Say覺 20, May覺s 2008-5,
2.5 ytl, -KKTC 3 ytl-
RED
DENIZ OLUNMALI
AKIN REÇBER ARAMIZDAYDI!..
1996 1 Mayıs’ında gözaltına alınan ve gördüğü işkenceler sonucu yaşamını yitiren yoldaşımız Akın Reçber, her 1 Mayıs’ta olduğu gibi, bu yıl da bizimle beraberdi. Onun coşkusu tüm İstanbul sokaklarına yayıldı…
S
adece kendisi için ‘özgürlük’ ve ‘demokrasi’ isteyen AKP iktidarı, 2008 1 Mayıs’ında da devlet terörünü tüm İstanbul’a yaydı. Tayyip Erdoğan’dan başlayarak, tüm yetkili ağızlara sakız olan ‘provokasyon tehlikesi’ palavraları, emekçilerin, gençlerin, onuruna sahip çıkan ‘ayak takımı’nın sokaklara akmasını önleyemedi. Ve cümle alem provokasyonu bizzat iktidarın ve onun kolluk kuvvetlerinin çıkardığını bir kez daha gördü. Her girdiği sokağa o pis biber gazını da beraberinde götüren, Taksim’i kuş gibi kafesleyen devlet, 1 Mayıs’ın tüm İstanbul’a yayılmasını engelleyemedi. Şişhane, Dolapderesi, Feriköy, Mecidiyeköy, Beşiktaş, Şişli, Nişantaşı, Harbiye, Cihangir, İstiklal Caddesi, sokak sokak ‘1 Mayısçılar’ tarafından dolduruldu. Taksim ve kafes bekçileri, 1 Mayısçılar tarafından kuşatıldı. Her yerdeydik! Her yeri 1 Mayıs alanına çevirdik. Gözleri yakan, nefesleri kesen, ama en önemlisi insan haysiyetini ortadan kaldırmayı hedefleyen o biber gazlarıyla dağılsak da, tekrar daha büyük kalabalıklarla toplandık. HÖC’lüsünden, Partizan’ına, ESP’lisine, EMEP’lisinden, İKP’lisine, TKP’lisine, ÖDP’lisine pek çok çevreden yiğit dostlarımızla, omuz omuza, 1 Mayıs’ı, emeğin ve insanlığın onurunu savunduk. Tayyip gibiler, ‘ayak takımı’ diye aşağıladıkları emekçilerin ve devrimcilerin nelere kadir olduğunu bir kez daha gördüler. Ve bu, göreceklerinin yanında hiçbir şeydir... Okurlarımıza yaptığımız çağrıyla, RED ekibi olarak, 1 Mayıs kutlamalarına katılmayı hedefliyorduk. Ne var ki, ağır polis terörü yüzünden ancak farklı bölgelerde gruplar halinde toplanabildik; buralarda sokak sokak yaşanan direnişlerin içinde yer aldık… Sokaklardan, yaşananları aktarıyoruz:
ŞİŞLİ – DİSK BİNASI
Sabahın erken saatlerinde Şişli’deki DİSK binasına ulaştık. Ancak bir
2
süre sonra DİSK’e giden yollar polis tarafından kesildi. Ve hemen ardından yoğun bir gazlı-boyalı su saldırısı başladı. Polis binanın içine de gaz bombaları atıyordu. Öyle ki, gazdan zehirlenen ve hastaneye kaldırılan pek çok kişi oldu. Binanın önünde toplanan kitle, inatla orada direndi, DİSK binasının önü terk edilmedi.
OSMANBEY
Polis CHP binası önünde toplanan kitleyi ablukaya aldı. Dağıtmaya çalışsalar da, toplananlar direnince abluka devam etti. Ablukayı kırmak için, daha önceden açıkladığımız üzere, Osmanbey metro çıkışında RED imzalı ‘BARİKAT! GREV! DEVRİM!’ yazılı pankartı açıp polis zincirine doğru harekete geçtik. Ancak bu kez arkada toplanan polis grubunun saldırısına uğradık ve ara sokaklara çekildik.
FULYA-TEŞVİKİYE
Şişli Camii’nin önünde DİSK binasına doğru harekete geçmek üzere toplandık. Ancak polis çevrede bekleyenlerin üzerine gazlarla saldırıya geçince, FulyaNişantaşı hattında direniş başladı. Biz de haliyle kendimizi savunmaya başladık. Bütün ara sokaklarda yoğun gaz bombardımanı yaşandı. Polis defalarca püskürtüldü. Buradaki direniş esnasında bir arkadaşımız gözaltına alındı. Bu arada, Nişantaşı’nın ‘beyaz’ sakinlerinin de gazdan ve çatışmalardan ‘geçici rahatsızlık’ duyduğunu gözlemledik!..
FERİKÖY-PANGALTI
En yoğun direnişlerden biri, Pangaltı’dan Feriköy’e giden Ergenekon Caddesi üzerinde yaşandı. Burada toplanan kitle polisin, önünde ‘dalgakıran’ gibi bir aparatı da bulunan gaz ve su aracına karşı saatlerce taşlarla kendini savundu… Çatışma tüm Kurtuluş’a yayıldı. Bu arada, bazı arkadaşlarımızın da bulunduğu Şişli Etfal Hastanesi gaz bombardımanından nasibini aldı; hatta acil servise bile gaz bombası atıldı…
TARLABAŞI
İzmir ve Çorlu’dan 1 Mayıs’a katılmak üzere gelen arkadaşlarımızla birlikte, saatlerce Tarlabaşı’ndan Taksim’e doğru ilerlemeye çalıştık.
Burada da, gazlı saldırılara karşı yoğun bir direniş yaşandı. Polisin silah kullandığı yerlerden biri Tarlabaşı’ydı.
HARBİYE
EMEP ve TKP bu bölgede birikmeyi ve kortej oluşturmayı başardı. Biz de yoğunlukla Gazi Mahallesi’nden gelen arkadaşlarımızla birlikte bu bölgedeydik. Her polis saldırısında Elmadağ’ın ara sokakları eylem alanı haline geldi.
İSTİKLAL-CİHANGİR
İstiklal Caddesi’nde polis toplanan kitleye ne kadar saldırırsa saldırsın, Tarlabaşı’na ve diğer tarafta Cihangir’e uzanan tüm ara sokaklarda yeniden birleşen kitle 1 Mayıs sloganlarını yükselterek caddeye tekrar çıkıyordu. Neredeyse bütün dükkanlar kepenk indirmek zorunda kaldı. Böylelikle, ‘yetkililer’in 1 Mayıs’ın Taksim’de gerçekleşmemesini savunurken öne sürdükleri bahanelerden “Taksim esnafı para kaybetmesin diye,” başlıklı olanı da geçersizleşti!.. ‘Turistik alan’ bahanesi ise, turistlerin coplanmasıyla beraber saçma bir hâl aldı. Polis Sıraselviler Caddesi üzerinden Taksim alanını zorlamaya çalışırken saldırdı. Bunun ardından, Cihangir’de Firuzağa Camii’nin önündeki meydanda barikat kuruldu. Çatışmalar burada sürdü. ‘Orantılı şiddet uygulaması’ esnasında ara sokaklara çekilsek de, barikat önünde ‘Barikat! Grev! Devrim!’ sloganlarını yükseltmemiz engellenemedi…
İSTANBUL SOKAKLARI KAZANILDI!..
SERHAT ÖZCAN Haysiyetsizlerin en kızdığı insanlar haysiyetlilerdir. Onlar çomak sokandır çarklara. Onlar satılmayan ve satmayandır. ‘Vatan’ı çiftlik görmeyenlerdir...
Ş ALEV ATEŞ 1945 - ...
Ağaç Sanayi İşçileri Sendikası ASİS’in direklerinden biri daha, bir sosyalist, Alev Ateş aramızdan ayrıldı. Günümüzde neredeyse tüm sendikaların başını tutmuş bürokratlardan, cebini doldurmaktan başka niyeti olmayan sendika ağalarından değildi o. Proleter demokrasisine inanıyor, işçi sınıfının kendi kaderini kendi eline alması için mücadele veriyordu. O ve yoldaşları, kökleri Paris Komünü’ne dayanan bir örgütlenme modeli önermiş, bunu ASİS sendikasının kuruluşuyla hayata geçirmiş ve uygulamıştı… Kendi mücadelesini, yine kendi kalemiyle anlatmak için, bir yazısından bir bölümü buraya aktarıyoruz… “Emekçi halkımızın ülkemizin yönetimini ele almasını sağlamaya yönelik ekonomik sosyal ve siyasal bilinci geliştirecek çalışmalarda bulunmayı temel amaç sayan” ASİS sendikası bu amacını gerçekleştirmek için : “-Ülkemizi ve halkımızı tam bağımsızlığa kavuşturmayı öngören, - Uluslararası işçi sınıfı ile uyumlu çalışmalar yapmayı hedefleyen, - Sosyalist bir düzenin hayata geçirilmesine ilişkin çalışmalarda bulunmayı ilke kabul eder.” Ancak bu sosyalist düzeni gerçekleştirecek olan proletarya olacağından, örgütlerinde de en alttan en üste tüm yönetim kademeleri bizzat işçilerin elinde olmalı ve aşağıdan yukarıya, görevden alınmak gibi yaptırımlar da içeren yapılanma oluşturulmalıdır. Bunu gerçekleştirecek olan da “İşçi Konseyleri” oluşturulmalıdır. Ancak, bu konseyler, ne sanayi demokrasisi denilen ne de yönetime katılma yoluyla üretimin arttırılmasını sağlayan örgenler değildir. Bunların görevi doğrudan yönetim kademelerinin tümünün, işyeri sendika temsilcilerinden başlayarak en üst kademelere kadar her basamağın denetlenmesi ve gerekirse görevinden alınabilmesinin yolunu açmaktadır. Diğer sendikaların en çok “nefretini” çeken konu ise, toplu iş sözleşmelerinin olanaklı olduğu ölçüde tüm işyeri çalışanları ile birlikte yapılmalıdır. İşte en çok karşı çıkışlar bu noktada yoğunlaşmış ve bu “kendiliğindencilik” olarak ilan edilip karalanmıştır. Oysa öneri ne gösterilmek istendiği gibi basit ne de çok karmaşık bir yapı içermektedir. Burada, içselleştirilmek istenen düşünce; işçilerin yönetime katılması değil, yönetimin doğrudan işçilerin elinde olmasının sağlanmasıdır. Öte yandan hiçbir kademedeki yönetici iki dönem üst üste aynı kademede kalamayacaktır. Yönetici durumunda olan işçilerin maaşları işyerlerindeki en yüksek maaştan fazla olamayacaktır.
4
Haysiyet!..
ahin, adını babasının ölen arkadaşından almış. ‘Şayko’ diyor yakınları kısaca. Sekiz yaşında. Mahalledeki arkadaşları hep çocuk işçiler. Babasının demir atölyesi iyi iş çıkarıyor, durumları çok daha iyi mahalleliye göre. Ama Şayko onurlu, yaz tatilinde çalışmak istiyor. Kıyamıyor babası. Top oynasın, tatil yapsın, annesinin köyünde meyve koparsın dalından, o yaşasın yaşayamadığım çocukluğumu, diyor. Okusun diyor oğullarım. Hiç unutmuyor gülerken bile hayat üniversitesinde yaşadığı zorlukları. Ama başarıyor mezuniyeti. O yüzden hâlâ kıyamıyor taze ekmeğe bayatı dururken, o yüzden biliyor her merhabanın değerini ve vefayı… Şayko ise sindiremiyor o yaşta bile arkadaşlarıyla oluşturulan sınıf farkını ve veriyor kararını: - “Ben de çalışacağım.” Babasının samimi bir arkadaşının inşaat malzemeleri satan mütevazı dükkanında işe başlıyor. Meblağı önemli değil, haftalık da alıyor. Ağlıyor babası, arkadaşım, bir gece birlikte içerken. “Ya Serhat,” diyor, “Çok üzülüyorum oğullarıma. Büyük neyse de, Şayko daha çok küçük, arkadaşımın yanında, ezmez gerçi, ama kıyamıyor insan.” Epey bir susuyoruz. Çalışan çocuklarımızı düşünüyorum. Boğazımı bir yumru düğümlüyor, nefes alamıyorum, gözlerim yaşarıyor. Nefesimi zorlayan düğüm gevşeyince, giriyorum söze. - “Oğlum, o zaman yanına al çocuğu. Yalandan bir iki iş ver, biraz da haftalık, öğlen de gönder topunu filan oynasın.” - “Onurundan taviz vermez, bırakmaz işini kerata.” - “Beni dinler o, ben hallederim…” diyorum. Ertesi akşam, aldım karşıma Şayko’yu, “Bak oğlum,” dedim, “Baban atölyesine adam arıyor, sen başkasının yanında çalışıyorsun, yakışır mı senin gibi delikanlıya.” Yanıt anında geldi. “Peki, yakışır mı bana işimi satmak”? Uzun bir sessizlik oldu. Koca bir adamın kararlılığıyla gözlerime baktı, “Bir düşüneyim amca…” dedi ve sessizce kalktı gitti. Kalakaldım öylece… Sekiz yaşında adamın söylediğine bak… Bir kaç saat sonra bir telefon. Arayan Şayko. “Ben düşündüm de, babamın yanında olmalıyım, kimseyi üzmeden bu işi halledeceğim,” dedi. Ertesi sabah erkenden, patronunun her sabah işe gelmeden çay içtiği kahvehanenin önüne gitmiş ve demiş ki; “Babamın dükkanında bana ihtiyacı varmış. Bunu başkasından duymanı istemedim, hakkını helal et ben babamın yanında olmalıyım. Haa, bu haftaki paramı da istemiyorum,” deyip, koşmuş babasının dükkanına. Bu yıl
üniversiteye hazırlanıyor ve atölyenin her şeyi şimdi. İnsanlar ezilmese diyor, kandırılmasa diyor, barış diyor, sevgi diyor.
***
Tıpkı Deniz gibi… Yusuf gibi. Hüseyin, Mahir ve arkadaşları gibi… Darbe sonrası asılan 17, gencimiz gibi. Maraş, Çorum, Sivas, Bahçelievler gibi. 1977 1Mayıs’ında yitirilen 37 can ve hâlâ anılarından korkulan Taksim Meydanı gibi. 12 Eylül cuntasıyla gelen 1milyon gözaltı, 1milyon 683.000 fişleme, 10 binlerce kişiye işkence, 230 bin yargılama, 171 işkence ölümü, 300 kayıp ya da kuşkulu ölüm, 7 bin idam dosyası, yıllarca süren davalar, faili meçhuller, iş göremez hale gelen binlerce işkence mağduru gibi.
***
Özgüvenleri yitirtilip politikadan uzaklaştırılan insanları, salyalı kapitalizmin kucağına atanlar, emperyalistlerin tantanalı sofralarının artıklarına şükrederken, sofra artıklarını bırakanlar da, aynı anda ülke topraklarına kendi atıklarını saçarak ihtiyaç gideriyorlardı. Bıraktıkları masadaki çöplerden, kemik sıyırma telaşındaki yüzsüzlerin alkışlarıyla.
***
Haysiyetsizlerin en kızdığı insanlar haysiyetlilerdir. Onlar çomak sokandır çarklara. Onlar satılmayan ve satmayandır. ‘Vatan’ı çiftlik ya da rant kapısı olarak görmeyenlerdir. Gelecek kuşakları, dünyanın geleceğini, tüm canlıların yaşama hakkını düşünerek, çıkar hesabı yapmayanlardır onlar. “Benden sonra da devam edecektir dünya. Kısa günün kârı yoktur bu hesapta,” diyenlerdir onlar. Orhan Veli’nin sözünü ettiği ‘Vatan için nutuk söyleyen değil, ölenlerdir’ onlar. Savunmalarında ve mağdur edebiyatı yapmadan, “Türkiye’nin bağımsızlığından başka bir şey istemedim ve bu sebeple Amerikan emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı savaş verdik. Bundan dolayı ölümden korkmuyorum. Onu ancak işbirlikçiler düşünsün ve ancak onlar kendi canının telaşına düşsün. Ben 24 yaşımdayken kendimi Türkiye’nin bağımsızlığına armağan etmekten gurur duyuyorum.” (Deniz Gezmiş) diye haykırabilenlerdir onlar. Yine bir 6 Mayıs sabahına kan ter içinde, korkularla uyanacak birileri. Öldürebildiklerini zannettikleri devrimci gençlerin tüyler ürpertecek kararlılıklarıyla. Şayko;
*** Bulutuyla, Deniz’iyle, balığıyla, yosunuyla… Deniz olunmalı oğul!..
ÜMiT DERTLi Deniz’lerin ‘doktrinlerinin gerçek özü’ devrimciliktir. Bu ‘gerçek özü küllendirmeye, basitleştirmeye’ çalışanlar, sağlı-sollu devletin ve sermayenin ve hepsi emperyalizmin kucağına oturmuş zevattır. O oturdukları yerde, ne özgürlükçülük, ne de bağımsızlıkçılık yeşerir.
Bağımsızlık ve özgürlük için devrim! A
skerlik yapanlar bilir, “Gün doğdu hep uyandık…” diye başlayan marş, aslında askerlik talimlerinde söylenen bir ordu marşıdır. Başımızdaki çavuş önden söyler, peşinden askerler hep bir ağızdan tekrar ederdik uygun adım yürürken. Garip bir histi, ‘Bağımsızlık uğruna al kanlara boyananlar’ı al kanlara boyayan bir kurumun zoraki mensubu olarak ‘Gündoğdu’yu söylemek. Bazı gaza gelir, “Yurdumuza faşist dolmuş…” diye devam ederdim alçak sesle, canım acıyarak, hırslanarak, ağlanacak halime gülerek… Şimdi ne vakit bağımsızlık meselesi gündeme gelse bu marş gelir aklıma. Deniz’lerin Mahir’lerin dilinde, mitingde, eylemde, devrimcilerin dilinde ‘Gündoğdu’ ve Deniz’leri, Mahir’leri katledenlerin, işçiler, emekçiler, devrimciler karşısında patronlar düzeninin her daim en sadık bekçisi olarak duranların dilinde yine ‘Gündoğdu’… Hatta Deniz Gezmiş ve arkadaşları mahkeme salonunda, bu marşla talim yapmış askerler tarafından dövülürken de aynı marşı söylüyorlardı. Bu ‘bağımsızlık’ meselesi karışık bir mesele yani... Deniz’ler ‘ikinci kurtuluş savaşı’ diye Samsun’dan Ankara’ya yürürken de karışıktı, ‘İncirlik Kapatılsın’ diye eylem yapanlar askerden dayak yerken de karışık, ‘cumhuriyet mitingleri’nde sarı saçlı güneş gözlüklü Britney Spears modeli cumhuriyet kızları ‘Bağımsız Türkiye’ sloganları bağırırken de karışık….
Yine ‘ulusalcılık’
Açık olan bir şey var ama. Türkiye Cumhuriyeti Devleti hiçbir zaman emperyalist dünya egemenliğinden ‘tam bağımsız’ olmadı ve bugün artık gerçek bir sömürgeleşme sürecinden söz ediyoruz. Dolayısıyla, ona bu haliyle sahip çıkmak, onun belkemiği olan kurumlara, ordusuna, yargısına, bürokrasisine ‘ulusalcılık’ adı altında emperyalizm karşıtlığı atfetmek, bağımsızlık yolunda onlardan medet ummak, ya aymazlıktır ya da art niyetliliktir. Kaldı ki bu devlet, 60 senedir emperyalizmin dünya jandarmasının ileri karakoludur. Amerika’da eğitilip oradan
kimliğiyle bağımsızlık çığırmaları, bir kısmının da Brüksel finansörlüğünde ‘sivil toplum, demokrasi’ diye bağırmaları, hatta kimilerinin mühim gasteci, sağduyulu politikacı, işadamı, TÜSİAD üyesi falan olmaları ve ilginç bir şekilde hepsinin de koro halinde, “İyi çocuklardı, boşuna öldüler, yazık…” diye konuşuyor olmaları ne anlama geliyor sizce? Çekirdek çitleyerek seyredilen dizi kahramanları haline getirilmeleri, “Ay kız, pek de yakışıklıymış!” seviyesine çekilmeye çalışılıyor olmaları ne ifade ediyor?
Lenin’in cevabı
liyakat almayan, neredeyse çavuş bile olamaz. Oradaki bir takım kapılara yüz sürmeden, komutan, parti başkanı, bakan, başbakan, cumhurbaşkanı falan da olunamaz. ‘Memleketi küçük Amerika yapacağız’ diyen başbakanların ülkesidir burası, Amerika’nın talimatıyla on yılda bir darbe yapan ‘bizim çocuklar’ın memleketidir, Amerika’dan bir düğmeye basıldığında uçakları bir metre havalanamayacak bir ‘Hava Kuvvetleri’nin memleketidir. Ekonomisi Amerika’nın atadığı memurlara emanet bir memlekettir. Kanun tasarılarının önce Brüksel’de, Vaşington’da görüşülüp karara bağlandığı, sonra lütfen ‘Yüce Meclis’e sunulduğu, Ankara’da en sıkı korunan binanın Amerikan Büyükelçiliği olduğu bir memlekettir. Ve bu devletin derini de, sığı da, askeri de, sivili de, ‘atanmış’ı da ‘seçilmiş’i de, ‘sol’u da ‘sağ’ı da topyekun emperyalizme bağlılığa, uluslararası sermayenin çıkarlarını ne pahasına olursa olsun savunmaya kodlanmıştır. Onların memuru, onların askeridir bu devlet.
Peki bağımsızlık?
Hal böyle olunca, devletin bir kesiminden bağımsızlıkçılık beklemek, diğer kesiminden ‘sivil demokrasi ’ beklemek kadar
salakçadır. Devlet içindeki tepişme, ağababalarına daha iyi hizmet ve sofradan dökülen kırıntıları toplama kavgasıdır. Bundan dolayıdır ki bu memlekette bağımsızlık meselesi bir devrim meselesidir.
‘Ulus’un kuruluşu
Evet, bağımsızlık bir devrimle mümkündür ancak. Emperyalist dünya sisteminin ayrılmaz bir parçası olan bu devlet ve onun üzerinde yükseldiği sermaye düzeni yıkılmadan memleketin gerçek anlamda bağımsızlığa kavuşması mümkün değildir. Bağımsızlık için savaşmak, patronlara karşı savaşmaktır; bağımsızlık için savaşmak özelleştirmelere, yabancı sermayeye, neoliberalizme karşı savaşmaktır. Bağımsızlık için savaşmak, emperyalizmin milli boğazlaşma siyasetine karşı savaşmaktır. Türkiye’nin bağımsızlığı için savaşmak, Kürtlerin haklı talepleri için, halkların özgür birliği için, işçi kardeşliği için savaşmaktır. Memleketin bağımsızlığı, yabancı güçlere, işgal ordularına karşı savaşın yanında esasen ve ilk önce bizzat patron devletinin kendi yapısına karşı mücadeleyle mümkündür. İşçi sınıfının önderliğinde tekrardan kurulacak olan ‘ulus’ emperyalizmin ve işbirlikçi yerli patronların hizmetkarı olan bu yapıyı yerle bir edecek ve
kendi bağımsız devletini kuracaktır. Gerçek bağımsızlık ancak böyle kazanılabilir, başka türlüsü ham hayaldir.
Denizlerin kopuşu
Dillerinde ‘Gündoğdu’ marşıyla 6. Filoyu denize döken, bu devletin ordusu tarafından yakalanıp bu devletin mahkemesinde yargılanan ve bu devletin cellatları tarafından idam edilen Deniz Gezmiş ve arkadaşları da bağımsızlığın bir devrim meselesi olduğunu görmüştü. Denizlerin ve onların kuşağının, meseleye bugünkü ideolojik berraklıkta yaklaşamamış olmaları ya da devletin niteliği konusunda, ordu konusunda, devrimde ittifaklar konusundaki ideolojik-teorik yetersizlikleri tartışılabilir, tartışılmalıdır. Tartışma götürmez olan şudur ki, onlar, devrimin gerekliliğine inandılar ve devrim için harekete geçmeye cüret ettiler. Onları kahraman yapan bu cürettir. Onlar, memleketin o zamana kadarki sünepe sol geleneğinden devrimci bir kopuşu gerçekleştirdiler, emperyalizmin uşaklığına rıza gösteren patron devletini karşılarına aldılar ilk defa, ‘DEVRİM’ dediler ve onun peşinden ölüme kadar gittiler ikirciksiz. Bugün o kuşaktan hayatta kalanların bir kısmının onları idam edenlerle kol kola, işkencecilerini affedip, ‘ulusalcı’
Lenin veriyor bu soruların cevabını Devlet ve Devrim kitabında. (Kitabın adı bile cuk oturdu yazının bağlamına.) Şöyle diyor: “…Egemen sınıflar, sağlıklarında büyük devrimcileri ardı arkası gelmez büyük cezalarla mükafatlandırır; doktrinlerini, en vahşi düşmanlık, en koyu kin, en hayasız yalan ve iftira kampanyalarıyla karşılarlar. Ölümlerinden sonra, büyük devrimcileri zararsız azizler haline getirmeye, söz uygun düşerse, evliyalaştırmaya, ezilen sınıfları ‘teselli etmek’ ve onları aldatmak için isimlerini bir hale ile süslemeye çalışırlar. Böylece, onların devrimci doktrinlerinin gerçek özü küllendirilir, basitleştirilir ve ihtilâlci keskinlikleri törpülenir. Bugün, burjuvazi ve işçi hareketinin oportünistleri, Marksizmin safiyetini bozmak, onu ‘işe yarar’ bir duruma getirmek konusunda işbirliği halindedir…” İşte, Deniz’lerin de ‘doktrinlerinin gerçek özü’ devrimciliktir. Bu ‘gerçek özü küllendirmeye, basitleştirmeye’ çalışanlar, sağlısollu devletin ve sermayenin ve hepsi de aslında emperyalizmin kucağına oturmuş zevattır. Ve o oturdukları yerde, ne özgürlükçülük, ne de bağımsızlıkçılık yeşerir. Özgürlük ve bağımsızlık için öncelikle devrimci olunmalıdır. Evet, ‘kapitalizme karşı olmadan emperyalizme karşı olunamaz’ şiarında somutlanan ideolojik berraklığı Deniz’lerin başlattığı gelenekle, onların devrimci cüreti, inancı ve iradesiyle birleştirmektir yapılacak olan. Evet, Deniz olunmalıdır…
5
DENiZ’lerin gösterdigi istikamet: Oysa... Sıkıyönetim mahkemeleri önünde-dipçiklerin gölgesindeyken bile, ‘yaptıkları ve yapmak isteyip de yapamadıkları’ her şeyi yiğitçe savunan o üç genç adamın tüm gerçeği, ‘tahrif gücü yüksek’ filmler ve diziler aracılığıyla ‘Hatırla’mak isteyen ‘Sevgili’lere reyting pazarının makul sınırları içinde ‘başkalaşmış, törpülenmiş ve arındırılmış’ olarak sunuluyor...
Ö
ldürülmelerinin 36. Yıldönümünde onları, ‘hiç unutmayan’ birçok insana tekrar hatırlatmak şimdi çok daha zor ve çok daha anlamlı. Anlamlı, çünkü yaşadığımız günler daha önceki yazıların birinde söylediğim gibi ‘enternasyonalizme ve sınıf bilinçli kitlesel eylemlere en çok
ihtiyaç duyduğumuz günler’… Zor, çünkü sıkıyönetim mahkemeleri önündedipçiklerin gölgesindeyken bile, ‘yaptıkları ve yapmak isteyip de yapamadıkları’ her şeyi yiğitçe savunan o üç genç adamın tüm gerçeği, ‘tahrif gücü yüksek’ filmler ve diziler aracılığıyla ‘Hatırla’mak isteyen ‘Sevgili’lere reyting pazarının makul
sınırları içinde ‘başkalaşmış, törpülenmiş ve arındırılmış’ olarak sunuluyor. Ve sonra sinema perdeleri ve beyaz ekranlar bize, ‘sistemin dişlilerinden biri olmayı reddeden ve dahi o sistemi alaşağı etmek isteyen’ deniz’i, hüseyin’i ve yusuf ’u, büyük puntolarla ‘sonu belirsiz bir macera uğruna boyunlarını ipe uzatarak’ geleceklerine
1968 Baharı...
Gençlik mücadeleye atılıyor...
68 Baharı tüm dünyada ‘farklı filizler’ yeşereceğinin habercisiydi: Soğuk Savaş vites artırarak devam ediyor, Doğu Avrupa’da Çekoslovakya SSCB yanlısı iktidara baş kaldırıyor, Fransa’da tüm üniversitelerin öğrenciler tarafından işgal edilmesiyle başlayan eylemler aynı ay içinde işçi sınıfının da toplumsal muhalefete destek vermesiyle katılımın 8 milyon kişiyi bulduğu devasa grevlere dönüşüyor ve aynı hızla tüm Avrupa’ya yayılıyor, Küba ve Çin gerillacılık ve halk savaşının simge devrimleri olarak kitlelere ilham kaynağı olan birer anıt olarak dünyada dikiliyor, Vietnam direnişi de ABD emperyalizminin en korkunç kâbusu olmaya başlıyordu. Tüm bu şartlar altında kapitalist dünya ekonomisinin istikrarı sarsılırken, dünyanın çeşitli bölgelerinde de ardı ardına ulusal kurtuluş mücadeleleri yaşanıyordu. Türkiye’deki sosyalist ve devrimci mücadele de, 60’lardan itibaren dünyadan yükselen seslere yankı vermeye başlamıştı. Bu, 1961 Saraçhane Mitingi’yle başlayan ve yaklaşık 10 yıl süreyle -15-16 Haziran 1970 İşçi Direnişi’ne kadar- grev ve işgallerin yaşanacağı, fabrikalarda işçi denetimi deneyimlerinin gerçekleşeceği ve işçi sınıfının öğrenci gençliğiyle dirsek teması kurabileceği bir dönemin başlangıcıydı. 61 anayasasının liberal atmosferinin getirisi olarak bazı yasaklar da kalkıyor ve ülkede Lenin’in kitaplarının yanı sıra Mao’nun da kitapları hızla Türkçeye çevriliyordu. Türkiye solu bu atmosferde ‘devrimci çekirdeği’ daha çok ‘köylülük’ olarak tanımlıyor ve yüzünü ‘kır’lara çevirmeyi planlıyordu. Büyük bir kesimi emekçi çocuklarından oluşan üniversite gençliği de, burjuva parlamentarizminin olanaklarıyla sosyalist bir iktidarın inşasını amaçlayan ve 1961 yılında kurulan Türkiye İşçi Partisi üyeliği sıfatıyla bu partinin gençlik kolu sayılabilecek Fikir Kulüpleri Federasyonu’nda örgütleniyordu. Türkiye’deki gençlik hareketinin nerdeyse tüm önderleri; Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya, Mahir Çayan, Sinan Cemgil, Hüseyin İnan hareketin yükselmesinin hemen öncesinde, TİP üyesiydi.
1968’e kadar sosyalist gençlik hareketi içinde önemli bir ideolojik-örgütsel ayrışma yaşanmadı. Bu tarihe kadar gerçekleştirilen eylemler, öncülüğünü TİP’li ve FKF’li gençlerin yaptığı tüm ilerici-devrimci gençliğin ortak eylemleriydi. Bu dönemde TİP içinde yanıtı aranan, “Türkiye nasıl kalkınır?” sorusu ve buna verilen cevap ise kabaca, “Emperyalizme bağımlılıktan ve sermaye düzeni olan kapitalizmden kurtulmadan onurlu bir gelecek mümkün değildir, bu sebeple amaç emperyalizmi ve kapitalizmi bu topraklardan kovmak ve yerine eşit ve özgür bir Türkiye kurmaktır”dı. Bu bilinç doğrultusunda öğrenci gençlik önce 1965 yılında düzenlenen ‘Milli Petrol Kampanyası’ ile ülkedeki petrol kaynaklarının kullanılmamasını protesto ederek harekete geçti. Bu eylem ve kampanyaları 1967’de düzenlenen ‘Özel Okullar Kapatılsın’ kampanyası ve sonrasında da 14 Mayıs 1968’de ilan edilen NATO’ya Hayır Haftası takip etti. Öğrenci gençliğini topyekûn harekete geçiren kıvılcım ise Fransa’da Sorbonne’nun işgalinden yaklaşık bir ay sonra 10 Haziran 1968 A.Ü Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde çaktı. DTCF’nin işgalini 12 Haziran 1968’de İstanbul Üniversitesi işgali takip etti. İstanbul Üniversitesi İşgal Konseyi adına İÜ Senatosu ile Baltalimanı’nda yapılan görüşmelere katılan öğrenci heyetinin içinde yer alan ve talep edilen hakların kazanılmasında etkili olanlardan biri de Deniz Gezmiş’ti. Bu eylemlerde öğrenci gençliğin temel iki talebi, ‘eğitimde reform’ ve ‘öğrencilerin üniversite yönetimlerinde temsili’ydi. İşçilerin de desteğini alan öğrenci gençliğin, Temmuz’da 6. Filo’nun İstanbul’a tekrar gelişini protestoları iki gün süren çatışmalara dönüştü. Çatışmalarının ardından İTÜ Talebe Birliği ve yurt binasını basan polis Vedat Demircioğlu adlı bir öğrenciyi ağır şekilde yaraladı. Bu saldırıyı kınamak için Taksim’de bir eylem yapan öğrenciler sonrasında Dolmabahçe’ye kadar yürüdü ve burada karaya çıkan Amerikan askerlerini
6
‘Hoşçakal Yarın’ diyen ‘suçlu ama yakışıklı’, ‘iyi kalpli ama hırçın’ 23–24 yaşında adamlar olarak tarif edip konuşturuyor… Mesaj gayet açık: “Herkes kendinden ve kendi geleceğinden sorumludur…” 36 yıldır kısılmayan gür sesiyle Deniz Gezmiş ise şöyle diyor: “Gençlik yalnız devrime karşı sorumludur”…
döverek denize attı. 24 Temmuz’da yaşamını yitiren Vedat Demircioğlu öğrenciler tarafından büyük bir gösteriyle uğurlandı. Deniz Gezmiş’de 30 Temmuz’da tüm bu eylemlerden dolayı tutuklandı.
Parlamentoculuktan kopuş
Bu tarih Türkiye’deki öğrenci gençliğin mücadelesinde bir dönüm noktasının da tarihi oldu. Öyle ki artık TİP, topraksız köylülerin, öğrenci gençliğinin ve grevci işçilerin militan hareketliliğini parlamenter çizgisine uygun bulmuyordu. Bu şartlar altında TİP ve FKF üyesi olan ve bu örgütlerde önemli görevler alan gençlerin çoğu, TİP’in pasifist, parlamentarist çizgisine muhalefet ederek TİP’ten kopmaya ve yeni örgütsel arayışlara başlıyordu. Vietnam örneğinde olduğu gibi dünyada yaşanan ulusal kurtuluş hareketleri, Çin ve daha çok Küba devriminde belirleyici olan gerillacılık ve silahlı mücadele olgusu ve özellikle Filistin’de gerçekleştirilen direniş; TİP’in reformizme ve bürokratizme saplanarak yarattığı düş kırıklığını, -devrimci Marksist bir alternatifin olmadığı koşullarda- onarmak için heyecan verici başlıca yol olarak sivriliyordu. TİP’ten kopuş sürecinde, içlerinde Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Cihan Alptekin gibi öğrenci liderlerinin olduğu grup, sınıf mücadelesinin gereklerini ve anti-kapitalist sloganları geri plana iten ve ulusal bağımsızlık vurgusuyla, topraksız köylülere, öğrenci gençliğine, küçük-burjuva aydınlara, geleneksel ‘devletçi’ kadrolara - ilerici Kemalist subaylara seslenen ve Milli Demokratik Devrim (MDD) diye tanımlanan çizgiyi benimsedi. Bu doğrultuda, ABD emperyalizminin büyük gücüne karşı Vietnam’ın gösterdiği direniş, Türkiye’de de Vietnam örneğine benzer sonuçlar yaratılabileceği yanılsamasını yarattı. Sosyalist bir toplumun ulusal temeller üzerinde kurulabileceği inancıyla şekillenen bu algının ‘enternasyonal’ karşılığı ise, daha çok ulusal sınırlarla birbirinden ayrılmış ‘ulus-devlet sosyalizm’lerinden oluşan bir dünya anlamına geliyordu...
Gençlik . sadece devrime karsı. sorumludur!
MAHiR ÜKÜNÇ
Silahlar ve ölümler... 69’daki kongrede adını Dev-Genç olarak değiştiren FKF, TİP’ten ayrışmanın da sembolik ifadesi anlamına geliyordu. Bu tarihten sonra 1971 yılına kadar çeşitli öğrenci eylemleri ve gösterilerine katılmaktan birçok defa tutuklanıp serbest bırakılan Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Sinan Cemgil, Yusuf Aslan, Alparslan Özdoğan ve Cihan Alptekin’le beraber kurdukları THKO’yu 4 Mart 1971’de yayınlanan bir bildiri ile kamuoyuna duyurdu. Kadir Manga, Alparslan Özdoğan ve Sinan Cemgil’in gerilla mücadelesini başlatmak için gittikleri Nurhak’ta öldürülmelerinin moral bozucu etkisi ağır oldu. 11 Ocak 1971’de örgüt adına Ankara İş Bankası Emek Şubesi’nin soyulması ve 4 Mart 1971’de ABD’li dört askerin Balgat’taki Tuslog Tesisleri’nden kaçırılması eylemlerinde yer alan Deniz Gezmiş, bu askerlerin serbest bırakılmasının ardından, Sivas’ın Sarkışla ilçesinin Gemerek bölgesinde Yusuf Aslan’la birlikte yakalandı. Yargılanmaları sürerken, onları kurtarmak için düzenlenen eylem sonrası, Kızıldere’de içlerinde Mahir Çayan, Cihan Alptekin, ve Ömer Ayna’nın da bulunduğu on devrimci öldürüldü. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan 16 Temmuz 1971’de başlayan THKO-1 Davası’nda TCK’nin 146. maddesini ihlal ettikleri gerekçesiyle, 9 Ekim 1971’de idam cezasına çarptırıldılar ve 6 Mayıs 1972 tarihinde Ankara merkez kapalı cezaevinde idam edildiler.
Darağacına yollanan üç devrimcinin bugüne bıraktığı miras... Başta Deniz Gezmiş olmak üzere 68 kuşağının militan devrimcileri hakkında çok şey yazılıp söylendi. Fakat yaşadıkları dönemin koşullarında biçimlenen ideolojik ve teorik donanımları ve bu düşünsel donanımdaki nispi eksiklikler, onları, kendilerini ülkenin ve ülke insanlarının kurtuluşuna adamış genç ve yürekli adamlar olarak tanımanın ve hatırlamanın önünde bir engel teşkil etmez. Emeğin ve onun karşıtı olarak kapitalist yağmanın günümüz koşullarında olduğu gibi devasa bir küresel zincir olduğu kavrayışının, yine dönemin mücadele koşulları içinde pratik sağlamasının yapılamamış olması; Deniz Gezmiş ve onunla beraber hareket eden devrimcilerin eylemlerinde karşılığını, daha çok antiemperyalist mücadelenin tek ve yerel sınırlar dâhilinde ve Türkiye’nin bağımsızlığı konusu etrafında biçimlenmesi olarak buldu. Fakat bu algı bile ‘sıradan bir halkçılığın ve halk sevgisinin’ sınırlarının çok ötesinde, bizzat Deniz’in idam sehpasındaki son sözlerinde ifade ettiği gibi ‘Marksizme ve Leninizme olan bağlılık’la izah edilebilir. Ve yine mücadelesinin özetini idam sehpasında dile getiren bir insan olarak o, ‘Sadece Türklerin değil, Kürtlerin de özgürlüğü için’ verilmiş bir mücadelenin sonucunda ipe götürüldüğünü haykırır. Ölümlerinin 36. yılında onları idam sehpasına çıkaran savcılar ve tekaüt politikacılar bile bugün artık idamlarının bir ‘hukuk skandalı’ olduğunu alçak sesle ifade ederken, onları hatırlayanların kulaklarında eski bir ses kaydından şöyle sesler yankılanmaktadır: “…bizlerin tek özlemi Türkiye’nin bağımsızlığıdır. Eğer giriş kısmında korku, gaflet, kurnazlık ve ihtiras içinde bulunanlardan bizleri kastediyorsa, bu doğru değildir. Türkiye’de gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunanlar varsa, bunlar ancak Amerikan emperyalizmi ile iş yapan çıkarcılardır…” “…Onlar 36 milyonluk ülkenin bütün yükünü 20 gencin üzerine yıkmaya alışmışlardır. Bizi bağımsız bir ülkenin çocukları olmaktan mahrum eden hepiniz dâhil, sizlersiniz…” “…Meydanlarda bunlara karşı bizler dövüşmek mecburiyetinde kaldık, bizler kurşunlandık. Ve sonunda idam isteği ile buraya getirildik, dediğim gibi Türkiye’yi bu hale getiren eski neticelerin bütün suçları bize yüklenmek
istenmektedir…” “… Egemenlik ilkelerine karşı çıkmakla itham edilmekteyiz. Asıl egemenlik ilkelerine karşı çıkanlar halkın sırtından geçinenlerdir…” “…Türkiye’nin bağımsızlığından başka bir şey istemedim ve bu sebeple Amerikan emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı mücadele verdik…”
7
6 MAYIS 1972 ve TÜRK BASINI Dağdaki çobanından, fabrikadaki eli nasırlı işçisine kadar bu toprakların ve insanlarının özgürlüğü, bağımsızlığı ve eşitliğine tutkun devrimciler, Deniz, Yusuf ve Hüseyin, darağacına yollandığında neler yazıldı arkalarından?..
K
imilerine göre ‘anarşist’tiler, kimilerine göre ‘gomonist’… Ama her şeyden önce dağdaki çobanından, fabrikadaki eli nasırlı işçisine kadar bu toprakların ve insanlarının özgürlüğü, bağımsızlığı ve eşitliğine tutkun devrimcilerdi. Denizler’den bahsediyorum, Yusuf ve Hüseyin… Darağacında sallandırılan; otomatik tüfeklerle, bombalı
saldırılarla bir kuşağın belki de bir geleceğin yok edilmesidir. İnsanca ve kardeşçe umut dolu bir gelecek… Sözünü ettiğimiz yiğit insanların siyasal duruşları ya da yönelimlerini anlatmayacağım. Yıllardır birçok kimse bu minvalde birçok tartışmalar yürüttü. Olaylara bir de 1972 senesinin Mayıs ayı gazetelerinde yazılanlara göz atmaya
Cumhuriyet Ankara (a. a) Türkiye Cumhuriyeti Anayasasını tagyir, tebdil ve ilga, Türkiye Büyük Millet Meclisini silâhla, cebren ıskat ve komünist bir rejim kurmak suçları sabit görülerek ölüm cezasına mahkûm edilen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan hakkındaki hüküm, bu sabah 02.00- 3. 40 arasında infaz olunmuştur. Gezmiş, Aslan ve İnan, Cebecideki Sivil Kapalı Cezaevinin avlusunda asılarak idam edilmişlerdir. Geçen yıl tutuklandıklarından bu yana askeri cezaevinde bulunan hükümlüler, olağanüstü güvenlik tedbirleri arasında gece yarısından sonra sivil kapalı cezaevine nakledilmişlerdir. Cebeci Cezaevinin bulunduğu bölge güvenlik kuvvetleri tarafından iyice kordonlarla kontrol altına alınmış, infazlar sırasında sadece kanunda belirtilen ilgililer olarak kararı veren Sıkıyönetim (1) numaralı mahkemesi adına Başkan Tuğgeneral Ali Elverdi, İnfaz Savcısı, Hükümet Tabibi Cezaevi Müdürü, bir sanık avukatı hazır bulunmuştur. Ankara İnfaz Savcısı teker teker sehpaya getirilen suçlulara idam edilmelerinden önce işledikleri suçları ve haklarında verilen kesin kararın özetini tethim etmiştir. Hüküm özetini ihtiva eden yaftalar boyunlarında asılı olduğu halde idam edilen hükümlülerin teker teker asılmalarını müteakip ölmüş olduklarına dair doktor raporu tanzim edilmiş ve ilgililerce imzalanmıştır. ÖNCE GEZMİŞ THA’nın bildirdiğine göre önce Gezmiş’in cezası infaz edilmiş, sonra sırasıyla Aslan ve İnan’ın ölüm cezaları yerine getirilmiştir. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam cezalarının yerine getirilmesine ilişkin 2 Mayıs 1972 tarihli ve 1386 sayılı kanun şöyledir: “Madde- 1 a) Askerî Yargıtay 2 nci Dairesinin 10/1/1972 tarih ve 1971/4371972/1 esas, 1971-1 karar Sayılı ilâmı ile kesinleşen, Askerî Yargıtay Başsavcılığının 3/2/1972 tarih ve 1972/187-98 Sayılı kararı ile tashihi karar talebi reddedilen, Ankara
8
çalışalım hep birlikte. Bugünden geçmişe doğru, sevgilimize hatırlatmak için bakıverdiğimizde Babıali’nin matbaalarından çıkan sayfaların manşetleri farklı farklıymış. Kimi yaklaşan CHP Kurultayı’nı ön plana çıkartırken, kimi de dönemin Jandarma Genel Komutanı Org. Eken’e düzenlenen suikasttan bahsediyor. Söylemeden
CENGiZ YOLCU
geçmeyelim hele ismiyle müsemma bir gazetemiz var ki, ağzından köpükler saça saça manşetten ‘kutlu’ haberi veriyor: Asıldılar… Cumhuriyet, Akşam, Milliyet ve Tercüman… Sıraladığım bu gazetelerin 6 Mayıs 1972 tarihli nüshalarındaki Deniz’ler ile ilgili manşetlerde ve diğer haberlerde nelerin yazılıp çizildiğine bakalım:
Hürriyet Sıkıyönetim Komutanlığı (1) No. lu Askeri Mahkemesinin 9.10.1971 tarih, 1971/13 esas, 1971-23 karar sayılı hükmü ile T.C.K. nun 7161 maddesi uyarınca ölüm cezasına mahkûm edilmiş bulunan, sicilli nüfusta Erzurum Ilıca Nahiyesi, özlük (Öznü Beypınarı) köyü, Hane 27, Cilt 5 ve Sayfa 129’da kayıtlı Cemil oğlu Mukaddes’ten doğma 1947 doğumlu Deniz Gezmiş hakkındaki işbu ölüm cezası yerine getirilir. b) Askerî Yargıtay 2’nci Dairesinin 10.1.1972 tarih ve 1971/457- 1972/1 esas, 1972/1 karar sayılı ilâmı ile kesinleşen, Askerî Yargıtay Başsavcılığının 3.2.1972 tarih ve 1972/187-98 sayılı kararı ile tashihi karar talebi reddedilen Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı (1) No. lu Askerî Mahkemesinin 9.10.1971 tarih, 1971/13 esas, 1971/23 karar sayılı hükmü ile T.C.K. nun 146-1 maddesi uyarınca ölüm cezasına mahkûm edilmiş bulunan, sicilli nüfusta Yozgat iline bağlı Çekerek ilçesi Kuşsaray köyü, Hane 21, Cilt 13/2, Sayfa88/ 114’de kayıtlı Beşir oğlu Mediha’dan doğma 1947 doğumlu Yusuf Aslan hakkındaki işbu ölüm cezası yerine getirilir. c) Askerî Yargıtay 2’nci Dairesinin 10.1.1972 tarih ve 1971/457- 1972/1 esas, 1972/1 karar sayılı ilâmı ile kesinleşen, Askerî Yargıtay Başsavcılığının 3.2.1972 tarih ve 1972/187-98 sayılı kararı ile tashihi karar talebi reddedilen Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı (1) No. lu Askerî Mahkemesinin 9.10.1971 tarih, 1971/13 esas, 1971/23 karar sayılı hükmü ile T.C.K. nun 146-1 maddesi uyarınca ölüm cezasına mahkûm edilmiş bulunan, sicilli nüfusta Kayseri ili Sarız ilçesi, Bahçeli Mahallesi, hane 31, Cilt 2, Sayfa 45’te kayıtlı Hıdır oğlu Selver’den doğma 1949 doğumlu Hüseyin İnan hakkındaki ibu ölüm cezası yerine getirilir. Madde 2 – Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer. Madde 3 – Bu kanunu Adalet Bakanı yürütür.” Cumhuriyet gazetesinin ajanslardan aldığı haberi aynen sayfalarına koyduğu görülüyor.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan bu sabaha karşı Ankara Merkez Cezaevi avlusunda İDAM EDİLDİLER Ankara (A. A) Türkiye Cumhuriyeti Anayasasını tağyir, tebdil ve ilga, Türkiye Büyük millet Meclisi’ni silâhla cebren iskat ve komünist bir rejim kurmak suçları sabit görülerek ölüm cezasına mahkûm edilen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan hakkındaki hüküm bu sabah saat 02.00- 03.40 arasında infaz edilmiştir. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan Cebeci’deki büyük, kapalı Cezaevi’nin avlusunda asılarak idam edilmişlerdir. Geçen yıl tutuklandıklarından bu yana Askerî Cezaevi’nde bulunan hükümlüler, olağanüstü Güvenlik Tedbirleri arasında gece yarısından sonra sivil, kapalı cezaevine nakledilmişlerdi. Cebeci Cezaevi’nin bulunduğu bölge güvenlik kuvvetleri tarafından iç içe kordonlarla kontrol altına alınmış, infazlar sırasında sadece kanunda belirtilen ilgililer bulunmuştur. Hürriyet de Cumhuriyet’in haberinin neredeyse tıpatıp aynısı ifadelerle üst manşetinden infazları halka açıklamak görevini(!) yerine getiriyor. İç sayfalarda
herhangi bir surette haberin devamına yer vermemesi de oldukça ilgi çekici. Haber son dakikada yazılıp, gazete ondan sonra baskıya verilmişe benziyor. Akşam gazetesi ise idam haberini manşetten verirken, haberin altında Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın fotoğrafları yer alıyor. Aynı haberin yanına da idam kararının tam metni eklenmiş.
Akşam İDAMLAR YÜRÜRLÜKTE Karar, dünkü Resmî Gazete’de yayınlandı Mahkûmlar: 1- Deniz Gezmiş 2- Yusuf aslan 3- Hüseyin İnan Ankara, (ÖZEL) “Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu” isimli gizli örgütün kurucularından Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilmelerine ilişkin kanun dün Resmî Gazete’de yayınlanıp, yürürlüğe girmiştir. Ankara’da bir polis kulübesini kurşunlayıp, İş Bankası Emek Şubesini soyan Mahkûmlar, daha sonra Sevim Onursal’ın evinde görevli memurları bağlayıp bir polisi yaralamışlardı. 15 Şubat 1971 tarihinde bir Amerikalıyı, 20 gün sonra da beş Amerikalı kaçıran gezmiş, Aslan ve İnan hakkında, Ankara Sıkıyönetim 1 No’lu Askerî Mahkemesi “Ölüm cezası” vermiş, buna ilişkin olan kanun, bir süre önce
Anayasa Mahkemesi’nde “Usulü hata” bulunduğu gerekçesiyle iptâl etmişti. İnfazların yerine getirilmesi için yeni bir kanun hazırlanıp, dünden itibaren yürürlüğe girmiştir.
Tercüman
Son gazetemiz 6 Mayıs sayısında ikinci baskısını yapan Halk’a ve Olaylara Tercüman… Kapkara puntolarla verdikleri haberi, fotoğraflarla ve maktullerin suçları ve kimlikleri ile süslemişler(!). Gezmiş, Aslan ve İnan ASILDILAR 3 anarşist hakkındaki karar bu sabaha karşı infaz edildi Bu gazetedeki ‘haber’in içeriği diğer gazetelerden aslında farklı değil; ve fakat ilgi çekici olan kullanılan fotoğrafların altında yazılı olanlar. Şöyle ki, mahkemelerden bir kare ve altında yazılı olanlar: “Deniz Gezmiş defteri de böylece kapandı. Gezmiş eylemlerine başladığı zaman bir kahraman edasıyla etrafına çalım yapıyordu. ‘İşgal’, ‘boykot’ derken işi azıttılar ve anarşinin en uç noktasına ulaştılar. Cumhuriyet Kanunları, Cumhuriyet hükümetleri ve Silâhlı Kuvvetler nihayet bu gidişe ‘DUR’ dediler. Gezmiş’in defterindeki son satırları adil Türk yargıçları kılı kırk yararak ve anarşistlere hak ettikleri cezayı vererek yazdılar.” İlk sayfadaki bir diğer fotoğrafın altında da şu cümleler yer alıyor: “Adil Türk mahkemelerinde Gezmiş, Aslan ve İnan sözüm ona bir umursamazlık içinde idiler. Küstah saygısız, gürültücü. Hattâ zaman zaman işi rezalet çıkarmaya kadar vardırdılar. Ama kader ağlarını örecek, adaletin terazisi suçluları ve suçlarını teker teker tartacaktı. Resimde üç anarşist duruşmaları sırasında öteki suç ortaklarından bir kısmı ile birlikte görülüyorlar.” O dönemde en kararlı antikomünist yayın organlarından Tercüman’ın, ‘gazetecilik’ yerine ‘tetikçilik’ yapmayı tercih etmesi hiç de şaşırtıcı değil tabii...
Serhat Özcan ve Hakan Gülseven Her çarşamba akşamı DEM TV’de! RED muhalefeti ekranlarda!..
Yazarlarımız Serhat Özcan ve Hakan Gülseven, her çarşamba akşamı saat 22:00’de,canlı yayında DEM TV’de.
DEM TV uydudan ve D Smart’tan izlenebiliyor... TURKSAT 1C, Frekans: 11996, SR: 26000, FEC:5/6 Dikey
9
FASOLARIN SiNiRLERi BOZULUYOR .
Derdi-gücü ‘Kurtlar Vadisi’nden fırlama bir edayla okul koridorlarında adam dövmekten ibaret olan bu insan-hayvan kırması güruhun bol küfürlü yorumlarından anlayabildiğim kadarıyla, ‘ülkücü’ler ‘Hatırla Sevgili’den çok şikayetçi...
U
zunca bir süredir hükümetin ATV’sinde cuma akşamları oynatılan bir dizi var: Hatırla Sevgili. Başlangıçta biri CHP’li öteki DP’li iki ailenin çocukları arasındaki aşk hikayesini anlatan dizi, zaman ilerledikçe aşk temasından sıyrılıp siyasi bir içerik kazandı. Ailelerin genç kuşakları 68’in devrimci fikirleriyle tanışırken ekranda bol bol Deniz Gezmiş’i, Mahir Çayan’ı görmeye başladık. Düzenli bir televizyon izleyicisi olmadığımdan, dizinin son bölümlerini Youtube’dan takip edebiliyorum.12 Mart öncesi dönemi Kızıldere katliamını, Deniz’lerin idam edilişlerini duygusal bir biçimde yansıtan dizi şimdilerde 12 Eylül öncesindeki politik atmosferi anlatıyor. Dizinin 80 kuşağı apolitik -bir yerde tam bağımsızlıkçı ve Kemalist damarı olangenç izleyicileri Deniz’in ve Mahir’in tam bağımsızlıkçı tutumlarından etkilenmiş görünüyor. Tabii, hükümet kanalında yayınlanan bir dizinin 68’lilerin MarksistLeninist fikirlerine vurgu yapmasını beklemek ham hayalcilik olur. Ancak şu günlerde Deniz Gezmiş ve yol arkadaşlarının hayatlarını anlatan kitapların satış rekorları kırması, dizideki mahpushane sahnelerinde dizeleri devrimcilerin dilinden düşmeyen Ahmet Arif’in genç kuşaklar tarafından tanınması sevindirici. Hele ki de beş sene öncesine kadar odalarına Deniz’in posterlerini asanların ‘suçu ve suçluyu övmek’ fiilinden yasal işlem gördüğünü, gençlerin ‘Kurtlar Vadisi’ itlerinin elinde gördüğü ‘Kavgam’ kitabına büyük bir merakla saldırdığını hatırladığımızda, ‘Hatırla Sevgili’nin hatırlattıklarının çok da fena olmadığını söyleyebiliriz. Hal böyle olunca faşistleri alıyor bir kudurma. Salyalar saçıyorlar. ‘Hatırla Sevgili’nin son bölümlerini Youtube’dan takip ettiğimi söylemiştim. Tabii burada, videolarla ilgili yorum yapan faşistlere rastlıyorsunuz ister istemez. Derdi gücü ‘Kurtlar Vadisi’nden fırlama bir edayla üniversitelerin, liselerin koridorlarında adam dövmekten ibaret olan bu insan-hayvan kırması güruhun bol küfürlü ve anlatım bozukluklarıyla dolu yorumlarından anlayabildiğim kadarıyla, ‘ülkücü’ler durumdan çok şikayetçi; dizide sosyalistlerin melek, faşistlerin -bir pararantez açmak gerekirse, ülkücüler 70’lerde faşist olduklarını kabul etmezlerdi. Şimdilerde biz faşistiz diyen ülkücülere internet yorumlarında sıklıkla rastlanıyorpsikopat gibi gösterildiklerini iddia ediyorlar ve “Biz masumuz esas bu gömünisler moskof uşağıdır, tu kakadır!” edebiyatı yapıyorlar. Ya nasıl olacaktı? Faşistlerin diziyi beğenmesi için Polatvari bir ülkücü kahramanın mı devreye sokulması gerekiyor? Kusura bakmayın ama bizde Can Yücel’in deyişiyle, “Göte göt derler!”
10
Geçelim... Ve gelelim insan-kurt (köpeği) kırması yorumlara...
ülkücülerin kafası bir şeye basmaz diyen biz değiliz sizsiniz.
Adımız çıkmış faşiste!
yaHehee: insan gerçekleri bilince bu dizide anlatılanlar ne kadar da komik geliyor. köşe başlarında hain pusular kurup 15-16 yaşlarındaki gençleri şehit edin sonra da bu tip dizilerde kandinizi ezilmiş olarak gösterin.20 yıl önce ne kadar korkak ne kadar adi iseniz şimdi de öylesiniz. Allah C.C MÜSLÜMAN TÜRKÜ KORUSUN VE YÜCELTSİN.amin. Dizi bu arkadaşın sinirlerinde epeyce tahribat yaratmış anlaşılan. Bol keseden ulumaya başlamış. Adilik ve şerefsizlik meselesine gelince… Bir defa dizide 20 değil 30 sene öncesindeki olaylara değiniliyor. Yazık ki 30 senedir bir devrimcinin üzerine 20 kişi saldırıyorsunuz kudurmuş gibi. Yok efendim öyle değil diyorsanız gözünüze 7896 örnek dayarım zira. Kavga tekniklerinizi bir türlü değiştiremediniz be ‘gülüm’ (bu da Kurtlar Vadisinden dilime takılmış). 30 senedir Türkçüleri böyle gördük böyle belledik. Kahramansınız. Yiğit,cesur ve mert Türk gençliği,övünebilirsiniz. Amin.
roulner takma isimli bir ülkücü şöyle yazmış: a.q. ulan öle bir anlatıolar ki solcuları insn şaşaırıo şu raya bak taksim katilamını yapan solcular adımız çıkmış faşiste onu bile üstümüze yıktılar dizinin yönetmeni filmden haberi yok gerizakelı bu ne biçim bi şey lan film çığrından çıktı tamamen solcuların melekliğini anlatıyor o.ç yönetmen seti basarız akıllı yönet şu diziyi solcuları ne kadar gösteriosan ülkücüleri de göster. “Akıllı ol yönetmen seti basarız!” diyen zihniyet. Yasin Hayal abilerinden öğrendiler bu lafları. Tabii bu satırları yazanın psikolojisine dair satırlar doldurulabilir. Geçiyorum… Yalnız roulner ne demektir diye ingilizce sözlüğü taradım, böyle bir kelime yok. Herhalde kurt dilinde bir şeyler. Türkçüyseniz bari Türkçeyi doğru dürüst kullanın, Türkçe takma ad alın. Dil ve anlatım bozukluğundan, küfürden yazınız okunmaz halde.
Kafamız basmazmış gibi!
cCcKütahyalı: doğrudur bu dizi tam bir sol propogandası ecevitçi bi şarkıyı tam yayınlıyolar. solcuların hepsi doğru yolda ülkücülerin kafası bir şeye basmazmış gibi gösteriliyor. caniler hep ülkücüler. bu diziyi yapan da komünistin teki. Kendi içinde tutarlı bir ülkücü. Türkçesi nispeten daha iyi. Yalnız yorumunu okurken bir şey dikkatimi çekti. Bu arkadaş ülkücülerin bütün özelliklerini saymış dökmüş. Ülkücü gibi görünse de kafasını kurcalayan bir şeyler olsa gerek. Vallahi
Komikmiş!
‘Vatan haini’ mi?
traitor3555: kahrolsun komünistler! kahrolsun sovyet uşakları! ÜLKÜCÜ HAREKET ENGELLENEMEZ cCc Bu da ulumayı seven bir arkadaş. Traitor İngilizce bir kelimedir Türkçü arkadaş. İhanet eden veya vatan haini demektir. yaskaraa: bağımsızlığınıza sokturmayın şerefsizler türk halkı zaten özgür amq sizin amacınız kürdistanın kurulmasıydı yaptırmadı devlet bunu deniz gezmişin gerçek mahkeme konuşmalarını dinleseydiniz eğer bütün gerçekleri
öğrenirdiniz bu şerefsiz komünist kanal olan atv bu dizide şerefsizleri iyi dramatize etmiş ey türk kardeşelerim aldanmayın bunlaro.ç denizinde zaten hayatını araştırın doğulu bir o.ç yani kürt yanlız şurda bi konu var bunun das beyni yıkandı yani bunalrın bi suçu yok bu kürtlerinde ayaklanmasunı sağlayan o.ç olan yahudiler ve ingilizler yani şimdi türkiye düşe kalka bi yere kadar gidiyo böle mallara da inanmayın . yaskaraa arkadaş ülkücülükte tebliğ esastır fikrinden hareketle dizi sebebiyle kötü yola düşenleri uyarmaya ve hak yoluna çekmeye çalışıyor. Yalnız bu hatalı tarih bilgileriyle işi zor. Hatırlatalım. Deniz’in adını ilk duyduğumda orta birinci sınıftaydım. Bir gün odamda kitap okurken babam geldi yanıma, “Artık büyüdün,” dedi. “Bugün 6 Mayıs Denizlerin asıldıkları gün.” Ben, “Deniz Gezmiş kim?” diye sormaya fırsat bulamadan elime sevgili Nihat Behram’ın ‘Darağacında Üç Fidan’ adlı kitabını tutuşturdu. “Denizler iyi insanlardı oğlum, onlarla ilgili oku, onları anla,” dedi bana babam... O zamanlar, çok eski değil, bundan sekiz sene evvel, televizyonda Denizlerle ilgili bir dizi oynatmak, odanın duvarına Denizin umutlu, heyecanlı resimlerinden birini asmak bile suçtu. Denizlerin sonu olan idam cezası AB’ye uyum sürecinde kaldırıldı gerçi ama şimdi de değişen bir şey yok aslında. Deniz gibi düşünen insanlar işkence görüyor. Hücrelere tıkılıyor. Polisten dayak yiyor, annesine, kardeşine sevgilisine, en çok sevdiklerine küfür ediliyor. Eskinin ‘moskof uşağı’ suçlamasının yerini ‘bölücü’ aldı. Mahpushaneler binlerce siyasi tutukluyla doluyken, ironik biçimde hükümete en yakın kanallardan birinde devrimcileri anlatan bir dizi oynatılıyor. Ve dizi izleyicisi gençler 68’li, 78’li devrimcilere hayranlık duymaya başladı. Ben Denizleri ne internetin kirli dünyasından ne de televizyon dizilerinden öğrendim. Kitaplardan öğrendim onları ve bilirim ki kitapların mürekkebi asla kurumaz, kitaplardan öğrenilenler unutulmaz. ‘Hatırla Sevgili’yle Deniz Gezmiş’in, Mahir Çayan’ın isimlerini ilk kez duyanlar, onlara özenen gençler acaba sadece bu isimleri mi sahipleniyor? Yoksa onların savunduğu devrimci değerleri de anlıyorlar, benimsiyorlar mı? Aklıma takılan sorular işte… ‘Hatırla Sevgili’nin geçmişi günümüz gençleriyle buluşturmak konusundaki başarısı elbette tartışılmaz ancak düşüncelerimizi aptal kutusu biçimlendiriyorsa, ortada bir sorun yok mudur? Sabun köpüğü gibi, dizi oynadıkça hatırlanacak daha sonra da unutulacak bir furyayla mı karşı karşıyayız? Zurnanın zırt dediği yer tam da burasıdır…
m
can görtan
Dünyanın isyanla imtihanı: 1968 Çin’de ‘kültür devrimi’, Filistin’de direniş vardı, ‘Commandante’ dünya devrimi için ülke ülke geziyor, Vietnam savaşıyor, ABD’de siyahi hareket ve savaş karşıtları yeri göğü sarsıyordu. Kısacası her yerde isyan vardı isyan…
M
arksistlerin inadına ‘ikinci emperyalist paylaşım savaşı’ dediği İkinci Dünya Savaşı bitmişti; insanlık Hitler belasından kurtulmuş, sömürgecilik tasfiye oluyor, tasfiye olduğu oranda ‘üzerinde güneş batmayan imparatorluk’ İngiltere çöküşe geçiyor, piçi ABD, boynuz kulağı geçer misali öne fırlıyor ve eskilerin tabiriyle ‘düvel i muazzama’nın ağa babası oluyordu. Sömürgeciliğin tasfiye olması ‘insani bir kapitalizm’ anlamına gelmiyordu. Tam aksine bize ‘ezberlerimizi’ belleten Lenin’in dediği gibi, daha gelişkin ancak üretimdeki kargaşası ve krizleri daha çok artmış, dolayısıyla sömürüsü daha çok artmış bir kapitalizm anlamına geliyordu. ABD dünyanın dört bir tarafına sermaye ihracını artırmış, doları neredeyse evrensel bir para birimi haline getirmişti. Bu, dünya piyasasını bütünleştirmiş, sermaye ihracı denen yöntem sayesinde emperyalist metropollerin gelirleri artmıştı.
Her yerde isyan!
Sömürgelerde pıtrak gibi biten ulusal kurtuluş hareketlerinin tam bağımsızlığı
hedeflemeyen ‘iyi çocuklar’ı ile masaya oturup, emperyalist sistemin ulusal taşeronlarını kurma vakti gelmişti. Ancak
COŞKUCAN
‘milli kurtuluş’ bu ülkelere bağımsızlık getirmiyor, tam aksine sermaye ihracı sayesinde tamamen dışa bağlı bir ekonomi
ve kapitalizm inşa ediliyor, ÖZKUL komprador burjuvazi denilen sınıf iktidara çörekleniyor ve dünya üzerindeki en gerici rejimler bu gibi ülkelerden çıkıyordu. İşte bu darağacında yitirdiğimiz fidanlarımızın söylediği gibi ‘yeni sömürgecilik’ti. Bu yağma emperyalist metropollerde büyük bir refah artışına sebep oluyordu; 1950’lerde milli gelir Batı Almanya, Fransa ve İtalya’da üç, ABD ve İngiltere’de iki katına çıktı. Tam da bu tarihsel momentte, özünde yüzyılın başında Lenin tarafından çürütülmüş ‘barış içinde bir arada yaşama’, ‘Refah Devleti’, ‘geri ülkeler için kapitalist olmayan yoldan kalkınma’ gibi teoriler ortaya atıldı. Ancak bütün bunların sadece teori olarak kalmaya mahkum olduğunu hayat gösterecekti. Çin’de ‘kültür devrimi’ oluyor, Filistin direniyor, ‘Commandante’ dünya devrimi için ülke ülke geziyor, Vietnam savaşıyor, emperyalist sistemin merkezi olan ABD’de siyahi hareket ve savaş karşıtları yeri göğü sarsıyordu. Kısacası her yerde isyan vardı isyan… Dünya 68 dalgasıyla sarsılacak ve bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı…
Partisinin devrimci bir stratejisi olmadığı gibi, tam aksine işçi sınıfının devrimci eylemine ket vurmaya çalışıyordu. Henüz oldukça toy olan radikal sol ise sürece ağırlığını koyabilecek yetkinlikten yoksundu. 27 Mayıs 1968 - Pek çok fabrikada kızıl bayraklar inmeye başladığı bir süreçte radikal sol unsurlar sürece ağırlık koymak için Paris’te stada 30 bin kişinin katıldığı bir kongre topladı. Ancak bir çözüm önerisi ortaya konamadı. Radikal unsurların etkisizleştiğini gören Fransa Komünist Partisi, duruma giderek hakim olacaktı. Sol’un mevcut duruma dair proje
üretemediğini gören De Gaulle, karşı atağa geçecekti. Devlet otoritesi bir yandan sokağa hakim olurken, öte taraftan yokluk dönemindeki temel gereksinimlerin Hükümet tarafından dağıtılması sağlandı. FKP’nin ihaneti sayesinde bütün büyük işletmelerde iş başı yapıldı. Radikal unsurların etkili olduğu küçük işletmelerde ise grevler polis ve grev kırıcılar eliyle dağıtıldı. 14 Haziran 1968 - Grevdeki işçilerin sayısı 1 milyona düştü. Fransa’da Haziran sonunda birkaç yüz kişilik “olağan” grevler dışında grev yapılmayan fabrika kalmamıştı.
Fransa İkinci emperyalist paylaşım savaşından Almanya ile beraber en ciddi krizle çıkan emperyalist metropol Fransa’ydı. Zira sömürgeciliğin tasfiyesiyle beraber ülkenin emperyalist bir güç olarak konumu sarsılmıştı; yetmezmiş gibi, Nazi işgaline karşı direnen komünistler büyük prestij kazanmıştı. Ancak söz konusu komünistlerin Fransız Komünist Partisi’nden (FKP) olanları, burjuvazinin imdadına yetişti. Parti Sovyetler’deki bürokratik rejimin talimatları doğrultusunda ve Sovyet diplomasisinin bir gereği olarak burjuvazi ile ‘toplumsal ilerleme için milli cephe’ politikasını yükseltiyordu. FKP parlamentocu bir hatta girmişti. Bununla da kalmamış, 1948’de greve giden işçileri lümpenlikle suçlamış, Cezayir sorununda ‘sosyal şoven’ bir tutum almıştı. Tüm bunlar devrimci işçi önderleri ve gençlik içinde partinin prestijini giderek zayıflatacaktı. Ve gençlik yüzünü giderek Troçkizm ve Maoizm gibi Sovyet bürokrasisini eleştiren akımlara döndü. Fransa Komünist Partisi’nin sömürgelerdeki ulusal kurtuluş savaşlarına karşı üç maymunu oynadığı yıllarda, Troçkist ve Maocu gruplar ulusal kurtuluş savaşlarına enternasyonalist destek veriyordu. 1967’deki grev dalgası artık sadece destekle sınırlı kalınmayacağı günlerin gelip çattığını göstermişti. FKP reformist tavrıyla eylemlerin gerisine düşmüş, işçiler devrimci gençlik gruplarına yakınlaşmıştı. Ertesi sene De Gaulle’ün üniversite kapılarını sermayeye açmaktan başka bir
anlama gelmeyen sözde ‘üniversite reformu’ ve kendiliğinden genel grev gelecek ve ‘film kopacaktı’... Mart 1968 - üniversite reformlarına karşı eylemlerde polisin aşırı şiddet kullanması gerginliği arttırdı. 29 mart 1968 - bütün Üniversiteler öğrenciler tarafından işgal edildi. 3 mayıs 1968 - polisin Sorbonne Üniversitesi’ni basmasıyla birlikte, tüm üniversitelerde polislerle çatışmalar yaygınlaştı. 9-10 mayıs 1968 - Paris’te polis ile öğrenciler arasında barikat savaşları yaşandı. 13 Mayıs 1968 - GT ve CFDT sendikalarına bağlı işçiler öğrencilere yönelik polis saldırılarını protesto etmek ve öğrencileri desteklediklerini göstermek amacıyla bir milyon kişilik bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Bu gelişme karşısında hükümet polisin üniversitelerden çekileceğini açıkladı. Ancak artık kitle hareketinin amaçları ve bileşimi değişmişti. Dolayısıyla hükümetin bu açıklaması hiçbir etki yaratmadı. 13 Mayıs 1968 - Nantes’da Sud Aviation işçileri greve başladı ve fabrika yöneticilerini bürolarına hapsetti. 14 Mayıs 1968 - Nantes’de Bouguenais işçileri fabrika kapılarını kaynak yaparak yöneticileri içeriye hapsettiler ve greve başladılar. 15 Mayıs 1968 - Cleon’daki Renault işçileri aynı biçimde greve başladı ve fabrikaya kızıl bayrak çektiler. 22 Mayıs 1968 - Greve katılan işçi sayısı 9 milyona ulaştı. Ancak Fransa Komünist
11
Amerika Birleşik Devletleri 1966 - İçinde sosyalist, anarşist, hippi ve siyahi örgütlerin bulunduğu bir çatı örgütü olan SDS (Students for a democratic society- Demokratik Toplum için Öğrenci Birliği), hiçbir öğrencinin Vietnam’a askere gitmemesini sağlamayı hedefleyen “we won’t go”(gitmeyeceğiz) kampanyasını başlattı. 1967 Şubat - Askere çağrılan Siyahi Dünya Ağır Siklet Boks Şampiyonu Muhammed Ali Clay, askere gitmeyi reddetti. Gerekçesini ise “Vietkong bana ‘zenci’ demiyor ki, neden gidip onlarla savaşayım?” şeklinde açıkladı. Bunun için unvanı elinden alındığı gibi hapishaneye de düştü. 1967 Yaz - Siyahi gettolarında çok yoğun şiddet kullanılarak bastırılan isyanlar çıktı. 17 Ekim 1967 - Madison kentinde, Vietnam’da kullanılan Napalmleri üreten Dow kimya tröstünün merkezine yürüyen öğrencilerle polis arasında, o zamana kadar görülmeyen sertlikte bir çatışma çıktı. Aynı gün Oakland’da askerlik şubesine saldıran öğrencilerle polis arasında çatışma çıktı. O gün tarihe “kanlı Salı” olarak geçti. 21 Ekim 1967 - 50 bin civarında genç Pentagon’u kuşattı. Hippiler ‘Pentagon’daki şeytanı kovma ayini’ yaptı. Binayı koruyan askerlerin namlularına gül soktu. SDS’li bir grup Pentagon’a Vietkong bayrağıyla girmeye çalıştı. Kalabalık ertesi sabaha kadar Pentagon’un önünden ayrılmadı. 700 civarında insan tutuklandı. 31 Ocak 1968 - Vietkong büyük bir saldırıya geçti; Saygon’daki Amerikan elçiliği 6 saat işgal edildi. 31 Mart 1968 - Başkan Johnson savaş karşıtı muhalefete karşı daha fazla dayanamayarak seçimlerdeki Başkanlık adaylığından çekildi. 4 Nisan 1968 - Amerikalı siyahi lider, şiddet karşıtı bir sivil haklar savunucusu olan Martin Luther King öldürüldü. Kara Güç önderi Stokely Carmichael, şu açıklamayı yaptı: “Beyaz Amerika Dr. King’i öldürerek bize savaş ilan etti! Derhal evlerinize gidin ve tüfeklerinizi kapın!” Yalnızca Siyah hareketin militanları değil, yüzü aşkın Amerikan kentinde on binlerce
Siyah, infial halinde ayaklandı. Nüfusunun yüzde 70’i siyah olan Washington’da ayaklanan siyah kitleler, Beyaz saray’a ancak iki blok kala büyük bir polis kuvvetiyle durdurulabildiler. Yüzlerce bina kundaklandı; ertesi sabah Dünyanın en büyük Kapitalist metropolünün başkenti, yakılmış, yıkılmış, binlerce askerin “işgalinde”, tam bir savaş sonrası görünümüne sahipti. 23 Nisan 1968 - Columbia Üniversitesinin yeni yapılan spor salonuna siyahların alınmayacağı açıklanması üzerine öğrenciler okulu işgal etti. Bir hafta sonunda güçlükle bastırılan ayaklanma, Siyah ve Beyaz muhalefetinin yan yana geldiği önemli anlardan birisiydi. 5 Haziran 1968 - Demokrat Parti’nin Başkan adayı Robert F. Kennedy; kendisinin İsrail yanlısı politikasını protesto eden bir Ürdünlü tarafından vurulması, gerginliği arttırdığı gibi, var olan durumun sistem içi yollarla yumuşatılması umuduna ağır bir darbe vurmuştu. 5 Kasım 1968 - Cumhuriyetçi Parti’nin adayı Nixon Başkan seçildi. Nixon; iş başına gelir gelmez bir yandan devlet terörünü tırmandırıp, muhalif örgütlenmeleri ezerken, öte taraftan Vietnam’dan Amerikan birliklerini yavaş yavaş çekerek, Siyahların ve diğer azınlıkların Anayasal haklarını genişleterek muhalefetin kitle tabanını pasifize etmeye çalışıyordu. 15-17 Ağustos 1969 - Woodstock Rock festivalinin ilki yapıldı. Savaş karşıtı bütün alt kültürler burada bir araya geldi. İngiliz Grup The Who, festivaldeki performansıyla efsaneleşti. Nisan 1970 - Bu ayın sonlarında Nixon’un Vietkong’u ezmek için Kamboçya içlerine askeri operasyonlar düzenlemesi; bütün üniversitelerde çok büyük protestolara yol açtı. Öğrenciler New York borsasının bulunduğu Wall Street’i üç gün işgal etti. Aslında bu herhangi bir siyasi taleple yada hedefle birleşmeyen, çıkışsızlıktan kaynaklanan bir patlamaydı. Nixon’un 1971’de Vietnam’dan kesin olarak çekileceğini açıklamasının ardından ABD’deki hareket yatıştı. ‘Amerikan 68’i, isyan dalgasında devrimci önderlik eksikliğinin kendisini hissettirdiği örneklerden sadece birisiydi.
Almanya 2-7 Haziran 1967 - İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Batı Berlin’i ziyaret etmesini protesto eden Danimarkalı öğrenci Benno Ohnesorg’un öldürülmesi; geniş öğrenci kitlelerinin gözünde mevcut “demokrasi”nin baskıcı niteliğini ortaya çıkararak öğrenci hareketine müthiş bir ivme kazandıracaktı. Ohnesorg’un Berlin’deki cenaze törenine 15 bin kişi katıldı. Bu; Almanya’da bir anti-emperyalist eylemin yakaladığı o zamana kadarki en büyük rakamdı. Peşi sıra diğer şehirlerde de protesto gösterileri yapıldı. Bunlar 2.Dünya savaşı sonrasında Berlin dışındaki ilk politik gösterilerdi. Avrupa’nın diğer ülkelerindekilerle karşılaştırıldığında zayıf kalmalarına, politik perspektifini Polisin antidemokratik tutumuyla sınırlamasına karşın; bu kadarı bile Almanya’nın 2.Dünya Savaşı sonrasındaki politik istikrarını bozmaya yetmişti. 9 Haziran 1967 - Hannover’de liberal sol eğilimli SDS (Sozialistische Deutsche Studentenbund-Alman Sosyalist Öğrenci Birliği); 7 bin kişilik rekor katılımlı bir kongre topladı. SDS kongresi öğrencilere, ‘kapitalizmin psikolojik ve siyasal sömürü ve baskı biçimlerine karşı’ mücadeleye çağırdı. Eylül 1967 - SDS olağan Kongresini topladı. Vietnam bayrağı altında toplanan kongrede, Louis Althusser ve Çin kültür Devriminin yoğun etkisi altında bir konuşma yapan öğrenci lideri Rudi Dutschke; Devrimin
12
devrimci öznenin iradesine bağlı olduğunu ve bunun için Kapitalizmin baskıladığı iradelerin özgürleştirilmesi için anti-otoriter mücadelenin yapılması gerektiğini savundu. Bu Kongrede hem öğrenci hareketinin tecrit olmamasını sağlamak, hem de “kültür ve bilinç devrimi”nin imkanlarını geliştirmek için medya tröstü Springer’e karşı bir kampanya başlatıldı. Hedef devrimci bir karşı kamuoyu yaratmaktı. Bunun üzerine Springer gazeteleri sertleştiler ve Dutschke’yi “1 numaralı halk düşmanı” ilan ettiler. 11 nisan 1968 - Springler medyasının etkisinde kalan Faşist eğilimli genç bir işçi olan Josef Bachmann, Rudi Dutschke’yi başından vurdu. 11-16 nisan 1968 - Dutschke’nin vurulmasının ardından Berlinli öğrencilerin öfkesi Springler tröstüne yöneldi. Springler binası ve birkaç makine tahrip edildi. Almanya’nın 27 kentinde Springler karşıtı gösteriler oldu ve polisle çatışmalar çıktı. 11 Mayıs 1968 - Ülkede ilan edileceği söylenen olağanüstü hal yasalarına karşı Başkent Bonn’da 60 bin kişi yürüdü. 28 Mayıs 1968 - Yapılan onca kitlesel eyleme ve üniversite işgaline rağmen olağanüstü hal yasaları Sosyal Demokratların da çok büyük bir çoğunluğunun oyunu alarak geçti. 4 Kasım 1968 - O güne kadar yaşanan
Yıl 1968, yer Mexico City olimpiyatları. İki siyahi atlet, Tommie Smith ve John Carlos az önce kazandıkları altın ve bronz madalyaları almak üzere podyuma çıkmış. Birinin sağ elinde, diğerinin sol elinde birer siyah eldiven, yumruklar sıkılmış, başlar önde. İkisi de ABD’li. Ve ABD’deki ırkçılığı protesto ediyorlar. Bundan sonrası bildik senaryo; olimpiyatlara ‘siyaset karıştırmak’la suçlanıyor ve kariyerlerine bir kalemde son veriliyor. Ama onlar çoktan tarihe geçtiler!..
Rudi Dutschke, Vietnam işgalini protesto gösterilerinden birinde...
çatışmaların en şiddetlisi Berlin’de yaşanmıştı. SDS avukatı Horst Mahler’in Springer binasına yapılan saldırıda yer aldığı için çok büyük bir para cezasına çarptırılmasını protesto eden öğrenciler polise kaldırım taşı atarak karşı koydu. 130 polis, 21 öğrenci yaralandı. Bu arada devletin ‘legal terör’ü karşısında öğrenci hareketi, karşı şiddetin gerekli olup olmadığını tartışmaya başlamıştı. Kapsamlı ve radikal karşı şiddetten yana olanlar da vardı. Bu unsurlar, Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun (Rote Armee Fraktion-RAF) nüvesini oluşturacaktı.
Daha sonra kör bir bireysel terörizme yönelecek olan RAF, bizim THKP-C ve THKO gibi kitlelere ulaşamayacak, Alman Devleti ile düello yapan minik bir terörist grup olarak kalacaktı. Liderlerinin de Staamheim hapishanesine atılmasıyla 1977’de trajik bir son yaşadı. Liderlerini kurtarmak için eylemler koyan RAF, başarısızlığa uğrayacak ve bir daha belini doğrultamayacaktı. Bu aynı zamanda 68’den gelen gençlik dalgasının da trajik bir sonu olduğu söylenebilir. Ve bu, tarihe ‘Alman Sonbaharı’ diye geçecekti...
Alman Sonbaharı (Der Deutsche Herbst) Lider kadrodan Ulrike Meinhoff’un hücresinde öldürülüp, Andreas Baader, Gudrun Ensslin ve Jan Carl Raspe’nin müebbet hapse mahkumiyet kararını izleyen günlerde eski SS subayı ve Almanya Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi’nin eski üyesi olan ve Alman İşçileri Cemiyeti’nin başkanı ve Batı Almanya’nın en güçlü sanayicilerinden olan Hanns Martin Schleyer kaçırıldı. 5 Eylül 1977’de şoförü sokağın ortasında karşısına çıkan bebek arabası yüzünden durmak zorunda kaldı. Arkalarındaki polis eskortu, zamanında duramadığı için Schleyer’in arabasına arkadan çarptı. Maskeli beş saldırgan, üç polisi ve şoförü öldürdü ve Schleyer’i rehin aldı. Daha sonra federal hükümete, Staamheim’dakiler dahil 11 militanın salıverilmesini talep eden bir mektup gönderildi. Bonn şehrinde, Helmut Schmidt’in başkanlığında bir kriz komitesi oluşturuldu. Komite anlaşma yapmak yerine Schleyer’in yerini tespit etmesi için polise zaman kazandırmak amacıyla oyalama taktiğine başvurdu. Aynı zamanda, hapishanedeki tecrit ağırlaştırıldı. Almanya Federal Polis Bürosu zamanının en büyük insan avını başlattı ve devlet krizi bir aydan fazla sürdü. Kriz 13 Ekim 1977’de Palma de Mallorca’dan Frankfurt’a giden Lufthansa uçağı Filistinlilerce kaçırılınca doruğa ulaştı. Türkiye’de tutuklu bulunan Filistinlilerin serbest bırakılmasını ve 15 milyon Mark fidye istiyorlardı. Ancak gözü dönmüş Alman hükümeti, Filistinlileri de oyalama taktiği güttü. Somali-Mogadişu’da Alman özel timlerinden GSG 9; 18 Ekim’de Avrupa saatiyle gece yarısını beş geçe uçağa çok riskli bir operasyon düzenledi. Operasyonda yolculardan ölen olmaması ise mucize gibiydi! Yarım saat sonra, Alman radyosu Stammheim’daki tutukluların da dinlediği kurtarma operasyonu haberlerini verdi. Gecenin ilerleyen saatlerinde Baader başının arkasından vurulmuş, Ensslin de asılmış olarak hücrelerinde bulundu;
Raspe ertesi gün öldü. Yaralanan Irmgard Möller hayatta kaldı ve 1994 yılında salıverildi. Resmi soruşturmalar bunun planlanmış bir intihar dizisi olduğunu açıkladı ama iddiayı kabul etmeyen teoriler de öne sürüldü. Örneğin Baader’in özellikle birinci kuşak RAF üyeleri için yapılmış yüksek güvenlikli bir hapishaneye silah sokmayı nasıl başardığı tartışıldı. Solak olan Baader kayıtlara göre kendini sağ eliyle vurmuştu ancak ense kökünden giren kurşun alnını delerek dışarı çıkmıştı ki silahı böyle tutarak kendini vurmanın görece zor bir hareket olduğu iddia edilmektedir. Üstelik bazı kaynaklara göre Baader’in hücresinde ikinci bir kurşun deliği daha bulunması olayı şüpheli hale getiren etkenlerden biridir. Ayrıca kalbinin üzerinde dört bıçak yarasıyla bulunan Möller’in kendine bunu yapması imkânsız değilse bile çok zordu. Stammheim’dan sağ olarak kurtulan tek mahkum olan Möller, hapisanede gerçekleşenlerin bir intihar değil, süikast olduğunu iddia etti.
Cezaevinde katliam
Resmi olmayan bazı araştırmalar, toplu intiharı açıklamasını reddeder, mahkumların öldürüldüğünü savunur. Stammheim Modeli yüksek güvenlikli hapishanelerde ziyaret alanına girmeden evvel tüm avukatların ceplerini boşaltmaları ve ceketlerini doğrulama için görevliye vermeleri gerekmekteydi. Elle ve metal dedektörüyle aranıyorlardı. Mahkumlar ziyaretten önce ve sonra çırılçıplak soyuluyor kontrolden sonra da kendilerine yeni bir kıyafet veriliyordu. Dahası, hücresinde asılı bulunan Ulrike Meinhof’un cesedi üzerinde İngiliz doktorların yaptığı inceleme, onun öldürüldükten sonra asıldığını söylüyordu. Buna karşılık diğer bağımsız araştırmalar tutuklu avukatlarının yüksek güvenliğe rağmen içeriye silah ve ekipman sokabildiklerini, bunların
Eski Nazi işadamı Hanns Martin Schleyer’i kaçıran Kızıl Ordu Fraksiyonu, hapisteki yoldaşlarının serbest bırakılması talep ediyordu. Talep kabul edilmeyince örgüt Schleyer’i ‘idam ettiğini’ açıkladı...
hücrelerde kolayca saklanabildiğini ve mahkumların toplu halde intiharının en olası açıklama olduğunu belirtmiştir. 2002 yılında cesedi ailesine teslim edilirken, Meinhof’un kafatasından beyninin alındığı ortaya çıktı. Bunun ortaya çıkmasının ardından beyin ailesine geri verildi. Hücresinde ölü bulunanlardan biri olan Gudrun Ensslin avukatına şöyle yazmıştı: “Eğer benden geriye hiç mektup kalmadıysa ve ölü bulunduysam; suikasta uğramışımdır.”
19 Ekim 1977’de Schleyer’i kaçıranlar, rehinenin idam edildiğini açıkladılar. 1977 sonbaharındaki olaylar II. Dünya Savaşından bu yana Almanya’nın yaşadığı en büyük illegal, politik vakalardı ve bu nedenle Alman Sonbaharı (Der Deutsche Herbst) olarak adlandırıldı. Heinrich Breloer’in 1997 yılında yayımlanan Ölüm Oyunu adlı iki bölümlük belgeseli Alman Sonbaharını anlatır. (Alman Sonbaharı bölümü wikipedia.org adlı siteden alınmıştır.)
İsyan dalgasının sonu... 1968’de emperyalist metropolleri sarsacak kadar yükselen küresel isyan, müthiş bir devrimci fırsat doğurmuştu. Emperyalizm, bütün azametine karşın ‘kağıttan kaplan’dı. Bu fırsat Sovyetler’deki bürokrasinin kendi sonunu da hazırlayacak olan emperyalizm ile uzlaşma ve barış içinde bir arada yaşama siyaseti yüzünden değerlendirilemeyecekti. O dönem çok toy olan, üstelik tecrübeli Komünist Partilerin önderliğinden yoksun olan gençlik, sırtladığı bu ağır isyan yükünün altında ezilecek ve tüm radikalliğine karşın iktidar
iddiasını kaybedecek, sonraki süreçte de reformistleşecekti… Radikal kalmayı başaranlar ise, kitlelerden kopuk silahlı eylemlere yöneldi. Onca toyluklarına karşın, Sovyet uydusu Avrupa Komünist Partilerince çok ağır eleştirildiler yıllarca. Tabii bu ‘çok ilkeli’ amcalar ‘Avrupa komünizmi’ ile çok daha bel kemiksiz bir çizgiye evrileceklerdi daha sonra. Öte yandan, her değerlendirilemeyen devrimci durumdan sonra olduğu gibi yeni bir burjuva restorasyon dönemi başlayacak ve bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı…
13
Türkiye kendi baharını yaratıyor... Türkiye başka bir gezegende olmadığına göre, biz de etkilenecektik 1968’de tüm dünyada yükselen kitle hareketlerinden... ABD’nin kendisine kusursuz uşaklık etmiş olan Adnan Menderes’e mükafatı, kendisiyle işi bitince ipe gidişini izlemek olmuştu. ABD, kendisine sadakatinden emin olmakla beraber devletin kendisi olması durumunda haddini aşabilecek bir tek parti yerine, kendisine hizmeti parça parça yerine getirecek ‘taşeron’ sistemine itiraz edemezdi. Öteden beri siyasi özgürlüklerin neredeyse var olmadığı Türkiye’de, göstermelik de olsa örgütlenme ve söz söyleme hakkını getirecekti bu gelişmeler. Bu ister istemez kitlelerin siyasete katılımını arttıracak, hatta bunun sonucu olarak ilk kez meclise sosyalist bir parti (TİP) girecek, ilk kez Türk İş’in sarı sendikası dışında bir sendika kurulacaktı: DİSK. Sansürün hafiflemesi sayesinde Sol Yayınları kuruluyor ve Marksist literatürü Türkçeye çevirmeye başlıyordu. Dünya üzerinde Marksist literatürün en çok okunduğu ülkelerden birisi haline geliyordu Türkiye. Önceleri akademik gündemler üzerinden gelişen öğrenci hareketi; giderek siyasallaşıyor ve anti-emperyalist bir nitelik kazanıyordu. Yani artık öğrenciler yalnızca öğrenci değil, aynı zamanda devrimciydi. Giderek TİP’in (Türkiye İşçi Partisi) parlamentocu çizgisine sığmayan öğrenci hareketi, MDD’nin (Milli Demokratik Devrim) çizgisine kayıyor, Kemalizmden fazlasıyla etkilenmiş ‘anti-emperyalist bir halk devrimi’ni savunmaya başlıyordu.
Dönüm noktaları
1967 ile beraber Türkiye’nin her yerinde toprak işgalleri, grevler ve öğrenci eylemleri artmıştı. Tepkiler 6. Filo’nun İstanbul’a gelmesiyle beraber doruk noktasına çıktı. Deniz Gezmiş’in popüler bir öğrenci lideri olarak öne çıkması bu döneme denk gelir. İşte tam bu süreçte ‘Vietnam kasabı’
olarak tanınan Amerikan elçisi Robert Komer’in ODTÜ’ye gizlice yaptığı ziyaret devrimcilerce fark edilir. Komer’i bulamazlar ama arabasını yakarlar. Eylem Türkiye’de ve dünyada büyük yankı uyandırır. Ancak 20 kadar ODTÜ öğrencisi kaçak duruma düşer ve mücadelenin illegal tarafıyla tanışırlar. 1967-1969 arasında kesintisiz süren eylemler; 1969 Şubatında 6.filo’nun geldiği gibi gitmesi ve ‘Kanlı Pazar’ ile son buldu. 16 Şubat 1969 günü Taksim’de ‘Bağımsız Türkiye’ diye bağıran kitlenin üzerine gerici bir kitle ‘Komünistler Moskova’ya!’ sloganlarıyla, polis koruması altında saldırdı. Olaylarda iki genç öldürüldü. Devlet giderek daha geniş kitlelerle buluşan antiemperyalist mücadelenin üzerine, zaten bu topraklarda mayası bulunan, ABD’nin yeşil kuşak projesi çerçevesinde yetiştirilmiş gerici yığınları saldı. Daha
sonrasında faili meçhul cinayetler başladı. Denizlerin son istek olarak yanlarına gömülmek istediği Taylan Özgür, bunlardan sadece birisidir.
Silahlanma süreci
Tüm bu olaylar gençliği silahlanmak zorunda bırakmıştı. Gençliğin mücadelesinin sınırları MDD hareketini de aşıyor, gençlik artık kendi öz gücüne dayanarak devrim yapmak gerektiğini düşünüyordu. Bu dönemde “Partisiz olmaz!” sözü sıkça duyulmaya başlanmıştı. Avrupa’da gençlik kendisine önderlik edecek bir devrimci komünist partiden yoksundu. Uzun bir mücadele geçmişi olan Sovyet güdümündeki komünist partiler vardı önlerinde. Türkiye’de ise o bile yoktu. Daha doğrusu adı var kendisi yoktu! DİSK genel direniş ilan ediyor, 1516 haziran 1970’te işçi sınıfı İstanbul’u
zaptediyor, Kadir Has gibi burjuvalar korkusundan yurt dışına kaçıyordu! Bu soldaki umudu arttırdı. Artık iyiden iyiye, “Devrim kaç gün sonra olur?” konuşulmaya başlanmıştı. Ancak ironik bir şekilde gençliğin ezici bir çoğunluğu işçi sınıfının burjuvazinin kalelerini 1516 Haziran’da zaptetmiş olduğunu görmesine karşın, kırlara gitmeyi düşünüyordu! ‘Zinde güçler’den ilerici darbe bekleyenler de az değildi. Bu koşullar altında ‘Parti lazım’ fikrinden yola çıkılarak, 27-28 Ekim 1971’de solun TİP dışındaki bütün kesimlerini katıldığı Proleter Devrimci Kurultay toplandı. Ancak bir sonuç çıkmadı. Gençlik giderek kendi göbeğini kesmek durumunda kaldı ve benzer devrim stratejileri olan THKO ve THKP-C silahlı eylemlere başladı. Bu mücadelenin etkisiyle İbrahim Kaypakkaya, Doğu Perinçek önderliğindeki ‘Proleter Devrimci Aydınlık’ grubundan radikal bir kopuş yaşayarak TKP/ML’yi kuracaktı. Ne var ki, tüm bu hengamede üç örgüt de işçi sınıfının kitlesel hareketine önderlik etmeyi değil, öncü grupların silahlı eylemlerini esas alıyordu. Derken 9 Mart muhtırası geldi. Onun peşi sıra 12 Mart darbesi. 12 Mart’ı Dev-Genç dahil bütün sol ‘ilerici’ sanıp sevinçle karşıladı ama 12 Martçılar Balyoz Harekatı’nı başlatıp, bütün solu içeriye attı! Ondan sonrasında Denizlerin tutuklanması, Nurhak, Kızıldere ve Denizlerin idamı… Hareket yenilmişti. Ancak Batı Avrupa’daki emsallerinin aksine 12 Mart sonrası Denizlerin, Mahirlerin ‘havariler’i sayesinde hareket yalnızlaşmadı, kitlelerle bağ kurdu. Daha sonra o kitleler patronları öyle bir korkutacaktı ki, sonu 12 Eylül korku tüneline kadar varacaktı. Yani 12 Mart, vidaları biraz olsun gevşetilen toplumun vidalarının yeniden sıkıştırılmasından başka bir şey değildi. Vidaların biraz olsun gevşemesini bile kaldıramamıştı burjuvazi… 12 Mart’ta yarım bırakılan iş 12 Eylül ile bitirilecekti…
16 yıl zindanda kalan A. Gümüştekin’den bir ilk roman Yazın dünyasının bize sunduğu yeni eserlerden biri de, “Nar Renginde Bir İklim” adlı romandır. Peri Yayınlarından çıkan bu roman siyasidir, soldur. Bu anlamda romanı bir kategoriye dahil edebilirsiniz. Dolayısıyla taraf sayabilirsiniz. Fakat bundan öte bir anlamı da var. Öte bir boyutu da var çünkü. Konusu çok bilinmeyen türden değil, aksine çok iyi bildiğimiz bir konu; 12 Eylül Cuntası. Toplum hayatında çok ağır bir izi var bu cuntanın. Ancak yazar, yalnızca
14
cuntayı, estirdiği şiddeti ve işkenceleri anlatmak ve sorgulamakla yetinmiyor; belki daha ilgi çekici olanı Kürt (biraz da Türk) sol örgüt ve siyasal dünyasını çeşitli yönleriyle ele alıyor, irdeliyor ve eleştiriye tabi tutuyor. Şunu söylenebilinir; “68 ve 78 kuşakları”nın ortak hikayesi ve gerçeği anlatılıyor. Yanı sıra alakasız değil, ama değişik konular da işliyor. Özellikle esas kahramanları yalnızca siyasal alanda değil, bir çok alanda da görüntülüyor, çok çeşitli yönlerini sergiliyor.
“Ben” diyor romanın yazarı “yazarken temel kaygım gerçeği ve edebiyat kuramının ilkelerini/gereklerini/etiğini yadsımamadır. Bu hususta ne kadar becerikliyim bilmiyorum. Ancak yaklaşımım kesinlikle gerçeği sol’un bakışına ve gözlük derecesine uydurma değil, aksine sol’u gerçeğin merceği altına yatırmadır. Eleştirisiz övgüyü hiç sevmem, eleştiri ötesi bir yergiyi de tasvip etmem” Suphi ORAK Komal Yayınevi İmtiyaz Sahibi
YAVUZ ALOGAN Ben memleketimi çok severim. Abartılmış heroizmi, güzel renkli çocuksu bayrağı ve müsamere geleneğiyle bizim ülkemiz ve halkımız özünde masumdur; kurban ve mazlumdur. Sahipsizdir. Ahmet Kaya’nın şarkısında sorduğu şu soru hep akıllardadır: “Üsküdar’dan bu yana kimin yurdu, he canım?..”
E
Üsküdar’dan bu yana...
ngels’in bilmeceyi andıran sözleri son günlerde aklımdan çıkmıyor. Sokakta yürürken, sıkış tepiş bir dolmuşun içinde giderken, birileriyle konuşurken, hatta uyurken, her nasılsa ezberleyip sonra unuttuğum o sözler birden canlanıp kafamın içinde dönmeye başlıyor. 1890 yılının Eylül ayında Joseph Bloch’a yazdığı bir mektupta Engels şöyle diyor: “Tarih öyle bir tarzda gelişir ki, nihai sonuç daima pek çok bireysel iradenin çatışmasından çıkar ve her bir irade belirli hayat koşullarının çokluğu tarafından oluşturulur. Bu nedenle, birbiriyle kesişen sayısız güç, bu güçlerden oluşan sonsuz sayıda paralelkenar vardır ve bunlar, tek bir sonucu, tarihsel olayı meydana getirirler. Bu ise, bir kez daha, bir bütün olarak bilinçsizce ve iradesiz işleyen bir gücün ürünü olarak görülebilir. Çünkü her bireysel irade bir diğeri ile engellenir ve ortaya çıkan şey, kimsenin önceden tasarlamadığı bir şey olur.”
Yani diyor ki...
Ortada bir irade var ve bu irade bir başka irade tarafından engelleniyor ve sonunda her iki iradenin de tasarımında olmayan, hiç kimsenin beklemediği bir sonuç ortaya çıkıyor. Aslında pek çok irade var ve bu iradelerden bir kısmının oluşturduğu kuvvet bileşkesi, diğer bir kısmının oluşturduğu kuvvet bileşkesiyle çatışıyor ve her iki irade grubu da tasarlamadıkları, amaçlamadıkları bir sonuca yol açmış oluyorlar. Tarihsel düşünmenin ve spekülasyonun keyfine doyum olmaz. Roma’nın iradesi Galya’nın iradesiyle çarpışır, fakat sonunda Sezar Rubicon’u geçerek Roma’ya doğru yürür. Napoleon bütün Avrupa’yı fethe çıkar ve Marengo Savaşı’ndan Waterloo yenilgisine kadar 15 yıl boyunca kılıcını elinden bırakmaz; bilmez ki, ileride tarihçiler hiç beklenmedik bir sonuca yol açarak kapitalizmin önündeki engelleri kaldırdığını söyleyecekler. Rus demokratlarının iradesiyle Çar’ın iradesi çatışır ve hiç beklenmedik bir anda Lenin’in Nisan Tezleri ortaya çıkar. Alman burjuvazisi ile proletaryası yenişemeyince Hitler aradan sıyrılıverir. Çan Kay-şek Japonlarla irade tokuştururken, Mao Zedung ansızın kırlardan şehirlere doğru hareketlenir. Troçki’nin iradesiyle Stalin’inki çatışırken her ikisinin de öngöremediği bir bürokratik devlet aygıtı ortaya çıkar ve proletaryanın iradesini esir alır. Ve Türkiye’de ulusalcıların iradesiyle İslamcıların iradesi çatışır ve ortaya Kemalist görünümlü Amerikancı bir askeri diktatörlük çıkar... Ne dedim ben şimdi? Ağzımdan, pardon klavyeden kaçtı. Bir mantık bu kadar zorlanırsa, abese varmak elbette kaçınılmaz olur. Ayrıca böyle bir spekülasyon için vakit erken; üstadın dediği gibi, ‘kimsenin tasarlamadığı [bambaşka] bir şey’ de olabilir; iktisadi krizin harmanladığı kitleler ayaklanabilirler ve yukarıdakilerin
yalogan@hotmail.com
kendisi Venedik’ten yazmakta, yazarken de gondolcuları, onların renkli şapkalarını, San Marco Meydanı’ndaki tombul güvercinleri falan edebi bir üslupla betimlemektedir, ‘Küçük Ergenekon’dan ‘Büyük Ergenekon’a doğru gidilmesini isteyerek ateşe bir kütük atıyor. Hasan Cemal, tövbekâr darbeci, hüzünlü demokrat, Türk basınının gözünde at gözlüğü sadece ‘demokrasi’ isteyen modern Ali Kemal’i! Doğan Avcıoğlu gökten San Marco meydanına inip senin o pak alnına... Neyse... Bu işi San Marco meydanındaki ağaçlara tünemiş tombul güvercinler yapmış olabilirler. Uğurdur.
görmezden gelemeyecekleri taleplerle kendi iradelerini dayatarak bambaşka sonuçlara yol açabilirler. İşçiler mevcut sendikaların dışında bir hareket örgütleyerek, başta sendikalar olmak üzere bütün kurumları ve yapıları etkileyebilir, dönüştürebilir; başlarındaki sendika bürokratlarının belleğini tazeleyip onları eğitebilirler. Fakat unutmamak gerekir ki, Engels ortaya çıkan sonuç “bilinçsizce ve iradesiz işleyen bir gücün ürünü olarak görülebilir,” diyor. Ayrıca iç savaşlarda da böyle şeyler olur. Hiç umulmadık bir anda birileri ortaya çıkıp çatışan taraflardan birine omuz verir ve onunla birlikte diğer tarafın hakkından gelir, sonra omuz verdiğini tasfiye edip kendisi duruma hâkim olur. Yani siz, “A, ne güzel, işte oluyor,” derken; olan şey aslında olmasını istediğiniz şey değil, çok başka bir şey olarak ortaya çıkabilir. Ne olup bittiğini çok sonra anlarsınız. Ama öte yandan, devreye dipten gelen güçlerin girmesi her şeyi değiştirebilir. Neyse... Zaten bu Engels’de hep bir ‘askeri bakış açısı’ ve komplo teorilerine yatkınlık vardır. Burada olsaydı, bugünkü gazeteleri önüne serip, olayları askeri kuramcı Lidell Hart’ın ‘dolaylı tutum stratejisi’ne uygulayarak kendisiyle tartışmak isterdim. (Geçerken belirtelim, Marx ve Engels fena halde gazete okurlardı; kitaplarında günlük gazetelerden alıntılar vardır; zira şablon üretip tekrarlamaya değil, çözümleme yapmaya yatkındılar.)
Dönüm noktası
Belki de doğuştan karışık kafamın içinde bu düşünceler dönüp dururken, Michael Rubin adlı zatın The National Review dergisinin son sayısında çıkan yazısı (14 Nisan 2008) beni derin endişelere sevk etti. Neo-Con’ların ileri gelenlerinden biri ve militan bir İsrail yanlısı olan, ABD’nin Ortadoğu’ya tam hâkimiyetini, İran’a derhal saldırılmasını savunan Rubin, ‘Türkiye’nin Dönüm Noktası’ başlıklı yazısında, ABD derhal müdahale etmezse memleketimizde İslamcı bir devrimin gerçekleşeceğini söylüyor. Aslında bu yazıya beni uyandıran İslamcı basının kalemşorları oldu. Yazıdan hareketle hep birlikte avaz avaz haykırarak, ABD’nin İran’a saldırı öncesi Türkiye’de bir darbe
tezgâhlamakta olduğunu yazdılar; AKP’ye açılan kapatma davasının bu darbenin prelüdü/peşrevi olduğunu imâ ettiler. Rubin’in yazısını hemen indirip okudum. Adam gerçekten acelesi varmış gibi yazıyor. Türkiye’de laik anayasal düzen hiç bu kadar sarsılmamıştı, diyor. Türkiye’deki ABD’li diplomatları kör olmakla suçluyor; CIA’nın ve ABD Dışişleri Bakanlığı’nın İran’da Humeyni rejimini öngöremediklerini söylüyor. Fakat doğrudan AKP’yi değil Fetullah Gülen’i hedef alıyor. Fetullah, Türkiye’ye Humeyni gibi gelecek ve ülke bir anda İran’a dönecek. Aslında matrak ve simetrik bir durum... AKP’nin TSK içindeki ulusalcıları kuşatmak için Ergenekon palavrasını kullanması gibi, NeoConların radikal kanadı da AKP’yi kuşatmak için işe Fethullah’tan başlıyor. Ergenekon operasyonunu F tipi savcı ve emniyet mensuplarının yürüttüğü, emniyet teşkilatının yüzde 70’ine Fethullahçıların hâkim olduğu biliniyor. Ancak bu durum Rubin’in yaptığı analizin sahteliğini ortadan kaldırmıyor. Humeyni gibi Türkiye’ye gelip iktidarı ele geçirmek biraz sıkar; en azından binlerce insanı öldürmeyi gerektirir. (Yoksa halkımız buna da razı olur mu diyorsunuz?) Rubin ‘dolaylı tutum’ saldırısını Fethullah üzerinden sürdürürken, İslamcı medya da Ergenekon üzerinden sürdürdüğü kendi dolaylı saldırısını daha ileri boyutlara ulaştırmak için Rubin’in yazısını ve Neo-Conların AKP’ye karşı saldırgan tutumunu kullanmaya çalışıyor. “Çabuk olun,” diyor İslamcı yazarlar, “Amerikancı bir darbe tehlikesi var; Ergenekon olayını bir an önce genişletelim ve Ağustos ayı gelmeden TSK’yı darbe yapamaz hale getirelim.” Bu arada Sabih Kanadoğlu (yazılarımızdan birinde onu Victor Hugo’nun Sefiller romanındaki, Jan Valjan’ı sürekli takip eden Komiser Javert’e benzetmiştik) siyah cüppesinin eteklerini savurarak, Ergenekon Operasyonu’nun akıbetinin Şemdinli Operasyonu’ndan farksız olacağını ilân ediyor. Yani Ergenekon savcısına, “Seni Türkiye coğrafyasından sileriz,” diyor. Hücuma karşı hücum… Ana akım medyasındaki bazı unsurlar sırtlarında yumurta küfesi olmadığı için daha açık yazıyorlar. Hasan Cemal mesela, ki
Her tüyü bir tele takılı
Özetle iki tren, kazanları harıl harıl çalışarak son sürat aynı kavşağa doğru ilerlemektedir. Dünyanın bütün istihbarat örgütleri ve lobileri kazanları harlamakla meşgul. Ne demişti Engels? Birbiriyle kesişen sayısız güç ve bu güçlerden oluşan sonsuz sayıda paralelkenar tarihsel olayı meydana getirirler. Ben memleketimi çok severim. Abartılmış heroizmi, güzel renkli çocuksu bayrağı ve müsamere geleneğiyle bizim ülkemiz ve halkımız özünde masumdur; kurban ve mazlumdur. Sahipsizdir. Ahmet Kaya’nın şarkısında sorduğu şu soru hep akıllardadır: “Üsküdar’dan bu yana kimin yurdu, he canım?” Aslında sağcısıyla solcusuyla, askeri, sivili ve şeriatçısıyla bizim insanımızda naif bir yan vardır. İnancı düşünce zanneder, hayal kurarken analiz yaptığını sanır, niyetleriyle imkânlarını bağdaştıramaz, öfkeyle kalkıp zararla oturur, hemen küsüp hemen barışır, sınıf bilinci yerine delikanlılık şuuru taşır, belleksizdir. Belki II. Dünya Savaşı’nda bütün dünyanın çektiği acılarla, tükettiği fikirlerle olgunlaşamadığımız, Soğuk Savaş dönemi paranoyalarına rağmen uzun yıllar NATO şemsiyesi altında kendimizi güvende hissettiğimiz ve gene uzun yıllar dünyanın kendi imkânlarıyla halkını doyuran yedi ülkesinden biri olduğumuz, Köy Enstitüleri’ni ve Planlı Ekonomi’yi beceremediğimiz, sanayi-tarım dengesini kuramadığımız, sert sınıf mücadelesi deneyimlerinden geçerek kapitalistleşemediğimiz, teknoloji üretemeyip keferenin teknolojisini iştahla kullandığımız, gâvurun fikrini ve demokrasisini fazla önemsediğimiz için böyle. Fakat ergenlik çağı bitti artık. Bu halk bütün etnik ve kültürel çeşitliliğiyle kendi kaderini tayin edemezse; emekçiler IMF’nin belirlediği sınırlar içinde ekonomik taleplerle debelenerek değil, iktidara yönelen siyasal taleplerle ve kendi özörgütlenmeleriyle kimsenin görmezden gelemeyeceği bir baskı gücü oluşturamazlarsa, piramidin tepesindekiler ve onların dış bağlantıları bu ülkeyle çok fena oynayacaklar ve bildiğimiz haliyle memleketimizin her bir tüyü ayrı bir tele takılı kalacak...
15
Bende, ‘Yemişim sizin demokrasi mücadelenizi’ duygularına yol açan bu hissizliğin nedenlerini araştırıyorum. Sonunda ortada bir demok hükümeti kanlı-kansız tertiplerle alaşağı etmek isteyenler darbecilikten-çetecilikten karakolluk! Hepsi kendi derin devletini kurmuş. Hani
B
aşsavcı isterse ve de Anayasa Mahkemesi kabul ederse, teorik olarak, memleketteki bütün siyasi partiler, altı ayla bir sene içinde topluca kapatılabilir. Hem de burjuva demokrasisinin medarı iiharı ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesi ve ‘yargı denetimi’ sayesinde. Bu memlekette parlamenter demokrasiyi, yine parlamenter demokrasi adına, mahkeme kararıyla bitirmek mümkündür.
M
emleketin dört bir yanını sarmış ‘demokrasi’ mücadelesinde ‘taraf tutmuyorum’ dedimse de öyle tarafsız falan değilim. Hani bir yanlış anlama olmasın diye söylüyorum. Yoksa bizim taraftanım. Yani işçi-emekçi cephesinden. Zaten bu mevzular öyle ilgisizliği, tarafsızlığı, eli cebinde yangın seyretme tavırlarını kaldırmaz. Madem ‘hepsi aynı bokun soyu’, o zaman biz de kendi işimize bakarız. Çünkü herkes işin içinde, herkes kendi işine bakıyor. Dediklerine göre memleket krize, kaosa gidiyormuş. Herkes birbirini suçluyor. Peki asıl suçlu kim? “Asıl suçluyu ve suçun kaynağını bulmak istiyorsan parayı takip et!” derler. (Tabii bir de ‘kadını takip et’ kuralı vardır, ancak bu erkek egemen bakış bize yakışmaz.) Bu, siyasetin de evrensel kuralıdır. Bütün kapitalist âlemde olduğu gibi, bizim memlekette de paranın yönünü takip ettiğinizde, her defasında büyük sermayeye ve onun her kademedeki siyasi işbirlikçilerine, uşaklarına, yakın korumalarına, tetikçilerine ulaşırsınız. Devir kötü. Her şey birbirine girmiş durumda. Konu Kürtlükle, laiklikle sınırlı olsa iş kolay. Paşa çıkar, ‘sert bir açıklama’ yapar veya ‘tokat gibi bir cevap’ verir, ‘son nokta’yı koyar! Ancak bu işin daha ekonomik dengeleri, yabancı sermayesi, iç ve dış borcu, borsası, bankası, dövizi, faizi, özelleştirmesi, sosyal güvenlik reformu, istihdam paketi var. Üstelik, “Artık gelmez, gelse de bize
Neyse ki şimdilik sadece iki parti hakkında dava açıldı. DTP hakkındaki dava siyasi bile sayılmaz, düzenin mantığına göre bir ‘terör’ ve ‘güvenlik’ meselesi! Asıl siyasi ve önemli olan elbette iktidar partisine açılan dava. Öbürküler nihayetinde Kürt, ama AKP işi öyle mi? Tam bir ‘demokrasi’ meselesi, geleceğimiz açısından ziyadesiyle mühim. Ancak bu kadar mühim bir mesele, yani AKP’nin kapatılma
İncir yaprağ
ihtimali, yaratacağı bütün depremlere rağmen, nedense beni hiç etkilemiyor. Kılım bile kıpırdamıyor. Oysa memleketin gidişatı konusunda hassas bir insan sayılırım; çok tuhaf!
Yemişim demokrasinizi!
Bende, ‘Yemişim sizin demokrasi mücadelenizi’ duygularına yol açan bu hissizliğin nedenlerini araştırıyorum. Sonunda ortada bir demokrasi mücadelesi falan olmadığı neticesine varıyorum. Başta kapatılma tehlikesi olan iktidar partisi,
‘Bizim taraf’lı olmak
uğramaz,” denilen dünya krizi de kapıda. Şimdi, bu işlerin tamamına paşa koşamayacağına göre, mülkün ve paranın asıl sahibinin, asıl sorumlunun devreye girmesi gerekiyor. Demişler ya, “Parayı takip et!” diye.
Dimyat’a gider iken!..
Bakın, kimi işçi örgütlerini de dizinin dibine alan büyük sermaye, itidal çağrısı yapıyor. “Birer adım geri!” diye uyarıyor kavgacıları. “Tamam, nihayetinde benim uğruma dövüşüyorsunuz, ama Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmayalım!” Yani kendilerinden istenen, bir uzlaşma. Doğrusu da bu. Çünkü ‘devlet hizmeti’nde herkese ihtiyaç var. Askere, sivile, laikçiye, dinciye, liberale, muhafazakâra, demokrata, çeteciye, milliyetçiye, ulusalcıya… Ama herkesin yerini, sırasını ve haddini, en önemlisi de patronun kim olduğunu bilmesi şartıyla. Hiyerarşi meselesi. Sermaye, sırası gelene nasılsa rolünü fısıldar. En doğrusu uzlaşmaktır. Söz konusu olan sermayenin ve dahi emperyalizmin çıkarlarıysa, gerisi teferruattır. Hele ki işçi sınıfı, emekçiler, onca yıl aradan sonra ‘azma’ belirtileri gösterirken. Üstelik bir de dünya krizi geliyor. “Milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde!..” Bir kadın profesör, ‘kadın duyarlılığı’ndan olacak, “Durun yapmayın, böyle giderseniz devlet parçalanır, iki yıla kalmaz Kürt devleti kurulur,” diye uyarıyor. Allah korusun,
olur mu olur; biz de kalır mıyız orta yerlerde, öyle devletsiz ve Kürtsüz! Amerika ve Avrupa da devrede, ‘uzlaşın’ diye. Barroso, koşturarak geldi. Amerika resmi-gayrı resmi sözcülerinin ağzından acayip uzlaşma, itidal çağrıları yapıyor, karşılıklı menfaatleri hatırlatarak. AKP, kerhen e olsa, demek ki daha lazım. İşler yürümeli. Arada bir uyarıyla, hatta tehditle de olsa, “Kullanmaktan vazgeçer, deliğe süpürürüz ha!” misali. Dere geçilirken at değiştirmek olmaz, daha zamanı var; hem nerede öyle alternatif bolluğu.
Al birini vur ötekine!
İşçilere, emekçilere kimseden hayır yok. AKP, sermayenin partisi. Çalışma Bakanı, sosyal güvenlik reformunun işçilerin, halkın iyiliğine olduğunu söyleyip dalgasını geçiyor. Ardından da sendikaları ‘ideolojik’ davranmakla suçluyor. Bir de akıl veriyor, “Bırakın bu işleri, mücadeleci sendikacılık eskilerde kaldı, şimdi uzlaşma zamanı,” diyor. Kendisi ve partisi patron işbirlikçisi ya, herkes de onlar gibi olmalı bu piyasa toplumunda. Bir de laikçiler var. Ancak onlardan da hayır yok. Zaten hiç olmadı. Mesela bugüne kadar herhangi bir paşanın sosyal haklar, çalışma yasaları, sendikalaşma meseleleri, açlık, yoksulluk, eğitim, sağlık, özelleştirme vb. konularda ‘sert açıklamalar’ yaptığını veya ne bileyim ‘son noktayı koyduğunu’, muhtıra verdiğini hatırlayan var mı? Ha, haklarını yemeyelim, bu konularda da konuştukları olmuştur. Mesela, 12 Mart’ın darbecibaşısı Orgeneral Memduh Tağmaç, bir keresinde, “Sosyal uyanış, iktisadi gelişmenin önüne geçti!” demişti, darbenin gerekçesini anlatırken. 12 Eylül
şöyle ‘dört başı mamur’ olmasa da az biraz kapsamlı, ‘nefes aldırır’, hatta ‘idare eder’ bir demokrasinin bile peşinde değil. Üstelik elindeki copla kafa göz yarıyor, kemik kırıyor; Newroz cinayetlerinin faili ve azmettiricisi. ‘Sivil anayasa’sından vazgeçmeye teşne 301 geyikçisi. Demokrasi onun için içeride ve dışarıda ancak bir pazarlık aracı. Bunca müstehcen bir siyaset dünyasında bir incir yaprağı, hatta bir ‘prezervatif!’ Yani, öyle çok kapsayıcı olması gerekmiyor, partiyi korusun, lazım olduğu kadar bir yerlerini örtsün yeter.
Paşası’nın ise bu konuda anayasa haline gelmiş bir ‘külliyatı’ mevcuttur. Mevzu işçi, emekçi hakları olduğunda, milliyetçi-laik Baykal’dan ve Türk-İslam sentezci Bahçeli’den söz bile etmiyoruz; ‘milli’ meselelerle uğraşmaktan başlarını kaşıyacak vakitleri yok! Bir de muktedir köpekbalıklarının karınları altında ‘kılavuz balıkları’ misali yol alan liberal ve ulusalcı akıl hocaları var. ‘Demokrasi’ ve ‘Cumhuriyet’ üzerine masallar anlatıyorlar; düşman ‘Grimm Kardeşler!’ Günü geldiğinde kapının önüne konulacaklar; büyük sermayenin ve emperyalizmin talep ettiği tarihi uzlaşma, şöyle veya böyle, gerçekleşme yoluna girdiğinde veya tuttukları taraf işi bitirdiğinde.
Fırına el koymak
Dedim ya, emekçilere kimseden hayır yok, diye. O sebeple iş başa düşüyor. Siyasi ve toplumsal kavgalarda ‘kader, kısmet, alın yazısı’ falan gibi hikâyelere yer yok. Sonucu ‘güç ilişkileri’ ve mücadelenin kendisi tayin ediyor. İdeolojik, politik, örgütsel gücü ve bağımsızlığı olan kazanıyor. Yani halihazırda işimiz epeyce zor. Bu memleketi işçi sınıfı kurtaracaktır. Özgürlük de işçilerle gelecektir. Bu yolda demokrasi ve laiklik mücadelesi şarttır; ama öyle dandik demokrasiye ve naylon laikliğe ‘sahip çıkmak’ veya fit olmak için değil, kendi usulünce bir demokrasiyi ve laikliği kurmak amacıyla. Ve elbette ‘uzlaşma’ talebiyle değil, sınıf mücadelesi yoluyla. Üstelik kimselerin yedeğine takılmadan, kazanılması gerekenleri kazanarak, tüm ezilenleri, yoksulları peşinden sürükleyerek, topluma önderlik ederek, kendi önderliğini yaratarak. Hem de öyle ekmek parası için falan değil, fırına el koymak amacıyla…
B
çılgına kör et efsane Üstelik muhte muhab ancak Antaly temizl adıyla Üste birbiri zinciri buluna nacak da yen deves öldürm
Ce
Tabi ‘bulut gibi, ö öncesi filmi d telaş. Okuld şefliği dövme adam sağa s haraç hatta vurma jimnas ‘Ülküc milli ta baklav hayatı öyle ‘n Görme gelere
HAKKI YÜKSELEN (BABA HAKKI)
krasi mücadelesi falan olmadığı neticesine varıyorum... Binbir numara çeviren hükümet, laikliğe aykırılıktan mahkemelik; bir gün nedamet getirip devlete biat etmeye kalksak neyin içine, kimin kucağına düşeceğimiz bile meçhul!..
ğı kadar demokrasi Zaten bu kavga da, esasında sermayenin hizipleri arasındaki bir kavga... Çok boyutlu, dallı budaklı. Her yere, her alana bulaşmış. Bütün iktidar kavgaları gibi, tarih boyunca halının altına süpürülmüş ne varsa ortalığa saçılmasına neden oluyor. Halı ‘vurdukça tozutuyor’, aynı demokrasimiz gibi. Hiçbir şey kendisi değil. Ağızdan çıkan her şey bir ima, bir mecaz; yapılan her şey bir tertip. Her şey aslında başka bir şey. Sadece şeyler arasındaki zorunlu diyalektik bağ olarak değil, aynı zamanda büyük bir tezgâhın unsurları, araçları olarak. Demokrasi,
B
ir ara ‘kız meselesi’ dendi, ama pek yiyen olmadı. Hani ortada şöyle bir Güzel Helen, ne bileyim a dönmüş bir Menelaos, aşkın gözünü ttiği bir Paris falan olsa, olay belki evi Troya Savaşı’na bile dönüşebilirdi. k hikâye Homeros çapında bir zatı eremin elinden de çıkmamıştı. Polis birleri ve kimi medya yöneticileri de k bu kadarını becerebiliyordu. Faşistler ya’yı komünistlerden ve Kürtlerden lemeye karar vermişlerdi ve yaşanan, a sanıyla faşist saldırıydı. elik ilk de değil, kırk küsur yıldır ine eklenerek uzayıp giden kanlı bir in son halkası. Eski örneklerinde bolca an ve yerini bir zamandır satır, bıçak, k türü kesicilere bırakan ateşli silahlar niden ortaya çıkmıştı. Hem de güreş si iriliğinde bir şahsın eliyle ve de me kastıyla.
evizli baklava...
ii, acayip bir heyecan yaşandı. Sanki tsuz gökyüzünde çakan bir şimşek’ öyle birden bire… ‘Amman, 12 Eylül ine mi dönüyoruz’lu veya ‘Biz bu daha önce görmüştük’lü acayip bir Oysa ne güzel idare edip gidiyorduk. da, sokakta, orada burada, ‘reis’lerin inde ve polis bandosu eşliğinde solcu ek, Kürt’ün ağzını burnunu kırmak, bıçaklamak, onu bunu linç etmek, sola saldırmak, parti binası yakmak, toplamak, çek-senet tahsil etmek, hızını alamayıp ‘ocak’ta birbirini ak, bir tür geleneksel eğlenceye, sabah stiğine, milli bir spora dönüşmüştü. cü mafya’ sözü de ‘Şereflikoçhisar’, akım veya ne bileyim ‘cevizli va’ misali, hiç yadırganmadan günlük ımıza ve dilimize yerleşmişti. Yani, normal’ bir hayatı yaşayıp gidiyorduk. ek istemediklerimizi görmezden ek veya işimize geleni görerek... Zaten
hukuk, başörtüsü, vatan, millet, milliyet, din, iman, terör, Kıbrıs vs…
Karakolda ayna var!
Ortada ikili, hatta üçlü, beşli, bazen onbeşli iktidar durumları var. Tam bir ‘çoğulcu demokrasi’ örneği! Yasama, yürütme, yargı birbirine girmiş; ‘kuvvetler ayrılığı’ değil, kuvvetler kapışması mübarek. ‘Demokrasi’, ‘cumhuriyet’le papaz olmuş. Asker, polis, üniversiteler dahil devletin bütün kurumları bir diğeriyle ya çatışma halinde ya da ‘kurt uykusu’nda. Herkes
‘tertip’ peşinde. Binbir numara çeviren hükümet, laikliğe aykırılıktan mahkemelik; hükümeti kanlı-kansız tertiplerle alaşağı etmek isteyenler darbeciliktençetecilikten karakolluk! Hepsi kendi derin devletini kurmuş. Hani bir gün nedamet getirip devlete biat etmeye kalksak neyin içine, kimin kucağına düşeceğimiz bile meçhul! ‘Herkesin hukuku
Bir kurt masalı
bu havalide tek taraflı şiddete ‘milli refleks’ veya ‘vatandaşın tepkisi’, karşılık görenine ise ‘kardeş kavgası’ denirdi. Aynı sınıf mücadelesi mevzuunda olduğu gibi.
Allah muhafaza!
Yeter ki karşılık verilmesindi. Allah muhafaza, o zaman birilerinin cümlemize yedirmeye çalıştığı, serbest piyasa toplumuna ve toplumsal huzura dair bütün hayallerimize karlar yağardı. Oysa ‘sürdürülebilir’ bir demokrasiye ihtiyacımız vardı; bayraklı, marşlı ve bir nevi totaliter de olsa. Hem Türk çocuğu karşılık vermezdi, ‘Durun lan, ne oluyor!’ deyip hır çıkartanlar olsa olsa Kürt falandı. Gel gelelim birileri direnmeye, kendilerini daha kararlı savunmaya başladı. Üstelik herkes ‘Kürt’ falan da değildi. Rutini ve oyunu bozan da bu oldu. O zaman kimilerinin aklına, geçmişin ‘kandırılmış öğrenci’ savaşları, ‘faili meçhul’ cinayetleri, cinlerin ve perilerin kol gezdiği komploları düşüverdi: ‘Aman çocuklar dikkat, evde hayaletler var!’ Sanırsınız ki o günlerden bu günlere 150 yıl geçti ve bütün şahitler toprağa karıştı! Ve sanki o şiddetin temelinde, yükselen işçi ve halk hareketini bastırmayı, Türkiye’yi Ecevit’inki de dahil bütün komünizmlerden ‘kurtarma’yı hedefleyen bir NATO-CIAÖzel Harp komplosu olduğu bilinmiyormuş gibi. Olay olay, yer yer, tarih tarih…
Kandır köylü çocuğunu!..
‘Masum isteklerle başlayan, ancak provokatörler yüzünden çığırından çıkan öğrenci olayları’ymış. ‘Kandır köylü çocuğunu…’ O ‘provokasyon’un üniversite olaylarından çok daha önce 65, 66,
67’lerde Türkiye İşçi Partisi binalarına ve kongrelerine sistemli olarak ve ‘tekbir’ler eşliğinde yapılan saldırılarla, dövülen sosyalist milletvekilleriyle başlatıldığından kimsenin haberi yok nasılsa! Hani o Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden, Adalet Partisi Gençlik Kolları’ndan, faşist komando kamplarından, yerli ‘Gladyo’ teşkilatlanmalarından, Ülkücü komando-polis işbirliklerinden söz ediyorum. Ve elbette hemen ardından gelen, devrimcilere ve işçi önderlerine yönelik seri cinayetlerden; Kanlı Pazarlardan; 70’lerde CHP’nin seçim mitinglerine yapılan saldırılardan, Ecevit’e suikastlardan, darbe tezgâhlarından; Malatyalardan, Maraşlardan, Çorumlardan, 1 Mayıslardan falan. Yani sadece ‘öğrenci olayları’ndan değil. Bugüne ulaşan kanlı bir çizginin ilk ve sonraki adımlarından…
Yakuza tipi faşizm
Tabii, bütün zamanların en büyük yıldızı MHP’den ayrıca söz etmeden olmaz. Kırk yıllık milli kâbusumuz, eski bir kurt masalı. Şimdi ‘merkez’e yöneldiğini söylüyor. Ancak tam tersini düşünenler de var, ‘MHP merkeze değil, merkez MHP’ye yaklaştı’ diyorlar. Türkçü, İslamcı her çeşit gericiliğin kavşak noktası; ‘derinlerdeki devlet’in su yüzündeki şamandırası; karanlıklar prensi! Bir zamanların, cismani varlığı hapiste olsa da, ruhu ve fikri iktidarda olan gururlu mağduru! Devletle küslük olmaz elbette. Gerektiğinde hizmete amade bir savaş makinesi. Devletimizin ‘âlem’deki uzantısı, denetim aracı; yerli ‘Yakuza’mız!* Suçunu işle, ama düzeni de sağla; senden habersiz kuş uçmasın…
kendine’ misali bir ‘hukuk savaşı’dır sürüyor. Savcılar, karşılıklı ‘saydırıyor’. Herkes belden aşağı vuruyor, her şey mubah. Kimi zaman kurşunlar bile vızıldıyor. Hani araya girilecek gibi değil; insan serseri bir kurşunla ‘kim vurdu’ya gitmekten korkuyor... Yoksa ben istemez miyim laik demokratik sosyal hukuk devletime sahip çıkıp öyle demokrasi mücadelelerinde falan yer almayı, taraf tutmayı…
Hem onda sabır gani. Çünkü memleketin tek gerçek siyasi partisi. Şimdilik öbür düzenbazlarla mesafeyi açmadan koştuğuna bakmayın, yarın öbür gün nefesler tıkanmaya başladığında tur bindirmeye niyetli. O ‘değişmedim’ diyor, ama neoliberal ‘toplum mühendisleri’, değiştiğine dair yemin billah ediyorlar. Holiganizmden, silahlı futbol ‘magandalığından, toplu şiddet gösterilerinden dert yanıp ‘ayak takımı’ndan tiksinseler de onu görmezden gelmek zorundalar. Görüntü asla bozulmamalı, ‘Şov devam etmeli!’ Bir süredir rölantide çalışıyor, ama merak etmeyin hayat fırsatlarla dolu. Sadece halihazırdaki sınırlı eylemine değil, sonsuz potansiyeline de bakmak gerek. AKP’nin talihi döndü dönecek. İşçi-emekçi eylemleri, grevler, direnişler ivmelenmeye başladı bile. Üstelik krizin de eli kulağında. Hep derler ya, Çincede ‘kriz’ sözcüğü aynı zamanda ‘fırsat’ anlamına da gelirmiş. Aynen öyle; krizlerin partisi krizlerle yükselir. Memleket taşlı topraklı yollara girip ‘tangırdamaya’ başladığında bütün yollar MHP’ye çıkar. Şimdi o yollarda aynı soydan rakipleri, tabanını tırtıklamak isteyen başka alternatifleri olsa da. Kürt meselesi bir yere kadar, doğrudan iktidar getirmiyor; yeni ve daha verimli çatışma… pardon çalışma alanları gerek. Kürtler bir gün nasılsa bayrak yakar; Alevilere de cami bastırıp Kuran yırttırdın mı, tamam; komünistler de zaten komünisttir!.. Memleket nice hır gürlere, nice operasyonlara ve de provokasyonlara gebe. Derler ya, ‘Kurt dumanlı havayı sever!’ diye… *Yakuza: Japon mafyası. Polisle işbirliği halinde çalışır. Sokaklarda ve suç dünyasında düzeni sağlama ve denetim dışı işleri önleme karşılığında her türlü suçu işleme ayrıcalığına sahiptir. Üyelerini şoven milliyetçi, aşırı sağcı gençlerden devşirir.
KAFASI DÖVMELİ, ELİ SİLAHLI PSİKOPAT FAŞİSTLER ÜNİVERSİTEDE!.. Akdeniz Üniversitesi’ndeki saldırının gelişimi şöyle: 6 Nisan Pazar günü yaşanan olaylardan üç hafta kadar önce Kürt bir arkadaş, üniversitenin yakınında bir marketten çıkarken, faşistler bu arkadaşa sebepsiz yere saldırdı - tabii arkadaşı yalnız sanmışlar-. Diğer arkadaşları durumu hemen fark edip saldırganları bi güzel benzetti. İşte o günden sonra içlerinde acayip bir nefret birikmiş olmalı ki, 4 Nisan Cuma günü aynı arkadaşı kafede görüp, sudan bir sebeple arkadaşa saldırdılar. Okulun güvenliği araya girdi ve ayırdı. Bizim arkadaşlar da, faşistler arkadaşa tekrar saldırabilir diyerek arkadaşı evine kadar bıraktı. Arkadaşlar okula dönerken 30 kişilik faşist grup rektörlük binasının önünde bizimkileri çevirdi -bizimkiler 5 kişi bu arada-; çaktırmadan diğer devrimci öğrencilere telefon açtıkları için, okuldaki arkadaşlardan oluşan yüz kişilik bir kitle toplandı ve faşistler yine bir temiz dövüldü.
Velhasıl pazar günü sabah, ülkücüler bu sefer yine üç-dört arkadaşı çevirdi ve bir arkadaşı bıçakladılar. Bundan sonrası ise şöyle: 200 kişilik bir öğrenci grubu yurda gidip saldırganları dövdü. (Bu arada burjuva basında sıkça yer alan kızları tartakladılar haberi de hikayedir zira bizim arkadaşlar pazar sabahı yurtta ülkücüleri kovalarken bunlar kız bloğunun oraya kaçtı, kızlar da korkup bağırmaya başladı; oradaki olay bundan ibaret. Devrimciler masum insanlara asla zarar vermez.) Daha sonra sabah yaralanan arkadaşı üniversite hastanesinde ziyarete gidildi; dönerken rektörlüğün önünde bu malum ülkücü grup ellerinde oraklar, satırlar, palalarla saldırmak
için bekliyordu. Bunları kovalamaya başlayınca ateş etmeye başladılar; ateş edince bir dağınıklık oldu ama kısa sürdü. Tekrar toparlanıp faşistleri kovalamaya başlarken, polis yurdun önünde solcu öğrencilere saldırıp gözaltına almaya başladı -ülkücülerin nereye ve nasıl gittikleri muamma-. Asıl olay bundan sonra ülkücüler bu sefer polisle birlikte yurdu basıp muhalif kim varsa polis gözetiminde saldırmaya başladı. Sonrasında yurtta kalan 52 arkadaşı uzaklaştırdılar yurttan. Yurt şu anda faşistlerin elinde. Ayrıca olaydan birkaç gün sonra yurda Serik Belediye Spor otobüsü girdi. (Serik, Antalya’da faşistlerin yoğun olduğu
yerlerden biri.) Fakat kimse o otobüsün yurda neden girdiğini bilmiyor. Pazar günü saldıran silahlı faşistlerin hiçbiri okuldan değil tabii, onu da belirteyim. Saldırganlar Serik ve Isparta’dan gelmiş. Olaylardan sonra 2 bin 700 kişilik yurtta 400-500 kişi kaldı; birçok kişi yurttan kaydını sildirmiş durumda. (Olayların ardından yurttan olamayan yüz kadar faşist orada kalmaya başladı.) Her neyse, olayda gözaltına alınan devrimci demokrat arkadaşlardan üçü tutuklandı. Durumları ummadıkları kadar afişe olunca mecburen üç faşisti de tutukladılar. (Neden böyle bir yorum yaptığımı düşünüyorsanız söyleyeyim: Pazar sabahı bir arkadaşımızı bıçaklayan faşiste hakim tarafından sadece adli takip verilmiş yani şu an da dışarıda.) Yaşanan olaylar böyle. Okuldaki duruma gelince: Yurt faşistlerin elinde şimdilik, ortalık sakin ama yine saldırabilirler… Antalya
Aziz Nesin’i anlattı ve newroza katıldı diye burnu kırıldı
“Derste Aziz Nesin’in Zübük kitabını tanıttım ve, “Bu kitap komünizm propagandası yapıyor,” diye tepki gösterdiler ki, bunlar sınıfta ders aralarında tekbir getiren insanlar. Bana, “Biz derste Abdullah Çatlı’yı anlatırız ama sen Aziz Nesin’i anlatamazsın dediler...”
F
aşistler kendinden geçmiş bir şekilde etrafa saldırmaya başladı. Akdeniz, Ankara, Zonguldak, Karabük üniversitelerinde meydana gelen saldırılar olayın ‘münferit’ olmadığını gösteriyor. Ama öğrencilerin büyük çoğunluğu, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışıyla hiçbir tepkide bulunmuyor ya da bulunamıyor. Tabii faşist saldırıların destekçileri Meclis’te, rektörlükte ve bizzat polis merkezlerinde olunca herkes köşesine siniyor. Ama biz susmayacağız; beyinleri sadece şiddete yeten o mahlûklar düşünen beyinleri asla sindiremeyecek. Farklı ırklarla, renklerle, seslerle elbette ‘biz’ olmayı başaracağız. Bölgelere göre ölümlere değer biçmemeyi öğreteceğiz… Son dönemdeki faşist saldırılardan birine maruz kalan Zonguldak Karaelmas Üniversitesi birinci sınıf öğrencisi arkadaşımız Ali KURT ile yaşadıklarını konuştuk. Buyurun hep birlikte saldırganları daha yakından tanıyalım. Faşist saldırıların hızlandığı bir dönemden geçiyoruz ve sen de yurtta kalıp bu saldırılara uğrayan öğrencilerden birisin. Faşistlerin örgütlenmelerini ve sınırlandırmalarını sormak istiyorum… Pek öyle örgütlenmelerini bilmiyorum ama sınırlandırmaları konusunda ırkından, renginden olmayan insanları şiddetle susturmaya çalışıyorlar. Sonra bizim bir saat öncesinden öğrendiğimiz bir basın açıklamasına bizden saatlerce önce gelebiliyorlar. Artık nasıl haberdar oluyorlar bilmiyorum. Her ne kadar kafatasçı zihniyet için solcu olmanız dövülmeniz için yeterli olsa da yine de soralım. Sana saldırmalarının nedeni neydi? Emir buyruklarına uymamanız mı, yoksa saçınız sakalınız mı, ya da yanında gezdikleriniz mi? Çünkü bunlar kafanızın gözünüzün dağıtılması için yeterli gerekçe oluşturuyor sanırım...
18
Aslında ilk tehditleri şöyle oldu: Hoca derste kadınlar gününün önemini sordu ve ben de 400 bin kadın işçinin greve gittiğini ve 100’ün üzerinde emekçi kadının yakılarak öldürüldüğünü, dolayısıyla söz konusu olanın ‘emekçi kadınlar günü’ olduğunu ve bu yüzden böyle bir günün kutlandığını anlattım. Bunun üzerine, “Sen nasıl emekçi dersin?!” diye tehdit edildim. Emekçi kelimesine de takılıyorlar yani!.. Evet öyle. Sonra ise derste Aziz Nesin’in Zübük kitabını tanıttım, anlattım ve, “Bu kitap komünizm propagandası yapıyor,” diye tepki gösterdiler ki, bunlar sınıfta ders aralarında tekbir getiren insanlar. Bana, “Biz derste Abdullah Çatlı’yı anlatırız ama sen Aziz Nesin’i anlatamazsın dediler. Türkeş’in faşist saldırılar olduğunda, “Onlar devlet teşkilatına yardımcı oluyorlar,” demesi, sonra Demirel’in, “Türkiye’yi tek rahatsız eden solcu ve komünistler,” demesi onların temellerinin nerden geldiğini gösteriyor zaten.
Aynen öyle. Tam da şunu söylemek istiyordum: Bir sonraki tehdit de solcularla dolaştığım için olmuştu; “Sen solcularla nasıl dolaşırsın?!” diye tehditte bulundular. Tehdit edildiğin dönemde yurtta kalmaya devam ettin mi? Evet yurtta kalıyordum. Zaten en sonunda yurtta kaydı olmayan 5-6 faşist yurda girip, ki bu da yurdun ne kadar güvenli olduğunu gösteriyor, odama dalıp, newroz kutlamalarına katıldığım bir gazetedeki fotoğrafımı gösterip zorla dışarı çıkardılar. “Bu sen misin, newroz kutlamalarına kimler katılıyor biliyor musun?” diye sorup saldırmaya başladılar. Sağlık problemi yaşadın mı? Evet burnum kırıldı ve bir operasyon geçirdim.10 gün rapor aldım. O sırada ailem bana üç gün ulaşamadı ve Yurtkur’u aramışlar. Yurtkur yöneticileri de, “Oğlunu ü kişi aldı ve ozamandan beri kayıp,” demişler. Sana saldıranlar okulda, yurtta rahat rahat dolaşmaya devam mı ediyorlar? Hem de çok rahatlar. Hatta biri bizim sınıfta
ve hiçbir şey olmamış gibi ortalıkta dolaşıyor. Yurtta sana yardım edecek kimse yok muydu? Ne kadar güvende olduğumuzu söyledim. Adamlar kayıtlı olmadıkları halde yurda girebiliyorlar. Bunları kimin desteklediği belli. Edindiğimiz bilgilere göre Karabük’te de böyle bir olay olmuş… Aslında orada yaşananlar her şeyi gösteriyor. Faşistler tarafında iftiraya uğrayan arkadaşların evi basılıyor. Okul idaresinin tutumu da şu: İftiraya uğrayan arkadaşlara okuldan ayrılmalarını öneriyorlar. Burada okul idaresinin nasıl bir tutum sergilediği benim uğradığım saldırıda da yurt yönetiminin nasıl bir tutum sergilediği ortada. Zonguldak Karaelmas Üniversitesi idaresinin tutumu ne oldu? Bilmiyorum. Hiç konuşmadım. Sanırım habersiz ya da tepkisiz. Bu saldırıyla ilgili şikâyette bulundun. Polisin davranışı ne oldu? Polisler onları sorgulayacağına gelip bana, “Herhangi bir siyasi düşüncen var mı, newroza katıldın mı diye sordular. Hem de hastanede yatıyordum. Saldırılar sonrasında faşistlere karşı bir dayanışma oldu mu? Rektörlük önünde basın açıklamamız oldu. 40-50 kişiydik. çoğunu da tanımıyordum, duyarlı olan arkadaşlar bana destek olmaya gelmişti. Zonguldak, Akdeniz, Ankara üniversitelerinde artan bu faşist saldırılara karşı neler yapılabilineceğini düşünüyorsun? Başta yöneticilerin faşistlere karşı destekçi tutumunu ortadan kaldırmalı, onların yurtlara, okullara elini kolunu sallayarak girmeleri engellenmeli. Farklılıklara karşı hoşgörülü olunmalı. Aslında bütün bunlar bizim okulda, yurtta dayanışma göstermemizle olacaktır. Ama 40-50 kişiyle değil kitlesel olmalıdır. Zonguldak
ODTÜ’den Abbas’a: Türkes’. ini de al git!
Son sözümüz şudur: Abbas Güçlü Türkeş’ini de al git ve mümkünse bir daha da ODTÜ’ye uğrama. Bıktık usandık senden!..
B
u 23 Nisan günü ODTÜ’de tatil yoktu. Abbas Güçlü’nün Genç Bakış programı ve ODTÜ Rektörlüğü’nün aymaz tutumu sayesinde. Neden mi bahsediyoruz? Hemen anlatalım. Abbas Güçlü’nün Genç Bakış’ı çok lazımmış gibi neredeyse her dönem ODTÜ’ye gelir. Bu 23 Nisan’da da, iki-üç gün öncesinden, Genç Bakış’ın ODTÜ’ye geleceğini öğrenmiştik. Konuklar arasında Kamer Genç, Ufuk Uras, Turhan Çömez (AKP eski milletvekili) olduğu söyleniyordu. Eh, bu konuklar ODTÜ’ye gelebilirdi. En fazla bir grup arkadaş gider birkaç soru sorar, Abbas Güçlü’ye fazla maruz kalmadan geri dönülürdü. Fakat ne olduysa 23 Nisan günü öğleden sonra oldu ve konuklar arasında Alparslan Türkeş’in oğlu ve MHP Milletvekili Tuğrul Türkeş’in de olduğu açıklandı.
Faşistler azınca...
Genç Bakış programının 23:30’da başlaması planlanıyordu. Fakat programdan iki saat kadar önce bir grup faşistin yurtlar bölgesinden kampüse girdiği duyuldu. Yurtlar bölgesi programın yapılacağı yer olan Kültür ve Kongre Merkezi’ne (KKM) çok yakındır. Okula giren faşistlerin yurtlar bölgesinden KKM’ye gittiği haberi alındı. Saat 23:00’te KKM’ye toplu bir şekilde giden devrimciler, faşist grubun toplu şekilde programın yapılacağı salon olan Kemal Kurdaş Salonu önünde beklediğini gördü ve içeri girer girmez de faşitlerle çatışma başladı. Kavga esnasında faşistlerden biri bir öğrenciye bıçak fırlattı. Kavganın başlamasının hemen arkasından jandarma sivilleri devrimci öğrencileri tartaklayarak araya girdi ve faşistlere herhangi bir müdahalede bulunmadı. Sivil jandarmanın müdahalesinden hemen sonra jandarma robokopları devrimci öğrencilerin önüne set oluşturdu ve böylelikle faşistleri korumaya almış oldu. Olaydan yaklaşık 1.5 saat sonra da koruma altında bulunan faşist grup gizlice jandarma tarafından KKM’den çıkarıldı. Faşitlerin çıkarılmasından bir süre önce KKM’nin arka çıkışında bekleyen beş öğrenci jandarma tarafından gözaltına alındı ve karakola götürüldü.
Zafer ODTÜ’nün
Faşistlerin kampüsten çıkartılmasının ardından yurtlardan olayı duyup gelen öğrencilerle, devrimcilerin sayısı 300’e ulaştı ve KKM içinde beklemeye devam edildi. Faşist grubun okuldan kovulmasından sonra yapılması gereken tek iş kalmıştı: Tuğrul Türkeş’in de okuldan kovulması. Öğrenciler kendi aralarında oluşturdukları komiteyle üniversite yönetimiyle konuştu ve talepler iletildi. Ya program tamamen iptal edilecekti ya da Tuğrul Türkeş’siz başlayacaktı. Üniversite yönetimi konuyu görüşeceklerini ifade etti fakat zaman geçtikçe bir sonuç çıkmadı. Görüşmeden yarım saat sonra, yönetim programın seyircisiz yapılacağını söyledi. Fakat seyircisiz olması yetmez, programın aynı zamanda Türkeşsiz de olması gerekiyordu. ODTÜ’nün Kültür
organı yapımcılarınca belirlenmesi nedeniyle salon tahsisi devam etmiştir.” Bu açıklamanın meali şöyle olmalıdır. Biz anlaşmayı önceden yapıp parayı almıştık. Fakat sonradan konuklar değiştirildi. Ama parayı aldığımız için programı iptal etmek, parayı geri vermek istemedik. Sizce bu sözlerin başka bir açıklaması olabilir mi?
Çapsız Abbas
ODTÜ’lüler, gözaltına alınan arkadaşları için geceyarısı jandarma karakolu önünde oturma eylemi yaptı.
Spor Daire Başkanı Rafiye Karakan’a, “Tuğrul Türkeş burada programa çıkacak mı?” diye sorulduğunda, tam bir Demirelvari laf ederek, “Ben görmedim,” diye yanıtladı. Fakat televizyon başında olanlardan gelen habere göre program başlamıştı ve Türkeş de programdaydı. Bu şekilde programa 1 saat gecikmeli olarak başlanmış oldu. Programın başlamasıyla slogan atan öğrencilerin sesleri canlı yayında duyulunca, Abbas Güçlü ilk tur konuşmaların ardından programı bitirmek zorunda kaldı. Ayrıca program başladığında ekranın altında Genç Bakış ODTÜ yerine Genç bakış Ankara yazması da dikkat çekti. Bu şekilde program iptal edilmiş oldu. Programın bitirildiğinin öğrenilmesinin ardından öğrenciler saat 02:00 civarı KKM’den ayrıldı. Buradan yurtlara geçildi ve yurtlar dolaşıldıktan sonra kampüs A4 çıkışında (yurtlar bölgesi çıkışı) bulunan jandarma karakolunda gözaltında bulunan öğrencilerle dayanışmak için karakol önünde oturma eylemi gerçekleştirildi. Avukatın gelmesi ve gözaltındaki öğrencilerle görüşülmesinin ardından, yurtlarda kalan öğrenciler yurtlara döndü.
Uluma ve silah sesleri
Yurtlarda kalanlar yurtlara döndü demiştik. Kampüsün A4 çıkışından hemen sonra
Yüzüncüyıl semti başlar. Yüzüncüyıl’da çok sayıda ODTÜ öğrencisi oturur. Eylemin sona ermesiyle bu bölgede oturanlar toplu bir biçimde evlerine dönmek üzere kampüsten çıktı. 100 metre ileride beklemekte olan bir araçtan önce bir uluma sesi geldi ve hemen ardından yaklaşık 10 el ateş edildi. Ateş edildikten hemen sonra araç olay yerinden hızla uzaklaştı. Neyse ki hiçbir öğrenci yaralanmadı. Olay kampüs kapısı güvenlik görevlileri ve jandarmanın gözü önünde gerçekleşti. Fakat Üniversite Genel Sekreteri Prof. Dr. Haluk Darendeliler olayla ilgili yaptığı açıklamada “…kampüsümüzün dışından silah sesi geldiği söylenmekle birlikte, olay, görevliler ve jandarma tarafından doğrulanmamıştır,” diyebildi. Olayı hem üniversite görevlilerinin hem de jandarmanın duymasına rağmen! Yine sözü geçen Genel Sekreterlik açıklamasında, Tuğrul Türkeş’in okula getirilmesi şöyle açıklanıyordu: “Kanal D’de yayınlanan, Sayın Zülfü Livaneli’nin katılacağı bildirilen Genç Bakış programının üniversitemizde gerçekleştirilmesi talebi Rektörlükçe uygun görülmüş ve salon tahsis edilmiştir. Ancak, son anda programa Sayın Zülfü Livaneli’nin katılamaması üzerine program yapımcıları yeni konuklar belirlemiştir. Program değişikliği bilgisinin Üniversitemize geç iletilmesi ve program içeriğinin yayın
1000 ODTÜ’lü 1 Mayıs için şehre indi! ODTÜ öğrencileri, bu 1 Mayıs’ta da devrimci öğrencilerin liderliğinde Sıhhiye’deki 1 Mayıs alanındaydı. ‘Gelenek sürüyor! ODTÜ yürüyor!’ ve ‘Yaşasın devrimci ODTÜ!’ sloganlarıyla yürüyen kortej, polisin attığı biber gazlarından da nasibini aldı!..
Abbas Güçlü’yü izleyenler bilirler, kendisi çapsızlığıyla ünlüdür. İki kelimeyi bir araya getirmekte zorlanır, en bayat demogojiyi yapmaktan geri kalmaz. Kendisi ODTÜ’de program yapamayınca, iki gün sonra Milliyet’teki köşesinde bir yazı yazmış. Programı bitirme nedenini şöyle açıklıyor: “Oysa sadece huzursuzluğun daha da tırmanmasını önleme duyarlılığından başka hiçbir neden yoktu. Ülkemiz gergin günlerden geçiyor. Bunu daha da artırmanın kimseye bir faydası olmayacağını göstermek istedik, o kadar…” Peki bu kadar duyarlı olan Abbas Güçlü neden programa Tuğrul Türkeş’i çağırdı acaba. Madem ki gerginlik istemiyordu o zaman Türkeş programına hiç davet etmemeliydi. O zaman tıraş… Güya Abbas Güçlü ODTÜ’yü tarif ediyor: “Ama hep biliriz ki bazı minik azınlıkların dışında ODTÜ ayrı bir dünyadır. Bilimdir, araştırmadır, akıldır, cesarettir, yenilikçiliktir.” Sen ne bilirsin ODTÜ’nün ne olduğunu! O ODTÜ ki, 1969’da Vietnam Kasabı diye bilinen ABD Büyükelçisi Kommer’in arabasını rektörlük önünde yakmıştır. O ODTÜ ki, 1970’ler boyunca Türkiye siyasi yaşamına damgasını vurmuştur. O ODTÜ ki, Gorbaçov’a ODTÜ’yü dar etmiştir. Sen ne bilirsin ODTÜ’yü Abbas?! Abbas Güçlü üniversitelerdeki tansiyonu neye bağlıyor hele bir bakın: “Ankara’daki gerginliğin, özellikle üniversiteleri etkisi altına aldığını görmek için müneccim olmaya gerek yok. Erdoğan-Baykal arasındaki buzdağı, gençleri de etkiliyor. Ellerine koz veriyor. Üniversitelerdeki tansiyonun düşürülmesi, gerçekten samimi olarak isteniyorsa, önce Meclis içi tansiyonun düşürülmesi gerekir. Bu çok önemli!..” Faşistlerle, üniversite öğrencileri arasında yaşanan çatışmaların Tayyip-Baykal ikilisiyle ne alakası var? Sanki üniversiterlerde ilk defa faşist saldırı oluyor! İşte Abbas Bey çapsız derken tam olarak bunu kastediyoruz. Türkiye’den bi’haber. Bu kadarına da pes doğrusu demek ister misiniz? Abbas Güçlü’nün şu yazdığını okuyun: “Öğrenciler dışarıda, Tuğrul Türkeş’i hedef alarak ‘Kahrolsun Faşizm’ diye tempo tutarken, o içeride, gelsinler aynı sloganı birlikte atalım diyordu.” Yapma yahu! Türkeş’in tosunları dışarıda öğrencilere saldırmaya çalışsın, A4 çıkışında bir şarjör boşaltsın, biz de Türkeş’le beraber ‘Kahrolsun faşizm!’ diyelim! E olmadı, beraber halay da çekelim! Son sözümüz ise şu olabilir: Abbas Güçlü Türkeş’ini de al git ve mümkünse bir daha ODTÜ’ye uğrama. Bıktık usandık senden! ODTÜ
19
SITKI DEMiRKAN - KASABA NOTLARI Dünyanın en kısa süreli ve at tarafından hayaları tekmelenmiş rodeocusu yüzünden bu memleketin prize fiş takarken besmele çekme alışkanlığını yok mu sayacağız? Yok sayarak kendi insanımıza yaban göründüğümüzde bu sefer ‘Komünist’ lafını küfür gibi sarf ediyorlar.
S
Fişi prize takarken çekilen besmele
ol duyarlılığa sahip çevrelerin son günlerdeki meşguliyeti; Murat Belge’ye Çomarın sindirim sisteminin bitim noktası ile tanışıklık kazandırmak. Gerekçe olarak da kendisine, gene kendisi tarafından izafe edilen sosyalizm elbisesinin transparan bişey oluşunun deşifrasyonu gösteriliyor. Bu hadise bana bizim buralarda yıllardır çakma Engels gibi, yöresine topladığı gençleri ucu bucağı olmayan cümlelerle felsefi çıkmazlara sürükleyen Çetin Abi’yi çağrıştırdı. Zamanında 15-25 yaş arası tüm gençlerin manasızca toplaştığı Güngör’ün kahvesinde en faça köşeye astığı ağları tamir ederken, bir yandan da darala bulayacağı avını keserdi gözlüğünün üstünden. Av diyorsam yanlış anlaşılmasın teşbih maksatlı değil sözüm. Hakikaten, o yılbaşı düdüğü gibi rulo dilli yaratıklar var ya hani uçanı kaçanı vantuzlayan, işte o misal yanılıp da selam vereni vantuzlayıp yanına oturturdu. Sonrası kahvenin kapanış vaktine dek sürecek, laf iğneleriyle donanmış azap fıçısı. Öğünmek gibi olmasın ya da hadi o kadarı da olsun be; suya su, ekmeğe ekmek demeyi anamızın da yardımıyla sesleri birbirine ulayarak becerebildiğimizi keşfettiğimizden bu yana günden güne gelişen duyarlığımızın beline beline inen özne yüklem uyuşmazlıklarından tutun da, en Temel Nasreddin Hoca fıkrasını: “Lazın biri bindiği dalı keserken komşusu gelip kazan istemiş” mecraında ilerletme çabasına kadar şaşım sohbetleri. Kahvenin atmosferini tasvir etmeye kalkışsam üç gün sürer. Şimdilerde moda bi tabir var ya; ‘underground’ şeklinde, bu tabiri sanırsam fi tarihindeki Türkiye ziyaretinde Güngör’ün oraya da uğramış bir ecnebi gezgin ilk kez kullanma gereği duymuştur. İşte o atmosferin bünyede yarattığı hafakan üstüne bi de Çetin Abi binince, biz şeyhin cezbesine kapılmış lakin manadan bihaber dervişler gibi bi yandan okeye dönüp, bi yandan da kainatı sorguluyorduk. Bırak,hiçbirimiz bir diğerimize, “Yav bilader sen şimdi bunun anlattıklarından bi bok anladın mı?” diye de soramıyorduk, cehaletimizin farkına varılır endişesiyle. Uzun lafın ‘king size’ı; ilkgençlik yıllarımızda sosyalizmin teori vasıtasıyla ulaşılan bir sonuç olduğu, bu teorinin de Çetin Abi gibi, Murat Belge gibi büyüklerin felsefi çıkarımlarıyla elde edileceği inancına kapılmıştık. İnsanların sosyalist olma gerekçeleri vardır. Kimisi birilerinden etkilenir, kimisi düzen-düzülen çelişkisine uyanır, kimisi isyanını emanet edecek başka biyer bulamaz, kimisi sürü psikolojisiyle popülere meyleder, bi dünya gerekçe
20
sıralanabilinir yani. Lakin hayattan öğrenilmediği vakit giyilen sosyalizm tulumunun ayakları yere basmıyor işte. Çünkü hayatın dayatmadığı, mecbur kılmadığı hiçbir inanç iki adım öteye taşınamıyor insanoğlu tarafından. Yanlış anlaşılmasın ama insan salt okuduklarıyla, dinledikleriyle, fikir üreterek sosyalist olduğuna kanaat getirdiği vakit, yaşam çizgisini o raya oturtmadı mıydı, kanaati kanat takıp başka gök yolculuklarına evriliyor ister istemez.
Sola eğik fideler
Bizim memleket de bu konuda, tanıklık edersiniz ki, alabildiğine doğurucudur. Bu topraklara sola eğik ekilen hiçbir fidenin tutmayışında belki de bu ayakların yere basmayışı etkendir. İstisnai birkaç ismi dikkate almazsak, kendini solcuyum diye ortaya atan abilerimizin yaşam çizgileri, “Hocanın dediğini yap, yaptığından uzak dur” eğrisine değiyor. Gerçi bu malûllük bu topraklardaki her inanç sivrileni için geçerli, şimdi yok yere de günah almayalım da, takdir buyurursunuz ki diğer iman müdafileri bizim sorumluluğumuz altında değil, onun endişesi Kasımpaşalılara kalsın. Bizi ilgilendiren kısım aklımızın metronom misali artı-eksi arasında gidip gelmesine sebebiyet veren sol mememiz altındaki cevahirin kararıp, ağarması. Kendimizi bildik bileli ne İsa’nın yemek masasında, ne de Musa’nın deniz yaran asasında kabul görmedik. Murat Abi’yi, Çetin Abi’yi ve dahi ismini zikretmeye gerek duymadığımız bi dolu abiyi, müelliflerini bilmediğimiz lafları türlü çeşit sosla servis yaptıkları için “Eski Tüfek, Yeni Revolver, Az Kullanılmış Piştov” nitelemeleriyle değerlendirdiler. Biz kendi kıçıkırık dünyamızda duygularımızı referans göstererek iki cümle kurmaya kalkıştık, anında –off- düğmemizi bulup
ceryanımızı kestiler. Ne taşralılığımız kaldı ne Allahçılığımız. Fakat taşralılığımız da Allahçılığımız da bizim için gurur vesilesidir. Bir Yaradan görüyoruz evet, hangi mavinin denize hangisinin göğe ait olduğunu kestiremediğimiz ufuk seyirlerinde. Ne şekil göründüğünü anlatıp peygamberlik taslayacak kadar saloz değiliz, ama kimin ne diyeceği kaygısıyla hissiyatımızdan utanacak kadar da kendimizi inkar etmemiz beklenmesin. Gel gör ki ne zaman bu bahse dair bişeyler dökülse ağzımızdan yafta hazır; “Sen var ya hacı, ağzın şöyle dursun gözünle kuş tutsan gene sosyalist sayılmazsın.” Neden? Marx buna dair şunları şunları söylemiş. Nerede söylemiş? Prusya’da. Kimse alınmasın ama Marx Abi bunları söylediğinde, bu toprakların sosyalizmin tillahını uyguladığını unutmuş vaziyetteydi. Binyüz küsurlu yıllarda bir kitabın sosyolojik donelerini kaynak alan insanlar Ahilik adı altında bir örgütlenmeyle bir dahası olmayan bir sistem yarattıklarında duyguları bizimle aynıydı. Bu yaşananın adının sosyalizm olarak konmaması mı bizi bundan uzağa düşürüyor. Komik değil abilerim ablalarım gülmeyin kurban olayım. Genetiğin bilim olduğu ve binyıllarca geriden insanın sırtına yaşanmışlık gömlekleri giydirdiği hepimizce malum. E hal böyleyken bu deneyimin başka başka toprakların meyvelerinden daha çekici görünmesi, ve aynı meyvenin şu kadar yıllık tecrübe ve şu kadar gelişmiş imkanlarla daha tatlı ve daha sulu yetiştirileceğinin düşünülmesi çok mu ütopik? Elbette kimde hangi tarım gereci varsa örnek alınsın, hangi zirai usul akla uygunsa hayata geçirilsin ama tohum ve toprak ıskalandığı vakit hadise Perşembe Pazarında tezgahtaki kivileri göstererek, “Evladım kaça patates?” diyen teyzenin durumuna benziyor.
Biliyoruz din bu ülkede sömürünün en baş aracıdır bi ezelden. Biliyoruz bu toprağın bu kadar çoraklaştırılması eline minber geçirenin en süslü laflarla bu duyguyu kanırtması sonucu ortaya çıkmış. Ve hâlâ çıkıyor. Dünyanın en kısa süreli ve at tarafından hayaları tekmelenmiş rodeocusu, milletin sırtında, ne zaman konuştuğunu duysak bebeliğimizin mevlütlerinden kalan refleksle avuçlarımızı yukarı döndüren bir ses tonuyla, kırpık bıyıklı kovboy olmuş. Bir diğeri salya-sümük vaazlarıyla Amerikan piyesinde başrol kapmış vaziyette. İyi de bunlar yüzünden bu memleketin prize fiş takarken besmele çekme alışkanlığını yok mu sayacağız? Yanlıştır ya da doğrudur, orası ayrı tartışılır, herkesin kendi içsesi. Ama yok sayarak, yok etmeye çalışarak kendi insanımıza yaban göründüğümüzde bu sefer ‘Komünist’ kelimesini küfür gibi sarf ediyorlar.
‘Bak bak! Lümpen!’
Ha demiyorum Kaddafi’nin yeşil sosyalizmi gibi bir şey olsun. Benim dediğim bi şekilde bu duyguyla barışılsın. “Nasılsın?” sorusunu, “Çok şükür iyiyim,” yanıtıyla karşıladığımızda suratımıza, “Şükür ne lan ebleh, Şaban mısın?” bakışları çarpmasın. Ya da insanlar birbirlerini dirsekleriyle dürtekleyip, “Bak bak lümpen!” işmarlarına girmesin. Öyleysen böyle olamazsın kalıbı canımızdan bezdirdi bizi, dışlanmayalım yani. Yok, bu sefer yalnız olmadığımı biliyorum. Timur Selçuk’tan Can Baba’ya kadar bu duyguyu taşıdığını bildiğim kallavi örnekler sayabilirim. Yazının girişinde ismini verdiğim abiler kadar laf evirip çeviremesek de Devrimcilik vasfımızın onlara etap üstüne etap bindirdiğinden eminim. Gün oluyor devran dönüyor emeğin ne kadar uzağında durdukları ortaya çıkıyor işte. Sonrasındaki, “Biz de bunu adamdan sayıyorduk!” öfkesi bu elemanlara verilen payelerin sökülmesine yetmiyor. Yekdiğer güruh ellerini ovuşturarak birer birer hepimizin hidayete ereceği zannına kapılıyor. Kendi hidayetten uzak duruşlarını hiç hesaba katmadan ve hangi zulmün ortağı olduklarını hiç düşünmeden. Sırası geldiğinde Yunus’un hümanizmasından ya da Bedrettin’in isyanından aynı yöne baktığımızı bilerek bahsediyoruz ya tek sorun kimin emresi ve nerenin şeyhi olduğuna akıl yormak babaların. O vakit bizden yansıyan bu ucubik görüntü de anlaşılabilirliğe erer belki. Kalın selametle…
BURAK SÖNMEZER Efendim istim üzerinde olduğumu belirttim. Takip ediyorum… Yarı hayranlıkla yarı hayretle takip ediyorum. Kendimi görevli hissediyorum. Bu nedenle de RED’e yazmayı düşündüğüm daha mühim yazıları bir türlü yazamıyorum. Ne yapayım ki rahatsız bir kişiliğim var…
K
onu Mehmet Şimşek… Bir zekâ deposu efendim, bir kabiliyet küpü… Öyle olmasa Fethullah Gülen ‘hocaefendi’nin dikkatini çeker miydi? Neredeyse bir misket bombası. Atıyorlar ortaya, patlıyor da patlıyor. Hele patlamayıp da patlamayı bekleyenler daha da tehlike arz ediyor. Ne zaman patlayacağı belli olmuyor. Efendim kendisinin İngiliz vatandaşı olduğu ortaya çıktı. Bakınız, beyefendi İngiliz vatandaşı… Majesteleri olayı yani… “Yahu madem İngiliz vatandaşısın ne işin var bir T.C. bakanlığında?” diyenlere de, “Bu eleştirileri yöneltenlerin kendileri ne kadar Türk ki?” diye cevap vermiş. Duyan da dedesi İngiliz sanacak. Yine ne acayiptir ki, söz konusu şahıs, aynı zamanda CIA’ya ‘yeminli’ tercümanlık işleri de yapmış. Ne biçim bir iş anlamış değilim. Fethullahsever bir İngiliz vatandaşı, yeminli CIA elemanı, T.C.’nin bakanı… Bakınız, Mehmet Şimşek’in İngiliz vatandaşlığı devam etmektedir, bakanlık koltuğunda da hâlâ oturuyor, aynı zamanda Fethullahsever bir kişi… Peki bu İngiliz ‘beyefendi’sinin CIA elemanı
Takipteyim!..
olma durumu bitmiş midir; devam ediyor mu? Ek iş olarak bir meşgalesi var mıdır Mehmet Şimşek’in; merak konusudur. Şahsen merak ettiğim bir konu da Şimşek’in nasıl İngiliz vatandaşı olduğudur. Bilindiği gibi İngiliz vatandaşı
Yaşasın 5.5 demokrasi yılı!.. Efenim yazılıyor çiziliyor, biz de okuyoruz. Geçen ay dedik ya, demokrasi abidesi AKP’ye kapatma davası açıldı, “Şimdi kimileri için pekliğin zamanı değil, motorların çalışması lazım.” Tamam çalışıyor motorlar ama kimisi de ölçüyü kaçırıp ‘da’ deyince dama çıkmaya başladı. Kapakları öyle açıyorlar ki geldiği gibi gidiyor; aman bünyede mineral eksikliği yapar söyleyeyim. Misal Yargıtay başsavcısının açtığı davaya kızmış, diyor ki, büstiri romanı yazarı, “Kapayın demokrasi musluklarını”, “Beş buçuk demokrasi yılı yetmez, 80 yıllık anti-demokrasi geleneğini yıkmaya.” Şaka değil ha, sahiden öyle yazıyor. Beş buçuk yıldan beri AKP iktidarı bizi demokrasi içinde yaşatıyormuş güya. Bilek kalınlığında akıyor da musluktan demokrasi, güldür güldür, biz farkında değiliz yani. Ama normal tabii aslında, genel yayın yönetmeni, “Emeklilik yaşı artıyor diye takmayın kafaya, zaten ortalama ömür 77 olacak,” diyen bir gazetenin yazarı başka ne diyecekti ki? Aman bir tas koysun musluğun altına da boşa gitmesin sıvı demokrasi. İşine yarayacaktır mutlaka. “Ben mesela,” diyor (mostralık ya), “Dindarla da, dinciyle de yaşarım. Kemalist başıbozuklarla yaşayamam oluyorum bu topraklarda.” Yaşayamam oluyormuş! Bak bak, sanki Madımak Oteli’nin altındaki et lokantasına gidip iki lokma bir şey yiyecek de Kemalistler elinden tutuyor. Sallama çay yanında da sarma cigara… Demokrasiye gel!..
olmak öyle kolay bir şey değildir. Misal, “Ben Amerikalı olacağım,” deseniz, gidersiniz yeşil karta başvurursunuz ya da bir Amerikalı eş bulursunuz falan. Ama İngiliz olmak için ne yapılır Allah aşkına? İnanın hiç akıl sır ermez bu işe…
Trajedi ile komedi... Meşhur bir yazar, “Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir,” diyor ve ekliyor: “Birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak.” İşte alın size Çetin Atlan ile Kamer Genç… İkisi de linç edilmeye çalışıldı. 1965 seçimlerinde Çetin Atlan Türkiye İşçi Partisi bağımsız milletvekili olarak meclise girmişti. Bugünkü üçkağıtçılar gibi değil, bağımsızlık için, gerçek demokrasi için, sosyal adalet ve sosyalizm için muhalefet ediyordu TİP’le beraber. Parti başkanı Aybar, Meclis kürsüsünden, “35 milyon metre kare vatan toprağı yabancı işgali altındadır,” diyerek Amerikan üslerinin hesabını soruyordu. Altan ise “İşçisiz ve köylüsüz ne gerçek bir Cumhuriyet olur ne gerçek demokrasi,” diyordu. Dönemin hükümetteki Adalet Partisi ve onun başkanı Demirel, TİP muhalefetini bir türlü bastıramıyordu. Her baskı girişimi binlerce işçiyi alanlara döktü… TİP güçleniyordu ve hesaplaşma günü yaklaşıyordu. TİP’liler mecliste kendilerine büyük bir saldırı yapılacağını bilse de hedefleri büyüktü. Altan, “Namuslu aydınlar bilinçlenmiş işçilerle birlikte çalıştıkları zaman nasıl yürürmüş bu dava, nasıl öndelik edilirmiş üçüncü dünyaya yeryüzü anlayacak.” “Yepyeni günlere gebe Türkiye…” diye yazıyordu gazetesinde.
Ama bildiğim bir şey var… Bu Mehmet Şimşek’i gördüm ya, “Yok kardeşim bu IMF’nin zerre kadar suçu yoktur memleketin bu hale gelmesinde,” demeye başladım. Adam IMF yetkililerinin de olduğu toplantıda atıyor tutuyor, “Ekonomi şöyle iyi böyle güzel,” diye, en sonunda IMF’yi bile utandırıyor ki, Avrupa bölgesi direktörü Michael Deppler kalkıp, “Yahu siz ona bakmayın, işler o kadar iyi sayılmaz, biraz da risklerinizden bahsedelim,” mealinde bir konuşma yapmak zorunda kalıyor. Bir de hesap makinesi niteliği var bizim Mehmet Şimşek’in. İkide bir çıkıyor memleketi OECD ülkeleriyle karşılaştırıp, durumumuzun diğer ülkelere göre pek iyi olduğunu yumurtlayıveriyor. Hatırlarsınız kısa süre önce bizim işçilerin OECD ülkelerindeki çalışanlardan daha iyi kazandığını söylemişti de, Babacan düzeltmişti, “Yok öyle şey!” diye. Şimdi de tutturmuş emekliler OECD ülkeleri içindeki en müreffeh emekliler diye. E ne diyeceğiz şimdi? Bu adam ya OECD ülkelerinin hangileri olduğunu bilmiyor, ya da hiç kötek yememiş, af edersiniz.
Ve beklenen saldırı 1968’de gerçekleşti. İçişleri Bakanı Faruk Sükan, Meclis kürsüsünden Nazım Hikmet’e saldırılınca, Çetin Atlan da, “Nazım Hikmet büyük vatan şairidir!” diye ortaya atılır. Birden büyük bir saldırı başlar. AP’liler İşçi Partilileri linç etmeye kalkışır. Özellikle Sadun Aren ve Çetin Altan’ı hedef alırlar. Her ikisi de canlarını zor kurtarır ama Altan’ın bir gözü sakat kalır. Mukadderata bakın ki, bizim Kamer Genç de mecliste bugün bağımsız bir milletvekili olarak bulunmaktadır. Tek başına muhalefet ederken arkasındaki destek esas olarak hısım akraba desteğinden başka bir şey değildir. Kah biraz alkol almış vaziyette, kah çiçek sulama olaylarıyla yıllardır devamlı gündemde kalmayı başaran; bir o partiden olan, bir bu partidenmiş gibi yapan bir şahsiyettir. Meclisteki muhalefeti de kabadayılıktan ibaret bir gösteridir aslında. Başbakan yokken arkasından, “Çık ülen karşıma” diye atmak kolay tabi. Ama AKP’lilerin gösteri sanatlarına alerjileri de malum. Varınca üstüne Kamer Genç’in, hop adamcağız atıverdi kendini sıranın altına. E biraz hırpalanmış tabii. Şimdi internette gördüm, kimi yazarlar Genç ile Altan’ın başına gelenleri birbirlerine benzetiyorlar. Biz bir ekleme yapalım, biri trajedidir, diğeri komedi…
21
Balinalar ölmesin, obezler ölsün!
HIDIR ATEŞ
A
Hayret, sistemin savunucuları tarihin sonunun geldiğini ‘bilimsel biçimde’ ortaya koymamış mıydı? İnsanlığın biricik sosyal ve ekonomik sistemi kapitalizm nasıl oluyor da orasından burasından arıza veriyor böyle?..
BD Merkez Bankası başkanı Ben Bernanke pro-aktif bir tutum sergileyerek piyasalara bol bol likidite sağladı. Avrupa Merkez Bankası da aynı yolu seçerek piyasalara bolca para verdi. Kapitalist merkezler yine o bildik krizi yaşamaya başladı. Kapitalist sistemin devresel krizlerinden biri daha beliriverdi. İktisada giriş derslerinde hocanın tahtaya çizdiği dipten başlayıp tepe yapıp aşağı doğru eğilim gösteren ve tekrar dibe oturan o malum grafik bir kez daha kara tahtadan kalkıp günlük hayatımıza yapıştı. 1929 krizi ABD’de başlayıp yayılmıştı dünyaya, kapitalizm denen sosyal ve ekonomik sistem bir kez daha kendi kanında boğulma fazına girmiş görünüyor. Bir nevi sara nöbeti yaşanan. Her defasında yerlere serilip ağzından köpükler saçan hasta adam epey bir debelenmeden sonra kendine geliyor. ABD ‘de yoksullara ücretsiz yemek veren aşevlerinden
karnını doyuranların sayısı 18 milyon civarında ve bu rakam 1929 krizindeki rakamdan daha büyük. Sınırsız deha sahibi televole ekonomistleri, Türkleri değeri hızla aşağı düşen fiyatlardan faydalanması için ABD’de gayrimenkul almaya davet ediyor. Artık 80–100 bin YTL ile villa almak mümkünmüş. Koşun, hadi koşun batan geminin malları bunlar! Kapan alıyor, sona kalan ise dona kalıyor! Hâlbuki üç güne kalmadan buralarda daha ucuz evler alma imkanı olacak. Hemen de unutuverdiler küreselleştiğimizi. Şimdiden konut stoku birikti iç pazarda, ev alan yok çünkü alacak para yok. Belki de kapitalizm o kadar da berbat bir sistem değildir. İşte size bir fırsat! Zaten öteden beri alamadığınız evi krizden ötürü büsbütün alma şansınızı yitirerek krizin iyice dip yapmasına destek olmaya ne dersiniz?
Buhran günlerine dönüş 1929 büyük krizinde ABD’de yoksulların önünde uzun kuyruklar oluşturduğu aş evlerini artık iktisat kitaplarının siyah beyaz fotoğraflarında kaldığına mı inanıyorsunuz? Derin bir yanılgı içindesiniz. Doğrusu bu sahneler bize çok tanıdık, hiç olmazsa halk ekmek büfeleri önündeki kuyruklara göz atın, deliye her gün bayram bize ise her daim büyük kriz. Bu aralar diz üstü bilgisayar fiyatları hızla düşmeye başladı, fırsatı kaçırmayın alın birer adet. Zaten dizüstü bilgisayarı alana dijital fotoğraf makinesi bedava veriyorlar. Kredi kartına on, yirmi taksit. Alın, alın ki sistemin çarkı dönsün. Evleriniz iki-üç yılda bir elektronik çöplüğüne dönsün ki, sistem kendini üretebilsin. Şahsen ben üzerime düşeni yapıyorum. 10 YTL paraya kıyıp kot pantolon, 5 YTL paraya kıyıp gömlek aldım kendime. Değeri 50-100 bin dolar olan evleri Amerikalı tüketiciye hiper kârlar ekleyerek 20-30 yıl vade ile satan emlak sistemi şapa oturdu. Ellerinde patladı evler, çünkü o evleri alanlar taksitleri ödeyemiyor. Bu evleri almak için kredi sağlayan devasa bankalar da şapa oturdu. Zincirleme kriz tüm dünyayı sallamaya devam ediyor. 1929 krizi de benzer biçimde emlak piyasasında ortaya çıkmıştı. Olay şöyle gelişmişti: Floridalılar bölgede kış şartlarının kuzeydeki eyaletlere göre daha iyi olmasına, taşımacılık problemlerinin çözülmüş olmasına dayanarak Florida’daki gayrimenkullerin değer kazanacağını düşündüler. Bu durumda, o gün aldıkları toprakların gelecekte birkaç kat değerleneceğini düşünenler hiç de az değildi. Bu beklentiyle pek çok insan gayrimenkule yatırım yaptı. Ancak 1928 yılının 18 Eylül’ünde ortaya çıkan bir tropik kasırga yüzlerce insanın ölümüne. Binlerce evin hasar görmesine yol açtı. Satın alınmış olan gayrimenkuller satılmaya çalışıldı, ancak değerinin çok altında fiyatlarla bile alıcı bulamadı. Bu durum bir spekülatif balonun patlaması ise sonuçlandı.
22
ABD’de milyonlarca evsiz ve açlık sınırında yaşayan insan var....
Keynes’in ruhu, geldiysen üç kere tıkla... Ey! Keynes’in ruhu, kapitalist sistemin zor günlerinin süper kahramanı, yolunu gözler oldu o koca şirketler. Geldiysen üç kere vur! Rahmetli Keynes üç güne kalmaz tozlarından arınıp, akça-pakça bir halde aramıza katılır. Ayarı bozuk plak gibi özelleştirmenin yüksek faziletlerini anlatan kapitalist sistemin ekonomi dehalarının yeniden devletin ekonomiye sihirli eliyle dokunmasını isteyecekleri günlerin eli kulağındadır. Bu arada Venezüella’da solcu hükümet bir kamulaştırma atağı başlattı. Uluslararası şirketlerin elindeki varlıklar geri alınıyor. Boş yere, “Düşmez kalkmaz bir Allah,” dememişler. Unakıtan tarafından bir güzel satılan, Telekomu beş kuruş ödemeden geri alacağımız günler size fantezi gibi mi geliyor? İşin aslına bakılırsa ‘nötr’ devlet de zaten kapitalist şirketlerin ilgi alanlarını yatırıma uygun
hale getirmek için canla başla çalışmaktadır. Koalisyon Güçleri adını taşıyan işgalci gücün Irak’ta arzı endam etmesi, Amerika’da aşevlerinde bir tas çorba bekleyen zavallı ‘özgür’ yurttaşların yüksek çıkarı için değildir herhalde. O zavallıların sekiz silindirli benzin canavarı ‘jeep’leri yok ki, ne yapsınlar Irak petrolünü?! Sadece çorba, bir tas sıcak çorba istiyorlar. Bu kriz sanıldığı kadar kolayca savuşturulmayacak gibi görünüyor. Sovyetler Birliği deneyiminin yaşadığı başarısızlık sonrası çoklu orgazm çığlıkları atan kapitalist sistemin fikir babaları, eşsiz sistemlerinin yapısal sorunlarını unutmuş görünüyor. Temelini arz ve talep yasasının belirlediği kapitalist sistem bu değişkenler arasındaki dengesizlikleri hiç de esnek biçimde görünmez el ile düzenleyemiyor. O görünmez elin aslında ezilenler için açık seçik görünen bir kol olduğu sır değildir!..
Herkes kendi faydasını yapsın!.. Şişman insanlar daha çok yemek yemeye çalışırlar, daha fazla yemek ise vücutlarını daha fazla insülin üretmeye zorlar. Bir süre sonra vücut aldığı besinleri enerjiye dönüştürecek yeterli insülini sağlayamaz hale gelir. Bu durumda vücut insülini dışarıdan almak zorundadır. Bünye artık hastalık halini yaşamaktadır. Bunun adı şeker hastalığıdır. Daha çok tüketmek, kâr etmek isteyen kapitalist sistem de obez bünyesine bir süre sonra insülin yettiremez hale gelir. Bu durumun adı resesyondur, çöküştür. Hayret doğrusu, daha düne kadar sistemin savunucuları tarihin sonunun geldiğini ‘bilimsel
biçimde’ ortaya koymamış mıydı? İnsanlığın biricik sosyal ve ekonomik sistemi kapitalizm nasıl oluyor da orasından burasından arıza veriyor böyle? Sosyalizmin sadece bir ütopya olduğu pek de açık görünmüştü oysa nice yarım porsiyon aydınlara. O muhteşem liberal varsayıma göre her birey kendi faydasını en çok yapmaya çalıştıkça toplumsal fayda da en üst seviyede olacaktı. Eee?! Hani niye öyle olmuyor? ABD, Irak’ ta kendi faydasını en çok hale getirmek için bu ülkeyi yıkıp yakarken, Iraklılar hiç de bu durumdan kârlı çıkmış gibi görünmüyor!..
Çinli işçi 100 dolara çalışıyorsa, biz de densizlik yapmayız icabında! Cennet vatandan 30’dan fazla dolar milyarderinin çıkmış olması, her nedense benim faydamı çoklaştırmadı. Ya da ben kalın kafalı olduğumdan faydamın artığını bir türlü fark edemedim. “Ne mutlu liberalim diyene!” şeklinde bir slogan neden yok ki, olması gerekir. Her şeyin serbest piyasada belirlendiği bir cenneti şiddetle özlüyorum. Daha fazla liberalizm talep ediyorum. Zinhar, asgari ücret istemiyorum, devlet çekilsin aradan beni ve patronumu baş başa bıraksın. Patronum ile ‘eşit’ koşullarda iş sözleşmesi yapmak istiyorum. Eğer piyasa gerektiriyorsa ben de 100 dolara çalışırım. Piyasa bu, boru değil! Benim emeğimin fiyatı da dünya piyasaları ile uyumlu olsun istiyorum. Çinli bir işçi ayda 100 dolara pek güzel yaşayıp gidiyorken, 1000 dolar aylık talep etmek densizlikten başka ne olabilir ki? Her şey vatan için, icabında. Obez, doymak bilmez, durmadan tüketmek daha çok şişmanlamak zorundadır. İşçilerin daha düşük ücret ile çalışması obeze daha fazla tıkınma olanağı yaratır. Artık tüm gezegen obez için tek bir emek ambarıdır Alman, Çinli, Iraklı, Mısırlı v.s her renk ve ırktan işçiler hazırdır en uygun fiyattan emek sunmaya saygıdeğer obez için. Bundan 20 yıl önce Almanya’ya giden işçilere sınıf atmamış gözü ile bakılırdı. Aldıkları ücretler Türkiye’de ev, arsa almalarına olanak sağlıyor, buralara gösterişli, gıcır gıcır otomobillerle gelmelerine izin veriyordu.
Şimdilerde Almancı olmanın tadı tuzu kalmadı. Dahası Amerika’dan da dönüp gelmeye başladı insanlar. Diyeceğim o ki, emek için dünyanın hiçbir yeri cennet sayılmaz artık. Tüm dünyanın işçilerini gezegen ölçeğinde tek bir sınıf bilinci ile davranmaya davet etmek hiç de modası geçmiş sosyalistlerin fantezisi gibi görünmüyor bugünlerde. Gezegenin her yanında, işçi sınıfının haklarını en aza indirme noktasında genel bir saldırı devam ediyor. Her şey ne kadar da obezden yana. Daha tuhafı şu ki obezin obez olmasının insanlığın faydasına olduğuna ilişkin saçma bir fikir yaygın destek buluyor. Yani işsiz,yoksul ,aç insan aslında bu vaziyetin doğru olduğuna ikna edilmiş durumda. Bir nevi felç durumu yaşıyor emekçiler. Kendilerine sadaka verecek olanlara minnet duygularını sunmaya hazır, köpekleşmiş yığınlar hızla çoğalıyor. Ama çok şükür ki, ikilem içeren ruh halleriyle minnet duygusunu nefret ile beraber büyütüyorlar. Şöyle bir soruya ne yanıt vermek gerekir acaba? Bu gezegenin tüm obezleri sürü halinde intihar etmeye, mesela balinalar gibi kıyıya vurmaya karar verirlerse acaba ne olur? İnsanlık insanlığından ne kaybeder? Doğrusu şu ki obezlere hiç ihtiyacımız yok ama onların da toplu halde intihara niyeti yok. Her insülin krizinde bir yolunu bulup ayağa kalmayı beceriyorlar. Ama onların bu kriz anlarının bedeli insanlık için her defasında daha çok yıkım, felaket
ve daha ucuzlamış emek olarak ortaya çıkıyor. Ruhi Su’nun sesinden dinlemiştim o türküyü:
... Kıyamet dedikleri, ha koptu ha kopacak, Yoksuldan, haktan yana bir dünya kurulacak…
Merak insanı devrimci kılar...
yeniharman’ın editörü Kutlu Esendemir AKP’nin medyayı ele geçirme operasyonunu anlatıyor. Bilinmeyen, bilinip de anlatılamayan yönleriyle Sabah-atv olayı...
Aslında kapitalist sistem yapısal olarak tekrar tekrar krizler yaratma konusunda oldukça başarılı. İki yüzyıldan beri gezegende egemen sistem olmanın yarattığı güven duygusunun sersemletici etkisi altında. Her yaşadığı krizi nasıl olsa aşacakmış gibi bir yanılsama yaratma konusunda da epey başarılı. Ama iki yüz yıl insanlığın bu gezegendeki macerası için de kısa sayılacak bir süre. Daha önce yaşanan kapitalist kıyametlerin muhaliflerce yeterince değerlendirilmemiş olması bu durumun böyle devam edeceği izlenimi pekiştirmiş olabilir. Fakat yarın yeniliklere gebedir. Bu gezegenin dört bir yanında ‘yeniden devrim’in nasıl olacağını
şiddetle merak eden devrimciler yaşamaktadır. Üstelik Ekim Devrimi’ni yapmış olan dedelerinin, ninelerinin anlattıkları devrim hikâyeleri daha zihinlerinde tazedir. Devrimi, yeni bir dünyayı merak ediyorlar. Merak kışkırtıcı bir duygudur insanı devrimci kılar. Emekçiler, işçiler her aldıkları darbe ile sendelemişlerse de aynı zamanda öfke de biriktirmişlerdir. Öfke bir enerji biçimidir. Potansiyel bir enerjidir, her potansiyel enerji kinetik hale dönmek ister. Son söz; balinalar değil obezler kıyıya vursun. Nazlanırlarsa onları ikna etmek için elimizden geleni yapmaktan kaçınmayalım!..
23
Uluslararası İşçi Birliği - Dördüncü Enternasyonal’in 1 Mayıs açıklaması
Çürüyen kapitalizm bizi açlığa ve sefalete sürüklüyor!
‘Gıda krizi’ne karşı, sömürülen yığınların mücadelesini yükseltelim!..
Uluslararası İşçi Birliği - Dördüncü Enternasyonal korteji - Porto Alegre
Her 1 Mayıs’ta, işçiler olarak 8 saatlik çalışma saati için verdiğimiz ‘Şikago şehitleri’ni hatırlıyoruz ve onların mücadelelerini kapitalizmin sömürü ve baskısına karşı tüm işçi sınıfının ve halkın vermiş olduğu mücadeleyle birleştiriyoruz. Aynı zamanda, geleneksel olarak, kapitalizmin verdiği zararları onarmak için sosyalist bir devrimin gerekli olduğunu vurguluyoruz; ve son olarak, çeşitli sebeplerle dünyanın her yerinde devam eden diğer haklı mücadelelerle de dayanışma çağrısını yapmak için buluşuyoruz. 1 Mayıs’ın bu derin anlamı, bugün her zamankinden daha büyük bir önem taşıyor. Son haftalarda birçok ülkede gıda fiyatlarının artışına karşı bir dizi ayaklanma yaşandı. Elbette bunun gelişi belliydi fakat son haftalarda durum, giderek fakirleşen kitlelerin dayanamayacağı kadar kötü bir noktaya vardı. Dünya Bankası direktörü Robert Zoellick, bu durumu, “Gezegenimizin gördüğü en vahim gıda krizlerinden biri,” diye açıklıyordu. Geçen yıla oranla genel gıda fiyat artışlarında yüzde 48, pirinçte ise yüzde 75’lik bir artış oldu.
24
Birleşmiş Milletler organları ve farklı medya kuruluşları bu gibi artışların özellikle Burkina Faso, Marfil Kıyıları, Mısır, Gine, Gine Bissau, Haiti, Endenozya, Fas, Moritanya, Mozambik ve Senegal gibi ülkelerinde görüldüğünü bildirdi. Dünya Bankası “33 ülkede, gıda fiyatlarının artışlarındaki yükseklikten ötürü yoğun sosyal krizlerin yaşanılabileceği potansiyeller oluştuğu” konusunda uyarı yaptı. Söz konusu ülkeler dünya üzerindeki en yoksul ülkeler arasındadır ve bu ülkelerde ayaklanan kitleler nüfusun en yoksul kesimlerini oluşturmaktadır. Durum, gerçek anlamda ‘dünyanın açlarının ayaklanması’ olarak görülebilir. Birleş Milletler’e göre, yaklaşık 800 milyon kişi açlık çekiyor ve bir insanın alması gereken gıda miktarının altında besleniyor. Onlar için, bu fiyat artışları, daha az yemek bulma ya da yediklerindeki kalitenin azalması anlamına gelmiyor; daha da beteri, açlıktan ölüme mahkum edildikleri anlamına geliyor. Yani, 21. yüzyıl kapitalist sisteminin planları tarafından sürdürülen gerçek bir soykırım yaşanıyor. Tam bu noktada ‘açların ayaklanması’ bir ölüm-kalım
savaşını ifade ediyor. Bu ayaklanmalar arasında, Birleşmiş Milletler’in ‘mavi kasklı’ları tarafından askeri işgal altında tutulan Haiti halkı ve Mısır’ın El Mahalle şehrindeki binlerce tekstil işçisinin eylemleri öne çıkıyor. Senegal ve Burkina Faso’da da işçi sınıfı isyanların merkezinde yer aldı. Bu ülkeler bize, dünyanın her yerinde işçi sınıfının, kendi fiziksel yaşamının devamını sağlamak için, kapitalizme karşı mücadelede verilebilecek bir cevabın hazırlanmasının hem gerekliliğini hem de aciliyetini gösteriyor. Her ne kadar en fakir ülkeleri daha derinden etkilemiş olsa da, ‘gıda krizi’ dünyanın her yerinde hissediliyor. Petrol zengini olan fakat gıda maddesi ithal etmek durumunda olan Venezüella’da, gıda kıtlığı ve yokluğu işçilerin maaşlarında aşınmaya neden oluyor. Meksika, bir zamanların geleneksel tarım üreticisi olan bir ülke olarak ‘üretim egemenliğini’ kaybetti ve NAFTA’yı (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması) takip eden yıllarda başlıca ithalatçılardan biri haline geldi. Ünlü ‘mısır lavaşı’ bile lüks bir yiyecek maddesi haline gelmeye
başladı. Gıda üretimi ve ihracatçısı konumundaki Brezilya’da, genel tüketilen gıda ürünleri olan kara fasulye ve pirinç fiyatları, geçen sene toplamda yüzde 207 ve sadece son ayda yüzde 21 arttı. Tarihsel olarak dünyanın tahıl ambarı olan, nüfusunun on katı bir nüfusu besleyebilecek olan Arjantin’de bile, işçiler ve halk gıda kıtlığından mustarip. Emperyalist ülkeler de bu artışlardan azade değil: İtalya ve Fransa’da makarna ve tereyağı fiyatlarında artış yaşandı; ABD’de ise 2007’de ortalama yüzde 4 oranında görülen fiyat artışıyla, 1990 yılından beri en yüksek artış gözlemlendi. Fiyatların artışı üretimdeki azalma ya da kıtlıktan değildir. Tam aksine, ileri teknoloji ve üstün toprak işleme yöntemleri ile ana gıda maddelerinin her hasadında daha fazla verim alınıyor. Bu düzenli artış, dünya nüfus artışından daha fazla… Ama öte taraftan, gittikçe daha fazla insan bu ürünleri satın alamaz hale geliyor. Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Planlaması direktörü Josette Sheeran’a göre, “Bugün açlığın yeni bir yüzüyle karşılaşıyoruz; piyasada gıda
arzı olmasına rağmen her seferinde daha fazla insan ana gıda maddelerinden mahrum kalıyor.” Uzmanlar bu krize hızlı bir çözüm bulunamayacağını ve krizin birkaç sene daha sürebileceğini öngörüyor. Dünya üzerindeki milyonlarca aç insan için çok vahim bir bir durumu ifade eden bu görüş, emekçiler ve yoksul kitleler açısından ciddi bir tehdit anlamına geliyor. Peki, üretimde artış olmasına rağmen, gıda fiyatlarında neden yükseliş var? Bu soruya verilecek cevap tüm açıklığı ile çürümekte olan kapitalist emperyalist sistemin gayrı insani ve mutlak anlamda akıl dışı niteliğini açığa çıkaracaktır. Bu sistemin niteliğini belirleyen temel özellikler şunlardır: Gıda fiyatı piyasalarına hükmeden birkaç şirket giderek daha büyük bir gücü elinde topluyor ve bu şirketler kendi kazançlarını artırmaktan başka bir şey düşünmüyor; zaten fiyatları yüksek olan belli başlı birkaç ürünü öne çıkaran uluslararası tarım sektörü, dünya nüfusunun beslenmesini umursamıyor; milyonlarca çiftçi topraklarından sürülüyor; temel gıda maddeleri biodizel yakıt üretiminde kullanılıyor; gıda pazarı kapitalist spekülatörler ve parazitler tarafından ‘iddia kumarhanesi’ne dönüştürülüyor...
Ekonomik kriz sorunu daha da derinleştiriyor
Uluslararası İşçi Birliği – Dördüncü Enternasyonal (UİB-DE), ‘gıda krizi’ni ve fiyat artışlarını kapitalist sisteminin en derin yapısal eğilimlerinin bir sonucu olarak tarif ederken, diğer yandan, bu temel sorunun başlamakta olan küresel iktisadi kriz tarafından tetiklendiğine dikkat çekmektedir. Emperyalist ülkelerin hükümetleri şimdiden 600 milyar doları sadece küresel ekonomik krizi frenlemek ya da en azından yumuşatmak için harcadı. Onlar, bankaları ya da bu sorunla ilgili şirketlerin sorunlarını çözmek için çabalarken, açlık sorununa eğilmek akıllarına bile gelmiyor. Tam tersine, gıda fiyatlarındaki artışlar patronlar sınıfının bizleri işçileri olarak tutmak ve bu ekonomik krizin bedelini bize ödetmek için kullandığı bir yöntemdir. Aynı zamanda, dünya gıda pazarı, ‘geleceğe dönük sözleşmeler’ sistemi ile her seferinde daha çok bir iddia kumarhanesine benzemektedir. Öyle bir kumarhane ki, şu anda sabit pazarda spekülasyon yapan kapitalistler yeni ‘oyuncu’larını toplamış, şimdi de metaların üzerine doğru ‘iş’ yapmaya ilerlemekte, özellikle petrol, madenler ve tohumlar üzerinde ‘balon etkisi’ yaratarak, talebi yapay olarak artırmaktadır. Bununla beraber, büyük petrol şirketleri ve spekülatörler, Bush hükümetinin politikalarının yarattığı Ortadoğu’daki istikrarsızlıktan faydalanarak petrolün varil fiyatını 100 doların üstüne sıçrattı ve bu da gıda fiyatlarını doğrudan etkiledi. Dediğimiz gibi, işçiler ve kitleler için yollar yağışlı…
Kapitalizm dünyadaki açlık sorununu çözemez
‘Açlık isyanları’nın çıktığı yerlerde kapitalizmin verdiği ilk cevap ağır bir baskı oldu. Aynı zamanda, Dünya Bankası gibi uluslararası
Haiti’de açlık isyanları!..
Gıda ürünlerindeki fiyat artışlarını protesto eden göstericiler Birleşmiş Milletler askerlerinin vahşi saldırılarına maruz kaldı. Bir kaç gün önce binlerce Haitili sokakları gıda fiyatları üzerindeki aşırı artışı protosto etmek için doldurdu. Zaten aşırı yoksullukla boğuşan Haitiler daha da yoksullaştılar.Bir kaç gün öncesinde Batay Ouvriye (Sınıf Mücadelesi – Haiti Sendikal Konfederasyonu) kukla Rene Preval hükümetine günlük 2,95 dolar olan asgari ücretin kabul edilemez olduğunu ve hiç bir emekçinin günlük 12 doların altında hayatını idame edemeyeceğini belirtmişti. -Hatta bu rakam hükümetçe de kabul görmekte, hükümet bu rakamı 8 dolar olarak hesaplamakta- Haiti nüfusunun yüzde 80’inin 2 doların altında bir geliri olduğu kabul edilmektedir. Gösteriler kendiliğinden gelişti ve birçok gösterici hükümetin yer aldığı ulusal saraya ‘Açız!’ sloganlarıyla yürüdü. Pirinç, meyve ve süt ürünlerindeki fiyat artışından hükümetin sorumlu olduğunu vurgulayarak, hükümetin istifasını ve ülkede bulunan Birleşmiş Milletler (BM) askerlerinin de geri çekilmesini talep ettiler. Eylemcilerin başkanlık binasına girmeyi denemesi sonucunda polis ve Minustah’a (Birleşmiş Milletler Haiti’yi İstikrarlılaştırma Misyonu) bağlı askerler kalabalığın üzerine ateş açtı. Bölgedeki muhabirlere göre kitle hedef alındı ve öldürmek amacıyla ateş açıldı. Süren gösterilerin ardından en az 5 ölü ve 40 aşkın yaralı var.
kurumların ve dahi emperyalist hükümetlerin ‘derin endişeleri’ni belirttikleri, müzakerelere ve acil tedbirler uygulanması gereğine vurgu yaptıkları doğrudur. Bunlar, bu krizin devamını sağlayan şirketlerin haklarını koruyanların tarafından dökülen ‘timsah gözyaşları’dır. Ama aynı zamanda ‘açlık isyanları’nın ortaya çıkardığı manzaradan korktuklarını ve bu dünyayı temellerinden yıkabileceğini fark ettiklerini göstermektedir. En iyi durumlarda bile, verdikleri cevaplar, açlık çeken ülkelere yapılacak ‘insani yardım’ların artırılmasından öteye gitmiyor. Öyle bir cevap ki, son birkaç on yıldır, sadece açlık sorununu çözememe kapasitesini göstermektedir; çünkü ne bunu becerebiliyor, ne de sorunu temellerinden değiştirmeyi hedefliyor.
Uluslararası İşçi Birliği bu vahşi saldırıyı kınıyor ve Haiti halkıyla tam bir dayanışma içinde olduğunu belirtiyor. Yine bu olaylar tüm dünyaya ve Haiti halkına bölgede bulunan BM gücünün emperyalist işgal kuvveti olduğunu göstermektedir. Ülkedeki barışı tesis etmek için ülkede bulunduğu iddia edilse de bu BM’nin ikiyüzlülüğüdür. BM gücü ülkede emperyalist planlar doğrultusunda konuşlandırılmıştır. Emperyalist planın askeri gücünü oluşturmaktadır. Bu plan Haiti halkını baskı altına alma ve sömürme planıdır. Bu durumu tersine çevirmek için mavi miğferlilerin ülkeden çekilmesini talep ediyoruz. Özellikle bunu BM askerlerinin her türlü ihtiyaçlarını karşılayan Latin Amerika ülkelerinin hükümetlerinden talep etmeliyiz. Tüm emekçi örgütlerine, sol örgütlere, anti-emperyalistlere ve demokratik güçlere hep birlikte aşağıdaki talepler etrafında mücadele için çağrıda bulunuyoruz. - Mavi miğferlilerin vahşi saldırganlığını kınıyoruz! - Haiti halkıyla dayanışmaya! - Kahrolsun kukla Preval Hükümeti! - Minustah Haiti’den defol! 9-4-2008 UİB-DE Not: Haiti’de durum halen normale dönmüş değil. Ülkenin kuzeyinde bulunan Minustah üssü de göstericiler tarafından yakılarak kullanılmaz hale getirildi, çatışmalarda birçok gösterici de yaralandı, ülkede olağanüstü hâl ilan edildi. Devlet Başkanı halkı yatıştırmak için başbakanı görevden aldı.
Birleşmiş Milletler’e bağlı tarım ve gıdadan sorumlu FAO gibi kurumların tüm eylem ve açıklamalarına tam bir acizliğin damga vurduğu görülüyor; bu, tam bir zavallılıktır. Karl Marx, 19. Yüzyıl’da, kapitalist sistemin işleyişinin, kaçınılmaz olarak, her seferinde daha büyük bir kesimi ‘artan sefalet’e sürükleyeceğini öngörmüştü. Bu açılım bugünün dünyasına en berbat yüzüyle yansıyor: Artan açlık, gezegendeki yüz milyonları etkiliyor. 90’lı yıllarda, SSCB’nin yıkılması ve eski işçi devletlerinde kapitalizmin tekrar kurulmasıyla, kapitalizm kendini tarihsel olarak ‘galip’ saydı ve sanki insanlık seviyesini artıracak tek yolmuş gibi sundu. Oysa bu ‘galibiyet’ten kısa süre sonra patlak veren ‘gıda krizi’ ve ‘açlık isyanları’ emperyalist kapitalizmin insanlığı hangi noktaya
sürüklediğini gösterdi. Öyle bir sistem ki, en basit insan hakkını garanti etmek kapasitesine bile sahip değil ve milyonlarca insanı açlıktan ölmeye mahkum ediyor. Gıda maddelerinin üretimi ve pazarlanması uluslararası şirketler ve büyük spekülatörler tarafından kontrol edildiği sürece, bu durumu değiştirmek mümkün değildir. Alternatif açıktır: Bu şirketlerin doymaz bilmeyen çıkarları ya da milyonlarca insanın hayatı. Biz, kendimizi dünyanın fakirleri ve sefillerinin yanında, ‘gıda maddelerinin sahipleri’ne karşı konumlandırıyoruz. Dünyadaki açlığı, ancak mevcut kaynakları rasyonel olarak kullanan ve emekçilerle dünya halklarının en temel gerekliliklerini karşılamak için küresel olarak planlanmış bir ekonomik sistem kesin olarak sona erdirebilir. Bunun için gerekli olan, iktisat dünyasına hakim olan tüm büyük şirketlere el koymaktır. Bu yüzden, emperyalist kapitalist sistemi alaşağı edecek bir uluslararası sosyalist devrimin gerekliliği konusunda kararlılığımızı tekrar vurguluyoruz. Bu perspektifle mücadelemize devam ederken, dünyada açlık içinde yaşayan kitlelerin durumlarını acil olarak hafifletecek çözümlere ihtiyaç vardır. Aynı zamanda işçilerin de açlık ve sefilliğin bir tehdit olarak günbegün yaklaştığını görmesi gerekir. İşçi sınıfı ve dünya üzerindeki kitleler hiçbir şey yapmadan oturup bu gerçeklikle yüz yüze gelmeyi bekleyemez. Fiziksel yaşamı sürdürmek için mücadele zorunludur. İşçi sınıfı, bu mücadeleye önderlik etmek üzere tüm yoksul kitlelerin başına geçmelidir. Bu yüzden, bu 1 Mayıs’ta, tüm işçi ve halk örgütlerine, sendikal ve toplumsal örgütlenmelere, dünya halkları ve işçilerinin açlığına son vermek üzere mücadeleyi örgütleme ve ilerletme çağrısı yapıyoruz. Uluslararası İşçi Birliği – Dördüncü Enternasyonal bu yolda tüm gücüyle savaşacaktır. Tek tek ülkelerin özgün koşullarına uyarlanarak detaylandırılacak genel eylem programımız şu temel maddelerden oluşmaktadır: Fiyatlar işçi ve halk örgütlenmeleri tarafından denetlenmelidir. Maaşlar, artan gıda fiyatlarına uygun olarak artırılmalıdır. Asgari ücretler, bir ailenin tüm temel ihtiyaçlarını (gıda, sağlık, eğitim ve yaşam) karşılayacak düzeyde belirlenmelidir. Büyük gıda şirketleri işçi denetimine geçmelidir. Bu şirketlerin tüm muhasebe defterleri işçi denetimine açılmalıdır. İnsanları açlıkla sınamaya son! Tarım tekelleri ve gıda sanayine tek kuruş verilmeksizin, tazminatsız olarak el konulmalıdır. Gıda da, sağlık ve eğitim gibi bir insan hakkıdır. Tüm devletlerin ve hükümetlerin görevi halka bunları sağlamaktır. Acil iktisadi eylem planlarının Halkın en temel ihtiyaçlarını, özellikle gıda ihtiyacını karşılamak üzere acil iktisadi eylem planları uygulamaya konmalıdır. Tüm bunları yaşama geçirecek işçi ve halk iktidarları için mücadeleye! Sao Paolo, 22 Nisan 2008 Uluslararası İşçi Birliği – Dördüncü Enternasyonal, Uluslararası Sekreterlik
25
ALi OSMAN COŞKUN Ne diyelim, canavarın gözlerine bakmaktansa, “yarının şarkısını söylemektense”, “bugün keşfedilebilecek ‘kaçış çizgileri’nin” peşine düşmekten vazgeçmeyecekler… Gözümle görmedim, asabım müsait değildi, anlattılar: Son İstanbul Bienali’nde, durup durup titreyen Lenin’den “oluşan” bir “iş” varmış…
‘Ben aslında halk için . çalısıyorum’ . .
Y
ok yok, beylik bir burjuva politikacısının ağzından çıkmıyor bu sözler… Çin sanatının ‘en tanınmış temsilcilerinden’ olduğu söylenen Yan Pei Ming’in sözleri bunlar. Son İstanbul Bienali’ni şereflendirmiş olanlardan olan bu zatı, ağzında purosuyla ve ‘biz yırttık sizden n’aber’ diyen ifadesiyle görüyoruz gazete sayfasında; ve ister istemez, ulan diyoruz, bu puro şahsiyete göre bu kadar mı farklı durur bir suratın orta yerinde?.. Bu sanatçı şahsiyetle yapılan röportajın başında gençlere öğütleri yer alıyor: “Zamanınızı anlayacaksınız, çok mütevazı olacaksınız, çok gururlu olacaksınız, zeki olacaksınız”… Üstad, gençlere; dişlerini fırçalamayı ihmal etmemeleri gerektiğini, spor yapmalarının iyi olacağını, hayata pozitif bakmakta fayda bulunduğunu söylemeyi unutmuş, ama o kadar olur artık… Ming IQ puanı vermiyor gerçi, ancak zekâ’dan kastının Amerikan ekolünün yüksek değer biçtiği “uyumluluk”a dair olduğunu, hattâ ‘uyanık’lığa işaret ettiğini anlamak için müneccim olmaya gerek yok. Resim yaparken müzik değil haber dinlermiş Ming, felâket haberlerinden beslenirmiş…19’unda Paris’e gelince, “bireysel düşüncenin esas olduğunu” görmüş; böylece “modernleşmiş”; “bireyci düşünmeye başladıktan sonra” yaratıcı olabilmiş… Bu işbilir Çinli, Paris’te Van Gogh’un resimlerini incelemeye alıyor, hemen; bunun kulağı daha kesik ya, Hollandalı’nın “fırçalarla nasıl hareket ettiğini, kaç kere yüzeye dokunmuş olduğunu” bir bir sayıyor; ancak yaratıcılığı dur durak bilmiyor, Van Gogh gibi küçük fırçalar kullanmıyor, kanındaki Taylorist-Fordist genlere başvurarak büyük fırçalara el atıyor: “Böylelikle kendi stilini” oluşturmuş; Van Gogh’un sadece “dokunuş tarzı”nı kullanıyormuş… Gayet uyanık, gayet analitik bir zekâyla karşı karşıyayız; ekonomizm koksa da, “herhangi bir ülke ekonomisi güçlüyse, büyük bir ülkeyse büyük sanatçıları vardır”, şeklindeki tespitlerinden de mahrum bırakmıyor bizi, sanatçımız… Suluboya portreler yapan ve Van Gogh rüzgârıyla ilerleyen kahramanımız, portrelerine “antiportre” diyor; zira, “portreler ya burjuvazi ya da iktidar için” yapılırmış; O, “farklı bir şey” yapıyormuş; O, “sanat” yapıyormuş… Üstelik, üstelik,
26
“sadece antiportre değil antiburjuva portresi” yapıyormuş… Portreleri 500 bin dolara satılmakta olan ve “güçleri elinde bulunduranlara karşı” olan sanatçımız, sağlam bir stratejiye sahip; duvarına illâ ki Mao posteri asmak isteyen kapitalisti de eli boş göndermiyor. Burjuvaziyi “ilkinde şoke ediyor, ikincisinde anlamasını sağlıyor, üçüncüsünde daha fazla almasını sağlıyor” muş… “Sanatın kesinlikle işe yaramaz olduğunu” düşündüğünü de saklamayan Ming, yine de “kesinlikle olması gerektiğini” söylemeden edemiyor. Niye mi? “Kesinlikle” konuşmayı seven üstad, “sanat bu. Pek çok yere sızabilir” buyuruyor… Siz başka bir şey mi düşünmüştünüz?
Bruce Lee olayı!
Bruce Lee meraklılarına duyurmuş olayım, işbu sanatçı Lee portreleri de yapıyor; der ki Ming, “fakir ülkeler ve dünyanın bütün fakir kesimleri Bruce Lee’ye hayran. Ee, ben de halk için çalışıyorum.” Röportajın son kısmı pek lezzetli; biz, bu kardeşimizin hiç sopa yemediğini zaten anlamıştık, ama o söylemeden yapamıyor: “Annem çocukken kavga etmemi yasakladı. Ben hayatımda hiç dövüşmedim”… Böylece, röportajı yapan gazetecinin
sözleriyle, “uslu erkek çocuk, yaramaz sanatçı” oluyor…Bu yaramaz çocuk, röportajı İsa-Papa üstünden kapatırken öyle bir lâf ediyor ki, bir yeniyetme olsam, “kopardı beni”, “koptum” gibi lâflar edebilirdim.Ama ben, babaannem rahmetli gibi, hani o eski insanlar tuhaf-ters bir şeyle karşılaştılar mı, kafalarını sallayarak, “lâ ilâhe illallâh” çekerlerdi ya, o “mood”a geçtim… Şöyle diyordu Ming: “Düşünce sahibi olunca kavga edemiyorsunuz”… Evet, “lâ ilâhe illallâh… ” Bu uyanık, cin fikirli, işbilir sanatçı türü dünya sanat piyasası denen tarlanın ürünüdür. Ming, eski usul, “resme de pek kabiliyeti var evladım” yolundan hasılatı topluyor, ama tarzı artık pek moda değil; 10. İstanbul Bienali’ne katıldı fakat çağdaş ya da güncel sanat havuzunun balığı sayılmaz… Şimdilerde, Nur Çintay’ın gözlemlediği üzere, “çöp adam bile çizemeyebilirsiniz. Çağdaş sanatın eski usul yetenekle alakası yok. Bütün mesele fikir. İyi, sağlam, ilginç bir fikriniz varsa, envaiçeşit teknikle ortaya sıkı işler çıkarabilirsiniz”, dönemi… Ben bu yazının eğlenceli bir yazı olmasını istiyorum. Sizlere başka bir örneği takdim ediyorum: Haluk Akakçe…Bu kez sanatçımız, Daliesk bir fotoğraan Daliesk bakışlarla bakıyor bize. Böylece geleneğe
sağlam bir yerden eklemlenmiş oluyor ve bizi de havaya sokuyor… Sanatçımızın başı üstünde, başı görünmediği için tam türünü çıkaramadığımız bir alıcı kuş (doğan, şahin?) görünmektedir. Uçmaya hazır olun… Fotoğrafın içine konmuş olan Akakçe cümlesi şöyle: “Tutunabileceğimiz tek şey kendi bireysel tarihimiz”… İyi mekteplerden geçip “star”lığa ve starların arasına yürüyen sanatçımızı Türkiyeli izleyici ancak 6. İstanbul Bienali’nde keşfedebilmiş. Oysa O, dünya sathındaki yürüyüşüne devam etmektedir. Meselâ, 2006’da, “Las Vegas valisinin davetiyle ‘Sky is the limit’ i yapmış. Bu, “şehir merkezinde başınızın üzerinde yer alan, dört blok boyunca devam eden, dev ekranlardan oluşmuş adeta bir kubbe”ymiş.Bu ekranlardan ne izleniyordu; röportajda bundan söz etmek kimsenin aklına gelmediğinden, öğrenemiyoruz… Röportajcımızın, yani Ayşegül Sönmez’in hakkını vermek gerekiyor; şöyle bir soruyla sıkıştırıyor sanatçıyı: “Beş sene önce böyle değildin. Birdenbire mi sosyalleştin? Mesela Hüsnü Şenlendirici’yle ne zamandan beri arkadaşsın?” Akakçe cevaplıyor: “Londra’ya taşınmamla ve Isabella’yı (efsane moda editörü Isabella Blow) tanımamla hayatım değişti. Bir sürü insanla tanışmaya başladım. Rock starlar, Naomi Campbell, Simon Le Bon…” Öğreniyoruz ki, Akakçe’nin yaşadığı ortam “çok sürreel” bir ortam. “Hiç bir araya gelmeyecek insanlar bir araya geldiğinde çok iyi şeyler çıkıyor”muş… Çıkar. Sanatçı, popüler kültürle ilgileniyor ve “zamanının sanatçısı” olduğunun farkında… Ey Puşkin, sen yazmıştın, belki okudular belki okumadılar; zamanımızın bir kahramanı olmak için “bilmek” gerekmez, “yapmak” yeter…Akakçe, Bach’ı, Blondie’yi bırakıyor, İsmail Tunçbilek dinlemeye başlıyor…
Nasıl bir uyuşturucu?
Sönmez, hakikaten “nabzı” buluyor ve soruyor: “Sanat nasıl bir uyuşturucu?” Cevap: “Roxy Music’de bir şarkısı vardır Bryan Ferry’nin, Love is the drug (Aşk bir uyuşturucudur), bence sanat o tarz bir uyuşturucu. Çünkü sanat, normal gözle gördüğümüz dünyaya farklı bir bakış açısıyla bakma olasılığı verdiği için, hayatımızı zenginleştirdiği için, bulunduğumuz gerçekten başka bir
gerçeğe taşıdığı için öyle… İddia ediyorum: rahatlıkla alışkanlık yapabilir!” Şimdi biz de, “sosyalist hacıağa” sığlığıyla davranacak değiliz. “Uyuşturucu” lâfını paranteze alarak, “özde” yabana atılamayacak lâflar ettiğini kabul edeceğiz, Akakçe’nin. Ming’den daha “dolu” bir şahısla karşı karşıyayız. Ming türü bir sanat esnafından ötesi var Akakçe’de: “Bir sanatçının hissederek ve kendi içinden geldiği için bir işi üretmesi gerekiyor. Üretim nedeni topluma bir şey göstermek, ispat etmekse bunu kendi varlığını içine atarak yapması gerek. Bence politik sanat adı altında, fotoğraf makinesi alıp gidip çarpık kentleşmeyi, başörtülü kadınları çekip duvara koyanlar, sanatçı değil. Bunun çok daha iyi örneklerini televizyonda, gazetelerde görüyoruz zaten. Sanatçı sadece kendi tarihini, bilgisini, tecrübesini, ümitlerini, mutluluğunu, sevgisini işe kattığı ve kendine ait bir dil ile bunu anlattığı zaman özgün bir iş yapmış olur. Son on yılda Ortadoğu’ya ilgi artmaya başladı. Bienaller aracılığıyla küratörler, egoları yüzünden, daha aykırı olabilmek için politik sanatı ortaya koydular. (…) Batı’dan olmayan herkes, yaşadığı coğrafyaya ilişkin bir çarpıklık bulup bunu Batı’ya deşifre etme yoluna gidiyor. Sanat, duygusal bir şiir yazmak gibi bir şeyken tüm kişiselliğini, büyüsünü yitirip toplumsal bir projeye dönüşüyor.” Alıntıyı uzun tuttuğumun farkındayım. Bu sözlerin, kendi içinde bir “sıhhat” taşıdığını düşünüyorum, çünkü. Öyle, gayet modadır diye, burjuvaziye küfredip küfredip kucağa tırmanmalarla işi yok. O zaten “orada”. Sanata da “temiz” yaklaşıyor ve “farkındalık” taşıyor. Bu noktadan itibaren, Akakçe’nin söyledikleri, net biçimde “sınıf ” kavramı üstünden düşünebileceğimiz, adıyla sanıyla “burjuva ideolojisi”yle hesaplaşabileceğimiz alandadır: Evet, “Jeff Koons’dan ziyade Andy Warhol hayranlıkla baktığı kişi”dir, Akakçe’nin; “artık hiçbirimizin özümüz hakkında konuşması kolay değil” fikrindedir; babası “balettir ve bunu arkadaşlarından” saklamıştır; “ortalama bir Türk yok”tur O’na göre; ve, ve… “Kelimeler, eskisi kadar önemli değil”dir. Sonra, o son cümle geliyor zaten; “Tutunabileceğimiz tek şey kendi bireysel tarihimiz. Kendimizi tanımak.” Demek ki, sanat âlemi “banal”likleri de daha “rafine” halleri de barındırıyor; bu bir kenarda dursun…Önemli olan, bu âlem’in ayağını bastığı zemin. “Ne ayak!..” başlıklı yazımda değindiğim hususları kurcalamaya devam edeceğim. Şu görülüyor ki, burjuvazi, bıçak gırtlağına dayanmadıkça itiraz etmeyecek; alacak,öğrenecek,yönetecek ve eğlenecek… Herkes egosuna, karakterine, fikriyatına göre yollar arayacak, “yolunu bulacak”… “Yol” nasıl bir yoldur? Meselâ birileri, bienallerle, fuarlarla vs. “kent kültürünü zenginleştiriyoruz”
diyecektir haliyle ve bu memlekette İstanbul’dan başka kent olup olmadığını düşünmeye bile fırsat bulamadan bir sürü insan sorularından vazgeçecektir; yahut, Ming pişkinliğiyle “biz aslında halk için çalışıyoruz” diyebilecektir ve demektedir de…Bu şık cümleler, işin altında, “farklı kesimler tarafından desteklenen bir pazarlama stratejisinin” bulunduğunu görmemize niye engel olsun? Kocaman vakıflar kuruyorlar, bu vakıflar kocaman organizasyonlara girişiyor; birileri hop oturup hop kalkıyor, ama en sivil toplumcu Ahmet İnsel bile şunu söylüyor: “Türkiye’de neoliberalizm ve askeri baskının yarattığı siyasî boşluğu dolduran sivil toplum kuruluşları, nihayetinde siyaset alanını boşaltmaya yarayan yeni bir tür siyasallaşmanın habercisi olmuşlardır.” Bilindiği üzere,vakıflar derneklerin aksine üye aidatlarına falan dayanmaz. Bu duruma işaret eden Sibel Yardımcı, vakıfların gelir getirecek projeler geliştirmek zorunda olduklarını belirtiyor. Böylece ne oluyor: “Aslında kâr amacı gütmedikleri halde, vakıflar da bu nedenle kolayca piyasanın işleyişi içine çekilirler.” Daha dobra dobra yazan Spivak, NGO’ların “küresel seçkinler sınıfının toplumun geri kalanıyla arasına mesafe koymasını sağlayan ayrılıkçı bir kültür’ün insanî yüzünü” temsil ettiklerini söylüyor. Bu “insanî yüz”, “bir tarafsızlık veya gündelik siyaseti aşma yanılsaması” uyandırmaya yarıyor… Marksistler, hep kültür ve sanatı araçsallaştırmakla suçlanmışlardır, suçlanmaktadırlar…Bu haltı göstere göstere ve de hakkıyla yapan sermaye olduğunda ise ağızları bıçak açmamaktadır. Yardımcı’nın deyişiyle, “sanat dünyası” “sanat piyasası”na, “bienal ve festivaller ise büyük turistik etkinliklere” dönüşmüşken, gördükleri düşleri hayra yormaktan vazgeçmeye niyetli görünmeyenler vardır. Şöyle: Hans Haacke adlı bir sanatçı, Cartier firmasının Güney Afrika’daki madenleri talan etmesine dikkat çekmek üzere, “Altın Kapı” adını verdiği bir yerleştirme yapar. Dev saat ve mücevher üreticisi Cartier, yerleştirmenin sponsorudur!.. Netice olarak sanatçımız eleştirelliğiyle doyuma ulaşmış, Cartier özeleştiri şıklığından başka şık saatlerinin ve mücevherlerinin yanına bir de şık bir “kültürel meta” koyma imkânına kavuşmuştur… İşte, Ali Akay bunu, “sanatçıların sermayenin silahını sermayeye doğrultmaları olarak okur.” Ne diyelim, canavarın gözlerine bakmaktansa, “yarının şarkısını söylemektense”, “bugün keşfedilebilecek ‘kaçış çizgileri’nin” peşine düşmekten vazgeçmeyecekler… Gözümle görmedim, asabım müsait değildi, anlattılar: Son İstanbul Bienali’nde, durup durup titreyen Lenin’den “oluşan” bir “iş” varmış… Çok eğleniyorlar, çoook!..
Bruno olmak...
Ankara devlet tiyatrosu bu sezon çok önemli, önemli olduğu kadar güzel bir oyun sergiliyor: ‘Giardano Bruno’. Düşün tarihin önemli karakterlerinden Bruno. Durukan Ordu da gerçekten çok güzel canlandırmış Bruno’yu. İnsan ondan başka biri oynayamaz diye düşünüyor izlerken. Başka şeyler de düşünüyor insan, insanlık tarihini, düşünce tarihini ve değişenleri o günlerden bu günlere… Bruno bir İtalyan generalin oğludur. Yani güçlü bir adamın oğlu. Babası asker olmasını istese de o bu yolu seçmez, çeşitli tarikatlara girer çıkar genç yaşında. Bruno gerçekleri söylemekten vazgeçmeyen bir insandır ve sürekli soru sorar, eleştirir. Pek tabii dönemin papazları tarafından yaylım ateşine tutulur gene aynı sebepten, bu kaçınılmazdır. Esas meseleyse Bruno’nun bir Endülüs eseri okumasıyla başlar. Bu eser onu sarsar. Okuduğu, kiliseye göre yasak bir kitaptır. ‘Yasak’ kitaplar okumaya devam eder Bruno. Okumakla kalmaz öğrendiklerini savunur. Özellikle astronomide kilise görüşlerine kafa tutar. Bütün bu kafa tutmalardan sonra Bruno’nun bir yerde kalıcı olması imkansız olmuştur. Bütün Avrupa’yı dolaşır, gittiği yerlerde üniversitelerde dersler verir, münazaralara katılır, savunduğu şeyler çok alkış alır, bir o kadar da düşman kazandırır kendisine. Tanrının içimizde, dağda, taşta her yerde olduğunu savunur Bruno, esas riyakarlığı kendisinin değil Tanrı’yı kiliseye hapsedip onun yetkisini kullandığını söyleyenlerin yaptığını anlatır durur. Bütün bu söyledikleri, savundukları, kiliseyi bir şeyler yapmaya mecbur kılar çünkü haksızdırlar, tükenmiştir çareleri. Kendini davet eden bir ikiyüzlünün oyununa gelir Bruno, engizisyon tarafından tutuklanır. 8 yıl boyunca tarif edilmez işkencelere maruz kalır. Sürekli savunduklarından vazgeç derler o vazgeçmez. “Savundukları olmadan insan nedir ki?” der. Onu insan sesine hasret bırakırlar delirme noktasına gelir ama hiçbir zaman düşüncelerine sırtını dönmez, onları savunmaktan bir an vazgeçmez. 8 yılın sonunda kilise onu ne yapacağını bilemez, yenilmiştir kilise, özgür düşünceyi yok edememiştir. Ve Bruno’yu sivil mahkemeye gönderirler. Onlara göre Bruno engizisyonda yargılanmayı hak edemeyecek kadar kötüdür, riyakardır. Sivil mahkeme kararını verir: Bruno kan dökülmeden öldürülecektir yani yakılacaktır. Karar okunur. Kararı okuyan sesi titrek yargıca Bruno şöyle der: “Bakıyorum da siz benden çok korkuyorsunuz çünkü batıla hizmet ediyorsunuz”. Yakılma günü gelir. Bruno papazın öpmesi için uzattığı haçı elinin tersiyle iter ve alevler eteklerini tutuştururken şöyle der: “Ben mücadele ettim ya, bu da yeter. Zafer kazanıp kazanmamak elimde değildi, ancak gelecek nesiller hakkı teslim edecek, Giordano ölümden korkmadı diyecekler. Ben hakikat için ölümü seçtim, siz ölü gibi yaşamayı yeğlediniz!” İnsan izlerken düşünüyor, ne değişti? Günümüze bakalım, savundukları yüzünden ölenler, işkence görenler, hiç de uzak değil. Sivas’ta 33 canı yitireli ne kadar oldu, unutulabilir mi onlar? Behçet Aysan’ın, Metin Altıok’un şiirlerini okurken, Hasret Gültekin’in, Nesimi’nin türkülerini dinlerken unutabilir miyiz Sivas’ı, gözlerini kin bürümüş, kana susamış Madımak önündeki binleri, onlara hiçbir şey yapmayan polisi askeri (aynı polis eylemlerde emekçilere; Newroz’da Kürtlere cop darbelerini, kurşunları reva görmüşken) unutabilir miyiz? Metin Göktepe polis elinde öleli, Hrant öldürüleli, Mahirler, Sinanlar, Denizler öldürüleli ne kadar oldu? Unutulabilir mi onlar? Onlar da Bruno gibi düşündüklerine hiçbir zaman arkalarını dönmemişken, ölümün onlara yakın olduğunu biliyorken bile bildikleri yoldan vazgeçmemişlerken unutabilir miyiz onları? Bruno etekleri tutuşurken der ki, “Gelecek nesiller hakkı teslim edecek, Giardano ölümden korkmadı diyecekler.” Dediği oldu. 1889da İtalyan hükümeti Giardano’nun yakıldığı yere heykelini dikti, eserlerini özenle bastı. Evet öldükten 200 sene sonra insanlar Bruno’yu anladılar, utandılar ona olanlardan ve heykelini dikerek alınlarındaki kara lekeden kurtulmaya çalıştılar. Bruno’ya yapılanların lekelerinden kurtulduk diyelim, ya geriye kalanlar. Hep 200 seneler mi geçecek bizim utanmamız için, hep 200 senelerden sonra heykeller dikip kurtulacak mıyız lekelerimizden, bu kadar mı kolay yapılanlardan arınmak? 1600’lerden bu yana değişen hiçbir şey yok; özgür düşünce hâlâ korkutucu, hâlâ istenmiyor ve hâlâ insanlar düşündükleri için öldürülüyor. Değişmeyen bir şey daha var: Hâlâ Brunolar var. Yakılıyorlar ama var olmaya devam ediyorlar. Özgür düşünceyi savunan son Bruno düşmedikçe de mücadeleye devam edecekler, düşüncelerine arkalarına dönmeden, onurluca. Evet, özgür düşüncenin mücadelesi devam ediyor; onu savunduğumuz sürece bu mücadele devam edecek ve biz hiçbir zaman alışmayacağız Brunoların ölmesine. Çünkü bizler ölü gibi yaşamayı değil gerekirse hakikatler uğruna ölmeyi seçiyoruz ve insanlık alnında biriken bu korkunç lekelerden ancak böyle kurtulacaktır. Alışmadan, mücadeleye devam ederek...
m
burcu mengüsoglu . 27
Baska . benim istedigim . türlü bir sey
Tüm dünyaya öfkeyle tükürüp birinci elden yaşamamız gerektiğini gösterebiliriz. Birer kukladan daha fazla olduğumuzu, tarihin de böyle insanlarla dolu olduğunu hatırlatıp yüzlerine çarpabiliriz. Bir araya gelirsek, bu rüya gerçek olabilir...
H
er sabah uyanır, duşa girer, diş fırçalar, giyinir, parfüm falan sıkıp evden çıkarız. İşe ya da okula gider bütün gün yorgunluktan ölüp belki de akşamları kimilerimiz ek iş yapıp eve geç saatte döner değil mi? Üstelik yorgunluktan tükenmiş… İşte o tükenmişlik anında çoğumuzun içindeki o anlaşılamaz belli belirsiz sızıyı hiç düşünme şansınız oldu mu? O kadar derine gömmüşüzdür ki hissetmekte çok zorlanır; hissedersek de anlam veremez, sinir bozukluğu deyip geçiştiririz. “Şimdi nereden çıkardın bunu?” diyeceksiniz. Klasik olacak ama geçenlerde bir akşam evdekilerle otururken, ki bu akşam genç vatandaşlarımızın muhteşem bir klasik müzik gösterisini izlediğimiz güzel bir akşamdı, valide sultan konservatuar okuyan piyanist bir arkadaşın çok güzel çaldığını fakat geleceğinin ne kadar belirsiz, üzücü ve zor olacağını söyledi. Bir an için ne demek istediğini anlayamadım ve işte o içimdeki sızıyı daha da büyütüp canımı acıtacak hale getiren açıklamasını yaptı. Para, para, para… Mübarek hepimiz Napolyon’un küçük üvey kardeşleri olduk. Para için birbirimizi satıyoruz, soyuyoruz, öldürüyoruz. Paranın amaç olmaması gerektiğini söyleyen o sızı… İşte o sızıyı gerçekten duyabilen ve bunu merak edenlerdenseniz farklı bir dünya hayalime hoş geldiniz. Çünkü o sızı hayatlarımızı bize oldukça alakasız ve uzak istekleri, başkalarının isteklerini yaşamaya çalışarak geçirmemizden kaynaklanmaktadır. “Ne demek şimdi bu? Ne alaka? Ben böyle düşünmüyorum! Bu ne saçmalık!” demeyin ve biraz kendi derinlerimize inelim.
Sınav, sınav, sınav!..
Çok da geriye ve derine inmeye gerek yok. Şöyle lise yıllarına baktığımız zaman, hepimiz, adı o zaman ne olursa olsun, ÖSS, ÖYS, ÖSYS veya YDS, bu tarz sınavlardan geçmişizdir. Hâlâ da bunları aynı derece acımasızca yaşayan arkadaşlarımız var. Peki, bu sınavların ana politikası nedir? Dershanelere, özel hocalara milyonlarca, pardon YTL’lerce, para harca ve sınavı mutlaka kazan! Çünkü bütün hayatın buna bağlı! Tüm sosyal hayatından, zevklerinden, seni sen yapan her şeyden alt tarafı bir seneliğine vazgeçiver canım. Yani RUHUNU bir yıllığına askıya al! Üniversiteye girince istediğini yaparsın. Şimdi bana itiraz edenleri duyuyor gibi oluyorum. Ben demiyorum ki ÖSS’yi boş verin gitar çalın, gerçeği onu yapacağımız gün de gelecek! Şu an için ÖSS geçilmesi zorunlu bir engel ama hepimiz o engeli dikkatli aşmalıyız. En azından benliğimizi koruyarak, ruhumuzu satmadan çünkü
28
karakterleri işlenir. Hiç bunun bizlere, “Oh ben o kadar değilim, mutluyum ben ya!” dedirterek bizi avutmaya, oyalamaya çalışmak olabileceğini düşündünüz mü? Ya da bizi televizyonun karşısına kilitleyip saatlerce hiçbir şey anlatmayan zırvalarla beyinlerimizi doldurdukları? O da başka bir yazının konusu… Ben, kendi hayatımız için kendi hayallerimizden, isteklerimizden daha önemli şeyler olabileceğini düşünmüyorum. Bizlerle avutuluyoruz ama “biz” birinci çoğul kişidir ve önce “ben” olabilmelidir. Gerçek bir toplum olabilmenin de koşulu budur. Ben diyemediğimiz bir ülkede, dünyada ne biz olabilir ne de onunla birlikte gelen kavramlar: eşitlik, özgürlük, kardeşlik gibi…
Domuzcuklar...
o engelin arkası öyle sakat ki yanlış bir hareket sizi parazit böcüklerin arasına götürür. Parazit böcükler kim mi? Onu da konuşacağız ama önce şu ÖSS’yi bir halledelim. ÖSS bizleri sürünün tıpkısının aynısı parçalarından biri haline getirme arzusunun ilk aşamasıdır. Birkaç yüz küsur kişiyle denemelere girilir falan, yaptığımız her şey didik didik incelenir, planlarımızın ve hayallerimizin bizi ‘başarı’ya götürüp götürmeyeceği konuşulur ve ‘zararlı’ düşünceler zorla silindikten sonra para ödeyen müşteriye, affedersiniz ailelerimize garanti verilir. Bu tipler çok fazla enerji harcamak istemediklerinden bizlere de garanticiliği aşılar ve aynı dümdüz yolda gözlerimiz güneşten kamaşmış kör topal yürümemiz sağlanır. Bu yolda emin ve garanti adımlarla ilerlememiz, heveslerimize kapılmadan bizden istenenleri büyük fedakârlıklar göstererek, pardon gerçek hayata alışarak yerine getireceğimizden emniyet vererek yaşamamız beklenir. Dikkat ederseniz ne kadar çok düzeltme yapmak zorunda kaldım; bu iş gerçekten de bu kadar yanlışlarla doluysa biz ne halt edeceğiz?
Para, para, para!..
ÖSS’yi az ya da çok kayıpla geçtik bir şekilde ve üniversiteye kapağı attık. Aslında o tercih süresi de tam bir muammadır. Bize ne istediğimiz sorulmaz, direk en çok parayı hangi meslekle kazanabileceğimiz söylenir. “Bilmem ne mühendisi ol, doktor ol, fotoğrafçı olup ne
yapacaksın, aman kızım sinemacı olursan açlıktan ölürsün, boş ver sen onu, yok üstüne de cart master’ı yap, curt doktorayı da çaktın mı, ooh ömrünün sonuna kadar yetecek parayı kazanmış olursun!” Ne güzel değil mi? Tabii bu arada ömürden kaç ömür gittiğini sayan yok değil mi? Gani gani paraları saymak daha güzel! Ne hoş gerçekten!
İnekler tedavülden kalktı
Neyse hadi üniversiteye girdik diyelim yine bizden eşekler gibi çalışmamız beklenir, inek kesmiyor artık; neden de, iyi bir iş bulabilmektir. Yine tabii ki çook ama çoooook para kazanabilmek için! İyi stajlar yapmamız, uygun bağlantılar kurmamız, okurken çalışmamız istenir. Rakip sayısı çok hepsini ezmeliyizzz! Hâlbuki dört yıl uzaktan öyle gözükmese de kısa bir süre. Bir insan gençliğinin en güzel yıllarını hayatının tadına vararak mı, yoksa masasına kapanmış android gibi salyalarını akıtarak ders çalışarak mı geçirmelidir? Bu, bahsettiğim dönüşümün, özür dilerim yok oluşun ikinci ve en ciddi aşamasıdır. Sonucunda genellikle günlerini mutsuz geçiren, neden mutsuz olduğunu da anlayamayan, başkalarının ihtiraslarını sorumluluk adı altında ulvi bir şekilde yerine getirdiği için mutlu olduğu düşündürülen ama bunu hissedemeyen koyunlar çıkan fırından. Tek fark koyunlar şirin olur… Örneğin, birçok ‘Amerikan’ filminde bize çok benzeyen ama bizlerden daha da kötü durumda olan, işinde, evinde mutsuz amca
İşte insanları kendi ipleriyle oynatmak isteyen domuzcuklar insanın en derin korkusunu, en büyük zayıflığını, kendi benliğini ortaya koyamamasını kullanarak hepimizi kolayca yönetebileceği kuklalar haline getiriyorlar. Oysa ki başka bir dünya, içinde herkesin hayalince, kendi kişiliğiyle yaşayabilme özgürlüğüne sahip olabildiği, sahip olduğu benliğini kaybetme korkusu olmadan eşitçe yaşayabildiği bir dünya en doğal haktır. İşte parazit böcüklerden olmamak budur. Kendi fikirlerimizle kendi istediğimizce yaşayabilmektir. Başkalarının fikirlerini yani ikinci el hayatları yaşamak değil, bir birey olabilmek, dünyada kalıcı, özgün ve özel bir yer edinebilmektir. Kendi içinde farklılık göstermeyen insanlardan oluşan topluluklar göğe çıkarılsa da, tarihe dikkatle baktığımızda bugünkü yaşamın güzelliklerini bize sunmuş olanlar hep kendi hayallerinin peşinden koşan insanlardır. Para kazanmak uğruna ruhlarını satmış insanlar değil; sadece yapmak istediklerini yapmaya çalışmış insanlardır. Bunların çoğu topluluklar tarafından dışlanmış, hayatlarını zar zor geçirmiş insanlardır ama biz öyle bir dünya hak ediyoruz ki amaç para kazanmak değil, istediğimiz işleri yaparken emeğimizin doğal karşılığı olarak para kazanabilmektir. Bunu elde edebilmek için tüm dünyaya öeyle tükürüp birinci elden yaşamamız gerektiğini gösterebiliriz. Birer kukladan daha fazla olduğumuzu, tarihin de böyle insanlarla dolu olduğunu hatırlatıp yüzlerine çarpabiliriz. İşte böyle bir şey benim istediğim ve şarkıda söylediği gibi bana hayalperest diyebilirsiniz ama bir araya gelirsek bir gün rüyam gerçek olur…
m
egemen celik .
KARUN TAHTA
Bahar aylarına doğru üniversitelerimize uğrarsanız, ‘kariyer’ günleri adı altında öğrencileri koyun gibi güden bilimum yönetici bozuntularını görmek imkânına sahip olursunuz...
‘Bilim itaatsiz olana ihtiyaç duyar’
B
ilimin ‘bağımsız’ ya da ‘özerk’ niteliğinden genelde bahsedilir. Akademik çevrede bilimin her şeyin üstünde olduğu periyodik bir biçimde vurgulanmaktadır. Yani anlayacağınız yeryüzünde bombalar patlarken, çatışmalar yaşanırken, doğanın ‘altın’dan girip üstünden çıkılırken bilim ve onla uğraşan saygıdeğer bilim insanları tüm bu yaşananların dışındaki ‘hayal’ âleminde takılıyorlarmış. Tabii bu tarz nitelemeleri bizzat bazı şirketlerde ‘danışman’ olarak çalışan ya da kısacası CEO’lara yataklık eden sevgili araştırmacılar ya da akademisyenler yapıyor ve bu durumu da tahmin edecekseniz, ‘ülke ekonomisine’ katkı babında yapıldığının üzerinde duruluyor; ama bu kazançların nereye gittiği malum, sokaktaki insana gitmiyor. Peki, nedir aslında bu ‘özerk’ olan? Öncelikle, bilim kendi üzerinde hiçbir otorite tanımaz, anlayacağınız ucundan ‘anarşizan’ bir yapısı var. Hiçbir ideolojiye göre şekillenemez, bundan kastım, yapılan gözlemlerde ya da oluşturulan kuramlarda herhangi bir ideoloji veya öğretiye uygunluk aranmaz. Bunu belirtmemdeki sebep geçmişteki bazı pratiklerden yola çıkmam. Aksi durumda ise bilim üstünde görünmeyen bir el oluşur, buna tahakküm de diyebiliriz; bu da bilimin tarihsel gelişmesine ve birçoğumuzun sevmediği kelime olan ‘özüne’ ihanet niteliği taşır. Bu söylenenler, bilime tüm toplumsal etkileşimlerden ‘bağımsız’ kalma ayrıcalığı sağlamaz. Şöyle bir tarihe dalarsak; materyalizmin ağırlığının hissedilmesiyle birlikte Avrupa’da Sanayi Devrimi başlamış, bu yeni atılım, bilimi tekniğe yöneltmiş ve ivmeli bir şekilde büyümesine yol açmış. Ekonomi politikteki dili ise, bilim ve teknolojinin 18.yüzyıldan itibaren meta üretiminde kapladığı alanın ister istemez genişlemesidir. Buna örnek, yeni gelişmiş fabrikalar, buharla çalışan gemiler ve makineler gibi… Bilimin bu gidişattaki rolü de üretim araçlarının niteliğinin artırılması ve bu sayede az maliyetle daha fazla artı-değer üretimine gidilmesiydi. Tabii bu radikal değişiklik, toplumların gelişme seyrini büyük oranlarda yukarılara çekmiştir. Marks da bu konuda –her konuda olduğu gibi- şunu belirtmiştir: ‘Sanayi yoluyla, doğa bilimleri insani yaşama pratik olarak karışmış ve onu dönüştürmüş ve doğrudan doğruya insandışılaştırmayı tamamlama durumuna karşın, insani kurtuluşu hazırlamışlardır.’ Yani insanın makineleşme süreci ile üretim ilişkileri zorunlu bir şekilde kol kola yürümek zorundadır. Peki, ‘özerkliğe’ dönecek olursak, bilimin göreli de olsa ‘özerkliği’ nerde durmakta? Aslında bilim insanları az da olsa bir özerliğe uzun yıllar boyunca sahip oldular. Ancak özellikle doğa bilimlerindeki alanların gittikçe ayrışması ve bu alanlarda çalışmanın ciddi maliyet getirmesi bilim insanlarının özgürce hareket edebilmelerini kısıtlamıştır. Bunun sonucunda da bilim, sermaye tarafından desteklenmek
zorunda kalmıştır ve tek taraflı bir bağımlılığa gitmiştir. Yani tarihsel gelişime paralel olarak bilim, zorunlu bir biçimde de olsa üzerinde zebani gibi sermayenin boyunduruğu altına girmiştir. Aslında bu da bilimin günümüzde kimin hizmetinde bulunduğunu açık bir biçimde açıklıyor. Bilgi üretimi de tarihte örnekleri olan atom bombasına, kitle imha silahlarına dönüşmüştür. Doğa bilimlerinden, yeni teknolojiler üretiminde yararlanılırken, sosyal bilimlerde ise egemenlerin işlerine gelen üst yapı modelleri üretilmesine gidiliyor. Bu alanlar ise, ekonomi, hukuk siyaset gibi, toplumun tüm ana damarlarını biçimlendiren etmenler. Her şekilde sermayedarlar, kontrolü bu araçlar sayesinde mutlaklaştırılıyor. Buradaki temel amaç, bu bahsettiğim ‘teknolojik’ yeniliklerle yaratılan ve bir daha kapanmamak üzere açılan yeni pazarlarla, sermayenin ev sahibi gibi her yere konmasını ve serbestçe dolaşmasını sağlamak. Bu aslında zorunlu ihtiyaçlardan kaynaklanıyor, yani üretim ilişkilerinin bilimin gelişmesindeki rolüdür. Örnekleyecek olursak, Toricelli’nin geliştirdiği hidrostatik bilimi İtalya’nın dağlardan gelen akarsularının düzenleyerek kontrol altına alınması gerekliliğinden doğmuştur. Tabii ki bu durum dolaysız yoldan sağlanmamaktadır. Şirketlerin her sene özellikle ‘güzide’ kurumlarımız olan üniversitelere kapak atmasıyla bilim-üniversite-sermaye üçgeni sağlanmaktadır. Son yıllarda çokuluslu şirketlerin her tarafa yayılması ve ülkemizde üniversite öğrencilerine annenin bebeğini reklâm izlerken doyurması gibi, ‘iştah’ kabartan olanaklar sunması ile birlikte, kendi ülkemizdeki bilim üretkenliği akademik karakterini kaybetmeye başlamış ve tamamen ‘proje’ adı altında sermaye sahiplerine yeni pazarlar ve sahalar açma olanağı sağlamıştır. Üniversite-sermaye işbirliği de başta rektörler ve başımızdaki sülükler sayesinde güzide bir kurumsallaşmaya gitmiştir. Bahar aylarına doğru üniversitelerimize uğrarsanız, ‘kariyer’ günleri adı altında öğrencileri koyun gibi güden bilimum yönetici bozuntularını görmek imkânına sahip olursunuz. Hangi sektörden olursa olsun, oraya gelen şirketler, kendi kurumlarını yağlayıp, ballayarak öğrencilere satmaktadırlar. Öğrenci cephesinden bakarsak ise, valla buradan onlara şöyle yapın böyle yapın diye öğüt veremem; ama işin özünde ne olduğunu kavramalarını sağlamak da mümkündür ve hatta daha öteye geçerek onları ikna etmeye kadar götürebilir. Bu ‘zararsız’ yatırımcılar haliyle öğrencilerden belli özelliklere sahip olmalarını beklerler. Genelde öğrencilerden boyun eğen, uslu çocuk olmaları beklenir. Bağımsız, yaratıcı düşünmeye teşebbüs edenler ise tu kaka olur ve üvey evlat muamelesi görür.( Moda deyimle ‘ötekileştirilirler’). Tüm bu gidişatın teorik zeminini oluşturmak bizzat bilim insanlarına düşmektedir. Sermayeye arkasını yaslamış, kar odaklı hale gelmeye
başlamış bu kurumlar –üniversiteler- ‘girişimci’ lakabı altında anılmaya başlanmıştır ve bu durumdan pek de memnun gözüküyorlar. Bunu savunan ‘yekpare’ öğretim üyelerimize de haliyle ‘girişimci’ bilim insanı denilmiştir. Özel ya da vakıf üniversitelerinde yayılan bu kavram, gittikçe devlet üniversitelerinde kullanılmaya başlanılmıştır, özellikle ‘güzide’ olanlarında. Bu sermaye-üniversite işbirliğinde devlet ise hangi rolü üstleniyor? Devlet babamız, bilim kurumları -artık nasıl bilim kurumuysa- aracılığıyla işlevini Ar-Ge projeleriyle sağlamıştır. Devletin yaptığı şey, üniversitelere ayrılan payı artırmak yerine, bu kaynağı sermayeye aktarmakta, sermaye üniversiteyle Ar-Ge projesi hazırlayarak bu paranın bir kısmını üniversiteye bir kısmını da araştırma görevlisine vermektedir. Yani devlet burada her yerde olduğu gibi sermayenin yardakçılığını yapmaktadır. Bunun sonucunda da sermayedarlar karlılık oranlarını katlayacak yeni sahalar elde etmiş olurlar. Ayrıca bu üniversite-sanayi işbirliği de ‘teknopark’ adı altında kurulan mekânlarda güzelce işletilmektedir. Böylelikle üniversitelerde, piyasanın gereksinimleri doğrultusunda bilgi üreten kurumlar haline gelmektedir. Üniversiteler bilim ‘yuva’sından çok para yuvasına doğru bir sapkınlığa yol almaktadır. Bu son iktidar zamanıyla birlikte ülkenin nadide kurumları olan TÜBA ve TÜBİTAK tamamen kadrolaşma alanı olmuştur ve hatta bu kurumları ‘gözetmeyle’ görevli olan bakan da eski diyanetten sorumlu bakandır. Bu kadrolaşmanın bu hükümette dönemde olması ise daha önceki hükümetlerin koalisyon olmasından dolayı bu kurumların özerk yapılarının devam etmesine yol açmıştır, yani anlayacağınız adamlar paylaşamadıkları için bu kurumları özerk halde bırakmışlar. Ayrıca bu kurumların sahip oldukları cirolar öyle azımsanacak boyutlarda da değil. Eklemek istediğim bir şey daha, çok kaba olacak; ama bu ülkede bilimin yerinin nerde olduğu da bence ilk ‘resmi’ bilim politikasının cumhuriyetin kurulmasından 60 sene sonra oluşturulmasından anlaşılabilir. Bu işin ‘teknik’ boyutu, bir de işin ‘ideolojik’ boyutu da var, bazı ‘çokbilmiş’ akademisyenlerin televizyonda çıkıp, iktidar borazanlığı yapmaları. ‘Demokrat’ ayağını yatıp, dolaylı yoldan her şeyin güllük gülistanlık olduğunu demeye getirmeleri cabası. Bu insanlar hafta sonu eklerinde boy gösterirler, şov yaparken de etraftan topladıkları kafa karıştırıcı (aynı zamanda terminolojiyi mahveden) kelimeler kullanarak, yaşadığımız siyasi ve sosyal gelişmeleri maskelemeye çalışırlar. Bir de üniversitelerde bilimselliğe baltalamak isteyenler var. Malumunuz yığınla dağıtılmış ve kuşe kâğıda basılmış abuk sabuk ‘yaratılış’ atlasları, kara kitaplar gibi... En son, bir üniversitede düzenlenecek olan ‘Genetik Kongresine’ Yahyacıların sızmak istediklerini duydum. Ne işiniz olur sizin, genle DNA ile. Hatim indirmeye devam edin siz en iyisi. Anlaşılan önlem olarak kongreye bendeniz
Karun Tahta’nın da katılması gerecek. Program da çok dolu şimdi, işe bak yahu. Ayrıca Harun Yahya’nın ya da Adnan Hoca’nın ‘nadide’ eserlerini ilköğretim okullarındaki kütüphanelerinde son zamanlarda görmek mümkün olacakmış. Kitapların içeriği malum, evrim düşmanlığı ve yaratılış gerçeği… Bunla yetinilir mi hiç Fethullah Hoca’nın ve Said-i Nursi’nin ‘kutsal’ kitapları da yanında eşantiyon. Geçen günlerde de, Adıyaman’daki bir yerel gazetede yazan bir yazara dava açılmış, sebep ise ‘Hoca Efendi’’ye hakaret ve hatta savcılık, adama ayağını denk almasını tembihleşmiş. Bunların hepsi yukarıda bahsettiğim sürecin, tabii ki gericilikle birleşerek pratikteki yansımaları. Başka bir ‘hal’ de üniversitelerdeki yaşananlar üzerinden bir ‘güvenlik’ sorunu yaratılmış olması. Neyse bilim yuvalarının kimlere teslim edildiği de ortada sanırım. Sorumuzu yanıtlamaya çalışalım en iyisi, bilim nasıl ‘özerk’ olur ya da gerçekte ‘özerk’ olması mümkün müdür? Tüm toplumsal değişimlerden bağımsız kalamaz bilim bu bir. Bilimin bugün bu işleve sahip olmasına neden olan durumlar değişmeden, bilimin bu niteliği ortadan kalkmaz. Bu değişim ise tabandan gelen bir radikal altyapı devrimiyle mümkün olur. Bunla uyumlu olarak, işçi sınıfının talepleri ile üniversitedekilerin taleplerinin aynı ortamda dile getirilmesi kaçınılmaz bir hal almıştır. Bilimsel özgürlük, evreni ve toplumu sorgulamak yerine, sermaye için ‘proje’ üretmekle kazanılmaz. Üretim sürecinde dereceleri farklı da olsa emekçi kitleyle, bilgi üretiminde başat rol oynayanların birlikte hareket etmeleri, birlikte seslerini çıkarmaları gerekmektedir. Ancak somut olarak, kısa vadede akademisyenlerimiz sermaye-araştırma bağına karşı direnmek ve pazarlanan bilime dur demek için örgütlenmek zorundadırlar. Aslında genel olarak baktığımızda bu gidişatı tam anlamıyla özümsememiz, her şeyin acımasız ve köktenci bir eleştirisini yapmamızdan geçiyor başat olarak. Düşünsel merkeze bunu koyup, hayatta olup bitene yabancılaşmadan, tavrımızı belli etmemiz gerekiyor. Bu görev de en çok bilim insanlarımıza düşmektedir. Kişisel kanaatim, bilim insanların biraz anarşist ruhlu olmaları ve bilgi üretiminde belki artık kullanmadıkları ‘sorgulamayı’ günlük hayatı elekten geçirirken de uygulamalarıdır. Tüm bunları yaparken, unutmamaları gereken, emekçi kitlelerden ayrık bir biçimde, kendi bilimsel özerkliklerini kazanamayacaklarıdır. O yüzden bu 1 Mayıs ve gelecek 1 Mayıslarda emekçilerle birlikte bilimsel, demokratik ve özerk bir üniversite sloganını yüksek sesle ‘baştakilere’ duyurmaları gerekmektedir. Bilimde bilmediğimiz şeylerin bir hayli fazla olduğunu düşünürsek, bilim insanlarının zaman kaybetmemeleri gerekmektedir. Son olarak da değerli bir düşünür olan Adorno’nun sözüyle ‘şimdilik’ susmayı tercih edeyim: “Bilim, itaatsiz olana ihtiyaç duyar.”
29
GÜLNUR ELÇiK
P
Pippa ‘kötü yola’ düstü! .
ippa’nın, ailesinin ve arkadaşlarının vermek istediği mesajın Albert Camus’nün Yabancı’sında belirmesi tesadüf değildi: “Mutluluk bir yerde ve her yerde hiçbir şey beklemeden dünyayı ve insanları sevmektir.” (1) Kadınların hiçbir şey beklemeden bir şeyler yapmak istemesinde alışılmadık bir şey yok ve fakat asıl sorun sanırım kadının bunu her yerde yapmak istemesi... Şimdiye dek gelinliğini bohçasında taşıyanların verdiği mesajları alamamış olmak da, bir AB Projesi gibi geçilemeyen yollarda kadın olmanın bütçesi değil miydi aslında? Pippa belki de, bir kadın olarak, hiçbir şey beklemeden her yerde olma isteğinin reçetesine yabancıydı... Spivak’ın köklerini havada yakaladılar! (2) Gelinliğinde yaşayanlar Kadınların sorunu temelde, mekanlarla aralarındaki ilişkinin, bakışaçılarıyla eşdeğerde özgürleşememesi sorunu olduğunu sanıyorum. İşleyen mekan, kadınlar için çoğu kez tehdidin geçirgenliğine tekabül ediyor. Ve hatta yabancılaşmak bazen tesadüfi korunaklılık için rahatlık imkanı da sunabiliyor (Kadınların deneyimleri üzerine düşünmeye başladığımdan bu yana, eskisinden az ya da çok tehlikeli olmayan boş sokakların sonuna varmak, benim için çoğu kez cam engellerle dolu bir yarışı tamamlamak olarak tezahür ediyor). Mekanın kadının ruhu üzerindeki etkisi, iç ve dış mekan arasındaki gerilimden okunuyor aslında; Pippa “dışarıya” tam da “evden bir malzemeyle”, gelinlikle açılıyor. Bu anlamda Panapticon’u aşmak, kadınların gözetlendiği alanları açmak anlamına geliyor. Çünkü Panapticon’u aşmaya çalışan kadınların neredeyse tümü, asla özgür değil ve fakat “aykırı” imajıyları, kadını görünür kılan bütün aytıntılarıyla birlikte çeşitli fantaziler üzerinden seksüel bir çağrışıma konu ediliyor. Çünkü dış mekanını zorlayan kadın aynı zamanda kendi alanını ve bu alanı tutkallayanları da zorluyor. Tansu Çiller başbakan olduğunda “Tee uzaklardan onun güzelliğini görmeye gelen gazeteciler efsanesi”, cinsel yönelimini ortaya koyabilecek “cesarete” sahip olduğu şaşkınlığıyla ağırlanan lezbiyenlerin, aynı cesurluğu talep eden cinsel fantezilere konu olması ya da başörtülü kadınların görünür olmaya başlamasının ardından başörtülü kadın pornosu diye bir şeyin ortaya çıkmış olması.... Daha bir sürü örnek... Yani erkekler çeşitli mekanları zorlayarak alanlara el uzatan kadınları sadece bedenleriyle görmekte ısrarlı. Bu bakışaçısı, kadının gücünü gösterecek her türlü ifadeye/harekete/ göstergeye olan tahammülsüzlüğü de ortaya koyuyor aslında.. 15 nisan 2008 tarihli “Neden” programında Gökhan Oral “.. cinsel saldırı ya da tecavüz, cinsel uyarılma ya da cinsel boşalma amaçlı bir eylem değildir. Bu nefretin erotize olmuş formudur. Yani burada erkek cinsel organı ya da erkek bizatihi kendisi silahtır ve o kadını öldürmese bile fiziksel olarak ruhunu öldürür” diyerek taciz ve tecavüzü bir nefret suçu olarak tanımlarken, bu tahammülsüzlüğün kadınlar üzerindeki bedensel fiilinin sınırsızlığını da açıkça ortaya koyuyordu. Genelevleri konuşmadan nefret suçlarını nasıl konuşacağız peki? Şurada, burada değil; her gün genelevlerde tecavüze uğrayan kadınların vicdanından aklanmadan, neyi
30
konuştuğumuzu nasıl bileceğiz? Genelevleri olan bir ülkenin başbakanı, tecavüze uğrayıp ölüdürülen bir kadının annesinden özür dilese kim inanacak? Ey Türk, ne güzel titriyorsun... Şşşşt, kıvırtamadan ama! Erkek doğası efsanesinin mucizevi Türk erkeği ile buluştuğu nokta, bir Türk erkeğinin her erkek kadar sekse düşkün ama hedefine aldığı kadınların dışındakilerin namusunu korumaya diğer ülkelerin erkeklerinden daha hevesli olduğudur. Eş, kardeş kadın ya da annenin sınırlarının dışına çıkan milli bir koruma refleksi(mi)dir bu! Bütün tatilci genç kızların sert Türk erkeklerine baygınlığı imajını pohpohlayan medya , bir yandan da Türk erkeklerine duyulan bu talebi yabancı erkeklere biçtiği “süt çocuk” görüntüsüyle açıklayarak, heteroseksizm ile kıl, tüy arasında naçizane bir ilişki de kuruyordu. Bu meselenin milliyetçilikle bağlantısı, Bacca’nın yabancı olması değil, “yollarda gezinen” (başıboşluk?) bir yabancı kadının, Türk erkeklerine, erkekliklerine hayran kadınlara rüştlerini ispat için vazgeçilmez bir fırsat sunduğudur. (3) Uluslararası kalkınma verilerinde yoksulluk çizgilerini zıplatan kadınların, taciz, ensest, pedofili gibi konularda çizeglelere dahil olamaması, cinsel saldırının istatistiklere bütünüyle yansımayan suçlar sınıfına girmesi gibi bir deneyimle karşı karşıyayken, millilik dediğimiz şey kalkınmak üzere olan yamuk bir ülke deneyiminden başka bir şey sunmuyor. İşte bu yüzden; bütün bunları işaret edecek olan da yine kadınlar olmak zorunda kalıyor. “Taciz, tecavüz” gibi kelimelerin bizatihi kendisine karşı korunaklı bir alan yaratma tepkisini gösteren pek çok kadın, kendisine doğrudan yöneltilen “tacize uğradınız mı?” sorusuna ya “arkadaşım uğramıştı” diye giriş yapıyor. Yaşamı çok dar bir alanda dönüp duran kadınlar içerisnde cesaretini toplayabilenleri ise apartmanın girişinde, dolmuşta ya da çocuğunu parka gezdirmeye çıkardığında tacize uğradığını söylüyor. Çünkü tacize uğramak, dedim ya, sadece kendi mekanının dışına taşmakla ilgili bir durum neticede... Koş Pippa koş, Oya tayt giyme... Pippa sohbetin, muhabbetin habercisi olarak geçmek istedi bu topraklardan... cilveli olduğu gerekçesiyle öldürülen Sevgi Ağuş’un, piercing taktığı için öldürülen Alev Er’in, beyaz tayt giydi denilerek öldürülen Oya Can’ın muhabbetine konan yasak, bu kadınların katillerinin gönülleri, ülkenin bütün “namusuna düşkün erkekleriyle beraber” haksız tahrik indirimiyle ortaya salındıktan sonra, barışl dediğimiz şey ne kadar cinsiyetsiz olabilir ki? 1. Albert Camus, Yabancı,4. basım, Çev: Vedat Günyol, İstanbul: Can Yayınları, 1996, arka kapak 2 . “Her yer benim yurdumdur.... kapıyı kapatıp, yünlü yatağıma uzandığımda, işte yurdumdayım” diyordu Spivak. Gayatri C. Spivak, Köklerim Havada , Çev: Osman Akınhay, birinci basım, İstanbul: Agora, temmuz 2007 3. Bu fırsatın neden her türlü güçlü-güçsüz (fiziksel güçten bahsediyorum) ilişkisinde ortaya çıkamayacağını da bir devletin kadınlara ilişkin politikalarının boyutlarını düşünerek açıklayabiliriz sanırım.
Feto! Feto! Feto!..
“Feto’nun tarikatçıları” başlıklı yazıyı yazan gazeteci tutuklandı. Adıyaman’ın Gerger ilçesinde yayınlanan Fırat gazetesinin sahibi ve köşe yazarı Hacı Boğatekin, “Feto’nun tarikatçıları” başlıklı yazısı nedeniyle başlatılan soruşturmada, “Adil yargıyı etkilemeye teşebbbüs ettiği” gerekçesiyle tutuklandı. Boğatekin, Fethullah Gülen’den “Feto” diye bahsettiği için savcının kendisine, “Bu ifadeyi düzetlmezsen seni yakarım” dediğini öne sürmüştü. *** Cemaat hassas... Eskiden dokunsan ağlarlardı; oysa şimdilerde kafaları kızdıkça sopa gösterir hale geldiler. Bir zamanların marjinal tarikat lideri, artık “koskoca ülkenin Fethullah Gülen Hocaefendi”sine dönüştü. Nasıl olur da kendisine Feto dermiş gazeteci?.. Geçenlerde bir öğrencim “yıllarca Ecevit’e Eco, Demirel’e Çoban Sülü dedik, gıkları çıkmadı” dedi... Diğeri atladı hemen “Hazret, peygamber seviyesine erişti herhalde... yakında fotoğrafını basmak da yasaklanır.”
ESRA ARSAN Evde mutlu kal gelmeler!... 2008’in en geri zekalı reklamı ödülünü kime vereceğimiz belli oldu: Taç adlı şirketin TV reklam metnini “evimde mutluyum ben!” minvalinde yazan yazara ve yönetmene... veya artık her kimse bu saçmalığa alet olan, onlara... Reklamı TV’de göreniniz vardır; kadın kapıdan kocasını işe uğurlar ve evde bulduğu perde, çarşaf, yorgan, havlu, artık ne bulduysa onlarla sevişip koklaşmaya başlar... Bu arada, güftesi şöyle olan bir şarkıyı seslendirmektedir: “Monoton diyorlar hayatıma... Hadi ordan canım... Perdeme bakarım ben...
Renklenir günüm hemen... Severim nevresimi... Deseni anlatır beni... Bakma ona göremezsin... Yatak örtüm duvak gibi... Evimde mutluyum ben... Yok hiçbir şeye değişmem... Evimde mutluyum ben... Havluları Katlarım... Bornozları koklarım... Ruhuma yer açarım... Bak elimde taçım... Buraların sultanıyım... Taç bende taç bende... Evimde mutluyum ben!” Pes be kardeşim! Alt tarafı perde satacaksınız.
Peygamberinizin doğum gününü hatırlamayı unutmayınız!.. AKP iktidarının işbaşına gelişinden beri unutmamamız, kutlamamız gereken günler ve haftalar listesi genişledi. Ama bunlardan birisi var ki, hakkikaten bir fenomen olarak hayatımıza girmiş durumda: Kutlu Doğum Haftası... Hazreti Muhammet’in doğum günü olduğu söylenerek, tam tarihi bilinmese de, her yıl ne hikmetse 23 Nisan haftasına denk getirilen bir zamanda gerçekleşiyor Kutlu Doğum şenlikleri. Tüm yurtta, yavru vatanda ve dış temsilciliklerde... Kutlamalarda ilkokul talebesi türbanlı kızlar şarkı söylüyor, şiir okuyor, “sevgiliye
mektuplar” yazılıyor, yarışmalar düzenleniyor... İslamcı basın, Kutlu Doğum haftası şenliklerine geniş yer verirken, Peygamberin doğum gününü unutup da kutlamayan “diğer” basınımıza veryansın ediyor. Bakın bu inci kanal 7’den: “Peygamberimiz Hz. Muhammed’in doğum günü olan dün, gazetelerde yer bulamadı. Sadece Radikal gazetesi, 13. sayfasında Avni Gürel’in ‘Sevgilinin doğum günü’ başlıklı yazıyı tam sayfa olarak verilirken, Milli Gazete’de ise birkaç yazarın köşesinde yer bulabildi. Kutlu Doğum Haftası ile ilgili geniş şekilde yazılar yayınlayan ve ekler
veren gazetelerde ‘Doğum günü’ ile ilgili haber bulunamaması okuyucularımızın dikkatinden
En korkusuz başbakan!
Rusya’da yayımlanan Moskovskij Korrespondent gazetesinde Devlet Başkanı Vladimir Putin’in 25’lik jimnastikçiye aşık olduğuna ilişkin haberini gören Hürriyet gazetesi editörleri yılın fotomontajına imza attılar zannımca... Baksanıza, Özbek asıllı eski milli jimnastikçi Alina Kabaeva’nın seksi pozuyla Putin’in üst dekolteli “balık avı(!)” fotoğrafı nasıl olup da böylesine ustalıkla biraraya getirilmiş... Bu iki zat (özellikle de Putin) birşeyler yapıyorlar sanki, ama ne?.. Üstelik bu eylemi gerçekleştirirken de biz okurların gözlerinin içine bakıyorlar... Fotoğraf, gazetenin sürmanşetinde; haberin devamına göndermek için ise spot altına şöyle yazmış birinci sayfa editörü: “Ritmik jimnastik 5. sayfada!” Ne hayal gücü yarabbim! 5. sayfada ne felaketler gelecek başımıza acaba? Biz sanattan, edebiyattan, tiyatrodan korkmuyoruz; lakin, başbakan devletten aldığı maaşla kendisini eleştiren sanatçıdan korkuyor anlaşılan. Piyeste siyasi mesaj veren oyuncu yasaklı, oyun sansürlü... Başbakan(lar) sadece ABD’den değil, tiyatrodan da korkuyor zaar.
kaçmamıştı.” So what?.. Ajda Pekkan’ın dediği gibi...
At sırtında tecavüz...
Toprak Mahsulleri Ofisi’nin (TMO) krize neden olan çeltik satışında en büyük payı, şaibeli mısır ithalatında Maliye Bakanı Kemal Unakıtan ‘ın oğlu Abdullah Unakıtan ile birlikte hareket eden Akel Şirketler Grubu’na verdiği ortaya çıktı. TMO’nun satış yaptığı dönemde çeltikten üretilen pirinç fiyatları yüzde 58 artınca, Akel TMO’nun satışından büyük kâr elde etti. TMO’nun yaklaşık iki hafta önce yaptığı toplam 31 bin 452 tonluk çeltik satışında, Akel Şirketler Grubu’na ait Ak-Ün Gıda Sanayi 4 bin 39 ton, Yetiş
Gıda Sanayi ise bin 647 ton alım yaptı. Böylece Akel Şirketler Grubu 5 bin 676 ton ile TMO satışından yüzde 18’lik pay aldı. Peki, ne demiş Bakan Unakıtan bu iddialara?: “Benim oğlum tavukçuluk işiyle iştigal ediyor, pirinç işi yapanlarla mısır işi yapıyor, pirinç işi yapmıyor.” Nohut işi yapanlarla mercimek, darı işi yapanlarla da arpa işi yapıyordur o... Lakin, onun tavukları ne yerse yesin altın pirinç yumurtluyor galiba! Ayçiçeğiyle beslesinler sizi...
İtalyan aktivist Pippa Bacca’nın trajik biten barış turunun ardından tabloid gazetecilerin aklı hafsalayı zorlayan fantazmlarından bir örnek de Vatan gazetesinden... Haberin başlığı “Bari Kontes’i koruyalım”. Bu kez bir Alman Kontes, Türkiye üzerinden benzer bir yolculuğa çıkıyormuş. Berlin Kontesi Renate von Hardenberg, kültürlerarası diyalog mesajı vermek için Dubai’den Berlin’e at sırtında kat edecek. 410 ay sürecek yolculuğunu Berlin’deki Branderburg Kapısı önünde tamamlayacak olan Herdenberg, zorlu rotanın kendisini korkutmadığını söylemiş. Korkmasın tabii... Türk milletine güvensin... Anasına bacısına şimdiden Antalya’daki tatil yörelerinde yer ayırtsın... Gazete, sağolsun kontesin rotasını, konaklama yerlerini filan da vermiş okurlara; hani lazım olursa diye! Aman, kendisine çeki düzen versin, gelinlik melinlik giyemeye kalmasın, dekoltesini kontrol etsin... Tecavüze tahrik indirimi sağlayacak koşulları biraraya getirmesin; millet yol üstüne konuşlanmıştır şimdiden.
31
HAKAN GÜLSEVEN
hgulseven@reddiye.org
Takım elbiseleri ve ipek kravatlarıyla, sivri burunlu kösele ayakkabılarıyla, tam da birer İtalyan pezevengi gibi, aralarından geldikleri ama artık hiç umursamadıkları işçilerin alınterini peşkeş çekmek için coşkun bir heves içindeler…
B
Kravatlı pezevenkler topluluğu
u sendika ağaları kadar aşağılık bir zümre, bir kesim, bir cins var mıdır, bilemiyorum. Kravatlı pezevenkler topluluğu!.. Hayvanca yiyorlar işçinin alınterini. Öyle bir açlıkla, öyle bir ağızlarından yağlar, salçalar akıtarak, öylesine pişkin… 30-40 milyarlık maaşları, kimi zaman konfederasyon görevinden gelen 30-40 milyarlık ikinci maaşları, pavyonlarda yedikleri, yedikçe şişirdikleri ödenekleri, yollukları… Yetmiyormuş gibi ‘yıpranma’ tazminatları… Öyle ‘yıpranma tazminatları’ var ki, kimi sendika başkanları, yeniden seçilemedikleri takdirde, sendika kasasından trilyonları götürüyor, artık neden, nasıl yıprandılarsa… Makam araçları altlarında, kendilerini biçare işçilerin çobanı gibi görerek, hiçbir zaman renklerini uyduramadıkları pahalı takım elbiseleri ve ipek kravatlarıyla, sivri burunlu kösele ayakkabılarıyla, tam da birer İtalyan pezevengi gibi, aralarından geldikleri ama artık hiçbir bağları kalmayan, yabancılaştıkları, umursamadıkları işçilerin alınterini peşkeş çekmek için coşkun bir heves içindeler… Tek düşündükleri, o berbat açlıklarının yön verdiği zevksizlikle döşenmiş, her tarafı deri koltuklarla dolu kasvetli makamlarını yitirmemek; daha fazla, daha fazla yiyebilmek…
Pamuk Osmanlar
Gördünüz işte, her biri koca koca ‘işçi sınıfı’ lafları ederek, şişinip kasılıp işkembeden sallayarak, “1 Mayıs’ta Taksim’e mutlaka çıkacağız!” diye üfürerek, günlerce, haftalarca artistlik yaptılar. Sonuç? “Biz Taksim’den vazgeçtik!” Neden? “Hükümetimiz söyledi, provokasyon olacakmış!” İlaç niyetine, söylediklerinin bir tekini yapsalar… Hayır, itinayla bütün tükürdüklerini yaladılar, söylediklerinin bir
çekerken, bir yandan da kitlelerin muhalefet yeteneğini bütünüyle baskı altına almayı hedefliyor. Devletin eski sahipleriyle olan çatışmasında ise, hiç utanmadan, mazlum ve mahzun demokrat maskesini kuşanıyor... Aslında, geçtiğimiz günlerde 14 yaşındaki bir kız çocuğuna tacizden tutuklanan Türkçü-Şeriatçı ‘yazar’ Hüseyin Üzmez, bunların genel vaziyetini –ki kendisini de içinde görüyor- gayet güzel açıklıyordu:
‘Bilinçli’ takiyyeciler
tekini bile yapamadılar. Korkak ve haysiyetsizdiler. Hükümet ve vilayet, ve dahi emniyet, her söylediklerini yaptı; bu sendika ağaları ise, söyledikleri hiçbir şeyi yapamadılar. Provokasyonmuş! Yesinler provokasyonunuzu... “Biz AKP’yi Tes-İş salonlarında kurduk,” diye böbürlene böbürlene anlatıyordu ya Tayyip Erdoğan, işte bu 1 Mayıs da Tes-İş salonlarında satıldı. İşçi mücadeleleri o salonlarda pazarlanıyor. Halk düşmanı yasalar parlamentoda birer birer kabul edilirken, kravatlı pezevenkler göstermelik horozlanmalar dışında tek bir hakiki adım atmıyor. Varsa yoksa, sülük gibi yapıştıkları işçilerin ensesinde daha da semirmek, patlayıncaya kadar yemek. Bu nasıl bir motivasyondur, anlaşılır gibi değil!..
Orantılı orangutanlar
Her şeye rağmen 1 Mayıs’ta alana çıkan, kimyasal gazlara, coplara, ‘orantılı’ orangutan şiddetine karşı koyan işçiler,
emekçiler, bu sülükleri enselerinden söküp atmak zorundadır. Evet, bu memlekete bağımsızlığı, özgürlüğü, demokrasiyi getirebilecek tek güç olan işçi sınıfı, ilk savaşını sendika ağalarına karşı kazanmak zorundadır… Peki ya özgürlükçü, demokrasi yanlısı AKP’ye ve AKP’nin liberal şakşakçılarına ne diyeceğiz? İstanbul’da kitle hareketine yönelik son yılların en büyük saldırısını gerçekleştiren AKP mi demokrasiyi temsil ediyor? AKP’ye açılan kapatma davasına karşı, cinsiyeti belirsiz bir demokrasi cengaverliğiyle meydana atılanlar, sermaye grupları arasında ‘tanıştırmacılık’ işine soyunan Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığını demokrasinin zaferi olarak yorumlayanlar, bir de kolundaki kemikler paramparça edilen gencecik Cumhuriyet muhabirine anlatsınlar her şeyi en başından… Öyle bir süreç yaşıyoruz ki, AKP ülkeyi tam anlamıyla uluslararası sermayeye ve ABD’ye peşkeş
mSayı 20, Mayıs 2008, Aylık süreli yayındır mYayımcı: LM Basın Yayın Ltd. Şti. mİmtiyaz Sahibi: Tuncay Akgün mYazıişleri Müdürü: Hakan Gülseven mMüessese Müdürü: Ali Yavuz mTel: 0212 292 95 65 (4 hat) mFaks: 0212 245 38 06 mAbonelik: 0212 292 95 65 mBaskı: LeMan Matbaası, Alüminyumcular Sanayi Sitesi C-5 Blok No: 7-8 Hadımköy/İST. Tel: 0212 858 00 93 (Pbx) mGenel Dağıtım: D.P.P. A.Ş. mAdres: Firuzağa Mah. Defterdar Yokuşu No: 19 Beyoğlu / İstanbul
“Biz Malatyalılar, Battal Gazi’nin torunlarıyız. Bizim ceddimiz, papaz elbisesi giyerdi. Boynuna da kocaman bir haç takardı. Cihat yapmak için, Bizans içlerine dalardı. Yüce İslâm davasına hizmet için, belki bilerek günah da işlemiştir. Mesela bir Bizans Prensesi’nin gönlünü çelmiş olabilir. Haram olduğunu bile bile şarap da içmiş olabilir. Mesela bir kardinal kendisinden, kutsal şaraptan içmesini istemiş olamaz mı? Öyle bir durumda nasıl içmeyecekti? İçmeseydi Hıristiyan olmadığı ortaya çıkmayacak mıydı? Hangi savaşçı öyle bir durumda kendini ele verirdi? Bu, ideal sahibi olan imanlı savaşçıların yapacağı iş mi? Yüce dinimiz böylesi hallerde, gizlenmeye, (Yani takiyye yapmaya ve hatta zor karşısında zorbalara boyun eğmeye) cevaz veriyor…” Ya, işte böyle... Cüneyt Arkın filmlerini ‘tarih’ zanneden, haysiyetsizliği ve takiyyeciliği caiz gören Hüseyin Üzmez… Şeriatçıların ve Türkçülerin eli silahlı biricik kahramanı… Bizim kahramanlarımıza, darağacında altlarındaki sandalyeye tekmeyi basacak kadar cüretkar Denizlere dil uzatanların kahramanı… Şimdi yırtınsınlar bakalım, ‘komplo var’ diye. 14 yaşındaki kız çocuğundan ne komplo çıkaracaklarsa çıkarsınlar!.. Boşuna dememişler, Allah’ın sopası yok, diye…
bilgi@reddiye.org www.reddiye.org www.redciyiz.biz