RED muhtaç Sayı 21, Haziran 2008-6,
“
Sayın proletarya sınıfı, hepinizi hürmetle selamlarım. Ben T ürk Demirdöküm temsilcisi Recep Akgül. Her sabah iki yaşındaki çocuğum bana akşam ne getireceksin diye sorar evden çıkarken. Yarın sabah evlerimizden çıkarken çocuklarımız bize akşam ne getireceksin diye sorduğunda onlara akşam eve gelmeyeceğim, savaşa gidiyorum demeliyiz!.. 14 Haziran 1970
”
.
oldugun kudret alnındaki asil terde mevcuttur! -
Canlı tanıkları 15-16 Haziran’ı anlatıyor!
“
3 ytl, -KKTC 3,25 ytl-
“
Selam ederim arkadaşlar. Demirel’in kardeşinin Haymak Fabrikası baş temsilcisiyim. Biz en ufak bir hareket yaptığımızda başımıza askeri, jandarmayı ve polisi dikiyorlar. Alınterimizle kazandığımız haklarımızı almak isteyen, çocuklarımızın rızkını yiyen işverenlere, sarı şebekelere karşı koyacağız. Yarın sabahtan itibaren şalterlere basıyorum!.. 14 Haziran 1970
Arkadaşlar hepinizi hürmetle selamlarım. Ben Neşet Demircan, Maden-İş 7. Bölge temsilcisi. Bu namussuzlara daha ne kadar müsaade edeceğiz? İşçi sınıfı olarak Meclis’te 32 namussuzun çıkardığı yasayı eğer kendileri geri almazsa onlara bu yasaları sürüngen tabiatına girinceye kadar yalatacağız. 118 RABAK işçisi adına kanımın son damlasına ant içiyorum!..
”
14 Haziran 1970
”
EFLATUN NURi
Ve üstad aniden masadan kalkmaya karar verdi!
15-16 Haziran sayısı için sakladığımız bu çizgileri öksüz kaldı...
Karikatür dünyasının yaşayan çınarlarından biri olan ve aynı zamanda RED’e de çizgileriyle katkıda bulunan Eflatun Nuri ağabeyimizi geçtiğimiz ay kaybettik... Onun hakkında çıkan şehir efsanelerini çok duymuştum. Dilden dile dolaşırdı bunlar. Meğer inanılmaz gibi görünen o efsanelerin pek çoğu doğruymuş. İçten içe hep bir saygı beslemiştim kendisine. Onu tanıyanları, aynı masada içki içenleri dinledikçe sanki Eflatun Nuri kırk yıllık dostum oldu. Velhasıl, bir günLeMan’a gittiğimde, geniş masanın başında kağıdın üstüne eğilmiş gördüm onu. İlk görüşümdü bu. Gözlerinin bozuk olduğunu, bu nedenle yazı veya çizgi üzerine çalışırken kağıtla arasına sadece 10 cm. bıraktığını duymuştum. O gün de öyleydi. Bizlerin deyimiyle ‘yumulmuştu’ kağıda. Gittim hemen, “Merhaba Eflatun Bey, nasılsınız?” diyerek sürekli efsanelerini duyduğum insanla kısa süre de olsa muhabbet ettim. RED’in her sayısını özel olarak dergiden ayırtan Eflatun ağabeyimizin vefat haberini aldığımda şaşkınlık içinde kalmıştım. Herkes şoka girmişti. Sanki Eflatun Nuri hiç ölmeyecekmiş gibi bir hissin içinde olmaktı bu… Hep bir şeyler yapmak, yazmak, çizmek hedefindeydi o. Tarihin inanılmaz gizlerini sandıktan çıkarıp çıkarıp dağıtıyordu bizlere. ‘Ayaklı tarih’ tanımı bir de onun için ediliyordu. O da göçtü gitti şimdi. Geriye güzel anılar, dostluklar, paylaşılmış sigaralar, içkiler ve bolca yazı ve çizgi bıraktı. Ha bir de, cenaze günü çekilmiş birkaç foto… Senle tanışmış olma, sıcak ellerini sıkma şerefine beni, bizleri nail ettiğin için sağol Eflatun Nuri… Genç bir REDci, Ali Ersin Kelleci, hepimiz adına...
2
ÜMiT DERTLi ‘Ulusal egemenlik’, ‘ulusal bağımsızlık’ lafları havada uçuşmakta ama tüm kararlar Washington ve Brüksel’de alınmakta, Türkiye ekonomik, siyasi ve askeri anlamda emperyalist egemenliğe her geçen gün daha fazla boyun eğmektedir...
A
Bunun adı sömürgeleşmedir!
ylar önce, gazetelerden birinde bir haber çıkmıştı. Kamuoyundan sır gibi saklanan yeni anayasa taslağı, Avrupa Birliği mi Avrupa Parlamentosu mu neyse artık, onların bir heyetine sunulmuş, Avrupalı heyet ‘aferin’ demiş bizimkilere, yanaklarından makas almayı da ihmal etmemişmiş… Geçenlerde, hükümetin yayın organı olan gazetenin başyazarı, başliboş Mehmet Barlas bir televizyon programında, Avrupa’nın karnemizi verdiğinden bahsetti. Hal ve gidiş fena değilmiş, matematik biraz zayıfmış ama daha çok çalışmayla ikinci dönem düzelirmiş… Mayıs ayı içinde Türkiye’nin İsrail–Suriye arasındaki görüşmelerde arabuluculuk yaptığı ve onları barıştırdığı haberi düştü gazetelere. Bölgenin lider ülkesi Türkiye, dünya barışına katkı konusunda üzerine düşeni yapmış ve esas sevindirici tarafı da ABD bu çabalarından dolayı Türkiye’den pek memnunmuş. Haa bu arada, Golan Tepeleri’nin iadesi karşılığında Suriye İsrail’e Taberiye Gölü’nün suyundan verecekmiş ihtiyacı kadar ve Türkiye de İsrail’e verilen su kadar Suriye’ye verecekmiş Fırat ve Dicle’den. Boru hattına ne hacet… Yine mayıs ayında, uzun zamandır ortalıkta dedikodusu dolanan bir konuya Savunma bakanı açıklık getirdi. Hava Kuvvetlerinin modernizasyonu çerçevesinde ABD’den alınacak olan F-35 savaş uçaklarının kaynak kodları hakikaten de verilmeyecekmiş Türkiye’ye. Ama bunda bir sakınca da yokmuş. Uçaklar NATO hedeflerine taarruz etme kabiliyetinden yoksunmuş ama ne varmış ki bunda, NATO’ya karşı savaşacak halimiz yokmuş ya…
‘Majestem çok yaşa!’
Ecnebi kraliçesi geldi memlekete, yer yerinden oynadı. “Majesteleri Hoşgeldiniz!” diye yazılar döktüren milliyetçi köşe yazarları mı ararsınız, kadının önünde diz çöküp ‘Kuran Resitali’ veren din alimleri mi, adab-ı muaşeret dersleri alıp penguen kılığına giren sorumlu devlet adamları mı, “Koskoca kraliçe bile Atatürk’e saygı duruşunda bulundu, bizim Atatürk hakikaten de büyük adam,” diyen geri zekalı medya erbabı mı… Şimdi, burası egemen, bağımsız bir ülke hesapta değil mi? Meclisi var, anayasası var, ordusu, bayrağı, milli marşı falan var. Haşa bunlardan herhangi birine sövmek de suç. Peki, bunca aşağılık işi, bırakalım yüzü kızarmayı göğsü
kabararak yapan devlet erkanının, memlekete yaşatılan bu kepazeliği allayıp pullayıp böbürlenerek anlatan gastecitelevizyoncu kılıklı çakal takımının ve dahi bu haysiyetsizlikten kıvançlara gark olan ‘millet’in yaptığı nedir?.. Söylenecek söz yok. Bu memleketin çivisi çıkmıştır, bu devlet şanzımanı dağıtmıştır. Ey haşmetli Yargıtay, düzen içi saçma tartışmalara taraf olup bildiriler yayınlayacağına şu meseleye bi el atsana gerçekten ‘vatansever’ isen. Mesela, şu F-35 uçaklarıyla ilgili sözleşmenin altında imzası olanların yakasına yapışsana… Ey ‘mümin aydın’, tecavüzcü sapıklara sahip çıkacağına sürüp giden bu kepazeliğe dur desene. Kraliçenin önünde diz çöküp kuran okuyan, İsrail’in güvenliği ve emperyalizmin çıkarı için arabuluculuğa soyunan, buradan oraya su servisi yapan ‘din kardeşlerine’ haddini bildirsene… Ama yok, ne diyorum ben?.. Neden hala böyle kepazeliklere şaşırıyorum, neden dehşete kapılıyorum bu haysiyetsizlik standardını gördükçe? Otuz yıldan fazla zamandır bu memlekette yaşayan ve de siyasetle ilgili bir adam olarak çoktan alışmış olmam gerekmiyor muydu ‘millet’in büyük çoğunluğu gibi?.. Evet, aslında esas mesele bu. Namussuzluğa, haysiyetsizliğe, kepazeliğe alışıp alışmama meselesi. Zira memlekette rezillik, riya, onursuzluk, yalakalık, yavşaklık bir standart haline gelmiş ve kimseler artık kınamıyor bu işleri, kimsenin kanına dokunmuyor artık haysiyetsizlik. Tam da bunun için bu
kadar rahat, bu kadar pervasız, böyle göğsünü gere gere, sırıta sırıta icra ediliyor pespaye işler.
‘Bokunu yiyim abi!’
Mesela Tarım Bakanı’nın pirinç fiyatlarının yükselmesi karşısında karaborsacıları insafa çağırırken, halka ‘pirinç yemeyin bulgur yeyin’ derken yüzünün kızarmaması bundandır. Sanayi Bakanı’nın, bakan değil de bizim köydeki bostanlarda değnekmiş gibi, “Ne yazık ki Tuzla tersanelerinde işçiler ölmeye devam edecek,” diyebilmesi, Ticaret Bakanı’nın, “İşçi ölümleri bizim başarımızı çekemeyen dış güçlerin provokasyonudur,” derkenki rahatlığı bundandır. Dolmabahçe görüşmeleri devlet sırrı olan Başbakan ve Genelkurmay Başkanı’nın göz göze pasta kesip aynı tabaktan yedikleri pastaların yağ gibi mideye gitmesi bundandır. Memleketin en kabadayı liberal köşe yazarının paşaya toslayınca ‘Bokunu yiyim abi’ peşrevleri çekmesi bundandır. Yani standart budur, irtifa düşüktür. Böyle bir durumdan rahatsız olmak, bunun kanına dokunması naifliktir bir yanıyla, saflıktır, bir yanıyla da bu memlekette devrimci kalabilmenin ön şartıdır. Haysiyetsizlik normalleşti diye şaşırmamak, kepazeliğe alışmak, rezilliği kanıksamak da ona ortak olmaktır, erimektir, çürümektir. Tüm bu olan biten karşısında göğsümüz daralmıyor, tansiyonumuz yükselmiyorsa, ağız dolusu küfür gelmiyorsa dilimizin ucuna
kendimizden şüphe etmemiz gerekir. Sol mememizin altındaki cevahiri diri tutan şey, bilincimizin yanında belki de daha fazla, hırsımız, can acımızdır. Bu kepazelik hali bir taraftan patronların iktidarının bir sonucudur –zira paranın dini imanı yoktur- bir taraftan da onun devamının ön koşuludur. ‘Türk’ sermayesi emperyalist sermaye ile iç içe geçmiştir; mevcut iktidar, bir sömürge yönetimi gibi hareket etmekte, ‘ulusal egemenlik’, ‘ulusal bağımsızlık’ lafları havada uçuşmakta ama tüm kararlar Washington ve Brüksel’de alınmakta, Türkiye ekonomik, siyasi ve askeri anlamda emperyalist egemenliğe her geçen gün daha fazla boyun eğmektedir. Ülkenin tüm zenginliğinin yağmalanması, sömürgeleştirilmesi, basit bir iş değildir. Emperyalist finans kuruluşları, Telekom’undan petrol şirketlerine kadar her çeşit uluslararası tekel, ülke zenginliğini sömürüp emperyalist metropollere akıtırken, Türkiye’deki yoksul halk çok daha derin bir sefalete, açlığa sürüklenmektedir. Kıyılar, büyük kentlerin merkezleri, yeni yeni üretim alanları sürekli emperyalistlere pazarlanmakta, ezilen halk şehirlerin daha uzağına, ülkenin daha çorak topraklarına sürülmektedir... Evet, bunun adı sömürgeleşmedir!.. Ya bu pespaye gidişe dur diyeceğiz, işçi sınıfı, emekçiler ve bu memleketin haysiyetli insanları olarak kaderimizi elimize alacak, emperyalist işbirlikçilerini, patron uşaklarını, asalak namussuz takımını yarattıkları kepazelik çukuruna gömeceğiz ya da haysiyetsiz birer sömürge vatandaşı, ‘muz cumhuriyeti’ kulu olarak o çukura daha fazla gömüleceğiz. İnsanlık onurundan olduğu kadar ulusal onurdan da söz ediyoruz aslında ve tam da bu yüzden gerçek ulusal egemenliğin de, gerçek ulusal bağımsızlığın da ancak birleşen ve iktidara yürüyen işçi sınıfı tarafından sağlanabileceğini, bunun toplumsal bir devrim anlamına geldiğini vurguluyoruz. Bu memleketin, bu ‘ulus’un bağımsızlığı, egemenliği, onuru, onu bu kölece ilişkilere, işbirlikçiliğe, onursuzluğa sürükleyenlerin alaşağı edilmesiyle mümkündür ancak. İşte bu yüzden, Türkiye’de yaşayan her kökenden, her mezhepten yoksul halkın ‘ulusal onuru’nu, sermaye düzeniyle bağlarını atamayan, sıkıya gelince elindeki televizyonları can düşmanlarına devredip milyon dolarları cebine dolduran ‘ulusalcı’lar değil, yola çıkınca gemileri yakmayı bilen işçi sınıfı kurtaracaktır...
3
HAKKI YÜKSELEN (BABA HAKKI)
Gereğini yapmak...
Geçmişte kendi hayalindeki işçi sınıfına tapan niceleri, bugün işçi düşmanıdır; onlardan adeta tiksinir. Kimileri, “Bu mu lan devrimci sınıf?!” deyip Marx’a lanet okur, ziyan olmuş yıllarına kahredip ‘birey’ olmayı öğrenirken!.. Kendince bir tek arkası kalmış kulağını kaşıyarak, ortamlara yeni düşmüş ‘kuşlarla’ dalgasını geçer: “Oolum, bırakın bu işçi sınıfı ayaklarını falan, bunlardan bir şey olmaz!” deyip durur. Sonra bir gün, “Devrimlerin, ‘artık bir daha gelmez’ denilen bir zamanda çıkıp gelmeleri” gibi, işçiler de kitleler, kollar halinde öyle çıkıp geliverirler...
1
970 Haziran’ıydı; okul kapanmış, yaz tatili başlamıştı. Orada burada avarelik yapıp denize giriyor ve sabahtan akşama kadar top oynuyorduk. Bir gün yine daha ‘karga bokunu yemeden’ başladığımız üst üste üç maçın ardından mahalleye döndüğümüzde, arkadaşlardan biri “Oolum, işçiler Bağdat Caddesi’nden Kadıköy’e inip ortalığın ağzına sı.mışlar. Hâlâ da iniyorlar!’ haberini verdi. “Hadi lan?!” deyip bir arkadaşla birlikte ana caddeye doğru koşturduk. Cadde tarafından kamyon gürültüleri ve uğultu halinde, “Demirel istifa!” sesleri geliyordu. Az sonra ellerinde kalın sopalar, demir çubuklar olan ve kamyon kasalarına doluşmuş işçileri gördük. Kamyonların üstünde çok sayıda Türk bayrağı dalgalanıyordu. Bunlar Kadıköy’dekilere yardıma giden işçilerdi. Yol kenarında biriken kalabalığın içindeki bir amca, “Bu işçiler iyice azıttı, Kurbağalıdere Köprüsü’nde polisle çatışmışlar, Kadıköy Kaymakamlığı’nı, polis arabalarını yakmışlar!” dedi. Bir başkası, “Bağdat
2
002 Kasımı’nda iktidara geldiğinden bu yana hiçbir olay, sergilediği hiçbir marifet, AKP’nin aslında ne mal olduğunu bu kadar açık ortaya koymamıştı. 1 Mayıs’tan söz ediyorum. O ne gayret, kararlılık ve de performanstı öyle. Devlet katı, sıvı ve gaz, bütün halleriyle emekçilerin tepesine iniyordu. İşte ben buna sınıf bilinci derim. Bizim sendika yöneticilerinin birçoğunda olmayan bir şey. ‘Sınıfa karşı sınıf’ diye bir söz vardır. Açık bir sınıf savaşını, burjuvazi ile işçi sınıfının doğrudan mücadelesini ifade eder. Sosyal ve sınıfsal gerçeği bütün çıplaklığıyla ortaya çıkartır. Devrimci politikanın püf noktasıdır. Bütün estek köstekleri, kıvırmaları geçersiz kılar, ‘ince’ siyasetin bütün allı pullu örtülerini kaldırıp atar, o güne kadar anlatılan bütün hikâyeleri beş paralık yalanlara dönüştürür. Burnundan kıl aldırmayan ‘yüce önderlikleri’ tarih önünde rezil kepaze eder. Bu bodoslamadan birbirine girme durumu, kaybedenin gerçekten kaybettiği bir durumdur; en azından çok uzun bir süre için… Bakın, bu memlekette ‘tek partili’ sağ iktidarları ya büyük bir devalüasyon, ya büyük bir işçi hareketi ya da her ikisi birden götürmüştür. Demirel, 15- 16 Haziran’dan 9 ay sonra iktidarı kaybetti ve bir daha öyle tek başına iktidar yüzü göremedi. Turgut Özal’ı götüren ve zaman içinde ANAP’ı bitiren sürecin dibinde 89 Bahar Eylemleri ve Zonguldak vardır. AKP’nin ‘Taksim’de 1
4
Caddesi’nden geçerken herkese bayrak astırmışlar,” bilgisini verdi. Epeyce iyi giyimli bir başka zat ise, endişeli gözlerle geçen kamyonlara bakıp, “Evlerimizi elimizden alacaklar!” diye mırıldanıyordu. İşçilerin tank barikatlarını yardığı, askerlerle de çatıştığı ve çok ölü olduğu söyleniyordu. Ben heyecanla yanımdaki arkadaşa dönüp, “Yürü lan Kadıköy’e gidelim!” dedimse de, onun, “Oolum bok yoluna gideriz!”* itirazı üzerine bu tarihi olaya daha yakından şahit olma fırsatını kaçırdım. Gerçi henüz kimsenin işçi sınıfının bir tarih yazdığından haberi yoktu… Yani bir gün önce protesto yürüyüşleri ve devrin başbakanı Demirel’in kardeşine ait Haymak fabrikasının işgaliyle başlayan ve ertesi gün bir nevi ayaklanma kıvamını
bulan olaylar sırasında ben, “Altıda haaym, on ikide biter,” deyip kan ter içinde top kovalamakla meşguldüm. Haberim bile olmamıştı. İtiraf ediyorum! Bu durumu epeyce sonra bir devrimci abimize anlattığımda, bana gülerek, “O gün top oynayan sadece sen değildin. DevGenç’liler de İTÜ’nün bahçesinde top oynuyorlardı, olayları haber alınca maçı yarıda kesip apar topar gittiler!” demişti. Artık günahı onun boynuna, öyle miydi, değil miydi bilemem. Ancak bildiğim, daha doğrusu o dönemde duyduklarım, devrimci gençliğin pek çok unsurunun eyleme çeşitli aşamalarında katılmış olduğu, ön saflarda çatıştığı, elinden geldiğince önderlik yapmaya çalıştığı
Sınıf sınıfa karşı
Mayıs’ kâbusunun altında da bu ‘tarihsel tecrübe’ ve ‘sınıfsal şuur’ yatıyor. Talihi dönmeye başlayan iktidarı korkutan, içinde işçilerin ve sendikacıların da yer almasından şüphelendiği bir ‘Ergenekoncu komplo’dan ziyade, asıl temsil ettiği misyonu tepetaklak edecek güçlü bir işçi hareketidir. Hem de Taksim’e girerek memlekete ‘çağ atlatacak’ bir işçi hareketi…
‘Üsküdar’a gider iken!’
Bu işçi sınıfı enteresan bir sınıftır. Öyle her dakika ortalarda görünmez. ‘Üsküdar’a gider iken’, Beyoğlu’nda gezer iken veya panellerde, sinema günlerinde ona pek rastlayamazsınız. İşinde gücündedir. Çoğu zaman kalabalık bir evin ekmek parasını çıkarmanın peşindedir. Oradan buradan ölüm haberleri gelir. Akşamları kahvede okey, pişpirik falan oynar; ‘a…k…’lı konuşmalarını duyup hayal kırıklığına uğrarsınız. Eğer bir sendikaya üye olacak veya ne bileyim toplusözleşme falan yapabilecek kadar talihliyse, çoğu zaman en fazla patronuna, sendikacısına küfreder, homurdanır, o kadar. Uzun zamandır dinci partilere, hatta faşist partilere bile oy vermektedir. Kimi tarihsel dönemeçlerde adamı ‘satıverir’. Bu nedenle geçmişte kendi hayalindeki işçi sınıfına tapan niceleri, bugün işçi düşmanıdır; onlardan
adeta tiksinir. Kimileri, “Bu mu lan devrimci sınıf?!” deyip Marx’a lanet okur, ziyan olmuş yıllarına kahredip ‘birey’ olmayı öğrenirken!.. Kendince bir tek arkası kalmış kulağını kaşıyarak, ortamlara yeni düşmüş ‘kuşlarla’ dalgasını geçer: “Oolum, bırakın bu işçi sınıfı ayaklarını falan, bunlardan bir şey olmaz!” deyip durur.
İş üstünde işçi sınıfı
Sonra bir gün, “Devrimlerin, ‘artık bir daha gelmez’ denilen bir zamanda çıkıp gelmeleri” gibi, işçiler de kitleler, kollar halinde öyle çıkıp geliverirler. Üstelik bunlar, hiç de o kahvede okey, pişpirik oynayan adamlara; mahallede dedikodu yapan başörtülü kadınlara; merkezciye, dinciye, faşiste, ne kadar sınıf düşmanı varsa ona oy veren insanlara benzemezler. Başka bir gezegenden gelmiş gibidirler; ortaya sanki bir ‘sosyal şizofreni’ durumu çıkar. Zaten devrim, tarihsel olarak ‘kafayı iyice yiyen’ emekçi kitlelerin, ‘akıllı, mantıklı ve ihtiyatlı’ insanları da aşıp ‘öbür tarafa’ geçmesidir! Emeği ve insanlığı kurtaracak olan, bu gündelik aklı aşan tarihsel akıl ve sınıfsal ‘delilikten’ başka bir şey değildir. Bu nedenle işçi sınıfının devrimciliği ‘gündelik’ değil ‘tarihsel’dir. Kapitalizm, doğrudan emek sömürüsüne
yönündeydi.
Dağlar dağlar…
Ama ne yalan söylemeli, kimi istisnalar bir yana, o zamanların devrimci hareketinin gözünde işçi sınıfının bir tuhaf yeri vardı. Çok enteresandır, işçi eylemlerinin şekil değiştirip fabrika işgalleri ve militan grevler, direnişler biçimini aldığı 68-71 döneminde, Türkiye İşçi Partisi gerileme devrine girerken, ondan kopan devrimci hareket, zihnen ve bedenen işçi mücadelesinden uzaklaşıp ‘dağlar’, ‘kırlar’ ve ‘köylüler’ mevzuuna sardırmıştı. ‘Parlamenter reformizm’den koparken işçi sınıfından da uzak düşülüyordu. Devir dağ, orman ve kır manzaralı, pastoral devrim hayallerinin zihinleri kapladığı bir devirdi. ‘Fokoculuk’un, ‘öncücülük’ün, ‘şehir ve kır gerillası’nın, ‘bir köylü savaşı olarak halk savaşı’nın, ‘toprak devrimi’nin, ‘kırlardan şehirlerin kuşatılması’nın hararetle tartışıldığı zamanlardı. Endüstri merkezlerindeki devrimci gençler dayanır. Sömürü çarkının her halükârda işlemesi, işletilmesi gerekir. Yoksa kapitalizm olmaz. Bu nedenle işçi sınıfının her ciddi kıpraşması düzenin sinir merkezlerini sinir eder, düzenbazların yüreğini ağzına getirir. Sömürünün istikrar ve huzur içinde sürüp gitmesi için milli ve dini duyguların gıdıklanmasından gazlamaya, kafa kırmaya, kurşunlamaya kadar her yol mubahtır. Çünkü bilirler ki sokağa çıkmış işçi evdeki, kahvedeki adam veya kadın değildir. Sokaktaki, meydandaki, barikattaki ve grevdeki, yani ‘iş üstündeki’ işçi başka bir şeydir. Başı ‘türbanlı’ veya başörtülü her neyse, bir kadın işçiden, mesela bir Malatya Tekel direnişi sırasında öyle sözler duyarsınız ki, Allah’ınızı şaşırır, laiklik vs. üzerine ‘vıdı vıdı’ yapan ‘çağdaş’ ve tuzu kuru bir ablaya, “Ablacım bi’sus be gözünü seveyim!” diyesiniz gelir, dinsel gericilikten nefret etmenize rağmen… İşin aslı budur. Ve bu nedenle, bu hükümet işçi sınıfı ve emekçileri, sadaka, fitre ve zekât yoluyla ‘garip gurebaya, fakir fukaraya’ çevirmek peşindedir. Hükümet işçilerin kalıcı hakların peşine düşmesini, bacaklarının üzerinde dimdik durmasını engellemenin derdindedir. Çünkü tecrübeyle sabittir, büyük işçi eylemleri ve bu eylemlerle elde edilen kazanımlar, sadece işçilerin değil, bütün emekçilerin, hayatını çalışarak kazananların, hatta orta sınıfların ruh halini değiştirir, fikrini çeler. Özgüven kazanan ve bir şeylerin
bile kırsal alandaki ‘köy çalışmalarına’ koşuyordu. Devrim kırlardan gelecekti ve de köylülük fiilen en devrimci sınıı. İşçi sınıfının önderliği de fiili değil, en iyi şartlarda ancak ideolojik, yani bir nevi ‘ruhani’ önderlik olabilirdi. Eh ne de olsa ‘Marksizm’ diye bir şey vardı ve işçileri de bir yere koymak gerekiyordu. Grevlerin, fabrika işgallerinin ve direnişlerin hızını artırdığı bir zamanda, kimileri, memlekette işçi sınıfının varlığını yokluğunu tartışırken, Türkiye İşçi Partisi’nin İzmir yönetimi de Ağustos 1969’da yayımladığı bir bildiride, “İşçi sınıfının uyanışı, köylülere nazaran daha zayıır. Geri kalmış bir ülke olarak Türkiye’de kristalize olmuş bir işçi sınıfından bahsetmek mümkün değildir,” demekteydi. Hani tam ‘Buyurun buradan yakın!’ misali.
Devrime ‘Yön’ verenler!
Tabii, zamanın devrim anlayışının şekillenmesinde, Türkiye sosyalist hareketinin sınıf karakterinin, dünya sosyalist hareketinin kimi tarihsel hastalıklarının yanı sıra devrime ‘YÖN’ verme çabasındaki ‘milliciliğin’ de çok önemli bir rolü vardı. Hareketin bir bölümünün bir yandan devrimcileşip ‘Marksistleşirken’ bir yandan da sınıan uzaklaşması, hatta onu neredeyse yok hükmünde sayması büyük oranda bu ‘millici’ (ki bugün ‘ulusalcı’ diyoruz.) ve de ‘demokratik’ ideolojinin etkisinden kaynaklanıyordu. Bunun temelinde de
ucu cuntacılıklara, darbeciliklere açılan bir ‘sol Kemalizm’ ve sınıfsal açıdan cinsiyetsiz ‘milli devrimci kalkınma yolu’ fikri yatıyordu. Yani ‘öncülük’ dendiğinde akla gelen öyle işçiler falan değil, aydınlar, subaylar, bürokratlar falan oluyordu. Tabii ‘Atatürkçü’, ‘devrimci’ ve ‘antiemperyalist’ olmaları şartıyla! Çünkü bize öncelikle ‘tam bağımsız ve gerçekten demokratik bir Türkiye’ ve bunun için de bir ‘milli cephe’ gerekliydi. Zaten zamanın ünlü sloganlarından birinde ‘Ordu Gençlik El Ele, Milli Cephede!’ denmekteydi. Bu durumda etiyle kemiğiyle bir işçi sınıfı öncülüğünden söz etmek bir nevi abesle iştigal sayılırdı. Sosyalistlerin ‘aşamalı’ anlayışıyla milliyetçi orduevi solculuğu en azından bir dönem için birbirine ‘cuk’ oturmuştu! Sonradan yollar ciddi biçimde ayrılmış olsa da…
Sınıf ‘kristalize’ oluyor!
1970’in o sıcak haziran günlerinde, 150 bin işçi, İstanbul ve İzmit’te ellerinde demir çubuklar, taşlar, sopalar, pankartlar ve bayraklarla harekete geçtiğinde soldaki ‘manzarayı umumiye’ aşağı yukarı böyleydi. Üstelik sendikalar önderliğinde
başlayan hareket çok kısa sürede fiilen ‘kendiliğindenleşmiş’ ve adeta yanılmaz bir sınıf içgüdüsüyle işin gereğini yerine getirmişti. Hem de solun kahir bir ekseriyetinin, kimi zaman neredeyse ‘meleklerin cinsiyetini’ ve ‘cinlerin iğne deliğinden geçip geçemeyeceğini’ tartıştığı bir dönemde. Bu çapta bir işçi eyleminin Türkiye solunu mevzua derhal uyandırması gerekirdi. Ancak devrimci hareket 15-16 Haziran’ı, tahlilinde hamasetin dışında oturtacak bir yer bulamamıştı. Ortaya çıkan fiili durum, zamanın hâkim devrim anlayışına, plan ve projelerine uygun düşmüyordu. O tahlile göre önümüzde milli ve demokratik bir aşama vardı, önce emperyalizm kovulmalıydı; sosyalizm ise daha çok uzaklardaydı ve zaten işçi sınıfı da yeterince olgunlaşmamıştı. Sınıf, olsa olsa ‘milli güçler’den biri, hatta en istikbal vaat edeni idi! Onunla ancak hak ettiği kadar ilgilenilmeliydi! Üstelik o derece ‘işçicilik’, ‘şehirlerin esas alınması’, ‘proletarya ayaklanması’ ve ‘sosyalist bir Türkiye’ fikri, Allah esirgesin, insanı ‘revizyonist’ yapardı. Tabii, bu bakış açısıyla milli ve demokratik vazifelerle sosyalizmin vazifeleri arasındaki
değişebileceğine inanmaya başlayan kitleler istedikçe istemeye başlarlar. Sorgulayıp hesap sorarlar. Allah muhafaza!
Hava dönüyor mu?
Sadece dünyada değil, belki inanmayacaksınız ama bizim memlekette bile hava değişmeye yüz tutmuştur. Hükümetin talihi dönmeye, yel hafiften de olsa işçiden yana esmeye başlamıştır. Önemli birkaç grev kazanılmış, sosyal haklar için kitlesel protesto eylemleri yapılmış, orada burada küçük küçük de olsa çok sayıda direniş patlak vermiştir. Sadece sendikacıların yolsuzluklarını ve sendikalar arasındaki kavgaları haber yapan bir kısım büyük sermaye medyasının ve kimi liberallerin, hükümete tavır koymanın yanı sıra işçi yalakalığına başlaması bile bir işarettir. Üstelik milliyetçi-ulusalcı akıl hocalarının işçi sınıfını ‘milli hedefler’ doğrultusunda ‘Atatürkçülük’ yoluna, ‘milli içerikli’ 1 Mayıslara davet etmeleri de atlanmamalıdır. Anlaşılan, bir şeyler değişmekte, birileri işçi sınıfına sırnaşmaktadır. Zaten hükümetin 1 Mayıs hassasiyetinin, öfke ve paniğinin temelinde de son zamanlarda beliren bu alâmetler vardır.
Biraz da gülelim!
Hep AKP’nin takiyeciliğinden, şeriatçılığından ve gizli ajandasından söz edilir. Oysa iktidar partisinin asıl korkulması gereken yanı gelecekle ilgili planları değil,
bugünkü emekçi düşmanı neo-liberal politikaları, serbest piyasa yandaşlığıdır. Yani nasıl ‘bugün aslında yarınsa’, ‘yarın da bugündür!’ Takiye bir yana, Özal’ınki de dahil hiçbir hükümet bu kadar açık kalpli ve ‘dürüst’ olmamıştır. AKP, geçmişinden getirdiği ideolojik zırvalar ne olursa olsun, gündemi neyle meşgul ederse etsin adıyla sanıyla bir büyük sermaye hükümetidir. Bu hükümeti ve temsil ettiği her şeyi götürebilecek tek toplumsal güç ise işçi
sınıfıdır. Ne komik ve ne gerçekdışı bir bakış değil mi? Hele ortada öyle ordumuz, paşalarımız, yüksek yargımız, Atatürkçü, laik ‘zinde güçlerimiz’, cumhuriyetçilerimiz gibi kurtarıcılar falan varken. Tabii, bizim işimiz komiklik yapmak, okurumuzu biraz olsun güldürmek, eğlendirmek. Hem zaten bir ‘komedi dünyası’nda yaşamıyor muyuz, özellikle sol açısından? Acayip biçimde Atatürk milliyetçiliğine, ulusalcılığa sardırmış durumdayız, ‘ulusal egemenlik’
köprüyü gerçek hayatta kurmak mümkün değildi. Oysa bu işi becerebilecek tek güç olan işçi sınıfı, Türkiye solunun rüyalarında bile göremeyeceği bir eylemle, “Ben buradayım!” diye bağırıyordu. Üstelik devrimci bir siyasi önderliği bile yoktu.
Sınıf bilinci
Sabahına top oynayarak başladığım günü, akşamüstü ilan edilen sıkıyönetim ve gece sokağa çıkma yasağıyla bitirmiştim. Ancak hayatımızın yeni bir aşamaya girdiğini hem yaşım, hem de fukara birikimim nedeniyle anlamam mümkün değildi. Zaten bizim cenahta neredeyse kimseler işin özünü anlamamıştı. Ancak solun, sosyalistlerin, devrimcilerin çoğunluğunun uyanamadığı duruma, tarihsel rolü ve işinin gereği olarak devlet ve güçlü mülkiyet duygusuyla burjuvazi hemen uyanmıştı. Elbette sınıfın sınıfı anlaması, hissetmesi başka bir şeydi. Patronlar, güçlü sınıf bilinçleriyle işçi sınıfının yıkıcı, devrimci içgüdülerini ve potansiyelini herkesten önce fark ettiler. Türkiye’de ‘kristalize olmuş’ bir işçi sınıfı vardı ve patronların Demirel tipi ‘demokratik’ hokkabazlıklarla kaybedecek vakitleri yoktu. Gereği yapılmalıydı. Yapıldı da… * Arkadaş ‘bok yoluna gitme’ konusunda haklıydı. O gün ölenlerden biri de olayları dükkânının önünde seyreden Fenerbahçe İşkembecisi idi! ve ‘antiemperyalizm’ adına. 60’ların, 70 başlarının, ucu bir çeşit sosyalizme açık ‘millici’ trajedisi, bugün 82 Anayasası’nı savunan, karşıdevrimci, milliyetçi, hatta bazı durumlarda ırkçı bir komedi olarak zuhur etmiştir. Daha doğrusu, Tuncay Özkan tipi adamların bile canının istediği gibi rol alabildiği pespaye bir oyun olarak. Liberallere söylenecek fazla bir şey yok. Onlar için emperyalizm çoktan bitti. O nedenle sözüm ‘antiemperyalistlere’. Emperyalizm, uluslararası kapitalizmin egemenliğinden başka bir şey değildir ve ancak uluslararası işçi sınıfının bilinçli eylemiyle yıkılabilir; tabii bir yerlerden başlamak şartıyla. Onun için emperyalizmin tahakkümünden kurtulmak, “Küreselleşme, tarlaya yağan yağmursa, ulusallık da şemsiyedir!” türü vecizeler yumurtlayan kimi etkili, yetkili ve apoletli kişilerin ipine tutunmakla mümkün değildir. Onlar da iktidar olduklarında, AKP gibi, emperyalizme ve büyük sermayeye paşa paşa hizmet edeceklerdir. Ayakta kalmalarının başka bir yolu yoktur. Yani kapitalizme, sermaye egemenliğine, patronların düzenine dokunmadan emperyalizmden kurtulamazsınız. Bu da işçi sınıfı eylemini yok sayarak veya birilerinin peşine takmaya çalışarak değil, onun bağımsızlığını ve önderliğini savunarak olur. ‘Ne varsa işçi sınıfında var’ derken boş yere konuşmuyoruz. Nice 15-16 Haziranlara…
5
Baldırıçıplakların iki günlük uzun yürüyüşü: Dönemin başbakanı Süleyman Demirel, sendikal yasaları değiştireceğini ilan ettiğinde işçi sınıfı yanıtı 15-16 Haziran direnişiyle vermişti. Demirel bu direniş için, “Baldırıçıplakların başıbozuk saldırısı ve isyandır,” ifadesini kullanmıştı. Tarih tekerrür mü ediyor? Halefler tam 38 yıl sonra 1 Mayıs alanına çıkanlara ‘ayaktakımı’ derken aynı jargonda mı buluşuyor?.. Aman dikkat edin beyler, ‘ayaktakımı’ isyan yüklüdür. Bir bakarsınız ‘baldırıçıplaklar’ yerin üstünde yürürken sokaklar aşınır mezarınız kazılır!
1
970 Haziran ayının yüklü güneşinde sokaklar toz duman. İstanbul böyle sıcak bir görmüş müydü? Sokaklardan akan seller gibi işçi yumrukları, tek bir yumruk olmaya gidiyordu. İstanbul haziran güneşi altında sınıf güneşinin sıcaklığıyla yanıyordu. Yürüyorlardı, ayakları çıplak, üstleri başları yırtık yürüyorlardı. Kimileri tulumlarını çıkarıp başına gölgelik etmişti. Bu iki uzun gün sınıf tarihine köklü bir deneyim olarak yazılacaktı. Güneş tepelerine vurdukça yürekleri kızıyordu. Derin bir öfkenin iki günlük şanlı direnişi. Sokaklar bu kadar kalabalığı görmemişti. Sokaklar isyan. Bir direniş, bir tarih, bir ses: 15–16 Haziran…
Neden direniş?
1963’te yürürlüğe giren 274 sayılı Sendikalar ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası onlarca sendikanın kurulmasına neden olmuştu. Siyasi iktidar, denetimden çıkan ve çoğu çeşitli sosyalist kesimlerce desteklenen bu sendikaların önünü kapatmak istiyordu. Bunların başında da DİSK ve bağlı sendikalar geliyordu elbette… 1967’de Türk-İş’ten kopan sendikaların kurduğu DİSK, iktidarın karşısında yerini çoktan almıştı. İşçileri işyerlerinde örgütlemekle kalmıyor, ünite temsilciliği, işçi konseyleri gibi oluşumlarla taban iradesini yönetimlere katmaya çabalıyordu. Yasayla ilgili olarak biri CHP, diğeri AP (Süleyman Demirel’in Adalet Partisi) tarafından iki ayrı tasarı hazırlandı. Tasarılar komisyonda birleştirildi. Büyük gizlilik içinde çalışılıyor üniversitedeki bilim insanlarından bile görüş alma gereği duyulmuyordu. Kimse duymasın, bilmesin ve tasarı eleştirilmeden Meclis’ten geçirilsin isteniyordu. Amaç muhalif sendikaların sesini kesmekti. Tasarıda; Bir işçi sendikasının Türkiye çapında faaliyet yürütebilmesi için o işkolundaki işçilerin en az üçte birini örgütlemesi maddesi getiriliyordu. Yani 12 Eylül darbecilerinin sözde
sivil yasalara eklettiği yüzde 10 işkolu barajı benzeri ilk kez o zaman dillendirilmiş oluyordu. Üye sayısı hızla artan TÜRK-İş’e bağlı olmayan sendikaların, işyeri sendikacılığının önü kesiliyordu. Federasyon kurulması için bağlı sendikaların üye sayılarının o işkolundaki işçi sayısının üçte birinden fazla olması zorunlu tutuluyordu. Ancak çok üyeli güçlü sendikaların üst örgütlenmesine izin vermek demekti bu. Üye sayısı fazla olan sendikaların önemli bir bölümü kamu işyerlerinde örgütlü Türk-İş üyesi sendikalardı sonuçta. Açıkça, “Türk-İş kalsın, denetim altına alınamayan DİSK bitsin gitsin!” diyordu patronların Meclis’teki temsilcileri. Konfederasyon kurabilmek için sendika ve federasyonların işçi sayısının en az üçte birini üye olarak barındırması getiriliyordu. Bu madde
ile daha sonra DİSK hakkında mahkemeye başvurulması ve konfederasyon yetkisinin alınması hedefleniyordu. Sendika üyeliğinden ayrılmak için tek tek notere gitmek koşulu getiriliyordu. 1967’den itibaren akın akın Türk-İş’ten koparak DİSK’e bağlı sendikalara geçen işçilerin istifalarını engellemeye çalışıyorlardı. Noterde işverenin adamları devreye girecek, işçilere tek tek baskı yapılarak, tehdit edilerek Türk-İş’e bağlı devlet güdümlü sendikalarda kalmaları sağlanacaktı. Sendika kurmak için en az üç yıl o işyerinde çalışmış olma koşulu getiriliyor, işe yeni giren genç ve muhalif işçilerin gerçek sınıf örgütlerini kurmaları engellenmek isteniyordu. Uluslararası işçi kuruluşlarına en fazla işçiyi barındıran konfederasyona bağlı sendikalar üye
olabilecekti. Böylece DİSK’e bağlı sendikalar ile sosyalist unsurların içinde barındığı bağımsız sendikaların uluslararası platformda sellerini duyurmaları ve enternasyonalist birliklere girmelerinin yolu kapatılmak isteniyordu. Tasarı Meclis’e 11 Haziran’da gönderildi. Meclis tartışmalarında TİP ve DİSK’e eleştiri okları yöneltilerek işin rengi açıkça ortaya konulmuştu. “TİP Marksçı ve Lenincidir. Atatürkçü değildir. DİSK ve TİP zorbalıktan yanadır,“ deniliyor, patronların dikensiz gül bahçesi için düğmeye basılıyordu. Meclis’te tek TİP’li milletvekili Rıza Kuas yasaya karşı sonuna kadar direnerek, ‘Türk-İş Diktatoryası’nın getirilmek istendiğini söyledi. Tasarı bu ortamda AP’li, CHP’li ve Güven Partili 230 üyenin kabul oyuna karşı TİP’ten CHP’den ve Millet Partisi’nden 4 red oyu ile kabul edilmişti. CHP, 214 vekili ile oylamalara katılmayarak sözde karşı durmuş ve yasanın kabulü için gizli destek vermişti. Tasarı hazırlıkları sırasında DİSK tarafından ‘Anayasal Direniş Komiteleri’ oluşturuldu. Komite tasarıyı işyerlerinde tartışmaya açacak, yapılacak değişikliklere karşı eylemlerin örgütlenmesi için çalışacaktı. DİSK ve bağlı sendikalarda birbiri üzerine yapılan toplantılarda hazırlıklar hızlandırıldı. Herkes yasayı bir süre sonra beklerken tasarı Meclis’e gizlilikle getirilmiş ve ‘ekspres’ hızla geçirilmişti. Tüm muhalifler bu ‘hız’a hazırlıksız yakalanmıştı. DİSK Yürütme Kurulu tasarının kabulünden sonra 12 Haziran’da yaptığı toplantıda Türk-İş dışında başka sendikalara yaşam hakkı tanımayan bir döneme girildiğini ilan ediyordu. Burjuvazi gölgesinden korkar halde zorla devlet güdümlü sendikalara üyeliğin devamını dayatıyordu. İşçi sınıfının istediği tek şey vardı. Referandum kabul edilsin, işçiler hangi sendikaya üye olacaklarına referandum yoluyla serbestçe karar versin, emekçiler kendi iradesi ile kendi örgütlülüğünü yaratsın...
Tarihi karar anında tarihi kararlılık... 14 Haziran 1970 günü Merter DİSK binasında düzenlenen temsilciler kurulu toplantısı 15–16 Haziran’da sokağa taşan öfkeyi örgütleyen bir kilometre taşı oldu. Toplantıya katılan işçiler tarihe geçecek konuşmaları ile sınıf mücadelesinin önemli bir anını yaratıyorlardı: “Sayın proletarya sınıfı, hepinizi hürmetle selamlarım. Ben Türk Demirdöküm temsilcisi Recep Akgül. Burjuva sınıfının kurduğu kanunlar onları yaşatmak için çıkarılan kanunlardır. Bana her sabah iki yaşındaki çocuğum bana akşam ne getireceksin diye sorar evden çıkarken. Yarın sabah evlerimizden çıkarken çocuklarımız bize akşam ne getireceksin diye sorduğunda onlara akşam eve
6
gelmeyeceğim, savaşa gidiyorum demeliyiz!” “Kıymetli arkadaşlarım, hepinizi hürmetle selamlarım. Ben Kimya-İş sendikasından baştemsilci Şemsettin Akbaş. Biz işe ilk girdiğimizde işverenimiz bize siz Kimya-İş Sendikası’na üye olmayacaksınız. Ben sizi başka sendikaya kayıt edebilirim demişti. Bu ne demek biliyor musunuz? Seni hakka alıştırmak, toprağa alıştırmak iyi değildir demek. Bakın bütün sahilleri onlar almış, siz denize gireyim deseniz yer yok. Bize gecekondu mahalleleri düşmüş. Onun için geleceğimiz için bunu yapmamız lazım. Başka yolu yok. Burada oybirliği ile karar alacağız. Pazartesi ve Salı günleri şalterleri indireceğiz!..”
“Hürmetlerimle, Gıda-İş Beşiktaş Un Fabrikası işçisiyim, adım Rafet Yıldırım. Arkadaşlar başımızdaki kötüleri kaldıracağız, iyileri getireceğiz. Yarın sabah işbaşı yaptığımızda çalışmayacağız, icap ederse öleceğiz. Meclis’te duranlar Amerikan köpekleridir. Tepemize oturan bu köpekleri kaldırmaya çalışacağız. Savaşacağız, uğraşacağız!..” “Selam ederim arkadaşlar, Maden-İş 4. Bölge temsilcisiyim. Demirel’in kardeşinin Haymak Fabrikası baş temsilcisiyim. Biz en ufak bir hareket yaptığımızda başımıza askeri, jandarmayı ve polisi dikiyorlar. Alınterimizle kazandığımız haklarımızı almak isteyen,
çocuklarımızın rızkını yiyen işverenlere, sarı şebekelere karşı koyacağız. Yarın sabahtan itibaren şalterlere basıyorum!..” “Arkadaşlar hepinizi hürmetle selamlarım. Ben Neşet Demircan, Maden-İş 7. Bölge temsilcisi... Görüyorsunuz neler çevirdiklerini. Bu namussuzlara daha ne kadar müsaade edeceğiz. İşçi sınıfı olarak TBMM’de 32 namussuzun çıkardığı yasaları eğer kendileri geri almazsa onlara bu yasaları sürüngen tabiatına girinceye kadar yalatacağız. 118 RABAK işçisi adına kanımın son damlasına burada ant içiyorum!..” Neşet Demircan’ın konuşması, tarihe verilmiş bir söz olarak belgelerde kayıtlı kaldı...
Metin ve söyleşiler: FiLiZ ASLAN
15-16 Haziran 1970!.. Ve emekçiler sokağa çıkmaya başlıyor...
T ürkiye’de ‘bir işçi sınıfı’ varmış!
Ve 15 Haziran 1970 sabahı geldi çattı. Günlerden pazartesi. İşyerlerine ulaşan işçiler önce sessizce tezgâhlarının başından ayrıldı. Sessiz bir güç onları yürüyüş kolu haline getirdi. Düzenli sıralar ile fabrika bahçesinden yola çıktılar. Üç koldan ilerlediler: Bir bölüm işçi Kadıköy bölgesine ve Ankara Asfaltı üzerinden Kartal yönüne, ikinci kol ise Eyüp bölgesinde birleşerek Topkapı yönüne, üçüncü kol ise Bakırköy bölgesinden Londra Asfaltı’na oradan Taksim’e… Bu kolların dışında Gümüşsuyu–Taksim, Levent–Taksim, Şişli-Taksim gibi küçük kollardan ilerleyenler de vardı. Neredeyse trafiğe kapanmayan yol kalmadı. Gebze’den Levent’e İstanbul sokakları binlerce işçinin ayak sesini işitti. 113 işyerinden 70 bini aşkın işçi sokaklardaydı
16 Haziran sabahı işçiler, uykusuz geçen geceye aldırmadan işyerlerinden harekete geçtiler. Bu kez daha kalabalıktılar. Gece vardiyaları ve orta vardiyalar da kortejde yerini almıştı. Daha düzenli ve azimliydiler. “Yasalar Geri Alınıncaya Kadar Yürüyeceğiz!” sözleriyle ilerliyorlardı. Bir grup Topkapı-Suriçi’nden yürüyüşe geçerek ŞehreminiFındıkzade hattından devam ederek ve yan kollara ayrılarak Taksim’e ilerliyordu. Önlerine kurulan barikatlara aldırmadan onları aştılar. Tabanları bir gün öncesinden patlamış, ayakkabıları delinmişti. Siyasi iktidar korkusundan Galata Köprüsü’nü bile açtırmıştı. Sandallara ve motorlara binerek Beyoğlu’na geçtiler. Bir bölümü sandal bulamayarak Topkapı yönüne döndü, diğer kollarla birleşti. Diğer kol LeventMecidiyeköy hattında oluştu. Polis kortejin önündeki kadın işçileri coplayınca çatışmalar büyüdü. Levent’ten akan sel gibi kalabalık tüm yolları trafiğe kapatmıştı. Üçüncü kol Anadolu Yakası’nda Ankara Asfaltı üzerinde oluştu. Üsküdar ve Kartal’a doğru ikiye ayrılan işçiler defalarca polis barikatı ile karşılaştı, çatıştı ve yürüdü. Anadolu Yakası’nda en büyük çatışma Yoğurtçu Parkı’nda oldu. Toplum polisleri giysilerini çıkararak evlere sığındı, bazıları kendilerini Kurbağalıdere’nin sularına bıraktı. Her yerde çatışma her yerde direniş vardı. Karşıya geçişleri engellemek isteyen valilik gemileri açığa aldırmış, motorları bağlatmıştı. Kadıköy’e ulaşan kalabalık Taksim’e ve Valilik önüne ulaşamadı ama tarihi Kaymakamlık Binası’na dönerek resmi araçları ateşe verdi, bina hasar gördü. Bu arada Anadolu Yakası’ndaki çatışmada Mehmet Gıdak, Yaşar Yıldırım, Mustafa Bayram adlı işçiler ile Fenerbahçe İşkembecisi Abdurrahman Bozkurt ve toplum polisi Yusuf Kahraman’ın ölüm haberleri duyuldu. Akşam saatlerinde İstanbul’u esir alan işçiler işyerlerine döndüler; kararlılık sürüyordu. ‘Yasalar geri alınıncaya kadar eylemlere devam!’ denilmişti.
ilk gün... Kadıköy Bölgesi’nde Demirel’in kardeşinin fabrikası Haymak’ta işçiler kapılara kaynak vurarak kendilerini içeri kilitledi ve fabrikayı işgal ederek siyasi iktidara ‘Kendine gel!’ mesajı veriyordu. 15 Haziran günü akşamında çoğu işçi evine gitmedi. İşyerlerine dönen işçi önderleri sabahlara kadar sonraki günü tartıştı. Gece vardiyalarında yeni yasanın getirdiği hak gaspları anlatıldı. Lokavt bir hak olarak işverene sağlanıyordu ve işveren istediği zaman işyerini tatil edebilecekti. Referandum talebi kabul edilmemişti. İşçiler zorla işveren yanlısı sendikalar üye yapılacaktı. Getirilen barajlarla Seyfi Demirsoy’un Erzurum konuşmasında söylediği gibi gerçekten de, ‘DİSK’in çanına ot tıkanacak’tı.
Sıkıyönetim’e rağmen zafer işçinin... 17 Haziran sabahı önderlerinden bilgi bekleyen işçilere, yasaların geri çekilmesi için Meclis’in olağanüstü toplantıya çağrıldığı, siyasi iktidarın tedirgin olduğu haberi verildi. Çalışma Bakanı radyodan açıklama yaparak yasa eski haliyle kalacak diye bilgi verdi. İşçiler beklemeye geçmişken öğleye doğru sıkıyönetim ilan edildi. DİSK yöneticileri ve işçi önderleri evlerden ve işyerlerinden toparlanmaya başladı. Dava aylarca sıkıyönetim mahkemelerinde, sonrasında da sivil mahkemelerde devam etti ve beraatla sonuçlandı. 15–16 Haziran günleri sokakları dolduran işçiler, bu yolun Ankara’ya gideceğine inanıyordu. Madem yasaları yapanlar, haklarını ellerinden alanlar Ankara’da oturuyordu, o halde Ankara’ya yürünecekti. İktidarın göbeğine gidilecekti. Çoğu slogana yansıdı bu: “Ankara’ya kadar yürüyeceğiz, Meclis’e gireceğiz, kendi yasamızı kendimiz yapacağız!” diye bağırıyorlardı. Ankara bürokrasi, iktidar ve acımasızlık kokuyordu. Bu kokunun değişmesi
gerekliydi. Ankara’ya yürümek iktidara yürümekti. İktidara yürümeye ne kadar hazırdılar bilinmez ama onların yürüyüşü burjuvazi için kâbusun başıydı. Yolları kesildi; kesilen yollardaki barikatlardan üzerlerine kurşun, cop ve kin aktı. Onların elinde bellerinden çıkardıkları kemerleri, taşları ve umutları vardı. Birlikten doğan kuvvetin adı barikatın önünde duran tek yumruk olmuş başka bir barikattı. O iki günü yaratan önceki günlerde yaşanan birlik ve dayanışmayı ören grevler ve direnişlerdi. Kavel, Sungurlar, Arçelik, Demirdöküm, Derby ve daha onlarca direniş, işçi sınıfının yan yana duracak ‘kudrette’ olduğunu belleklere yerleştirmişti. Bu iki güne DİSK üyeleri dışında Türk-İş’e bağlı sendika ve bağımsız sendika üyeleri de katıldı. Gerçek bir sınıf dayanışması oldu. Çünkü talepler ortaktı, referandum yoluyla işçinin kendi sendikasını seçmesi bilinci yaygınlaşmıştı. Bu günden farklı olarak o tarihte, işyerinde,
sokakta, mahallede örgütlenme geleneği oluşmuştu. Akşamları fabrikaların çevresindeki işçi mahallelerinde aileler birbirine gelip gider; aşını paylaşır ve gelecek için düşler kurardı. İşlerinde ise ünite komitelerinden temsilciliğe kadar seçimle gelen demokratik oluşumlar çalışma yapardı. Ve diyebiliriz ki; 15-16 Haziran ‘örgütlü işçilerin gücü’ olarak karşımızda duruyor. Bu
günden yarına bizleri bekleyen saldırı dalgasına karşı neler yapabileceğimizin yanıtı olarak tarih sayfalarında yerini alıyor. Biz de bu belleği tazelemek için bir katkı sunalım istedik. Geçmiş geleceğe ışık tutsun dedik...
7
15-16 Haziran 1970, metin ve söyleşiler: FiLiZ ASLAN
Bozuk düzen değişsin diye...
Aksu fabrikasından Yakup Umur: “O zaman solcu-sağcı, T ürk-Kürt ayrımı olmazdı. Bu düzen bizim düzenimiz değil, bu sistem değişecek... İşçiler buna inanıyordu. Düzenin değişeceği fikriyle harekete geçiriyorlardı. En geri düzeydeki işçi bile bunu söylüyordu.”
Y
akup Umur, 15–16 Haziran Direnişi sırasında Aksu fabrikasında işçiydi. Direnişin binlerce kahramanından biri ve canlı tanığıydı. O tarihte aynı zamanda Hukuk Fakültesi’ne kayıtlı bir ‘işçi-öğrenci’ olan Umur sorularımızı yanıtladı… 15-16 Haziran 1970 yılında kaç yaşındaydınız ve ne yapıyordunuz? 20 yaşındaydım, gece eğitimi olarak Hukuk Fakültesi’ne devam ediyordum. Osmaniye (Bakırköy) Aksu Kumaş Fabrikası’nda çalışıyordum. Orada Türk-İş’e bağlı Teksif Sendikası üyesi idim. Hemen yanımızda Derby Lastik Fabrikası vardı ve burası o iki günün örgütleyicisi olan DİSK üyesi bir işyeriydi. Ben o zaman öğrenci-işçiyim. DİSK’e sempati duyuyorduk. İşçiler akın akın DİSK’e bağlı sendikalara üye oluyordu. Bu yasa değişiklikleri de işçilerin sendika değiştirme isteğini engellemek için yapılmıştı. Onun üzerine olaylar patlak verdi. O gün sendikalar gerçekten örgütlüydü. DİSK işyerinde yasal temsilcilerin dışında ünite temsilciliğini oturtmuştu Son dönemde bu ünite temsilciliği Türk-İş içinde de yayılmaya başlamıştı. Türk-İş’te yasal olarak atama ile temsilcilik vardı ama aşılıyordu. Neydi bu? Her ünitede bir temsilci seçiliyordu. Yani işçi tezgâh arkadaşını seçiyordu. O zaman solcu-sağcı, Türk-Kürt ayrımı olmazdı. Gerçekten işçiler kendi sıkıntılarını iyi anlatabilecek insanları seçtiğini görüyoruz. Ünite içinde herkes birbirini çok iyi tanırdı. Diğer temsilcileri de o ünitede seçilmiş temsilciler seçerdi. O seçilen temsilcileri ünite temsilcilerinin görevden alma yetkisi vardı ve bu durum denetim yaratırdı insanlar üzerinde. Böyle güçlü bir örgütlülük inşa edilmişti. Yasa değişikliği gündeme geldiğinde, Kemal Türkler Temsilciler Kurulu’nu 14 Haziran günü toplayıp, ben teslim olmayacağım demişti, o gün o salonda, “Ben size vazgeçin çağrısı da yapsam buna uymayacaksınız!” ifadesini kullandı. Bu toplantı işçiye çok moral verdi. Bizler gözaltına alınsak, baskı altına alınsak bile eylem devam edecek diye güven duydu. Onun için onca saldırıya rağmen geri adım atmadı. Haziran boyunca siyasi iktidar yasa değişikliğini herkesten saklamıştı. Siz işçiler yasanın neler getirdiğini nasıl öğrenmiştiniz? Bizim bilgi almamızı sendika sağlıyordu. Bizler ayrıca Türk-iş üyesi olarak öncü işçiler olarak oraya katılmıştık. Zaten tüm fabrikalarda temsilcilerden ve bu yasalara karşı olanlardan oluşan komiteler vardı. Bu komitelerin görevi diğer fabrikalara da konuyu anlatmaktı. Yani Derby Lastik’teki komite olmasa, o dönemde Türk-İş gibi teslimiyetçi anlayıştaki bir sendika üyesinin dışarı çıkması mümkün değildi. Onlar gelip bize olayları anlatıp bizi dışarı çıkarabildi. Bu çalışmada DİSK bünyesinde kurulan Anayasal Direniş Komiteleri’nin etkili olduğunu söylüyorsunuz… Evet. Onların çalışması işyerlerine ulaşıyordu. Derby Lastik’te kurulan komite o
8
“14 Haziran gecesi toplum polisi karar almıştı. İşçilerin bir araya gelmesi engellenmişti. Benim şöyle bir anım var o güne dair. Sinema Zengin diye bir sinema var. Eyüp’te bu. Ben Aksu’da çalışıyorum, Vezneciler Öğrenci Yurdu’nda kalıyorum ama akrabalarımın büyük bölümü Eyüp Bölgesi’nde, Demirdöküm’de çalışan köylülerim var. Sık sık oraya gidiyorum. Köylüm Demirdöküm işçisi. O bölgeye gittim. Nasıl toplanabiliriz diye düşündük. Sinema bileti alıp Sinema Zengin’e girme kararı alındı. Herkes bilet alıp sinemaya girdi. O kararı alan bütün işçi temsilcileri makinist dairesine gidip filmi durduruyor ve ışıkları yakıyor. Ve orada toplantı yapıyoruz. Bu çok önemli bir mesele. T üm Silahtarağa’da, Elekrometal, Sungurlar Kazan, Demirdöküm, Arçelik, Olin Yağ Fabrikası var. T üm bunlar, düşünün, o sinemada toplanıp tartışıyor ve karar alıyor. Hepimiz dağılıyoruz ve fabrikalarımıza dönüyoruz. Ben mesela tek vardiya idim. Ama gittim; gece vardiyasında oturdum, gitmedim eve. Ertesi gün eyleme katılmak için daha coşkulu neler yapabilirsin onun için uğraşıyorsun...” bölgedeki tüm işyerlerini dolaşıyordu. İşçi işçiye güveniyordu. Dışarıdan gençlik geldiğinde ya da parti temsilcileri geldiğinde işçiler onlara rağbet etmiyordu. Ama aynı semtte oturan işçi, evine gittiği işçi gelip anlattığında hemen ikna oluyordu. İşte komite üyesi işçiler bunu uzun uzun anlatınca diğer işçiler de yeni taslağın kendilerinden neyi koparacağını, hangi hakların ellerinden alınacağını öğreniyordu. Ama yine de o zaman bizim bölgede aynı sermaye grubuna ait diyelim 3 bin kişi varsa, onların ancak 300 kişisi
direnişe katılabiliyordu. Örneğin Eyüp Silahtar bölgesi. Orda DİSK’in yanında Türk-İş’e üye olan fabrikalar da boşaldı. Niye boşaldı? O dönemde çok kahramanca direnişler yaşanmıştı, 15–16 Haziran öncesi. Demirdöküm grevi. Panzerlerin etrafı sarmasına rağmen işçiler teslim olmamış. Bu eylemin diğer işçilere aktardığı büyük bir moral var. Buradan kalkarak büyük bir direniş yapıldı. Herkes yürüyebildi. Biz 15 Haziran günü fabrikadan çıktığımızda fabrikanın bekçileri tüm çevirmelerine rağmen işçiyi durduramıyor.
Kapıları açmıyor ama sen zorla açtırıyorsun… 14 Haziran’da DİSK üyesi olmayan işçiler belki gençlik önderleri de var mıydı? Tabii o dönem etkin olan FKF üyeleri bile vardı. DİSK önce, “Öğrencileri almayalım, kışkırtma olur,” dedi ama bağlı sendikalar buna rağbet etmeyince mecbur kalınarak buna uyuldu. Ama salonda öğrenciler saygıyla işçileri dinledi ve kararı sorgulamadı bile. Toplantıda kışkırtma yapalım ve işçilere yanlış şeyler anlatılıyor, onları susturalım diye bir şey yoktu. İşçiye saygı vardı. 15 Haziran sabahına geldik. Hepiniz işinize gittiniz olaylar nasıl bir havada başladı? Osmaniye Bölgesi’ndeki tüm fabrikalar, Derby Lastik Fabrikası’nın tavrına bakıyoruz. Onlar çıkınca sesler duyuldu. Aşağı inmeye başladılar. Biz de onların ardından fabrikadan çıktık ve Bozkurt Fabrikası’nın önüne yaklaştık. Orada Akın Tekstil, Edip İplik gibi DİSK’in örgütlenme çalışması yapılan işyerleri var. Sümerbank var ama orada Türk-İş örgütlü. Bu eylem tüm işçilerin haklarının elinden alınmasına karşı bir eylem. Türk-İş DİSK ayrımı yok ve herkes katılıyor. E-5’e çıktığımızda çevirmeler başladı. İlk gün Şişe Cam’ın bulunduğu bölge, MAN Fabrikası gibi yerlerin bulunduğu havza, General Elektrik Fabrikası, oradaki işçilerin boşalması ve E-5’ten geçerek Zeytinburnu üzerinden Edirnekapı’ya doğru yönelmesi başladı. Kalabalık arttığı için artık durdurmak mümkün olmadı. O bölgede güvenlik güçleri çok etkili olamadı çünkü kalabalık aniden toparlanmıştı. Dikkat ederseniz bu yakada ölüm olmadı. Çünkü aşırı kalabalık kitle ile aniden çıkıldı bu yakaya. Ölümler karşıda olmuştu. O gün çok çatışma olduğu bilgisini ancak akşam öğrenebildik. Hiçbir polis barikatı veya asker barikatı ile karşılaşmadınız mı? Tabii karşılaştık. İşçilerin etrafında zincir oluşmuştu. Katı bir kortej yapısı idi. İçeri polis sızamadı. Şimdinin Atatürk Öğrenci Yurdu kenarında, E-5’e çıkarken bir barikatla karşılaştık. Ama ateş açılınca kimse kaçmadı ve oturdu ilk anda. Arkadan kalabalık bastırınca öndekiler ayağa kalktı; polis ve asker engelleyemedi ve yürüyüş devam etti. Anadolu Yakası’nda sık sık yaşanan askerlerin, albayların, “Evlatlarım nereden geliyorsunuz? İşyerlerinize dönün,” gibi bir propagandalarıyla karşılaştınız mı? Biz Edirnekapı’ya ulaşana kadar böyle bir barikatla karşılaşmadık. Zaten oraya gittiğimizde güçler Bereç’ten, Silahtarağa’dan gelen güçlerle birleşmişti. Onlar Eminönü Karaköy yönüne dönmüştü. Oradan sandallarla geçip Taksim’e ulaşanlar olmuş. Bundan o an haberimiz yoktu. Biz 16’sında öğrendik bunu. Bakırköy’den çıkan kortejdeki bilinçli bir işçi olarak nereyi gitmeyi düşünüyordunuz? Hedef Taksim’di. Öyle planlanmıştı. Orada bir miting düzenlenip taleplerimiz dile getirilecekti. Bunu başaramadık. İşçilerin katılımı, coşkusu nasıldı? Attıkları
15-16 Haziran 1970, metin ve söyleşiler: FiLiZ ASLAN sloganlarda ne öne çıkıyordu? Son derece yüksekti. “Grev Hakkımızdır ve Lokavt Yasaklansın!” Bu slogan en çok atılan sloganlardan biriydi. Dolayısıyla, “İşçiyiz Kazanacağız”, “Kazanılmış Haklarımızdan Taviz Vermeyeceğiz!” dibi sloganlar vardı. “Yaşasın DİSK!” sloganı vardı. “DİSK Engellemez, Örgütlenme Hakkımız Engellenemez” sloganları çok atıldı. O dönemde çevik kuvvet yoktu ve onlara ‘Fruko’ denilirdi? Şapkalarının beyaz olması nedeniyle mi? Evet evet, şapkaları beyazdı, gazoz kapağı gibi ve onlara ‘Furuko Gazoz’ deniyordu. Devletin güvenlik güçlerinin kimden yana olduğunu işçi kendi deneyimi ile öğreniyordu. “Niye bana saldırıyor? Ben kendi hakkımı arıyorum,” diye düşünüyordu işçi. Edirnekapı’ya geldiğimizde işçiler arasına iki şey tartışıldı. Örneğin bir kısım işçi orada sabahlamayı önerdi. Bunlar fabrikalarımıza gitmeyelim diyen gruptu. 16’sına bu eylemi daha geniş devam ettirelim denildi ama o görüş tutmadı. Herkes fabrikalarına gitsin, oradaki işçiyi örgütlesin ve bu eylemler uzayacak katılımı genişletelim düşüncesi hakim oldu. Sonra Kemal Türkler ve diğer sendikacılar gözaltına alındı. Kemal Türkler’in çağrısına rağmen 16 Haziran günü eyleme devam edildi. Kemal Türkler’in çağrısından biraz söz eder misiniz? 15 Haziran akşamı Türkler, “Askerle karşı karşıya gelmeyin!” çağrısı yaptı. “Biz çatışmayacağız bizi buna zorluyorlar ama biz bunu yapmayacağız,” diye radyodan çağrı yaptı. Ama bu işçide bir durgunluk yaratmadı tam tersine işçiyi körükledi. Herkes bilincini 14 Haziran tarihli toplantıya kilitlemişti. Kemal Türkler sizce bu çağrıyı neden yaptı? Neden direniş bu denli yükseldiğinde bu çağrıyı yapmıştır? Baskıdan dolayı olabilir. Sıkıyönetim ilanı bilgileri gelmişti. Belki bunu hissetti. Sıkıyönetim ilan edilmesin ve haklarımız geriye gitmesin diye düşünmüş olabilir. Olayların ilerlemesinden korkmuş olabilir, sonuçlarından korkmuş olabilir. Çünkü direniş beklenenden çok ileriydi. Düşünün Türkay Kibrit Fabrikası, orada Türk-İş örgütlü ve oranın işçileri ‘işçilere saldırı var’ diye sokağa çıkıyor. Herkes sınıfa saldırı var diye bakıyor. 15–16 Haziran bana göre işçi sınıfı tarihinde çok önemli bir dönüm noktası oluşturmuştur. Orada bir kazanım da var. Yasa bir süre sonra geri çekildi. Tabii kazanımın yanında bir yığın kayıp da var. Arkadaşlarımız katledildi, yığınla işçi işten atıldı. O dönem DİSK’in Türk-İş’le örgütlenme konusunda bir rekabeti vardı. Bu rekabet bu iki güne yansıdı mı? 1970 yıllarında Türk-İş’ten ey büyük sendikaları olan Maden-İş, Gıda-İş koparak DİSK’i kurmuş. Toplu sözleşmesi olan fabrikada bile işçi sözleşmesini elinin tersiyle itmiş ve DİSK’e bağlı sendikaya geçiyor. Türk-İş’in şubeleri kopmuş gelmiş. Buradaki farklılık kafalarda net. İşçi genel kazanımla bitince o anki kaybına bakmıyor. İşten atılmış, çok fazla ona bakmıyor. O ileriye bakıyor. Sendika rekabeti işçinin kafasında yok, işçi net. Kemal Türkler dönemin çok etkili bir işçi lideri, DİSK’in başında etkili bir önder. Bu konumuna rağmen onun yaptığı çağrıya karşı işçilerin geriye dönmemesini ve 16 Hazirana
“Bugün, 2000’lerde, sendikaların tümü örgütsüz durumda. Sınıf sendikacılığını savunulanlar bile ünite temsilciliğini oturtamadı. Ne kadar işçi sendikal kararlara katılırsa, karara katıldığı için o karar çok çaba harcayacak… Sermaye bizden daha hızlı öğreniyor ve ders çıkarıyor. Çünkü olanakları çok daha geniş. Sermayenin saldırıları artık daha inceltilmiş yöntemlere döndü. Sendikaları hak alma aracı olmaktan çıkarıp sembolik yapılara dönüştürdü. Yasal hakları işçilerin aleyhine döndürme yöntemleri geliştirdi. Sendikacıyla işçiler arasındaki bağı koparan, sendikacılara geniş olanaklar sağlayan bir yaşam biçimi hayata geçirdi. Bunu sendika ayrımı yapmadan söylüyorum. Sendikacı ücretleri işçiden çok yüksek olunca burası kazanç kapısına dönüştü. Onun için bugün 15–16 Haziranları yaratamıyoruz.” daha geniş katılmasını nasıl açıklıyorsunuz? İşçiler o dönemin işçi önderleri doğru söylüyor ve devlet bize saldırıyor düşüncesi 15 Haziran günü pekişti. Saldırıları görünce durumu net anladılar ve artık durmak istemediler. Onun için ertesi gün de sürdü olaylar. O dönem teorik olarak tartışılan ve halk arasında da etkili olan “Ordu-İşçi-Memur El ele” anlayışı o gün değişti mi sizce? Evet askerler evlatlarım nereye gidiyorsunuz? “Orduyla sizi karşı karşıya getirmek istiyorlar” ifadesi o günkü saldırı ile inandırıcılığını yitirdi. Biz ne istiyoruz? Örgütlenme hakkımız olsun, referandum olsun istediğim sendikaya gideyim... Lokavtın yasal olmamasını istiyoruz. Grev hakkımızı istiyoruz. Yasalarda olduğu halde lokavt ile bu hakkımız engelleniyor diye sorup duruyordu işçi. Ordu bu konuda gözden düştü diyebiliriz. 15 Haziran akşamı nereye gittiniz ve ertesi gün için neler yaptınız? İşyerlerimize gittik. Biraz moral çöküntüsü de var tabi. Aç susuz beklemişsin. Sıcaktan etkilenmişsin. Ama buna rağmen sendikaların örgütlülüğü çok önemli ve örgütlü işçi önderleri var ortada. O gece kimse sabaha kadar uyumadı desem yeridir. Hangi fabrika var, o bölgenin önderleri o fabrikanın içinde tartışıp konuşuyor. Önderler sabaha kadar propaganda yaptı. Kimler haklı kimler haksız önderler anlattı gerçekleri. Kendi işyerinizde de bunu yaptınız mı? Evet biz Türk-İş’e bağlı olmamıza rağmen yaptık. Hatta Derby Lastik’ten Şaban adında
bir temsilci vardı. O kişi sabaha kadar bizim fabrikada kaldı. Bizimle sohbet etti ve gelişmeleri anlattı. Lastik-İş’te örgütlüydü. Ama sabaha kadar Türk-İş üyesi bir sendikada çalışma yaptı. İşçiler askerin üzerlerine gelmesi ile öfke yaşadı mı? Kimse bunu beklemiyordu. Bizim çocuğumuz bize saldırıyor diye düşünüldü. Zaten 16 Haziran günü yarbay-albay, bu bitti. Güven tükendi. DİSK’e bağlı fabrikalarda üretim yok. Bizde ise üretim var gibi gösteriyor. İşveren geldiği zaman çalışır görünülüyor. Sembolik yani. 15 Haziran akşamı kaç gün süreyle ve nereye kadar yürüme kararı aldınız? Haklar geri alınıncaya kadar eylemlere devam kararı aldık. Ölmek var dönmek yok. Hakkımızı yedirmeyeceğiz anlayışı işçilere yerleşmişti. Bir başka yön ise neden işçiler bu yasaların geri alınması için bu kadar çabaladı? Bu çok önemli. Dönemin politik seviyesine de denk geliyor. Dünyada gelişen sosyalizm dalgasına denk geliyor. ’68 hareketinin çok büyük bir etkisi var bu olaylarda. Bu iki günkü işçi tepkisi, devrimci hareketten nefes aldı. Birbirini tetikledi. İşçi ve öğrenci hareketinin birbirini tetiklemesi söz konusu idi. İşçiler gidiyor, öğrenci hareketini destekliyor, “Bizim çocuklarımızın boykotunu kıramazsınız!” diye karşı çıkıyordu aileler. Bu gün yok bu olay. Bu özellik çok önemli başarılı olmasında. Bir de bu düzen bizim düzenimiz değil, bu sistem değişecek… İşçiler buna inanıyordu. Düzenin değişeceği fikri insanları harekete geçiriyordu. En geri düzeydeki işçi bile
bunu diyordu. 15-16 Haziran yürüdünüz. Akşam oldu… Haaa, 15 Haziran günü sadece gündüz vardiyasından gelenleri çıkarmıştık. 16 Haziran günü ise üç vardiyayı da getirebildik. Tüm fabrika işçi katıldı. Kitleselleşmesinin nedeni de bu zaten. Yani köprülerin açılmasına rağmen insanlar karşıya geçebildi. 16 Haziran sabahı Osmaniye’den yola çıktınız nasıl bir plan vardı? Güzergâh Saraçhane idi. Önceki güne göre daha kitleseldi. Saraçhane’den sonra Karaköy ve oradan da Taksim’e ulaştık. Başka hangi kollar Taksim’e ulaştı? Beşiktaş’ta DİSK Gıda-İş’in örgütlü olduğu un fabrikaları vardı. Orada, Doğulu, güçlü, babayiğit işçiler vardı; onlar yoğun katıldı. Cibali Tütün’de Çağdaş Tütün İşçileri Sendikası diye bir işyeri sendikası vardı. Onlar bu eyleme çok yoğun katılım sağladılar. Mecidiyeköy’de Philips, Profilo gibi büyük işyerlerinin işçileri sokağa dökülmüştü. Taksim’de toplanan işçiler oradan ne yapmaya karar verdi? Oradan işyerlerimize gittik. Çünkü ‘Meclis olağanüstü toplantıya çağrıldı’ haberi geldi. Ondan sonra Çalışma Bakanı radyodan açıklamaya yaparak, “Yasa değişikliğini yapmayacağız,” dedi. Çünkü baktılar, Kemal Türkler radyodan çağrı yaptığı halde, işçiler onu çok sevdiği halde eyleme devam etmekteydi. Bundan siyasi iktidar çok korktu. Sermaye korktu. Belki de bu eylemler devam ederse sermayenin lokavt hakkı da elinden alınabilir diye korktular. Siz kazanımlarımızı elde ettik düşüncesi ile işyerlerinize döndünüz ve ertesi gün sokağa çıkmadınız, öyle mi? Öğleye doğru sıkıyönetim ilan edildi ama bizim sokağa çıkmamızda onun etkisi yok biz eylemi kazandık diye bitirdik gerçekten. Sendikalar arası rekabet o günlere nasıl yansıdı? Sendika yönetimlerinin bakışına bakarsak; örneğin Türk-İş bu eylemler devam ederse işçiler bizi de ezer geçer diye düşündü. Türk-İş sonunda, “Biz de eylemi destekliyoruz,” diye açıklama yaptı. Bunu durup dururken söylemedi. Korktu, DİSK bu eylemin başarısıyla büyüyecek diye Türk-İş yönetimleri. Bir diğer konu sendikasız işyerleri de o eyleme katıldı. Bunlar ondan sonra nerede örgütlenecek? Tabii ki DİSK’e gidecek. Bu durum Türk-İş’in Amerikancı sendikacılarını daha da korkuttu. İstanbul’daki olaylar Türkiye’deki emekçileri nasıl etkiledi? İstanbul o zaman da Türkiye’nin nabzı. Devletin fabrikaları bile burada, Feshane, Bahariye Mensucat, onlarca işyeri. Ama İzmir’den Adana’dan destek eylemleri geldi. Çok yazılmadı bunlar, Adana’daki Marsa Yağ Fabrikası’nda destek eylemleri var. Tütün işçileri Ege’de iş bıraktı. 17 Haziran günü İstanbul’da sıkıyönetim ilan edilmiş ama taşrada eylemlere devam ediyor. TÖS, Fakir Baykurt aracığıyla, “Biz işçilerimizi ezdirmeyeceğiz!” diye bildiri yayınlamış. Yani her kesimden destek vardı. Sizce sermaye bu iki günden ne öğrendi? Bence sermaye sınıfı o iki gün işçinin gücünü öğrendi. Yeni tutumlar belirledi. Sadece zor kullanarak bunu bastıramayacağını anladı ve daha farklı politikalara geçti.
9
15-16 Haziran 1970, metin ve söyleşiler: FiLiZ ASLAN
İşçi sınıfının ayağa kalktığı gün
Karayolları işçisi Ali Eriş: “İkinci gün saldırılar daha kanlı geçmişti tabii. Mehmet Gıdak, Yaşar Yıldırım ve Mustafa Bayram adındaki işçiler polis kurşunuyla can vermişti. Bir işkembeciyi ve toplum polisini bizzat polis vurmuştu...” Ali Eriş, Sakarya İli Karayolları Bölge’de çalışan bir yol işçisiydi 15–16 Haziran Direnişi sırasında. Eğitim için geldiği İstanbul’da diğer işçi arkadaşlarıyla beraber direnişe katılan Ali Eriş, yaşadıklarını anlattı... 15-16 Haziran size neyi ifade ediyor? Bana göre 15-16 Haziran işçi sınıfının ayağa kalktığı bir gündür. Unutturulmak istenen işçi sınıfı tarihinden bugüne ışık tutan mücadele tarihinin parlak bir sayfasıdır. Bu direnişin derslerini anımsamak kuşkusuz yeterli değil. Ancak bu dersleri bugünkü mücadele tarihimizin canlı bir öğesi haline getirmek ve sınıfın kurtuluş mücadelesini anlamak gerekiyor. Direnişte nasıl yer aldınız? Ben Sakarya’da yol işçisiydim. İstanbul’a görevli olarak gelmiştik. Burada bizi asfalt kursuna almışlardı. Kurs boyunca olup biteni işyeri temsilcileri bize uzun uzun anlatmıştı. İçimizde büyük bir öfke birikmişti. Biz DİSK üyesi değildik ama sendikalı arkadaşlarımızın sendikaları kapatılmak isteniyordu. Haziran ayının başından beri kursta, işyerinde hep bunları konuşuyorduk. Hükümetteki Adalet Partisi’nin Çalışma Bakanı Seyfi Öztürk Erzurum’da DİSK’in kapatılacağını ilan ediyordu. Sendika yasasının değiştirilmesini, böylece işçilerin grev hakkını, sendika hakkını ve toplu pazarlık hakkını ellerinden almak istiyordu. Bunlar tek tek işçilere anlatılıyordu. Bize işyerlerinde bu yasalara karşı direniş komiteleri kurulduğu anlatılmıştı uzun uzun. Biz DİSK üyesi olmasak da bu durumu siyasi çalışma yapan ağabeylerimizden öğrenmiştik. İşçinin istediği sendikaya üye olmamasını büyük bir haksızlık olarak algılıyorduk. Gelişmelerden nasıl haberdar oldunuz? 14 Haziran günü DİSK bir basın açıklaması yaparak durumu kitlelere anlattı. Açıklamada, “Hükümet fasişt sendikacılığı getirmek istiyor, Türk-İş dışında tüm sendikalar kapatılacak. Yani DİSK düşürülecek, işçiler Türk-İş üyesi olmamalarına rağmen üye aidatı kesilecek. Türk-İş sendika diktatöryası hazırlanıyor ve baskı terör estirecek,” deniyordu bildiride. Eğitim aldığımız işyerinde akşamüzeri bildiri dağıtıldı ve bunları bildiriden öğrendik. Bu saldırıya boyun eğilmeyeceğini haklar için direneceklerini de ifade ediyorlardı. Eylemlere nasıl katıldınız? Biz İstanbul’da Yol-İş’in misafirhanesinde kalıyorduk. O zaman Türk-İş’e bağlı Yol-İş Sendikası’na üye bir yol işçisi idim. 15 Haziran 1970, günlerden pazartesi… Eğitim süresince her sabah işyerlerimize gidiyorduk. O gün de Küçükyalı’da birimimize gittik. Önce sessiz bir direniş başladı. Üretim yok tabi. Bize verilen saat içinde işyerlerimizi terk ediyoruz. Biz bu direnişe Türk-İş’e bağlı yol işçileri olarak katıldık. Üstelik Türk-İş yönetimi bizi tehdit ettiği halde katıldık. Bir süre sonra hiçbir konfederasyona üye olmayan işçiler de bize katıldı. Yani DİSK’li
10
Kuyunun suyu!.. “Bir de gülümseten bir anımı anlatayım size: Ayaklarımızın altı patlamıştı. Bazı işçiler ayakkabılarını çıkarmış çıplak ayakla yürüyordu... O gün yürürken çok susamıştık. Küçükyalı’dan Kadıköy’e gelirken E-5’in sol tarafı olduğu gibi bostanlıktı o zaman. Şimdi biliyorsunuz oraları ev doldu. Sıcak bir yaz günü uzun süre yürüdükten sonra içimiz yanmıştı. Bostanların kenarında bir kuyu gördük. Hemen toplanıp oradan kana kana su içtik. Su temiz değilmiş, karınlarımız şişti, çoğumuz ishal olduk, barsak enfeksiyonu olmuşuz o kirli sudan...” kardeşlerimizin yayında yerimizi aldık. Direniş üç koldan başlamıştı. Biz Kadıköy bölgesinden Ankara Yolu üzerindeki tüm fabrikalardan çıkan işçiler olarak yürüyüşe geçtik. Tek hedefimiz Ankara yoluna yani E-5’e çıkmak, sonrasında da Üsküdar’dan gelenlerle birleşip Yoğurtçu Parkı ve civarında birikmekti. Ankara yolu girişine çok yaklaşmıştık ki polis barikatı ile karşılaştık. Yürümek istediysek de polis silah kullandı ve çatışma başladı. Orada o anda birkaç işçi yaralandı. O barikatı aştık. Ancak bir süre sonra, Ankara Yolu girişine yakın bir yerde daha büyük bir polis barikatıyla karşılaştık. Birinci barikattaki acımasızlık, kardeşlerimizi yaralı ve kanlar içinde
görmek bize kararlılık aşıladı. Elimize geçen sopaları, taşları fırlatmaya başladık. Belimizden kemerlerimizi çıkarıp çatışmaya başladık. Boğaz boğaza bir kavga sürdü. Artık tek düşüncemiz E-5’e çıkmak ve diğer işçilerle birleşmekti. Bu sefer de karşımıza jandarma barikatı çıkmıştı. Ellerimizde Türk bayrakları var, “Ordu-işçi el ele!” diye bağırıyorduk. Ancak biz birlik derken baktık ki karşımızdaki ordunun bunu taktığı yok. Kimi havaya ateş açıyor kimisi dipçik darbeleriyle arkadaşlarımıza vuruyordu. Bir işçinin kafasına yediği dipçik darbeleri ile yaralandığını gördüm. O an nefretim kinim nasıl yoğunlaştı anlatamam. Çok yaralı vardı sokaklarda. Kimimizin kasketi
“Bir olay var, gerçekten de çok ilginç olduğundan anlatmadan geçemeyeceğim. Benimle birlikte Sakarya’da aynı işyerinde çalışan Nurettin Remzi adlı bir işçi vardı. Bilmiyorum yaşıyor mu bugün kendisi? Bu arkadaşımız o zaman sağcı idi işyerinde Demirel’e laf edenlere öyle bir kızardı ki anlatamam. Baktım kolundan darbe almış, hem de sağ kolundan esaslı bir dipçik yemiş. Remzi başlamış “Demirel İstifa!” diye slogan atmaya. Durdum baktım kendisine, o zaman sağ kolundaki hasarı fark ettim. Dirsekten aşağısı çok fena şişmiş kolunun. O sloganı hırsla atarken döndüm kendisine, “Yahu sen işyerinde Demirel’e söz söyletmezdin. Şimdi de kalkmış onu protesto ediyorsun. Eğer burada bize bir şey
kaybolmuştu, kimimizin tek ayakkabısı ortada yoktu. Bazılarımızın gözlükleri kırılmıştı… Üzerlerimizdeki gömleklerimizi, fanilalarımızı yırtarak yaralı arkadaşlarımızın kanını durdurduk. Onları gölgelik yerlere taşıdık. Daha ağır olanları hastaneye götürdük. Bütün gün yürüyerek geçmişti. Akşam saatlerinde bir işçi; “Artık dağılalım evlerimize gidelim ertesi gün tekrar toplanacağız!” diye bağırdı. Dağılarak misafirhaneye gittik. Ayaklarımıza pansuman yaptık. Ertesi gün için yürüneceği bilgisi gece geldi bize. Zaten gelmese de yürüme kararı almıştık çoktan. Uzun bir gece geçirdik. Arkadaşlarımızla yatakhanede uzun
olmayıp da sağ salim işyerlerimize dönersek yemeğe çıktığımızda yemekhanenin ortasında bütün işçi arkadaşlara yüksek sesle bağıracağım, “Arkadaşlar, Nurettin Remzi yürüyüşte, ‘Demirel İstifa!’ diye bağırdı diyeceğim,” dedim. Nurettin Remzi bana döndü ve benim unutmayacağım bir laf etti; “Bana bak Ali Eriş! Eğer bu dediğini yapmazsan çok üzülürüm. Hatta senin bunu anlatmana gerek yok, ben kendim oraya gider gitmez bütün olanları anlatacağım. Sonra sahiden de işyerimize döndüğümüzde o arkadaşımız bütün işçilere olayları kendisi anlattı ve fabrika bahçesinde, “Demirel İstifa!” diyerek slogan attı...”
15-16 Haziran 1970, metin ve söyleşiler: FiLiZ ASLAN
‘Fabrikaların dinamitlenmesi doğru değildir!’
Papatya gibi kadınlar...
“Ha, bu arada ikinci gün yola çıktığımızda Kartal Bölgesi’nden tütün işçisi kadınlar beyaz başörtüleri ile süzüle süzüle geliyordu. Düzenli bir kortej yapmışlar sakin sakin yürüyorlardı. Onlar öyle papatyalar gibi süzüle süzüle yürürken karşıdan bir grubu polis çembere aldı ve yürüyüş için bırakmıyordu. Bu kadınlar geldiler, daldılar polisin arasına ve tek tek abluka altındaki işçileri polisin elinden aldılar. Hiç unutamadığım bir anımdır bu da benim...” uzun sohbet ettik. Yasanın getirip götüreceklerini, gelen baskıları konuştuk. Referandum hakkını tartıştık. İşverene tanınan lokavt hakkının başımıza ne çoraplar öreceğini tahmin etmeye çalıştık. Kendimizi ertesi güne hazırladık. 16 Haziran günü sabah nasıl başladı? 16 Haziran günü yeniden yürüyüşe geçtik. Bir gün öncesinden aşırı yorulmuştuk, buna rağmen yürüyüşten vazgeçmedik. İşyerlerinden çıkarken tedarikliydik. Kazmaları kâğıtlara sararak yanımıza almıştık. Kadıköy hattında yürüyoruz. Kızıltoprak Tren İstasyonu’na kadar ara yollardan yürüyoruz. Aramıza kadın işçiler ve gençler katıldılar. Tren yolunun altındaki geçide polis yığılıyor. Barikatı kavga dövüş aştık. E-5’e çıkmamıza 15 metre var yok, karşımıza baktık, yığınla polis yeniden toplanmış. Kemerlerimizi çıkardık ve başladık savaşmaya. Artık geri dönüş yoktu. Kurbağalıdere civarındaki geçitlerden birinde yüksek bir yerden polis ateş açtı. Aramızdaki arkadaşlardan, “İşçi-Asker Elelele “diye slogan atanlar vardı. O arkadaşlara asker dipçiği indirince kafaları gözleri patladı. Bizim gruptan 6–7 kişi çok ağır yaralanmıştı. Birçok işçi kardeşimizin kafası patlamıştı. Çoğu işçinin askere güveni azalmıştı. Yerlere oluk oluk kan akıyordu. Atletlerimizi çıkardık ve yaralı arkadaşlarımızın yaralarını sardık. Onları ayağa kaldırıp tekrar yola koyulduk. Kadıköy’e kadar geldik. Oradan Avrupa Yakası’na geçip valiliğe varmak istiyorduk. Ama iskeleye vardığımızda bir de gördük ki; gemiler bağlanmış, motorlar kalkmıyor, oysa bizim hedefimiz belli vilayet ve valiliğe baskın… İkinci gün birinci günden farklı mıydı sizce? İkinci gün saldırılar daha kanlı geçmişti tabii. Mehmet Gıdak, Yaşar Yıldırım ve Mustafa Bayram adındaki işçiler polis kurşunu ile can
vermişti. Bir işkembeciyi ve toplum polisini bizzat polis vurmuştu. Biz bunları kulaktan kulağa duyuyorduk. Kadıköy’e geldiğimizde karşıya geçemeyeceğimizi anlaşınca bu kez ne yapalım diye düşündük ve Kaymakamlığı basma kararı aldık. 20–25 kadar kişi ile Kaymakamlığı işgal ettik. Buranın önündeki araçları ateşe verdik. Sonra akşam oldu. Olaylardan devlet tedirgindi. Bu kez de gözaltılar başladı. Biz de Selimiye’ye götürüldük. Orada 1 gece tutulduk. Hepimizin hakkında dava açıldı. Ama o kadar çok insan vardı ki dava uzun sürdü. Sonra çoğumuz beraat ettik. 15-16 Haziran direnişinden bu gün için çıkarılacak dersler neler size göre? 15–16 Haziran aslında bir birikimdi. Öncesinde Trakya’da, Ege’de tarım işçileri iş bırakıyor, köylüler toprak işgallerine girişiyordu. Memur hareketi büyük boyutlara ulaşmıştı. Günlerce süren grev hareketleri vardı. Gençlik hareketi çok ilerlemişti. Devlet, çalışanların son derece haklı toplumsal hareketini kırmak, işçi sınıfı hareketini Türk-İş gibi Amerikancı gerici bir konfederasyona hapsetmek istedi. Her şeyi düzene bağlamak istedi. Ancak bu iki gün boyunca işçi sınıfı üretimden gelen gücünü ortaya koyarak gereken cevabı vermişti. Bu güne nasıl bir ders derseniz… Ben her 15-16 Haziran günü işçi kardeşlerim Mehmet Gıdak, yaşar Yıldırım, Mustafa Bayram ve işkembeci Abdurrahman Bozkurt’un öldürüldüğü Ankara Yolu’na yani E-5’e giderim. Kendimi panellere, salon toplantılarına hapsetmem. Tüm işçi sınıfı ve emekçi yığınlar şu destanı birlik ve mücadele geleneği olarak hiç unutmamalı ve o gün alanlarda olmak için içinde bulundukları örgütleri zorlamalıdır. 15–16 Haziran ancak sokakta anılır ve ancak sokakta bir arada anlam bulur.
15–16 Haziran isyanı sırasında DİSK’e bağlı Maden-İş temsilciliğinde organizatör, yani örgütçü olarak görev yapan Nurettin Çavdar, o iki günü anlattıkça, olayların geçtiğimiz 1 Mayıs’la olan enteresan paralellikleri de ortaya çıktı. Anlaşılan devletin deniz ulaşımını aksatma geleneği o tarihte başlamış. Nurettin Çavdar’ın ağzından dinleyelim: “Kartal bölgesi öne çıkmıştı ama olaylar sadece Kartal bölgesinde olmadı. Avrupa yakasındaki işçiler Silahtar’daki önemli fabrikaları boşalttı. Eyüp, Merter, Levent, her yerde fabrikalar boşalıyordu. Polis yolları kesmişti. İstanbul’un dört ana giriş yerinden ve Trakya tarafından gelen yol olmak üzere her tarafında yola çıkan işçiler İstanbul’da Cağaloğlu’nda ve Taksim’de buluşacaktı. İktidar bundan çok korktu. Bunu engellemek için Galata Köprüsü açıldı. Motorlar ve gemiler iskelelerden çekilerek açığa alındı. Buna rağmen Topkapı’dan gelenler Vilayetin önüne kadar geldi. Tankların üzerinden atlayarak geçtiler. Kartal’dan gelenler Kadıköy’de toplandı. Orada Emniyet Amirliği’nin önünde polis cipleri ateşe verildi. Araçlar yanarken o tarihi bina da biraz hasar gördü. Ertesi gün gazetelere, ‘İşçiler Kaymakamlığı ateşe verdi’ diye yazıldı. Barikatların önünde önce askeri işçilerin karşısına çıkarıp ‘evladım’ diye hitap ettiriyorlardı. Sonra polis yürüyemezsiniz diye gerçek yüzünü gösteriyordu. Olaylar bu. Başlangıcı ise 274 ve 275 sayılı yasaların değiştirilmek istenmesiydi.” Nurettin Çavdar, işçilerin sınıf mücadeleci sendikalarda örgütlenmesini fiilen engellemek üzere çıkarılan yasa üzerine yapılan toplantıyı ise şöyle anlattı: “Yasa tasarısı daha parlamentoya gelmeden önce DİSK işçileri bilgilendirmeye çalıştı. Yayınları ile toplantıları ile bunu yaptı. Yasa parlamentoya geldikten sonra da, DİSK yönetimi gerek hükümet düzeyinde gerek muhalefet düzeyinde temaslar yaptı bu yasanın çıkmaması için. Bunlardan sonuç alınamayacağını gören yönetim DİSK tüzüğünden hareketle tüm Türkiye’deki temsilcilerini topladı. DİSK’e bağlı Lastik-İş’in binasıydı orası, Merter’deki bina. O toplantıda, gerek Kemal Türkler gerek Rıza Kuas, ki Kuas o zaman milletvekiliydi, Türkler de DİSK genel başkanıydı, yasanın ne getirip ne götürdüğünü etraflıca anlattılar. İşçilere de düşüncelerini sordular. ‘Sendikal haklarınızı yok eden bu düzenlemeye karşı ne düşündüğünüzü söyleyin,’ dediler. İşyerlerinden gelen temsilcilerin büyük bölümü tepkili idi. Herkes söz aldı ve eylemde kararlılık dile getirildi. Buna karşı ne tür eylemler sorusu soruldu. Bu eylemler yapılırken karşımıza polis çıkarsa ne yapacağız? Asker çıkarsa ne yapacağız gibi soruları vardı işçi temsilcilerinin ve bunlara yanıt aranıyordu. Bir arkadaşımız konuşmasında, ‘Karşımıza polis ya da asker çıkarsa fabrikaları dinamitleriz,’ dedi. Türkler derhal müdahale etti. “Bizim işçiler olarak üretim araçları ile bir kavgamız yok. Bizim kavgamız bu günkü iktidardır. Onun getirdiği yasalara karşı hep birlikte tepkimizi dile getireceğiz. Yoksa fabrikaların dinamitlenmesi doğru değildir, bunu söyleyen sözünü geri alsın” dedi. Ve o temsilci arkadaşımız sözünü geri aldı. Ama Sıkıyönetim Mahkemesi’nde bu söz geri alınmış sayılmadı tabii. İddianamede yer verildi bu tür konuşmalara. Polis yaptığı aramalarda bant kayıtlarını ele geçirmişti...”
11
15-16 Haziran 1970, metin ve söyleşiler: FiLiZ ASLAN
Kendi yasalarımızı kendimiz yaparız!
“Bir minibüsün üzerine çıktım, ‘Yasalar geri alınıncaya kadar devam edeceğiz, bunlar geri alınmazsa Ankara’ya kadar yürüyeceğiz ve Meclis’e girerek kendi yasalarımızı kendimiz yapacağız!’ dedim. Bu konuşma Sıkıyönetim Mahkemesi’nde iddianameye konuldu...” Mehmet Karaca, 15–16 Haziran’da DİSK’e bağlı Otosan fabrikası işyeri temsilcisiydi. O zaman 25 yaşında genç bir işçi olarak yaşadıklarını anlattı... Direnişe nasıl katıldınız? 14 Haziran’da DİSK’te yapılan toplantıda Kemal Türkler bugün bile unutamadığım ajitasyonu yüksek bir konuşma yaptı. “Karşınıza polis de çıkarılabilir, asker de çıkabilir, gözaltına alınabilir ve tutuklanabilirsiniz. Arkadaşlarınızı polisin ve askerin elinden kurtarın!” diyerek dozu yüksek bir konuşma yaptı. “Eylem türlerini siz kendiniz belirleyin biraz da!” dedi. “Yürüyüş olsun, miting olsun, mahallelerde yapın, fabrikada yapın, fabrikadan çıkın semtlere doğru yürüyün. Aileleriniz de katılsın bu yürüyüşlere, çünkü her işyerinin koşulları farklıdır. Bu koşulları siz kendiniz belirleyin!” dedi. “Pazartesi Salı günleri bu tür eylemlere girişin ama Çarşamba için ise Taksim’de miting düzenleyeceğiz ve bu mitinge herkes çocuğu ile katılsın.” dedi. “Yürüyüşlere katılırken kamu vasıtalarına para vermeyin. Trenlere, otobüslere, vapurlara para vermeyin bu da bir eylem türüdür.” dedi Sonra sembolik olarak da 14 Haziran günü akşam bu toplantıdan çıkanlar Türkler başta olmak üzere Londra Asfaltı’na doğru bir yürüyüş başlattı. Ertesi gün herkes işyerine dönecekti. Toplantıdan sonra ne yaptınız? Toplantıdan sonra ben ve arkadaşlarım Otosan işyerinin bağlı olduğu DİSK Pendik bölge merkezine gittik. Ertesi gün nasıl eylemler yapacağımızı konuşup tartışarak karara bağladık. Pendik Bölgesi’nde Maden-İş’in örgütlü olduğu en önemli işyerleri içinde Arçelik ile benim çalıştığım Otosan başta geliyordu. Arçelik Bölge’nin ta öbür ucunda Gebze’ye bağlıydı. Biz ise Acıbadem tarafındaydık. Yani birbirine çok uzak iki yerdi. Şimdi kalktı o fabrika. Buradan Anadolu Yakası’ndan Maden-İş’e bağlı iki işyerinin kararı belirleyici idi. Bizim kararımız o gün Ankara Asfaltı’nı Gebze tarafından biz, Kadıköy tarafından da diğerimiz trafiğe kapatacağız. Otoban falan yok tabi. E-5 İstanbul’un ana giriş yeri olarak önemli idi. Çayırova Bölgesi’nde Arçelikliler öncü olarak diğer fabrikaları yanlarına katarak yürüyüşe geçecek ve trafik kapanacaktı. Biz de Kadıköy Bölgesi’nden yürüyüşe geçerek trafiği kapatacaktık. Ertesi gün işyerine geldik ve doğruca sendika odasında temsilciler olarak toplandık. Ünite temcilik sistemimiz vardı. 20 kişide bir kişi olmak üzere ünite temsilcisi seçerdik. Bir de bunların kendi içinden seçtikleri yasal olarak öngörülen temsilcilik vardı. Baştemsilik ve işlerinin sayısına göre onunla çalışan yine seçimle gelmiş temsilciler vardı. Yine bunun dışında lokal olarak seçilmiş temsilciler vardı. Bu temsilcilerin toplamını düşünürsek 1000 dolayında insan çalışan Otosan işyerinde tüm temsilci toplamı 70 kişi kadardı. Biz 70 kişiyi temsilci odasına çağırarak, onlara bir gün önce Merter’deki toplantı kararlarını ve
12
“İşçiler dışarı çıktı ama onlara birilerinin yürüyüşün amacını anlatması lazımdı. Bunu temsilciler olarak kendi aramızda konuşmamıştık. Ben ikinci temsilci idim ve baştemsilci başka arkadaştı. Bir minibüsün üzerine çıktım, yeni yapılmış bir minibüstü bu kendi fabrikamızda. İşçilere açıklama yapmaya çalışıyorum ama sesim yetmedi. Biri bir megafon getirip verdi elime. İşçiler ellerine bayrak almış, hemen pankart hazırlayıp üzerlerine “Sendika Hakkı, Grev Hakkı İstiyoruz”, “Demirel İstifa!” gibi sloganlar yazmışlar. Kartonlara falan yazıp pankartları hazırladılar ben konuşma yaparken. Hiç hazırlığım yoktu ama bir gün önceki konuşmalardan etkilenerek 274 ve 275 sayılı yasaların ne getirip ne götürdüğünü anlatmaya çalıştım. Kararlılığı göstermek için, “Bu yasalar geri alınıncaya kadar devam edeceğiz ve bunlar geri alınmazsa Ankara’ya kadar yürüyeceğiz ve meclise girerek kendi yasalarımızı kendimiz yapacağız” dedim. Bu konuşma Sıkıyönetim Mahkemesi’nde iddianameye konuldu. Biz 85 kişi olaylarla ilgi olarak açılan davada yargılandık daha sonra. Ben bu davada yakalanmadım. Hemen ardından sıkıyönetim ilan edilmişti. Ben kaçak dolaşmaya başladım. Otosan’dan 65 işçi alındı ve ciddi işkence gördü bu arkadaşlarımız...” Pendik Bölgesi toplantı kararlarını anlattık. Eylemi nasıl başlatacağımız konusunda ünite temsilcilerimize işyerlerine dönmelerini ve birimlerini hazırlamalarını, biz temsilciler olarak kısımları gezmeye başlayacağımızı, bizim kısımlara geldiğimizi gören işçilerin derhal üretimi bırakarak dışarı çıkması şeklindeki bir planı kendilerine bildirdik. Dolayısıyla Ankara Asfaltı’na çıkmış olacaktık. Sahiden de iş böyle başladı. Patrondan hiç müdahale olmadı mı? 14 Haziran Merter toplantısı gazetelere yansımıştı ve Milliyet bu toplantıyla ilgili başlık bile atmıştı. İşçilerin eyleme geçeceği biliniyordu. İşyerinde 70 temsilci ile yaptığımız toplantıyı da işveren biliyordu. Genel Müdürün sekreteri sürekli genel müdür bizi toplantıya çağırıyor diye konuşmamızı bölüyordu. Ben de orayı oyalamak için geliriz diyordum. Sonuçta bizim öngördüğümüz gibi işyerlerine ünite temsilcileri dağıldı ve biz kısımları gezmeye başladık. Bizi
gören işçiler tezgahlarını bırakarak dışarı çıktı. Tulumlarıyla, iş önlükleriyle çıktılar. Ankara Asfaltı’na yaklaşırken trafik kilitlendi zaten. Bugünkü gibi geniş bir yol yoktu. O arada bir polis helikopteri üzerimizde dolaşmaya başladı. Tüm işyerlerini havadan denetliyorlar. Yürüyüşe nasıl devam ettiniz? Hava oldukça sıcaktı. Kimi işçiler üzerlerini çıkarıp atletlerle yürüyordu. Kimilerini iş ayakkabıları ayaklarını rahatsız ettiği için asfaltta yalınayak yürüyen işçiler vardı. Yol boyunca yürüyerek, fabrikalara uğrayarak işçileri aramıza katarak devam ediyorduk. Bu arada Kartal Soğanlı’da, Süleyman Demirel’in yeğeninin fabrikası olan Haymak Fabrikası’nın önüne kadar yürüdük. Bize bağlı fabrikalar zaten Ankara Asfaltı’na çıkıyorlardı. DİSK’e bağlı olmayan fabrikalar ise patronlar tarafından tatil edilmişti. Ben Cenoto’ya girdim. Şu an Carrefour’un olduğu yer. O zaman bu işyeri Otomobil-İş’e bağlıydı.
Java’ya girdim, orası da Otomobil-İş’e bağlıydı. Orası da tatildi. Diğer fabrikaların durumunu anlamak için öncü gruplar gönderiyorduk. O zaman telefon falan yok tabii. Arkadaşlarımızı yürüyerek gönderiyorduk. Hızlı hızlı gidip bilgi alıp geliyorlardı. Hatta hiç unutmam, Bostancı Tüneli’ne yaklaşırken, işçilerden bir-ikisi geldi bana, “Tünelin içinde bizi sıkıştırabilirler. Biz gidelim kontrol edelim,” dediler. Bunu hiç düşünmemiştik. İşçiler bizden önce bunu düşünüp sağduyu ile bunu önerdiler. Haberci olarak gidenlerden dönenler bize Haymak Fabrikası’nı tanklar kuşatmış dediler. Fabrikanın çatısında işçiler gözüküyor dediler. Bir yandan da kartal tarafından işçilerin yürüyüşe geçtiğini ve Kadıköy yönünde ilerlediğini bildirdiler. Haymak o zaman dişli üretiyor, pik döküm yapıyordu. Çalışma koşulları son derece kötü bir yerdi. Çalışan yaklaşık 500 kişi vardı. Yeni bir örgütlenme sürüyordu. İşveren örgütlenmeyi kırmak için Eskişehir’den hemşehrisi olan işçileri getirmiş, onları hangarda yatırıyor ve çalıştırıyor. Haymak’ta neler yaşadınız peki? Haymak’ın önüne kadar geldik; baktık asker tanklarla orayı kuşatmış ve barikat kurmuşlar. Biz işçilerle görüşemedik ama çatıdaki işçilerin bize el salladığını gördük. İçeri girmemize önce asker izin vermedi ama sonra direnince bir heyet olarak içeriye girdik. Meğer işçiler fabrikayı içeride işgal etmiş ve kapıları kaynakla kapatmışlar kimse girmesin diye. “Biz dışarı çıkarsak yürüyüşe, işveren bizi geri almaz, biz de kendimizi içeri kilitleyerek fabrikayı işgal edelim ve eyleme dahil olalım,” diye dışarı çıkmamakta diretiyorlar. Biz işçileri ikna ettik. Haymak önündeki işçi sayısı sürekli artıyor bu arada. 1.300 kişi ile yürüyüşe başlamıştık ama Haymak önünde 5-6 bin, sonra akşam saatlerinde 15 bin kadar işçi olduk Maltepe’den veya Kartal’dan gelen işçilerle. O arada Maltepe’den Tugay Yolu’ndan gelen işçileri gördük. Onlar kadın ağırlıkta, Türkİş’e bağlı bir sendikanın üyesi olarak baktık geliyorlar yığınlar halinde. Artık olaylar bizim kontrolümüzden çıkmıştı. Biz işçiler içeriden çıkacak diye bekliyoruz ama bir yandan da gelen işçiler barikatı aşarak içeriye girmek istiyorlar ve barikatı zorluyorlar. O coşku ile barikatı yarıp içerideki işçilerle kucaklaşmak istiyorlar. Barikatı yarabildiniz mi? Hiç unutmam o bölgede çalışan bir işçi arkadaşımız üzerine Türk bayrağını sarmış ve barikata askerin oraya doğru ilerliyor. Bu arada askere süngü tak talimatı verildi. Asker süngü taktı ama bizi sadece itiyor. O arkadaşımız üzerinde bayrakla askere doğru yürüyünce, asker önce durdurmaya çalıştı ama arkadaşımız “Vay asker bayrağa saldırıyor!” diye bağırmaya başladı. Asker ne yapsın çekindi birden. Barikatı açıverdi. Barikat açılınca 15 bin işçi fabrikaya girdi. Kucaklaşmaları anlatamam. Fabrikanın büro kısmında ne var ne yok darmadağın edildi. Masalar camlardan aşağıya atıldı. O anın getirdiği bir hareketti bu. Engellenemedi. Ama
15-16 Haziran 1970, metin ve söyleşiler: FiLiZ ASLAN üretim araçlarına hiç zarar verilmedi sadece büro malzemelerine zarar verildi. Sonra eylem sona erdirildi. Niye Haymak derseniz, bu yasaları Demirel geçiriyordu. Onun kardeşinin fabrikası olduğu için öfke orada birikmişti. Sonra bitti mi eylem? Bir olay daha oldu orada. Fabrika lojmanlarına doğru işçiler gitmek istedi. O taraftan, işverenin Eskişehir’den getirdiği adamlardan birkaçı silah çekti işçilerin üzerine. Bunu gören bizim arkadaşlarımızdan birkaç tanesi “Silah çekildi!” diye bağırmaya başladı. Sonra onları yakalamışlar ve bize getiriyorlar, ne yapacağız diye. Asker kuşatmış etrafımızı; baktım onları linç edecek işçiler, “Hemen bu adamları askere teslim edin. Silahıyla askere verin!” dedim. Onlar teslim edildi. O silah çekenlerden bir tanesi daha sonra bizim Maden-İş’in temsilcisi oldu. Demek orada gördükleri ile değişti. Farkına vardı kullanıldığının. O gün eylem bitti orada herkes dağıldı. Biz kamyon, otobüs ne bulursak durdurduk ve bindik. Kimse bize niye biniyorsunuz, para verin bile demedi. Fabrikamıza geldik elimizi yüzümüzü yıkadık, evimize gittik. Peki 16 Haziran’da neler yaşadınız? Ertesi gün sabah işyerimize geldik. Yine yürüyüşe geçeceğiz ama Arçelik işçileri yolu keserek Gebze tarafına yürümüştü. Otosan önünde toplandık yine. Kendi kendimize dedik ki; birinci gün Kartal tarafına doğru yürüdük ikinci gün de tam tersi yürüyelim. Yani ikinci gün Üsküdar- Kadıköy yönüne yürüyüp, o taraftaki meşhur Netaş işyerini aramıza alalım. Üsküdar’da Tekel Fabrikası tütün depoları falan vardı. Onları da ardımıza katalım düşüncemiz vardı. İlk gün ustabaşı ve postabaşları yürüyüşe katılmamıştı. İkinci gün baktık biz onlara bir şey demeden kendi kendilerine karar almışlar, yürüyüşe katıldılar. Üstellik bize; “Biz ustabaşıyız, en önde biz yürümeliyiz!” diyerek kortejin önüne geçtiler! Çıktık Otosan’dan Acıbadem Köprüsü’nü geçtik, orada polis önümüzü kesti. Arka sırada da asker barikatı var, önde de polis barikatı. Bize anonsla, “Yaptığınız eylem kanun dışıdır fabrikalarınıza dönün!” diye sesleniyor. Biz ise onlara, “Hayır kanunsuz eylem yapmıyoruz, yürüyüşümüzü yapacağız!” diye cevap verdik. Koşuyolu Köprüsü üzerinde çatışma başladı. Arkada asker havaya ateş açtı. Dağıtmak istediler. Biraz dağılsak da toparlandık. Baktık asker kademe kademe barikat kurmuş. Üsküdar’a ininceye kadar böyle. Ara sokaklara dağılarak Üsküdar Meydanı’na daha kalabalık toplandık. Otosan’dan bir grup Tekel Fabrikası’na girmiş. Orada kadın işçiler ağırlıkta. Fabrikanın yanında kreş var. Baktık, kreşteki kadınlar çocukları korumaya çalışıyor. Korkmuşlar. Biz onları teskin ettik. İsteyenlerin çocuklarını alarak çıkabileceğini söyledik. Fabrikadaki tedirginliği giderdik ve fabrikayı boşalttık. Üsküdar Meydanı’nda bir baktım askeri bir cip geldi askeri cipin kapısından bir albay eğilerek kapıdan megafonu eline aldı. Bize, “Evlatlarım yapmayın bu kanunsuz bir iş. İşlerlerinize dönün ve haklarınızı konuşarak alın!” diye konuşmaya çalışıyor. Biz de kendisine kanunsuz bir iş yapmadığımızı anlatmaya çalıştık: “Anayasadan doğan hakkımızı kullanıyoruz ve yürüyüşümüzü yapıp Kadıköy’den işyerimize döneceğiz.” O
“O akşam evimi değiştirdim. Ertesi sabah fabrikaya geldiğimde diğer temsilcilerin olmadığını gördüm. Gece tek tek evlerinden toplamışlar. Fabrikaya girdiğimde durumu hissettim. İkinci müdür beni çağırdı. Mecburen gittim. Bana, ‘Oğlum, bir gün önce sen, fabrikaya yabancı işçiler girmek istediğinde konuşma yaparak fabrikayı büyük bir tehlikeden kurtardın. O yabancı işçiler buraya girseydi burası uçabilirdi. Sen bize büyük iyilik yaptın. Sen yokken polis geldi ve seni sordu, yine gelecekler, seni hırpalayabilirler, sıkıyönetim var, doğru Bahariye’de inzibat komutanı’na git. Ben ona telefon ederim senin doğrudan askeri savcılığa sevkini yaptırırım,’ dedi. Yapacak bir şeyim yoktu. Oradan ayrıldım. Polis cipini gördüm, tabii beni tanımıyorlar, arkalarından geçerek doğru sendika binasına gittim, avukatla görüştüm. Beklememi söyledi. Yani teslim olmadım. Üç ay sıkıyönetim sürdü ve o zaman zarfında başka bir kimlikle kaçak olarak yaşadım...” ise bize, “Yürüyüşünüzü yapın ama Kadıköy’e uğramayın, geldiğiniz yoldan dönün!” diye cevap veriyordu. Biz Kadıköy yoluna giderek daha da kalabalıklaşmaya niyetliydik. O arada kullanmadığımız bir slogan, “İşçi-Ordu Elelele” sloganı isteğimiz dışında atıldı. Sanırım aramızdaki gençlik kesiminin etkisi oldu. Oradan ilerleyebildiniz mi? Evet, Kadıköy’e doğru yürümeye devam ettik. Polis ve asker barikat kurmuş ve bizi bırakmıyor. Orada asker ve polisle çatışma oldu. Yine dağıldık ama bu kez iskele önünde toplandık. İskele yakınında yine karşımıza bir asker çıkarak, “Yapmayın etmeyin evlatlarım…” diye konuşma yaptı. Biz, polisin dükkanlara zarar vermemizi engellemek için bizi oraya bırakmadığını sanıyorduk. Meğer Gebze–Çayırova tarafından gelen işçiler Kartal Meydanı’nda toplanmışlar ve Bağdat Caddesi üzerinden Kadıköy tarafına geliyorlar. Birleşmemizi istemiyorlardı. İki grup birleşirse artık durum kontrol edilemez. O grubu da Stadın orada kesmişler. İşçiler oradan yürürken sıcaktan halsiz kalmış yürüyüşçülere Bağdat Caddesi gibi lüks bir semtte bile su veriliyor ve alkışlıyorlar. Bu arada baktık Bağdat Caddesi’nden gelen işçilerle polis çatışmış. Biz de diğer taraftan sıkıştırınca, toplum polisi ile çatışma başlamış. Polis kaçacak yer arıyor, kimi kendini dereye atarak kurtarmaya çalışıyor kimi evlerin kapılarına yüklenerek açılmasını istiyor.
Çok insan korkudan kapılarını açmıyor polise ve polis kendisini dereye atıyor. Kimisi üzerinden miğferi atıyor, üniformayı çıkararak tanınmamak için sivil kalıyor. İşçiler üzerinde polise karşı büyük bir öfke birikmişti. Ölümlerin olduğu yerdi orası değil mi? Çatışma oldu orada. Hiç unutmam, bir karakol vardı, önünde toplum polisi araçları vardı. İşçiler o araçları devirdiler. Otobüsün üzerine çıkıp resim çektiriyorlar basına. Eylem yaptık diye hatıra fotoğrafı gibi. Kale burcunu fetheder gibi!.. O gün akşam nereye gittiniz? Her şey bitince kendi fabrikamıza gittik ve geç saatlere kadar orada kaldık. Ertesi sabah geldiğimizde baktık bizim fabrikayı tanklar kuşatmış. Ama içeriden gelen işçiler ve bekçiler kartı gösterince içeri alıyor insanları. İçeri girdik ve elimizi yüzümüzü yıkadık. Baktım Arçelik işçileri dahil Kadıköy Bölgesi’nde karşılaştığımız işçiler bizim geldiğimiz yöne doğru yürüyüşteler. Sonra Ankara Asfaltı’na dönüyorlar. Bizim fabrika önünde bir grup içeriye girmeye çalışıyor. İşveren onların fabrikaya girişini engelliyor. Sonra anladım ki bu işçiler fabrikanın çevrisini tanklar çevirdiği için bizim dışarı bırakılmadığımızı düşünüyorlar. Ben hemen yüksek bir yere çıkıp durumu anlatmaya başladım. “Biz eylemlerden geliyoruz, bizim eylemimiz bitti ve oradan dönüyoruz.” diye açıkladım. İşçiler dönüp gitti. İşverenin korkusu ise o zaman Otosan’da yanıcı
madde kullanılırdı. Patron, biri sigara atsa yanar fabrika diye korkuyor ve o nedenle fabrikayı kontrol etmek için askeri çağırmışlar. Sonra? Eve gittik. Haberlerde sıkıyönetimin ilan edildiğini duyduk. Sıkıyönetim ilan edilirse neler yapacağımız konusunda hiçbir hazırlığımız yoktu. Ertesi gün fabrikaya gittik. Sıkıyönetim bildirilerini yayınlamaya başladı. “İşyerinde çalışma yapılacak, dışarı çıkarılmayacak, dışarı çıkanlara şunlar yapılacak!” diye tehdit dolu bir bildiriydi. Gelen haberler DİSK yöneticilerinin içeri alındığı yönündeydi. Sendika yöneticileri de tutuklanmış; yani kimseyle doğru dürüst irtibatımız yok. Biz o gün çalışmadık ve gelişmeleri bekliyoruz. İşveren çalışın falan diyor ama işi zora sokmamak için aşırı baskı yapmıyor. Diğer fabrikalarda neler olduğu konusunda bilgimiz yok. Fabrikanın aracını almak istedik ve diğer fabrikaları dolaşmak istedik. İşverenin şoförlerinden birini aldım ve üzerinde Otosan yazan bir araba ile Kartal yönüne doğru dolaşmaya çıktım. Singer’e gittim, temsilcileri çağırtmak isterken bekçi askere haber verdi. Bir subay bize doğru geliyor. O arada beni tanıyan bir işçi temsilcilerinin tutuklandığını, içeride askerin olduğunu ve işçileri zorla çalıştırdığını söyledi. Arçelik’e gittim. Onlar da çalışmıyordu. O gün çalışmama kararı aldık. Ertesi gün de işi yavaşlatmayı düşündük. Herkes yorgun olduğu için çalışamıyor, ayaklar yaralı ve şiş diyelim, birçok işçi viziteye çıksın, zaten fabrikada bant usulü çalışma var, birkaç işçi çalışmayınca bant durur diye karar aldık. Bir-iki gün bu yöntemle gelişmeleri izlemeyi kararlaştırdık. Ertesi gün fabrikada bir araya gelerek aynı konuyu konuştuk. Viziteye çıkma, üretimi yavaşlatma kararı aldık. Sonra operasyonlar ve benim için kaçaklık dönemi başladı, sıkıyönetim bitince sivil mahkemelere devredildi konu, ben de sivil mahkemede yargılandım. Bu olaylardan bu güne ne tür dersler çıkarabiliriz? Bu olaylardan çıkarılacak önemli dersler var. O güne kadar yani Cumhuriyet tarihimizin yığınsal, kitlesel ve sınıfsal hareketi idi. Türkiye çapında değildi ama sanayinin yoğunlaştığı İstanbul bölgesi’nde yoğunlaşmıştı. İkinci gün, iki bakan, Nahit Menteşe ile İsmet Sezgin Kocaeli’nden İstanbul’a yol kapalı olduğu için araçları ile gelemiyorlar. Arkadan Ümraniye yolunu saatlerce dolaşarak İstanbul’a geliyorlar. Yani 16 Haziran günü bakanlara bile yolu kapatmış olduk. Bir başka konu da; işçi sınıfını o güne kadar dikkate almayan kesimler, ‘askerle ortak iktidara gelinsin’ gibi teorik tartışmalarda sınıfı itici görmeyenler, o gün işçi sınıfının gücünü net olarak gördü. Sınıf, bu kesimlere bunu gösterdi. Tabii ki, iktidara hazırdık demiyorum, çünkü ertesi gün sıkıyönetim ilan edilince eylemler bitti. Ama işçi sınıfının önemli bir güç olduğunu, örgütlenebileceğini, iktidara yürümede öncülük yapabileceğini göstermesi bakımından önemli oldu. Bu iki gün işçi sınıfının gelecekteki eylemlerine öncülük etti. Daha sonra 1976-77 1 Mayıs’ı yapılabildiyse, daha sonra MESS Grevleri etkin olarak yapılabildiyse bunda 15-16 Haziran’ın büyük etkisi vardı. Ve sonuç olarak, 15-16 Haziran olayları daha sonra o kanununun geri çekilmesini getirdi.
13
15-16 Haziran 1970, metin ve söyleşiler: FiLiZ ASLAN
Sömürüsüz bir dünyaya kadar!
B
osna doğumlu Adem Karabaş, bir süre Singer’de işçilik yaptıktan sonra, DİSK’in kurulmasının ardından Maden-İş’te profesyonel kadro olarak çalışmaya başlamış. 15-16 Haziran’ın kahramanlarından biri. O günleri anlattı… 15-16 Haziran’ı siz nasıl yaşadınız? Ben o zaman Maden-İş’te çalışıyorum. DİSK 1967’de kurulmuş, kuruluş sonrası ciddi bir organizasyona girişti. 1963’te yasalar yürürlüğe girmişti. Devlete yakın sendikalar kuruldu, işçi ise kendine yakın sendikalara sarıldı. 1970 yılına kadar DİSK gelişmişti. İşçi artık bu gidişe dur diyordu. Yasa değişiklikleri için pazartesisalı günleri parlamentoda önerge verilecekti. Sendikalara baraj getirliyordu. O dönem DİSK’in 500 bin işçisi vardı. En büyük sendika olan Maden-İş ve Lastik-İş bu yetkiye sahip sendikalardı, geriye kalan 27-28 DİSK sendikası otomatik olarak devre dışı kalıyordu. DİSK, yönetim kadrolarını ve baş temsilcilerini DİSK merkezinde toplantıya çağırdı. 14 Haziran Pazar günü büyük bir toplantı yapıldı. Burada
müthiş dozlar verildi beyinlerimize, hepimiz şanlı birer kahraman olarak o toplantıdan çıkmış olduk. Kemal Türkler orada konuşma yaptı. O konuşmada diyor ki, “Biz aile reisleriyiz, çocuklarımıza yalan söylemekten bıktık. Çocuklarıma top alacağım alamıyorum. Hergün çocuklarımıza yalan söyleyen baba durumundayız. Temsil ettiğimiz aile fertlerine mutlu bir hayat yaşatabilmek için artık yalan söylemeyelim. 15 Haziran günü sokağa çıkıcağız ve artık çocuklarımıza yalan söylemeyeceğiz. Yalansız ve sömürüsüz bir dünya olana kadar devam edeceğiz.” Toplantıdan sonra ne yaptınız? Elimize gazetelerimizi de aldık, kararlı bir şekilde evlerimize gittik. DİSK’in yayın organı çok güzel manşetler atmıştı. Ertesi gün 09:00’da yürüyüşe geçtik. O ana kadar DİSK’e geçememiş sendikalar da bize ayak uydurdular. Onlar da
Son söz olarak... Memleketin birinde yılanları çok seven bir adam yaşarmış. Bu yüzden ona ‘Yılan Aşığı’ anlamına gelen Marbengi denirmiş. Sonunda yılanların dilini öğrenmiş ve bir yılanla arkadaşlık kurmuş. Birbirleriyle çok iyi dost olmuşlar. Bir gün Marbengi’nin oğlu yılan delikten çıkınca ona taş atmış. Taş yılanın kuyruğunu ikiye ayırmış. Kuyruk acısı öyle büyükmüş ki, Marbengi’nin oğlunu sokuvermiş. Marbengi evladının mezarını evin önüne yaptırmış. İntikamın almak için çok sevdiği yılanı öldürmeye karar vermiş. Yılanın deliğine giderek ona, “Kardeşim nasılsın?” diye sormuş. Yılan da kendisine, “Evet seni bekliyordum. Artık buradan göç ediyorum. Bugün kuyruğum yarım ve insanlarla yılanlar arasındaki eski düşmanlık hortladı,” demiş. Marbengi ise, “Yine eskisi gibi dost olabiliriz,” diye onu kandırmaya çalışmış. Yılan Marbengi’nin niyetini anlamış. “Ey Marbengi. Artık aramızda dostluk kalmadı. Eski günler geride kaldı. Ben kopuk kuyruğuma, sen de oğlunun mermer mezarına baktıkça ikimiz birbirimizle dost olamayız,” demiş. Adettendir bizde masalı kıssasına hisse ekleyerek bitiriyoruz: 15–16 Haziran ve diğer tarihsel günler belleklerde kazınmış duruyor. Burjuvazi iki gün boyunca sokakları arşınlayarak iktidara yürüme
14
aynı DİSK üyeleri gibi hareket ettiler. 16 Haziran biraz daha jhareketli geçti. Bazı işçiler Demirel’in abisinin fabrikası diye Haymak fabrikasını işgal ettiler. 17’sinde de sıkıyönetim ilan edildi. Sokağa çıkma yasaklandı. İktidarın gazeteleri DİSK yöneticileri idamla yargılanacak diye başlıklar attı. Kemal Türkler 105 gün hapiste yattı. Çıkışta fabrikaları ziyaret ettiğinde bir kahraman gibi karşılandı. Bana kalırsa DİSK’in varoluşunu 15-16 Haziran olayları sağladı. Bir kaymakam olayından söz etmiştiniz Sokakta mahşeri bir kalabalık vardı. Bütün işyerlerine haberler iletiyorduk. İlerleyen kalabalık araçlara otobüslere el koyuyor birleşip güç artıryor, çatışmalar oldu, yavaş yavaş kaymakamlık binasına doğru ilerlendi, kaymakam da akıllı bşr adam. O da Türk bayrağını eline aldı, işçilerin başına geçti ve yürüdü. Ve kaymakam sıkıyönetim mahkemesinde yargılandı.
provası yapan sınıfa baktıkça ‘kuyruk acısı’nı hiç unutmuyor. İşçi sınıfı ve emekçiler o gün orada yitirdiği canların mezar taşına baktıkça ‘evlat acısı’ yüreğinin orta yerinde duyuyor. Herkes artık yılanlarla insanın dost olamayacağını Marbengi kadar iyi biliyor. BURJUVAZİNİN KUYRUK ACISI: 15 Haziran günü 113 işyerlerinde üretimi durdurarak sokağa çıkan ve İstanbul’da tüm gün iktidarı devralan 70 bini aşkın işçi. 16 Haziran günü bir gün önce devletin sopasını copunu, silahını görmesine rağmen gece gündüz ve orta vardiyaları sokağa dökecek düzeyde örgütlenebilmiş ve birbirine güvenebilmiş en az 200 bin işçinin mücadele azmi. Direnişe DİSK üyeleri ile birlikte katılan referandum hakkını savunan Türk-İş’e bağlı işyerlerinin işçilerinin gösterdiği birlik. Onlarca polis barikatına ve havaya sıkılan silahlara rağmen barikat önünde birlik ve mücadele azmini elden bırakmayan işçi ve emekçi kardeşliği. O güne dek orduyu emekçilerle dost gösterip halkın üzerine kılıcını sallayanların maskelerinin yerlere düşmesi. İki gün boyunca sermaye sınıfını deliye döndüren işlemeyen tezgahlar, dönmeyen motorların yarattığı üretim kaybından doğan kar eksilmesi. İki gün boyunca İstanbul sokaklarına dağılan iktidara geliyoruz
Mahkemede kendisine “Bbir kaymakam olarak neden işçilerin önünde yürüdünüz?” diye soruldu. O da mahkeme heyetine, “Siz de orada olsanız siz de yürürdünüz” dedi. Daha önce böyle bir deneyiminiz olmuş muydu? Önceki grev büyük bir deneyimdi ve DİSK kurulduktan sonra benim DİSK’e büyük bir sempatim vardı. Ve DİSK işçi sınıfının başı dik olmasına neden olmuştu. Ben bunu bir yurtseverlik görevi olarak görüyordum. Haziran ayı boyunca nasıl hazırlandınız? Sendika temsilcileri ve yöneticileri komutandılar, onlar olmasa bu hareket olmazdı. Bize o iki günde yaşadığınız en unutamadığınız anı anlatsanız... 15 Haziran sabahı, ben çıktım Kartal’a, orası fabrika bölgesi. Bir selvi ağacına tırmandım ve etrafıma bakıyorum, bakıyorum fabrikalardan işçiler çıkacak mı, çıkmayacak mı, tam ağacın tepesinde bekliyorum. Baktım işçiler çıkmaya başladı fabrikalardan, işte hayatımın en mutlu anı odur!..
seslerinin iktidarda yarattığı korku, panik ve telaş duygusu. EMEKÇİ HALKIN EVLAT ACISI : 16 Haziran günü yaşamını yitiren işçi Yaşar Yıldırım, işçi Mustafa Bayram, işçi Mehmet Gıdak, işkembeci Abdurrahman Bozkurt ve toplum polisi Yusuf Kahraman. Yürüyüşe katılan ve destek veren bir bölümü ağır yaralanarak hastaneye kaldırılan 200’ün üzerinde kişi. 17 Haziran 1970 günü ilan edilen sıkıyönetim ve askeri mahkemelerde yargılanan onlarca sendika öneticisi ve işçi önderi. Sendika seçme ve örgütlenme hakkını elinden alan zorba iktidarlar. 15-16 Haziran bize; 1 Mayıs 77’de öldürülen 37 belki de 42 canı, 1 Mayıs 1989 yılında Tarlabaşı’nda başına kurşun isabet eden işçi M.Akif Dalcı’yı, 1 Mayıs 1990’da kurşun isabet ederek felç kalan üniversite öğrencisi Gülay Beceren’i, 1996 1 Mayıs’ında açılan ateşle Kadıköy Meydanı’nda yaşamını yaşamını yitiren biri gardiyan Hasan Albayrak, Dursun Adabaş ve Levent Yalçın adlı üç emekçiyi, ardından işkenceye alınan ve kum torbalarıyla ciğerleri parçalanarak öldürülen Akın Reçber’i ve onlarca yıllık mücadele tarihinde tutuklanan, gözaltına alınan ve öldürülen yüzlerce evladımızın acısını yeniden yeniden anımsatıyor. Yaşananlar düşmanla dost olunamayacağının kanıtı olarak tarih sayfalarında yerini alıyor… Filiz Aslan
16 Haziran’da Tuzla’dayız!
Bu kadar ölümün ve sömürünün üstüne hâlâ bu döl böbürlenmenize ve koltuklarınızın kabarmasına yol açıyorsa ve de meymenetsiz yüzünüz kızarmıyorsa ve hatta semiriyorsanız iktidar kucağı koltuklarında, daha ötesi yok bu bataklığın… Ve önemli bir not: 16 Haziran sabahı, biz REDciler Tuzla’dayız... Tersane işçisi arkadaşlarımızla beraber sokaklardayız!..
S
ermayenin ar damarının çatlak olduğunu, emekçinin kanıyla beslendiğini el yordamıyla solculuk yaptığım ilk gençlik yıllarında zaten belletmişlerdi. Ama bunun ete kemiğe büründüğünü bu kadar açık seçik göreceğim, bu kadar cisimleşip karşımda duracağı, dokunulacak kadar somutlaşacağı hiç aklıma gelmezdi o zamanlar. ‘Somut koşullar‘ bu olsa gerek… Somut tahlile gerek var mı, doksandört ölümden sonra bilmem… Yıl 2008, yer Tuzla tersanesi, ölen işçi sayısı neredeyse 100. Bu rakam iş cinayetlerinde fiilen ölenlerin istatistiği. Günde otuz lira karşılığında ondört saat uyduruk bir gözlük ve boktan bir eldivenle kaynak yaptıktan sonra gidip on–on beş kişilik bir bekar odasında ertesi mesai gününü bekleyenler yaşayanlardan sayılıyor. En şanslıları belki iki satır gazete okuyor. İki bin derecede metali eritip birbirine kaynatırken kullandığı gözlerden gelen hayır kadar. Bütün bunlar olurken arada bazı ‘cahil’ işçiler ölü ölüveriyor ve serde ‘cahillik’ var ya, ölse iyi, bazıları taş makinesinde bırakıyor iki parmağını. Atıyor kendini yüksekten geminin omurgasına kırılmadık kemiği kalmıyor. Halbuki var mı hiç patronlardan gözünü kaynak alan? Kolunu bacağını dişlilerin arasında bırakan? Hele ölenini duydunuz mu?! Yok. Neden? Çünkü adamlar hem ‘okumuş’ hem de ‘Doğudan’ gelmemiş. Bütün bu üstün vasıflarının yanında dini bütün adamlar. Bazıları ırkının, bazıları da dininin rüştünü ispatlamak için uğraşmış, didinmiş, üşüşmüşler MHP ile AKP koltuklarına. Yönetiveriyorlar paşa paşa memleketi. Ne dedi Çalışma Bakanı incelemesinden sonra? Onca komisyonlar geldi-gitti Tuzla’ya, iş müfettişleri bir çırpıda inceledi on binlerce kişinin çalıştığı havzayı. Sonuç: Durmak yok! Yola devam! Sonra arka arkaya ölümler. Ama memlekette iş sağlığı ve güvenliğinin en yetkili ağzı bile bu ölümlere normal diyorsa, yani bakan kişisi ‘eğitim zaiyatı’ gözlüğüyle bakıyorsa olan bitene, alın size mis gibi burjuva demokrasisi ve adaleti işte!.. (Burjuva adaleti ve AB demokrasisi ile ilgili daha fazla örnek görmek isteyenler varsa 1 Mayıs günü olan biteni hatırlayabilirler. Taksim ve civarında olanlar ise bu yazıyı okurken aldığı derin nefesin kıymetini zaten biliyorlardır.) Ölümün adı bile kötüyken, kendisi gemi inşa işinin bir parçası, emekçinin kaderi olarak devlet antetli olarak sokuluyor gözümüzün içine. Badem bıyıklı müezzin
kılıklı bir sürü şekilsiz memur tarafından normalleştirilmeye çalışıyorlar ölümü. Ve ‘sektörün zarar görmemesi için’ ellerinden geleni yapıyorlar. Bütün bunlar olurken hakları için mücadele eden her bir işçi, sendikacı, dernek temsilcisi ve bilcümle insan, devlet tarafından dövülüyor. Evet en Türkçe’si bu! Bu adamlar arkadaşlarının cenazeleri bile kalkmadan, attıkları her adımda coplanıyorlar. Dini bütün AKP ve ona bağlı emniyet güçleri, işçi cenazelerinin başındaki ibrikteki su kurumadan ölmeyip geri kalan adamları dövüyor. Ve sektöre nem kaptırmamak için bütün gazlar Taksime yönlendiriliyor. GİSBİR (Gemi İnşa Sanayicileri Birliği) isimli patronlar biriliği açıktan tehdit ediyor işçileri. “Sizi işsiz bırakırız!” diyorlar alenen basın metinlerinde. Selah Tersanesi kapatıldıktan sonra GİSBİR’den yapılan açıklamanın bir kısmında “Bu kadar işsizlik ordusu varken bir ekmek kapısının kapatılmasının kimseye faydası yoktur,” deniyor ve yeni bir kavramla tanışıyoruz: İşsizlik ordusu! Hem Tayyip buyurmamış mıydı, en az üç çocuk yapın, diye. Üç potansiyel işsizlik ordusu mensubu! Biri onbaşı işsiz, biri çavuş işsiz, öbürü gizli işsiz (gizli ajan anlamında). Tezgaha bak ya!.. Başbakan buyuruyor sistemin işleyiş kurallarını, arkadan patron işçi tehdit etmek için bu kuralları kullanıyor. Alavere, dalavere Kürt Memed nöbete!.. Patronlar anlatmak istedikleri tehdidi anlamlı kavramlarla ifade edemese de biz cevval solcular anlıyoruz ne dediklerini. Bir de basın metnini okuyan patron elinden oyuncağı alınmış çocuk gibi kapatma kararını açıklayan İstanbul
Valisi’ne sitem ediyor. Anladığımız kadarıyla diyor ki : “Haşmetli Taksim derebeyimiz, biz bu kararı sizden hiç mi hiç beklemezdik. Ne güzel işçilerin gözlerini kapatıyordunuz kutsal meydan Taksim’de. Nereden çıktı şimdi ekmek teknemizi kapatmak. Siz işçi dövdünüz diye biz sizin valilik binasını kapatıyor muyuz? Hani aynı takımdandık! Bakın Başbakanımızın oğlunun da gemisi, pardon gemiciği var, bakım falan gerektiğinde bi sigara içimi zamanda hemen hallederdik. Aynı mahallenin çocukları değil miyiz?..”
Umarız ‘tansiyon’ sıçrar!
İnciler bitmiyor patronlar kulübünün açıklamalarında. Neymiş efendim ölenleri geri getirecekse ve hatta acıları dindirecekse kapatalım gitsinmiş bütün tersaneleri. Ölümü normalleştiren iktidar yardakçısının çapı da ancak bu kadar olur zaten. Tersane kapatmakla bu işin çözülmediğini daha önce kapatılan ve `sular durulduktan sonra` aynı tas aynı hamam açılan Dersan tersanesinden biliyoruz. Şimdi de aynı bayat ve sığ üç kağıt susuz yutturulmak istiyor tersane işçisine, yerse. Ama sökmeyecek! Tuzladaki tansiyon öyle bir raddede ki umarız ileriye sıçrar. Tuzla tersanesi emekçileri eğer bu iş cinayetlerinin açığa vurduğu çelişkileri, sömürüyü bilinçlerini bilemek için kullanırlarsa iş güvenliği, mesai saatleri, ücret düzenlemeleri, servis ve diğer koşullar ile ilgili bir çok kazanım ile çıkarak mücadelelerinde bir adım atmış olacaklardır. Kulağı iktidar tarafından çekiliyor gibi görünen patronlar ise tabii ki sonuna kadar sınıfının çıkarları
gereği gibi davranarak bu sıçrama tahtasını çürütmeye çalışacaklardır. İşçinin kazandığı her kuruşu, her hakkı kârından verdiğinin bilincindedir. Ve bu işin doğası gereği doğrudur da. Tek yapılması gereken işçi sınıfının da sendikalı-sendikasız, kadrolu işçi–taşeron işçi gibi suni ayrımlara girmeden, sınıfının ve işçi kardeşlerinin çıkarı için davranması ve mücadele etmesidir. Ve tüm işçiler tarafından bilinmelidir ki kapanan tersane altı gün içinde, birkaç baret ve birkaç eldiven satın almış olarak tekrar faaliyete başlamıştır. Vali tarafından kapatılan tersaneden işçiye hayır gelmeyeceğini bilmek için, hatta Vali’nin ifa ettiği herhangi bir işin işçilerin lehine olmayacağını kabul etmek için müneccim olmaya lüzum yoktur. Siz zahmet etmeyin Vali Bey, oradaki işçilerin zorlanmış sabırları tohumunu çatlattığında, bilinçleri ise grevin dölyatağında vücut bulduğunda zaten her tersanenin önünde siz cipinizle de gelseniz otomatik açılmayan bir barikat kurulmuş olacak. Ve 2012’ye kadar dolu olan siparişleri oturur tersanenin önünde, patronlarla beraber çalışır yaparsınız artık. Gazetelerde de sekiz sütuna manşetleri görürüz: Türk ekonomisine darbe! Emekçinin sırtından geçindiğiniz tezgahınız darbe alacak bunu iyi belleyin. Darbeyi hep siz vurdunuz biz yandık. Soy dediniz, iman dediniz, sıvadınız memleketi pisliğe… Yeter beyler milliyetinizle, soyunuzla, ceddinizin tırnak çakısıyla, dininizle övünerek ve övündürerek emdiğiniz işçi kanı, birbirlerine boğazlattığınız Kürt-Türk emekçi çocukları. ‘Soy’ dediğiniz şey beyler, meyvenin kabuksuz bırakılması ile ilgili bir emir kipi değilse, sizin bağlı olduğunuz döl olmalı ki, o da bekar odalarından İstanbul şehrinin kanalizasyonuna bolca gark olmakta. Bu kadar ölümün ve sömürünün üstüne hâlâ bu döl böbürlenmenize ve koltuklarınızın kabarmasına yol açıyorsa ve de meymenetsiz yüzünüz kızarmıyorsa ve hatta semiriyorsanız iktidar kucağı koltuklarında, daha ötesi yok bu bataklığın… Ve bugün bu cümleler sizlere masal gibi geliyor ve umursamıyorsunuz ama önümüzdeki on yıllar içinde kurulacak olan vatansız dünyada hepimiz yazdıklarımız ve yaptıklarımızla devrim müzelerinde çocuklara sergileneceğiz. Ve biz devrimciler, ölen işçiler ve tüm devrim hamalları çocuklarımızın çiçeklerine ve teşekkürüne boğulurken sizler tarihe katil olarak yazılmanın acısını çeker misiniz bilmem...
HAKAN KURTULDU
15
Majesteleri!
Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan’ın bugünkü siyasal ortamda birer iko özellikle gençler onların yazılarını, yaşadıklarını ve 12 Mart dönemin
A N
asıl aslan dediğimiz hayvan, kaplandan daha makbulse, Kral da Kraliçe’den makbuldür. Misal ‘ormanların kraliçesi’ diye bir şey olmaz. Demek ki Türkiye’ye gelen İngiliz ‘soylusu’ bizim memleketin insanı için makbul bir kişi değildir. Türk insanının yetişmesi sürecinde, özellikle şehirli zevat, prens-prenses hikayeleri dinlememiş midir? Şimdi sorsak birilerine desek ki, “Prens deyince gözünüzde nasıl biri canlanır?” diye, ne diyecektir: “Efendim genç, yakışıklı, güçlü ve zengin bir soylu delikanlı...” Peki, bir de kraliçeyi tarif ettirsek ve sorsak: “Hiç bir Prensle Kraliçe evlenir mi?” desek ne çıkar meydana?.. Al sana: “İngiliz Kraliçesi sübyancı...” Olur mu kardeşim, Kraliçe denen yaşlı başlı insan bir prensle evlenir mi? Tabii efendim bu bizim milletin bakış açısı. Biz prensleri hep genç delikanlı kişiler olarak biriz. Prens biraz yaşlandığında başka bir şey olmalıdır. Ne bileyim terfi falan etmelidir herhalde; kral olmalıdır mesela ya da ortadan bir şekilde kalkmalıdır. Kral olamamış bir prens küserek halkın arasında sâde bir yaşam sürebilir, iktidar mücadeleleri sonucu zindana atılabilir ya da zehirlenmek suretiyle öldürülebilir veya en iyisi savaşta falan göğsüne aldığı kılıç darbesiyle mefta olabilir. Biz Charles gibi kazık kadar bir adamı ‘prens’ diye çağıracak millet değiliz. Evet, millet olarak böyleyiz de aradan fırtanlar da olmuyor değil. Mesela medyadan bahsedelim. Efendim, amma Kraliçeci medyaymış anlamadım ki! Koca koca yazmışlar, neymiş, Kraliçe Bursa’da Yeşil Camiye girerken ayakkabısını çıkarmış, bir de ‘Ayrıcalık istemem’ demiş. Ülen Allah’ın evinde ayrıcalık mı olur? Yok, ayakkabını çıkartmadan girseydin... Lütfetmiş Kraliçe çıkarmış, Allah razı olsun. Sonra geliyor bir profesör, Allah’ın İngiliz’ine Rahman suresini okuyor. Yahu ne anlar İngiliz Sureden, Kurandan? Bakın bizim milletin anlayamadığı bir şey var. Bu Hıristiyan milleti, biz mesela Uzakdoğu dinlerine nasıl bakıyorsak, Müslümanlığa o şekilde bakar. Diyoruz ya aslında inandığımız –ya da inananların inandığı- tanrı bir ve aynı tanrıdır. Hıristiyanlar için öyle bir şey yoktur. Onlar Müslümanlığı bir nevi patates dini gibi bir şey olarak görürler. Durum böyle olunca Kraliçe aslında otantik bir gösteri izlemiştir orada. Ama bizim millet gösteriyi bile profesörlerle yapıyor... O derece yani. Yine profesörlerimizden İlber Ortaylı Yeşil Cami konusunda Kraliçeyi bilgilendirmiş. Sonra da dönüp demiş ki, “Kraliçe Sanat Tarihini
iyi biliyor.” Vay anasını, sanat tarihi bilen bir kraliçe!.. Ne kadar enteresanmış. Yahu sanat dediğimiz şey yüzyıllarca bu kan emici hortlaklar için yapılmadı mı? Sana mı kaldı Kraliçenin sanat tarihiyle ilgisinin ne düzeyde olduğunu tespit etmek. Hadi Kraliçenin ayağına kadar gittin, bari Mezopotamya’nın Babil’in tarihiyle ilgili bir mülakatta bulunsaydın. Bak bakalım Kraliçe dediğin, yakıp yıktığı yerlerin tarihinden anlıyor muymuş?! Holdingi, şirketi, tüccarı başta belediye başkanı olmak üzere Bursa gazetelerine İngilizce Tükçe ilan vermişler: “Majesteleriii... Hoşgeldiniiiz, beş gittiniiz.” Yahu ne oluyor? Siz de mi kimi bakanlar gibi Majestelerinin tebâsına mensupsunuz? Bu ne Kraliçe sevgisi? Hayır, bir sebep olsa anlayacağım ama. Net bir sebep de yok ki... Tabii bizim yalayıcılar Majestelerini dil kaşağısına tabi tutarken, İngiltere’den beraberinde getirdiği itler Beyoğlu-Taksim gibi başka bir tarihi mekanda farklı bir saygı gösterisinde bulunuyorlardı. Nasıl ki Majesteleri camiye girerken ayakkabısını çıkartmıştı, onlar da şehrin göbeğinde cinsel organları çıkartmışlar ortalık yerde sallamak suretiyle sergilemişlerdi. Ertesi gün komuta kademesi, tabii beklendiği gibi, bu terbiyesizleri, İngiliz centilmenliği haricindeki davranışlarından dolayı cezalandırmış. Kınama cezası vermiş, ‘ayıp’ demiş. Bu it dediğimiz İngiliz grup, Kraliçeye eşlik eden bir uçak gemisinin personeliymiş ve Kraliçe bizim Müslüman bakanlarımıza olsun, cumhurbaşkanımıza olsun yanlarında karıları da olduğu halde aynı uçak gemisinde yemek vermiş. Bir gün önce Taksim’de bir taraflarını sallayarak gezen it-kopuk, bu kez bizimkilere hizmet etmiş. Yemek falan ikram etmiş... Tabii burada detaya girmek olmaz. İngiliz’in hangi eliyle ne yaptığı beni hiç ilgilendirmez. Yemeği yiyen düşünecekti bunu ama mide de ferman dinlemez. Yalnız sorguya açık olan şey, son günlerdeki açıklamalarıyla gündem oluşturan Diyanet’in bu konuda söyleyeceği herhangi bir şeyin olup olmadığıdır. Zira ‘parfüm edepsizliktir’, ‘flört zinadır’ gibilerinden zattırı zutturu açıklamalar yapan bu kurumun konuyla ilgili bir fikrinin olmadığını düşünmek saflık olacaktır. Misal sorsak bizim Diyanet’e, Kraliçe şakşakçısı profların, gazetecilerin ve politikacıların, yaladıkları yerlerin kokusu, ne kadar bir süre içinde geçer diye… Var mıdır bir cevabı acaba?..
BURAK SÖNMEZER
Popül
lberto Corda, 5 Mart 1960 günü, Che’nin yüzünü kadrajlayıp deklanşöre bastığında popüler kültüre ebedi bir imge kazandırdığını bilmiyordu kuşkusuz. Bir gün önce, Belçika silahlarıyla dolu kargo gemisi La Coubre Havana limanında müthiş bir gürültüyle infilak etmiş, liman çalışanlarından yüz kişi ölmüştü. Ertesi gün muazzam bir cenaze töreni yapıldı. Törenin ardından Fidel bir balkondan halka hitap etti. O sırada Corda kalabalığın içinden fotoğraf çekiyordu. Gördüğü şey karşısında irkildi. Fidel’in yanında duran Che’nin yüzüyle karşılaşmıştı. Daha sonra, o yüzde gördüğü ifadenin kendisini sarstığını söyleyecekti. ‘Amansız’ bir ifadeydi bu. ‘Gözleri şaşmaz bir cesaretle geleceğe bakıyor’ gibiydi. ‘Yüzü toplumsal adaletsizliğe duyulan öenin gücünü’ yansıtmaktaydı. Tek bir kişinin yüzüne yansıyan bu devrimci kararlılık ifadesi, zamanla yayılacak, fotoğraflar ve afişler halinde milyonlarca üretilerek çoğaltılacak, komünist parti binalarının, öğrenci yurtlarının, okul kantinlerinin duvarlarını süsleyecekti.
Sadece bir ikon
Ancak bu resimdeki Che’nin popüler kültürün vazgeçilmez ikonlarından biri olması için Andy Warhol’un sihirli eline ihtiyaç vardı. Kapitalizmin bu dahi çocuğu 60’lı yıllarda neyin resmini yapsa ya da hangi fotoğraf üzerinde çalışsa, yeni bir popüler kültür ikonu, bambaşka bir pop-art ürünü yaratıyordu. Ona kalırsa her şey poptu ve pop her şeydi. Mesela, erkekler tuvaletinde gördüğümüz bir pisuarı görsel olarak yeniden yaratıyor ve ortaya koyduğu şey bir şaheser sayılıyordu. Marilyn Monroe ve Elizabeth Taylor gibi film yıldızlarının resimlerini öyle bir boyuyor ve biçimliyordu ki, ortaya birer popüler ikon çıkıyordu. Dick Tracy, Superman, Temel Reis, Coca-Cola şişesi ve daha bir sürü ıvır zıvırı pop-art sanatı olarak göklere çıkardı Andy Warhol, onları insanların kafalarının ta içine silinmez birer simge olarak yerleştirdi. Andy Warhol, Corda’nın çektiği Che fotoğrafını ne zaman gördü, bilmiyoruz. Fakat o hakikat anında müthiş bir malzemeyle karşılaştığını daha ilk bakışta anladığı kuşku götürmez. Bu seferki malzeme, Marilyn’nin ıslak ve cart kırmızıya boyalı hafif aralık dudakları ve mor boyalı göz kapaklarının altından süzülen baygın bakışları değil, Ernesto Che Guevara’nın bir çi namlu gibi emperyalizme ve dünyanın bütün haksızlıklarına çevrilmiş gözleri, kızıl yıldızlı beresinden taşan dağınık ve hırçın
saçlarıydı. Warhol’un yeniden ürettiği resim milyonlarca ve milyonlarca çoğaltıldı. Artık sadece siyasal ortamlarda rastlanmıyordu ona. O artık her yerdeydi; tshirtlerin, anahtarlıkların, plaj havlularının üzerinde, yakaya takılan rozetlerde, kemer ve saç tokalarında, sporcu bandana ve bilekliklerinde, motosiklet ceketlerinin sırtında, duvar resimlerinde, erkeklere ayrılmış tuvalet kabinlerinin kapısında, sigar ve puro paketlerinin ve saat camlarının
üzerinde bir figür tüketilen dönüştü bir tüke yaratmış Aslınd lafı da il Yunanca sözcüğü Hıristiya kutsal re Bu nesn de önem İsa’nın, a azizlerin kutsallaş sözü değ kutsaldı bedenin Hıristiya kanundu mâlum, ailesinin, sahabelerin ve halifel yapmak günah olduğu için ins minyatürlere indirgenmiştir. G yapan, “Bre mel’un, Allah mısın şeklinde bir itirazla karşılaşır k Rönesans’a doğru giderken, İta suretini yağlıboya yaptırmak s gedik açmış, lakin işin sonunu
Kapitalizm her şe
Kapitalizmin de dini ve iman göre, tapılacak nesnelere gerek bir şey yoktur. Ernesto Che Gu devrimci kararlılığı yansıtan o kadar kim bilir kaç satmış, kim Kapitalizm her şeyi satar, para herhangi bir nesnenin ölüsünd Ama önce kazanç sağlayacağı
YAVUZ ALOGAN
on haline gelmeleri ve dolayısıyla içi boş birer tüketim nesnesine dönüşmeleri mümkün değil. Aslında tam tersi söz konusu; insanlar, ni okumaya başladılar; onların bağımsızlık, sosyalizm ve halkların kardeşliği için attıkları sloganlar yeniden yayılmaya başladı...
ler kültürün ikonları...
eydi. Warhol devrimci rü, bol miktarda n bir pop-art nesnesine ürerek yepyeni etim ikonografisi ştı. da bu ‘ikonografi’ lginçtir. Rusça ve a kökleri olan ‘ikona’ ünden gelir. Doğu an kiliselerini süsleyen esimlere ikona denir. ne ayin düzeninin mli bir parçasıdır. anası Meryem’in ve n görüntüsü ikonlarla ştırılır. İsa’nın sadece ğil görüntüsü de ır ve tanrılaşmış n sergilenmesi anlık âleminde ur. (Müslümanlıkta, Peygamber’in ve lerin falan resmini san figürü şekilsiz Gerçekçi bir insan resmi n ki suret yaratırsın?!” ki, Fatih Sultan Mehmet alyan ressam Bellini’ye suretiyle bu duvarda bir u getirememiştir.)
eyi satar
nı para olduğuna ksinmesinde şaşılacak uevara de la Serna’nın o müthiş sureti bugüne mleri zengin etmiştir. a getireceğini anladığı den, dirisinden kazanır. nesnenin içini boşaltır,
onu ehlileştirir, tehlikesiz ve tanınmaz hale getirir, onu sembolize ve stilize eder, genelleştirir, popülerleştirir. Gariban Marilyn Monroe, Warhol’un tuvalinde bir şeat ve seks simgesine dönüşür. Onun nasıl kullanıldığını, Kennedy ailesinin ve FBI’ın çeşitli dalavereleri karşısında yapayalnız nasıl intihara sürüklendiğini o resme bakarak düşünemezsiniz. Orada, Amerikan ikiyüzlülüğünü değil, pembe pamuk helvası kıvamında, şekerli ve davetkâr bir Marilyn görürsünüz sadece. Che’nin resmine baktığınız zaman da, Simon de Bolivar’dan bu yana yaşanan bütün sömürgecilik karşıtı hareketlerin, emperyalizmin yol açtığı felaketlerin ve ölümlerin, yüz yıllardır süren direnişlerin ve mücadelelerin zerresini göremezsiniz; kulaklarınızda Latin Amerika’nın acılı tarihi uğuldamaz. Warhol onu popüler bir isyan imgesine indirgeyerek ikonlaştırmıştır. O yüzü artık neye isyan ediyorsanız ona yorabilirsiniz. Che’nin yüzü markalaşmıştır; kapitalizm onu şeyleştirmiş, ticari bir meta haline getirerek hem kendi varoluşuna hem de onu tanıyanlara yabancılaştırmıştır. Havalı bir şeydir o artık, her türlü isyanımızın fetişi, ‘şeyleşmiş’ halidir. Nereye takarsanız yakışır; kendi kimliğinden arınarak, size bir kimlik kazandırır.
15 dakikalık ün
Türkiye bir tüketim toplumu (henüz) olmadığı için popüler kültürün suları pek sığ kalmıştır. İstikrarlı bir varoluş seyri izleyen, şeyleştirilen, para kazandıran bir tapınç ve tüketim nesnesi, bir popüler kültür ikonu bulmak zordur. Belki Hz. Ali’nin bilinen portresi ve Zülfikar’ı, popüler ikonografi kavramına uygun ama ticari olmayan, mütevazı ve soluk bir yer tutabilir. Bununla birlikte, Batı’da var olan her şeyi burada da arayan ve aradığı için bulan, bulamıyorsa icat eden akademia, son zamanlarda bazı figürleri popüler kültür ikonu sınıflandırmasına sokmaya meyletmiştir. Bir tv programında, ‘Hatırla Sevgili’ dizisinin 1968’in
önderlerini birer ikon haline getirdiğinden fevkalade bilimsel bir üslup ve analojik bir kıvraklıkla söz eden bir akademisyeni izledim. Kadıncağız lafları sakızlata sakızlata Deniz Gezmiş’in bir tv dizisi sayesinde nasıl bir popüler ikon haline getirildiğini bir ders gibi anlatıyor ve Batı’da da sıkça rastlanan bu fenomenin ne kadar doğal bir şey olduğunu izaha çalışıyordu. İkon olmak o kadar kolay mı? Bir kere, o parkalı fotoğrafı alıp halkımızın beğenilerine göre yeniden üretecek olan Andy Warhol nerede? Sonra ikon, ikon olsun diye üretilmez. Onu ticari bir meta haline getirip insanların bilincine nakşedecek; çeşitli tutkuların, hayal kırıklıklarının, acıların ve sevinçlerin simgesine dönüştürüp bol para kazandıracak, tüketim malına doymuş olduğu için yeni tüketim simgeleri arayan yaygın ve derin bir kapitalizm de gerekir. O nerede? Yok bunların hiçbiri. Bir Müslüm Gürses’in, Ajda Pekkan’ın, Seda Sayan’ın ve muhtelif televizyon figürlerinin bu anlamda ikon olduklarını söylemek mümkün mü? Adnan Menderes hakkında yapılan belgeseller onu popüler kültürün ikonu haline mi getirdi, yoksa bugünün siyasal ortamında geçici bir kullanım değeri mi yarattı? Ne demiş Andy Warhol? “Gelecekte herkes 15 dakikalığına ünlü olacak.” Bu 15 dakikayı, 1 yıl, 2 yıl, hatta 10 yıl olarak uzatmak da mümkün. Türkiye’nin sözde ikonlarını, magazin dünyasının absürt unsurlarını; bütün o şarkıcıları, futbolcuları, onların sevgililerini, ailelerini, arabalarını, evlerini, şahane yaşantılarını bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Televizyon ekranlarının şöhret kazandırdığı unsurları popüler kültürün ikonları gibi anlamak fazla abartılı değil mi? Bir zamanlar gazetelerin manşetlerinde yer alan ilk banka soyguncusu Necdet Elmas’ı, eşkiya Koçero’yu, Cahide Sonku’yu, bütün kadınların saç modelini taklit ettikleri Farah Diba’yı günümüzde hatırlayan var mı? İkon kalıcıdır, yaşamaya devam eden ‘şey’dir; kısa süreli şöhretle aynı şey değildir. Güzelliğin geçici ahmaklığın ise kalıcı olması gibi bir durumla karşı karşıyayız.
Zorlama ikon
Ellili yaşlarda pek çok insan gibi ben de ‘Hatırla Sevgili’
yalogan@hotmail.com
dizisini bir de ja vu duygusuyla seyrettim, arada bir nostaljik duygular yaşadım. Özellikle, müzik, kültür, giyim, saç modelleri, insan davranışları, konuşma dili, siyaset algısı bakımından 50’li yıllardan bu yana yaşanan değişimi bence gayet özenli biçimde canlandıran dizi, kendi sürekliliği içinde uğradığı tarihsel bir durakta, Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan’ı hatırlattı, hatta genç kuşaklara onları tanıtmak gibi bir işlev gördü. “Vay be, neler olmuş da haberimiz yokmuş,” gibi bir durum oluştu. (Baş danışman THKO kökenli olduğundan mıdır nedir, Mahir Çayan’ı hafien psikotik bir asi genç gibi göstermesi, dizinin anlattığı öykünün gerçeklikten tamamen koptuğu noktalardan biriydi.) Deniz Gezmiş’in ölüm yıldönümüne liseli gençlerin bile katılmasında dizinin etkisi inkâr edilemez. Genç oyuncunun, canlandırdığı kahramanın mezarına yanan bir sigara bırakması gibi duygusal/hoş sahneler de yaşandı. (Birinci sigarasını nereden buldu acaba?) Bütün bunlar; gençlerin 68’e ilişkin kitapları okumaya başlamaları, Dolmabahçe’ye yürüyüşle yapılan anma töreni, kuşaklar arası kopuk bir halkanın tamamlanması, geçmişle geleceğin yeniden bitiştirilmesi gibi bir etki yarattı. Konu, biraz iş de yaptı; kahramanlarımıza ilişkin, kitapçı raflarında yıllardır görülmeyen kitaplar ansızın peş peşe baskı yapmaya başladı. Fakat şirin yurdumuzda her şeyin suyunu çıkarmak, zerreden kubbe inşa edip aşırı abartılı görüşleri bilimsel laflarla cilâlamak gibi bir gelenek var ki, bundan kurtulmak pek güç. ‘Hatırla Sevgili’ dizisi de bu tutumdan nasibini aldı. Hatırladık ve genellikle de pek güzel hatırladık; fakat bundan ikonografik nesneler üretmeye kalkmak da neyin nesi? Onlar zamanla gene unutulurlar, sonra yeniden hatırlanırlar. Ancak ülkede emperyalizm karşıtı devrimci hareket bir kez daha kitleselleşir ve kalıcı sonuçlar verirse, bir mücadele simgesi olarak yükselirler ve tarihin içinde gerçek yerlerini alırlar. Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan’ın bugünkü siyasal ortamda birer ikon haline gelmeleri ve dolayısıyla içi boş birer tüketim nesnesine dönüşmeleri zaten mümkün değil. Aslında tam tersi söz konusu; insanlar, özellikle gençler onların yazılarını, yaşadıklarını ve 12 Mart dönemini okumaya başladılar; onların bağımsızlık, sosyalizm ve halkların kardeşliği için attıkları sloganlar yeniden yayılmaya başladı. Bunu, anılan döneme ilişkin bir bilinçlenme ve öğrenme süreci olarak değerlendirmek gerekir. Bununla yetinsek; şu popüler kültür ikonu muhabbetlerini kessek nasıl olur?
KARUN TAHTA
Birileri sadece miras, yağma, arsızlık yoluyla araç sahibi olsun, çoğunluk da sadece emeğini satarak geçinmek zorunda kalsın. Al sana adaletsizliğin, sömürünün daniskası. Yemişim böyle uygarlığı!..
E
Marx’ın şarlatan yorumcuları
kranlarda artık hödükler, şebekler ve çokbilmişler bir hayli boy gösteriyor. Bu şahsiyetler birçok kategoride bir araya geliyor. Biz ise malumunuz siyasettekilerle ilgileneceğiz. Her hafta Salı günü CNN Türk’te -nevi şahsına münhasır bir kişilik olan- Ahmet Hakan’ın moderatörlüğünü yaptığı ‘Tarafsız Bölge’ isimli programda bu hafta tartışılan konu bir hayli ilginç sayılabilecek düzeydeydi. Konu, işadamları ve Marksizm üzerineydi. Bunun nereden peydahlandığını ise şöyle özetleyelim: Son zamanlarda dünya ekonomisinin içinde bulunduğu enerji ve gıda fiyatlarındaki darboğaz, bizim ülkemizdeki ‘mahcup’ kapitalistleri serbest piyasa ekonomisini ya da piyasacılığı sorgulamaya itmiş. Bu darboğazın başta mali sektördekiler olmak üzere birçok uzmanın çareler bulmaya zorlamış. Ahmet Hakan’ın bu konuyu işlemesindeki sebep ise Referans gazetesine konu olan bir sempozyumda yaşananlar. Sempozyuma kısaca bakalım… Öncelikle, Türkcell’in düzenlediği İşTcell Liderler Konferansının sorular bölümünde Alarko Holding Yönetim Kurulu Başkanı İshak Alaton’un önceden kaydedilmiş ve ekranda gösterilen sorusu damgayı vurmuş. Alaton, sorusunda petrol fiyatlarının yüz küsur dolarlı rakamlara ulaştığı, Körfez başta olmak üzere petrol üreticisi ülkelere yılda 1.5 trilyon dolarlık bir kaynak gittiği ve artan enerji fiyatları nedeniyle gıda fiyatlarının da anormal oranda yükseliş kaydettiğine dikkat çekerek, “Bu durum binlerce insanın açlık ve yoksulluk çekmesine ve hatta ölümüne yol açıyor. Serbest piyasa ekonomisi artık işlevini yerine getiremiyor mu? Adam Smith öldü sanırım. Çözüm için insanlığın Karl Marks’ı yeniden keşfetmesi mi gerekiyor. Bunu burada birlikte yapabilir miyiz?” demiş. Alaton’un sorusunun salonda bulunanlardan yoğun alkış alması üzerine, General Electric’in efsanevi CEO’su ve dünyanın en etkileyici iş liderlerinden biri olarak gösterilen Jack Welch, “Sanırım salonda bulunanlar sorunun içeriğine değil de akıllıca ve komik olmasına alkış tuttular. Yoksa burada bulunan hiç kimsenin serbest piyasa ekonomisine bir inançsızlığı olduğunu zannetmiyorum” diye yanıt verdi. Welch, “Kapitalizm bir takım eksikliklerine rağmen, mevcut sorunlara ve ihtiyaçlara yine de en iyi cevap veren bir sistem. Mükemmel çalışmasa da en iyi çözüm yolları sunuyor günümüz ihtiyaçlarına. Mutlaka alternatif enerji kaynakları bulunmalı. Yenilebilir enerji kaynaklarının geliştirilmeli ve nükleer enerji konusunda da adımlar atılmalı. Günümüzde herkesin hemen her konuda farklı fikirleri var. Bu da serbest piyasa ekonomisinin kötü yanı denebilir. Yoksa Karl Marks’ı mevcut sorunlara bir çözüm yolu olarak görmenin saçma olduğunu düşünüyorum,” diye konuştu. Tabii ki Marks’ın işadamları tarafından gündeme getirilmesi bizim Ahmet’in ilgisini çekmiş ve programına yukarıda bahsettiğim nitelemeleri hak eden bir kısım insanı davet
18
etmiş. LDP eski başkanı işadamı Besim Tibuk, kendini programın başında ‘eski Marksist’ olarak niteleyen Seyfettin Gürsel, Referans gazetesinin genel yayın yönetmeni Eyüp Can, malum şahıs İshak Alaton, DİSK genel başkanı Süleyman Çelebi, iktisatçı ve Hürriyet yazarı Ege Cansen… Programa katılanlardan Marks’ın nasıl anlatılacağını az çok tahmin edebiliriz; ancak ufak bir ince ayrım var burada. Programa katılanların bir kısmı, Marks’ın aslında iyi niyetli bir filozof olduğunu vurguluyor. Neyse konuşulanlara bakalım biz. Başta sözü İshak Efendi aldı. Marks’tan kırk yıllık dostuymuş gibi söz eden İshak Efendi, aslında onu inceleyerek insancıl kapitalizme ulaşmanın mümkün olduğunu belirtti. Devamında ise, 20. Yüzyılda yaşanılan pratiklerin tamamen Marks’la ilgili olmadığını vurgulamaktan kaçınmadı. Lenin, Stalin, Mao ve Pol Pot’un tamamen sahtekâr olduğunu açıkça belirtti.
Leninciyiz, Leninci!
Burada duralım isterseniz. Stalin, Mao ve hele Pol Pot’u savunmak bizim işimiz değil. Fakat son zamanlarda Marks’ı Lenin’den ayrı tutma eğilimi pek yaygın bir moda haline geldi. Amaç ise açıkça ortada sanırım; Marks’ı şekilsiz bir akademik çerçeveye hapsetmek. Bir kere, 20. Yüzyıl’da Lenin olmadan Marx’ı ve Marksizmi tartışmak mümkün değildir. Emperyalist çağda, Leninsizleştirilen bir sözde ‘Marksizm’, içi boşaltılmış bir kabuktan ibarettir. İhtilalci özü yoktur… Leninciyiz, Leninci!.. Neyse, devam edelim… Ege Cansen ise sazı eline alınca, başladı palavralara. Marks’tan sadece bir filozof olarak söz etmekle yetindi. İşin ahlaki boyutuna girdi, ne alakası varsa artık. Bu durumun ahlakla çözülebileceğinden bahsetti ve daha bir sürü laf salatası… Ahmet Hakan sözü daha sonra Seyfettin Gürsel’e iletti. Seyfettin Hoca ‘eski Marksist’ olmanın ona verdiği güçle Marks’ın ahlakla ilişkilendirilmesine karşı çıktı ve o da İshak Efendi gibi Marksizmin geçmişteki ‘sosyalist pratikler’le hiçbir bağının olmadığını vurgulamayı unutmadı; fakat İshak Efendi’den farklı olarak o Marx’ın iki ‘temel’ yanılgısından söz etmeyi ihmal etmedi. İlki, devrimin ileri kapitalist ülkelerde olabileceği öngörüsü, ikinci olarak da dünyadaki kaynakların sınırsız olduğunu iddia etmesi-ymiş. Birinci ile ilgili denebilecek iki şey var; Marx’ın kâhin olmadığı ve buradan hareketle onu kahin zanneden Seyfettin Hoca’nın bir zamanlar Marksist olmadığı. İkincisi, Marx, kaynakların sınırsızlığını iddia edecek kadar ahmak değildi. Neyse, Seyfettin Bey üretici güçlerin aşırı düzeyde gelişmesiyle komünizme doğru gidileceğine ve 20. Yüzyıl’a esas olarak sınıf savaşlarının damgasını vurduğunu da ekledi. Bu emtia, enerji ve gıda fiyatlarındaki artışı ise sanayileşmenin küreselleşmesine bağladı. Bu tespitine vurgu yapmak için Çin ve Hindistan’daki arz-talep ilişkisini örnek olarak gösterdi; ancak Sayın Gürsel’in unuttuğu, dünyadaki tüm mali sektörü elinde bulunduran vurguncuların yaptığı
spekülasyonlarının bu fiyat artışlarında oynadığı temel roldü. Eyüp Can ise söze kapitalizme bağlılık yemini ederek başladı ve bazı istatistikî verilere dayanarak Hindistan’daki yoksulluktan bahsetti. Gene bu sorunu da ahlaki zımbırtıya dönüştürüp, bizim ‘mahcup’ kapitalistlere birikimlerini azıcıkta olsa paylaşmaları için vaaz verdi. Konuşmasının devamında, mevcut modele -piyasanın egemen olması şartıyla- alternatifler sunmaya çalıştı. Alternatiflerin ortak noktası, kayıtlı sistem anlayışının, bir başka deyişle özel mülkiyetin küresel anlamda tam anlamıyla oturmasını sağlamaktı.
Yoksulluk Marx’ın suçu!
Besim Zübük’e gelirsek, adam evlere şenlik. Söze Marx’ın dünyayı sefalete, onursuzluğa sürüklediğinden bahsetmekle başladı. Vay anasını sayın seyirciler! İşe bakın siz! Sazı bir kere aldı eline durur mu hiç. Bir de bunu söylerken Komünizmin Kara Kitabı’nı referans alması da güzel olmuş, bu kitap Harun Yahya’nın bastığı ve millete bedava dağıttığı kitaplar arasında. Bu arada Adnan Oktar –namı değer Harun Yahya- üç yıl hapis yemiş, isabet olmuş, ne diyelim. Neyse konumuza dönersek, Marx’ın kendine göre yorum yaptığından, Thomas More gibi ütopyalar kurduğundan, fakirliği teşvik ettiğinden bahsetti. Allah bir çene vermiş, durur mu, devam ediyor karalamaya. Komünist sistemlerde sendikacılık yokmuş, hatta sendikacılığı işçilere ilk liberaller bahşetmiş. (Sendika hakkı için kaç işçinin yaşamını feda ettiğinden bihaber!) Dahası var tabii, işçilerin refahı Marx sayesinde düşmüş. Buradan da insanın özüne ilişkin safsatalar sıkmaya doğru bir geçiş yapıyor. Dediklerini meşru kılmak için daldan dala atlıyor anlayacağınız. “İnsanlar egoisttir,” demek gibi mesela. Uygarlık hakkında da atıp tutmaya başlıyor. Tüccarlar, medeniyeti yükseltenlermiş, medeniyetin beşiği kapitalistleşmeymiş, onlar olmazsa hiçbir şey olmazmış, egoist olunmazsa verimli olunamazmış gibi bir sürü tüccar zırvası. Bir şey üretmeyip alan-satan-batan adam kendini başka nasıl meşrulaştıracak ki?! Bu sırada Ahmet Hakan arkadaşımız duruma müdahale edip, bir de Kemal Derviş ve Bill Gates’i dinlememiz gerekliliğinden bahsetti. İkisinin ortak vurgusu kapitalizmin ‘ehlileştirilmesi’ gerekliliğiymiş. Özellikle sosyal sorumluluğu üstlenen özel sektör kavramıyla ön plana çıkan Kemal Derviş, şirin gözükmek ve, “Canım bakın ben de kapitalizmi beğenmiyorum zaten,” demek için arada bir piyasaya çıkıp boy göstermeyi ihmal etmemiş. Biz Besim Zübük’e dönersek, adam her şeyi alt üst etmede bir numara. Yahu, Marksizm nasıl insanları sefalete sürükleyebilir kardeşim, bir kere Marx’ın bahsettiği sistemde üretim araçlarının kamu mülkiyetine geçmesini ve yönetime üretenlerin el koyması esastır. Buradan da insanların genel anlamda özgürce yeteneklerini geliştirebilme olanağını
yakalamalarının sağlanması imkanı yükselir. Bunları Besim Zübük’e anlatmak zor tabii... İnsanların egoist olmalarına gelince… İnsanın belli bir öze sahip olup, olmaması bir yana bu tarz genellemeye girmesi tamamen saçmalık. Herhalde kendini anlatırken, tüm insanlığı işin içine yanlışlıkla kattı. Antropologların yaptığı araştırmalar var, Kuzey Amerika yerlilerinin ‘Beyaz Adam’la tanışmamış bir bölümünde yapılan bir araştırmada, ‘rekabet’in bu topluluklarda ‘ayıplanan bir şey olduğu, çocukların oyunlarında bile kazanan-kaybeden olmadığı ortaya çıkmıştı, taa 100 küsur sene evvel. Nereden bilsin tabii bizim Besim Efendi bu işleri… Bir de bu kapitalistler, girişimciler falan olmadan uygarlık ilerleyemez, meselesi var. Bak kardeşim, bir işletmede çalışanlar ve patron vardır. Çalışanlar tarafından açığa çıkarılan değer patronun sermayesiyle değiştirilir. Ona bu hakkı ise üretim araçlarındaki özel mülkiyeti sağlar. Elde ettiği artı-değer tekrar ona sermaye olarak döner. Çalışanın 12 saat çalışması karşılığında ona –iyi ihtimalle- 3 saatlik iş zamanının karşılığını verir, geri kalanı da kendisine kapital olur. İşe bak sen, ne güzel memleket, birileri sadece miras, yağma, arsızlık yoluyla araç sahibi olsun, çoğunluk da sadece emeğini satarak geçinmek zorunda kalsın. Al sana adaletsizliğin, sömürünün daniskası. Yemişim böyle uygarlığı!.. Söz tekrar Cansen’e geliyor. Adam bir kere sömürü kelimesinin ‘içini’ boşaltmaya çalışıyor. Efendim neymiş, bildiğimiz sömürü ortadan kalkmış, sömürü artık her yerdeymiş. Bugün patronlar da sömürülüyormuş. Bu şuna benzedi: Hırsızın hiç mi suçu yok canım! Bir de şunu ekliyor: Hiç endişelenmeyelim kapitalizm çözer bu işi. Aslında işçi sınıfı, emekçiler devrimci bir dönüşüm gerçekleştiremezse, ne gezegendeki yaşam, ne de çözülecek bir sorun kalacak!.. Program boyunca az konuşan Sayın Çelebi, yeni sosyal modellerden bahsediyor, Brezilya modeli gibi. Vay yavrum vay! Lula’nın IMF programını harfiyen uyguladığını, ABD’nin taşeronu olarak Haiti’ye asker yolladığını falan bilmesek yiyeceğiz o modeli ya, hakikat ortada! Eyüp Can Beyefendi tekrar söz alıp, başlıyor atıp tutmaya. “Yaratıcı” kapitalizmin ihtiyacından, Marksizm’in moda dışılığından bahsediyor. Hah, moda bir buraya girmemişti, Eyüp sokuşturuverdi! Cansen tekrar sahneye çıkıyor, “Marx’a haksızlık etmeyelim, o sonuçta bir filozoftu!” diye ekliyor. Hayır efendim, ebendi aslında Marx! Söz sırası İshak Efendi’ye geliyor, o durumdan istifade hayat hikâyesini anlatmaya başlıyor. Babasının çektiği zorluklardan, kendisini nasıl hayata hazırladığından bahsediyor. Gençler için muazzam bir hayat tecrübesi dinletisi, örnek almak lazım. Sonuç olarak, İshak Efendi şovuyla olayı kapatıyor… Bunların tümüne ‘Hadi len!’ diyoruz ve JeanPaul Sartre’ın sözüyle kendi programımızı kapatıyoruz: “Marksizm çağımızın aşılamayan ufkudur.”
V. MAHİR ÜKÜNÇ Hayat dediğiniz nedir ki zaten, sınıf mücadelesiyle, grevle, direnişle bir ömrü heba etmenin ne âlemi olabilir: İşçisi-patronu yekvücut şakalaşıp, gülüp eğlenmek, çok çalışıp hiç kazanmadan yine de şükrederek ve bu ‘gevşeme halini tabana yayarak’ yaşamak varken, değer mi?..
Sizi ve sevdiklerinizi sosyalizm düşü kadar ısıtır! B u ülkede sermayenin temsilcileri hep ‘sevimli, sıcakkanlı, dost canlısı, hayırsever, babacan, hümanist, tonton ve hâsılı şeker gibi tadından yenmeyen insanlar’ olagelmişlerdir! Misal, 12 Eylül’den önce cuntacı generallere mektuplar yazıp, “Paşam gelin bizi bu işçilerden kurtarın, tankınızın paleti olalım, silahınızı-külahınızı yağlayalım,” yollu ifadeler içeren mektuplar döşenirken yürekleri hep, yaşanan ‘kardeş kavgası’nı sonlandırma ihtimalinin verdiği umutla çılgınca ‘kan pompalamış’ ve bu minvalde dolup dolup taşmıştır! Aradan geçen onca yıla rağmen sermayenin bu doludizgin ‘hümanizm’i neredeyse hiç bozulmadan, kirlenmeden bugünlere kadar da ulaşmayı başarmıştır! Sizlere inandırıcı gelmediyse kanıtlarla konuşalım, koskoca patronlar yalan söyleyecek değil elbet. Doğuş Grubu’nun CEO’su Ferit Şahenk, şirketinin 2001 krizinden sonra gerçekleştirdiği akıl almaz büyümeyi ve başarıyı anlatıp aynen şöyle buyurmuş: “İnsanların mutlu olmasını, refah seviyelerinin artmasını istiyorum. Biraz kapitalist olmamıza rağmen böyle bir sosyal demokrat tarafımız da var”. (Taraf, güzel kelime! Cümle içinde kullanımına örnek: Şöyle patronların ağzına layık, kemiksiz, omurgasız ve eklemsiz tarafından olsun, safi et olsun.) Akfen Holding Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi Akın ise, aslında hep ‘bizden taraf’ olduğunu söylemek isteyip de söylememenin yarattığı basınca daha fazla dayanamayıp deyim yerindeyse içindekileri ortaya döküvermiş: “Kapitalizmin son aşamasını komünizm olarak görüyorum”. (Görmek, güzel kelime! Cümle içinde kullanımına örnek: Gördün mü, gördün mü, paraları basmayı gördün mü?) Manzara bu haliyle gerçekten korkunç, hele son örnek insanın yüreğini ağzına getiriyor. Fakat ‘nüktedan’ patron şaka yapmış, o cümlede asıl anlatmak istediği, sermayenin halka arzlar yoluyla tabana yayılmasıymış! Bizler de aynen öyle düşünüyoruz! Hayat dediğiniz nedir ki zaten, sınıf mücadelesiyle, grevle, direnişle bir ömrü heba etmenin ne âlemi olabilir: İşçisi patronu yekvücut şakalaşıp, gülüp eğlenmek, emekçiler olarak çok çalışıp hiç kazanmadan yine de şükrederek ve bu ‘gevşeme halini tabana olabildiğince yayarak’ yaşamak varken, değer mi? Tüm bunların tam da birer şaka ve espri olduğuna ikna olmuşken, gayet samimi ikrarıyla bir patron, bu
trajikomik durumu elinin tersiyle dağıtan bir açıklamada bulunarak yeni yeni yatışan nabız atışımızı yine ve yeniden hızlandırdı. Evet, İshak Alaton’dan ve onun, “Çözüm için insanlığın Karl Marx’ı yeniden keşfetmesi mi gerekiyor?” diyerek yönelttiği ‘masum’ sorudan bahsediyorum…
Alaton’un keşifler dünyası
Niteliği ve misyonu üzerine açıklama yapmaya lüzum görmediğim George Soros’un ülkedeki en has dostu: Tayyip Erdoğan için ‘En iyi öğrencim-çırağım’ diyen ‘büyük akıl hocası’, Fettullah Gülen’e olan desteğini daima alenen ilan eden ‘hoşgörü ve uzlaşı insanı’, ‘İsveç tipi enteresan sosyalist’ İshak Alaton, geçtiğimiz günlerde General Electric’in CEO’su Jack Welch denen şahısla katıldığı bir toplantıda, basının da çok hoşuna giden bir manevrayla bu Amerikalı’ya yönelik ‘dostça bir hoplatma’ girişiminde bulunmuş. Alarko Holding Yönetim Kurulu Başkanı Alaton’un ‘olay yaratan’ sorusu da şöyleymiş: “Körfez başta olmak üzere petrol üreticisi ülkelere yılda 1.5 trilyon dolarlık bir kaynak gitti ve artan enerji fiyatları nedeniyle gıda fiyatları da anormal oranda yükseliş kaydetti. Bu
durum binlerce insanın açlık ve yoksulluk çekmesine ve hatta ölümüne yol açıyor. Serbest piyasa ekonomisi artık işlevini yerine getiremiyor mu? Adam Smith öldü sanırım. Çözüm için insanlığın Karl Marx’ı yeniden keşfetmesi mi gerekiyor?” Patronluğun en yüksek makamına terfi etmiş (CEO) onca yılın doğma-büyüme Amerikalısı, bir alkış tufanıyla noktalanan bu soruyu idrak edince hemen ‘sert’ bir yanıt yapıştırmış: “Sanırım salonda bulunanlar sorunun içeriğine değil de akıllıca ve komik olmasına alkış tuttular. Kapitalizm birtakım eksikliklerine rağmen iyi bir sistem. Marx’ı mevcut sorunlara bir çözüm yolu olarak görmenin saçma olduğunu düşünüyorum!..” Öyle ‘koskoca’ Amerikan CEO’suna içinde ‘Karl Marx sevgisi’ sezilen sorular sormak, evdeki kişisel kütüphanenin önünde elde Marx’ın biyografisiyle gazetecilere artistik pozlar vermeye pek benzemiyor sanırız. Adam, “Saçmalama birader!” deyip vermiş cevabı. Birleşmiş Milletler Gıda Hakkı Raportörü Jean Ziegler geçtiğimiz günlerde dünyanın çeşitli ülkelerinde başlayan açlık ayaklanmalarını görünce, dayanamayıp, “Eşitsiz ve dehşet verici bir dünya yaratan ve giderek vahşileşen bir borsa simsarları, spekülatörler ve mali
haydutlar çetesiyle karşı karşıyayız. Buna bir son vermeliyiz,” diye bir açıklamada bulundu. Hatta bununla da yetinmeyip, “Günün birinde aç insanlar zalimlere karşı ayaklanacaklar!” öngörüsüyle bir anlamda sermayenin de tüm korkularını apaçık beyan etti. İnşaat, arazi geliştirme, sanayi-ticaret, turizm, enerji, su ürünleri, gayrimenkul gibi sektörlerde faaliyet gösteren şirketlerinde toplam 3 bin kişinin çalıştığı, iş hacminin yüzde 70’ini inşaat, sanayi ve ticaretin oluşturduğu –ki Irak pazarı ve nükleer enerji santralleri işleri de buna dâhildir-, halihazırda tüm iş alanlarından 1.5 milyar dolarlık kâr bekleyen bir kapitalist patron olarak İshak Alaton en az, Birleşmiş Milletler Gıda Hakkı Raportörü Jean Ziegler kadar yaklaşan ‘tehlike’nin farkındadır. Söz konusu olan, emperyalist kapitalizmin barbarca yağması sonucunda içecek suyun, soluyacak havanın dahi kalmayacağı bir gezegen gerçeğidir. Ve bu kapkaranlık bir çağdır. Yine bu çağın şimdiki ilk zamanlarında açlık içinde yaşayan 800 milyon, günlük 2 doların altında bir gelirle yaşamaya çalışan da 4 milyar insan bulunmaktadır. Hal böyleyken İshak Alaton’un ‘Karl Marx’ın yeniden keşfi’ne yönelik çağrısı bir tesadüf değildir. Amiyane olarak ve özetle o, “ Tamam bizim işler tıkırında, fakat her taraf açlarla dolu, maazallah yarın öbür gün bunlar bizim üstümüze yürür de iş işten gelmiş olur, böyle şeyler olmadan işin içine azcık Marx, azcık sosyal adalet, azcık eşitlik gibi tadımlık bal kıvamında şeyler karıştırarak şu kapitalizme kapitalistler olarak hepimizin iyiliği için ve hep beraber bir el atsak fena mı olur?” gibisinden bir şeyler demek istemektedir… Entelektüel, kültürlü, kitap dostu biri olarak İshak Alaton belki de, Nazım Hikmet’in Havana Röportajı şiirindeki, “Ak bir Kadillakla girdik Havana’ya / Otomobilin böylesine ömrümde ilk biniyorum / Araba değil okyanus / Milyoneri Miyami’ye kaçmış / Çarın tahtı geldi aklıma / On dokuzumda Kremlin’de üstüne oturup resim çektirdimdi / Kılıflıydı…” dizelerini okuyunca, öyle bir soru sorma gereği duymuştur, bunu şimdilik bilmiyoruz… Yahut belki de bu bir ‘tuzak sorusu’dur, amaç reklamdır, olamaz mı? Bir düşünün, piyasaya yeni bir ‘kombi’ sürmek üzere olabilirler, berbat bir slogan olarak da, “Sizi ve sevdiklerinizi sosyalizm düşü kadar ısıtır!” gibisinden bir şeyde karar kılmışlardır. Kim ne der bilmem, bunlar hayra alamet şeyler değil, ben kuşkulanıyorum…
19
EZ WESAN, ZOF WESAN!
HIDIR ATEŞ
D
Saçlarım dökülmeye yüz tuttuğundan ister istemez algım açık ‘dökülmeyi önleyen’ ilaçlara. Ancak hepsi de benden epey bir para koparmaya kararlı. Ürünleri altı ay kullanmam şartmış. Kullanmıyorum, dökülsün saçlarım. ateshdr@yahoo.com Anti-kapitalist bir kel olmaya niyetlendim. Almıyorum o ‘muhteşem’ ürünleri.
ünya, kendi ekseni etrafındaki günlük dönüşünü sürdürürken, bir yandan da Güneş’in çevresinde dolanır. Dünya, Güneş etrafındaki dönüşünü elips şeklindeki bir yörünge üzerinde 365 gün 6 saatte tamamlar. Buna 1 yıl denir. Dünya, 939 milyon km lik yörüngesi üzerinde saatte 108 bin km. hızla hareket eder. Saatteki hızı 108 bin km olan bir taşıta binmek ister misiniz? En hızlı taşıtın binlerce kez daha üzerinde bir hızla yörüngesinde dönüp duran bir gezegende yaşadığımızı hatırlatmak istedim. Peki, ama hiç başınız dönüyor mu, epey hızlı dönen bu yerkürenin çılgın hızını hiç hissettiniz mi? … Rahmetli omas Maltus’un 1789 tarihini taşıyan “Nüfus Artışı Hakkındaki Araştırma” isimli çalışmasına göre uygun şartlarda her hangi bir nüfus, besin maddelerinin artışından daha hızlı bir oranda artar ve böylece zamanla kişi başına düşen besin miktarı azalır. Yani nüfus (2.4.8.16…)geometrik dizi şeklinde artarken besin kaynakları da aritmetik dizi halinde (1.2.3.4…) artmaktadır. Bu düşünceleri nedeniyle Malthus geç evlenmek, az sayıda çocuk sahibi olmak vb. hareketlerin teşvik edilmesi gerektiğini düşünüyordu. Yine Malthus’a göre toplumsal sefaletin en büyük nedeni alt sınıflardı ve bu yüzden bu tür bir nüfus planlaması üst sınıflardan ziyade alt sınıflara uygulanmalıydı. Liberal bir anlayışın hakim olması gerekliliğini savunurken, fakir halk kesimlerine yapılan yardım programlarına karşı çıktı. Her türlü toplumsal müdahaleye ve yardıma muhalif oldu.
Liberalizm, açıklık, açlık
Açık sözlü liberaller ile yüz yüze gelmek galiba daha iyi. Diyeceklerini doğrudan söylüyorlar, zengin sınıf dışında kalanlara dair nefret duygularını berrak biçimde ifade ediyorlar. Madem bazı insanlar yeterince gıda maddesine ulaşacak yetenekte değil, ölmeleri daha yerinde olacaktır. Doğal seçim yasası burada neden işlemesin ki? Nitekim parasız adam gereksiz adamdır. Dünyanın dört bir yanında yüz binlerce insan aç olduğunu haykırmak için meydanlara dökülüyor. Karnını doyurmaya yetecek kadar dahi gelir elde edemeyen milyonlarca aç insan var bu gezegenin üzerinde. Açlık bir veba gibi yayılıyor. Kentler her gece aç yatmak zorunda olan milyonlarca insanla dolup taşıyor. Ne dersiniz, aradan geçen bu kadar
20
zaman sonra Malthus haklı mı çıktı? Acaba yeryüzü bu kadar insan için fazla mı küçük? Hadi! Diyelim ki insanlık ipin ucunu kaçırdı, biraz fazla çoğaldı. Ne yapacağız bu fazla insancıkları. Mesela şöyle bir dünya savaşı çıksa bir-iki milyar insan ölüverse acaba yerimiz genişler mi? Bu alt sınıflar da çok oluyor doğrusu. Bunlara sıkı bir nüfus planlaması şart bilimsel icatlardan faydalanıp sayılarını azaltmak gerekli oldu artık. Dindar bir adam olan omas Malthus azıcık bildiği matematik ile insanlığın geleceğini ipotek altına almıştı. Kurduğu denklem varsayımları ile varması gereken yere varıyordu. Ama asıl sorun denkleminin değişken sayısının sınırlı olması ve en yaşamsal parametrenin dışarıda tutulmasıydı. 2008 yılında kalkıp zavallı omas’ın günahını alacak değilim, zaten o zamanda kendisine uygun cevabı Marx vermişti. omas denkleminde bilimsel gelişmelerin etkisini hiç hesaba katmamıştı. İnsan nüfusu sonuçta bir memeli nüfusuydu ama fare olmadığı da çok açıktı. Yani besin kaynakları azaldığında hayatta kalmak için hemcinslerini yemeyi biricik çare olarak görmüyordu. Besin yaratacak, daha fazla üretecek teknikler bulabiliyordu. Zaten başka türlü olsaydı şu aralar gezegende 6–7 milyar insan yaşıyor olmazdı. Ortada bir gerçek var. Milyarlarca insan yeterli besin maddelerine ulaşamıyor. İnsanlar doyasıya ekmek, domates, pirinç, patates yiyemiyor. Bir şeyler ters gidiyor. Bir yanlışlık var bu işte. Yeterince yiyecek üretecek
teknoloji yok mu? İnsanları yok etmek için onların vücut ısılarından faydalanan termal kameralar geliştiren, muhteşem ölüm makineleri yaratan bilimsel yaratıcılık neden açlığın önüne geçecek teknolojiyi yaratma konusunda pek de parlak durumda değildir? Dahası gerçekten sorun uygun teknolojinin olmaması mıdır?
Yağı nereye sürmeli?
Bir kez daha kapitalizmim kâr ile motive olan bir sistem olduğunu hatırlatacak değilim. Fakat ortada tuhaf bir durum var. Un var, yağ, şeker var ama aşçının helva yapmaya niyeti yok. Bu aşçı fazla bulduğu yağı orasına burasına sıvamaya yeminli. İşte biricik seçenek sayılan kapitalizm insanların en temel ihtiyaçlarına dahi yanıt vermekten uzak. Bu durumda her aç insan gibi alın bu sistemi en uygun biçimde en uygun yere yerleştirin deme hakkımız doğmaz mı? Ekmek! Ulan sadece ekmek bile üretemeyen bu sistem nasıl olacak da ayakta kalacak. İşte açların kursağına bir lokma ekmek koyamayan sistem, şimdi yeniden omas Maltus’u keşfediyor. İnsanlık, açlıkla karşı karşıya çünkü nüfus çok fazla açıklamasına sığınıyor. Hadi buyur! Acaba kapitalizm kaç insan için verimli sonuç üretebilen bir sistemdir. “Oynayamayan gelin yerim dar der” sözü tam da bu amaçla söylenmiş olmalı. Belki de olup bitenler sanal dünyada yaşandığını sandığımız bir takım saçma kâbuslardır. Her sabah dünyanın her yerinden milyardan fazla insan istemeye istemeye kalkıp işe gitmektedir. Günde sekiz, on ya da daha fazla çalışan bu
insanlar bu kadar çalışmaya rağmen karınlarını dahi doyuramamaktadır. Ve öte yandan milyar fazlası insan işsizdir. Neden insanların tümü günde üç, dört saat çalışmaz acaba? Neden var olan işleri paylaşmazlar? Neden dünyada bir yerlerde depolar tıka basa yiyecek dolu iken, bir yerlerde açlıktan ölmektedir insanlar? Saçlarım dökülmeye yüz tuttuğundan ister istemez algım açık, dökülmeyi önleyen ilaçlara. Ancak hepsi de ben den epey bir para koparmaya kararlı. Ürünleri altı ay kullanmam şartmış. Kullanmıyorum, dökülsün saçlarım. Antikapitalist bir kel olmaya niyetlendim. Almıyorum o ‘muhteşem’ ürünleri. Bu nasıl bir kâbus, daracık sokaklarda insanlar otomobil denilen, petrol yakıp gürültü çıkaran ilkel taşıtlara sahip oldukları için birbirlerine hava atıyorlar. Gökyüzünde güneş sınırsız enerji sunarken taşıtlarımız petrol yakıyor. Saçma bu, akıl dışı, normal olan bu değil ki. O otomobiller kendi koca metal gövdelerini hareket ettirmek için harcıyor zaten enerjisini. Bu sistemin mühendisleri bile ahmaklaşmış.
Tıpınıza da, tipinize de!..
Derdime derman olsun diye gittiğim hastanede doktor daha işin başında sosyal ve ekonomik durumumu anlamaya çalışıyor. İdeal müşteri miyim diye çözmeye uğraşıyor. İstemiyorum ulan sizin tıp ilminizi. Kocakarı ilaçlarına başvurmaya karar verdim. Yarın sabah sokağa çıktığınızda olup biten her şeyin aslında olmaması gereken olduğunu varsayın. Bir tür zekâ oyunu, inanın çok eğlenceli. Olup biteni normal sanmak insana özgü bir hastalık halidir. Aslında yanlış olan her şeye alışıyoruz. Açlığı, yoksulluğu, sefaleti… Normal zannediyoruz. Bilgisayarımızda sadece Windows işletim sistemi çalışabilir sanıyoruz. Kafalarımı tek bir yazılıma mahkûm ediyoruz. İnsan alışmaya eğilimli, alışınca, normal sanıyor alıştığı durumu. Çılgın bir hızla yörüngesinde dönüp duran yerkürenin döndüğünü bile fark edemez hale gelmek işte tam da bu yüzdendir. Akıldışı ve saçma bir sisteme ikna olmak onu seçeneksiz sanmak da işte bu alışma huyumuzdandır. Ben bir insanlık yapıp uyarayım, bu bir kâbus. Bitecek ama bir çimdik atmanız lazım kaba etinize uyanmak için kâbustan. Ez wesan, zof wesan (Açım, çok açım). Bu açlık hiç de sanal değil. Ama bu akıldışı sistem insanlığın geçmişinde kalan bir kâbus olacak…
AHMET DOĞANÇAYIR Bir ‘güzellik’ olarak ‘saf’ ekoloji, eleştirisini sistemin can damarlarına yöneltmiyorsa, zenginlerin üzerinde laf cambazlığı yapacağı bir kurak zemin yaratmanın ötesine geçemez...
K
Dünyayı ‘güzellik’ kurtaramaz!..
apitalistler gıda krizini sessiz bir tsunamiye benzetiyor. (The Economist’te nisan ayında yayımlanan bir makale aynen bu ifadeyi kullanılıyordu.) Gıda fiyatlarındaki yükseliş dalgası tüm dünyaya yayılıyor ve ayaklanmalar başlatıp hükümetleri sallıyor. Aynı anda pek çok yerde gıda yüzünden protestolar patlak veriyor. Son örneğini Haiti’de gördük. ‘Açlıktan kırılan topluluklar’ şeklinde ifade edilen ‘kıtlık’ın yerini, bugün kriz, sefalet ve yetersiz beslenmenin aldığı görülüyor. Yani, kapitalizm öldürmeden önce süründürüyor. Dünya çapında insanlığın mutlak açlık sınırının altında yaşamasının küreselleşmeye karşı bir meydan okumaya dönüşeceğini hesaplayan kapitalist merkezler bir ‘New Deal’ (1929 sonrası uygulanan ekonomik program) çağrısı yapıyor. Ancak yürürlükte olan piyasaların liberalleştirilmesi politikasından taviz vermeden! Dünyayı beslemenin yolunun daha fazla toprağı ekilebilir kılmaktan değil, ürün çeşitliliğini (genetiği değiştirilmiş gıdalar da olsa fark etmez)artırmaktan geçtiğini, ucuz gıda devrinin bittiğini söylüyorlar. Yaşanan değişimin herkesin umduğundan daha pahalı ve acı verici sonuçları olduğunu kabul ediyorlar. Ancak bu değişimin arzu edilir nitelikte olduğuna, hükümetlerin görevlerinin, süreci toptan durdurmak değil bunun verdiği acıyı azaltmaya çalışmak olduğunu belirtiyorlar. Gıda fiyatlarının tavan yapmasını zengin ülkelerde ’hükümet yanlışı’ yüzünden biyo-yakıtlara verilen sübvansiyonlarla açıklıyorlar. Her sorununa makul bir açıklama bulan bu sistemin kimi gerçekleri gizlediğini de biliyoruz. Yatırımlar sonucu artan fiyatlar on yıllarca süren liberal politikalarla yoksullaşan çiftçileri daha da yoksullaşmaya iterken, biyo-yakıtlar zengin çiftçilerle ülkelerin tarım devlerine büyük kârlar sağlıyor. Bizzat ‘yerinden’, muazzam büyüklükteki toprağın her yıl daha da artan oranlarda tarımsal yakıt üretimine ayrıldığı Latin Amerika’dan bir örnek verelim: “Şu an, Bush iktidarının son planı, tarım ürünlerinden yakıt (temel olarak ethanol ve ayrıca dizel) üretmektir. Emperyalizm Latin Amerika’da ethanol elde edebilmek ve böylece petrol bağımlılığını azaltmak için, toprağın büyük kesiminde sadece şeker kamışı üretimine geri dönülmesini istiyor. -Brezilya’daki- Lula tipi kukla hükümetler, çevreye, toprağa ve yiyecek üretimine etkilerini önemsemeden emperyalistleri memnun etme çabasında.” (Uluslararası İşçi Birliği – Dördüncü Enternasyonal, Latin Amerika Tezleri, Taslak) Ayrıca, ethanol fabrikalarında tesis buharını üretmek için yakıt olarak doğalgaz
küçük ya da orta ölçekli üreticiler rekabet edememektedir. Bu durum, mülkiyette büyük toprak mülkiyetine doğru artan bir eğilime neden olmaktadır. Paraguay, Brezilya ya da Bolivya’da bu süreç milyonlarca yoksul köylünün yerlerinden edilmesine yol açacak, yaşamlarını zorlaştıracak ve onları kır proleterlerine ya da işsizlere dönüştürecektir. Sonuçta yoksul ve topraksız köylü sorunu daha da önem kazanacak, patlamaya hazır bir bomba haline gelecektir. Bu sorun, toprak reformu mücadelesi ile kapitalizm karşıtı mücadeleyi birbirine sıkı sıkıya bağlamaktadır.” (a.g.e.)
Her yol devrime çıkıyor!
ve kömür kullanılıyor. Fosil alternatifi etanol üretmek için daha fazla fosil yakıt gerektiği ve sonuçta da bu üretimin boşa kürek sallamak anlamına geldiği ortaya çıkıyor. Yani, şeker kamışı başta olmak üzere tarım ürünlerinden elde edilen yakıtların ’temiz’ olduğu efsanesi yıkılıyor. Her biyo-yakıt aynı zamanda açlık çeken dünyayı doyurabilecek ürünleri tüketiyor. Birleşmiş milletler raporları biyo-yakıttaki patlamanın besin güvenliğini azaltacağı ve her gün çoğu beş yaşın altında 25 bin insanın açlık yüzünden öldüğü bir dünyada yiyecek fiyatlarını yükselteceği sonucuna varıyor.
‘Ekoloji’ nereye kadar?
Elbette doğadaki bu yıkım, artık ‘çıplak gözle’ görülebilir hale geldiği için, pek çok kesimden, hatta bizzat emperyalist kuruluşlardan bile kaygı sesleri yükseliyor. Tabii hep dünyanın emperyalizme bağımlı kutbundan fedakarlık bekleyen ‘çözüm’ler üretiliyor, orası ayrı konu. Ya da, kapitalizm ve onun dünya egemenliği olan emperyalizm gerçeğini hem göz, hem kulak ardı eden, meseleyi üretim sürecinden kopararak salt ‘doğal önlem’lere indirgeyen bir hat öneriliyor ki, bu da ‘doğal olarak’ hiçbir pratik anlam ifade etmiyor. Gelinen bu noktada, salt ekolojik hareketle ilerleyebilmek mümkün değildir. İlkel tarım toplumlarına duyulan nostaljik hevesler birer ‘iyi niyet’, bir ‘güzellik’ olarak görülse bile, kapitalizm öncesine duyulan muğlak ve gerici bir özlem olmanın ötesine geçemez. Bir ‘güzellik’ olarak ‘saf’ ekoloji, eleştirisini sistemin can damarlarına yöneltmiyorsa, zenginlerin üzerinde laf cambazlığı yapacağı bir kurak zemin yaratmanın ötesine geçemez. Yani, dünyayı sadece ‘güzellik’ kurtaramaz!..
“İlk olarak topraklar, üretime doğrudan katılabilmek için, artan oranlarda satılmakta ya da kiralanmaktadır. İkinci olarak, emperyalizm genetik olarak dönüştürülmüş tohum kullanımından dolayı pay almaktadır. Üçüncü olarak, toprağın aşırı kullanımından dolayı tarım kimyasallarına ve gübrelere daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır ve bunları emperyalistler satmaktadır. Dördüncü olarak, büyük ihracat şirketleri aracılığıyla ticaret merkezileştirilmektedir. Son olarak, vergiler ve diğer devlet kesintileri sayesinde ihracatçı ülkelerde kalan dolarların büyük bir kısmı yine dış borçları ödemekte kullanılmaktadır.” (a.g.e) Sorun toplumsal ilişkileri meta ilişkilerine indirgeyen kârı ve kârlılığı esas alan işleyişi nedeniyle sebep olduğu zarar ve yıkımın, doğa ve insanlığa yüklediği maliyetin muhasebesini yapmayan piyasanın eleştirisidir. Bu gelişme biçiminin yalnızca yeri doldurulamayacak doğa kaynaklarının kıtlığına değil, aynı zamanda doğal ve toplumsal çevrenin devasa bir hızda ve boyutta bozuluşuna yol açtığı apaçık ortadır. Bir uçta toplumsal parçalanma ve asalaklık ve çevresel insani yıkım, diğerinde doğal kaynakların işe yaramaz hale getirilmesiyle karşı karşıyayız. Ormanların yok edilişi, geniş alanların çölleşmesi, toprak erozyonu, kaotik kentleşme toplumsal barbarlığa varan ekolojik yıkım ve çöküntünün en çok görülen yönleridir. Hâlâ nefes alabiliyorsak bunu emperyalizme bağımlı ülkelerdeki ormanlık alanlara borçluyuz. Ne var ki, artık buralarda da büyük yıkımlar kapıdadır: “Tarım ticaretinin önemli bir başka sonucu daha vardır. Büyük sermaye yatırımları ve öte yandan dünya pazarında hakimiyet gerektirdiği için
Felaketlerin varlığını görmezden gelmek ne kadar yanlışsa, dönüşü olmayan noktaya geldiğimize inanmak da o derece yanlıştır. Yoksulluğun kaçınılmaz olduğuna ve yiyecek, giyecek, barınma, kültür, eğlence, toplu taşımacılık için yeterli mal ve hizmet olmadığına inanmak yanlıştır. Dünyada yaşayan herkesi nüfus artışını kontrol ederek ekolojik dengeyi bozmadan beslemek mümkündür. Kaynakların ve ürünlerin dünya çapında yeniden dağıtımı açlığı ve yoksulluğu önlemek için gereklidir. Bu yeniden dağıtım şu anda boşuna harcanan kaynaklar kullanılarak yapılabilir. Sorun politik ve toplumsaldır. Sömürünün, baskının, savaşların ve insanlar arasındaki vahşetin sona erdirilmesi, açlığın ve eşitsizliğin ortadan kaldırılması, ırk ayrımına, etnik guruplara, milli ve dini azınlıklara, kadınlara uygulanan baskılara son verilmesi, ekonomik ve ekolojik krizlerin olmaması ve bu çelişkilerin çözülmesi insanlığın ilerleme ve özgürlük yolunda önemli mesafeler kaydetmesine neden olacaktır. Burada yine karşımıza devasa bir toplumsal dönüşüm gereği çıkmaktadır. Aslında her yol devrime çıkmaktadır… Teknoloji tek başına ne ilericidir, ne de gerici. Bu, onu kullanan sınıfın niteliğine bağlıdır. Şu anda tahribata yol açan sonuçlar yaratan teknolojinin ulaştığı seviye, aslında insanlığa bu çelişkiyi aşacak olanakları sunmaktadır. Başka deyişle, sorun modern teknolojinin yarattığı olanakların egemen azınlık kapitalist sınıfın elinde yeni felaketlere dönüşmesidir. Bu sorunun çözümü, teknolojinin üretici ve tüketicilerin kolektif örgütlenmesinin demokratik kontrolüne açık bulundurulmasıdır. Üretici ve tüketiciler özel çıkarlar peşinde koşmayı bırakıp dayanışma ve yardımlaşma içinde hareket etmeye başladıklarında, “sosyalizm devletin koyduğu sınırlardan uzak bir şekilde kendini yeniden üretebilen bir sosyal sistem olarak var olacaktır.”
21
Şu ‘demokrasi’ dedikleri Yani aslında her ‘demokratım’ diyen ‘demokrat’ olacak değil ya! Yani kelimenin kendisini mi suçlayacağız var olduğu için?.. Belki de öyle yapmalı ve bu ‘cinsiyetsiz’ ‘demokrasi’ kelimesine bir sınıf sıfatı takmalı! Ne dersiniz?..
B
ir yerde bir kavramın yokluğu, mutlaka o kavrama denk düşen bir gerçekliğin olmadığı anlamına gelmez ya da bir yerde bir kavramın kullanılması veyahut tartışılması da orada o kavrama denk düşen bir gerçekliğin olduğu anlamına gelmez. Ortalıkta her türden (radikal, ılımlı, gerçek v.b) demokrasi bolluğu yaşandığı için bunun üzerinde durmakta fayda var sanıyorum. Örneğin biz Türkiye’de her türünden demokrasiyi tartışıyoruz diye (tartışamıyoruz da diyebiliriz) demokratik bir toplum sayılabilir miyiz yada şöyle soralım: Demokrasiyi tartışanlar , sadece demokrasiyi tartışıyorlar diye demokrat sayılabilirler mi ? Buradaki temel ikilemimiz bana göre “bir şey olmak” ya da “bir şeymiş gibi gözükmek” arasında, yani öyle olmadığımız halde öyleymiş gibi gözükmekte… Genelde ikincisini “yapan”lar ile karşılaştığımızı ve yönetildiğimizi söyleyebiliriz. Tabi bu arada kimlerin daha “demokrat” olduğu sorusunu da sormak gerek zira herkes “gerçek -en demokrat benim-en iyi ben yönetirim” diyebilme yarışında. (İktidar yarışıkoltuk kapma oyunu da diyelim.) Velhasıl bazı “demokrat”lar çıkıyor, “Eldeki verilerle ekonomi kısa vadede daha iyi görünüm kazanacak uzun vadeyi şimdiden konuşmaya gerek yok,” diyor. (Keynes’in uzun vadede hepimiz nasılsa öleceğiz bu yüzden biz kısa vadeye bakalım dediği gibi.) Bazıları da, ekonominin şu anki haliyle sorun yaratmayacak “görünüm” vermesine rağmen uzun dönemde, petrolün varil fiyatının durmadan artması, cari açık sorunu, cari açığın finansman yöntemi sorunu ve bu bağlamda doğrudan yabancı yatırımlar; gelen yabancı yatırımcının içeride ne yaptığı sorunu (teknik bilgi getirerek katma-değer yaratmak için mi geliyor yoksa borsada düşük kur-yüksek faiz’den yararlanmak için mi geliyor?) ve borsada yabancı yatırımcı oranının yüksekliği gibi sorunlardan dolayı uzun vadede ekonomide kötü sonuçlar elde edileceğinden dem vuruyor. Peki hangi “demokratlar” doğru söylüyor? Yani gerçekten uzun vadece hepimiz öleceğimize göre, birileri yalan mı söylüyor? Farklı uygulama yöntemlerine sahip olsalar da dayandıkları temel politikaları aynı olan, sorunları aslında kökünden çözemeyen-çözmek istemeyen
22
demokrasi severler, günlük siyasi atışmalarına devam ederken, doğru yalanlar söylerken kitleler sürükleniyor. Hiç kimse, ülkeye giren sıcak para miktarının kaç günde hangi oranda artıp ülkeden hangi miktarda çıktığını merak etmediği-edemediği için de sürüklenme hali süreklilik halini alıyor. Sorunun “gerçek” nedenini ortaya koymadan, karşı çıkışın (neye, kime, ne için karşı çıkıyoruz - bu karşı çıkışta kime hizmet ediyoruz) hedefini ortaya koymadan-tanımını yapmadan kitlenin isyanı söylemler-tartışmalar düzeyinde sönümlendiriliyor.
Kelimelerin sihri
Tabii bu sönümlendirmenin çok fazla aracı var ve fakat en çok kullanılan araç bana göre günlük siyasi atışmalarda kullanılan söylemler-kelimelerdir. Kitleye doğrudan iletilecek olan bu siyasi mesajlarda kullanılan kelimeler özellikle
seçilir, ılımlı kelimelerle kitle yatıştırılır. Bazen de öyle kelimeler kullanılır ki kitle özellikle kışkırtılır. Aynı kelimeleri kullanarak siz demokrat da olabilirsiniz demokrasi düşmanı da. Tarihi aynı kelimelerle çok farklı şekillerde de yazabilirsiniz mesela. Yani şunu diyemiyoruz: Kim ki insan hak ve özgürlüklerinden daha çok bahsediyorsa, eşitlik- adalet kelimelerini dilinden düşünmüyorsa, refahı-kalkınmayı diline pelesenk etmişse ve bu doğrultuda yasalar yapmışsa bu “en demokrat” olmanın kanıtıdır. Diyemiyoruz çünkü verili sisteme ‘ram’ olmakta beis görmeyenler bunu sadece kimin daha iyi yapacağı konusunda farklılaşıyorlar, yoksa söylem düzeyine hepsi aynı şeyden bahsediyorlar. Yani bazı demokratlar diğer bazı demokratlardan daha uysal, o kadar... Sistemle kavga etmeden, sorunlara “söylem” düzeyinde çözümler
getirmek kitleyi uyuşturmakla kalmayıp, sorunların çözülmeyip devamlılığını da getirmektedir. Tabii bu kimileri için istenilen de bir durumdur. Örneğin önce karıştır sonra da barıştır, gibi. Önce boz sonra yine yap, gibi. Demokrasinin altını birazcık kazıyınca neler çıkmıyor ki! Yani aslında her demokratım diyen demokrat olacak değil ya! Yani kelimenin kendisini mi suçlayacağız var olduğu için?.. Belki de öyle yapmalı ve bu ‘cinsiyetsiz’ kelimeye bir sınıf sıfatı takmalı! Ne dersiniz?.. Burjuva demokrasisi mi, işçi demokrasisi mi? Patronlar için sınırsız özgürlük ve hak mı, işçiler için özgürlük ve haklar mı? Kitlelere yoksulluk, bir avuç sömürgene servet mi, sermayenin iktisadi ve siyasi olarak mülksüzleştirilmesi mi?.. Artık ‘demokrasi’ bahsinde bu soruları sorma zamanıdır...
KEZBAN KARABOĞA
EMPERYALiZM’E BiR TAS. DA LÜBNAN’DAN!
Sayısız örgütlenme, sayısız militan Ortadoğu’da ABD planlarına karşı koymanın mümkün olduğunu gösteriyor. Sıra kimde?..
B
u yıl Ortadoğu art arda tarihsel süreçlere tanık oluyor. Bölgenin dört noktasında, ABD emperyalizminin ve en sadık yerel destekçilerinin Arap, Kürt ve Türk halklarına karşı gerçekleştirdiği provokasyonlar birer birer ellerinde patladı. Türkiye Newroz’da Kürtlere Filistin cehennemini yaşattıysa da, başarısız olan Kuzey Irak operasyonunu unutturamadı; İsrail devleti de Gazze’de ablukaya aldığı 1,5 milyon Filistinliye düpedüz soykırım uyguladığı halde, halkın Hamas’a desteği artıyor. Aynı şekilde, ABD eğitimli taze Irak ordusu da ilk operasyonunda, Muktada El Sadr kuvvetleri karşısında çuvalladı; 1300 asker milislere teslim oldu. Senaryo bu sefer mayısta Lübnan’da farklı aktörlerle canlandırıldı, fakat sonuç değişmedi: ABD ve AB güdümlü Fuad Sinyora hükümeti, yıllardır Lübnan’da İsrail’in işgal kuvvetlerine karşı direnen Hizbullah ve Emel örgütlerine yönelik siyasal provokasyonunda başarısız olmakla kalmadı, hükümet az daha devriliyordu. Hizbullah ve Emel militanlarının, hükümet yanlısı milisleri püskürterek Beyrut’un kontrolünü ele geçirmesinin ardından, 21 Mayıs günü yapılan bir anlaşmayla Hizbullah istediği koşulları elde edip, kabineye 11 sandalyeyle girdi. Robert Fisk’in 17 Mayıs tarihli The Independent’ta yazdığı gibi, “Hizbullah böylece Lübnan’da bir iç savaş kazanmış oldu; Hamas’ın Gazze’deki savaşı kadar topyekûn bir savaş bu.”
Bölünmüş bir siyasa
Fransız emperyalizminin 1920’de bir manda olarak kurduğu ve 1943’te bağımsızlık lütfettiği Lübnan devletinin siyasal yapısı, 1932’deki tartışmalı bir nüfus sayımına göre düzenlenmiş. Buna göre devlet başkanı, yoğun Fransız kültürü etkisindeki Hıristiyan mezhebi Marunilerden, hükümet başkanı Sünnilerden, meclis başkanıysa Şiilerden seçiliyor. 128 sandalyelik parlamento Müslüman ve Hıristiyanlar arasında eşit paylaşılıyor; bürokrasideki koltuklar için de keza. Bu sistem, Hıristiyan ve Sünni elitlerin iktidarı ve sermayeyi elinde bulundurduğu, çoğunluk Şiilerinse ağırlıklı olarak işçi sınıfı ve yoksullardan oluştuğu ülkede kapitalizmin temel dayanaklarından. Yoksul Şii nüfusun giderek arttığı (yaklaşık toplamın yüzde 35’i) günümüzde işlevini iyice yitiriyor bu sistem. 1975-1990 iç savaşında, İsrail ordusu, yerli Maruni elitin de davetiyle, Lübnan’ın ağırlıklı Şii olan güneyini işgal etmişti. Ancak Şii Emel ve ondan
yöneliyordu…
Bush’un Ortadoğu kazası
kopan, ancak İran ve Suriye desteğiyle hegomonik güce kavuşan Hizbullah, önce 2000 yılında İsrail’i Güney Lübnan’dan püskürttü, ardından 2006’da yeni İsrail işgaline karşı başarılı bir direniş sergiledi. (Bu, emperyalizme karşı ulusal kurtuluş mücadelesi devrinin kapandığını belirten kimi entelektüellere de anlamlı bir cevap oldu.) 2005’e kadar Suriye Lübnan’da yoğun etkiye sahipti; ancak -kimilerince Mossad tarafından gerçekleştirilen- (Sünni) başbakan Refik Hariri’nin öldürülmesiyle başlayan protestolar (sözde ‘Sedir Devrimi’) ve uluslararası basınç sonucu, Lübnan’da Suriye karşıtı, AB ve ABD yanlısı bir hava esti. Nisan 2005’te yapılan seçimlerde Batı yanlısı, Suriye karşıtı, ‘14 Mart bloku’ (Sünnilerin El Müstakbel hareketi, Dürzilerin İlerici Sosyalist Parti’si ve Hıristiyanların Lübnan Kuvvetleri örgütü), çarpık seçim sisteminin de sayesinde, Batı karşıtı ‘8 Mart bloku’ndan (Hizbullah, Emel, vs.) daha fazla parlamenter çıkardı ve oluşturulan ulusal birlik hükümetinde çoğunluğu sağladı. Ancak Kasım 2006’da Hizbullah ve Emel’in, kabinede daha fazla koltuk isteklerinin kabul edilmemesi üzerine hükümetten çekilmesi ve ardından parlamentonun Kasım 2007’den beri yeni devlet başkanını bir türlü seçememesi, ülkede bir siyasal buhran yarattı.
Hizbullah: SanaL ve reel
Buhran Mayıs’ta açık çatışmaya dönüştü. Gerginlik, hükümetin Hizbullah’ı, Beyrut Havaalanı’nı güvenlik kameralarıyla gözetlemekle suçlaması ve havaalanının Emel’e yakın güvenlik müdürünü azletmesiyle başladı. Ardından hükümetteki Dürzi partinin lideri Velid
Canbolat, 7 Mayıs’ta Hizbullah’ı kendi telekomünikasyon ağıyla halkın telefon konuşmalarını dinlemekle suçladı. Oysa söz konusu kablosuz iletişim ağı, 2006 İsrail saldırısı sırasında Hizbullah’ın direnişinde önemli bir rol oynamıştı. Suçlamalara karşı, 8 Mayıs’tan itibaren Şii milisler sokağa indiler. Havaalanına giden yolları kestiler, Sünnilerin oturduğu Batı Beyrut’u ele geçirdiler ve başbakan Sinyora ve Canbolat’ın evlerini kuşattılar. Hatta Emel örgütü militanları, (Lübnan’ın Doğan Holding’i misali) medyanın büyük kesimini kontrol eden ve hükümetin büyük ortağı olan Sünni ‘El Müstakbel’ (‘Gelecek’) hareketinin televizyon ve radyo binalarını (öldürülen Hariri’nin oğluna ait) işgal etti. İki günde Şii milisler sokağa hâkim olmuştu: Sonunda duruma ordu müdahale etti ve orduyla iyi geçinmek isteyen Hizbullah ve Emel 10 Mayıs’ta Beyrut’un kontrolünü orduya devretti. Ordu da Şiilerle çatışmaya çekiniyordu; genelkurmay yayınladığı bir açıklamada, “Mevcut durumun devamı askeriyenin birliğine zarar verebilir,” diyerek, kendi içindeki çatlağı dile getiriyordu. Çatışmalarda 80 küsur kişi ölürken 250 kadar yaralı vardı. Hükümet Hizbullah’ı kanlı bir darbe yapmakla suçladı ve Canbolat ABD’den destek isteyerek, “Hizbullah’ın bir sonraki hareketinin ne olduğunu bilmek istiyorsanız İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejat’a sorun,” dedi. Oysa ABD hükümetinin Sünni, Dürzi ve Hıristiyan milisleri silahlandırmak için toplamda 400 milyon dolar tahsis ettiği bilinmiyor değildi. Bu süreçte, İsrail ve ABD’nin Lübnan’a müdahalesi olasıydı: ABD’nin Şubat’ta Lübnan açıklarında demirlediği USS Cole savaş gemisi 11 Mayıs’ta yeniden Süveyş’i geçerek Lübnan’a
Çatışmalar sırasında ABD ve AB de Hizbullah’ı darbe yapmakla suçladı; Ortadoğu turu, gelişmelerle fiyaskoya dönen George Bush, 14 Mayıs’ta, Hizbullah ‘darbe’sini lanetlerken, İran’ı ‘bölgedeki en büyük tehdit’ diye niteliyordu. Bush 18 Mayıs günü Mısır’da yaptığı bir konuşmada da, Arap liderleri, İran’ın nükleer silah yapma çabasına ve İran ve Suriye’nin terörizme verdi desteğe karşı koymaya çağırıyordu. Ancak, Amerikalı ‘thinktank’ uzmanlarından Nir Rosen durumu Bush’un Büyük Ortadoğu Planı için ecel çanları çaldığı şeklinde niteliyordu: “Artık Beyrut’un Hizbullah’ın sıkı kontrolünde olduğu apaçık; Amerikalıların yapacağı hiçbir şey bu hareketi yerinden edemeyecek, aynen Amerikalıların Basra’daki El Sadr’ı ve Gazze’deki Hamas’ı zayıflatamayacağı gibi.” Ancak devrimcilerin, Marksistlerin, emperyalizme ve yerel destekçilerine karşı direnen Şii güçlerine elbet eleştirel yaklaşması şart. Etnik temelde örgütlü bu yapıların, örneğin 7 Mayıs’ta asgari ücretin artırılması talebiyle ve enflasyona karşı genel greve giden sendikal hareket üzerindeki etkisi tartışmalı. Lübnan işçi hareketinin, en az 18 farklı din ve mezhepten oluşan yapısına birlik getirecek, demokratik ve laik bir siyasal önderliğe ihtiyacı var şüphesiz. Hizbullah ve Emel hükümete girmekte hiç tereddüt etmedi; 21 Mayıs’ta Katar’da varılan anlaşmayla oluşan hükümette 11 sandalye aldılar. Bu, siyaset bilimci Rami Khouri’nin öngördüğü gibi, tarihin ilk ortak ABDİran destekli hükümeti oldu! Zira Sünni ve Hıristiyan milisleri ABD; Hizbullah ve Emel’iyse İran ve Suriye finanse ediyor. Taraflar, ordunun başında bulunan (Hıristiyan) Michele Suleiman’ın devlet başkanı olmasında uzlaşmaya vardı. İlginç bir biçimde, Suriye ve İran’ın yanında, Suudi Arabistan ve hatta ABD dahi anlaşmayı (şimdilik) olumlu karşıladı. Gelişmeler, Bush’un Büyük Ortadoğu Planı’nın bölge gerçeklerine ne kadar ters düştüğünü adım adım ortaya koyuyor. Bu durum ABD’yi iyice saldırganlığa mı itecek, göreceğiz. En son İsrail’in Jerusalem Post gazetesi, Bush’la görüşen İsrailli yetkililere referansla, Bush’un önümüzdeki yıl görevi devretmeden evvel İran’a bir saldırı düzenlemeyi planladığını yazdı… Sayısız örgütlenme, sayısız militan Ortadoğu’da ABD planlarına karşı koymanın mümkün olduğunu gösteriyor. Sıra Türkiyeli militanlara gelmedi mi?
BARIŞ YILDIRIM 23
Boğaziçi’nde ‘kariyer günü’ değil, şenlik! Bu okulda kariyer günü gibi bir şey yapmazsanız, ya da ünlü bir popçuyu davet etmezseniz, sabırlı olmanız gerekiyor...
G
eçtiğimiz haftalarda Boğaziçi Üniversitesi’nde, büyük şirketlerin boy gösterdiği ve ne derece öğrenci odaklı olduğu şüpheli olan “Sportfest” adlı bir festival düzenlendi. Üniversite yönetiminin de her yönden tam destek verdiği bu festivalin ardından, 21 ve 22 Mayıs tarihlerinde Boğaziçili öğrenciler kendi olanakları ile ticari olmayan bir öğrenci şenliği yaptılar. Şirketlerin geldiği festivali var gücüyle destekleyen rektörlük, öğrenci şenliğini de var gücüyle engellemeye çalıştı. “Üniversiteler Paralı Değil Şenlikli Olacak” sloganıyla yapılan şenlik üniversitelerin ticarileştirilmesine karşı bir duruş, halkların kardeşliği ve işçi hareketine destek gibi noktaları içeriyordu. Aynı şekilde, 2006 yılında İstanbul Valiliği tarafından öğrenci şenliklerinin “ideolojik örgüt propagandasına alet oldukları” gibi garip bir suçlamayla hedef gösterilmelerine karşı da bir tepki olarak yapılmıştı. Şenliği düzenleyen bir grup öğrenciye, hazırlanış süreçlerini ve şenlik esnasında yaşananları sorduk. Öncelikle şenliklerin yasaklanması konusundaki bilginizi öğrenmek istiyorum. Bu yasak hakkında ne düşünüyorsunuz, altında yatan sebepler nedir sizce? Son yıllarda üniversiteye olan saldırılar, paralı hale getirmeler, ticarileştirmeler, şirketlerin fakülteleri satın almaları ve öğrencilerden istenen yüksek miktarda harçlar; bununla birlikte işçilere ve sendika haklarına saldıran özelleştirmeler ve uygulamalara karşı toplumsal bir tepki alevlenmeye başladı. Aynı şekilde üniversitelerdeki öğrenci temelli şenlikler asla üniversite yönetimleri ya da üniversiteye yönelik planları olan sermaye gruplarının hoşuna gitmemiştir. Onların üniversiteye bugün biçtiği rol, ticari amaçlarına uygun olarak reklamlarını yapıp, avuçlarının içine alabilecekleri mezunlar üretmesidir. Buna bağlı olarak öğrencilerin düzenlediği ve onların taleplerini temel alan şenlikler hoş görülmemiştir. Biz kendi okulumuzda üniversitelerin ticarileştirilmesine, üniversitedeki düşünsel ve bilimsel üretimin sermaye güçlerinin himayesi altına alınmasına karşı durmaya çalıştık. Son dönemde yükselen işçi hareketiyle yan yana durduk, kaldı ki bu hareketin direniş noktası bizimkiyle aynı yerden çıkıp aynı yere yönleniyor. Odaklarımızdan bir diğeri de halkların kardeşliği idi; son zamanlarda operasyon süreci ile birlikte Kürt halkına karşı yapılan cepheleştirmeye ve Irak’taki işgal meselesine vurgular yapmaya çalıştık, hala güncelliğini koruyan Hrant Dink konusunda Ermeni halkıyla dayanışmaya yönelik mesajlar vermek istedik. İlkini geçen sene yaptığımız bu şenliğin bir çıkış nedeni de, valiliğin “üniversite şenliklerinde örgüt propagandası yapılıyor” şeklinde gösterdiği nedenle öğrenci şenliklerinin engellenmesi doğrultusunda rektörlükleri uyarmasına karşı bir tepki idi. Bu da öğrencilerin sosyal aktivitelerde bulunmaması, haklarını kazanmak için direnmemesi için yapılan bir işlem aslında ve şenliğimiz buna tepki olarak
24
doğdu bir anlamda. Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğünün, diğer pek çok üniversiteye göre daha özgürlükçü bir tavrı olduğu düşünülüyor. Yasağın yönetim tarafından ele alınması sürecinde bu tavrı görebildiniz mi? Özgürlük tanımı oldukça muammalı bir tanım aslında. Ticarileştirme amaçlı tüm eylemlere yönelik çok daha destekçi bir tavrı olmuştur üniversitenin. Buna karşılık, okulda ne zaman muhalif bir eylem olsa, eleştiren, sorgulayan, değiştirmeye çalışan kesimlere herhangi özgürlükçü bir tavır gösterilmedi. Üniversitenin liberal-neoliberal politikaları olarak adlandırılabilecek, siyasi anlamda kendisine uygun bulduğu muhalif durumlara özgürlük tanıdığı zamanlar olmuştur tabii. Bizim şenliğimizde neler olduğuna bakarsak, müzik sohbetleri, resim atölyeleri, söyleşiler gibi etkinlikler engelsiz gerçekleşti. Fakat şenlik sonundaki konserimize rektörlüğün tutumu, oldukça faşizandı. Ses sistemimizin çalışmaması için önce bizim kullandığımız elektriği, sonra da şenlik alanımız olan Güney Kampüs’ün yurtlar da dahil olmak üzere büyük bir kısmının elektriğini kestiler. Şenliğin tasarı ve hazırlanma sürecinden bahseder misiniz? “Öğrenci şenliği” tanımının gerektirdiği kollektivite ve ortak tepki kendini ne biçimde gösterdi? Hazırlanma sürecinde okulun her yerine afiş astık, herkesi davet eden ve nasıl bir şenlik yapacağımızı tartışmaya açan. İlk olarak şenliğin hatlarını belirledik. Hepimizin aklındaki söyleşi, atölye, konser gibi etkinlikleri ortaya koyduk ve görev paylaşımı yaptık. Daha interaktif olan kolektif resim çalışması gibi etkinliklerimiz de oldu. Herkesin gelip oyun oynayabileceği, konuşabileceği bir öğrenci kahvesi hazırladık. Kermes düzenledik ve pek çok arkadaşımız yemek hazırladı. Bu anlamda baştan sona bir öğrenci şenliği oldu. Fikirlerin beyan edilmesi bakımından da
tamamen demokratik bir süreç yaşadık. Ortak tepki konusuna gelince, özellikle rektörlüğün tavrından sonra büyük bir dayanışma sağlandı. Elektriklerin kesilmesi üzerine davet ettiğimiz müzisyenlere ayıp olması bir yana bırakılırsa, alandaki gruba eklenen, Burhan Berken’in akustik performansına eşlik eden, halaya duran büyük bir kitle oldu, insanlar birbirine sokuldu ve bir şenlik havası yakalandı. Sonuçta çok güzel, çok doğaçlama bir şenlik oldu. Şenlik boyunca okuldaki diğer öğrencilerin yaklaşımları, katılımları nasıldı? Açıkçası bir öğrenci şenliğinde olması gereken katılımı sağlayamamış durumdayız. Bunun belli sebepleri var, son yıllarda Boğaziçi’nde geleneksel hale gelmiş bir öğrenci şenliği kültürü olmaması gibi. Herkesin bunu sahiplenmesi uzun bir süreci alacak diye düşünüyoruz. Ancak hedeflerimiz büyüyor ve şenliğimizin daha da kapsamlı bir bahar şenliğine dönüşüp, öğrencinin öz şenliği haline geleceğini düşünüyoruz. Yine de bu okulda kariyer günü gibi bir şey yapmazsanız, ya da ünlü bir popçuyu davet etmezseniz, herkesin dikkatini çekmek için sabırlı olmanız gerekiyor. Ayrıca tanıtım için de paraya gerekir ve sponsorsuz bir etkinlikte bu oldukça zor elbette. Okuldan şenlik için izin almadınız. Bunun dışında herhangi özel bir talebiniz oldu mu? Hiçbir talebimiz olmadı açıkçası, çünkü tavırlarını biliyoruz ve izin istemenin gereksiz olduğunu düşünüyoruz. Üniversitenin birinci öznesi olan öğrenciler kendi meydanlarında kendi şenliklerini yapabilmeliler, bunda meşruluğa aykırı hiçbir şey yok. Elbette izin isteme konusunu aramızda tartıştık fakat gereksiz olduğuna karar verdik. Sadece, müzik sistemini taşıyan kamyonetimiz içeri alınmadığında Öğrenci İşleri Dekanlığı’na gittik. Kendilerine, demokrat geçinseler de uygulamalarının valiliğin 1 Mayıs’ta yaptıklarını anımsattığını söyledik. Aldığımız cevap, “ben hiç demokrat geçinmedim ki”, şeklinde oldu. Okula
çevik kuvvet çağrılması gibi bir tehdit de aldık. Okulun içinden -veya dışından- ne gibi engellerle karşılaştınız? İki kere konser sırasında kampüsün belirli yerlerinde ve yurtlarda elektriği kestiler. Yurtlarsa teknik arıza olduğu şeklinde bilgilendirilmiş. Oysa bize “sınav var, çimler ezilir, yapamazsınız” dediler; ama sürekli sulanan çim alanı çamura döndü ve ders çalışan insanların elektriği kesildi. Bizse şenlik süresinde ders yapılan sınıfa haber verip izin istemiş ve şenlik sonunda, alandaki tüm çöpleri toplayıp herhangi bir kirlilik yaratmamıştık. Güvenlik, bir şenliğin bu kadar üzerine gelmesi, yaptırımları ve tehditleri, insanlara bu yaptığımızın ne anlama geldiğini çok daha kolay anlatmamızı sağladı. Geçen seneye göre daha işlevsel, kolektif ve geniş bir şenlik oldu. Seneye bu şenliğin çok daha büyük ve olumlu olacağını düşünüyoruz. Boğaziçi’nin ve bu olayın dışına çıkıldığında, üniversite yönetimlerinin öğrencilere karşı tavrı hakkında ne düşünüyorsunuz? Buna karşı ne tür bir önermede bulunabilirsiniz? Genel olarak konuşuyorsak, tek kelimeyle faşizan. ODTÜ’de öğrenci üzerine jandarma salındığını görüyoruz. İTÜ şenliğinde 70 öğrencinin sebepsizce gözaltına alındığını görüyoruz. İstanbul Üniversitesi muhalif öğrencilerin ve özgürlük düşüncesinin kalesi iken, bir anda öğrenciler okuldan atılıyor, uzaklaştırılıyor; her afiş asıldığında üzerlerine polis salınarak, hedef gösterilerek, dışarıdan “gelen” silahlı bıçaklı insanlar tarafından yaralanarak, dövülerek susturulmaya çalışılıyor. Bilgi üretiminin örgütlenmesi için kurulmuş bir yer olan üniversite, şimdi patronun yarışlarında koşacak olan atların yetiştirildiği haralar olarak görülüyor. Birer müşteri haline geliyoruz. Üniversiteler piyasanın teknik personel ihtiyacını karşılamak üzere çalışan meslek okulları haline geliyor hızla. Öğrenci etkinlikleri muhalif etkinlikler, söyleyecek sözü olan etkinlikler. Bu da iktidarın hoşuna gitmiyor haliyle. Ama Boğaziçi’nde polisle tehdit edilmek, Türkiye’nin de panoramasını çıkarıyor; çünkü Boğaziçi tabii ki diğer okullara göre daha özgür bir alan idi. Bugün, akademisyenliğin profesyonel bir meslek haline geldiği, hakikati aramak yerine sermaye sahiplerinin çıkarlarına ters düşen hakikatlerin bastırılması için çaba harcanan, hatta ve hatta hocaların sermaye gruplarından seçilmesi gibi gayelerin dile geldiği, “halk için iyi şeyler yapıldığı” gibi sahte bir imajın taşınması ihtiyacının bile kalmadığı, elitleştirilmiş, toplumdan kopmuş bir üniversite ortamında, bizce tek çözüm, üniversite ile hayatın arasındaki bağların koparılmasına karşı direnişi elden bırakmamaktır; herkes sorgulamalı, herkes hakikati bilmek ve aramak istemelidir. Bilimsel arayış ve felsefi düşünce toplumun tüm katmanlarına yayılırsa, ancak o zaman güç odaklarının ve bizatihi üniversite yönetimlerinin, öğrenciye ve yapılan işe bakışı değişebilir. Boğaziçi
ÖSS: Bir acayip sınav!
Kitapçılarda en çok bulunan yayın türü test kitapları ve en pahalı olanlar da bunlar. Bu ülkede test yayıncılığına akıtılan kaynaklar bilime akıtılmıyor maalesef. Makale çalma alanında da ODTÜ fizik bölümü dünya birincisi!..
O
kuyucunun bilmesi çok lüzumlu mudur bilmiyorum ama 15 Haziran 2008’de ÖSS’ye yeniden girecek birisi olarak başlıyorum bu yazıya. Tıpkı her sene giren adayların yaklaşık üçte biri gibi... Tıpkı ilk 2000’e giren adayların yaklaşık yarısı kadarı gibi. Dolayısıyla anlatacaklarım aykırı bir rehberlik hizmeti olarak da görülebilir. Sınava girecek gençler faydalanırsa ne mutlu bize... Sınava ilk girişimden başlamak en güzeli olacak sanırım. ÖSS tüccarlarının temcit pilavı ettiği bir tabir vardır: ‘Yanlış tercih!’ Konuyla alakalı rehberlik hizmetlerinde sıkça üzerinde durulan, ÖSS’nin sıkıcı klişelerinden sadece bir tanesidir. Benim sınav maceram da lisede sırf matematikte iyi olduğum için yapılan yanlış alan tercihiyle başlayan, yanlış tercihler serisiydi. Tıpkı diğer pek çok sınav maceraları gibi... Bunu pek çoğumuz gibi hatır-gönül, ‘mahalle baskısı’ ve ‘kısmet’ gibi gayrı bilimsel etmenlere dayanan yanlış fakülte tercihi izledi. Bir de üzerine gel-git akıllı bir tip olduğumu eklerseniz, siz düşünün artık halimi… Yok bir sene kastırıp yatay geçiş mi yapsam, bölümüm güzel devam mı etsem, yok dikey geçiş mi yapsam falan falan… Bu ve benzeri soruların sonucunda kendimce en doğru kararı alarak ÖSS’ye bir daha giriyorum ‘son tahlilde’. Sınavda ne gibi soruların çıkabileceği, hangi gereksiz dershaneye gidilmesi gerektiği, orta öğretim başarı puanı hesaplamalarının ucube formülleri değil benim size anlatacaklarım. Daha çok yaşanmış, test edilip onaylanmış şeyler. Bir kere şunu belirteyim: ODTÜ’nün çok revaçta olmasa da fena sayılmayacak bölümlerinden birisinde okuyorum. Ona rağmen sınava bir daha girme ihtiyacı duyuyorsam, burada yanlış giden bir şeyler olması lazım değil mi?
Tuhaf ‘anarşizm’ler
Yıl 2004... Tahminen aralığın son günleri. ODTÜ’lüler tarafından ‘Devrim’ diye tabir edilen stadyumun tribünlerinde okulun eskilerinden abilerle oturuyoruz. O zamanlar kendisini ‘anarşist’ zanneden, aslında politikanın pratik olarak etkilediği her şeyle ilgili, ancak egemenlerin önümüze politika olarak sunduğu şeye tepkili olduğu için politikayla pek ilgilenmemeyi tercih eden, bu yüzden ana haber bültenlerini bile izlemeyen, spor sayfaları dışında gazeteleri okumayan ve bununla gurur duyan bir gençtim. Dibine kadar sindirilmiş, susturulmuş, bu yüzden politikadan uzak durmasına rağmen kendisine apolitik sıfatını yakıştıramayan diğer küçük burjuva bebelerinden farklı olarak durumumu kabullenir ve bununla gurur duyardım. Onlardan bir farkım daha vardı. Onların hepsi ODTÜ’ye gelmelerinden dolayı memnuniyetsizliklerini dışa vuruyordu. Ben de memnuniyetsiz olmakla beraber ODTÜ’yü gözümde çok büyütmediğimi, insanlardan ve kurumlardan eşit oranda nefret ettiğimi, o yüzden bir hayal kırıklığına uğramadığımı söylüyordum. O zamanlar bana
COŞKUCAN ÖZKUL
transfer teklifleri yüzünden tercih yapmayanlar var. Bir arkadaşım bu şekilde üst üste üç kez sınava girdi dersem ne kadar dehşetli bir sektörle karşı karşıya olduğumuzu daha iyi anlatmış olurum sanırım. Ben bunların hepsini ve daha fazlasını; öğretmen çocuğu olan bir arkadaşımın tabiriyle ‘nüfusa oranla öğretmen sayısının çok fazla olduğu, o kadar çok öğretmenin özel sektör olmaksızın istihdam edilemeyeceği’ bir şehirde en üst seviyede yaşadım. Metallica efsanevi ‘Justice for all’ albümünde adaletin duvarları yeşile boyanmış demişti, dolar yeşilini kastederek. Biz de eğitimin duvarları yeşile boyanmış diyebiliriz. Bu ortamdan en çok faydalananların, emekçi çocuklarına maddi olanaklar sunan Fethullahçılar olduğunu düşünebiliriz rahat rahat.
Kreş gibi fakülte
anarşizmin ne kadar saçma bir şey olduğunu anlatan, bugün kendisi anarşizmi benimsemiş olan bir ağabeyimiz ODTÜ’yü nasıl bulduğumu sordu.
‘Çözülme...’
Ben ilk kez orada çözüldüm. ‘Öğrenci İşleri’nde karşılaşmış olduğum saçma sapan muamelelerden, öğrenci topluluklarının yetersizliğinden, Kommer’in son ziyaretinden beri tadilat yapılmamış yurtlardan, diğer üniversitelere nazaran pahalı olan yemek fiyatlarından, hayatında test kitabı dışında hiçbir şey okumamış tiplerden, hâlâ lise mantalitesini aşamadığı için ODTÜ’yü kazanmakla bir bok olduğunu zanneden tiplerden, ODTÜ’de beklemediğim oranda karşıma çıkan Fethulahçı ve milliyetçi popülasyonundan bahsettim uzun uzun. Sonuçta okulda ve dershanede yan yana okuduğum tiplerin oraya geleceğini bildiğim için ve ODTÜ’nün farklılığını koruma şansının pek olmadığını da bildiğim için hepsine hazırlıklı olduğumu söyledim. Ve ekledim: “Ama bu kadarını beklemiyordum!” Soruyu soran abimiz önce bir güldü ve sonra, “Üzülme koçum, ODTÜ’ye her gelen hayal kırıklığına uğrar. Biz de devrim yapacaktık. Bak şimdi halimize!” dedi. Girmek uğruna insanlıktan çıktığımız üniversite böyle bir şey işte. Üstüne üstlük bazen ‘Ortadoğu’nun en önemli üniversitesi’ olarak açılan ODTÜ için bile bu geçerli. Sınava gireli bayağı olduğu için sınav işlerinin irrasyonelliğinden uzak kalmıştım bayağıdır. Sınava yeniden girmek vesilesiyle yeniden hatırlamış oldum. Sınavla ilgili hangi yayınları kullanmam gerektiği konusunda bir dershanenin rehberlik hocasına gittim. Kendisi okuyorsa tavsiyelerinden yararlanmış olduğumu belirtip, teşekkür edeyim. Bir yayınevinin çıkarttığı test kitabını soruyorum. İncelediğini ve beğendiğini söylüyor. Ancak kullandığı
tabir enteresan: “Sorulardan lezzet aldım!” Çalışan her insan kendisine yabancılaşır. Ancak bu örnek bile dershane öğretmenlerinin yaşadığı yabancılaşmanın boyutunun nerelere vardığını gösteriyor. Aynı işi beraber yaptıklarını hesaba katarsanız öğrenciler de yaşıyor bu yabancılaşmayı. Sonrasında kendi yaşadıklarım geldi aklıma. Sırf dershanenin reklamı olmuş olması için konulmuş olan etütler, kafa kola alınarak o sene tercih yapmak durumunda bıraktırılanlar. Farklı dershane tercihlerine göre daha bir gün önce üzerinize titrerken, yolda görünce yolunu değiştiren öğretmenler. Kendi aralarındaki pazar payı rekabeti yüzünden öğrencileri birbirine düşürenler. Cebinizdeki paraya göre muamele yapan hocalar. Daha da kötüsü zengin çocuklarıyla eşit muamele görmek için onlardan daha fazla çalışmak durumundasınız! Bu bile onların işine geliyor çünkü sizin başarınız onların reklamı oluyor! Kendilerine olan rağbeti artırmak için öğrencilere gereksiz derecede zor sınavlar yaptıran ya da başarısız muamelesi gösteren dershaneler ve hocalar… Tüm bunlardan okulların da etkilenmemesi düşünülemez tabi. Bugün Anadolu ve fen liselerinde bazı öğretmenlerin özel ders aldırmak istedikleri öğrencilere kasıtlı olarak düşük not verdikleri, kötü muamele ettikleri, özel ders vermeleri durumunda 180 derece tersine dönüş yaptıkları herkesin bildiği, çoğunun söyleyemediği bir gerçektir. İşin kötüsü sistem bunun üzerine kurulu olduğu için gerçek durumunuzu pek kolay öğrenemezsiniz öğretmenlerinizden. İyi durumdasınızdır, daha çok ders yaptırıp, para kazanmak için sürekli bir eksiğiniz bulunur. Kötü durumdasınızdır, sadece iyiye gidiyorsunuzdur. Dershaneye veya özel derse devam etmeniz için, “Sizin oğlan/kız canavar” olursunuz. Bir de Türkiye’de ilk 50’ye girmesine rağmen dershanelerden aldığı cazip
Mevcut sistem neresinden tutarsanız tutun elinizde kalıyor. Bunu anlamak için YÖK’ün sitesine girip, istatistiklere şöyle bir göz atmanız yeterli. Her yere kreş gibi yapılan fakültelere rağmen açıkta kalan 1 milyona yakın insanı mı dersiniz, yoksa sınava girenlerin azımsanmayacak bir kısmının bir fakülteye yerleşmiş olduğunu mu? Bazı istatistikler ise düpedüz komik. Sınava giren üniversite mezunlarının sadece yüzde 3’ünün sınavı kazanabilmesi insanı güldürüyor. Güldürürken de düşündürüyor. Bu insanlar yüksek öğrenimi niye okudu, yüksek öğrenim ile lise eğitimi arasında nasıl bir ilişki var ki bu insanlar sınavda başarısız oluyor diye? Bunların hepsine geçerli mazeret üretilebilir mevcut eğitim sistemi içerisinde. Üstelik ÖSS için bu kadar çok zaman, para ve insan emeği ayrılmış olmasına karşın bunun geri dönüşü de yok. Ne bir meta üretimi söz konusu, ne de akademik bir üretim. Üzülerek söylüyorum; kitapçılarda en çok bulunan yayın türü test kitapları ve en pahalı olanlar da bunlar. Bu ülkede test yayıncılığına akıtılan kaynaklar bilime akıtılmıyor maalesef. Bunun sonucu olarak da makale çalma alanında ODTÜ fizik bölümü dünya birincisi! Peki, neden yapılıyor bütün bu saçmalıklar? Birilerinin cepleri dolsun diye! Sistemde sürekli yapılan tedrici reformlar sadece belli kesimlerin sınavdaki şansını artırıp, bazı kesimlerin şansını azaltmaya yönelik oldu hep. En sonunda sınavı tamamen kaldırmaktan bahsediyorlar! 1 milyon insanın girdiği, 900 bininin açıkta kaldığı bu sınav fiilen kalkmıştır baylar/bayanlar! Bu sınav sadece ve sadece sayıları birkaç bini geçmeyen elit yarış atının sınavıdır. Bu sınavı kaldırmak mevcut düzen içerisinde maalesef mümkün değildir. Dershane patronu olan ve bu işten iyi para kazanan bir tanıdığım şöyle demişti bir seferinde: “Bu sınav kalkmaz, kalkarsa diğer pek çok şeyi çözmüşüz demektir zaten ve o durumda buna ben bile razı olabilirim”. Nasıl bir düzen tarif etmişti bu yakınım? ‘S’ ile başlıyor ama neyse ben söylemeyeyim…
25
ALİ OSMAN COŞKUN Faşistler ve hödükler bir kenarda dursun; onlarla uğraşırız; tanrılar, türümüzü ve dahi sanatı, “yapmamayı tercih edemeyenler”den, “iki-dinliler”den, “egosunun-köleleri”nden korusun!..
S
anat üzerine yazanların çoğu; kahvenin, votkanın, Milano’da bir sergiye uçak biletinin garanti olduğu ılık bir iklimde yazıyor. Ve haliyle yaşadıkları gibi düşünüyorlar… Sol düşünceyi bırakın, sol duyu (ve duygu) egzotik bir şeydir işte orada; dünyaya lâzım bir şeydir işte… Birileri gerekiyorsa solculuğunu yapsın; biz kapalı’dan, numaralı’dan veya şeref tribünü’nden izler ve behemehal değerlendiririz, vaziyeti esastır solumsu’larda… Hatasıyla sevabıyla yeryüzünden Sovyetler Birliği ve benzerleri gelip geçti ya, “komünizm mi kaldı”nın ötesine geçme nezaketine sahip olanlar bile, geride kalanın içinde eşinirken, bilinçaltlarından habire olmaz’ları bulup çıkarmakla meşgul. Sosyalist Gerçekçilik’e sopayı yapıştırıp geçmenin modası da kredisi de kalmadı diyeceğim, doymayanlar var… Beral Madra’nın galerisinde abalıya bir daha vurma sergisi yapıldı kışın ortasında. Şüphemiz yok, dünyanın bir sürü yerinde benzerleri vardır ve böyle sergiler dünyayı dolaşır durur zaten. Nitekim sözünü edeceğim sergi Ermenistan’dan Türkiye’ye gelmiştir. En son söylenecek olanı en başta söyleyeyim; “ölümü gösterip sıtmaya razı etme sergileri” de diyebiliriz bunlara, “kapitalizm pek matah olmasa da sosyalizm sapıklığa daha elverişlidir”, sergileri de! BM-Suma’da, 18 Ocak-29 Şubat 2008 tarihleri arasında gerçekleştirilen serginin adı, “Sovyet Propaganda Sanatı: Restorasyon” idi. Bu sergide, Samvel Baghdasaryan’ın Sovyetler Birliği’nde üretilmiş afişlerden oluşan koleksiyonu ve öğrencisi Armine Hovhannisyan’ın belgesel fotoğrafları yer alıyordu. Özgün ses kayıtları, metinler ve video gösterimi de vardı. Kapıda, sergiden çıkanlara, “ne diyorsunuz” dense, herkes bir şeyler söyleyebilirdi: “Lenin’i halkla ya da çocuklarla gösteren çalışmalar daha romantikken, Stalin’i gösterenler Nasyonal Sosyalist Parti’yi aratmayan bir propaganda ruhu içeriyor”, gibi; “hangi ideolojiyi temsil ederlerse etsinler putların yıkılmaya mahkûm olduğunu gösteriyor”, gibi; “afişler, bizim de etkisi altında olduğumuz ‘siyasetin fetişleştirilmesine’ bakışımızı değiştirebilir”, gibi; “kitsch kardeşim, kitsch”, gibi… “Malûmun ilâmı sergisi” der, geçersiniz de…Ben, bayram değil seyran değil enişteler niye hareketlendi diye, Madra’nın sergi hakkındaki sözlerine baktım. Eleştirel düşünce insanı Beral Madra, ince eleştirelliğini konuşturuyordu: “Hayatımız bu tür afişlerle kuşatılmış durumda. Sovyet döneminde kullanılan streotip metinlerden bir kelime çıkarıp tüketimle ilgili bir kelime kullandığınızda aslında değişen bir şey olmadığını görüyorsunuz.” Sergi hakkında yazan Ahu Antmen de, “sergiyi gezerken her an hayatımızda olan kapitalist propagandanın gücünü, hele günümüzde hepimizin hayatlarını küresel düzeyde şekillendirmekteki rolünü sakın unutmayın”,
26
PUT-MUT-DAT-DUT!..
uyarısını yapmış. Şimdi; bu eleştirel düzlemin ve bu serginin altından gene kim çıkacak dersiniz?.. Evet: Soros enişte!
Ama Soros...
Madra der ki: “Ama Soros, Avrupa Kültür Vakfı, Prince Claus gibi fonlar olmasaydı bizim gibi ülkeler bu iletişim ağını yürütemezdi. Çünkü bizde Kültür ve Turizm, Dışişleri Bakanlıkları dahil her türlü resmi kültürel yapı içinde bireylerin ya da birey gruplarının birbirleriyle ilişki kurmaları için bir fon yok. Bu yüzden diyorum ki kimse bunlara dil uzatmasın artık. Bunların yerine bir şey koyamadık ki. Hiçbir şey yapmadan oturalım mı yoksa bu fonlardan yararlanalım mı? Soru budur. Önemli olan bu olanakları kullanırken kendinizden ödün vermemeniz.” Gene, Türkiyeli aydın, iki sırık arasına gerilmiş ip üstünde elindeki üçüncü sırıkla dengesini bulmaya çalışan cambaz durumunda! Şunu şuracığa yazalım: Türkiye’de ve dünyada, Sosyalist Gerçekçilik adlı mezhebi reddeden, tarihselliğine hapseden ve bu reddiyeyi sanatsal ve siyasal anlamda şekillendiren-dillendiren (diline kavuşturan) bir dolu sosyalist ve de sosyalist sanatçı vardır. Evet vardır… “İçererek aşmak” veya “toptan kusmak” gibi muhabbetlere burada girecek değilim… Meraklısı, benim de yer aldığım Edebiyat Dostları’na ve benzer neşriyata bakabilir. Sosyalistleri, bir tarihsel dönemin sanatsal “reçete” sine hapsolmuş takoz kafalılar gibi görme ve gösterme ezberi can sıkıcı olmanın da ötesine geçti! Bizim fikir âlemimiz, masadaki lahana turşusuna gözlerini dikmiş perhizcilerden oluşur ya; eleştirel düşünce’nin kral ve kraliçeleri de yutkunarak bu masanın etrafında yazıp çizer… Ve hep, kötü sosyalizme bakıp bakıp kapitalizmin “hür” bahçelerinde diken olmanın hikmetini yazıp çizerler: Ben dikenim, dikenim, dikenim ben… Dikeni bırakıp, o “sosyalist gerçekçi” bahçenin güllerini de analım: Bir Käthe Kollwitz, bir Rivera, bir Siqueiros, bir Orozco, kitsch kutusuna
atılıvereceklerden midir? Tabii burada, “tek ülkede sosyalizm”le kuvvetli bağları bulunan Sovyet versiyonunun dışında, kendi kültürel geleneğiyle şekillenmiş, ama bu başlık altında görülen isimlerden söz ediyorum. Bu sanatçıların üretimleri, çoğunluğu itibariyle, dar anlamda kronolojik olarak ve geniş manada tarihsel olarak, Sovyetler Birliği’nde resmi sanat yolu olarak ve edebiyat alanında formüle edilmiş “sosyalist gerçekçilik”ten eski ve bağımsızdır… Kültürel cambazlık alanından yükselen, “hiçbir şey yapmadan oturalım mı” cambaz sorusuyla hakikaten ve kalben ilgili olabilecek olanlara olsun bir şey söyler mi, bilmiyorum; benim aklıma, “yapmamayı tercih ederim” cümlesiyle işgüzarları püskürten Bartleby geliyor… Herman Melvill’in şu muhterem kahramanı! Bugünkü günde veya herhangi bir günde, Bartleby ahlâkını kime ve nasıl anlatacağız, nasıl anlatabiliriz ki zaten?.. Ya da ve keşke, Edmond Rostand’ın “Cyrano de Bergerac” ının sandalına binip, “istemem, eksik olsun” diye kürek çekebilseler… Nerede o ruh ve de o burun? Mübarekler sanki Tuzla tersanelerinde işçi de yarın ölüme yürüyecekler!!! Hiçbir şey yapmadan oturmak istemeyenlere bir ismi hatırlatayım: Ernst Neizvestny…Ola ki birileri Türkiye’de bir Neizvestny sergisi yapar ve John Berger’i de çağırır sergi vesilesiyle… Neizvestny, Sovyetler Birliği’nde yaşamış, üretmiş ve hiç de memur kalıbına girmemiş bir sosyalist sanatçıdır, savaş kahramanıdır…Eline bir küratör veya parti memuru hiçbir reçeteyi tutuşturabilmiş değildir! 1962’de, Moskova Sanatçılar Birliği, Akademi ve Moskova Belediye Meclisi arasında çeşitli “kolpa” atılır ve “kumpas” kurulurken hayat buluveren bir sergi vesilesiyle bizim Neizvestny Kruşçev’le karşı karşıya gelir. Genel sekreter (adı türkçede değişik şekillerde yazılıyor, alıntıdaki farklı yazılış kafa karıştırmasın), etrafında çeşitli düzeyden aparatçikleri ve memurlarıyla yüklenir sanatçıya:
“Khruşçev: İt boku. Pislik! Rezalet! Nerede bunun sorumlusu? Elebaşı kim? (…) Neizvestny: Hükümetin ve Partinin başı olabilirsiniz, ama burada benim eserlerimin önünde değil. Burada baş benim ve sizinle eşit iki kişi gibi tartışacağız.” Bakanlar tehdit eder Neizvestny’yi, güvenlik görevlileri kollarından yakalar ve bizimki devam eder: “Kendisini her an öldürebilecek bir adam var karşınızda. Tehditleriniz bana vız gelir…” Karşılarında nasıl bir adam olduğunu anlamışlardır… Kruşçev’le Neizvestny konuşmaya, tartışmaya koyulurlar… İsteyen, John Berger’in Sanat ve Devrim’inden ayrıntıları okuyabilir. Daha sonraki bir karşılaşmalarında, Kruşçev Neizvestny’ye, “devlet baskısına bu kadar uzun süre nasıl dayanabildiğini” sorar. Aldığı cevap şudur: “Bazı bakteriler vardır küçücük, yumuşacıktırlar ve bunlar bir su aygırının boynuzlarını eritebilecek yoğunluktaki tuz eriyiğinde bile yaşayabilirler.” Küratörler, sponsorlar, sermayedarlar ve her türden muktedir önünde esas duruş veya yalakalık deneyecek olanların dikkatine sunuyorum…
Figür devrimci, ya sanat?
Bayanlar, baylar… “Hiçbir şey yapmadan oturalım mı?” sorusu sorulduğunda, artık, “hiçbir şey” nedir; “hiçbir şey” in karşıtı olarak yapılan “iş” nedir; “yapmak” nedir; “oturmak” nedir, sorularına da cevap vermek gerekiyor…Yoksa, herkes “yapıyor” ve “oluyor”!.. Aynen bunun gibi; her kahvehanesinde, okey arasında, “taşın altına el sokmak” tan bahsedilen bu memlekette, aydın katında olsun, “taş” ne; “taşın altı” nire; “el” ne; “sokmak” nasıl olur, sorularının hakkı verilmek zorunda… Öyle ya; hele ki sanat, bütün bu ayrıntıları mesele yapan düzlem değil mi? “Politik olma” nın derinden mesele yapıldığı iddiasıyla var olunan güncel (çağdaş?) sanat alanında, sermaye eliyle “kendinden ödün vermeden” iş çıkarmak mümkün sayılıyor ve normal bulunuyor, ayrıca bu kaba hakikat mesele yapılmaksızın yaşanabiliyorsa, bari yukarıdaki sorular mesele olsun! Bu noktada, bu hayhuyun içinde; moda’nın içinde; şu bitti, bu geçerli safsatalarının içinde “işine bakan” bir sanatçının, Esat Tekand’ın sözlerini de anmak istiyorum: “Resim yapmak duyusal olanla ilgilenmek bence. Tarih araştırması ya da iletişim kurma malzemesi değil. Böyle bir işlevi yok sanatın. Kendiliğinden içerir, o ayrı. Bir gün bazı kararlara varırsın, ertesi gün o kararlardan kuşku duyarsın. (…) Kuşkularım devam etmezse yapmam. Bunlar son resimlerim der, gider futbol oynarım. Şimdilerde kuşku kalktığı için günlük pratiğe yığılma oluyor; sanat, günlük hayatın işlevine koşuluyor zaten. (…) Dünyanın yanlış olduğunu ve işlerin kötü gittiğini bir sergide öğreniyorsan, hiçbir şey olmaz senden. Oraya gelene kadar ne yaptın? Saksıda
mı yetiştin? (…) Başın ağrıyorsa Rembrandt görmek değil, Asprin içmek istersin. Adam karısını dövüyorsa yasa çıkarır, ceza verir, hapse atar, herifin burnundan getirirsin. Ama ona kadınların dövüldüğüne dair güncel iş gösterirsen sinirinden karısını yine döver. (…) Bir şey söylemek isterseniz söylersiniz, bunu sanatla karıştırmaya lüzum yok. Sanat hiç mi bir şey değiştirmez? Elbette değiştirir. Estetik algının değişmesi insanın dünyaya bakışını tamamen değiştirir.” Ah, ah… “Eleştirel-politik” işler yapma iddiasıyla ortada dolaşan, üstelik o eleştirellikleri-politiklikleri çok tartışılır halde olan güncelci sanat esnafı kalabalığı (ki, hakikilikle işi olanları, kalabalığın dışını unutmuyoruz), bu gevezelikler ormanındaki bu basit ve hakiki sözleri duyar mı? İnsan soyunun “okuma” kudretini kimse yabana atmasın.Yani “köy” ortadadır, görünmektedir… Bütün işaretler göstermektedir ki, günümüzde Türkiyeli aydınların ezici çoğunluğu; aynı dünyadaki benzerleri gibi, gizliden veya açıktan “piyasa olmazsa demokrasi de olmaz” şeklindeki ucuz dine, bu dinin fetişlerine-putlarına tapınmaktadır… Bütün “put kırıcılıklar” veya sözüm ona “siyasetin fetişleştirilmesine” itirazlar, bu dinin çatısı altında yaşanmaktadır… Sezar’ın hakkını Sezar’a verelim tabii. Madra, güncel sanat konusunda titizliği elden bırakmıyor: “Küresel bağlamda kitsch ile hesaplaşarak yeni sonuçlar doğuran güncel estetik, Türkiye’de kitsch’in altında eziliyor”, tespiti onundur. Kitsch’in altında ezilmeyen güncel estetiğe bakarız; bakmalı; ama, şu an için bundan fazlasına el atmanın manası bile yok… Malûm, görünen köy’le uğraşıyoruz! Antmen’in hakkını da Antmen’e verelim. O da diyor ki: “Zaten başlı başına bir çelişki değil midir devrimci figürleri, en devrimci olmayan sanatsal üsluplarda betimle(t)mek? Sanatın propagandaya kurban edilmesi, ne sanata yarıyor ne de heykeli dikilen kişiye.” Eh, doğruya doğru! Ayrıca, akıl, akıldır! Bu akıldan uzağa düşmenin traji-komik bir örneğini de anlatayım: Vojin Bakic, 1915-1992 arasında eski Yugoslavya’da yaşamış bir Hırvat heykeltıraş. Modernist, organik forma sahip heykelleriyle tanınıyor. 1960’ların sonunda soyut heykeller üretiyor. Hemen hemen tüm anıt heykelleri, II. Dünya Savaşı’ nda Yugoslavya’daki anti-faşist mücadelenin anısına…1990’lara gelindiğinde, eski Yugoslavya cehenneme döndüğünde, bu anıtlar, “estetiğine” bakılmaksızın ve sosyalizme duyulan nefretle tahrip ediliyor, yok ediliyor… “Put kırıcılar” işbaşında!.. Hiç de “sosyalist gerçekçi” şablonlara yapışmayan, “sosyalist modernist” denebilecek bir çerçevede tanımlanabilecek ve işleri Batı modernizmindeki akrabalarıyla yan yana düşünülebilecek bir sanatçı olan Bakic, balyozlar, bombalar ve buldozerlerle donanmış barbarların “eleştirisine” maruz kalmıştır! Duble alacakaranlık!.. Bitiriş cümlesi: Faşistler ve hödükler bir kenarda dursun; onlarla uğraşırız; tanrılar, türümüzü ve dahi sanatı, “yapmamayı tercih edemeyenler”den, “ikidinliler”den, “egosunun-köleleri”nden korusun!..
Olgularla belgeler çelişiyorsa: SİVAS’93...
i
şçi sınıfı ölmeden, helvası karılmaya başlandı. Onun yerine kimlikler, toplumsal cinsiyetler, üçüncü dünyacılık versek denildi bize; yok almayalım dediysek, kapıdan kovduysak da, kapılarımız kırıldı gece baskınlarında, yine geldiler. Sınıf siyasetini Türkiye topraklarında katletme girişimlerinin en kurnazıysa, bir 28 Şubat günü gerçekleşti. Bir hayli de etkili oldu: ülkede yüreği soldan yana olanların büyük bir kısmı, laikler dincilere karşı büyük prodüksiyonuyla, iki kamp halinde sağa yedeklendiler. Bir ufak ayrıntıyı unutarak; Tuzla tersanelerinde yiten canları ne laik patronlar umursuyordu, ne de onların dinci vekilleri. Varsa yoksa istikrar ve düşük maliyet. Mücadeleler tarihinde buna benzer vakalar çok yaşanmıştır elbet. Ancak bu kavganın sanat cephesindeki savaşçıları, bu ve benzeri sapmaların dümen suyuna girmeden kendi sanatlarını ürettiler. Suni çelişkileri değil, emek sömürüsünü düşman bellemiş olan tiyatrocular, gerçekleri sahne üzerine çıkarma yolunda önemli bir türe imza atabildiler: Belgesel tiyatro. Alman yazar Peter Weiss, ‘Belgesel Tiyatro Notları’ yazısında, bu formun başta gelen özelliğinin seyirciyi değil oyun yazarını konumlandırmak olduğunu belirtiyor. Yazar belgelerden derlediği oyununda siyasi tartışmaların iki tarafını da göstermeli fakat hangisinin daha iyi olduğunu belirgin kılmalıdır. “Nesnellik, kendi eylemlerini haklı çıkarmak” ve hazırdaki halini korumak için, iktidar sahiplerinin kötüye kullandığı bir kavramdır; ‘nesne’lerin güçlüler tarafından çarpıtılmaya sonuna kadar açık olduğu bir dünyada, nesnellik, ikiyüzlü olmaya mahkûmdur; bu yüzden de sakınılmalıdır (Tiyatro Teorileri, Marvin Carlson). Tıpkı Weiss’ın bahsettiği o nesneler gibi, belgelerin de güçlüler tarafından çarpıtıldığını düşünmemek için hiçbir neden yok. Yeterince aranırsa Kürtlerin aslında Türk olduğuna, Irak’ın nükleer bomba deposu, ‘Prezidınt Buş’un ise kafatasında beyin olduğuna ilişkin çok inandırıcı belgeler bulunabilir. Öyleyse belgesel tiyatro yapanı çetin bir yol bekliyor. Bir yanda sunacağı eseri belgelere dayandırarak güvenilir kılma sorumluluğu var omuzlarında; diğer yandan tarihsel olguların belgelerle çelişebileceği ihtimali hep düşünülmeli. “Rüşvetin belgesi mi olur ulan?!” dememiş miydi, bir büyük Türk düşünürü? 1993 yılında Sivas’ta olan bitenlerin niteliğine dair çok şey anlatıldı, anlatılıyor, anlatılacak da. Ancak ‘bir çağın hâkim ideolojisi, o çağın hâkim sınıfının ideolojisidir’ yasasına uygun olarak, Sivas’ta yakılıp boğulan güzel insanların kanlı öyküsü, Weiss’ın bahsettiği o çarpıtmadan payını aldı. Sivas katliamına bakacak olan kişi, ister sanatçı olsun ister bir sosyal bilimci, eldeki bulguların yorumlanıp sahneye yahut kâğıda aktarılmasında kendini ‘çağın ruhu’na kaptırmamak için (günümüzde çağın ruhunun, tuz ruhundan berbat olduğu düşünülürse) iki kez dikkatli olmalıdır, sırf bu nedenle. İşte Erkal’ın oyunu ‘Sivas 93’ buna pek dikkat etmiş gibi görünmüyor. İki Sivas hikâyesi var artık.
Bunlardan birincisi, 1993 Türkiye’sindeki kızışmış mücadele ortamını dikkate alarak, Sivas’taki katliamı sınıfsal eksende inceleyip sonuçlara varan bir bakışa aittir. 1993’te Sivas’ta olanlar, devletin paramiliterleriyle birlikte tezgâhladığı bir katliamdı. Üstelik işin özünü kavramak için 93’e gelinceye dek, Malatya, Maraş, Sivas ve Çorum’da yaşananları şöyle bir araştırmak, Özel Harp Dairesi ve Özel Harekât Dairesi’nin ideolojik temellerini ve amaçlarını bilmek, egemenlerin ülkede yükselen direnişin önünü kesmek için nasıl tüm karşı-devrimci unsurları seferber ettiğini hatırlamak kâfidir.
İşte ikinci hikâye, bunların artık hatırlanmadığı bir bellek yitimi noktasından başlıyor. Devrimci tutsakların kanla boğulmasının ardından yaratılan ideolojik boşluğa akan 28 Şubatçılık, 15 yıldır laik-dinci çelişkisini sınıfsal çelişkilerin yerine ikame etmekte. Bunun toplumsal belleğin tazelenmesi adına yapılışı da ironiler çölünde derviş ediyor bizleri. Her ne kadar belgesel tiyatro yapılıyor da olsa, sanat bir seçme işidir. Kanlı 2 Temmuz günü tüm olanları sahneye taşımanızın imkânı olmadığından, kendinizce en önemli olayları ve belgeleri sunmaya çalışırsınız izleyiciye. Eh, dolayısıyla hangi anın sizce önemli olduğu bu nedenle sizin bakışınızı da ele verir ister istemez. Örneğin Erkal, ‘Özel Harekat Dairesi’ adlı kontrgerilla merkezinin bu katliamda hiçbir rolü olmadığını düşündüğünden, sanırız, bir olasılık olarak dahi bundan bahsedilmiyor. Ancak Sivas’ın zamanında Atatürk’ün kendini çok güvende hissettiği bir yer olduğu bilgisi veriliyor ki, izleyiciler arasındaki Kemalist-Laikler ‘âmin’ diyebilsinler. Oyundan sonra konuştuğumuz Yiğit Tuncay, bu türden eleştirilere yanıt olarak, sahnede duyulan hiçbir sözün yazar tarafından yazılmadığını; hepsinin belgelerden, olayı yaşayanların anlatımlarından alındığını; eğer oyunda devlet Sivas’ın asıl müsebbibi değil göz yumanı olarak görünüyorsa, bunun tek nedeninin belgelerde yalnızca bu yönde beyanlar bulunması olduğunu söylüyordu. Eğer taranan binlerce belge, Sivas katliamının sözde nesnel değil özde gerçek bir resmini çizmeye yetmiyorsa, belgesel tiyatronun bu olayı anlatmak için en iyi yöntem olmadığı olasılığı bile düşünülmelidir. Belgeler gerçekleri kuşatmaya yetmiyorsa, gerçeği kuşatacak başka formlar
aranmalı belki de. Aslında, Erkal’ın oyunu bir ‘nesnellik’ barındırma uğraşında; bu bakımdan oyunun hepten 28 Şubat zihniyetine büründüğünü söylemek, doğruyu yansıtmaz ve bizi haksız eleştiriler yöneltme konumunda bırakır. Örneğin sinevizyondan seyirciye aktarılan video, faşist hareketin simgelerinden biri olmuş kurt işaretine sık sık dikkat çekerek, katliamda rol alanların salt şeriatçılar olmadığını anlatmaya çalışıyordu, evet. Ne var ki, bu bile oyunun ekseninin laikşeriatçı ikiliğinden çıkartılmasına yardımcı olmuyor. Erkal’ın oyununa bakılırsa ‘şeriatçı örgütler’ ‘gerici bir ayaklanma’ düzenlemiş, devlet seyretmiş, önlem almaya çalıştığı yerde ise yetersiz kalmıştır. Bir takım ihmalkâr, hatta saldırgan devlet görevlilerinin yanında oteldekileri canla başla korumaya çalışan çok nezih polisler de vardır. Genco Erkal bir röportajında devletin tutumunu “boşvercilik, olayların sonunda buraya geleceğini düşünememe, kontrolü elinde tuttuğunu zannederken kaybetme” gibi sözcüklerle açıklıyor zaten (Tiyatro Tiyatro, Sayı 187). ‘Sivas 93’ bu kadarla da kalmıyor, sadece 1993’ün çelişkilerini değil, Maraş (1978) ve Çorum (1980) katliamlarını da laik-dinci çelişkisi olarak sunmaya kalkışıyor. Evet bir benzerlik var bu olaylar arasında. Ama bu benzerlik Dostlar Tiyatrosu’nun bize anlattığı türden bir benzerlik değil; Maraş ve Çorum’da katledilenler laik düzenin temsilcisi oldukları için değil, ‘3K’ yüzünden katledilmişlerdi: Kürt-Komünist-Kızılbaş. Amma velakin, 2008 Türkiye’sinin ortamında ilk ikisinin üzerini çizmek ve mümkünse üçüncüsüne ağırlık vermek en kuvvetli akıntı olduğundan olsa gerek, Dostlar Tiyatrosu da bunu takip etmiş gibi görünüyor. Sivas 93’ün sahnesinde pırıl pırıl bir teatral kumaş var açıkçası. Başlarında Genco Erkal gibi ömrünün neredeyse 50 yılını politik tiyatroya vakfetmiş bir usta. Yanında bir başka deneyim simgesi Meral Çetinkaya; 30 yılı tiyatro ve politikanın işkencehaneler dâhil en sıcak kesişme noktalarında geçmiş Yiğit Tuncay ve sahne yaşları daha küçük ama ustalıkları ustalarına göz kırpacak boyutta oyuncular: Nilgün, Murat, Şirvan, Çağatay... Sivas 93, sahnelerin halkın dertlerinden köşe bucak kaçtığı, böyle olunca seyircisini de küçülte ufalta bir ‘elit’e indirgediği son yıllarda gerçek bir sahne olayı olma yolunda. Bu yılın başında perde açtığında takviminin ufkunu ancak yedi gösterimle sınırlayan oyun iki aydır neredeyse her gün tamamı dolu salonlara oynuyor. Gerçekten pek çok kişiye hayatında ilk kez böylesine etraflı bir Sivas katliamı belgeseli izlettiği için yürekten bir tebriki, teşekkürü hak eden Dostlar Tiyatrosu, belgesel tiyatronun ruhuna ihanet etmiş gibi geliyor bize. Tiyatro çevreleri oyunu bu kadar heyecanla karşılamış ve oyuna soldan bir eleştiri gelmemişse eğer, bu biraz da günümüzde yaşanan bilinç aşınmasındandır. Sırtımızda dönen değirmen taşının sapını tutan iki el varsa, biri laik biri dinci patronların elidir çünkü, ve belgesel tiyatro, işte bu gerçeği söylerdi bir zamanlar.
EREN BUĞLALILAR-BARIŞ YILDIRIM
27
dikkat! eczanelerde sorun var! Sağlıkta dönen dolaplara bir yenisini eklemeye karar veren AKP hükümeti, eczane zincirlerine izin veren yasayla ilaç satışında tekelleşmenin önünü açmayı planlıyor. FOR YOU ve HEDEF ecza depolarının arasındaki ilginç ilişkide karşımıza bir zamanların ‘Aydınlıkçı’sı Ethem Sancak efendi çıkıyor. Türkiye’nin en yaygın ve en büyük ilaç dağıtım ağına sahip Hedef Grubu nicedir pıtrak gibi çoğalttığı FOR YOU mağazalarında eczane zincirleri kurarak rantına rant katmayı planlıyor. Bundan altı ay önce devlet hastanelerinin özelleştirilmesi söylentileri sırasında birden ülkenin dört bir yanında çoğalmaya başlayan MEDİCAL PARK HASTANELERİ’nde de (Van’dan Amasya’ya dek) ilginçtir ki aynı şahsın ismi geçiyor: Ethem Sancak! Oluşturulan bu üçlemenin ilginç olmayan diğer kahramanları da hiç yabancı değil! FOR YOU şirketini kuran ZAPSU ailesi ve Emine Erdoğan’ın MEDICAL PARK’ta gizli ortak olduğu iddiaları ayyuka çıktı. Hastanecik!.. Bir zamanlar küçük bir ecza deposu iken AKP ile birlikte hızla devleşen, Kanal 24 ve Star ile medyaya el atan Siirtli ‘işadamı’ Ethem Sancak, Hürriyet’in hafta sonu eklerinden, Ertuğrul Özkök’ün köşe yazılarına dek yer almaya başladı. Bizler de onun ne kadar babacan ve sempatik bir patron olduğunu, Maocu geçmişini, halen sosyalist falan olduğunu öğrenmiş olduk! Sonra bir de baktık ki, Ethem Sancak hastaneler zincirine, eczaneler zinciri eklemeye karar vermiş! Bunun adı sağlıkta tekelleşmedir, bunun adı soygundur, bunun adı ‘paran kadar sağlık’tır, GSS ile başlayan kıyımın devam edeceği aşikardır…
REKLAMLAR arka mahalleden korkmayanlara
nezarethanelerden, duvar diplerinden, travesti köşebaşlarından, deplasman otobüslerinden, fahişe yataklarından, çırak sofralarından söyleyecek sözümüz , dikkat çekmek istediğimiz şeyler var. birilerinin işine gelmediği için görünmez kıldıklarını, hasıraltı etmek istediklerini ifşa etmek gibi bir iddiadayız. varsın simgeselin gücünü ıskalayanlar saksıda yaşamaya devam etsinler. raşit’in dediği gibi; alsınlar bir taraflarına, karşıyız işte onlara... onlar milyonları açlığa sefalete mahkum eden, hayatımızın her alanına meta aşkını ve yozlaşma zehrini şırınga eden bir avuç takım elbiseli. gücümüz bir fotokopi makinası belki ama olsun. ‘ufacık kuvvetlerle hiçbir şey yapılamayacağını düşünüyorsan, bir sivrisinekle bir gece geçirmemişsin demektir’ demiş üstad. bizler buradayız. ve vızıldamaya devam ediyoruz. varoş fanzin 3. sayısıyla istanbul, ankara ve izmir’de sahaf raflarında, mahalle kahvelerinde, korsan standlarda ve sokaklarda yerini aldı. cin olmaya gerek yok, bakarsanız görürsünüz. taramaucu@hotmail.com
28
A
slında bu sayfada “Yayın kurulu ile yaşadığı fikri bir ihtilaan dolayı, yazarımız KILLIK izninin bir bölümünü kullanarak bu ay yazmamıştır” şeklinde bir ibare görecektiniz ama henüz o denli ciddiye alınan bir yazıcı olamadığımız için, (okur bazında), seve seve oturduk klavyenin başına. Bir müddettir bizim Cunda’nın üzerine şu yandan bi yerden bi projektör tutuluyordu. Şu hani holivud filmlerinin başında üç beş tanesini göğe doğru şavkıttıkları ışın direklerinin yatay olanı gibi bişey. Kendi kendimize merak edip duruyorduk “Yav nedir bu huzme, neyin nesidir?” diye. Tabii herkes bizim kadar oturduğu yerden merak etmediği için, bikaç eş-dost ışığın kaynağını yerinde keşfetmiş. Ticari girişimci bi abimiz köyünün girişinde bi restoran açmış, köy düğünlerinin vazgeçilmez geleneklerinden olan göze aynayla gün ışıması yansıtarak kız tavlama yöntemini de hem geceye hem müşteriye uyarlamış. Işığı merak edip köye kadar geleni, buyur ediyor. Millet de “Başımıza meraktan gelsin bari” huzuruyla oturup bişeyler yiyip içiyor. De ilginç olan kısmı restoranın ismi: “Nostalji”. E bu geçmiş özlemi bizim Mutlu köyüne kadar vardıysa, ben de size canım kasabamın geçmişinden tanık olduğum kadarını anlatayım dedim.
Poyraz nedir bilir misiniz?
Evet Ayvalık bu kadar popüler olmadan, her dizide üç beş kez anılmadan önce de bu memlekette yaşayanlar vardı. Bi dünya özelliği olan rengarenk bi yaşam kendi halinde sürer giderdi. Bu özelliklerin şimdilerde en belirgin hasret duyulanı; küresel ısınma belasından evvel yaşadığımız uzun poyraz maratonlarıydı. Mübarek bi başladımıydı kırk-kırkbeş günden aşağı durmazdı. Şimdilerde moda olan ottan boktan şikayet metodu o zamanlar kimsenin dağarcığına bulaşmadığı için de nimet olarak addedilirdi kuzey rüzgarları. Evet nimetti, kışın pirinasından üçüncü kalite Soma Kömürü’ne varasıya bi alay yakıtın duman kalıntısını defeden, yazın sıcağın yaratabileceği daraltıyı engelleyen bir lütuf. Havada toz zerreciği bırakmadığı için ne yana baksan pırıl bi manzaraya şahitlik de cabası. Denizin rengi bile adama “mavi budur” dedirtir poyrazda. İnsanoğlunun hoşnutsuzluk illetinden midir nedir, şimdi ne zaman efirmeye başlasa, “Aman üşüyeceğiz, vay kumlar bu şekil uçuşurken denize giremeyeceğiz” mızırdanmaları Hazreti Poseydonun gücüne gidiyor. “Alın lan o zaman ben de poyrazı iki günde bitiriyorum” şeklinde kesiyor baba da cezayı. Üç beş günde gelip giden, evveliyatla aşinalığı olmayanlar durumdan hoşnut belki ama biz kış ise mevsim, nefes alamaz vaziyete geliyoruz dumandan, yaz ise ter gözümüze yapıştırıyor iç çamaşırlarımızı. Hoş o vakitler deniz de bizim için nimetti. Mevsiminde taze balık yiyebilmenin, yazın kavrulup gereksiz bir esmerlik pahasına da olsa dizinin dibinden ayrılmamanın ötesinde, deniz kenarında yaşamayı bile bir saadet sebebi görmekteydi insanlar. Televizyon hayatın belirleyicisi konumuna gelmezden evvel en ufak fırsatta kendilerini sahile atarlardı. Bir buçuk – iki kilometreyi bulmayan bir parkurda bir aşağı bir yukarı gezintiler yapılır, bronşlara ‘iyot nedir ne işe yarar seminerleri’ verilirdi son derece gayri ihtiyari. Az biraz yorulan kendini kıyıdaki çay bahçelerinin birine atıp likite yazılırdı. Buradaki tek
SITKI DEMiRKAN - KASABA NOTLARI Evet, Ayvalık bu kadar popüler olmadan, her dizide üç beş kez anılmadan önce de bu memlekette yaşayanlar vardı. Bi dünya özelliği olan rengarenk bi yaşam kendi halinde sürer giderdi. Deniz kenarında yaşamayı bile bir saadet sebebi görmekteydi insanlar...
Biz turistik olmadan önce...
nahoş durum, artık “Şımarmasın o kadar da lübünyan” endişesi midir nedir, oturan sırtını dönerdi denize. Şimdi o günlerden kalan tek alışkanlık bu kıyıda otururken denize sırtını dönme hadisesi. Yerli–gezgin ayırdı için turnusol vaziyetinde şimdi bu mevzu. Gidin oturun bi kıyı kahvesine, çaktırmadan bi göz gezdirin masalara, yav çaktırmadan diyorum öyle uzun uzun bakmayın, kim dönüp denize dalmışsa bilin ki gezgindir. Ve kim sırtını dönüp denize, yoldan kimin gelip geçtiği konusunda hafızaya rapor kaydetmekteyse farkında olmadan, bilin ki buralıdır. Her akşam aynı kalabalığa dahil olmaktan sıkılan, biraz da çoluk çombalağa çekirdeğinden gazozuna birçok kalem tüketimi finanse etmekten illallah demiş aile reisinin kıvırmasından, sahile inemeyen mahalle sakinleri evlerinin önüne çıkıp kapıdan kapıya geyik çevirirlerdi. -Yurdum insanının pek de tanışıklığı olmayan bu toynaklı hayvana düşkünlüğü de ayrı bir hayret konusu.Kimin ne konuştuğuna, ne anlattığına kimsenin pek de dikkat etmediği, ortada sadece amerikan sit-komlarını katlayan bir kahkaha efektinin hüküm sürdüğü, daracık sokaklara serilen kakara-kikiri kaynaşımları.
Bu da mahalle baskısı!
Dışarıdan bakılınca bu kadar sığ görünen bu mahalle aidiyeti, ciddi bir sınamaya maruz kaldığında üzerine üç ciltlik sosyolojik kitap yazılacak bir konu-komşu bizliği ihtiva ederdi. Kimde ne pişerse, kokunun dağılması bahane gösterilerek, herkese birer tabak tadımlık gönderilirdi. Kimse gelenin ne olduğuna, ne kadar olduğuna dikkat etmezdi. Tabaklar geri gönderilirken kesinlikle boş gönderilmezdi, ayıpsanırdı, “Yav sizin tabaklar da bizde kalmış,” açıklaması ile şimdiki gibi kuru tabakların iadesi. Oradan bizim validelerde alışkanlık kalmış, ne pişerse bir sokağı doyuracak ölçüde pişiyor. Herkes kendi dizisine yetişme telaşıyla bu kokunun ulaşabilirliğini, bulaşabilirliğini unuttuğu için de bir haa git-gel kuru fasulye yiyoruz. Hayır benim şikayetim yok, sabah kahvaltısında bile kuru gelse önüme zevkle kaşık sallarım da Kyoto Sözleşmesi elimi kolumu bağlıyor. Atmosfere verdiğim zarar yarın öbür gün başıma iş açar endişesindeyim. Herkes amerikan puştu ya da kasımpaşa lalesi kadar rahat olamıyor, benim o kadar arkam yok. Şimdi memleketin dört bir yanında tabelalara konu olacak şöhrete ulaşmış Ayvalık Tostu; o vakitler kendine has
söyledik mi keyfimize kimse ilişemez mantığı ile uzak duruyoruz. Bi de bu içit tüketiminin renkleri vardı eskiden. Yazları self-mahsül limon ve vişne, kısa bir zaman diliminde karadut, kışları da tarçın ve somata ki onlar daha bi handmade. Şimdi bırak şurubu, bu tetra-pak meyve sucuların bütün üretimi emmesi neticesinde dondurmaya katılacak vişneyi bile bulamıyor Nazmi Usta. Harbiden sizin de dikkatinizi çekti mi vişneli dondurma yok kaç zamandır. Limon’un yapım aşaması insanı yaz sıcağında canından bezdirecek kadar zahmetli olduğu için olabildiğince geç başlayıp kısa sürede sona eriyor limon günleri. Tabii bunlar o kadar yerel şeyler değil her yerde karşımıza çıkması olası içitler.
Somata mı? O da ne?!
özellikleri olan bişeydi. İki türü vardı hepi topu: sucuklu ve peynirli. Sucuk harbi kasap sucuğu ki kesmek için testere lazım. Ulan hakkaten o zaman tostçuların kullandığı bıçakların testereyi andırmasına anlam veremezdim, bak şimdi buldum; o malzemeyi, o bıçağın dışında başka bi aletle doğrayamazsın. Peynir harbi Cunda Kellesi ya da tulum. Sucuğun yoğunluğu ekmeği yağa bulardı, böyle dilimlerin izdüşümünde halka halka lekeler oluşurdu. Peynir şimdinin gereksizce sıvanan taze kaşarı gibi değil makul ölçülerde sünerdi. İçine de mevsimiyse incecik domates dilimleri, mevsimi değilse tercihe binaen belli belirsiz bir salça tabakası. Ekmekler de kendi aramızda, “Olum bi tostla bi öksüzü geç, bi öküz doyar lan,” cümleleri kuracağımız kadar büyüktü. Ya da biz o zaman çocuk aklımızla kanaat ederek doyabiliyorduk. Geçenlerde Sıraselviler’deki büfelerden birinde tost sipariş etme gafletinde bulundum. Gelen nesneyi uzun uzun inceledikten sonra büfeci abiye sormak mecburiyetinde kaldım: “Ya hocam, bu
tost Ayvalığın neresinden ben pek bi ısıramadım göz vasıtasiyle, ikimizden birisi Ayvalık’lı diil ama benim kapı gibi kafa kağıdım var,” şeklinde. Tabii herkes, her ortamda manyak görmeyi kanıksadığından abi beni pek sallamadı. Gerçekten ekmeğin şemaili ve pişiriliş şeklinin haricinde olayın Ayvalığı andırır hiçbir tarafı yok şimdi. Bizim burada bile aynı şekilde cereyan eder oldu tost hadisesi. Gün boyu her geğirmede kendimizden tiksinmemize sebep bi kokunun dışında özellik taşımayan sucuklar, “hay bu bıyık denen şeyi icad edenin” yollu yedi cedde ilenmemize sebep taze kaşar, ısırmak için çenemizi levye yordamıyla açmamızı gerektirecek kadar tepeleme doldurulmuş ince kıyım sosisler. Bu malzeme karmaşasını daha da karmaştıran turşu, domates, ketçap, mayonez vesair, hatta rus salatası. Onu da ilk kim kullandıysa o tabiri ben onun ta ebesini seveyim “amerikan” şeklinde telaffuz etmekteler. Şimdi ne zaman tost yeme ihtimalimiz belirse, aleme rezil olmayalım, şuradan bi simit ekmeği ikiyüz gram da peynir alalım, iki de duble çay
Benim size anlatmak istediğim içitler kışın tüketilen ve memleketin pek fazla noktasında rastlayamayacağınız türden. Tarçın ve somata; ama bi ara piyasaya sürülen küp şeker şeklindeki tadından içilmez nesneler gibi değil, gerçek el yapımı tarçın ve somata. Şekerci Mahmut’un önünde bütün kış duran galvaniz varillerden çeşmesi vasıtasıyla 70’lik şişelerle alınan konsantrenin, çay bardağının dörtte birine denk gelecek şekilde döküldükten sonra üzerine sıcak su çekilip içildiği antifriz sıvılar. Tarçını bilmeyen yoktur herhalde, ona girmek abes. Lakin, “Somata mı, o ne be?” dediğinizi duyar gibiyim. Efendim somata; hindistan cevizinin içindeki suyun mahleple karıştırılıp bakır imbiklerde damıtılması sonucu, yok yav şaka şaka. Somata acıbademden elde edilen bir tür özüt. Rakıya aslan sütü denir ya, benzemesi ve lezzeti sebebiyle somataya da ceylan sütü dense yakışır. Bir de yoğunlukları sebebiyle karışmamalarının keşfi sonucunda bardağın yarısının tarçının kırmızılığını diğer yarısının da somatanın beyazlığını taşıdığı Ayvalıkgücü adında bir içit var ki içme de yanında uyu. Yalnız o yana bu yana dönerken dikkat et haşlanırsın. Bu yeme içme mevzuuna girdik benim nevir hafien devinmeye başladı o yüzden tadında keseyim. Uzun lafın kısası bir zamanlar o kadar şenlikli ve net renklere sahip bir hayat hüküm sürmekteydi ki canım kasabamda, hakkaten bi kitaba sığacak kadar nostalci malzemesi var. Koca Tanrı bir zeval vermezse onu da vücuda getireceğiz sevgili Cevher Abi’nin gazıyla. O zamana kadar bunlarla idare ediverin…
29
ESRA ARSAN İtinayla vatandaş dövülür!... Taraf Gazetesi’nin haberine göre; Antalya’da turizm sektörü çalışanı Ertuğrul Sağlam, Başbakanı protesto ettiği için korumalar tarafından arabayla kaçırıldığını ve iki saat boyunca dövüldükten sonra tehdit edilerek bırakıldığını iddia etti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 11 Mayıs’ta Antalya’ya yaptığı seyahat sırasında Başbakana, “65 yaşında emeklilik getirdiniz. Bizi üç kuruşa mahkum ettiniz” diye bağıran Ertuğrul Sağlam bir hafta ‘iş göremez’ raporu aldı. Ertuğrul Sağlam adlı vatandaşa karşı uygulanan bu şiddet, Erdoğan’ın korumalarının ilk vukuatı değil. 2005’te Erdoğan Üsküdar’daki evinden Atatürk Havalimanına giderken E-5 Karayolunun İncirli mevkiinde uyarılara rağmen
şerit değiştirmeyen minibüs şoförü Ayhan Özgür korumalarca dövülmüştü. Geçen sene Mersin’de Başbakan’ın “ananı da al git” diye azarladığı çiftçi Kemal Öncel iki koruma tarafından bir araca bindirilip dövülmüştü. Rapor alıp savcılığa başvurdu. Sonra da şikayetini geri alması için Başbakan’ın yeğeni ve koruması Ali Erdoğan tarafından ziyaret edildiği basına yansıdı. Niğde gezisinde Başbakanı izleyen gazetecileri taşıyan minübüsü durduran bir koruma, araç şoförüne silah çekmişti. Emine Erdoğan’ın korumaları da Levent’te önlerini kestikleri iki NTV muhabirine silah çekmişti. Kimi neden korudukları belli olmayan bu korumalara dur denmezse, hepimizi sıra dayağından geçirmeleri yakındır. Korumadan korunma dersleri zorunlu olsun o zaman!
Devlet koruması altında kayboldu! Başbakan’ın korumalarına bir sormak lazım!..
Silahlan ey halkım!.. Oyuncak silahların / kuru-sıkı tabancaların (Avrupa’da birçok ülkede yasaklanmış olduğu gibi) yasaklanması ve diğer kesici/delici aletlerin de 6136 sayılı kanun kapsamına alınması yolundaki çalışmalar sürerken... ve dahi kuru-sıkı tabancaların reklamının yapılması Ocak 2008’de yasaklanmışken... Vakit gazetesinden
bir birinci sayfa ilanı: “Peşin fiyatına 10 taksitle tüfek!” Axess ve World kartınız varsa buyrun buradan yakın... Bir gazetenin yayın yönetmeni nasıl olur da gazete logosunun tam yanına silah ilanı almayı münasip görür, o ayrı soru da; gazete okuru o tüfekle ne yapacak, ben asıl onu merak ediyorum. Allah Vakitçilere akıl fikir versin, ne diyelim.
Bir teselli ver... Yeni Şafak Gazetesi köşe yazarı Özlem Albayrak, “İslam’da çokeşliliğe ruhsat var ama bence kullanılmasın,” demiş. Ne münasebetle? Tekbir Giyim’in sahibi Mustafa Karaduman’ın 3 eşi olduğunu açıklaması sonrasında konuyu kendi köşesinde tartışmaya açtığından... Albayrak’a göre, Katolik Kilisesi müntesiplerine “boşanma” hakkı vermiyormuş, bu da insanoğlu için bir zorbalık haline gelebiliyormuş. Oysa, İslam’ın verdiği boşanma hakkı bu zorbalığa karşı duruyormuş. Ne mutlu bizlere... Karşılaştırdığımız iki şeye bak! Lakin, neyse ki Özlem Hanım çokeşlilik ruhsatının kullanılmamasından yanaymış... Sağolasın hemşire... Geçen gün arkadaşlar soruyordu, kim, nerede dağıtıyor bu ruhsatları diye; kullanmak için değil, bulundurmak içinmiş...
30
Devlet, orantısız güç kullananları arıyor!.. 6 Mayıs gazetelerinden bir haber: “1 Mayıs’ta göstericilere karşı orantısız güç kullanan polisler için inceleme başlatıldı. Öncelikli olarak bir gazetecinin kolunun kırılması, acil servise gaz bombası atılması, kadın göstericinin tekmelenmesi incelenecek.İstanbul Valisi Muammer Güler’in
talimatıyla, 1 Mayıs’ta orantısız güç kullanan polislerin belirlenmesi için inceleme başlatıldı.“Orantısız güç” kullanan sivil polislerin tespitinin zor olmadığı ancak kasklı ve gaz maskeli Çevik Kuvvet polislerinin bulunmasının güç olduğu kaydedildi.” Yok yahu?! Arka bahçeye baksınlar...
SERHAT ÖZCAN Şarkısını bitirmiş ve binlerce bilet almış ‘eğlence’ düşkünü insanımız onu alkışlamamıştı! O da delirmiş, “Diyarbakır’dan mı geldiniz, moron musunuz?” demişti, en zeki haliyle. Ona kızamadığımı anladım...
Arsız kapitalizmin şımarık çocukları
1
2 Eylül, darbesinin ardından toplumsal yapı ‘çağ atlıyoruz’ palavralarıyla çürütülürken, liboşluk, muhafazakarlık, tarikatlar, din ticareti, uyuşturucu ve fuhuş patlamasıyla, çetelerle, mafyözlerle, anlamsız (özür diliyorum, çünkü çok anlamlı) bir şekilde yaşamlarımıza çörekleniverdiler. Bilimden uzaklaştırılan topluma dayatılan iki kavram, cehalet ve cesaret. Yani cahil cesareti. Yani pervasızlık, şirretlik, boş laf uzmanlığı, lafazanlık... 1984 yılında Zincirlikuyu’da şimdi büyük sermayeli bir gruba ait marketin olduğu yerdeki Hodri Meydan Kültür Merkezi’nde, (O zamanlar Levent Kırca orada kendince solcu tiyatro yapıp solculardan para toplardı. Yani Barlas’larla ve Çiller’lerle ıstakoz yemeden az önceki yıllar.) Uğur Mumcu’nun ‘Sakıncasız’ adlı oyununu oynamıştık. Önceleri oyunu değerli Tiyatro adamı Yılmaz Onay yönetiyordu. Bir süre sonra yapımcı Aytunç Altındal bıraktı. (Anımsayabildiğim kadarıyla ‘Süreç yayıncılık’la olan anlaşmazlığı nedeniyle.) Başrol oyuncularından Mehmet Keskinoğlu’nun yönetiminde çıktı oyun. Eski Ankara Sanat kadrosundan Celile Toyon Uysal, Rana Cabbar, Ayton Sert, Mustafa Suphi, Erdinç Dinçer, gençlerden de Güliz Canbolat Şirinyan, Demet Akbağ, Suat Önen ve ben vardık. Aynı zamanda yönetmen yardımcısıydım ve başıma gelmeyen kalmadı oyun zamanı. Yaşadıklarımı anlatmayacağım ama şu kadarını bilmenizde yarar var. Aşağı yukarı Uğur Mumcu’nun Sakıncalı piyade oyununda anlattığı saçmalıkların tamamını yaşadım. Basında çark edip soldan sağa dönen gazetecilerin, sermaye sahiplerinin elinde nasıl maymun edilip, gösterişli gecelerde en pahalı giysilerle dolaşırken patron odalarında nasıl köpekleşip bit kadar kaldıklarını. (Doğadaki şerefli köpek dostlarımdan ve bitlerden özür dilerim.) Bir şeylerin satılmaması gerektiğini, erdemli olmayı anlatan ve tam döneminde oynanması, hâlâ daha geçerliliğini yitirmemesi, ‘Sakıncasız’ oyununun ve yazarın büyüklüğünün göstergesidir. Oyunu bana sürekli anımsatan şey, bugüne de çok uyan bazı şarkı sözleri. Örneğin: Saadet zinciri: Adamlar gizli bir örgüt gibi, her bir köşe başında adamları var. Dışları yerli malı, içleri dış kaynaklı, adamlar gizli bir örgüt gibi. Dönüyor dönüyor dönme dolaplar.
Bir halkayı çekseniz kıyamet kopar. Saadet alırlar, esaret satarlar, adamlar gizli bir örgüt gibi. Saadet zinciri, saadet zinciri, zincirin ardında dolaplar gizli. Oyunda birde ıstakoz yarıştırma sahnesi vardı, o sahnenin şarkısı da şöyle idi: Bende ıstakoz yarıştırmak isterim, O da ıstakoz yarıştırmak istiyor. Bende, o da, biz de. Evet, şimdi herkes ıstakoz yarıştırmak istiyor.
Okumuyorum! N’olmuş?!
Motor, lüks araba, cinselliğini yarıştırmak istiyor, dinini, mezhebini, ırkını, bilip bilmediği her şeyi yarıştırmak ve her konu da ‘en’ olmak istiyor. İlk mektepten itibaren yarıştırdığımız çocuklarımıza da bolca, “Bu ülkede namusunla çalışmayla bir ‘ biiiip’ olamazsın!” mesajı veriyoruz. Artık insanımıza okumanın boşluğunu, zira cevherin içinde olduğunu ve bu dünyada keşfedilemese de öteki tarafta bu cevherin mutlaka değerini bulacağını anlatabildik. Hatta ‘şarlatan güvenceli’ tapu belgelerini bile verdik, bir sonraki yaşamlarına. Artık o kadar fazla olduğumuza inanıyoruz ki, kitapların ne kadar boş olduğunu keşfedip, “Ben okumuyorum ne olmuş yani ki?” seviyesine taşıyabildik cehaletimizi. Çünkü hepimizin hayatı roman olur zaten, ne var ki? Ülke insanı
tv’deki herkese hayran ve onlar gibi olabilmenin özlemiyle yanıp tutuşuyor. Herkes yeteneğine öyle güveniyor ki, kimsenin kimseden aşağı kalır yanı yok. Hukuk dediğin nedir ki, kadıya sorarsın, olmadı el-Kadıya kefil olursun. Biz niye yırtmayalım bir yerlerden, neden cüppeli hocam gibi ‘jet-ski’ye binmeyelim, neden bize de evini açmasın sevişmemiz için, subyancı, denilen değerli ve öz be öz Türk yazar hoca efendimiz? Daha iyi koşullarda yaşama hırsı ve değişen değerler, acımasız kapitalizm, aşırı beslenme, ıstakoz ve havyar fazlasıyla, yeni şımarık ve meşru çocuklarını üretiyor. Her şeyi arsızca onlar yapıyor ve her şeyi onlar biliyor. Böylece ülkenin gündemi ve belirleyenleri değişiyor. Arabeskle başlayan, kendine acıyan ve sürekli birilerinden ya da Allah’tan talebi olan ezik insan modeli, Pavarotti İbrahim ve bir sürü küçüklü, ortancalı ‘İbo’lar, küfürler, magazinler, galalar, taklitler, çıkmalar, milyonikinci eller ve çakmalar. İyi işlerin unutturulup zorla gişe yaptırılan işlerin iyi iş sayılması. Çok satan iyidir mantığıyla ‘best-selır’lar. ‘Ne iş olsa yaparım’dan, ‘ne verilirse yerim’e uzanan insan manzaraları. “Tiyatro yapma lan!’ ya da ‘Felsefe yapma dingil!’ tarzında Meclis yoluyla hayatımıza giren küfürler. Ve, ‘Sıkıyorsa yap hadi!’ diyemememiz… Saygısızca konuştuğu ve uçtuğu için Diyarbakır halkı ve ben Demet Akalın
isimli, uzun bacaklı değerli Türk kadın büyüğüne kızdık. Oysa ortada önemli bir sorun vardı. Bu sesi ve müziğiyle ve fiziğiyle bizleri zıplatan Türk kadın büyüğü, şarkısını bitirmiş ve binlerce bilet almış ‘eğlence’ düşkünü insanımız onu alkışlamamıştı! O da delirmiş, “Diyarbakır’dan mı geldiniz, moron musunuz?” demişti, en zeki haliyle. Ben kızmadığımı anladım bir süre sonra kendisine. Hatta gurur duydum, bir şehir adı biliyor diye ve neden genel kültür yarışmalarına katılıp ülkemizi temsil etmiyor diye hayıflandım. Gerçekten kızmayın. Daha önce gelmiş olması önemli değil memleketinize. Biraz acılı kebap ikram ettiyseniz, orayı Meksika filan zannetmiştir. Fakat çelişki şudur ki, Diyarbakır dahil CD ve kaset satan dükkanlarda ülkemin her yerinde Demet Hanım’ın değerli eserleri revaçta. Abukluklar ülkesi olduk iyice. Askerin canının neler isteyeceğini bile bile sallayan değerli sanatçımız, şimdi de ‘kondom’ -condom yazmadım diye geyik başlamasın! Salağız ya!)- diye eğitim amaçlı beş çocuktan sonra aile planlayıcı bir eser yaratmış. Sözler şöyle: Çantana cebine kondom. Kondom da kondom! Nerende biliyorsa orda patlatsın inşallah! Sap yiyen saman çıkarıyor. Biz ne bekliyoruz ki?! Ağlatmayın Demet’i, ağlatmayın Tuuba’ları, ağlatmayın ülkenin değerli siyasetçilerini, ağlatmayın Fettullah’ı ve diğer hocaları… Bak karışmam, malum her ağlayan ‘mağduriyet’ten pirim yapıyor!.. Bu arada, alkollü araç kullanmanın yasal yolunu buldum. Laf şaka gibi oldu ama şaka değil. Şimdi, eğer alkollüyseniz, üç-beş ya da rahatsız olmazsanız, sekiz on kişi bir araca doluşun. Camdan bir Türk bayrağı ya da bulamazsanız herhangi bir futbol takımının bayrağını sallayın. Hatta elinizde kutu- şişe fark etmez, içkinizi alıp, yarı belinize kadar sarkarak, “n büyük asker bizim asker!” ve “Asker gidecek geri gelecek!” şeklinde tezahüratlar yapabilirsiniz. Bu arada içmeye devam edin. Bu arada benim yüksek tansiyon hastası komşum ölebilir. Alt katta güçlükle uyuttuğu çocuğunu annesi boğabilir, ‘vatan hainleri’ de sizi kınayabilir, aldırmayın… Size kimse bir şey diyemeyeceği gibi, sabaha kadar şehrin bütün sokaklarını dolaşabilir, istediğiniz yerde trafiği kesebilir, ters yöne ve hatta tercihli yollara girebilirsiniz… Hatta ve dahi, Taksim meydanını kapatabilirsiniz. Allah utandırmasın. Yolunuz, bol bol yolunuz, açık olsun…
31
HAKAN GÜLSEVEN
hgulseven@reddiye.org
Bağımsızlık talebi milliyetçilikmiş! Evet, şimdilerde ‘sol’da pek bir revaçta bu laf... Sizi köpek ruhlular sizi!..
Deniz Gezmiş’e neden ‘provokatör’ dediler?
B
ugün, düzenin karpuz gibi yarılmasıyla birlikte, herkes o yarılan tarafların ardında hizaya geçiyor. Oysa marifet patlak bir karpuza dönmüş bu düzenin bir tarafı olmak değil, karpuzun dışında, düzenin çarklarından azade bir taraf yaratmaktır. Taraf olmak… Ha, biliyor muydunuz, Taraf gazetesi, Deniz Gezmiş’i ‘provokatör’ ilan etti. Bir adam çıktı, adı Rasim Ozan Kütahyalı, Taraf adlı o gazeteye bir yazı yazdı, “Devlet Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına bomba attırdı,” diye yazdı, arkasından, ‘Denizler’in yaratmış olduğu geleneğin, Hrant Dink’in katledilmesinde payı olduğunu yazdı, yazdı babam yazdı… Ağanın eli tutulmaz tabii… Bu Taraf gazetesi, ortadan karpuz gibi yarılmış bu düzenin bir tarafında, ülkenin ipini daha fazla ABD ve Avrupa emperyalizmine bağlama hedefiyle, işlemektedir ve işlemektedir, her gün ve daima... Sermayesi nereden geliyor, belli değildir. Kimileri Soros’tan, kimileri Fethullah’tan söz etmektedir. ‘Cemaat’ denen şer şebekesiyle Murat Belge ve Çetin Altan mahdumlarını birleştiren, şaka yapmıyorum, spor sayfalarında Fethullahsever Hakan Şükür hakkında ters şeyler söylenmesinden bile rahatsız olup haber çıkarttıran, artık gemi iyice azıya alarak bu toprakların gördüğü en kahraman devrimcilere şirretçe laf sallama cüretini gösteren bu gazete hangi operasyonun bir parçasıdır sizce? Bakın, bu topraklar, tüm dünya yüzünde ABD’den en çok nefret edilen topraklardır; bununla gurur duyuyoruz, her yanı çürüyen bu toplumun hâlâ yitirmediği en önemli haslettir bu. Bakmayın siz o ‘çürüten’lerin, çanak yalayıcılarının haysiyet seviyesine; bu topraklarda önemli direnişler gerçekleşmiştir; Osmanlı’nın ceberut zabitlerine karşı dağa çıkan yıllarca savaşan efelerin topraklarıdır burası; sakalına inci dizen bilmem hangi deli padişah ve avanesinin toplayacağı haraç için dünyanın orasına burasına gitmeyi reddeden yiğit asker kaçakları bu dağlarda dolaşmıştır. Sonra, Çanakkale’de kimse padişahı korumak için, Alman emperyalizminin bekası için falan savaşmadı; İstanbul ve Anadolu’nun emperyalist işgalciler tarafından zaptıyla beraber, kimseye danışmadan, duvarda asılı mavzerini alıp dağların yolunu tutanlar bunu hangi ruh haliyle yaptıysa, Çanakkale’de de o ruh haliyle savaşıldı. Neticede, bu topraklar hiçbir zaman bildiğimiz anlamda sömürge olmadı. Bir ‘bağımsızlık’ ruhu var bu topraklarda ve bu son derece ilericidir; ve ABD’ye duyulan nefretin izahını da kendi içinde barındırmaktadır: ABD, tüm dünyada akıl almaz bir işgalci ve sömürgeci saldırı yürütmektedir. Türkiye’de yaşayanların
‘bünye’si bunu kaldırmamaktadır… Evet, ABD sömürgeciliğin iğrenç biçimini, talancılığı uyguluyor; yani çalıp çırpıp geride hiçbir şey bırakmamacasına mahvediyor. Tek tek ülkelerin başına sömürge valiliği gibi hükümetler getiriyor; kukla siyasetçiler eliyle, dikte ettirdiği planlarını uygulatıyor; bunu başaramadığı her yere askeriyle dalmayı kendine bir hak olarak görüyor. Ülkelerin tüm zenginliği kendine aksın, ‘geri’ dünyanın tüm emekçileri açlık sınırında kendine çalışsın istiyor. Ve bu emperyalist makineye bağlı tüm ülkelerde bir sömürgeleştirme süreci yaşanıyor. Dünya halkları her geçen gün daha büyük kitleler halinde açlığa sürükleniyor. Dünyanın tüm ezilenleri, emekçiler, yoksul köylüler, bu dur durak bilmez ölüm makinesini alt etmek zorundadır. ‘Bağımsızlık’, yani emperyalizmin ‘teba’sı olmaktan çıkmak, Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, Afrika’ya, Uzak Asya’ya kadar tüm dünyanın yeniden ve bu sefer tam bir ölüm-kalım sorunu olarak gündeminde. Türkiye’deki düzen tam da bu nedenle karpuz gibi ortadan ikiye bölünmüştür. Bir tarafta her türlü pis cemaat ilişkisinden beslenen ve sınıflı toplumların yarattığı en pis güdüyle, kapma, ne bulursa yeme, kusup tekrar yeme güdüsüyle şuursuzca hareket eden bir güruh ve, ‘ulusalcı’ tabir edilen, Mustafa Kemal’in kurduğu ‘milli devlet’in 1930’larına özlem duyan, emperyalizmle -nasıl olacaksa- ‘daha makul’ ilişkileri arzulayan, ‘neticede bu devlet bizim’ diyen bir diğer güruh kapışmaktadır. Birinci güruh, geniş kitleler tarafından ‘mümin’ sanılmaktadır; ikinci güruh, geniş kitleler tarafından ‘bağımsızlıkçı’ sanılmaktadır. Bu sanılar, halüsinasyondur. Öte taraftan, ABD bu topraklardaki nefretin gayet farkındadır; zaten araştırmaları yaptıran da kendisidir. Bu nefreti azaltmak ve kendisine gönüllü itaat yaratmak üzere, kapsamlı bir PR –halkla ilişkiler- çalışması yapmaktadır. Fethullah Gülen marifetiyle, “ABD’den bağımsız hareket edilmez, Müslümanların çıkarı ABD’yle birdir,” fetvası, bu adamı dikkate alan mümin kitlelere zerk edilmiştir zaten. Öyleyse öncelik, bu topraklardaki ‘münevverler’in, mürekkep yalamış, hatta kendine ‘solcu’ diyen ‘aydın’ nüfusun, ‘emperyalizmden fayda geleceği’ fikrine kazanılmasıdır. Kazanılsın ki, yazıları yazan, çizileri çizen, meclislerde lafı dinlenen, çıkıp televizyonlara konuşan, halkın bilincini yönlendiren bu kesim, ABD ve Avrupa emperyalizmlerini kendi içinde meşrulaştırsın… Emperyalizm Türkiye’de görülmemiş sayıda ‘sivil toplum’ örgütü yaratarak, bunların araştırmaları, raporları üzerinden nemalanan
bir ‘raporcu aydınlar’ topluluğu yaratmıştır. Bu ‘aydın’lar, on binlerce dolar karşılığında söz konusu pro-emperyalist ‘sivil toplum’ kuruluşlarına raporlar yazmakta -bir çeşit legal casusluk müessesesi-, AB’ye projeler sunup fonlar almakta, fiili ve fikri teslimiyete gark olmaktadır… Taraf gazetesi, bu büyük operasyonun yalnızca bir parçasıdır. ‘Demokrat’ yüzü sola döndürülmüş, sol hareket içinde, özellikle de Kürt solu içinde etki yaratmaya namzet bir yere monte edilmiş, meselesini sınıf sıfatı olmayan bir ‘demokrasi’ eksenine kurmuştur. Bu eksen, sadece Taraf’ın marifetiyle değil tabii, sol hareket içinde her türlü bağımsızlık talebini ‘milliyetçilik’le damgalayan bir zihniyet geliştirmiştir. Taraf gazetesinde ‘Denizler’e saldıran yazı, onların devrimci-milliyetçi bir ideolojik zemin yarattığını öne sürüyor ve şöyle diyordu: “O devrimci-milliyetçi tohumların Hrant katledilince ‘Türkiye bir düşmanını kaybetti, hoş gidişler ola’ diyebilecek gözü dönmüşlükteki günümüz ulusalcı-sol siyasi dilin oluşmasında payı büyüktür.” Ya, böyle işte… Ama dahası var, “Devlet Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına bomba attırdı. Ne olur olmaz diyerek sağda da yeni gençler örgütlendirildi,” diye yazıyor… ‘Denizler’i ‘provokatör’ yapıyor. Dili varsa, biraz daha cüretkar olsa, ‘Ergenekoncu’ diyecek!..
Gerçekler...
Peki, hakikat ne? Deniz Gezmiş ve arkadaşları, teoriyle fazlaca uğraşmamış ama emperyalizmin Türkiye üzerinde daha o günkü düzeydeki egemenliğini bile hazmedememiş, içgüdüsel bir devrimciliğe sahiptiler. Zerre milliyetçilikleri yoktu. Onlar, emperyalizme karşı mücadelenin uluslararası niteliğini kavradıkları için, “Devrimci gençlik Amerikan emperyalizmine ve oportünizmine karşı duran gençliktir. Onların görevi sayısının azlığına düşmanın çokluğuna bakmadan Amerikan emperyalizmine karşı sonuna kadar dövüşmektir. … Yaşasın Bağımsızlık savaşı veren dünya halkları! Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye!” diyerek kendi konumlarını açıklamıştı. O dönemde, ortada ciddi bir hareket olmamasına rağmen, ‘Denizler’ Kürt halkının ezilmişliğine de vurgu yapıyordu. ‘Bağımsızlık’ meselesini ‘Türk ve Kürt halkları’nın ortak talebi olarak görüyorlardı. Ama seneler sonra ne oldu, kendisine ‘liberal demokrat’ diyen bir aklı evvel çıkıp saçma sapan ‘Deniz Tezleri’ yazdı; onun yazması bir şey değil de, Taraf gazetesi bu işin üzerine atlayıp yayımlayıverdi. İşleri bu! Bu topraklardaki ‘bağımsızlık’ ruhunu süpürmek, Amerikan mandacılığını, sömürgeleşmeyi, köpekleşmeyi,
bilgi@reddiye.org
itaati toplumsal hücrelere zerk etmek! Amerikan halkla ilişkiler şirketi sunar! Doların renginde uzlaşan yeşil sermaye takviyesiyle!.. Engin Ardıç’tan sol muadillerine kadar bir ‘liberal demokratlar’ ordusu bugün Çanakkale direnişine, işgalciler karşısında elde silah dövüşen efelere, asker kaçaklarına, çetelere, Kuvvacılara saldırıyorsa, durup bir düşünmek, derin manayı çözmek gerekir… Bağımsızlık talebi milliyetçilikmiş! Evet, şimdilerde ‘sol’da pek bir revaçta bu laf. Sizi köpek ruhlular sizi!.. O zaman ‘Yaşasın ikinci bağımsızlık savaşımız!’ diye ayaklanan, yerlisinden Avrupa kökenlisine, melezine kadar tek yumruk olup meydanları anti-emperyalist sloganlarla dolduran Latin Amerika halkları da milliyetçi!.. “Peki, Kürt meselesi n’olacak?” diye fırlıyorlar hemen. Ne olmaması gerektiğini söyleyeyim hemen: Irak’ta bir milyon insanın ölümü pahasına, işgalci ABD’yle işbirliğinin yüzyıllarca paklanamayacak utancı pahasına kazanılmış ‘Kürdistan’ ne kadar ‘özgür’se, emperyalizm o kadar ‘özgürlük’ sağlayabilir Kürt halkına. Komşularını öldürte öldürte, Kürt halkının öz evlatlarının canını ala ala… Siz bir kan denizinin ortasında yükselen özgürlük adası gördünüz mü hiç? Emperyalizmden bağımsızlaşma mücadelesi, tüm Ortadoğu’nun ortak meselesidir. Ve bu ‘bağımsızlık savaşı’, kuru-sıkı sallayan devletçi kuvvetlerin değil, bildiğiniz işçilerin, emekçilerin, yoksul halkların omzunda yükselmek durumundadır. Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Acemlerin emekçileri, emperyalizme karşı birleşmek, Ortadoğu’da bir kardeşlik düzeni kurulması için, evet, kanla değil, emekçilerin bayraklarıyla kızıla boyanmış bir Ortadoğu için mücadele etmek zorundadır. Başka reçete yoktur. Halklar kendi kaderlerini ancak böyle tayin edebilir, bu topraklarda binyıllara yayılan acılar, vahşet, kan, ancak emekçilerin yürüteceği anti-emperyalist bir ortak savaşla temizlenebilir. Bağımsızlık demek, büyük bir toplumsal alt-üst oluş demektir, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin bu topraklardan sürülmesi demektir, bağımsızlık demek, devrim demektir! “Rüya mı görüyorsun gardaş?” diye soranlarınız olacaktır. Derginin başından tekrar başlayın, 1970 Haziran’ında neler yaşandığını bir kez daha okuyun. İşte biz, hem de uluslararası ölçekte, Ekvador’daki, Bolivya’daki baldırıçıplakların omuzlarında yükselmekte olan yeni dalganın rüyasını görüyoruz. Kendi kaderini eline almış bir işçi sınıfı rüyaysa, varsın biz bu rüyanın peşinde meftun olalım. Ama bizim rüyalarımızın onların kabusu olduğunu bile bile…
www.redciyiz.biz
mSayı 21, Haziran 2008, Aylık süreli yayındır mYayımcı: LM Basın Yayın Ltd. Şti. mİmtiyaz Sahibi: Tuncay Akgün mYazıişleri Müdürü: Hakan Gülseven mMüessese Müdürü: Ali Yavuz mTel: 0212 292 95 65 (4 hat) mFaks: 0212 245 38 06 mAbonelik: 0212 292 95 65 mBaskı: LeMan Matbaası, Alüminyumcular Sanayi Sitesi C-5 Blok No: 7-8 Hadımköy/İST. Tel: 0212 858 00 93 (Pbx) mGenel Dağıtım: D.P.P. A.Ş. mAdres: Firuzağa Mah. Defterdar Yokuşu No: 19 Beyoğlu / İstanbul