RED ORDU GÖREVE! Sayı 23, Agustos, 2008-8,
Güngören’deki bombalama eylemini kimin yaptığını açıklıyoruz!
3 ytl, -KKTC 3,25 ytl-
Baba Hakkı’nın kaleminden, değişik bir ‘görev’ tanımı ve değişik bir çağrı:
biz bu çarkı türkçe, . . farsça, . arapça . kürtce, . reddediyoruz ve kızıl rengi cok . seviyoruz!
Musevi olmak!..
T
arihteki tek Musevi Türk devleti Hazar Hanlığı’dır. Hanedanın, beylerin, yönetici sınıfın yanı sıra halkın bir bölümünün de 8. yüzyılın ortalarında Museviliği benimsediği söylenir. Hazarların, Yahudilerin kayıp ‘13. kabilesi’ olduğuna dair bir efsane de vardır. Hazar hanedanının Museviliği kabul etmesiyle ilgili bir hikâye anlatılır. Buna göre, Hazar hanı din konusunda karar vermek için Müslümanları temsilen bir imamı, Hıristiyanları temsilen bir papazı ve Musevileri temsilen de bir hahamı çağırarak huzurunda tartışmalarını ister. Önce imam konuşmaya başlar ve Musevilerin herhangi bir şansı olmadığını düşünerek kafadan Hıristiyanlığa girişir. Onlar hakkında demediğini bırakmaz. Hıristiyanların ne alçaklığı ne sahtekârlığı, ne de kâfirliği kalır... İmam sözünü bitirince Hazar hanı, papaza söz verir. Papaz, hanın huzurunda onca hakarete maruz kalan Hıristiyanlığı, savunmak amacıyla büyük bir öfkeyle konuşmaya başlar. Müslümanlığa verir veriştirir. Müslümanların ne alçaklığını, ne sahtekârlığını ne de kâfirliğini bırakır. Herhangi bir gücü olmayan Musevilik hakkında söz söylemeye gerek bile duymaz. Sonunda söz sırası hahama gelmiştir. Han, hahama, “Sen ne diyorsun?” diye sorar. Haham cevap verir: “Valla benim söyleyecek herhangi bir sözüm yok. Arkadaşlar her şeyi anlattılar; karar sizin!” Han, bunun üzerine din olarak Museviliği seçer!
Kılavuz balıkları!
“Şimdi bu Hazarı, Musevisi nereden çıktı. Sen de mi Yahudi komploları, Sabetaycı tezgâhları, ‘dönme’ bilmem neleri mevzularına
sardırmaya başladın be adam?” diyenler çıkabilir. Yok öyle değil; ben cümle memleketi sarmış şu ünlü ‘yüzyıl savaşları’ndan söz ediyorum. Sermayenin siyasi iç savaşından. Rejim krizinin kudurttuğu itiş kakıştan. Batıcı laiklerle, Batıcı, ancak laik olmayanların; askersivil Atatürkçü bürokratlarla, dinci, tarikatçı bürokratların; emperyalizmin eski kuşak uşaklarıyla, yeni kuşak uşaklarının; ‘aydınma’nın ışığı ile aydınlananlarla, ‘Allahın nuru’ ile parlayanların; milliyetçimukaddesatçılarla, mukaddesatçımilliyetçilerin; Türk-İslam sentezcileriyle, İslamTürk sentezcilerinin; laik tarikatlarla, dini tarikatların kıyasıya savaşından. Hepsi bir diğerinin dosyasını, kirli çamaşırını döküyor ortalık yere. Herkes karşı taraftakinin nasıl bir tezgâhın içinde yer aldığını, kimlerle görüştüğünü, neler konuştuğunu, ta ne zamandır nelerden haberi olduğunu, neleri ima ettiğini, nasıl çeteleştiğini kanıtlamakla meşgul, hem de bolca delille. Gerçekler ortaya dökülüyor, tabii öyle tamamı bir anda değil, lazım oldukça, gerek duyuldukça ve elbette uygun şekiller verilerek. Her zaman bir pazarlık imkânı tanımak şart; ne de olsa hepsi aynı kapının kulları; günün birinde uzlaşacaklar, el mahkûm! (Başladılar bile!) Bu tür ‘kirli savaşlarda’ en önemli taktik, karşı tarafın zatı muhteremlerinin ve de muteber kurumlarının itibarını rezil kepaze etmek; aynen bu yapılıyor. Yani kısacası karışık, karmaşık, çok yönlü, çok boyutlu, gün geçtikçe adileşen gözü dönmüş bir iktidar kavgası. Sadece emeği, alın terini
Ya varsa?!
G
eçenlerde bir mizah dergisinin (kusura bakmayın adını unuttum) kapak karikatüründe gördüm. Televizyonun karşısına oturup haberleri izleyen bir adam, kendi kendine mırıldanıyor: ‘Ergenekon’a inanmıyorum, ama bir güç var!’ Espri gerçekten çok güzel ve zekice. Kutsal kitapların dinlerine ve tanrılarına inanmayan, ama bir yaratıcı ‘enerjinin’ varlığına inanan, meşhur ‘deist’ ve kültürlü insan tipi!
2
‘Ergenekon var mı, yok mu?’ meselesi sonunda bu hallere düştü. Eğer iktidarda AKP falan olmasa, solcular mevzua elbette daha farklı ve daha rahat yaklaşacaklar. İşin sonunda emperyalizmin kucağına düşme tehlikesi de var; hele yolumuzu, yönümüzü şaşırdığımız bu zamanlarda. Baksanıza, ‘demokrasi’ konusunda acı bir hayal kırıklığına doğru tam gaz giden liberallerin bile eğlencesi olduk; adamlar, akıl öğretmeye hatta dalga
A
değil, kendi kolunu bacağını, kuyruğunu, gözünü, kulağını da yiyerek var olabilen bir düzenin açgözlü kurtçukları. Sömürü çarkının çarkçıbaşıları. Ekonomik ve sosyal egemenlik kavgasının, devlet katındaki siyasi halleri. Yeni güçler dengesinde kim nerede olacak? Suyun başını kim tutacak? Emperyalizm ve büyük sermaye en çok kimi sevecek. Köpek balığının karnı altında gezen ve artıklarını yalayıp yutan ‘kılavuz balığı’ olmaya kim daha layık? ‘Hizmet yarışında’ kim daha önde gidecek? Devlet katında konuşlanma mevzuları; ve elbette her konumun ‘ekonomi politiği’ meselesi. Milli servet bu, öyle ite uğursuza yedirmeye gelmez! Zaten buraları ‘bal tutanların parmak yaladığı’ diyarlar. Hayatımız bir arı kovanı. Kulaklarımızdaki sürekli uğultunun nedeni de bu. Zenginliğin, saadetin, ikbalin yolu devlet kapısından geçer. Öyleyse o kapılar iyi tutulmalı, ‘şeş kapısı’ misali. “Kendim için bir şey istiyorsam namerdim!” demişti bir devlet büyüğümüz. Elbette her şey vatan için. Tabii, masraflar ve komisyonlar çıktıktan sonra. Hani ‘mal meydanda’ diye bir söz vardır ya; tam da o. Birbirlerinin ipliğini öylesine pazara çıkartıyorlar ki, söylenenlerin onda biri bile doğruysa hapı yutmuşuz. Şimdi umudumuz halkımızda; iki tarafı da dinledikten sonra, ‘Vay terbiyesizler!’ deyip Hazar Hanı gibi ‘Musevi’ olursa mesele yok, o zaman yırtarız, ama hırsızın uğursuzun, çetecinin, darbecinin, tarikatçının peşinden giderse yandık!
geçmeye başladılar. Neyse bu mevzulara önümüzdeki sayıda girerim; ama ‘Ergenekon’ konusunda bir espri de ben yapayım, şöyle ‘ateist’ cinsinden: Ya varsa?!
skerlik yaparken aklıma gelmişti bir defasında, “Ulan,” demiştim kendi kendime, “Şimdi bir darbe olsa, ömründe ilk defa kazanan taraa olacaksın!” Bu düşüncemi benimle birlikte askerlik yapan solcu arkadaşlardan birine açtığımda bana gülerek, “Oolum, en fazla üç gün, dördüncü gün içerdeyiz!” demişti; hiç unutmam... Dediği elbette doğruydu, ama saltanat üç günlük de olsa saltanattı ve her daim kaybeden taraa yer almış bir kişi olarak bana cazip gelmişti! Tabii, aşağıda söyleyeceklerimin geçmişte yaşamış olduğum bu geçici hoşluk duygusuyla bir ilgisi yok. Öyle güçlüye yakın durmak gibi bir hevesim olmamıştır hiçbir zaman. Bu zaten siyasi eğilimlerimden ve tuttuğum takımdan bile bellidir; bilen bilir. Ayrıca milletin, tasnif edenlerin siyasi meşrebine göre, darbeci-şeriatçı, demokratdarbeci, cumhuriyetçi-şeriatçı vs olarak bölündüğü bu zamanda derdim,‘tövbe kapıları kapanmadan’ bir kapıya kapılanmak da değil. Öyle, kronikleşmiş bir iktidarsızlık duygusunu en kestirme yoldan yenmek, elâlemin İngiliz anahtarıyla musluk tamiri yapmak veya ne bileyim kendi öz gücüne olan inancını kaybetmekle falan da ilgisi yok. Yani ne diyeceksem vatan-millet, halk-memleket menfaatına diyeceğim.
‘Aldırma Gönül!’
İlk defa Cumhuriyet Mitingleri sırasında fark ettim. Orduyla siviller arasında, en önemlisi de orduyla solcu siviller arasında, uzun yıllardır görülmeyen ideolojik, siyasi bir muhabbet duygusu oluşmuştu. Öyle antiemperyalist bir samimiyet ortamına, içten yakınlaşmalara, ABD ve AB emperyalizmine karşı ortak hassasiyet durumlarına her zaman şahit olamazdınız. Mitinglerin tertipçileri arasında elbette resmen silahlı kuvvetler falan yoktu, ama sıkıntılı ruhları serinleten ‘o’ gölgeyi hissetmemek de mümkün değildi; 27 Nisan muhtıralarından, sert açıklamalar yapıp tokat gibi cevaplar veren komutanlardan, kürsülerdeki emekli paşalardan falan söz ediyorum. Hatta ne yalan söyleyeyim, kitleler hem bayrak sallayıp hem de, “Ne Amerika, Ne AB..!” diye bağırırken kürsüdeki emekli askerlerin coşku ve heyecanını gördüğümde kendi kendime, “Vay be, bunların emeklisi böyleyse, kimbilir muvazzafı nasıldır?!” diye düşünmüştüm gizli gizli; itiraf ediyorum. Üstelik miting kürsüleri Zülfü Livaneli, Edip Akbayram, Sadık Gürbüz gibi askeri dönemlerin yasaklılar listesi tarafından doldurulmuştu. Kitleler, bir zamanların ‘devlet düşmanları’nın sesinden Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, hatta Pir Sultan Abdal gibi kadim ve ebedi devlet düşmanlarının şiirlerinden bestelenmiş şarkıları dinliyor, coşkuyla eşlik ediyordu. Yani öyle acayip bir samimiyet ortamı, bir yakınlık söz konusuydu 2007’nin o sıcak mayıs günlerinde. Fakat, o kimi solculara has ‘armudun sapı, üzümün çöpü’ ruh hallerimden ve işçi sınıfının bağımsızlığı, sınıf mücadelesi, sosyalizm türü takıntılarımdan bir türlü kurtulamadığımdan, bu ulusal ve antiemperyalist coşkudan nasibimi tam anlamıyla alamamıştım. Ancak yine de RED’in 9. sayısındaki ‘Acayip Bir Cumhuriyet’
HAKKI YÜKSELEN (BABA HAKKI) “Kardeşim madem durum bu kadar vahim ve emperyalizm ulusal varlığımıza kast etmiş, üstelik de önündeki son engel olan Türk Silahlı Kuvvetleri’ni işbirlikçileri aracılığıyla yıpratmaya çalışıyor…” “Baba, uyan! Geldik!..”
başlıklı yazımda, yüzbinlerin hep bir ağızdan söylediği Aldırma Gönül’ün de etkisiyle, “… devletle bu samimiyet anından istifade edilerek, en azından Sabahattin Ali cinayetiyle ilgili bir bilgi alınabilir mi diye düşünüyorum…” demiştim. Bu konularda uzun uzun düşünmemi sağlayan başka şeyler de oldu kuşkusuz. Mesela bir emekli paşa, bir defasında, geçmişte solun ezilmesi nedeniyle varoşların dinci-tarikatçı kesimin eline geçtiğini söyleyiverdi. Bir başka emekli paşa, bizim Hakan’ın DEM TV’deki programına bağlanarak, 12 Eylül’e ve darbeci paşalardan ‘bizim çocuklar’ diye söz eden Amerikan emperyalizmine verdi veriştirdi. Hatta daha fazlasını da söyleyecekti, ama devlet terbiyesi ve sorumluluğu el vermedi, içine attı. Ayrıca Aydınlık dergisinde çıkan, Özel Harp Dairesi’nin bu defa bir Amerikan işgaline karşı yeraltı örgütlenmesi yaptığı haberi de dalıp dalıp gitmeme neden oldu.
ORDU GÖREVE!
Etkileniyorum!
Bütün bunlar tabiatıyla beni giderek daha çok etkilemeye başladı. Üstelik zamanla Batı emperyalizminin ulus devletimizi yıkacağına ve memleketimizi böleceğine dair söylentilerin gerçeklik payı olabileceğini de düşünmeye başladım. Emperyalizm bu, yapar mı yapardı. Ayrıca, çok sayıda okumuş yazmış, aklı başında insan, Çankaya’nın, hükümetin ve Meclis çoğunluğunun da bu emperyalist komplonun içinde yer aldığına inanıyordu. En kötüsü de bugün artık şeriat ve emperyalizm önündeki tek engel olarak kalan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin çeşitli taktiklerle yıpratılmak istendiği iddialarıydı. Üstelik iktidarda AKP vardı. Bütün bunlar, diğer siyasi, sosyal ve ekonomik gelişmelerle uç uca eklendiğinde, bu güne kadar, “Boşver abi bi’şey olmaz; sonunda uzlaşırlar!” tavrı içindeki beni bile etkiledi. Artık ben de, uzun vadede bu memleketi ancak işçi sınıfının kurtaracağına olan inancımı muhafaza etmekle birlikte, bu çok önemli milli mevzuların, memleket meselelerinin, vatanın ve ulus devletin tehlikede olduğu bu zor zamanlarda öyle proletaryanın falan keyfini bekleyecek durumda olmadığını kabul ediyorum…
Yaparsan sen yaparsın!
Farkındaysanız yazının başından beri ıkınıp sıkınıp kem küm ederek mevzuu bir yerlere getirmeye çalışıyorum. Gerçekten işim zor, çünkü bu acemisi olduğum bir alan. Belki zamanla açılırım, ama şimdilik idare edin. Yani söylemek kolay değil, insan yanlış anlaşılmaktan korkuyor haliyle. Demek istediğim şu: Kardeşim madem durum bu kadar vahim
ve emperyalizm ulusal varlığımıza kast etmiş, üstelik de önündeki son engel olan Türk Silahlı Kuvvetleri’ni işbirlikçileri aracılığıyla yıpratmaya çalışıyor… O zaman silahlı kuvvetler derhal harekete geçerek emperyalizmin, özellikle de Amerikan emperyalizminin ipliğini pazara çıkarmalıdır. Bunu Türkiye’de layıkıyla yerine getirebilecek tek güç Türk Silahlı Kuvvetleri’dir. Öyle hemen her konuda ‘Acaba asker ne der?’ endişesiyle tepeden tırnağa takiye kesilmiş siviller gibi kem küm ederek, lafı dolandırarak değil; dobra dobra, arşivlere, belgelere ve bilgilere dayanarak; en başından bugüne ekonomik, siyasi askeri, istihbari ve polisiye bütün ilişkilerin içyüzünü açıkça ortaya koyarak; ABD ile gizli veya açık bütün ikili anlaşmaları, işbirliklerini kamuoyuna açıklayarak… Sadece Kürtler nedeniyle papaz olduğumuz son yıllardan söz etmiyorum. Ta NATO’ya girdiğimiz yıldan başlayarak olup bitenleri; Amerikan yardım heyetlerinin bütün askeri birlikleri nasıl denetlediğini; yerli Gladyomuz Ergenekon’un Amerikan parasıyla nasıl kurulduğunu; bakanlıkları denetleyen Amerikalı görevlileri, MİT’in maaşlarının kaç yıl boyunca Amerikalılar tarafından ödendiğini en yetkili ağızlardan, en yürekli
insanlardan öğrenmek istiyoruz. Tabii daha sonrasını da. Kıbrıs meselesinin karanlık noktalarını, Kıbrıslı Türk sosyalistlerin nasıl temizlendiğini, adadaki provokasyonları; 12 Mart darbesinden önceki dönemin ayrıntılarını, mesela MHP tarafından kurulan komando kamplarını, Taylan Özgür’ün kimler tarafından öldürüldüğünü, 16 Şubat 1969’daki ‘Kanlı Pazar’ın içyüzünü; yine 12 Mart darbesinde ABD’nin rolünü; 75-80 dönemini; dönemin ‘kontrgerilla’ eylemlerini, mesela 77 seçimlerinin bir darbeyle önlenmesi amacıyla MHP aracılığıyla düzenlenen provokasyonları, saldırıları; kimi suikastları, İstanbul’daki bombalamaları; 1 Mayıs katliamının perde arkasını; 12 Eylül öncesinin kanlı provokasyonlarını, Maraş, Çorum, Malatya, Sivas olaylarının nasıl tertiplendiğini; seri cinayetleri, bombalamaları; kimi faşist katillerin suçları sabit olduğu halde defalarca ipten alınmalarının, devlet hizmetine girmelerinin hikâyelerini; ve elbette Amerikalı devlet görevlilerinin 12 Eylül cuntacılarını ‘kendi çocukları’ olarak görmelerinin sırrını, aralarındaki ilişkilerin gerçek boyutlarını ve bir yığın ‘soğuk savaş’ dalga dümenini… Tabii, o günlerden bu günlere olup bitenlerin mümkünse tamamını. Kürt meselesinin girdi çıktısını,
Şemdinli’de, Yüksekova’da neler olduğunu. Şu Ergenekon, darbe vs mevzuların geçmişini, aslını ve astarını. Yani, içinde ABD, CIA, Kontrgerilla veya başka herhangi bir musibet geçen her şeyi; tüm sivil ve askeri uzantıları ile birlikte... Bu tür şeylerin artık solcular arasında yayılan birer söylenti, birer çoksatar roman konusu olmaktan çıkarılıp gerçek bilgiler halinde ve cesaretle topluma açıklanması gerekiyor. Adına layık bir antiemperyalist mücadele ancak bu şekilde başlatılabilir. Bu tür bir ifşaatın ayrıca ABD ile ilişkilerimize de bir çekidüzen vereceğini, örneğin birçok Latin Amerika ülkesinde bir dönem yaptıklarından ötürü özür dileyen Amerika’nın bizden de özür dilemek zorunda kalacağını, bundan böyle ulusal egemenliğimize ve bütünlüğümüze karşı daha saygılı davranacağını düşünüyorum. Emperyalizmin teşhiri ve yedi mahalleye rezil edilmesi süreci, bize demokratikleşme ve Kürt meselesi dahil birçok iç derdimizin de dermanını verecektir. Malum, emperyalizm öyle sadece dışsal değil, aynı zamanda içsel bir kötülüktür. Yani, bugüne kadar görülmemiş bir açıklık ve şeffaflık, sadece milli bütünlüğümüze değil demokrasimize de büyük yararlar sağlayacaktır. Bu açıklığın aynı zamanda, hani yazının başlarında sözünü ettiğim Sabahattin Ali cinayeti, hatta belli mi olur Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katli gibi olayların aydınlanmasına bile bir faydası dokunabilir.
Bir taşla nice kuşlar!
Ordunun bu açık sözlü tavrı, aslında demokrasi düşmanı bir alay sivilin, “Ne yapalım, ordu izin vermiyor,” veya “Aman, paşa kızar!” gerekçesiyle suçu askerin üzerine atmasını da engelleyecektir. Böylece bir taşla iki ne kelime, koca bir kuş sürüsü vurulmuş olacaktır. Bu yolla hem ulus devletimizi, milli birlik ve beraberliğimizi emperyalist tasalluttan kurtarırken, aynı anda demokratikleşme meselemizi de çözmüş olacağız. İşte size hem milli, hem de demokratik bir devrim! Bu memlekette yapılan her ankette, desteklediği partiler hep seçim kaybetse de ordu her zaman ‘en güvenilir kurum’ seçilir. O nedenle asker konuşursa herkes inanır. Kimse ‘yıkıcı, bölücü’ falan diyemez. Ben, kendi adıma, birkaç kafayı sıyırmış solcuyu saymazsanız, bu memlekette doğruyu hiç korkmadan, takır takır söyleyebilecek tek gücün silahlı kuvvetler olduğuna inanıyorum ve ‘ORDU GÖREVE!’ diyorum.
***
‘Baba, uyan! Geldik!’
3
Tanrım, cehennemlerde yanmak istiyorum… kurtar beni Madımak’tan!
TANRIM!..
B
en bir çocuğum, dünyanın herhangi bir yerinde… (Türkiye, İran, Afganistan, Amerika, Ruanda, Pakistan, Irak…) “Tanrı’ya şükret!” diyorlar… ediyorum… her gün… ama ne için, bilmiyorum! Çünkü açım ve üşüyorum. Bilmiyorum neden, Tanrım beni ısıtmaz ve doyurmaz! Bi keresinde babam işe gitmek için sabahın körü evden çıktı, akşam dönmedi. Komşular doluştu eve; çocukların sağır olduklarını sanır anababalar… kendi aralarında konuşurlarken duydum; elektirik çarpmış… Elektirik nası bi’şeydir ki çarpar; anlamadım. Anladığım, anamın ağlaması ve babasız kaldığım… Kesmişler elini!.. Bi keresinde, ortalık yerde anamı, yarı beline kadar toprağa soktular. Oyun sandım… diilmiş… ordaki herkes bağırışarak taşlar attılar anama. Yanına koştuğumda, parçalanmış kafasından kanlar yayılıyordu her tarafa… Bi keresinde babam, iş bulmak için evden çıktı… Çook sonra döndüğünde, sağ eli yoktu… bulamamış iş… bizlere ekmek getirmek için ödünç almış fırından… anlatamamış bunu kimselere… hırsız sanıp babamı, kesmişler ekmek alan elini. Bi keresinde, giderken okula -nedense sadece bizim oralarda- çıkan çılgın bi kasırgada… ulaşamadı arkadaşlarıma, hâlâ yaşarlarken kurtarma ekipleri; çünkü, başka bi okulda kurtarmaya çalışıyolardı serseri
4
kurşunlardan yere serilenleri!.. Ayrıca, hastane koridorlarında renksiz bi kartla sıra bekleyenleri -özellikle siyah tenlileri- kimseler ciddiye almıyordu… sorduğumda kardeşimi… gösterdiler bana belediyenin kimsesizler için gömüt yaptıkları yerleri… Bi keresinde komşularımız, seni, bizim sevdiğimizden daha çok sevdiklerini iddia ederek satırlarla saldırdılar üstümüze… Dışardan gelen kan kokusu yüzünden çıkamıyorum hâlâ sokağa. Öncesi ve sonrası. Öncesi ve sonrası.. Öncesi ve sonrası… 18, 45, 60, 70, 80 öncesi… Veee sonrası… “Elde var hüzün…” (Attila İlhan) Ve üstümüze bombalar yağıyor hâlâ. Kapkara bi su çıkıyo bizim buralarda… çok kıymetliymiş… İçeyim dedim, içemedim… İçilmezmiş… Geldiler ve bize bunu öğrettiler… Zaten bu kara su bizim bile değilmiş… Hiiiç değilmiş… İşte, bu içilemeyen su için taaa nerelerden buralara geldiklerinde, elbet bize de uğradılar. Kaplumbağa
kılığında (Ninja diyolarmış) bi sürü insan dolaşıyo bizim buralarda. ‘Evimiz’ dediğimiz kuytu bi karanlıkta, bunlardan biri bi Ninja, anamın üstüne çıktı… giysilerini parçalayarak anlamadığım bi dilden bağırmaya başladı. Gözleri de dışarı mı fırladı, yoksa bana mı öyle geldi, bilmiyorum… çünkü anam, gözyaşları içinde, hep aynı şeyi söyledi “n’olur yapma!” Gözleri pörtlek Ninja anamı tokatlamaya başladı… “Git!” dedi bana… “Tanrım,” dedim… “öldür şu adamı!” Çook bekledim dışarıda.
Bi durdursana!
Sonunda adam, mutlu bi şekilde çıktı ortaya… Çıktığında, gömleği ile pantalonunu toparlamaya çalışırken başımı okşadı... Nasıl mutlu oldum o anda!.. İçeri daldığımda… anam… bi daha uyanmadı… E, Tanrım?.. O kadar mı susadın kana?.. Yıllar ve yıllar boyunca… senden sadece, savaşlar olmasın; insanlar ölmesin; hayvanlar boşa telef edilmesin; çocuklar mutlu
olsun; dünya VESİLE ÖZDEM yaşanılır bi yer olsun diye dualar ettim bi kuru karanlıkta… Daha bu yaşta bakıyorum da ortalığa… Niye duymuyorsun beni? Ben mi çok uzağım sana? Yoksa… yoksa sen mi sevmiyosun beni?.. Ne yaptım ki ben sana!.. Bi de, “Burası yalan dünya! Üzülme sen, burada ne kadar aç-açık olursan öte dünyada o kadar tok ve mutlu olacaksın.” diyolar şişko ve güleryüzlü büyükler. Tam inanacakken buna, bunları söyleyenleri duyuyorum ve görüyorum kocaman masalarda; adını ve dahi tadını bilmediğim yiyeceklerin başında… Bu işte bi yanlışlık var ya… Ama ben, beklemek istemiyorum Öte’yi ve Beri’yi… Hem o kadar çok yemek olmasa da olur… Azcık… Ama ŞİMDİ!.. Derken… yine o şişko ve güleryüzlü büyükler, “Tanrı büyükleri sever!” diyolar. Yoksa o nedenle mi sevmiyosun beni!.. Bana bi varlığını göster… Durdur mesela akan onlarca kanı… Durdur mesela gereksiz savaşları… Durdur mesela çocukların açlığını… anaların çığlığını, babaların çaresizliğini… Yapabilir misin bunları?.. Tanrım, senin bu kadar kana ihtiyacın yok ki!.. Günde bilmem kaç çocuğun canına ya da kanına… Durdursana!.. Bizim eve de bi uğrasana! Hadi, uğrayamadın… ufak bi çıkın, bi ayakkabı, bi de yırtıksız çorap yollasana, Tanrım… TANRIM!.. Ben kime konuşuyorum ya?!..
ÜMiT DERTLi Yüzleri en sığda ama kökleri en derindeki aktörlerinin bir devrim mahkemesinin karşısında kıçlarından ter aka aka hesap verip hak ettikleri cezaya çarptırılmadıkları bir operasyon dandiktir, yalandır, dolandır ve ‘temiz toplum’ trenine bakan öküzlerin algılama seviyesini gösterir ancak!..
“N
Peçeteci uzlaşması
ATO’dan çıkmak, Rusya’yla, Çin’le ittifak kurmak gibi çocukça arayışları dillendirmekten çekinmeyenleri çok uyardık. ‘Amerika size bunun faturasını çok ağır ödetir’ dedik. Dinletemedik. Onlar tam tersine, bir de ‘İran’la ittifak arayışlarını’ dile getirdiler! Tam karşı cepheye geçmeye kalktılar. ‘Bir de Atatürkçü geçiniyorsunuz, şeriatçılarla ittifak yapmaya utanmayacak mısınız?’ diye sorduk, tınmadılar. Bir zamanlar canciğer kuzu sarması oldukları Amerika ve şimdi de ayrıca Avrupa düşmanlığı gözlerini karartmıştı... Güneydoğuyu ve Kıbrıs’ı ancak böyle tutacaklarını düşünüyorlardı, Rusya ve İran’a yaslanarak... Oysa Amerika, çizilmiş çerçevenin dışına çıkanı, “kendi kontosuna iş tutmaya” kalkanı affetmezdi. Yetmişli yıllarda Kıbrıs’ta kendi başına iş yapan Türkiye’yi affetmediği gibi... İşte, ‘Türk Gladiosunu’ da piç gibi ortada bırakıverdi! Artık onunla işi kalmamış, tam tersine, bu örgüt kendisine zararlı olmaya başlamıştı…” Ben demiyorum bunları, Engin Ardıç diyor. Sırtını sağlam yere dayamış olmanın verdiği rahatlık ve ‘galibiyet’in verdiği küstahlıkla söylüyor. “Büyük patrona karşı geldiniz ve o da sizi piç gibi ortalıkta bıraktı, oh olsun!” diyor mealen. Bi’kaç ay önce ‘bokunu yiyim abi’ peşrevi çektiği paşalardan da çekinmiyor artık, biliyor ki bir şekilde o paşalarla da aynı taraftalar şimdi. Ergenekon operasyonu hususundaki tartışmaya da kendi durduğu yerden noktayı koyuyor: “Bu bir Amerikan operasyonudur.” Ne yazık o ‘liberal solcu’ zibidilere ki, şu ‘peçeteci’ kadar basmıyor kafaları; ve yazık ki ulusalcı tosunlar da hâlâ sahip çıkıp avukatlığını yaptıklarının Gladio-kontrgerilla artığı eli kanlı katiller olduğunun farkına varamıyorlar. Peçeteci, gerçeğin önemlice bir kısmına dokunuyor ama bütün resmi göstermiyor, karanlıkta bıraktığı kısmı da yalanla dolduruyor. Neymiş, Amerika kontrgerillayı tasfiye ediyormuş… Biz de inandık! Zaten derin devlet dediğin, kontrgerilla dediğin de üç tane emekli paşayla bi’kaç tetikçi çakaldan ibarettir ve onları deliğe tıktın mı derin devlet tasfiye edilmiş oluverir!.. Sonra sen sağ ben selamet!.. Evet siz sağ da, biz selamet değil Peçeteci efendi ve de bu işlere onun kadar bile kafası basmayan liberal ve ulusalcı koltuk değnekleri… Bakın, anlatıverelim, meselenin özü şudur: Derin devlet tasfiye falan
edilmemektedir. Olan şey, derin devletin safrasını boşaltması, ağırlıklarını atması, pozisyonunu yeni duruma göre yeniden tahkim etmesidir. Sümüğe bulaşmış mendiller çöp kutusuna atılmaktadır sadece, yoksa nezle geçmiş değildir, salya-sümük hali -ABD’deki cemaat liderinin sahtekar salya-sümük ajitasyon hali de dahil olmak üzere- devam etmektedir. Egemenler içinde bir süredir devam etmekte olan sürtüşme ve it dalaşı, ABD’nin hakemliğinde –şimdilik ve kuşkusuz geçici- uzlaşmayla sonuçlanmıştır. (Hakem tarafsız değildir elbet ama kararlarına itiraz edilememektedir.) İçeriği devlet sırrı olan ‘Dolmabahçe Mutabakatı’ndan, geçtiğimiz günlerde müstakbel Genelkurmay Başkanı ile Başbakan arasındaki görüşmeye kadar bildiğimiz ve bilmediğimiz bir dizi pazarlığın ardından –şimdilik ve kuşkusuz geçiciuzlaşmaya varılmış, muvazzaf paşaların başını çektiği bürokratik kast ile hükümet birlikte, yan yana emperyalizm safında hizaya girmişlerdir. (Yanlış anlaşılmasın, zaten o saftaydılar ama itişip kakışıyor, sırayı bozuyorlardı, tekrar hizaya girdiler şimdi.) ‘Dalga dalga gelen’ Ergenekon İddianamesi’nin bu kadar sığ oluşu, suya sabuna dokunmayışı ve ‘dünyanın
nefesini tutarak izlediği’ kapatma davasının da bizim için sürpriz olmayan bir kararla sonuçlanması bu uzlaşmanın en somut göstergeleridir. Gözünü sınıfsız sıfatsız bir ‘demokrasi’ bürümüş, ‘genç siviller’le ve kaşarlarmış ihtiyar halk düşmanlarıyla, Dilipak’larla, Ilıcak’larla, Vakit gazetesiyle kol kola sözüm ona ‘darbeye karşı’ yürüyen ‘liberal solcular’ ve ağababaları tarafından bile buruşturulup atılmış eli kanlı katillerin avukatlığına soyunan ulusalcılar bu apaçık gerçeği görmemekte ısrar ediyor. Bugüne kadar bu iki kesimin iyi niyetli fakat salak olduklarını düşünüyorduk ama artık durum iyi niyet sınırlarını aşmıştır. Ellerinde, ‘lolipop’ denilen ve tıpatıp benzerlerini Ukrayna’da, Gürcistan’da ‘turuncu devrimler’ sırasında sıkça gördüğümüz yuvarlak dövizlerle ‘temiz toplum ve demokrasi’ adına AKP şakşakçılığı yapmak ya da içeri tıkılan paşalar Kızılordu generalleriymişçesine onlara göğsünü siper etmek en hafif tabirle alçaklıktır, haysiyetsizliktir. Ve dahası bu iki ‘taraf’ın tek ortak noktası alçaklıkları da değildir. Her ikisi de yürütülen operasyonun ciddiyeti konusunda hemfikirdirler. Bir tarafa göre derin
‘Kaderimiz bir’ diyoruz ya hep, ‘acılarımız, sevinçlerimiz, geleceğimiz ortak’ diyoruz ya… Kerkük’te ve Güngören’de patlayan bombalar onlarca masum insanın ölümü pahasına, ciğerimizin yanması, kanımızın çekilmesi pahasına bu hakikati bir kez daha soktu gözümüze. Her kim tarafından, her ne amaçla yapılmış olursa olsun emekçilerin hedef seçildiği bu aşağılık eylemleri ve belki de o bombaları koymaktan daha aşağılık bir şekilde insan ölüleri üzerinden Türk’ü Kürt’e, Kürt’ü Türk’e düşman etmeye yönelik söylemleri lanetliyoruz. Acımız ve öfkemiz tarifsizdir. Barış ve kardeşlikte ısrarımız da öyle…
devlet tasfiye edilmekte, ‘temiz toplum’ ve ‘demokrasi’ gelmektedir memlekete, diğer tarafa göre ise ordu başta olmak üzere ‘vatansever’ kuvvetlere karşı kapsamlı bir saldırı yürümektedir. Halbuki Demirel başta olmak üzere, Çiller’inden Erbakan’ına, Mehmet Ağar’ından Karayalçın’ına, Doğan Güreş’ine, Çevik Bir’ine, Sönmez Köksal’ına, hatta Ergenekon’u yargılayacak mahkemelerin o zamanki savcılarına, yargıçlarına kadar bir dönem derin devletinin yüzleri en sığda ama kökleri en derindeki aktörlerinin bir devrim mahkemesinin karşısında kıçlarından ter aka aka hesap verip hak ettikleri cezaya çarptırılmadıkları bir operasyon dandiktir, yalandır, dolandır, ve ‘temiz toplum’ trenine bakan öküzlerin algılama seviyesini gösterir ancak… Aynı şekilde, yakalandığında evindeki kasadan üç milyon avro nakit para çıkan kasaba bezirganı kılıklı tefecilerin ya da işkencecisini affetmekle kalmayıp Oral Çelik gibi kontrgerillanın kiralık katillerine 500 bin dolar karşılığı iş yaptırma planını el yazısıyla not alan İlhan Selçukgillerin, Veli Küçük benzeri tescilli kontraların, katillerin, çakalların, akbabaların vatan kurtarıcılıkları da olsa olsa Nazım’ın ‘Vatan Haini’ şiirinde bahsettiklerinin ete kemiğe bürünmüş halidir. Operasyonun benim için tek iyi yanı şu anektoddur: Sinan Aygün, “Niçin göz altına alındınız?” diye soran gazetecilere, “Suçumuz Türkiye’yi sevmektir, Atatürk’ü sevmektir…” diye artistlenirken, her ne hikmetse mizah gücü gelişmiş bir polis memuru, “Ama kasadaki paraların üzerinde Atatürk yoktu Sinan Bey!” diyerek Türk polisinin bugüne kadarki en anlamlı sözünü etmiştir. Bunların vatan sevgisi kasalarının içindekilerle, Atatürk sevgisi de banknotların üstündekilerle sınırlıdır, daha kıymetli banknot varken ‘kim sever Atatürk’ü?..’ Birkaç ay önceki yazımızda bu tepişen tarafların düşman kardeşler olduğunu söylemiştik. Bugün itibarı ile ağababaları tarafından barıştırılmışlardır. Hükümet görevinin başındadır, ordu görevinin başındadır, yargısı-margısı topyekûn devlet görevinin başında memleketi emperyalistler için cennet, emekçiler için cehenneme çevirmeye devam etmektedir. Esas olan da budur. Elde lolipop, demokrasi çığıranların ve başta kalpak, dilde vatan, milliyetçilik bağıranların gizlemeye çalıştıkları da budur. Biz ise ‘vatan hainliği’ne devam ediyoruz hâlâ…
5
Odaklanma ve perspektif kaybı
H
içbir şey bilmediği, anlamadığı, anlaşılması da pek mümkün olmayan bir konuda kendinden gayet emin bir tavırla yazanlar ve konuşanlar beni hep güldürmüştür. Bütün medya kanallarının yoğun bir sis bombardımanı altında kaldığı, kimsenin kimseyi ve hiçbir şeyi tam olarak göremediği bir durumda, basına sızdırılan bilgilere dair izlenimlerini kendi konumlarına ya da meşreplerine (‘ideolojilerine’ de diyebilirsiniz) uyarlayarak anlatan ve yazanlar bugün söylediklerini ileride okuyunca ne düşünecekler? Orman gözden kaybedildikçe herkes farklı ağaçlara odaklanıyor; odaklanma arttıkça perspektif kaybı karartmaya katkıda bulunuyor. Ortalığa pompalanan bunca haber/ bilgi/yorum/çarpıtma/saptırma herkese bulaşan eğlenceli bir köpük fırtınasına yol açtı, fakat ülkedeki bütün ideolojik ve programatik yaklaşımlar arasındaki köprüleri de attı ve özellikle en geniş anlamda sosyalist sol içindeki ayrılıkları derinleştirdi. Klasik Marksist deyişle, ‘emek ile sermaye’ ya da ‘üretim ilişkileri ile üretim güçleri arasındaki’ temel çelişme varlığını sürdürürken, şu anki baş çelişme (emperyalizm ile bütün halk ve ülkenin geleceği arasındaki) şu ya da bu biçimde siyasal bir çözüme doğru kuvvetle zorlanmaya başladı.
Yeniden saflaşma
Sosyalist solun içinde liberalizmden etkilenenler ile anti-emperyalist olanlar hızla ayrışmaya başladılar. “Bu işte bir emperyalistlik var,” diye şüphelenenler, “TSK pasifize edilince memlekete demokrasi gelecek, İslam bülbülleri hep bir ağızdan demokrasiyi şakıyacaklar,” yaklaşımını benimseyenlerden hızla
‘Kampus Liberalleri’nin sorusu şu: “Susurluk’ta sokaklara döküldünüz de Ergenekon’a niye sessiz kalıyorsunuz?” Pek tuzaklı bir soru. Susurluk çetesinin 12 Eylül darbecileri ve MHP artıkları tarafından biçimlendirilmiş, kökü Gladyo’ya kadar uzanan bir çıkar şebekesi, bir Soğuk Savaş kalıntısı olduğunu; ‘Ergenekon’ soruşturmasının ise AKP’nin hegemonya mücadelesinde esas stratejik aşamayı belirlediğini anlayamayacak kadar aptal bir solcu var mı? ayrılıyorlar. Tuhaf zamanlar! Başka bir partinin oylarıyla milletvekili seçilen kendi partisinin genel başkanının (Ufuk Uras) Fethullahçı Zaman gazetesi tarafından ‘kestaneleri ateşten alacak’ maşa olarak kullanıldığını ve bunun aynı gazetede
açıkça yazıldığını gören sosyalist, elbette oturup düşünecek. Bu ayrışma Taraf gazetesinin üzerindeki ‘solcu’ cilâya da zarar verdi. Bu yüzdendir ki, Taraf’ın köşe yazarları hep bir ağızdan sola yönelik sitemkâr
salvolara başladılar. Radikal’den de bazı paralel atışlar ve serzenişler geliyor. [“Dünyayı okuyamıyorsunuz,” diyor, yeni köşe yazarı. Hakikaten mi? Seni okuyup dinledikçe, mekanik Maocu mantığın, cehaletin, vicdansızlığın ve belleksizliğin ne olduğunu öğreniyoruz, yetmez mi?!] Fakat gerçekten de yargılamalar ve iddialar, solda telafisi kolay olmayan bir ayrışma yaratmış gibi görünüyor. Melih Pekdemir’in kazandırdığı deyişle ‘Kampus Liberalleri’nin sorusu şu: “Susurluk’ta sokaklara döküldünüz de Ergenekon’a niye sessiz kalıyorsunuz?” Pek tuzaklı bir soru. Susurluk çetesinin 12 Eylül darbecileri ve MHP artıkları tarafından biçimlendirilmiş, kökü Gladyo’ya kadar uzanan bir çıkar şebekesi, bir Soğuk Savaş kalıntısı olduğunu; ‘Ergenekon’ soruşturmasının ise AKP’nin hegemonya mücadelesinde esas stratejik aşamayı belirlediğini anlayamayacak kadar aptal bir solcu var mı? AKP’yi kapatma davasının ya da, ‘Ergenekon-Agarta’(!) soruşturmasının teknik servis düzeneğini, bağlantılarını, neden değil de nasıl yönlendirildiğini elbette bilemeyiz. Mesela Tuncay Güney isimli şahsın kim olduğunu, bir binbaşının ona altı çuval belgeyi neden teslim ettiğini, yakalanan el bombalarının kafile numaralarındaki esrarı, Danıştay ve Cumhuriyet gazetesi saldırılarının nasıl kotarıldığını, iddianamede yer alan unsurların basına nasıl sızdırıldığını, Taraf gazetesini kimin finanse ettiğini, bilemeyiz. Özden Örnek ailesinin AKP’yle bağlantılarını, ‘günlükler’ muammasını; kimin nereye sızıp ne işler çevirdiğini, çözemeyiz. CIA’nın Soğuk Savaş döneminde uyguladığı pasifikasyon yöntemlerine ilişkin bilgilerimiz de bütün
RED muhalefeti ekranda! SERHAT ÖZCAN ve HAKAN GÜLSEVEN her çarşamba, saat 22:00’de
DEM TV’de...
DEM TV, uydudan ve D Smart’tan izlenebiliyor... (D Smart’tan özellikle talep etmek gerekiyor.) Uydu alıcıları için: TURKSAT 1C, Frekans: 11996, SR: 26000, FEC:5/6 Dikey
6
YAVUZ ALOGAN Operasyonun uzun süredir devam ettiği; TSK’nın, kendi iç hizmet belgelerine, hatta üst rütbeli komutanlarının karargâh mahremiyeti içinde yaptıkları konuşmalara bile hâkim olamadığı, bölündüğü ve kısmi bir felç geçirdiği görülüyor. Sınırı geçmek üzere olan bir ordunun karargâh konuşmalarının YouTube’da yayımlandığı nerede görülmüş?! Yugoslav İç Savaşı, hatta Irak’ın işgali sırasında bile bu kadar gayrı ciddi bir durum yaşanmadı... yalogan@hotmail.com
bunları çözmemize yetmez. Kaldı ki, Reichtag yangınını çıkararak Hitler’e komünist ve sosyal demokrat partileri ezme yolunu açan Van der Lubbe’nin, kimden emir aldığı bile, bunca yıl geçmesine rağmen henüz çözülememiştir. ‘Zehir hafiye’ rolü oynayarak bu düğümleri çözmeye çalışmak faydasız.
Sivil darbe
Ancak bütün bunlar, olayların genel gidişatına ve muhtemel hedeflerine ilişkin kestirimlerde bulunmamızı engellemez. Aslında en genel hatlarıyla bir programın adım adım uygulanmakta olduğunu söyleyebiliriz. RED’in 17. sayısında (Nisan) şöyle yazmıştık: “Şu ana kadar yapılan gözaltıların bazı emekli generalleri de kapsayacak şekilde genişletilmesi sivil darbenin başladığını gösterecektir.” Program yürüyor. Arenanın tribünlerinde oturanlar “Yedinci, Sekizinci dalga!” diye bağırıp tempo tutuyorlar. Bütün AKP muhalifleri tutuklanınca memlekete demokrasi gelecek! Dinci/liberal/emperyalist kamp, emekli komutanların tutuklanmasıyla birlikte medya cephesindeki derin mevzilerinden yaylım ateşine başladı. Sanki bozguna uğramış bir orduyu arkadan top ateşine tutuyorlar. Fakat endişeli ve gerçekçi olanlar da var. Söz gelimi, Murat Belge, Taraf’taki köşesinde askeri teorisyen Clausewitz’ten bir iki savaş tanımı patlattıktan sonra şöyle yazdı: “...diyorum ki, tartışma burada [yazıyla, çiziyle, konuşmayla-Y.A.] bir sonuca bağlanamazsa, zaten çekilmiş duran silahlar devreye girebilir. Çünkü gene Clausewitz’in dediğine göre, ‘nihai hedef, düşmanın irademize zorunlu olarak teslim olmasıdır’…” Görüyor musunuz, karşı taraf da iç savaşın çıktığını tespit etmiş. Girit ya da Rodos otellerinde yer ayırtmıştır, mutlaka. Kimin tutuklanacağı belli mi olur? Kurşun falan sekebilir. Biz de Curzio Malaparte’den, Murat Belge’yi destekleyen bir alıntı yapalım mı? Hükümet Darbesi Teknikleri adlı kitabında şöyle der: “Sivil iktidarı ele geçirmeye kalkışan bütün askerler, bu liberalizm kaidesine [parlamentoya sadakat kastediliyor –Y.A.] son dakikaya kadar, yani şiddete başvurma anı gelinceye kadar sadık kalmışlardır.” Dolayısıyla, askeriyenin sessiz ve yasal görüntüsüne, ‘Dolmabahçe mutabakatı’na falan aldanıp erken zafer çığlıkları atmamak gerekir. Bu işler hiç belli olmaz. Neyse, dalga geçmeyi bırakıp konumuza dönelim.
İki Amerika
ABD Türkiye’deki ikili iktidar bloklarını terbiye etmekte, arabasına koşulu her iki atı da alabildiğine kırbaçlamaktadır. İşin kötü tarafı, sürücü koltuğunda iki Amerika’nın oturmakta olmasıdır. Bu Amerikalardan birisi, İran’a hemen saldırmak, bütün İslam ülkelerinin yönetimini orta vadede darbeler, provokasyonlar ve iç savaşlarla şeriatçı unsurlardan arındırarak kendi taşeronlarına ya da piyasa ekonomisinin gerçek efendilerine teslim etmek; diğeri ise, ılımlı bir İslam’la radikal İslam’ı çözerek bölgeye hükmetmek, mevcut hükümetlere rüşvet vererek istediğini yaptırmak ve İran’ı geniş bir kuşatma altına alarak içeriden çökertip ehlileştirmek istiyor. Fakat her ikisi de, son tahlilde, TSK’nın kara gücünü (yani yoksul halk çocuklarını) geniş Ortadoğu bölgesinde bir polis kuvveti olarak seferber etmeyi, Türkiye’nin limanlarını, havaalanlarını ve demiryollarını lojistik ve gözetleme amaçlı kullanmayı, Kuzey Irak’taki ‘Kürt devleti’nin İsrail’in de desteğiyle kuzeye ve doğuya doğru genişletilmesini hedefliyor. Türkiye’de ‘demokrasi’ onların umurunda değil; uzun vadeli stratejik hedeflerinin peşinden gidiyorlar. Üstelik ABD’deki seçimlerin sonuçları, Amerikan burjuvazisinin iki kesiminin sözcüsü olan bu iki iktidar odağından birinin geri çekilmesini sağlamayacak. Amerikan güvercinleriyle şahinlerinin patronu aynıdır. Ayrıca, ılımlı Amerikan planı uzun vadede ABD ekonomisinin kaldıramayacağı kadar büyük maddi kaynakları gerektirdiği için pek gerçekçi de görünmüyor. Malum, kapitalizmin kanununda savaş, iktisadi durgunluğun,
resesyonun ilacıdır. ABD’nin silah ve petro-kimya tröstlerinin, İran’ın yarattığı fırsatı kaçırma olasılığı pek azdır. Irak ve Afganistan’la başlattıkları süreci İran’la sürdürmek ve bütün bölgeyi kapsayacak şekilde tamamlamak, en azından bunu denemek zorundalar.
Tanımlar ve olasılıklar
Ergenekon soruşturması, TSK içindeki Avrasyacı/ulusalcı kesimin, toplumun içindeki sivil ve siyasal uzantılarıyla birlikte tasfiyesini amaçlıyor. Bunu isteyen ABD ve NATO’dur. Türkiye’nin Ortadoğu’da devasa bir askeri üsse dönüştürülmesi için yolu açmak, kendi sistemlerine muhalif iç unsurları temizlemek istiyorlar. Bu soruşturmayla tasfiye edilmek istenen, bildiğimiz Gladyo değil; tam aksine, Gladyo’nun karşısında konumlanan asker/sivil ulusalcı kesimdir. NATO bağlantılı Gladyo taş gibi yerinde duruyor ve AKP’yle birlikte, ancak Ftipi örgütlenme marifetiyle, ulusalcı resmi ve sivil grupları tasfiye ediyor. Bu harekâtı TSK’yı tamamen felç edecek, bir bölgesel polis gücü haline getirecek ölçüde genişletmeyi başarabilirler mi? Bilemiyoruz, çünkü kurumların içinde mevzilenmiş güçler ancak açığa çıktıklarında görülebilirler. Operasyonun uzun süredir devam ettiği; TSK’nın, kendi iç hizmet belgelerine, hatta üst rütbeli komutanlarının karargâh mahremiyeti içinde yaptıkları konuşmalara bile hâkim olamadığı, bölündüğü ve kısmi bir felç geçirdiği görülüyor. Sınırı geçmek üzere olan bir ordunun karargâh konuşmalarının YouTube’da yayımlandığı nerede görülmüş?! Yugoslav İç Savaşı, hatta Irak’ın işgali sırasında bile bu kadar
gayrı ciddi bir durum yaşanmadı. Yani şu aşamada, bir yanda olası bir darbeye karşı mücadele etmekte olan demokrasi güçleri; öte yanda, Kemalist bir darbe yapmak için fırsat kollayan bir TSK yok. Peki, ne var? Bir yanda ABD ve onun resmi ve sivil işbirlikçileri, liberaller ve tarikat erbabı; öte yanda, resmi ve sivil ulusalcılar ve anti-emperyalist sosyalistler var. Bu bölünme bütün sendikaları, emekçileri, üniversiteleri ve sivil toplum kuruluşlarını da ortadan ikiye ayırıyor ve daha da ayıracak. Bu ayırımda, anti-emperyalist sosyalist solun bu cepheleşmeden sıyrılarak ve kendisini özellikle liberallerden ayırarak, bağımsız kitlesel bir örgütlenmeyi başarması gerekir. Görülen saflaşmalar cetvelle çizilmiş gibi düz ve katışıksız değil elbette. Bu kadar manipülasyonun olduğu yerde hiçbir şey saf anlamda var olamaz. Ayrıca bütün siyasal yargılamalarda zanlıların arasına bir uyuşturucu kaçakçısını, bir mafya babasını, toplumun nefretine mazhar olmuş bir takım karakterleri katmak klasik bir polisiye yöntemdir. Avrasyacılar TSK’dan ve siyaset alanından tamamen tasfiye edilirlerse, ABD’nin militer güçler aracılığıyla AKP’yi, ya da bu parti kapatılmışsa onun yerine geçen şeyi sıkı bir denetim altına almasını bekleyebiliriz. Ulusalcı/ Avrasyacı güçler tasfiye edilmiş olacağı için, Kemalist/modern/laik jargonu bu kez tehlikesiz biçimde ve ABD emperyalizminin bölgesel çıkarları doğrultusunda kullanmak kolaylaşacaktır. Eğer bu denetim gerçekleşemezse ya da İslamcı kesimlerden büyük bir direnişle karşılaşırsa, ABD’de birilerinin bir kez daha “Our boys have done it!” (Bizim çocuklar becerdi!) demelerini bekleyebiliriz. “Tehlike AKP mi, yoksa darbe mi?” diye tartışılıyor. Taraf gazetesiyle mi dayanışalım, yoksa darbeye karşı yürüyüş mü yapalım? Yoksa bayrakları alıp sokaklara mı çıkalım? Asıl tehlike kafa karışıklığıdır. Küçük küçük noktalara odaklanıp perspektifi kaybetmiş bulunuyoruz. Üzücü olan, nüfusunun neredeyse yüzde 90’ının ABD’nin bölgesel siyasetlerine karşı olduğu bilinen bir halkın bütün bu olup bitenleri televizyon ekranlarından seyretmesi ve Sam Amca’nın bütün bu işlere nasıl derinlemesine nüfuz ettiğini görmesinin özellikle engellenmesidir. İleride bir kez daha, keşke filmi geri sarabilseydik, diyeceğiz. Ama gene de vakit geçmiş değil…
7
‘sol’ libosların sınır tanımaz ahmaklıgı: . G
eçen ay farklı bir başlık altında, ‘liberal sol sıklette’, ‘kırmızı-beyazmavi’ peleriniyle ‘yüce demokrasi’ ve ‘sosyalizm’ adına mecliste, Çankaya Köşkü’nde, türlü türlü resepsiyonda sınıf düşmanlarıyla ‘kahramanca dövüşen’ Ufuk Uras’tan bahsetmiştim hatırlarsanız. Niyetim, bu liberal ‘sol’ anlayışı kişiler bazında-tefrika halinde teşhir etmek olmasa da, sizlerden bu yönde gelen istekrica-ikaz içerikli telefon, fax, teleks, telgraf, mail ve kısa mesajları göz ardı edemeyerek, bu yazımda da yine bu ‘liberal sol sıklette’ farklı renklerde ama aynı köşede ‘dövüşen’ ve son aylarda çok sevdikleri gazetelerinde, -başta taraf ve radikal iki olmak üzere- ülkenin politik atmosferine dair değerlendirme yazılarını ardı ardına yayınlayan; ve bu yazılarda kendilerinin AKP’yi ‘ne kadar çok sevdiklerini’, onları eleştiren devrimcilerin ise ne denli ‘darbe sevicisi’ ve ne denli Ergenekoncu olduğunu ‘bu ülkenin aydınlık insanlarına’ haykıran bir cenahtan ve onların bazı temsilcilerinden söz edeceğimi müjdelemek isterim! Yukarıdaki çerçeve içinde kendisinden ve fikriyatından bahsedeceğim kişilerden ilki; lideri olduğu siyasi partinin adında ‘devrimci’ ve ‘sosyalist’ kelimelerinin geçtiği ve kendisini de muhtemelen yine aynı kelimelerle adlandıran Doğan Tarkan. AKP’ye açılan kapatma davasıyla şiddetlenen ve son olarak emekli generallerin ve bazı çetecilerin gözaltına alınmasıyla tavan yapan ‘egemenler arası iktidar mücadelesi’nde, ‘demokrasinin tarafı’ olmak iddiası ile aslında ‘AKP’ye cansiperane kalkan’ olan bu cenahın lideri Tarkan, geçtiğimiz günlerde taraf gazetesinde yayınlanan bir makalesinde “Tehlike AKP mi, yoksa darbe mi?” sorusunu sorarak şu cevabı veriyor: “…Neden bu saptama yapılıyor, anlamak zor. AKP’nin diğer sermaye partilerinden farkı ne? Özal iktidarı ile ya da çeşitli Demirel, Çiller ya da Mesut Yılmaz iktidarları ile AKP arasında ne fark var? Demirel, Ecevit, Çiller Türkiye’yi emperyalizme karşı savunurken, AKP emperyalistleri ülkeye mi soktu? Demirel, Yılmaz veya Özal yeni liberalizme karşı direnirken, AKP mi IMF ile anlaşarak yeni liberal politikalar uyguladı? Yeni liberal politikaların uygulanmasını savunan tek sermaye partisi AKP‘mi? AKP kadrolaştı da CHP, DSP, ANAP, DYP, MHP iktidar olduklarında kadrolaşmadı mı? Aklı başında olan herkes AKP ile bu partiler arasında bir fark olmadığını kabul eder. Öyleyse AKP’nin farkı ne? 1 Mayıs mı? Tuzla’daki katliamın onun döneminde devam etmesi mi? Buna kargalar bile güler. 1 Mayıs 1977 katliamı hangi partinin
8
Adlarında hem ‘sosyalist’ hem de ‘işçi’ ibaresi bulunuyor. Ancak RED yazarları da dahil pek çok devrimciyi, aydını açıkça hedef göstermiş, Sivas katliamını sahiplenmiş Vakit gazetesi taraftarı şeriatçı-faşistlerle kol kola gösteri yapıp dergi tokuşturuyorlar. Bu yeni nesil liberaller, ahmaklıkla küstahlığı birleştirmeyi başarıyor... iktidarında oldu? 1 Mayıs Taksim alanı kimin iktidarında gösterilere kapatıldı? Hangi aklı başında insan, AKP olmasaydı Tuzla işçi katliamları olmazdı diyebilir? Kim AKP’nin 1 Mayıs tutumunun diğer sermaye partilerinden farklı olduğunu iddia edebilir? Şimdi CHP veya ANAP iktidarda olsaydı, 1 Mayıs gösterisini Taksim’de mi yapacaktık? ANAP, CHP veya MHP iş başında olursa iş kazaları azalacak mı? Öyleyse AKP’ye bu öe neden?”
‘AKP’yi sevin lütfen!’
Yazarın neredeyse ağlamaklı bir ses tonuyla sarf ettiği son cümle gayet çarpıcı; “AKP’ye bu öe neden?..” Yazarın işaret ettiği diğer burjuva partilerinin ülkenin farklı periyodik dönemlerinde üstlendikleri işbirlikçi misyonları göz ardı etmeden o soruya belki şöyle cevap verebiliriz: Emperyalist gericiliğin son aşaması olan Küreselleşme-Yeni Dünya Düzeni tek tek farklı ulusal sınırlar içinde fakat dünya genelinde kendini yeniden inşa etme sürecine girmiştir. Ve bu manzara içinde artık ülkelerin yerel kapitalist işbirlikçilerine biçilen roller de farklılaşmıştır. Yani adına piyasa denen sermayenin lağım çukuru, bu yeni inşa sürecinde eskisi gibi, kapitalizmin ulusal yardakçılarının denetimde uluslararası sermayenin sömürüsüne açık ‘kontrollü’ bir yapı değildir. Piyasa şimdi, tamamen uluslararası finans kapitalin emirkomutasında hiçbir yasal sınırlamadenetim ve kontrole tabi olmadan ‘ulus devlet’ten ‘pazar devlet’e dönüşmüş ülkeleri iliğine kadar sömüren, farklı bir biçimde kendini yeniden üretmiştir. Ve bu katıksız sömürüsünün en önemli tahakküm aracı da emperyalist saldırganlıktır. 2001 yılından itibaren Afganistan’da, 2003 yılından itibaren de Irak’ta yaşananlar kendini yeniden inşa eden emperyalizmin
niyetinin okunması için yeter bir kanıt oluşturmaktadır. Ve yine emperyalizmin bu dönem için tüm Ortadoğu’da güttüğü ‘milli boğazlaşma politikası’ sonucu, aslında tarafların ‘ortak düşman’la dövüşürken harcaması gereken enerji; yüzyıllardır beraber yaşayan komşu millet-ulus-halk ve etnik grubun birbirini katlederken açığa çıkarttığı enerji biçimine dönüşmüştür. Türkiye de, emperyalizmin bu küresel sömürü planı içinde, Ortadoğu’nun tam göbeğinde kilit öneme sahip bir kontrol-ikmal ve denetim üssüdür. Emperyalizmin ‘İsviçre çakısı’dır. İşte bu ahval şerait içinde, AKP Türkiye’nin yürütme gücünü elinde bulunduran aktördür. AKP’nin farkı ve Tarkan’ın sorusunun cevabı özetle budur. Bu girizgâhtan sonra yazar, ‘Lego’nun parçalarını sanırız kendi kendine yerleştirebilir.
Cellatlar ve liboşlar
Doğan Tarkan aynı yazının devamında ise şunları söylüyor: “21 Haziran günü 10 bin kişi ‘Darbelere Dur De’, ‘Öz-öz-özgürlük’ diye yürüdü. TKP ve sendika.org akıl almaz bir saldırganlıkla bu yürüyüşe karşı çıktı. Sanki yürüyüş onlara karşı yapılmış gibi. Sanki göstericiler bu örgütlere karşı slogan atmış gibi. Bu iki sol yayın organı olayın içeriğine değil, Nazlı Ilıcak’a ve eliyle tekbir işareti yapan bir adamcağıza takmış. Peki Adalet Ağaoğlu? Eren Keskin? Yücel Sayman? Onlar cellâtları ile birlikte yürüyen sol-liberaller!” Aslında Tarkan sorusunun cevabını, sonuna ünlem işareti de düşerek kendisi vermiş. Evet, isimleri anılan ve sosyalistlikleri ya da solculukları hakkında yorum yapamayacağım bu şahıslar “cellâtları ile birlikte yürüyen sol-liberaller!”dir. Azıcık tarih okumuş olmak bunu bilmek için yeterlidir. Amme hizmeti babında
yine de örneklendireyim: Çin Devrimi’nde Komintang’da, İspanya İç Savaşı ve İran Devrimi sırasında yaşananlar ‘cellâtlarıyla kol kola’ olma durumunun ibret verici örnekleridir… Sanırım anlaşılmıştır. Doğan Tarkan yazısında yer yer ‘işi çözdüğünün’ işaretini verir gibi yapsa da, konu ‘demokrasi’ olunca yine ‘ezber bozan’ dürtülerinin esiri oluyor: “Ergenekon Operasyonu yetersiz bir adımdır. Önemli olan, içinde yaşadığımız ağır çekim darbenin sorumlularının yargılanmaya başlamasıdır. Anayasa Mahkemesi son kararı ile parlamentonun haklarını çiğnemiştir. Kendilerini keskin göstermeye çalışan solcular parlamentonun haklarının çiğnenmesine aldırmayabilir. Ama yurttaşların tüm hakları da çiğnenmiştir. Seçme hakkımız elimizden alındı. Yakında daha da kısıtlanacak. AKP ve DTP kapatılıyor. Buna sessiz mi kalacaksınız, yoksa sevinip oynayacak mısınız?..” Dediğim gibi, aslında ‘Ergenekon Operasyonu’ denen şeyin ‘ıskartaya çıkmış, fazlasıyla deşifre olmuş kontra unsurların-çürüklerin elden çıkartılması’ ve siyasi iktidara ‘ABD’nin izniyle talip’, seçilmişler ve atanmışlar arasında (her iki kesimin de örtülü-örtüsüz, dolaylıdolaysız tüm kozlarını kullandığı) bir güç mücadelesinin yansıması demek olduğunu anlamış gibi yapan ve fakat bunun yetersiz olduğunu söyleyen yazar, iş demokrasi olunca, -bunu önemsemeyenler olarak‘kendilerini keskin göstermeye çalışan solcular’ diye ‘bizleri’ işaret ederek, demokratik haklarımızın elden gittiğindendaha da gideceğinden şikâyet ediyor. RED’in neredeyse her sayısında ve yine neredeyse her arkadaş şu ‘sınıfsızcinsiyetsiz demokrasi’ denen şeyin ne olduğunu anlatmaya çalıştı. Yine anlatalım: Burjuvazi yürütme gücünü parlamentodan alır bu aygıta da burjuva parlamentosu denir, bu aygıta seçilenler toprak ağası, patron, eski asker, eski yüksek bürokrat vs’dir. Aralarında bir tek işçi, emekçi, yani gerçek halk çocuğu yoktur. Bu yapı da öyle Tarkan’ın sandığı gibi halkın her kesiminin, emekçilerin, işçilerin iradesini yansıtmazyansıtamaz bu onların kendi sınıfsal doğasına aykırıdır. Yeri gelmişken RED dergisinin genel seçimlerin hemen ertesinde çıkan ilk sayısının (Ağustos 2007) kapak manşetini yüksek sesle okumak isterim: “Şuursuzlaştırılan bir milletin iradesi falan olmaz sandıktan milli irade değil pilli tavşan çıkmıştır...” Durum aynen böyledir ve seçim zamanı ‘Hint mürekkebiyle’ parmak boyanınca memlekete ‘demokrasi’ filan gelmiş olmaz… Biraz da, Doğan Tarkan’la aynı cenaha dahil olan Roni Margulies’in, yine
V. MAHiR ÜKÜNÇ
AKP’nin kıçında . demokrasi sondajı aynı konular etrafında yazdıklarından bahsetmek istiyorum. Margulies de aynı Doğan Tarkan gibi; ‘AKP’nin yanında yedeklenmelerini’ devrimcilerin neden anlayamadığı sorunu/sorusu üzerine birkaç yazı kaleme almış: “27 Nisan 2007’den beri süregelen ve son Anayasa Mahkemesi kararıyla yeni aşamasına giren bir darbe yaşıyoruz. Çıt yok. Ses çıkarmak isteyenler, 21 Haziran’da Türkiye’nin ilk darbe karşıtı gösterisini örgütleyenler ve katılanlar ise, solun geri kalanı tarafından sanki AKP’ye üye olmuş veya AKP’nin ketemperesine gelmiş gibi muamele görüyor. Kendi kendimden kuşku duymaya başladım vallahi; çember sakal bırakıp cübbe mi giysem diye geçmeye başladı aklımdan! Ama yapamıyorum, çünkü darbe karşıtlarına AKP’li muamelesi yapanlar aynı zamanda ne Sorosçuluğumuzu bırakıyor, ne ‘liboşluğumuzu’, ne ‘Fettoşluğumuzu’. Ben ise Sorosçulukla çember sakal, cübbe ve tespih uyuşmadığı için, ne yapacağımı bilemiyor, görünümümü değiştirmeden darbe karşıtlığına devam ediyorum.”
‘AKP’ye oy verecektim!’
Aslında yukarıdaki satırların yazarının nasıl bir zihin bulanıklığı yaşadığını anlamak için hiç de öyle uzun cümleler kurmaya gerek yok. Kendisinin de dediği gibi bu durum kendi kendilerini gönüllü olarak dâhil ettikleri bir ‘ketempere’dir. Ve işin daha da tuhaf yanı Margulies bu halini 24 Haziran 2007’de Zaman gazetesinde yayınlanan röportajında kendi ağzıyla itiraf etmiştir: “Ben 30 yıllık solcuyum; ama CHP’nin darbe çağrısı yapan bir parti haline gelmesi ve AKP’ye yapılan 367 haksızlığı nedeniyle Baskın Oran aday olmasaydı AKP’ye oy verecektim.” Ne ‘demokrat’ bir tavır…Bunun üzerine söylenecek başka bir söz olamaz… Yazar bugüne kadar hep ‘kuralına göre oynanan demokrasicilik oyununda’(!) aksayan bir yan ve bir hilekârlık sezince elindeki ‘mükemmel gücü’ demokrasinin biricik unsuru ‘seçme ve seçilme hakkı’nı kullanarak, hatalı bulduğu tarafı sandıkta ‘demokratik nezaket’ çerçevesinde cezalandıracağını söylüyor. Bu durumda kendini yakın bulduğu, kendini ifade edebileceği yer olarak da AKP’yi işaret ediyor. Peki, tüm samimi beyanlarından sonra Margulies’in yine kendi kaleme aldığı bir yazıda şöyle bir serzenişte bulunmaya hakkı olabilir mi: “AKP’ye itibar etmek aklımdan geçmez. Muhafazakar, neoliberal, TÜSİAD’cı partilerle ne işim olabilir ki?..” İşte bu cenahın kafası bu denli karışıktır. Margulies’in yine kendisini kendisini yalanladığı ve AKP’nin –yukarı da oy verebileceğini söylediği AKP!- ‘işçi düşmanı ve demokratik olmadığını’ söylediği bir
yayınlanan yazısıyla meseleyi ve çözümü kendileri gibi koymayanları ‘sekterlik’le, ‘geniş kitlelerle yan yana gelememek’le, devrimcileri omuz omuza mücadele edecekleri-sırtlarını dayayacakları saflarda ‘hijyen’ aramakla, ‘darbelere’ karşı ses çıkarmamakla, -ve nihayet kendi cümleleriyle: “Bugün asıl sorunu sol liberallermiş gibi gösterenler maalesef Nazi Almanya’sında asıl tehdidi sosyal demokratlarmış gibi görerek iktidarı altın tepsi içinde faşizme hediye eden Stalinistlere benziyorlar.” – ‘suçlayan’ Can Irmak Özinanır’a getirerek noktalamak istiyorum:
Sabah sporu ve darbe!
yazısı vardır ki bu yazının devamında da inanılmaz şeyler söyler: “…Tartışılması gereken, işçi sınıfının AKP’ye oy veren geniş kesimlerini nasıl kazanabileceğimiz. Birleşik cephe taktiğini nasıl uyarlayıp uygulayabileceğimiz…” “Breh breh breh!” demekten başka hiç ama hiçbir şey yok… Yazarın ibret verici satırlarda değindiği şey, büyük devrimci ve eylem adamı Lenin tarafından formüle edilip yine büyük devrimci Troçki tarafından geliştirilen ve Ekim Devrimi’nden önce Sovyetler’de uygulanan, Hitler’in iktidara gelişinin öncesinde de Almanya’da (tabii İspanya ve Çin de var) Troçki tarafından önerilen, Komünist partilerin, reformist sol-sosyalist ve sosyal demokrat partileri ve bu partilerdeki unsurları kazanmak-kendi yanlarına çekebilmek amacıyla oluşturdukları birleşik işçi cepheleridir.
Dış cephe boyası
Yani Margulies’in önerdiğinin aksine ne Lenin ne de Troçki, ‘işçi düşmanı ve antidemokratik’ burjuva partileriyle bir birleşik cephe önermemiş/uygulamamıştır. Fakat sizler illa Ilıcak ve Dilipak gibi unsurlarla cephe oluşturacağım diyorsanız, dış cephenizde oluşacak kanlı ve kirli lekeleri hangi boyayı kullanarak kapatırsınız orasını hiç bilmiyoruz. Bu çok büyük bir karalama ve çarpıtmadır. Lenin ve Troçki kendi adları kullanılarak böyle şeyler yapıldığını görse neler olurdu acaba… Yazıktır ve günahtır!.. -Ha unutmadan, şayet yazar AKP’ye oy veren örgütsüz işçi ve emekçilere gitmekten bahsediyorsa buyursun gitsin. Ankara’nın da, İstanbul’un da, İzmit’in de işçi mahalleleri vardır, tabii yolu bulabilirlerse…-
Fakat bitmedi bakın yazar başka neler diyor: “…Bu partiyi, laik ve çağdaş güçler, hukukun üstünlüğüne inananlar, İslamcı kadrolaşmadan kaygılananlar, kadınların ve eşcinsellerin özgürlüğüne değer verenler, ifade-örgütlenme- sendika-dernek haklarını önemseyenler kapatmıyor. Kemalist devlet mekanizması kapatıyor. Halkın üç kez üst üste seçtiği bir başbakanı 1960’ta devirip ipe çeken mekanizma kapatıyor. Bu mekanizma dağılmadan, bu mekanizmanın her yaptığına karşı bizler sokaklara dökülmeden, yaptığımız başka her iş boş...” ‘Boş işler’den anlayan bir insanın konu hakkındaki saptamasına hak etiği saygıyı göstermek gerekiyor gerekmesine de; peki bu yukarıda sayılan tüm ‘kötülük’leri yapan gücün iplerini yönetenler bugün AKP üzerinde de aynı nüfuza sahip değil mi? Başka bir deyişle ve kabaca, 1950’de Adnan Menderesi iktidar yapan güç, yine 1960’da aynı Menderes’in ABD’ye sırtını dönmesi ve SSCB’ye yakınlaşması-onlardan para talep etmesi karşısında o darbenin koşullarını hazırlayıp iznini vermedi mi? -Ve Menderes bu toprakların gördüğü en büyük kompradorlardan ve en büyük yeminli komünizm düşmanlarından biri değil miydi (bknz.1951-52 tevkifatları)Ya da ‘Kemalist devlet mekanizması’ çok gaddar ve anti-demokratik de, bunun muarızı AKP çok mu demokrat? Eşcinsellere, sendikalara, sivil toplu örgütlerine, ifade-örgütlenme-dernek kurma hakkına çok mu saygılı? Cevap tabii ki hayır fakat tüm bunları yüzde yüz bilerek yine de bu iktidar mücadelesinde taraf olmak ne akla hizmet? Hem de ‘burjuva demokrasisi’ adına, hem de cansiperane!.. Son olarak sözü, yine bu cenahın üyelerinden, ve geçenlerde radikal iki’de
Yukarıda sıralanan satırlar boyunca söylediklerime başka ne ekleyebilirim bilmiyorum. Fakat şurasını biliyorum ki: Sizin ‘darbe’ dediğinize biz ikili iktidar durumlarında ortaya çıkan hesaplaşma ve iktidar mücadelesi diyoruz, bu bir… Ve biz biliyoruz ki, darbeler genelde sabah sporu olsun diye yapılmaz. Sömürü çarkının dişlileri arasına sıkışan ve onun randımanlı çalışmasına izin vermeyen ‘sınıf mücadelesini’ –burası önemlidurdurmak ve yok etmek için, emperyalist kapitalizmin önünü düzlemek için yapılır… Yani iktidarların var olmasının biricik amacı olan ‘sömürü ilişkilerini düzenlemek aksayan yanlarını onarmak’ için yapılır… Ve sizin ve sizin gibi düşünenlerin ‘askeri vesayet’ dediği şey kendi başına, ve dolayısıyla kapitalizmden bağımsız ortaya çıkan bir olgu değildir, onu yaratan-ona ihtiyaç duyan ve artık işini (sömürüyü) parlamenter demokrasiyle yürütemeyen kapitalizmdir –burası daha da önemli!-… Ve sizler, ellerini altına koydukları tek bir çakıl taşı bile bulunmayanlar, ne geçmişte ne de şimdi devrim ve sosyalizm mücadelesi adına zerre kadar bedel ödememiş olanlar bizleri, darbe karşıtı olmamakla, sekterlikle, geniş kitlelerle buluşamamakla ve Stalinist olmakla kesinlikle itham edemezsiniz. Ve yine bizler, sizlerin liyakatini kazanmak için, hiçbir işçinin-emekçinin itibar edip de dâhil olmayacağı, tenekelere topluca vurarak, düdük öttürerek ‘ses çıkarma’ enteresanlıkları’na, ‘converse’ marka ayakkabı giyerek yukarı-aşağı hoplama biçimlerine ‘devrimci eylem’ adını asla vermeyiz. Eylem, gerçekten devrimci bir teşhir politikası yürüterek -kuyrukçuluktan tamamen bağımsız- bir bilinç yaratabilmek, bunu işçi sınıfına mal edebilmek ve emekçi mahallerindeki yoksulları sokağa çıkarabilmektir, bunun için emek vermektir. Bunu yaptığınız gün, aynı zamanda ‘darbeye-darbelere-darbecilere’ karşı olduğunuz ve mücadele ettiğiniz gündür…
9
HIDIR ATEŞ
Munzur Suyu kan akıyor, baksana!
D
Sizi gidi Genç Siviller sizi! Sizin gibi demokrasi aşıklarını 1 Mayıs’ta Taksim’de, ‘Kirli savaşa hayır!’ eylemlerinde görmek isteriz!
ersim’in içinden akardı Munzur suyu. Beyaz, bembeyaz köpüklü, buz gibi bir su akardı orada. Bahar gelince çoluk çocuk, coşan, aşka gelen o yaşam kaynağının kıyısında kümelenirdi. Çocuklar orada öğrenirdi yüzmeyi ve alabalıklar kıvrak gövdeleriyle kayıp giderdi o buz gibi sularda. Gazetede okudum, orada Munzur’un kıyısında, şirketin güvenlik elemanları vurmuşlar Cafer Dayı ile yanındaki üç keçisini. Mahkemesi çok da uzun sürmedi 2020 yılında epey hızlı çalışmaktaydı adalet sistemi. Olması gereken olmuştu. Şirketin suyunu, babasının malı zanneden seksen küsur yaşındaki Cafer Dayı vurulmuştu sol memesinin yanına değen kurşunla. Cafer Dayı, orada doğdu, doğduğunda duyduğu ilk ses belki de Munzur’un sesiydi. Suyun, Munzur’un başka birilerine ait olduğunu nereden bilecekti.Olup bitenler akla uygun değildi ki.Güneş, her sabah bir kez daha yaşamı uyandıran güneş nasıl kimseye ait değilse,Munzur’da kimseye ait olamazdı çünkü o herkesin suyuydu. Water Resources şirketinin avukatı pek yaman savunmuştu Cafer Dayının katilini. Water Resources şirketi tarafından işletilen Munzur Suyu’nun kıyısında izin almaksızın keçilerini otlatan şahsın ‘şirkete ait özel mülke girmek suretiyle’ yasaları ısrarla çiğnediği açık değil miydi? Yağmur suyu toplamanın dahi suç sayıldığı bir dünyada yaşadığımızın farkında değilseniz, kurgu size masalımsı gelecektir. Fakat dünyanın pek çok yerinde kâr peşinde koşan şirketler çoktan su kaynaklarını tekellerine almanın peşine düştü. Serçelerin dahi su içmek için karşılığını ödemek zorunda kalacağı lanetli bir gelecek inşa ediliyor adım adım.
…
Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz ve ekibi uzunca süren bir çalışmanın ardından nihayet Ergenekon iddianamesini tamamlayıp mahkemeye sundu. Bu konu televizyonlarda, gazetelerde gündemi işgal etmeye devam ediyor. Anlaşılan o ki, toplum bu dava üzerinden iki kısma ayrılmış durumda. Kalabalık sayfalı iddianame vasat bir polisiye kurguya sahipmiş gibi görünüyor. Öte yandan, görünen o ki, gözaltına alınan ya da sanık sıfatıyla davada taraf olanlardan bazıları hiç de sütten çıkmış ak kaşık değil. Eski askerlerden ve sivillerden oluşan organize bir yapının uzunca bir süreden beri askeri bir darbenin önünü açmak için etkinlik gösterdiği anlaşılıyor. Bu durum bu topraklar için alışılmamış bir iş değil. Ordunun vesayeti kırık dökük demokrasimizin üzerinde eskiden beri süregelmektedir. Bu nedenden ötürü de, bir kez daha askerler durumdan vazife çıkarıyorsa, yadırganamaz. Bu iddianameyi hazırlayan savcılar keşke Ahmet Ümit’in epey zeka yüklü polisiye romanlarını okusaydılar. Daha inandırıcı, tutarlı bir metin ortaya koyabilirlerdi. Kuyruğu birbirine değmesi mantıklı görünmeyen olay ve kişiler arasında zorlama bağlantılar bolca var. Bu arada epey de gerçek var ama kötü kurulmuş iddianame sayesinde büyük olasılıkla sanıklar paçayı kurtaracak… Belki de saflık bizde; eğer amaç sadece karşı tarafa gözdağı vermekse zayıf iddianame hazırlamak daha
10
mantıklı bir tutum olacaktır. Geçmiş yıllarda bir askeri darbe için toplumsal destek sağlamak uğruna organize katliamlar yapıldığı hepimizin malumu. Huylu huyundan durup dururken neden vazgeçsin ki? ‘Sarıkız’, ‘Ayışığı’, ‘Eldiven’ gibi darbe isimleri ortalıkta dolaşıp duruyor ama ortada bir sorun var. Eskiden olsa darbeyi çoktan yapmış olacak olanlar, başarısız bir performans sergiliyor. Acaba asıl sorun darbe öncesi tatbikat yapma olanağının olmaması mıdır? Darbelerin tarihini bilenler bilirler ki, bu cennet vatanda darbe yapmak isteyenler, Beyaz Saray’da Başkan ile bir acı neskafe içmiş olmalıdır, aksi halde darbe yapmak ancak bir fantezi olmaya mahkum kalır. Ah! Nerede o gönlünce darbe yapılan günler!.. Bu işe yeltenenler Başbakanın sıkça Beyaz Saray’da ‘Başkan’ ile baş başa bol köpüklü neskafe içtiklerini neden görmemezlikten geliyor ki? Uzun lafın kısası dünya kapitalist sistemi ile uyumu savunan, sapına kadar özelleştirmeci AKP karşısında durabilmek çok zor bu sıralar. Zaten asker de bu vaziyeti nerdeyse kavramış olduğu için darbe yapma konusunda nihai kararı vermek için papatya falı analiz metodunu kullanıyor olsa gerek. “Komünizm gelecek,” diye 12 Eylül’de tepemizde bitenler bu kez darbe konusunda hem fikir olamamış vaziyette. Şimdi karşımızda o bilinen soru var; “Ne olacak bu memleketin hali?” Hükümet ülkeyi yönetmede ciddi zorluklar yaşamaya devam ediyor, yüzde 47 ile neredeyse dokunulmaz olduğuna inanmaya başlayan iktidar partisi Anayasa Mahkemesi ile iki ileri bir geri oyununu sürdürüyor. Ülkede durum bu kadar karışık iken acaba bize ne yapmak düşecek? Çocukları toplayıp ‘darbe karşıtı’ olduğunu ileri süren her toplantıya, gösteriye, panele intikal mi etmeliyiz? Ya da, “Tez yetişin! Laiklik elde gitmek üzere!” diyerek AKP ve darbe ikileminde kendimize bir yer mi beğenmeliyiz? Mesela bazı yazarlar darbeye karşı açıkça AKP saflarında yer almak gerektiğini, bunun sol bir tutum olduğunu ileri sürüyor ve buna uygun davranıyor. Bir süre önce bu türden eylemlere kendine ‘Troçkist’ diyen bir grubun katıldığını da basından izledik. ‘Genç Siviller’ adlı grup darbeye karşı bayrak açmış orada burada demokrasiyi savunmak için
toplantı ve yürüyüşler düzenliyor. Sıfır risk içeren sosyal etkinlikte yer almak isteyenler için kaçırılmaz fırsat! Bu etkinliklerde ne polis, ne de jandarma sizi rahatsız etmeyecektir. Sayıca bol gazete ve televizyon kanallarında haber olma ihtimaliniz de yüksektir. Size neden eyleme katıldığınızı soran acar muhabirlere en afili pozunuzu takınarak, “Demokrasiyi savunmak için buradayım, darbeye hayır demek için buradayım,” yanıtını verebilirsiniz. Sizi gidi Genç Siviller sizi! Sizin gibi demokrasi aşıklarını 1 Mayıs’ta Taksim’de, işçi direnişlerinde, ‘Kirli savaşa hayır!’ eylemlerinde görmek isteriz. Biliyorum programınız pek dolu ama… Yapın artık bir insanlık… Öte yandan, liberal, muhafazakar, milliyetçi kalemler şu aralar kafayı sosyalistlere takmış durumda. Sosyalistlerin neden Susurluk örneğinde olduğu gibi aktif tutum sergilemediğini soruyorlar ve sosyalistlerin sürece müdahale etmemesinden ötürü pek de mutsuz görünüyorlar. Sosyalist solun AKP’nin safına girmesini arzulayanlar sosyalistleri tümünü biraz saf sanıyorlar galiba. Askeri darbeye karşı olmak için sosyalist solun sığınacağı bir dinci burjuva partisine neden ihtiyacı olsun ki? Sosyalist aydınlar, gruplar, yapılar olanak buldukları zeminlerde askeri darbe karşıtı olduklarını zaten dile getiriyor. Sosyalistler onun bunun ideolojisinin ‘ofis boy’u değildir ki, her ‘hıyarım var’ diyene tuzluk alıp seyirsinler. Eğer ‘aşırı doz demokrat’ AKP elindeki devlet gücünü sosyalistlere karşı acımasızca kullanmamış olsaydı, AKP’nin demokratlığına inanacak safların sayısı artabilirdi. Ama hatırladığımız kadarıyla 1 Mayıs 2008’de Taksim’i işçi sınıfına dar eden, Tuzla tersanelerini işçiler için cehennem haline gelmesine karşı durmayan, Hayat TV adlı sosyalist kanala tahammül edemeyen AKP’nin ta kendisidir. Durum böyle iken kalkıp AKP ile tangoya yeltenmek akla ziyan bir hal olmaz mı? Peki neden 70’lerde çokça yapıldığı gibi sol ile milliyetçilik arası bir dil tutturmayalım? İşin doğrusu şu ki ‘sol’ denilen genel kategori içinde böyle bir eğilime sahip epey insan var. ABD ve AB yanlısı AKP ye karşı, Rusya, Çin, İran yanlısı ‘nasyonal sol’ fena mı olur? Bu projenin de epey taraftarı türedi ancak projenin ufak tefek arızaları var. Rusya ve Çin hiç de bu projeye ilgili değil. İran meselesine gelince, durum
biraz komik çünkü ılımlı İslam’dan kaçarken radikal İslam’a tutulma riski var. Siyaset sahnesinde işçi sınıfı etkin bir unsur olmayınca onun ideolojisinden esinlenmiş aydınların sosyalizm ile nasyonalizm arasında koşturması, Kemalizmde muhteşem yenilikler bulması, onu fena halde anti-emperyalist ilan etmesi şaşırtıcı değil ki. Şimdi de kalkıp bizim egemen sınıfların arasındaki patırtıya malzeme olmamızı istiyorlar. Para, güç ellerinde; fiyatını ödeyip onlar için yazmaya hazır ‘azıcık solcu’ adamlar zaten buluyorlar. Ama bunun yeterli gelmediği anlaşılıyor. Bu zamanlar zor zamanlardır, insan yalnız kalınca arkadaş, dost seçiminde daha az seçici oluyor. Normal zamanda selam vermek istemediğimiz kimselere ancak mecbur kalınca gülümseriz. Siyasal aktörler de bu yöntemi kullanıyor. 12 Eylül de sola karşı ‘sınırsız bir sevgi’ duyduğunu etkinlikleriyle ortaya koyan darbecilerin uzantıları, bu aralar yanağımızdan makas almaya çalışıyorlar. Paşaları savunmaya hiç ama hiç niyetimiz yok. Veli Küçük için de göz yaşı dökecek değiliz.
…
Rusya, Çin,İran yanlısı bir siyaset öneren bu şekilde ‘bağımsız’ olmaya çalışan neo-sol milliyetçiler, anlaşılan o ki, ordudan da yer yer destek bulabiliyor. Demek ki ordu anti-AB, anti-ABD. Ne muhteşem bir çıkarım! Hatta buradan yola çıkarak ordunun antiemperyalist olduğunu da ileri sürebiliriz. Fikir değil ortaya salata, ne istersen ekle… Basit bir ifadeyi tekrarlamak gerekiyor.Kapitalist sistemle uyum içimde yaşayan ve yaşamak isteyen bir anlayıştan anti-emperyalizm üretmek akla ziyan bir durumdur. Karınca neden tavuk doğursun ki? Olmayacak işlere yeltenmek insanı komik hale sokuyor. Ordunun kapitalizme kökten karşı olduğunu ileri süresim geliyor ama aklıma ING Bank olarak sahnede yer alan Oyakbank gelince susuyorum. Yine hafızam beni yanıltmıyorsa 12 Eylül darbesine övgüler düzen Karl Marx değil Vehbi Koç idi. Rusya, Çin, İran gibi ülkeler demokratik, insan haklarına saygılı, emeğe saygılı ülkeler midir? Ya da bu ülkeler anti-kapitalist midir ki bunlarla yapılacak işbirliğinden anti-emperyalizm doğsun? Alışkanlık işte, buram buram anti-kapitalizm kokusu almayınca bir şüphe duygusu kaplıyor içimizi. Elalemin siyasi oyunlarına alet olmamak için bize miras kalan önermelere sarılıyoruz.
…
Munzur’un kıyısında, keçileri ile beraber uzanıp yatan, kanı Munzur’a karışan Cafer Dayı için ölüm dışında bir seçenek yaratma projesi olanlarla aynı safta olmak isteriz. Her kaynağı özelleştirip insanı yok eden bu lanetli sistemle hesaplaşmak isteyenlerle aynı safta olmak isteriz. Onların istedikleri demokrasi de, laiklik de, özgürlük de başka türlü bir şey ve hiç de bizim istediğimiz değil. Ne diyelim sizin demokrasiniz size, bizim demokrasimiz bizedir.
…
Munzur’da keçiler özgür olmalı, Cafer Dayı’dan da uzak durun…
HAKAN KURTULDU
hakan_kurtuldu@hotmail.com
Akıl, akıl, gel hareketime katıl!
Vatan İçin Can Verenler Federasyonu, Anadolu Aslanları İş Adamları Derneği Bülbülzade Eğitim Sağlık Vakfı, WONDER Uluslararası Öğrenci Aktivitelerini Destekleme Derneği, Bayrampaşa Yeşil Camii İlme Hizmet Vakfı, Hayır Kapısı Muhtaçlara Yardım Derneği, Keleş Dedeler Yardımlaşma Derneği... Birleşmişler, Ortak Akıl olmuşlar! Akla gel!..
B
en anlamadım ki arkadaş, nedir bu ‘bilbort’ olayı bu memlekette? Geçen ay ‘güneş’ dediler ‘bulut’ dediler trafikte sağlam araba kalmadı. Efendiler siyasi polemiklerini ‘bilbort’lara taşıyınca yol üstü arkadan dokundurmalı kazalar artmış. Millet “Bi ‘bilbort’ okuyayım da şu başım göğe bi ersin,” düsturuyla hareket edince hiç frene dokunan olmamış. Oto sanayii araba dolmuş. Yarısının arka camında ‘Atam izindeyiz’ yazıyor yarısının ‘Durmak yok yola devam’… Memlekette az kepazelik varmış gibi yine ‘bilbort’lar aracılığıyla yeni bir ‘hareket’ duyurdu ismini: Ortak Akıl Hareketi (OAH)… Size ‘OHA’ dedirtebilecek bir hareket, uyarırım... Bu ‘akıl-akıl’ hareketini biraz inceleme fırsatı bulduğunuzda aklınızı yememeniz için çok sabırlı olmanızı salık veririm. Bu ‘akıl-akıl’cıların basbayağı bir ‘menifesto’ları, bileşenleri, üleşenleri vesaireleri var. Tabii ki olacak demeyin, gelin isterseniz hep birlikte satır aralarını okuyalım… ‘Ortak akıl akıl’ hareketi manifestosu tahmin edebileceğiniz gibi, “Avrupa da bir hayalet dolaşıyor,” diye başlamıyor. Başlangıç cümlesinin özenle seçildiği belli: “Dünyanın ve özellikle Ortadoğu’nun yeniden şekillendiği bu günlerde, Türkiye’nin de yeni bir bakışa ihtiyacı olduğu açıktır.” Bu cümlenin en can alıcı noktası Ortadoğu’nun yeniden şekillendiril-diği gerçeğidir.Amerikan emperyalizmi Irak’a ‘çökmüş’, milyonlarla ifade edilen insan boğazlamış, İngiliz askerlerinin 5 yaşındaki çocuğu taciz ettikleri haberleri hâlâ adayı çalkalamakta. Beş milyon çocuk yetim, yüzbinlerce sivil sizlere ömür...
Civil civil OHA!
Eğer şekillenmeden bahsettiğiniz bu ise doğru söylüyorsunuz. Türkiye’nin yanı başında onar onar ölen her milliyetten insan için Türkiye’nin yeni bir bakışa ihtiyacı vardır. Ama bu bakışın OAH ya da benzeri parlatılmış ‘civil klüp’ler tarafından asla oluşturulamayacağını çok iyi biliyoruz… Kolpa manifestonun devamında şunlar yazıyor çünkü: “Dünyaya ve bölgeye dair yaklaşımları, komşularıyla ilişkileri, kendi içinde artık kangren haline gelmeye yüz tutmuş yaralarıyla Türkiye, sadece uluslararası alanda güçlü bir aktör olmak ve yeni siyasetleri etkilemek bir yana, mevcut varlığını ve bütünlüğünü korumaktan bile mahrum kalabilir…” İşte tehdit, provokasyon ve ‘din elden gidiyor’un, memleket elden gidiyor versiyonu. Bu itirazı tutuklanmadık ‘ulusalcı’ kalmadığından dolayı kademeye girip biz yapıyor değiliz. İlk bakışta bu satırların muhatabı ‘ulusalcı’, ‘Ergenekoncu’ güruh gibi görünebilir. Ama bu toprakların ve üstünde üretilen tüm değerlerin sahibi olan emek
paşaları? Hepsi ömürlerinin geri kalanını sefada yaşadı. Madem demokratsın, aslansın, darbe yapmaya yeltenmiş emeklilerle uğraşacağına, yapmışı var, al Evreni ve şürekasını ver hakkını. Tabii yerse!
Keleş dedeler!
tarafının da söyleyeceği sözler var elbet. Önce şu kolpa ‘manifesto’dan devam ediyorum: “Tüm insanlar özgür, değer ve hak bakımından eşit olarak doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler. Birbirlerine karşı kardeşlik düşünceleriyle davranmalıdırlar. Herkes; ırkına, rengine, cinsiyetine, diline, dinine, siyasal ya da başka inançlarına bakılmaksızın eşit haklara sahiptir. İnsanlar ulusal ve toplumsal kökenleri, zenginlikleri, doğuştan getirdikleri farklılıkları ya da herhangi başka bir ayrım gözetilmeksizin tüm haklardan ve özgürlüklerden yararlanabilirler.”
Baştan söylesene!..
Tüm insanlar özgür doğarlar ta ki sınıf sendikacılığı yanılgısına düşene dek. Ta ki üniversitelerde harç ödemeye karşı çıkana dek. Hele bir de devrimci olmaya kalktın mı, özgür doğdum falan diyemezsin. “Baştan söyleseydin devrimcilik yapacağını, özgür doğmana izin vermezdik senin,” derler. Değer ve hak bakımından eşit doğarlar, sonra kimileri asgari ücret değerinde olur, kimileri oğluna ‘gemicik’ alabilecek değerde. Sonra renk, ırk, dil önemli değil Afrika kökenli siyahsan Beyoğlu’nda karakolda ölürsün, Kürtsen zahmet etme buraya kadar, köyünde de ölürsün, Tuzla’da işçiysen zaten ölürsün. Yola devam: “Türkiye’de yüzyıllardır bir arada yaşayan insanlar, artık temel özgürlükleri edinme ve kullanma noktasında endişe duymamalıdır. Anadilini geliştirme ve ifade özgürlüğü; farklı dini anlayışlara sahip insanların kendi anlayışlarını özgürce yaşayabilmeleri ve çocuklarına
aktarabilmeleri; dini anlayışlar konusunda devletin bir taraf olarak müdahil olmaması ve insanların nasıl inanacağını, nasıl düşüneceğini, nasıl yaşayacağını belirleme hakkının devlette ve bürokratlarda bulunmadığının tartışmasız kabulü sağlanmalıdır. Böylece, Türkiye’de yaşayan herkesin kendisini anavatanında ve ülkenin gerçek sahibi, ev sahibi emniyeti içinde hissedebilmesi sağlanmalıdır.”
‘Ufku geniş’ solcular...
İşte bizim ‘yeni solcu’ların, ‘uu geniş’lerin, ezbere dayalı sisteme karşı olanların hastası olduğu ‘özgürlük’ ve ‘demokrasi’. Bir arada yaşayalım. Ama beraber çalışmayalım. Sen asgari ücretle ama azami hırsla çalış. Ben bıyık sıvazlayıp patron klüplerinde lobi yapayım. Devlet din işlerine karışmasın, o sadece memleketi pijamayla satsın. Bahsettiğiniz özgürlüğün tanımını kim yapıyorsa ya kafası iyi ya da dangalak. Bu ülkenin çalışanlarının yarısından fazlası sigortasız, iş güvencesiz, ortaçağ koşullarında mesai harcıyor. Sanko holding bir gecede bin adamı işten atıyor. Bu adamların tümü ‘en az üçer çocuk’lu; eh eşi ve kendisini de saydınız mı, 5 bin kişi bir gecede aç kalıyor. ‘Ortak akıl’ bunları akıl edemiyor mu, yoksa beslemesi olduğu iktidardan icazet alamıyor mu? Yürüyelim: “Türkiye’nin sorunlarının çözümü, özgürlüklerin genişletilmesi ile, özgürlük demokrasi ile, demokrasi ise yeni bir anayasa ile sağlanabilir.” 12 Eylül anayasası ile hesaplaşmak onu revize ederek şirinleştirmek ve steril ortamlarda demokrasicilik oynamakla olmaz. ‘Gücünün yettiğine demokrasi’ bu olup bitenin göbek adıdır. Nerede Eylülün ‘şanlı’
OAH bir oluşum ve bileşenleri var demiştik. ‘Destek veren aydınlar’ ve ‘destek veren kuruluşlar’ olarak ayırıp yayınlamışlar. ‘Destek veren aydınlar’a baktığımızda, bir zamanlar Şanar Yurdatapan’ın ‘Pazar yerinde cazgırlık yapamayacak olanların sanatçı geçindiği bir ülke’ başlıklı yazısından dolayı dava açtığı Abdurrahman Dilipak ismini okuyup derhal geçiyorum. Geçerken Şanar Yurdatapan ismi de gözüme takılıyor. Gülümsemek dışında herhangi bir şey yapamıyorum. ‘Sonra da destek veren kuruluşlar’a geçiyorum. Memleket sirke dönmüş haberimiz yok. Kimler var kimler! Yüz binlerce üyeli ‘işçi’ sendikaları konfederasyonu Hak-İş’le, Müstakil Sanayici ve İş Adamları Derneği’ni (MÜSİAD) görüyorum ve içime bir huzur doluyor. Gözlerim kapanıyor ve bir arada yaşamı savunanlar geliyor aklıma. Sonra Vatan İçin Can Verenler Federasyonu’nu okuyorum. Anadolu Aslanları İş Adamları Derneği geliyor sıradan. Hemen geçiyorum Bülbülzade Eğitim Sağlık Vakfı’nı ve meraklanıyorum WONDER Uluslararası Öğrenci Aktivitelerini Destekleme Derneği’ni görünce. Acaba diyorum bu dernek Bayrampaşa Yeşil Camii İlme Hizmet Vakfı ile ortak bir çalışma yürütebilir mi? Ve acaba diyorum Hayır Kapısı Muhtaçlara Yardım Derneği bu projeye destek olur mu? Olmazsa Keleş Dedeler Yardımlaşma Derneği’nden buluruz desteği diye geçiyor içimden… Gülünecek bir şey yok. ‘Kabak gibi’ gerçek bunlar işte. Bahsi geçen dernek/vakıflardaki birkaç badem bıyıklı iktidarın maaşlısı dışında bu olup bitenden haberi olan var mı acaba? Listenin tamamı ‘İslami’ kuruluş… İnsanın aklına şu soru geliyor: Sayın vakıf/dernek yöneticileri bunca yıldır memlekette yaşananlar ‘demokrasi içi’ydi de, şimdi Cumhuriler ampulü söndürmeye kalkınca mı ‘demokrasi dışı’ oldu olup biten? Sadece Haziran–Temmuz döneminde yaşanan iş kazalarında ölen işçi sayısı 20 civarında. Yaralanan işçi sayısı ise 200’ün üstünde. Bunlar ulaşılabilir rakamlar. Gizli kapaklı halledilen raporsuz/evraksız kazalar hariç… Şimdi bunu yıl bazında hesaplarsak 120 ölü, binlerce yaralı yapar. Sermayenin ‘yeşilmiş’ rolü yapan tarafı işçi kıysın, siz de iktidarınızı sağlamlamak için cami dernekleriyle ‘AB demokrasisi’ne entegrasyona çabalayın. Siz öte tarafı garantiye almak için uğraşır görünmeye çalışsanız da, derdiniz bu dünyanın serveti/sermayesi. Siz de artık gölgesini satamayacağınız ağacı kesenlerden misiniz?
11
AHMET DOĞANÇAYIR Çatışmanın taraflarından liberalizmin versiyonları kendi yönetimsel demokrasi özlemlerini AKP üzerinden gerçekleştirmeye çalışırken AKP’ye AB eksenli bir demokrasi hattına girme hedefini koyuyor. Oysa yaşanan mücadele iki otoriter yönetim biçiminin egemenlik mücadelesinden başka bir şey değil...
A
Hukuk ve devlet ne kadar tarafsız?
KP devletin sembolik iktidar makamı olan Cumhurbaşkanlığı kalesine bayrağını dikmeye niyetlendiği günden beri sergilenen mücadele bir ak-kara mücadelesi gibi gösteriliyor. Ya laik cephenin İslam cumhuriyeti girişimine karşı öz savunma mücadelesi ya da AKP’nin ülkeyi demokratikleştirmesinin önünde bariyer olarak duran ‘devlet seçkinleri’nin derin devletle işbirliği içinde demokrasiye karşı suikastı olarak görülüyor, gösteriliyor. Bu kavga aslında egemen sınıflar arasındaki bir iktidar mücadelesi. Ne AKP demokrat, ne de ‘laik Kemalistler’ gerçek anlamda laik. Her iki taraf da kolektif yalanlara dayanıyor. Süren kavganın gerçekte neredeyse yüz yıllık geçmişi var. Kökten devletçilik ile kökten piyasacılık arasında süregelen kavga kendini hukuk üzerinden meşrulaştırıyor. Taraf olan kesimlerce hukukun evrenselliği ve tarafsızlığı üzerinden nutuklar atılıyor. Olan-biten için, Türkiye’de siyaset savaşının hukuk gibi araçlarla sürdürülmesidir, diyebiliriz. Savaşın tarafları medyayı ve savaşın diğer cephelerini de devreye sokuyor. Çatışmanın taraflarından liberalizmin versiyonları ise kendi yönetimsel demokrasi özlemlerini AKP üzerinden gerçekleştirmeye çalışırken AKP’ye AB eksenli bir demokrasi hattına girme hedefini koyuyor. Oysa yaşanan mücadele iki otoriter yönetim biçiminin egemenlik mücadelesinden başka bir şey değil. Öte yandan devletin üretici güçlerin gelişme aşaması ile üretim ilişkileri tarafından belirlenen, topluma egemen olan üretim araçları sahibi sınıfın ortak çıkarlarını ve iradesini temsil eden ve sınıfsal egemenlik ilişkilerini koruyup geliştiren bir politik sınıf örgütlenmesi olduğu gerçeği gizlenip, bir ideolojik jargona indirgeniyor. Bu çerçevede devletin ekonomik üretim sürecini egemen sınıf yararına nasıl düzenleyip geliştirdiği, devletin toplumdaki egemenlik ilişkilerini ‘düzenle bütünleştirme ve zorla bastırma’ teknikleriyle nasıl koruyup sürdürdüğü bir örtü altına gizleniyor. Devleti toplumsal sınıflar üstüne, bir rüya âleminin pembe bulutlarına çıkaran bu burjuva öğretilerinin maddi-ekonomik kökeninde ‘liberal’ ve ‘bireyci’ burjuvazinin siyasal-kamusal iktidarı özel-sivil ekonomik yaşamdan , ‘serbest yarışma pazarından’ kovup tecrit ederek kişiler üstü özerk ‘gece bekçisi devleti’ oluşturması zorunluluğu yatıyor. Kapitalist sömürünün işgücünün serbestçe alımını sağlayan ‘özgür sözleşme’ aracılığı ile işlediği unutulmamalı. İşgücünün serbestçe satılmasını sağlayan özgürlük ve eşitlik efsaneleri kapitalist toplumda siyasal ve hukuksal uu baştanbaşa kaplar. Böylece devletin sınıflar üstülüğü
12
ve tarafsızlığı ile ilgili yanılsama iyice allanıp pullanır. Sermayenin kendi içinde çeşitli hiziplere bölünmüşlüğü bu sınıfın salt kendi düzeninin ekonomik yasaları uğruna değil, fakat aynı zamanda geniş kitlelere karşı bir bütün olarak egemenliğini sürdürebilmesi içinde devleti soyut bir düzeyde kurumlaştırıp özerkleştirmesini gerektirir. Dolayısıyla devlet belli kişilerin, belli bir zümrenin değil de bütün bir sınıfın sömürüsünün devamını sağlamakla görevli kılınacak, sermayenin çelişen öğeleri arasındaki çatlakları yapıştırıp çelişkileri törpüleyecek ve böylece tek, tek sermayedarları olmasa bile bir bütün olarak kapitalist sistemi ve bu sistemden nasiplenenleri koruyup geliştirecektir. İşte bu ‘kişiler üstülük’ de devleti sınıflar üstünde yer alan bir tarafsız hakem görünümüne bürümüştür. Burjuvazi sınıfsal egemenliğini koruyup, sürdürebilmek için egemenliğinin bu özel aracını aynı zamanda meşru, kaçınılmaz, önünde kayıtsız koşulsuz boyun eğilmesi gereken ve korku dayatan ‘bir sınıflar üstü kurum’ olarak sunup göstermeye muhtaçtır. Öyle ki, devletin tarafsızlık maskesini düşürüp onun iç yüzünü, gerçek
sınıfsal içeriğini ve işlevini gün ışığına çıkarabilecek oluşumlar ve gelişimler gözden ve bilinçten uzak tutulabilsin. ‘Gece bekçisi’ ya da değil, sermayenin devlete her zaman ihtiyacı var. *** Burjuva anayasal sistemde kişisel özgürlüğün, basın özgürlüğünün, düşünce açıklama özgürlüğünün, öğretim ve din özgürlüklerinin üzerine bir anayasa giysisi geçirilmiştir. Böylece özgürlükler her çeşit tehlikeden korunurlar. Ancak şu şartla bu haklar kısıtlanmamakla birlikte başkalarının eşit hakları ve kamu güvenliği nedeniyle ya da öteki bireysel özgürlüklerle uyumu sağlayacak yasalar eliyle sınırlanabilir. Demek ki anayasa, işi hep ileride anayasayı uygulamak için çıkarılacak yasalara bırakmaktadır. Bu yasalar öyle düzenlenmiştir ki burjuvazi onlardan yararlanırken öteki sınıfların hakları hiç önemsenmemektedir. Öyle ki bu yapılırken özgürlüklerin anayasal varlıkları hiç zarar görmemiş gibi görünür. Marks Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’inde bunu şöyle anlatıyor: “Bu özgürlüklerin başkaları tarafından kullanılmasını
büsbütün yasakladıkları ve polis tuzağına dönüştürdükleri durumlarda bu iş her zaman anayasa uyarınca ‘kamu güvenliği’ uğruna yani düpedüz burjuvazinin güvenliği uğruna gerçekleştirilir. Anayasanın her maddesi kendi antitezini, yukarı meclisini, aşağı meclisini yani genel kural olarak özgürlüğü, bu kuralın istisnası olarak da özgürlüğün ortadan kaldırılmasını kapsamaktadır. Böylece özgürlük adına saygı gösterilip onun somutlaştırılması hiç kuskusuz yasal yoldan önlendiği sürece özgürlüğün pratik yaşamda yediği darbeler ne denli öldürücü olurlarsa olsunlar, özgürlüğün anayasal varlığı da hiç yara bere almadan olduğu gibi korunmuş gözüküyordu.” Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Devletin sonsuz bir geçmişi yoktur. İşlerini devletsiz yürüten, devletten, devlet gücünden habersiz toplumlar var olmuştur. Devlet, toplumun sınıflara bölünmesi üzerine zorunlu bir şey haline geldi. Sınıfların varlığı zorunluluk olmaktan çıktığında devlet de kaçınılmaz olarak yok olacaktır. Üretimi üreticilerin özgürce ve eşitçe ortaklığı temeli üzerinde yeniden örgütleyen bir toplum, bütün devlet aygıtını antikalar müzesine postalayacaktır. Günümüzün geçerli hukuk ideolojisi ise çağını kapamış, çürüyüp kokuşmuş karşı devrimci bir sınıfın gereksinimlerine ve çıkarlarına hizmet etmektedir. Bu öğreti artık kaynaklandığı toplumsal ilişkileri doğru dürüst gizleyebilmekten acizdir. Kapitalist üretim modeline, yerleşik üretim sistemine uygun düşeni, sermayenin işine geleni meşru kılarken bunun tersinin soruşturulmasına, irdelenmesine asla izin vermemektedir. Bu sınıfsal öğreti geniş kitlelerin bir avuç sermayedarın çıkar ve iradesine bağımlı kılmaya mahkûm etmeyip tam tersine din öğretisi gibi onaylayarak meşrulaştırdığı içindir ki sermaye sınıfı gibi yargılanıp mahkûm edilmeyi hak etmiştir. Şu kesindir ki, üretim araçları üstündeki mülkiyetini yitirmiş olan ve kapitalist üretim çarkları yüzünden mülksüzlüğü sürekli yenilenen işçi sınıfı burjuvazinin hukuki hayalleri aracılığı ile gerçek yaşam durumunu dile getiremez. Bu yaşam durumunu hukukça karatılmış gözlükler kullanmadan, iç yüzleriyle gözlediği zaman tümüyle kavrayabilir. Bu sözlerimizle sosyalistlerin belirli hukuki taleplerde bulunmaktan vazgeçmeleri gerektiğini söylemiyoruz. Elbette aktif bir sosyalist parti bütün siyasi partiler gibi bu hukuki talepler var olmaksızın düşünülemez. Bir sınıfın ortak yararlarından çıkan talepler ancak bu sınıfın siyasal iktidarı fethetmesi ve taleplerine yasalar kılığında genel bir yürürlük sağlaması sayesinde gerçekleşebilir…
SITKI DEMİRKAN-KASABA NOTLARI Sözün özü, sadakat duygusuyla bağlı olduğumuz rakı markamız bile amerikalılara satıldıktan sonra üstüne ne söylesek boş. “Memleket elden gitti!” derken boşuna söz tüketmiyoruz da, bu Ergenekon tırsaklığı dilimizi kolumuzu bağlıyor...
G
Hay ergeninizi, konunuzu!..
ene bir geyiğe sardırdık ‘Gündem’ başlığı altında ya, Allah sonumuzu hayra çıkarsın. Yatıyoruz Ergenekon, kalkıyoruz Ergenekon. Başta ben ve solculuğu benim kadar sığ olan lümpen güruhu, hadiseyi çağrıştırdıkları ile alakalı, faşik bi şey sandık ama Vehbi’nin kerrakesi gözünün üstünde kıl öbeği bulunanın derdest edilmesi gibi bi mecraya dökülünce “N’oluyoz lan?” endişesine kapıldık. Hakikatten n’oluyoz lan? Hiçbir fikri özelliği birbiri ile yan yana gelemeyecek, gelmemesi gereken bir alay zevat aynı organizasyona iştirak etmiş olabilir mi sahiden? İsnat edilen suç da az buz değil ha, ‘memleketin gidişatına ayar vermek!’ He, hepimizin ikinci dubleden sonra böylesi bir çakrası açılır orası ayrı. Şişenin dibi bulunana dek de türlü organizasyonlarla memleketi defaatle kurtarırız. Asmalı kesmeli binbir türlü senaryoyla binbir sülüğü defederiz sırtımızdan. Velakin, tüm bu ihtilalî faaliyetlerimizin alanı rakı sofralarıyla sınırlıdır. Sabah olup ayaklarımız suya eriştiği vakit hepimizin malumudur ki tüm bu ittihat, bütün bu terakki anason kokusuna karışıp uçup gitmiştir zihinlerimizden. Bugüne kadar da bu koca koca lafları etmiş olmaktan hiçbir şekilde çekinmemiştik. Fakat bu son bir senedir, hangi kritere uyduğunu anlamadığımız şekilde uçanın kaçanın içeri alınması, bünyede hafiften bir kıllanma uyandırdı. Şimdi ikinci dubleler yarıdan aşağı eksildiği vakit herkes birbirini kolluyor. Malum parola; “N’olacak lan bu memleketin hali” gongu duyulduğu andan itibaren de ; “Şşşş, akıllı ol, konmayalım ergene, başka dallarda tüneyelim!” uyarısı ile mevzu değiştiriliyor. Belki de istenen tam olarak budur, diye düşünmeden edemiyor insan. İki-üç paşanın kendi dekmancılık oyunlarının üstüne mal bulmuş mağribi gibi atlayan ‘bağımsız yargı’; düzene aykırı iki laf edeni ergene konduruyor gibi görüküyor. Ki böylelikle sizin bizim gibi düzüldüğünün ayırdında olan üç beş aklı evvelin de tavşan boku misali kokmaz bulaşmaz kıvama erdirilmesi amaçlanıyor. Çünkü ister istemez tırsıyoruz iki lafın belini kırmaktan. Devir Abdülhamit devri gibi de değil ki jurnalcileri kestirelim. Her nesne jurnal vazifesi görebiliyor. Cep telefonundan güvenlik kamerasına varasıya seç, beğen, al. Hal böyle olunca da yurdum insanının, “Aman abi neme lazım, ben mi kurtaracam memleketi?!” felsefesi
devreye giriyor ve herkes olabildiğince uzak duruyor siyaset arenasından…
Eline imbik geçen...
Adı geçen ‘arena’nın en hararetli sahnesi rakı sofralarının ana mevzuu da ‘Hangi rakı daha iyi, hangisinden uzak durulması gerekiyor?’ tartışmasından öteye geçmiyor. Bizim gibi yıllarca Tekel’in takdir buyurduğu sıvıları, özelliği ne olursa olsun tevekkülle tüketen kesim, bu seçenek çeşitliliği karşısında kelimenin tam manasıyla ‘apışmış’ durumda. Anason kokusunu dimağımızda keyif olgusuyla eşleştirdiğimizden bu yana bi türlü halledemediğimiz bu lezzet istikrarsızlığı insanı gerçekten rahatsız ediyor, daha doğrusu, ediyordu. Şimdiki şaşkınlıkla kıyaslandığında o rahatsızlık hissini insan hasretle yad ediyor. Tekel’in rakı üretimi yaptığı üç beş fabrikanın, işlediği üzümden kullandığı suya kadar farklılık arz eden yönlerinin sebep olduğu ayarsızlık; bugünün zihin bulantısından binlerce kat evla idi. Bu özelleştirme dalgası rakı piyasasını vurduğundan bu yana eline imbik geçiren rakı üretir oldu. Hayır, hangi normlara uyduklarını, hangi ölçüleri uyguladıklarını sezinleyebilsek pek problem olmayacak aslında. Fakat
yahşi kapitalizm denen meretin bünyede yarattığı işkil, piyasaya rakı diye sürülen her yeni şişeye karşı, “Zaman kötü, kolla gözü!” kalkanıyla el sürmeme refleksini zorunluyor. Yanılıp da mecbur kaldığımız olmuyor mu? Oluyor. Bi lokantaya gidiyorsun, abilerin yaptıkları anlaşmaya binaen bu abuk rakılardan biri geliveriyor masaya. Bi de hin olacak adam çarpacaklar ya, son derece zevksiz karafakilere doldurup getiriyorlar ki markaya kıllanmayalım. İçerken ayrı dert, lezzet yoksunu bi şey olmasından ziyade, efendi gibi rakı içmeyi iftihar sayan adam hafif hafif kelle mertebesine yükseliyor. Yalnız başımıza demlensek gene sorun değil de, e, eş dost bulunan bir ortamda esriklenince de, “Ulan acaba bi dallamalık yapar mıyım?” tedirginliği huzursuzluk yaratıyor. Kaldı ki insanın içten içe bu sorguya maruz bırakması kendisini, dallamalık olgusuyla birebir örtüşür herhalde. Esas şenlikse ertesi sabah yaşananlar... Bi kere baş ağrısı Tanrı buyruğu, tarifi mümkün değil. Midenin hali içler acısı, iştahtan yana hatta gereksizce hiçbir sorunu olmayan bendeniz dahi, her türlü geviş ihtimalinden ürker bir halet-i ruhiyeye bürünüyorum. Cümle içerisinde geçen kahvaltı, peynir, zeytin gibi kelimeler direkt mide sıvısı devinimlerine yol açıyor. Akşama kadar gelsin orta kahve, gitsin neskahve. Elemanın sorduğu, “Abi sütlü mü, sade mi?” sorusu bile binbir güçlükle bertaraf ediliyor. Sizin anlayacağınız; keçinin bilmediği ot karnını ağrıtır hesabı, bilmediğimiz aslanların sütü, karnımız da
dahil olmak üzere birçok noktaya ağrı vurduruyor. İşin piyasa boyutu apayrı bir hengame silsilesi. Saçmasalak amerikan usulü pazarlama zihniyetine sarılmayı marifet bilen şirketler, dangalakça bir jargon geliştirmişler. Düsturları; “Hep satış, daima satış!” İyi de herkes bunların hedeflediği satış potansiyeline sahip olsa memleket zaten gül gülistan olur. O zaman ‘dertlenip kederlenip içelim açılalım’ deryalarına dalmayız. Yahu içmemize gerek kalmaz hakketen. Otuzbeşbin nüfuslu kasabamda eşikteki, beşikteki ne kadar eleman varsa sabah akşam çilingire yazılmış olması gerekiyor o miktarda tüketim için... Böylesi bi’şeyin imkansızlığı dank edince kafalarına, ‘en alttaki ezilsin’ terbiyesizliğini mecburiyet olarak algılıyorlar. Onlar kendi en alt satış elemanlarına yükleniyorlar, “Bu arabadaki kolilerce rakı bitmeden paydos yok!” diye. Elemanlar bakkal-çakkalı boğuntuya getiriyor, “Abi gözünü seveyim iki koli al be!” diye. E bakkal şahıs çakkallığının icabınca sevmeyeceği eşeğin önüne ot atmama gayreti içerisinde. Talep üstüne talep bindiriyor: “Senin markana kıyak geçeceğim, satış önceliği sağlayacağım ama sen de dükkanı fıstık yeşiline boyayacaksın”dan, bedelsiz mal talebine kadar, isterim de isterim. Anlaşma sağlanıp istekler karşılanınca da bu akit sadece şifahi olduğu için iki yetmişlik şişe fazla veren marka öne geçiyor. Şifahi olmak zorunda çünkü rekabet kurulu diye bir Demokles Kılıcı keser atar vaziyette aportta. Lokantalardaki akitler de aynı minval üzre gelişiyor, “Abi benim rakımı sat,” diye ocağına düşen pazarlamacıyı iliğine kemiğine kadar sömürüp perdesinden garson gömleğine bir alay tefrişi tekmilleyen uyanık patronlar “Müşterinin talebi esastır” diyerek yan çiziveriyorlar. Bi lokantaya oturuyorsun, küllükler rakı markalı, tuzluklar ayrı bir rakıcıdan, ıslak mendil başka birinden, kadehler obirinden panayır gibi mübarek. Sözün özü sadakat duygusuyla bağlı olduğumuz rakı markamız bile amerikalılara satıldıktan sonra üstüne ne söylesek boş. Memleket elden gitti derken boşuna söz tüketmiyoruz da bu Ergenekon tırsaklığı dilimizi kolumuzu bağlıyor. Şimdi ben bunları dile getirdim diye beni de alırlarsa içeri siz saygıdeğer okuyucularımızdan haftada üç tane temiz don ve bir karton kısa samsun eşliğinde ziyaret temenni ediyorum. Ben anlamam öyle gaza gelmeseydin sen de kardeşim kıvırmalarından, bana bakacaksınız!..
13
Helsinki yurttaşı solculuk öğretiyor M urat Belge Helsinki yurttaşı olalıberi zihni açıldı. Liberalizmin faziletlerini, düşünceye atfettiği kutsiyeti keşfedişi, Avrupa Birliği’nin kesesinin ağzını açışıyla aynı döneme denk gelir. Tesadüf bu ya… Eskiden Radikal bir demokrattı, şimdi artık Taraf tutar oldu. Günümüzün en möhhim yanaştırmacı gazetecilerinden Yasemin Çongar’a ayrılan sayfanın kıyısına iliştirilmiş köşesinde, sevimli vesikalığıyla karşılar okurunu. Orada kafasına göre, bütçesi elverdiğince solculuk tanımları geliştirir oldu son zamanlarda. (Malumunuzdur, eskiden beri bir sol tahliller yapar ki, kendisini okuyunca benim diyen Leninist şöyle bir sarsılır, hemen “liberalizmle kendi sentezini” yapar. Hah şöylee, dünyayı daha iyi anlar.) Önce ‘Eski Solcu’ yazısıyla biz tırnak içindeki solcuların ideolojik konformizmine ilerici bir çomak soktu, hemen ardından 19 Temmuz 2008 tarihli ‘“Sol” ve Ergenekon’ adlı beyin hummasıyla bir bir sorunlarımızı anlattı bizlere Helsinki yurttaşı. Bahsettiğim bu son yazının ana fikri şu: Komünistler, faşistler bir yana, liberaller öbür yana. Sonra almış sazı eline, vermiş beline beline. Mesela bak, möhhim bir sorunumuza dikkat çekmiş: “[İkinci sorun] Türkiye “sol”un bütün kollarıyla “devletçilik”, “antiemperyalizm” gibi şeyleri adamakıllı içselleştirmiş, benimsemiş olmasıdır.” Evet cümle bozuk ama içeriğini anlamışsızdır. Ben bir özet geçeyim: “Sol”un sorunu, anti-emperyalist olmasıdır. Hele hele! “Eskiden de ‘yeni solcu’ idim, şimdi de öyleyim” diyerek solcu hesabından ilericilik havale etmeye çalışan Helsinki yurttaşı, yeni bir “emperyalist sol” tanımına girişecek yakında ki, o gün bizim bittiğimiz gündür. Titre ey ortodoks. Hala bu ne sınıf mınıf! Yakınmış çok; “Dünya Savaşı’nda, Britanya’ya karşı ‘anti-emperyalizm’ yapıyoruz diye, Japon faşizmiyle uzlaşan ‘sol’ önderler görülmüştür, örneğin.” Cilveli tarihin ettiğine bakınız ki, günümüzde de derin devlet artıklarına karşı ‘anti-faşizm’ yapıyorum diye Avrupa ve ABD emperyalizmine yağ yakan ‘sol’ teorisyenler görülmekte, misal. Solcu ya o, faşizmi hiç sevmez. Emperyalizm? Eeh.. Bir düşünür olarak Yurttaşlar Derneği’ne üye olduktan sonra derin derin düşünmeye çok fırsat bulduğu için, Helsinkili solcunun felsefi kavramlarla arası çok sıkı fıkı. Mesela ‘monist’ yapıları hiç sevmez.
14
Ama sola bakarken monist olmakta sakınca yok. Sol tek parça bir bütün ya, hepsinin sorunları ortak: Murat Belge’yle hem fikir olmamak. Belge ki, “yeni dünyada neler olup bittiğini kavramış”, 50x8cm’lik köşesinden kanaat önderliğine anadan doğma soyunmuş bir yurttaş. O sebepten bütün solu ÖDP solcusu sanıp, genellemesinde bir sakınca yok. Belli ki ciğeri yanmış AB patentli solcunun, bak ne diyor: “Türkiye’de ise ’sosyalist‘ grupların çoğu, en ciddi düşmanlarının her türlü liberalizm olduğu konusunda dogmatik bir kararlılık içindedir. Böyle olunca da Ergenekon, liberalizmden daha sevimli bir olgu haline gelebilmektedir.” Hep o mu ‘Sol üzerine tezler’ üretecek, al bizden de bir tane: “Türkiye’de ise ’sol liberal‘ grupların çoğu, en ciddi düşmanlarının her türlü sosyalizm olduğu konusunda dogmatik bir kararlılık içindedir. Böyle olunca da AKP sosyalizmden daha sevimli bir olgu haline gelebilmektedir.” Liberal ya kendisi (hemi de solcu), Ergenekon’u hiç sevmez. Az mı çekti. E, Gladio’yu kim kurdu? Punduna getirse sosyalistler kurdu diyecek. Dediler de zaten, aynı gazetede çalışan Rasim Ozan, “Denizlerin yolu Ergenekon’un yoludur” demedi mi? Belge’nin köşe komşusu, Amerikan salatası Yasemin Çongar, her yazısında Hizbul-kontrayla direnişçi örgütleri kasten bir tutup, “DHKP-C ve PKK’nin Ergenekon’la bağlantısı olabilir,” diye olta atmıyor mu? Peki, Gladio’nun kendisi, ABD liberalizmiyle uydularının ortak bir anti-komünizm çalışması değil mi? Helsinki yurttaşı mücadele tarihini unutalı çok olduğundan herhalde, halkların kadim düşmanını dost sanıyor. Yurttaşın sakalına sürünmeye çalışan Taraf müritleri bunları yutar da, Kızıldere’yi, 17 Nisan’ı, 19 Aralık’ı biz unutur muyuz?.. Maaşını hak etmeye çalışıyor o da sonuçta, kendisi de bir kafa emekçisi. En pespaye Soğuk Savaş taktiklerini kullanmaya da çekinmiyor: Komünistlerle faşistleri bir tut, sonra aradan “bireyin özgürlükleri” bayrağını sallayıp liberalizm, emperyalizm propagandasına giriş. Helsinki yurttaşı, faşizmi hiç sevmiyor ama 12 Eylül’den sonra tasarlanıp uygulamaya konulan ne kadar ekonomi politikası varsa hepsinin en tutarlı sürdürücüsü olan AKP’nin liberal avukatıgillerden kendisi. E sonuçta, liberalizmle kendi sentezini yapmış, “tepeden inmeye hep karşı” bir insan bu yurttaş.
EREN BUĞLALILAR
En Kahraman Rıdvan!.. Taraf Gazetesinin darbe girişimleri ve Ergenekon haber dizilerine başlamasıyloa birlikte, bir grup Taraf okuru da internette mail ve forumlar aracılığıyla yeni bir kampanya başlattılar: “Taraf askeri savcılık tarafından basılacak. Gazetenin bilgisayarlarına aynı Nokta dergisi gibi el konulacak!” kampanyası... Bu duyuruyu yapanlara bakılırsa, tüm demokratlar ve Taraf okurları gazeteleriyle dayanışmalı, gazete kapısında nöbet tutup, “Ya savcı gelirse” diye beklemeli, yanlarında gitar, bağlama, CD, ipod, hoparlör, yiyecek içecek vesaire getirmeli ve vardiya usulü nöbete yatmalılarmış. Ben bu daveti alalı bir aydan fazla oldu, gazeteye baskın filan olmadı. Merak ediyorum, acaba gazete önüne nöbete gidip ateş yakan, gitarıyla Hotel California çalıp söyleyenler oldu mu? Toplanan ‘kitle’ye bakılırsa, olmadı... Bizde gazetecilik hep bir “kahramanlık”, “cesaret”, “petka” söylemiyle özdeşleştirilmekte... “Sıkıysa siz de yazın” tarzı böbürlenmeler sıklıkla zikredilmekte. Oysa ki, ülkemizde pek çok gazete, TV kanalı, radyo istasyonu düzenli olarak savcılık tarafından basılmakta, belgelerine, bilgisayarlarına el konulmakta, gazeteciler de kötü muameleye maruz kalmakta. Ama bu gazeteciler beyaz Türk, paşa torunu veya Robert Kolejli filan olmadıklarından, kimse onları kahraman ilan etmemekte, öyle hak ihlalleri normal seyrinde devam etmekte: Türkiye medyasında bu yılın başından beri 9, geçen yıldan beri de tam 26 kapatma oldu. Sınır Tanımayan Gazeteciler raporuna göre, Recep Tayyip Erdoğan hükümeti döneminde Kürt medyası hiç olmadığı kadar sansür ve cezalarla karşılaşıyor. Yaşamda Demokrasi, YedinciGün, Yaşamda Gündem, Güncel, Azadiya Welat, Gündem, Gerçek Demokrasi, Haftaya Bakış, Toplumsal Demokrasi ve Öteki Bakış gazeteleri art arda kapatma cezaları ile karşılaşıyor. Bu gazetelere sayısız dava açılırken, dağıtımcıları ve muhabirleri de gözaltı Genç ‘fetoş’lar pek neşeli! ve tutuklamalara maruz kalıyor. Halen Türkiye cezaevlerinde en az 24 gazeteci bulunuyor. Bu haliyle Türkiye gazeteciler açısında İran’ı da geride bırakan bölgenin en büyük cezaevi konumunda. Türkiye’de 2008 yılının başından bu yana Kürt medyası 9 kapatma cezası ile karşılaştı. Yılın başından beri haftalık yayın yapan gazete YedinciGün 3 kez kapatılırken, Yaşamda Demokrasi 2, Haftaya Bakış 2, Toplumsal Demokrasi 1 ve Öteki Bakış 1 kez kapatıldı. Mart 2007’den bu yana ise 10 gazete toplam 26 kez kapatıldı...
ESRA ARSAN Gülmekten geberme krizi yahu!.. Başbakan, gidişatı beğenmeyenlere, “Kriz-mıriz... Üç ayda 164 bin otomobil satıldı, ne krizi yahu?!” diye seslendi. Erdoğan, “2002’de satılan otomobil sayısı sadece 91 bin. Peki, 2007 yılında 357 bin adet otomobil satıldı. Bakınız nereden nereye,” dedi. Erdoğan, sözlerine şöyle devam etti: “2002 yılında satılan buzdolabı sayısına bakın, 1 milyon 88 bin adet, 2007 yılında 1 milyon 900 bin adet. 2002 yılında 824 bin adet çamaşır makinesi satılmış, 2007 yılında ise ulaşılan rakam 1 milyon 535 bin. Bunlar ekonomimizin içinden geçtiği yenilenme sürecinin, atılım sürecinin yalnızca birkaç göstergesi. Ben sizlere hem sokaktan, hem de evin içinde bu rakamları veriyorum...”
Milletin cebine zorla tutuşturduğunuz karşılıksız kredi kartları ve yıllarca süren borçlanma programlarıyla siz daha çok otomobil, buzdolabı, çamaşır makinesi satarsınız. Başbakan’a göre, ülkenin borç içinde olması mühim değilmiş, borca bakılarak yapılan değerlendirmeler sağlıklı olmazmış. Borç yiğidin kamçısıymış... Bilgi Genç Haber Ajansı’ndan öğrencilerim, Cumhuriyetin 83. yılında Prof.
Gülten Kazgan’a sormuşlardı, “Kalkınma hedefinin neresindeyiz?” diye... Şöyle demişti hoca: “Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu 1923’ten itibaren bir ülkenin siyasal bağımsızlığının, ekonomisinin sağlamlığına ve gücüne dayanması gerektiğinin bilincindeydi. Ekonomi politikalarını buna göre düzenledi; Osmanlı borçlarını ödedi ve yeni kuşaklara sanayileşen,
tarımı gelişen, vasıflı insan yetiştirmeye dönük bir yapı devretti. Ancak 1980’de dış dünyada başlatılan küreselleşme hareketi Türkiye’ye dayatıldığında; Cumhuri yet döneminin mirası olan kalkınma hedefi, yerini küreselleşme hedefine bıraktı. Ekonomi politikaları, bizim kalkınmaya dönük hedeflerimiz yerine küreselleşme sürecinin getirdiği serbestleşme hedeflerini temel alır oldu. 2000’li yıllarda Türkiye artık kalkınma olgusunu unuttuğu bir noktaya geldi.” Ne diyelim, iyi satışlar... Sokaktan ve evin içinden!..
Bebe Berklerin kazanma oyunu ve Mersinli Ali’nin ÖSS başarısı Biri ABD Princeton Universitesi’inde diğeri Koç Üniversitesi’nde okurken başka işleri güçleri yokmuş gibi bu yıl bir kez daha ÖSS sınavına girip birinci ve yedinci olan Çağrı Berk-Fatih Berk kardeşler pek çoğunuz gibi beni de dumur etti. Babaları doktor Berk Onuk, oğullarının ikisine de kendi adını verdiği yetmezmiş gibi, “Benim yapamadıklarımı onlar yapsın, yüzsünler, gitar çalsınlar, ÖSS’lerde birinci olsunlar” diyerek koyulmuş yola... Sonuçta ürünler ortada: günde 9.5 saat test çözerek ikinci kez girdikleri sınavda hırs yapıp en üst dereceleri kazanmayı başarmışlar. Belli ki, yüzmemiş, gitar çalmamış, kitap okumamış, sinemaya gitmemiş, sevgilileriyle deniz kenarında el ele yürümemiş, babalarının bir sene daha ücretini ödediği dersanelerinde, uyku dışında kalan zamanlarında bol bol test çözüp sınava hazırlanmışlar. Gencecik ömürlerinden tam 2 sene böylece gidivermiş. Öte yandan, Radikal’de yayımlanan bir habere göre, Mersin’in Kumkuyu beldesinde 8 çocuku bir ailenin üyesi Ali Taşar kardeşlerine bakmak için ilkokulu bırakıp çalışmaya başlamış. İlkokul ve liseyi dışarıdan bitirmiş, okul yüzü görmeden ÖSS’ye girmiş... Vee Türkiye 866’ncısı olmuş. Helal olsun!
Tut Ali tut!.. Günlük tut!.. Emekli Paşa Özden Örnek’in günlüklerinin Nokta dergisinde yayımlanmadan çok önce bazı “büyük” gazete ve gazetecilerin de eline geçtiği, lakin yayımlanmadığı söyleniyor. Aaartııı... Günlüklerin sahte olma olasılığı, varolan orijinal günlüklere Paşa’nın iktidar partisi ileri gelenlerine yakın oğlu tarafından copy-paste yöntemiyle ekleme yapıldığı filan iddia ediliyor. Artık ben söyleyenlerin yalancısıyım. Ama tabii düşünüyorum; belki bu nedenledir ki, Ergenekon iddianamesinde şu günlüklerden hiç bahis geçmiyor, kimbilir... Bu günlük olayı bana biraz çetrefil geldi. Hatırlarsınız, 28 Şubat döneminde PKK şeflerinden Şemdin Sakık’a ait olduğu gazete manşetlerinden bas bas iddia edilen ifadeler nedeniyle bazı gazeteciler gözaltına alınmış, sorgulanmış, kimileri işlerini kaybetmiş, zamanın İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı Akın Birdal bir süikasttan ağır yaralı kurtulmuştu... Sonra, bu ifadelerin Sakık’ın orijinal ifade tutanaklarına dönemin paşaları tarafından uydurularak eklendiği ve zorla gazetecilere dikte edildiği anlaşılmıştı. Gazetecilik tarihimizin en kara sayfalarından birine, gazetecilerin isteyerek veya istemeyerek alet oldukları ortaya çıkmıştı. Gazetelerin, gazetecilerin, güç-iktidar savaşında nasıl oyuncak edildiklerine, kullanıldıklarına dair acıklı bir örnekti andıç olayı... Şimdi bu tutanın elinde kalan günlüğün başına da böyle bir akıbetin gelmesinden korkarım... Ve, sağlıklı bir süphecilikle şunu sormak isterim: “Acaba daha önce ellerine ulaşan darbe günlüklerini, diğer gazeteciler doğruluğundan ve orjinalitesinden emin olmadıkları için yayımlamamış olabilirler mi?” Kıssadan hisse: Darbeler kötü, andıçlar kötü, gazeteciler ortada oyuncak.
Gerekli ve gereksiz şeyler... Ergenekon soruşturmasını yürüten İstanbul Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz, Sabah gazetesine verdiği demeçte, hiç kimseyi gereksiz yere gözaltına almadığını savunmuş. Habere göre; Savcı Öz, gözaltılara ilişkin olarak, “Ben hiç kimseyi gereksiz yere gözaltına almadım. Her zaman delillerden yola çıktım, kimseyle husumetim yok. İddianame açıklandığı zaman herkes görecek” demiş. Geçenlerde, bir vatandaşın bilgi edinme yasası kapsamında Emniyet yetkililerine yönelttiği “Emniyetin elinde ne kadar biber gazı mevcut” sorusuna “Yeteri kadar”, “2006 yılında ne kadar biber gazı kullanıldı” sorusuna ise “Gerektiği kadar” şeklinde cevap gelmişti. Altınok, yanıtların ‘muğlak, geçiştirici ve belirsiz’ olduğu gerekçesi Başbakanlık Blgi Edinme
ve Değerlendirme Kurulu’na itiraz etti. Ancak kurul yanıtların yeterli olduğuna karar vererek Altınok’un itirazını reddetti. Sorsanız, bizim ülkede gözaltına alma, tutuklama, işkence etme, eylem yapan yurttaşı coplamada olduğu kadar tarım da, enflasyon da, eğitim de, kültür-sanat da... artık aklınıza ne gelirse hepsi ya gerektiği kadar, ya da yeteri kadar var zaten. Kimsenin de kimseyle hâşâ husumeti yoktur; gül gibi geçinip gidiyoruz işte ülke olarak; aksini söyleyenlerin diline biber gazı süreriz alimallah!
1 YTL’lik ‘konut edindirmeme’ sürprizi... 1987-96 arasında maaşlarımızdan kesilip devlet kasasında değerlendirilen “konut edindirme yardımı” paralarının geri ödemesi 28 temmuz’da başladı. Lakin, anlaşıldı ki, biz bu biriken paralarla konut filan edinemeyeceğiz. Peki, ne yapacağız? Artık bir şişe su mu olur, sandviç mi olur, sevdiklerimize çiçek mi olur... bozdurur
bozdurur harcarız. Ziraat Bankası Genel Müdürü Can Akın Çağlar’ın açıklamasına bakılırsa, toplam KYE ödemesi 2.8 milyar YTL olacak ve alacaklı vatandaşlara 1 YTL ile (yanlış okumadınız “bir” yeni türk lirası) 1391 YTL arasında değişen miktarlarda ödeme yapılacakmış. Birileri bizimle dalga geçiyor galiba.
15
Obama Kudüs’te!
N
asıl bizde evvela bir ABD’ye gidip, büyüklerinin elini öpmeden Başbakan olunamıyorsa, yedi düvelin belalısı ABD’de de kutsal topraklar İsrail’i ziyaret edip, vecibelerini yerine getirmeden Başkan olunamıyor. Haliyle bizim ‘Kunta Kinte’ sandığımız Obama da, ‘hazır Ortadoğu’ya uğramışken’, gidiverdi ‘kutsal topraklar’a. Lakin bu gezide ilk siyahi Amerikan Başkan adayı unvanının yanına, Yahudi takkesi ‘kippa’yı giyen ilk Müslüman kökenli, Hıristiyan olma Başkan adayı unvanını ekleyerek gerekli vecibeleri yerine getirmenin, tabiri caizse, bokunu çıkarttı. En azından bizim kronik Amerikan uşağı siyasetçilerimizden hiçbirinin gidip, gurbet ellerde Gregoryen olduğunu görmedik. (Lan Obama biz seni Kunta Kinte diyip, bağrımıza basmıştık. Robinson; Cuma’yı nasıl sevdiyse öyle sevmiştik. Sen de mi kelek çıktın lan?) Yıllardır havsalamın almadığı bir şey var: Artık nasıl oluyorsa oluyor, istisnalar dışında bir insan hem Müslüman hem de politikacıysa Müslüman kanı dökerek var olan İsrail’i çok seviyor. Kaideyi bozamayacak olan istisna ise, FKÖ’nün ‘bağımsız, demokratik Filistin’ çizgisinden Kudüs’ün ve İsrail’in bölünmez bütünlüğünün yılmaz savunucusu noktasına gelmesi. Bizim Barack Hussain Obama Jr; Müslüman ve politikacı olunca kuralı bozmuyor. Hem de ne politikacı! Halk arasında burjuva politikacılarının en bilinen özelliği, konuştuğu kitleye göre farklı nutuklar atmaktır. Bu; bazısına göre nabza göre şerbet vermek, bazısına göre ise ‘başı ayrı kıçı ayrı oynamak’tır. Bizim Barack; şu ana kadarki performansıyla bu işi en iyi yapanlardan birisi olduğunu kanıtladı. Ortadoğu’da, “Barış!” diye nutuk atar. İçlerinde T.C vatandaşlarının da bulunduğu bir kısım insan bunu yer. Ancak yıllardır Ortadoğu’yu kana bulayan Siyonist İsrail devletinin bekasının savunucusu olduğunu daha Başkan adayı olmadan açıklamış, elini çabuk tutmuştur. Başkanlığın yolu ne de olsa İsrail’den geçmektedir ve kendisi bu hareketiyle İsrail’in ABD büyükelçisinden 10 puanı almıştır. Bush’a Irak’ta içine düşülen batak üzerinden kıyasıya yüklenir ve her fırsatta ‘terörizmle savaş’ı Irak’tan alıp Afganistan’a taşıyacağını söyler. Zor olan savaşı Irak’tan alıp, hop diye Afganistan’a taşımak da değildir. Kaldı ki o işin ‘hop diye’ olmayacağını kendi danışmanları bile söylemektedir. Ayrıca Bush’a yüklenmek de zor bir şey değildir. Zor olan Amerikan Başkan adayı olup da Bush’un İran gündemini ısıtıp ısıtıp durduğu bir süreçte, “Nükleer silah sahibi bir İran’ın bölge için büyük bir tehdit olduğunu” söylemeyi reddetmektir. Obama zor olanı değil, kolayı seçmiş, İran’ın ‘ne de büyük bir tehdit’ olduğunu söylemiştir. Üstelik bu sözler, bölge için gerçek tehdidin, İsrail’in başkentinde sarf edilmiştir. Ayrıca pek çok göçmen; babası Kenyalı bir göçmen olan Obama’nın göçmenlerin çilesini hafifleteceği sanrısında. Kamuoyu araştırmalarına göre çoğu Obama’ya oy verecek. Obama da onlar için elinden geleni yapacağına taahhüt etmekte. Ancak kendisini Demokratlara Başkan adayı olarak öneren Edward Kennedy Senato’ya göçmenlerle ilgili bir yasa tasarısı sundu. Tasarıya
16
göre göçmenler iki grupta sınıflandırılacaklar. Birinci grupta en az 5 yıl ABD’de oturmuş olan, tamamını alması çok zor bazı izinleri almış olması halinde sınırlandırılmış bir yerleşim iznine sahip olanlar. İkinci grupta ise çok az çıkartılan çalışma iznini alamamış, büyük çoğunluğu kendi ülkelerinden firari gelmiş bahtsız bedeviler var. Bunların ise sınır dışı edilmesini öngörüyor tasarı. Obama güler yüzüyle ve rap şarkıcılarına benzer maymunluklarıyla çok güzel kamufle ediyor bütün bunları. Aynı zamanda Müslüman kendisi aslen! Ama kaşla göz arasında bir Hıristiyan tarikatına girecek kadar da uyanık. Bu tarikat siyahi Amerikalıların çoğunlukta olduğu bir tarikat. Tarikatın papazı Reverend Wright ırkçılıkla ilgili konuşmalar yapıyor. Geçmişte yaşanmış ve hâlâ yaşanmakta olan gerçeklerden bahsediyor. Muhafazakar reflekslerini yitirmemiş Amerikalıların tepkisini çekiyor. Bizim sempatik siyah Obama da hemen geçmişe bir sünger çekmek gerektiğini söylüyor. Başkan olmak için Amerika’nın ‘Beyaz krema’sından oy almasa bile onay alması gerekiyor çünkü. Velhasıl burjuva politikacılığının bütün hinliklerini başarıyla sergilemiş olan çifte imanlı, ‘Obamaların Hüseyin’ için bütün bunlar şaşırtıcı değil aslında. Lakin son hareketiyle hepimize, “Yok artık” dedirtti kendisi! Kudüs’te ağlama duvarında başında ‘kippa’ ile dua etmesi sonucunda İsrailli dostlarından 100 üzerinden 120 puan aldığını tahmin etmek hiç zor değil. Benzer bir uyanıklığı ‘big brother’ ABD’ye kaçan Çorumlu Tuncay Güney de yapmıştı. Kameraların önünde doğma büyüme Yahudi olduğunu falan söylemişti. Kendisiyle ilgili sabetayist olduğu iddiaları çıkmıştı. Öyle olup olmadığını bilemem. Bir Yalçın Küçük’e sormak lazım açıkçası. Eğer öyleyse anlaşılabilir bir durum. Ama bizim Obamaların Hüseyin hakikaten, “Yok artık Ali Sami!” dedirtiyor insana. Bu kadar gevezelikten sonra kesin olarak söylenebilecek bir şey varsa o da şudur: Kompela’dan tutun Pascal Nouma’ya nerede bir siyah görse sempati duymuş, bağrına basmış yurdum insanı, şimdilerde aynı sevgiyi Obama’ya gösteriyor. Lakin Obama’nın bu sevgiyi boşa çıkartacağını, tribünlere ‘Hepimiz zenciyiz!’ diye pankart asanların ‘Çarşı Obama’ya karşı!’ pankartı asacaklarını tahmin etmek zor değil. Zira seçim kampanyasını eleştirmek üstüne inşa ettiği savaşçı politikaların aynen devamını savunuyor aslında Obama. ABD eğer işgal politikasına Türkiye’yi eklemleyecekse kendi halkındaki terör korkusunu burada yaratmak mecburiyetinde. Belki de ‘terörist’lerin değil ama ABD’nin gerçekten halkta korku ve panik yaratmaya ihtiyacı vardır. Eğer öyleyse başımıza hiç de hayırlı işler açmayacaktır Obama. Bu bağlamda Güngören’de patlayan bombada ABD parmağı olması mümkün müdür? Bence gayet mümkündür…
COŞKUCAN ÖZKUL
1. Benim de söyleyeceklerim var!.. Efendim Ergenekon davası çerçevesinde gizli tanık müessesinden ben de yararlanmak istiyorum. Versinler bir numara, kuş gibi öteyim. “Yahu nerden çıktı?” demeyin. O kadar sayfa iddianame yazılmış bunların içinde şu meşhur ‘bin tane operasyon’ mevzuunda tek kelime edilmemiş. Saçıgüzel, Zekeriya olan adıgüzel kardeşim savcı Öz sanıyor ki bu operasyonlar basit diş çekimi ya da mide ameliyeleri gibi tıbbi operasyonlar. Ben de düşündüm ki, bu savcımızı birinin uyarması lazım. Ben konuyu biliyorum, şimdi top saçıgüzel savcıda…
2. Yaşasın İtalya!.. Savcım Öz’üm saçıgüzelim iddianamede İtalyan ‘Gladyo’sundan örnek vermiş, hukuk devleti olmak için İtalyanlar gibi yapmak lazım geldiğinden bahsederek demokrasimemokrasi lakırdısı etmiş... İtalyanlara ve İtalyan diline hayranlık seziyorum… Olabilir… De… İtalya saçıgüzelimin düşündüğü gibi bir yer değil onu da söyleyeyim. Berlusconi gibi bir beladan bir türlü kurtulamayan, bin türlü yolsuzluktan kafasını kaldıramayan İtalya, aynı zamanda Irak işgalcisi olarak hangi hukukun devletidir diye de sormak isterim.
3. Atıyosun biraz!.. Saçıgüzelim Öz’üm hiç üşenmemiş Ergenekon silahlarının dökümünü de yapmış. 20-30 el bombası 1 kilo tahrip kalıbı 21 tane tabanca, 4 tane av tüfeği, 3 tane uzun namlulu tüfek… İddianamede demiş ki Savcı Zekeriya, ‘’Ele geçirilen patlayıcı maddeler, suikast silahları, el bombaları ve silahlardan yeterli sayıda elemanının silahlı olduğu anlaşılmaktadır...” Şimdi, iddia nedir? Bu kişiler darbe yapacak, hükümeti devirecek… Değil mi? Şimdi bakın savcımın yeterli bulduğu sayıyı hesaplayalım: 30 el bombası birer birer dağıtılırsa etti mi 30 silahlı adam. 21 tane de tabanca 21 ayrı kişiye verilse, silahlı adam sayısı oldu sana 51. Bütün tüfekleri dağıtsak toplam 58 kişi olur. E 1 kilo tahrip kalıbını da 100’er gramlık paketler halinde 10 kişiye dağıttık mı 68 silahlı adam eder… Valla iyiymiş. Zekeriya diyor ki: “Yeter!” Neye yeter? “Darbeye yeter!” Hiç değilse darbe için ortam yaratmaya, kaos çıkarmaya yeter… Bu zatı muhterem ya darbe görmemiş ya da hiç kötek yememiş…
4. Saklama! Gösterrrr!.. Silah listesi açıkçası pek kabarık olmamış. Şimdi bir örgüt olacak, onun başında Veli Küçük olacak ve silah miktarı topu topu 68 adama yetecek. O da tepeden tırnağa silahlı dediğimiz cinsten değil ha! Bu 68 kişiden dördünün elinde sadece av tüfeği var ve bu av tüfeklerinden biri İlhan Selçuğa ait. Yahu Veli Küçük’ün önceki maceralarını takip edenler, onun testislerine vurulsa o kadar silahın zaten dökülebileceğini bilir be kardeşim!..
BURAK SÖNMEZER
Hızlandırılmıs. Ergenekon kursu 5. Kimyasal Çongar...
Zamane gazetesi Taraf ve onun idarecisi Yasemin Çongar nereden bulduysa Ergenekon örgütünün bazı raporlarını yayınladı. Aynen demişler ki: “Ergenekoncuların raporu hazırlama gerekçesi akıllara durgunluk veriyor. Örgüt kimyasal, nükleer ve biyolojik kitle imha silahları üreterek terör örgütlerini kontrol altına almayı ve ekonomik kazanç elde etmeyi amaçlamış.” Yok deve!.. Şimdi efendim 2 bin 500 sayfalık iddianameye bu mevzu girmiş mi girmemiş mi bilmem. Bilen de zaten pek çıkmaz ama… Mevzu o değil. Mevzu eğitim mevzuu… Bir adama ya da kadına ortaokulda, lisede doğru dürüst matematik, kimya, fizik, biyoloji öğretmeseniz, üzerine üniversite okumasına izin verirseniz, sonra da gazeteci yapar, haber yazdırırsanız; genel yayın yönetmeni yaparsanız ortaya ne çıkar biliyor musunuz?
Geri zekâlı çıkar!.. Sonra gider televizyona der ki, “Çamaşır suyu içen birine hemen tuz ruhu içirirseniz onu kurtarmış olursunuz.” (Bilin bakalım bu yumurtayı kim yumurtlamıştı? Hadi söyleyeyim, İsmet Berkan. Gerçi o üniversite de okumadı ya, neyse…) Şimdi nerden çıktı demeyin. Bu haberi yayınlayan gazetenin tüm çalışanları, istisnasız; gizli bir örgütün, gizli bir tesiste kimyasal silah üretebileceğine, bunu depolayıp saklayabileceğine ve piyasaya sürüp satabileceğine kesinlikle inanıyorlar. Tıpkı televizyondaki genel yayın yönetmeninin çamaşır suyu içen birinin, üzerine tuz ruhu içtiğinde kurtulacağını sandığı gibi. (Not: Çamaşır suyu ya da tuzruhu içen biri ölür. Bunların ikisini birden içen yine ölür.)
6. Çekirge vücudu üzerinde at kafası...
7. Silah ile Külah...
Seneler önce ilk gördüğümde vücuduyla kafasının orantısızlığı hemen dikkatimi çekmişti. “Neye benziyor, neye benziyor?” diye düşünüp durmuştum da 3-5 sene evvel, neye benzediğini bulamasam da kime benzediğini keşfetmiştim. Peyami Safa. Evet Peyami’ye benziyordu… Onun sakallısıydı. Üstelik abuk sabuk politik tutumları da Peyami’yi andırmıyor değildi. Bir nevi fırıldak!.. Troçki’nin temel tezlerini hem reddedip, hem Troçkist olduğunu iddia eden ‘kimlik bunalımı’ndaki bir politik akımın Türkiye temsilcisi. İşçi kitlelerinin yönelimleri değişiyor diye bir o partiye (zamane SHP’si) oy isteyen, bir bu partiye yanaşan (zamanın AKP’si) zattırı zutturu bir siyasi çizginin müellifi. Şimdilerde Taraf yazarı, AKP savunucusu, darbe karşıtı zat... Bu kadar şeyi şunun için yazıyorum. Yeni dikkatimi çekti, üstat Ahmet Haşim, Peyami Safa’nın tipini tarif ederken diyor ki: “Çekirge vücudu üzerine koyulmuş at kafası…” İşte sana Doğan Tarkan!..
Bu Ergenekon tam bir silahlı-külahlı örgüt yalnız!.. Gerçi silah miktarı biraz az ama olsun. Külah yerinde! Örgüt darbe yaparken kullanılmak üzere binlerce kalpak ısmarlamış. Ama küçük bir sorun çıkmış, parasızlıktan kalpakları alamamışlar. Bir taraftan kimyasal silah üretmeye kalkışan Ergenekon külah parasını bulamamış! Ya bunların ayranları yok içmeye tahtırevanla gidiyorlar kabahat yapmaya, ya da birileri kabahat yapar gibi sallayıp duruyor…
8. Müsaadenizle açıklıyorum...
9. Neden 2 bin 500 sayfa?..
Savcım Öz’üm saçıgüzelim tarihle iç içe bir insan olduğunu kanıtladı. Ergenekon’un tarihi ve arkeolojik köklerini de ortaya çıkartmaktan geri kalmadı. Dedi ki, dikkat buyurun, resmi bir iddianamede diyor bunu, yoksa bir bilim kurgu romanında değil, “Ergenekon’un kökeni Agarta’dır.” Agarta da 1000 yıl evvel Orta Asya dağlarındaki gizli bir örgüttür. Kurucuları ise “Mu ve Atlantis’ten” göçen rahiplerdir. Evet, ben şimdi açıklıyorum… Bu örgütün o zamanki silahlı kanadının başında bulunan kişiyi açıklıyorum: Agarta’nın komutanı Conan’dır. Hiç abartmıyorum, iddianameye girmesini talep ediyorum. Atlantis’ten çıkan çılgın Türk Conan’dır… Denizden çıkan buzlu Conan!.. Torunu da ‘büyük Türk porno yıldızı’ Şahin K.’dır; derhal gözaltına alınmalıdır!..
Efendim diğer bir konumuz iddianamenin uzunluğudur. Saçıgüzel savcım Öz aşağı yukarı bir yıl çalışarak 2 bin 500 sayfalık bir iddianame ortaya çıkartmıştır. Bu özellikle taktire şayan bir çalışmadır. 2 bin 500 sayfalık bir yazı yazmak gerçekten zordur. Yalnız bazı problemleri belirtmek gerekir. Öncelikle şunu söyleyeyim bir yazının 2 bin 500 sayfa olması, eğer ansiklopedi gibi bir şey yazmıyorsanız, bir metin niteliğinde olmaz. Hele mahkemeye sunulan bir iddianame asla olamaz. Böyle bir metin, okunmasını, tartışılmasını imkansız kıldığı gibi, ona karşı bir savunmanın kurulmasını da engeller. Zekeriya’nın böyle bir yazı yazıp mahkemeye vermesinin iki sebebi vardır. Birincisi kendiliğinden bir olgudur: Bir iddianame yazmak, bir takım iddiaları yazılı olarak ifade etmek, asgari bir izan gerektirir. Savcı bundan mahrumdur. İkincisi, içinde saçma sapan olgular yığını barındıran bu iddianame, zaten kimseyi cezalandıramayacağını bildiğinden, mahkeme sürecini olabildiğince uzun tutarak, sanıkları böylece cezalandırmayı amaçlamaktadır. Böyle bir iddianame, sadece uzunluğundan dolayı hukuk tarihine değil, olsa olsa Guinness Rekorlar Kitabı’na girebilecek düzeydedir.
10. Kontrgerilla, Ergenekon, Külah!
11. Elit kim?..
Yasemin Çongar yönetimindeki zamane gazetesi Taraf’a tekrar dönüyorum. Bakıyorum ki, Ergenekon kara para aklıyormuş, uyuşturucu trafiğini yönetiyormuş, bir de bolca suikast planlıyormuş. Kardeşim örgüt dediğin cimri olmayacak. Ben onu bilir onu söylerim. O kadar kara para akla, uyuşturucu ticareti yap; efendim militanın kafası mı üşümüş, başına güneş mi geçmiş ilgilenme. Cinayete gelince para var, kalpağa gelince tısss!.. Yalnız burada sevindirici nokta, memlekette kim kara para aklıyor, kim uyuşturucu ticareti yapıyor hepsi aydınlandı. Meğerse ne kadar hukuksuzluk, çetecilik varsa hepsinin altında Ergenekon varmış. Sonra faili meçhuller… Efendim onlar da artık tarihe karışmış vaziyettedir. Yıllardır kontrgerilla’yı suçlayan, JİTEM’den-mitemden bahseden solcu takımına da bu kapak olmuştur.
Bizim kimi solcular fenalık geçirmeye başladı… Diyorlar ki Ergenekon ‘elitler’ arası bir hesaplaşmaymış. Darbeci vesayet rejimi yanlısı elitlerle AKP’ci, liberal ve İslâmcı elitler birbirlerini yok etme mücadelesi içersine girmişler. Solcular da bu durumda darbecilerin yanında yer alamazlarmış. Kolayını da bulmuşlar, Ergenekon denen örgüte karşı yapıldığı söylenen operasyonu eleştirenlere yaftayı yapıştırıyorlar: ‘Milliyetçi’ diyorlar, ‘Veli Küçük taraftarı’ diyorlar. Bakınız, gerçek şudur: Ergenekon davasıyla birlikte kara para aklamadan faili meçhullere kadar egemen sınıfların ve devletin yaptığı bütün pisliklerin üzeri iyice örtülmüş vaziyettedir. “Demokrasi geliyor,” diye toplumun özellikle aydın kesimleri üzerinde askeri bir darbeyi hiç de aratmayan bir baskı kurulmuştur. Sadece Türk Telekom milyon kişinin telefonlarının dinlendiğini açıklamadı mı? Tıpkı Hüseyin Cahit gibi İlhan Selçuk 80’inde içeri alınmadı mı? Üstelik ‘örgüt lideri’ olarak ve ‘örgüt silahı’ olan av tüfeğiyle birlikte… Şimdi kimi solcular ne tür bir tehlikeyle karşı karşıya olduklarının farkında bile değildir. Allah vere de, söyledikleri elit mücadeleleri, cümlemize kilit mücadeleleri haline dönüşmeye…
12. Ergenekon nelere kadir!.. Efenim siz kimle raks ettiğinizi bilmiyorsunuz. Şimdi bakıyorum Ergenekon’un yaptıkları yapacaklarının bir garantisi olsun diye hemen hemen tüm faili meçhulleri kapsayan uzunca bir liste verilmiş. Ama yine de eksik kalmış. Bu örgüt, efenim dikkat buyurunuz, yine ilk kez açıklıyorum, Kennedy suikastının planlayıcısı ve uygulayıcısıdır. Örgüt, Yeltsin vardı ya, onu da zehirlemek suretiyle öldürmüştür. Uğur Mumcu,
Hablemitoğlu suikastlarıyla falan uğraşmayınız. O da bi şey mi? Bu örgüt var ya bu örgüt, kaos yaratmak için Gölcük’e deprem bombası atmıştır kardeşim. Ayakta uyursunuz haberiniz olmaz. NATO üslerini kalpak fırlatmak suretiyle basıp Türkiye’deki Amerikalıların kökünü kazımayı planlayan bir örgütün hangi ülkeleri işgal etmeyi planladığından haberiniz yok mu? Evet bu ifadelerimi pek yakında, fazlası olup azı olmamak şartıyla, iddianamede göreceksiniz, bekleyiniz…
17
istanbul 2010 temizlik operasyonu: “Emperyalizm bugün artık bir ülkeyi, topları ve askerleri ile girip klasik anlamda işgal etmiyor. Yeni sömürgecilik, bugün, uzmanları, kredileri, barış gönüllüleri, üsleri ile yani kendini gizleyerek bir ülkeyi işgal ediyor.” Mahır Çayan perasyon isimleriyle kafanızın karıştığını tahmin ettiğim şu günlerde, bir de ben yeni iki operasyondan söz açarak bu karışıklığı artırmak istemezdim. Ama böyle yapmazsam, geçenlerde yapılan bir tiyatro etkinliği sırasında aklıma takılan ve sonrasında da aşağıda okuyacağınız hale gelen konuları da aktaramamış olacaktım. Sözü uzatmayayım, bu iki yeni operasyondan birisi Kentsel Dönüşüm, diğeri de Kültür Başkenti. Nasıl, bunları daha önceden duydunuz mu? Hem de bunlar birer operasyon değil de proje mi? İstanbul’un bilinir ve turizm açısından tercih edilir olması için bu tür projeler önemli ve gerekli mi?
O
Neyse, ben devam edeyim, aslında bu iki operasyona “temizlik” isimli başka bir operasyonun ön hazırlıkları desek yeridir. İstanbul’u kötü gösterdiği düşünülen ne varsa, binasıydı, insanıydı, mahallesiydi, kondusuydu, ezgisiydi, rengiydi, dokusuydu, temizlemeyi görev edinen bir operasyon bu. Öyleki, eskiye ait istenmeyen ne varsa, operasyon, lekesini bile bırakmıyor. İstanbul, eski yaşanmışlıklardan hiçbir iz bırakmadan beyazlaştırılıyor. Örneklerini çevremizde rahatlıkla bulabiliriz ama gözümüzün önünde, gün ortasında, ayan beyan, aleni, apaçık, göstere göstere yapılan bu temizliğe, bu beyazlaştırmaya her nedense müdahale edemiyoruz/etmiyoruz. Ya bu “her yıkmada mükemmel temizlik” bizim de hoşumuza gidiyor, ya da bizim de içimiz zaten “beyaz ve temiz”.
Bu açıdan bakılırsa 2010’a da temiz diyebiliriz. Ve elbette 2010 kapsamında İstanbul’daki üniversite tiyatro topluluklarının sahne aldığı tiyatro günleri, ya da belgesel filmlerin izleyiciye sunulması için yapılan belgesel günleri de tek başlarına işitildiğinde gerçekten de çok “temiz”. Ama herşeyi birbaşka şeyle de bağlantı kurmaya çabalayan insan aklı yok mu, ah o akıl! Bu yazının yazılmasına ön ayak olan şey ise, kendini farklı görüşleriyle tanımlayan bir tiyatro topluluğunun geçtiğimiz aylarda 2010 kapsamında yapılan şenlikte yer alması. İlk başta benim de 2010 projelerinden biri olduğunu farketmediğim, ama afişinde 2010 logosunu görünce anladığım ve o anda kendimi tuhaf hissettiğim bir şenlik. -Haksız da değildim, çünkü bu etkinlik için hazırlanan broşürde yazılan amaçlar arasında “kentsel dönüşüm” lafı
da ilk maddeler arasındaydı.- Ama asıl şoku, bu durumu sorduğum, kentsel dönüşümün ne olduğunu bildiklerini bildiğim tiyatro grubundaki arkadaşların yanıtlarında yaşadım: “Evet ama ne yapalım, bizim de oyunumuzu oynamamız gerekiyordu.” Demek oluyor ki, 2010 İstanbul gibi kültür sanat faaliyetleri bir taşla iki kuş misali. Bir yanda, kentsel dönüşüm adı altında binlerce yıllık geçmişe dayanan, birbirinden farklı yaşamları iç içe geçiren kent dokusu talan edilerek yeni rant zenginlerini yaratılıyor. Öte yandan da, kapitalist sistemin kafasını karıştırdığı insanlara kültür ve sanat adı altında meta ürettiriliyor/tükettiriliyor. Karşılığında da bu talana kayıtsız birer izleyici dinleyici konumuna iteleniyor. Öyleyse şimdi, bu ortamda da bir şeyler yapılabiliyor fikrinin yayılmasına neden olan ve düzenle yeniden uyumlanmanın yollarını açan Avrupa Kültür Başkenti’nin tarihçesine bir bakalım...
Avrupa: Çok sıkıştım. Bir şeyler yap Mercori!.. Mercori: Buldum! Şimdi de şehirleri satalım! (satar)
Beral: Har vurup harman savuracaklar! Ajans: Sen de gel! (Beral sessizleşir...)
Kentleri birer açık pazara, yaşam alanlarını tektip vitrinlere, kentte yaşayanları kültür ve sanat müşterisine dönüştürmekten öte bir şey olmayan Avrupa Kültür Başkenti fikri, 1985 yılında dönemin Yunanistan’ın solcu Kültür Bakanı Melina Mercouri’den çıktı ve ilk yıl Atina olmak üzere her yıl bir başka bir kentin Avrupa Kültür Başkenti olmasıyla 2000′e kadar sürdü, 2000′den itibaren de hem finanse edilmeye başlandı, hem de AB üyesi olmayan kentler de seçilir oldu. 2010 yılında İstanbul’la beraber Almanya’nın Essen ve Macaristan’ın Pécs kentleri de Avrupa Kültür Başkenti olacak. (1) İstanbul’un 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti olması hazırlıklarını yürütmek üzere öyle ayrıcalıklı bir ajans kuruldu ki, bu ajansa yapılan her türlü bağış ve yardımlar ile sponsorluk harcamalarının tamamı vergiden muaf sayıldı. Üstelik ajans harcamalarına kaynak sağlamak amacıyla özel bir fon oluşturuldu. Fona ek gelir sağlamak üzere de benzinin litresi 1.5 YKR, motorininki ise 1 YKR zamlandı. Yalnızca bu zamlardan dolayı, üç yılın sonunda fona toplam 1 milyar YTL’ye yakın kaynak akmış olacak. Peşin parayı görünce yüzü gülen İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Genel Sekreteri Eyüp Özgüç’de hızını alamıyor, projeye maddi kaynak sağlamak amacıyla yapılan yasal düzenlemelerin yalnız İstanbul’un değil Türkiye’nin geleceğine yatırım anlamı taşıdığını söylüyor. Böylesi bir ajanstan beklenir bir duyarlılıkla da bu topraklarda başka etnik ya da kültürel farklılıkların olduğunu bilmezmişçesine: “Türk halkının da katkılarıyla, İstanbul’u bir ‘Marka Kent’ haline getireceklerini” ekliyor. Ama parayı az bulup “yasa ile ayrılan fonun, kamu kurum ve kuruluşlarının ve özel sektörün desteği ile daha büyütülmesini” istiyor ve paranın kentsel dönüşüm projeleri ile İstanbul’u gerçek bir kültür başkenti yapacak kültür-sanat etkinliklerine harcanacağını söylüyor.
Bu devasa pasta herkesin iştahını öylesine kabartıyor ki Beral Madra bile işin kaymağını kendisinin yiyemeyeceği korkusuyla, “sanatçılar, sanat örgütleri, İstanbul 2010 bütçesinin ayrıcalıklı kişi ve kurumların tekelinde olmasına ya da har vurup harman savrulması olasılığına karşı gerekli tepkiyi göstermeli” diyor. Ama neyse ki Madra’nın yakınmaları bitiyor, çünkü kendisi de bu ajansın Görsel Sanatlar yönetmenliğine getiriliyor. Standartlaşma ve böylece özgünlükleri yok sayarak/ederek kentleri ve insanları tektipleştirme planları, bu ajans eliyle şimdi de İstanbul’a uygulanmak isteniyor. Bu noktada, kültürel zenginlik dedikleri şeyden ayrıcalıklı bir “zümrenin” meşgul olduğu, zenginlerin beğenisine/tüketimine sunulan kültürden başka bir şey anlamamız mümkün değildir. Zaten, gelişen teknolojinin de marifetiyle tüketim ürünleri çoğalmakta, onlara ulaşmak için daha fazla paralar ödenmesi istenmekte, yani gündelik yaşam bile ancak belli bir gelir grubunun sürdürebileceği bir şeye dönüşmekte, geri kalanların evsiz, barksız sokakta yaşamaya itildiği bir tablo sunulmakta. Akıllardan geçirilen ama henüz uygulanmayan İstanbul vergisi, İstanbul’a vize gibi uygulamalar şimdi çok daha akıllıca ve gizlice uygulanır alanlar bulmaktadır kendine. Önce zengin bir İstanbul algısı yaratıp sonra bu kente asıl zenginliği katan ama parasal olarak yoksul insanları, “Siz bu zenginliğe layık değilsiniz, hak etmiyorsunuz,” diye hem suçlamak, hem de onların kendilerini suçlu hissetmesini sağlamak, oldukça zekice tasarlanmış şeylerdir. Ve bu yarattıkları algıyı da kentsel dönüşüm adı altında evsiz bırakarak, kent dışına iterek, memleketlerine dönsünler diyerek görünür hale getirmiş durumdalar. Bu kadar değişik saldırıları iç içe barındıran bir projeye de elbette ki kültür projesi diyemeyiz, dersek “mazlumlar bize darılır”. 2010′un de iddia ettikleri gibi sahiden de kültür olsaydı, Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü Unesco’nun kültür varlıkları listelerinde yer alan birçok yapının yıkılmasına karar verilmez, pek çok yıkımla ilgili verilen yürütmeyi durdurma kararlarına rağmen yıkımlar gerçekleştirilmezdi. Üstelik de dünyanın çeşitli yerlerinde festivallerle, konserlerle kutlanan Dünya Romanlar Günü olan 8 Nisan sabahı, Sulukuleli Romanlar dozer ve kepçe sesleriyle uyanmazlardı. Müzik Festivali için İstanbul’a gelen Ukrayna asıllı ABD’li grup Gogol Bordello Romanların yaşadığı Sulukule Mahallesi’ni ziyaretinde “Para ekonomisi her yerde benzer sorunlar yaratıyor. Dozerler kültürlerin üstünden geçiyorlar. Daha fazla Mc Donald’s, daha fazla Ramada otel yaparak, tarihi yok ederek ülkeye daha çok turist getireceğini sananlara turistlerin yüksek ve modern binalar için değil kültürel zenginlikler için geldikleri hatırlatılmalıdır,” demezdi. Koç Üniversitesi Boğaz’daki güzelim ormanları bir gecede kesip yerine okul kurarken, mahallelerindeki 30 yıllık üç çam ağacını yıkımlarda korumaya çalışan Başıbüyüklülere polisin saldırması sonucu 7 kadın ile 3 çocuğun yaralandığı arbede yaşanmazdı.
18
GÜRŞAT ÖZDAMAR
her yıkmada üstün beyazlık! Valilik: 2010 ile birbirimizi anlayacağız... Avrupa: Yıkmayın o halde! Valilik: Anlaşılmadı!.. (dozerler girer)
İstanbul Valiliği, 2010′la, Avrupa’nın, İstanbul’da kendi kültürünün köklerini keşfedeceğini ve “birbirini anlama” yolunda önemli bir adım atılmış olacağını söylese de 2010′cular Avrupa’dan gelen “yıkmayın” tepkilerini göz ardı ettiler. Hal böyle olunca, Sulukule’deki kentsel dönüşüm projesi ile ilgili Romanların şikâyetlerini değerlendiren TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu da, ‘Roman kültürünün yok edileceğine’ dair bir veri bulamadı! AKP ve MHP’li üyelerin oylarıyla ‘Sulukule sakinlerinin evlerinden çıkarılmalarında insan hakkı ihlali olmadığına’ karar verdi. Üstelik ABD Helsinki Komisyonu’ndan Başbakan Tayyip Erdoğan’a gelen, geçmişi 1054 yılına kadar uzanan Sulukule’nin yıkılmaması yönündeki mektup yıkımı daha da hızlandırdı!.. Valiliğin övünerek söz ettiği kökler de yeni villa inşaatları yapılana dek toprak altına alınmış oldu. (2) Aslında 2010, fetihçi bir yöntem uyguluyor diyebiliriz. Hani Osmanlı’nın hoşgörüsünden söz edilir ya, evet, kuşatma altındaki kent teslim olursa Osmanlı’nın ihtişamını göstermek üzere oradaki yaşama dokunulmaz hatta kiliselere bile, yeni tebaa Hıristiyan da olsa ahali ibadetine devam eder. Ama surlar düşürülüp kılıçtan geçirilerek fethedildiyse bir kent, kiliseler camiye dönüşür, ahali Osmanlılaştırılır tez zamanda, gene ihtişamı göstermek içindir bu elbet. Şimdi 2010′cular ve asıl onların da bir parçası oldukları eski-sömürgeci yeni-liberal zihniyet, “Ketteki yaşamı da, o kentte yaşayacak olanları da, orda bir kültürel faaliyet olacaksa onu da biz belirleriz,” demekteler. Bu zihniyet kulağımıza yabancı gelmese gerek. Cumhuriyet’in ilanından sonra da yeni ülkenin kurucuları Osmanlıya ait ne varsa kurtulmaya çalışmış, bu anlamda birçok vakıf eserleri satılmış ya da ortadan kaldırılmış, kültür eserleri de bu linçten fazlasıyla nasiplenmişler. Devlet, kendi anlayışına uygun yapılar inşa etmiş. Kentten kopuk, sadece belli bir izleyici kitlesinin takip ettiği operalar için yapılan Atatürk Kültür Merkezi buna iyi bir örnek. Ama ilerleyen zamanla, kentin en merkezi yerlerinde duran böylesi mekanların sadece kültür-sanat için kullanılıyor olmasına da tahammül edilemiyor. Alışveriş merkezlerine, otellere dönüştürmeye çabalanıyor. Ya da gene kültür merkezi olarak kullanılacaksa bile, İstanbul Modern gibi, içeri bedava bile girseniz muhakkak oradan para harcayarak ayrılacağınız türde bir yatırım tasarlanıyordur eminim. Çünkü yaratılan yeni sanatsevicilerin aynı zamanda iyi birer müşteri de olmaları çok önemli. Müşteri olmayana bir şey yok! “Bürokratik engelleri kaldırarak yatırımcılarımıza, iş adamlarımıza elimizden geldiğince fırsatlar veriyoruz,” diyen Kadir Topbaş, aynı fırsatın tek zerresini göstermediği Ayazmalıları, Başıbüyüklüleri karda kışta evlerinden ediyor, çoğunu çadırda, kimisini İETT duraklarında yaşamaya mahkum ediyor, çocukların evlerinin gözleri önünde yıkılması karşısındaki çaresizliğinden habersiz, bırakın kültürsanat getirmeyi, bu yıkımdan dolayı okula bile gidemeyen çocukları bir de açlığa ve hastalığa teslim ediyor. Oysa barınma hakkı çeşitli anlaşmalar ve anayasayla tanınmış ve güvence altına alınmış olmasına rağmen, hazinenin kaynakları, gerçekten evsizlere değil, Özal’lı yıllardan başlayarak, özellikle kooperatifler aracılığıyla orta ve üst-orta sınıflara aktarıldı. Bunun sorumlarından biri olan Toplu Konut İdaresi Başkanı Erdoğan Bayraktar, sanki gecekondular bu gelir dağılımındaki eşitsizliğin sonucu ortaya çıkan bir şey değil de nedeniymiş gibi, “Türkiye’nin gecekondu problemini çözmeden terörün, uyuşturucunun, devlete çarpık bakmanın ve sağlık problemlerinin önüne geçilemeyeceğini” söyleyebiliyor. Konut harcamalarının bir hanenin toplam gelirinin en yüksek payını oluşturduğu bu topraklarda halkın barınma sorununa kendi çözümü olan gecekondular, her yerel seçim öncesi oy deposu olarak görülse de, zaman zaman yıkımlarla tehdit ediliyor. Çünkü belediyeler, kent topraklarından elde edilebilecek rantın, yani kullanım değeri yerine değişim değerinin, ve ‘prestijli’ projelerin uygulanmasıyla ortaya çıkan spekülatif kazançların farkına vardılar bir kez. Bu bakımdan, Kentsel Dönüşüm projelerinde, gecekondu bölgelerinin, kentin rantı yükselen bir bölgesinde olması, bu nedenle de yörenin kullanıcıları ve mal sahiplerinden çok bütün İstanbul’u ilgilendirmesinin çok doğal olduğu vurgulanıyor. Üstelik projeyle fizik çevreyi değiştirmesinin yanı sıra sosyal yapıya getirileri, yaşayanlara sunacağı olanaklardan söz ediliyor. Ama bu yenileşmeden sonra bu bölgedeki prestijli konut alanları, iş merkezleri ve turizm bölgelerinden ancak zenginlerin ve ayrıcalıklı İstanbulluluların faydalanacağı kesin. (3)
2010 kültür projeleri...
Konumuza dönelim ve şimdiye kadar yapılan 2010 kültür etkinliklerinden biri olan İstanbul Üniversite Tiyatroları Şenliği’ne bakalım. Seneye kapsamı daha da genişleyerek Türkiye, 2010 yılında da Avrupa Üniversiteler Arası Tiyatro Şenliği olacağı planlanan bu etkinlikte, kendilerini muhalif olarak niteleyen ya da farklı olduğunu söyleyen kişi ya da toplulukları görmenin beni oldukça rahatsız ettiğini söylemeliyim. İstanbul Üniversite Tiyatroları Şenliği “kentin farklı bölgelerindeki üniversitelerin tiyatro topluluklarını daha geniş izleyici kitlelerine ulaştırmak ve gençlerin birbirlerini tanımalarını, deneyimlerini paylaşmalarını kolaylaştırmak, bu buluşmaları çeşitli atölye çalışmalarıyla desteklemek” amacını taşıyor olabilir. Ama 2010 operasyonunun kentsel dönüşüm ayağı görmezden gelinip sadece sanat yapmak düşlenemez. Başta da söz ettiğim gibi, bu şenlikte sahne alan bazı toplulukların ya da oyuncuların farklı muhalif söylemlerinin olması da, bu piyasacı sanat anlayışının oyununa gelinmesini engelleyebilmiş değil anlaşılan. Elbette, üniversite toplulukların ya da amatör grupların oyunlarını çıkarmaları ve izleyiciyle buluşması şimdiki koşullarda güçtür. Hem ekonomik hem de diğer sorunlar buna en büyük engeldir. 2010 gibi yıkımcı bir kurumdan fon/destek alan ama fon almayan/alamayan diğer kişi ya da toplulukların durumunu düşünmeyen, kurtuluşu sadece kendinde arama bencilliğinde olanların toplumu tümden değiştirmeyi istiyor olduklarını söylemeleri, ya da böyle eserler yaptıklarını düşünmeleri ise açıkça ikiyüzlülüktür. Ama sırf hazır bir oyuna 400YTL destek verdiler bir de sahne ayarladılar diye insanların kış ortasında sokakta kalmasına neden olan bir proje içinde alkış beklemek, kültür faaliyeti olmasa gerektir. Bilerek ya da bilmeyerek bu etkinliklerin içinde yer alanlar, şimdilerde göz alıcı fırsatlar sunan bu sistemin yavaş yavaş kendi sonlarını getirdiğini de hesaplamalılar. 2010 kültür etkinliklerinden bir başkasında, bir belgesel festivalinde ise, hem 2010’dan destek alınıp, üstelik başka sponsorlar da bulunmuşken, yine de gösterimlerin ücretli yapılması, bu tür etkinliklerde asıl amacın kültür değil para olduğunu bir kez daha göstermektedir. Bu festival, bir belgesel filme belli bir parayı rahatlıkla ayırabilen bir zümreye seslenmekte, bu da kapitalizmin, parası olana ayrıcalıklı bir yaşam sunma pratikleriyle örtüşmektedir.
19
Hiç mi çıkış yok? Kültür sanat faaliyetlerinin pahalı olduğunu bilinir, ama aklı başında biri, bu faaliyetleri yürütmek için illa da fon ve sponsor desteğine ihtiyaç duyulduğuna inanmaz. Hele de, “2010 olmasaydı oyunumuzu oynayamazdık,” demek kocaman bir yalandır. Gerçek, bizim 2010′a değil, 2010′un, kendini var edebilmesi için bize gereksinim duyduğudur. Bu bağımlılıktan ve 2010 sevdasından bir an önce kurtulmak, sonra da, yapacağımız üretimleri, kapitalist ilişkilerin unutturduğu dayanışma ve paylaşma ile yapmayı ilke edinmek ve öyle de yapmak gerekir. Burada, bu topraklardaki en özgün film projelerinden birini hatırlamak gerekir: Barış İçin Sinema. Hiçbir fondan ödenek almadan ve hiçbir sponsor desteği olmadan gerçekleştirilen bu projeyle, yalnızca pahalı sinema okullarında eğitim görenlerin değil, sinemayla ilgili hiçbir deneyimi olmayan ve hatta kamerası bile olmayanların, bir fikir çevresinde bir araya gelmesi ve 1′er dakikalık 100 kısa film yapması sağlandı. Türkiye’de ilk kez denenen ve tamamen dayanışarak gerçekleştirilen, üstelik ücretsiz
olan bir ‘sinema kampı’nda da 100′e yakın kişi, senaryosundan çekimine tamamen kolektif işleyen bir süreçte onlarca film hazırladı. Herkes bir başkasının filminde ya oyunculuk yaptı, ya kamera kullandı, ya da setinde çalıştı. Burada üretilen her film, kamptakilerin emeklerini ortaklaştırmasıyla tamamlandı. Böylece her bir film herkesin oldu. “Sinemanın yalnızca belli bir kesimin işi ve uğraşı olan bir sanat değil, küresel sermayenin ekonomik, askeri, kültürel ve bilimsel saldırılarına ve tahakküm amaçlı yaptırımlarına karşı yeryüzünde kalıcı barışı dillendiren ve bu anlamda hayatı da dönüştürebilecek bir araç ve amaç olduğu” fikrinde olan Barış İçin Sinema gönüllüleri, bu fikirlerini filmlere olduğu kadar yukarda kısaca anlatmaya çalıştığım film yapım sürecine de aktarmayı ve bu doğrultuda üretim yapmayı başardılar. (4) Sonrasında, sinemayı karanlık salonlardan kurtarmak gayesiyle filmler, CD’ler, DVD’ler halinde, gene ücretsiz olarak, evden eve elden ele aktarıldı. Kazananı ve kaybedeni olan bir yaşam istenmediğinden yarışmalı festivallerin
hiçbirine, sinemanın ücretsiz olması ilkesiyle de izleyicini biletle içeri alındığı hiçbir gösterime yollanmadı. Toparlarsak, bu deneyim sanırım, hem
dayatılan kapitalist yaşam biçiminin kendisine, hem de fon olmazsa ne yaparız, 2010 olmazsa oyunumuzu oynayamayız, filmimizi çekemeyiz diye ağlaşanlara iyi bir yanıt.
Sonuç olarak... 2010 gibi steril yapılar öznelerin ve toplulukların kendi kişiliklerini yitirdiği bir ortam yaratır ve onların haksızlıklara karşı çıkma reflekslerini de ortadan kaldırır, bir grup elit -ve ehil- zümre oluşmasına ve bu algıda kuşaklar yetişmesine neden olur. Yeni Dünya Düzeni’nin kitlelerce kabulü için önem taşıyan 2010 kültür başkenti kandırmacası, hem beslendiği ve yaymaya çalıştığı neo-liberal kültür ortamıyla kapitalizmin meşruluğunu sağlamaya ve güçlendirmeye, hem de ezilenlerin düzene karşı koyuşlarını bastırmaya ve en nihayetinde tümden sistem içine almaya yönelik ideolojik bir yıkım harekatıdır. (5) Krizde olan kapitalist ekonomi yeni pazarlara yayılırken önünde, kendisine engel olacak ne varsa alaşağa etmeye kararlıdır, krizin derinliği yüzünden başka şansı da yoktur. Savaşarak giremeyeceği alanlara, evlere, beyinlere örneği 2010′da çok iyi görüleceği üzere, şık ve zarif biçimde girmeyi denemektedir. İşin korkuncu, bunu çok da iyi başarmaktadır.
Biz: Bekle bizi İstanbul!.. İstanbul: Ya evde yoksam?.. (beklemez) Acıların boşuna çekilmediği ortada. Haramilerin saltanatını da elbet yıkacağız. Ama acaba kavgamızın şehri İstanbul, parklarıyla, köprüleriyle, meydanlarıyla bekleyebilecek mi bizi, yıkılmadan?..
20
Dipnotlar (1): İstanbul, 4 Elementin Kenti isimli bir projeyle aday oldu. Projede İstanbul “yüz binlerce yıllık tarihinde, üç büyük imparatorluğun başkenti, üç semavi dinin, birçok medeniyetin buluşma noktası ve en önemlisi çağlar boyunca birlikte yaşam kültürünün hayat bulduğu bir kent” olarak nitelendiriliyor ve şöyle devam ediliyor: “Biz de yaşamın sırlarını simgeleyen 4 elementi bu kentin özellikleriyle birleştirdik ve projeleri Toprak, Hava, Su ve Ateş elementleriyle temsil ettik. Dedik ki: İstanbul, ‘4 Elementin Kenti’ başlıklı dosyasıyla, kendi gerçeğini görerek dünyayla bütünleşsin. Kendisini çağlar ötesine taşıyacak yeni kültürel projelere imza atarken İstanbul’un adı toprak, hava, su ve ateş kadar vazgeçilmez olsun” Ama asıl amacı İstanbul 2010′un Avrupa Kültür Başkenti olmak İstanbul’a ne getirecek? sorusuna kendilerinin verdiği yanıtta bulmak mümkün. Para için! Parantez içi de yanıta dahil olmak üzere aynen şöyle denmiş “Kültür turizmi hareketlenecek, gelişecek. (Eğitimli ve kültürlü turist, normal turistin üç katı harcama yapıyor)” (2) Kentsel Dönüşüm projelerinin şimdiye kadarki uygulayıcısı olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve ilçe belediyeleri İstanbul’un en fazla dışlanan gruplarını hedef alıyor ve bunu yaparken yalan söylemekten ve açıkça kanunsuzluk yapmaktan da geri durmuyorlar. Örneğin Sulukule’de “yenileme” ve “acele kamulaştırma kararı”nın Belediye yetkililerince sık sık dile getirilen gerekçelerinden bir tanesi de “afet riski”, yani deprem tehlikesi. Yani belediye, yıkımı meşrulaştırabilmek için o bölgenin depremde zaten yıkılacağı gibi bir yalan ifadeyi kullanma cesaretini, Jeoloji Mühendisleri Odası’nın hazırladığı bir raporda semt zemininin İstanbul’un güvenli bölgelerinden olduğunu belirtmesine rağmen gösterebilmektedir. Çünkü 2010 öyle birkaç çulsuz var diye ya da JMO “bölgedeki zemin özelliklerinin herhangi bir risk içermediği, önlem alınmasını gerektirir bir ortam bulunmadığını” söyledi diye durdurulacak kadar sıradan bir proje değildir. Bu proje İstanbul’un kimliğinin rantçıların ve yeni sermaye gruplarının belirlediği tarzda değiştirilmesiyle ilgili ekonomik temelli, ama etkileri bakımından da sosyal ve siyasal bir çalışmadır. (3) Ama dönüşüm sınır dinlemiyor, mesela Pendik için de jet hızıyla hazırlanan bir yasa var: Pendik Kentsel Dönüşüm ve İleri Teknoloji Projesi Yasası. Bu yasayla İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olması nedeniyle fiziksel durumun ve görüntünün geliştirilmesi isteniyor ve “ülke
ekonomisine yüksek değerli katkı sağlaması” amacıyla bir teknoloji parkı kuruluyor. Yine başka bir projede Kartal’a lüks yat marinaları iş merkezleri ve üst düzeyde oteller geliyor. Kartal, pek bilinmese de, 550 hektarlık bir alanı kapsayan kentsel dönüşüm projesiyle dünyadaki en büyük projelerden birisi olarak gösteriliyor. Üstelik Kartal’da şu an var olan fabrikalar da başka yerlere taşınarak burada bir anlamda “sanayisizleştirme” uygulanacak. İlginçtir, bu planlarda orada yaşayanlarla ilgili pek de ayrıntılı bilgi verilmiyor. Üstelik yıkımlar sadece gecekonduluları da kapsamıyor. Örneğin Pendik Sapanbağları mahallesi sakinleri, Büyükşehir’in yaptığı bu planla, 60 yıldır oturdukları imarlı, ifrazlı, tapulu yerlerinden ediliyorlar. Kartal’daki değişimin de 2-3 milyon arasında bir nüfusun yaşamını etkileyeceği tahmin ediliyor. (4) “Barış İçin Sinema” projesi, birer dakikalık “barış” konulu filmlerinden oluşacak toplam 100 dakikalık bir sinema–video çalışmasını hedefliyor. proje kapsamında her film, kendi “1 dakika”sını kurmaca, belgesel, deneysel ya da animasyon olarak gösterebiliyor. Katılımcıların ille de profesyonel ya da amatör sinemacı olması gerekmiyor. Bir ev kadını da, bir ilkokul öğrencisi de, bir manav da, bir bakkal da katılabiliyor. Proje, diğer benzer girişimlerin aksine, sadece “sen çek gönder, biz değerlendiririz” demiyor. Proje, aynı zamanda kendi içinde taşıdığı dayanışma ile de benzersiz. Örneğin, projeye katılmak isteyenlerin kamerası yoksa kamera, kurgu olanağı yoksa teknik yardım, oyuncu gerekiyorsa oyuncu, çevirmen gerekiyorsa çevirmen desteği sağlanıyor, kendi aralarında. “Senaryom da yok, kameram da; ama bu projede ille de yer almak istiyorum” diyenlere de kapılar ardına kadar açık. “hay hay…” diyorlar, “…hoşgeldiniz, bize biraz kendinizden söz ederseniz size göre bir işimiz mutlaka düşecektir, kim bilir bir katılımcının filminde oynarsınız, bize çeviri yapabilirsiniz, müzik hazırlayabilirsiniz, işte ne tür meziyetleriniz var, bir öğrensek, gerisi kolay…” Projede yarışma yok, ödül yok, hırs yok, meşhur etme vaadi yok. Barış için bir şeyler yapma ve dayanışma fikri var… (5) Ekonomik ve siyasal egemenliklerini sürekli kılabilmenin yolarından biri de kültürel egemenlik sağlamaktır. CIA’nın kültür ve sanat vakıfları kurması, müzeler, sanat merkezleri açması, hatta sanat dergileri yayınlaması boşuna değildir. Holivut’un amerikan yaşam tarzını ve emperyalist kültürü yaymadaki rolü de artık herkesçe bilinen bir gerçektir. İlginçtir ki kültüre bu denli önem(!) veren ABD, Irak’ı işgal ettiğinde ilk olarak kitaplıkları ve müzeleri yağmalamış, kullanılamaz hale getirmişti.
FiLiZ ASLAN
Komünist Zehra
Tütün işçisi, örgütçü bir kadındı ZEHRA KOSOVA. Ajanlık yapan kahveci ona KOMÜNİST ZEHRA ismini takmıştı... Zehra Teyze üzerine birkaç söz...
2
000 yılı güzündeyiz. Tarlabaşı’nda dar sokakları heyecan içinde iniyorum. Birbirine yaslanmış evlerin arasından birbirine akan iplerin üzeri rengarenk çamaşır dolu. Koca bir şemsiye gibi tepemde dönüyorlar. Birazdan bir eve gireceğim. Ve o güne kadar adını kitaplardan gördüğüm bir kadın açacak kapıyı bana. Dizlerim kesiliyor heyecandan. Ali Amca bir gün önce bana tüm bilgileri verdi. “Bak aradım ve senin adını verdim. Kendini tanıt ve kendisi ile istediğin her şeyi konuş” dedi. Kapıya yaklaştıkça adımlarım yavaşlıyor. Zili çalmadan önce beş dakika bekliyorum sakinleşmek için. Bir türlü heyecanım kesilmiyor. Ali Amca tembihlerinin arasına eklemiş: “Kızım bak gazozu çok sever, sakın unutma emi!” Elimdeki poşeti yokluyorum. Bir yerde unutmuş olmayayım diye telaşla. Sonunda basıyorum zile bir cesaret. Minnacık bir kadın yüzü karşılıyor beni kapının kenarında. Koca bir yürek bu minik bedene nasıl sığmış diye düşünüyorum. İki göz odanın aydınlık olanına alıyor beni Zehra Teyze. Kendimi tanıtıyor ve divanın üzerine çöküveriyorum. Kırk yıldır tanıyormuş gibi başlıyor sohbete. Hemen aklıma gazoz geliyor ve onu çıkarıyorum. Sahiden de çok hoşuna gitti gazoz, hemen bardaklara koydu ve keyifle yudumlamaya başladı.
İçimden neden bu kadar geç tanıdım kendisini diye düşünüyorum. Karşımda 90 yaşlarını süren bir kadın oturuyor. Yorgun bedinden cıvıl cıvıl bakan gözleriyle sürekli gülümsüyor. Çok geçmeden sohbetin ortasında ilerliyoruz. ”Bak kızım tek bir kadın olmak zordur. Bir yere ait olacaksın, kendini bir yerde göreceksin, kapitalizm alır götürür yoksa insanı!” diyor sıcak sesi. Bana Sansaryan Han’ı, işkencecisi Parmaksız Hamdi’yi anlatıyor. Anlatırken o kadar duru ki. Sanki bunları herkes her zaman yapmak zorunda imiş gibi anlatıyor. Koskoca bir yaşamdan süzülen onurlu anılarını benimle paylaşıyor. O gün Zehra Teyze’nin yanından nasıl çıktığımı anımsamıyorum. Bulutlarda gibiydim. Kendimi güçlenmiş ve umut dolu hissediyordum. Sonraki günler de gittim yanına. Kurtuluş’taki o eve, hastalık günlerinde, güçten düştüğü günlerde yorgun sesiyle benimle sohbet etmeyi sürdürdü. Bana hep umut taşıyan koca bir anıttı Zehra Teyze. En son gördüğümde onu bir mezarlığın ta diplerine taşıyorduk. Arkasında devasa bir kalabalık. 18 Ağustos 2001 tarihiydi. Sıcak öğle güneşi onun soğumaya başlamış bedenini ısıtmaya çalışıyordu. Ama artık yetmiyordu ısısı… Üzerine atılan toprakta direngenlik, onur, sevecenlik ve cesaretle örülmüş bir yaşamı gördüm. Sessiz sedasız olamamış yaşamlardandı onunki. Yaşamın kıyısında usulca durup kimsenin bilmediği tanımadığı ürkek yaşamlardan değildi. Zehra Teyze yaşamın orta yerinden gelmiş geçmiş, geçerken taşı toprağı sallamıştı. Mezarlığın buruk ıssızlığında, cesaretli duruşu ile yüreklerimizi yanında götürüyordu. Ve ben onu hiçbir zaman unutamayacaktım...
Bir ağustos günü... 18 Ağustos 2001 tarihinde yitirdik onu. Koca bir çınar gibi yaşadı, başı dik, başı bulutlara yakın. Ve istedik ki ağustos sayımıza onurlu tütün emekçisi bir kadını, bir örgütçüyü, bir anayı anlatalım sizlere. Anlatalım ki onu tanıyan tüm başlar da aynı diklikte uzansın gökyüzüne… “Hayatım boylunca bir gün denizin durulacağını, fırtınanın dineceğini, benim gibi milyonlarca insanın sakin ve rahat bir hayata ulaşacağını düşündüm. İnsanların ezilmeyeceği, sömürülmeyeceği bir dünya özlemiyle yaşadım.” Ege’nin serin sularında ilerleyen bir teknenin içindeyiz. Hava kapamış iyiden. Derdest edilmiş eşyaların arasında
çocuklar ve büyükleri bilinmeyene doğru yol alıyor. Teknenin uzun güvertesinin en önünde bir kadın ve erkek yanlarındaki dört çocuğa sarılmış. Gittikleri toprakları bilmiyorlar ama dalgaları aşan her harekette bir başka karaya yaklaşıyorlar. Vatan neresi? Uzun süren yolculuğun ardından bir limana varılacak. Limanda, telaşlı kalabalıklar içine atılacak iskele merdiven. Ağır ve ürkek inecekler teknenin merdivenlerinden. Çevrelerine şaşkın gözlerle bakacaklar bir süre. Sonra sıkıp dişlerini; sırtlarına vurup denklerini, gri beyaz yeni bir memleket betonuna bırakacaklar ellerindekileri. Sonra oradan usul adımlarla uzaklaşıp kendilerine yeni
bir yurtluk bulacaklar. Vatan neresi? Tümü birbirine benzer yolculuklarla ulaştılar yeni topraklara. Balkanlarda doğmuş ve oraların çayırlarında koşup çocukluk düşleri kurmuşlardı. Çoğunun aile mesleği tütüncülüktü. Birileri masaya oturdu ve onlar adına göç yollarının haritasını çizdi. Adına mübadele denildi. Kavala’dan, Drama’dan, Serez’den, Koloz’dan aktılar başka topraklara… Ve doğdukları topraklar kendilerine uzak topraklar oldu. Teknenin güvertesinden uzak gözlerle Ege’ye bakan aile de indi limana. Önce çevresine baktı, hamala verilecek para yoktu ve aile toplayıp eşyasını sırtına limanın derinliklerine ilerledi. Kavalalı
bir aile bu. Çok uzak yoldan gelenler gibi yorgun yüzleriyle ilerliyorlar. O gece İstanbul’da konakladılar, sonra yola koyulup her gece bir handa uzun bir umut yolculuğuna süzüldüler. Yeni bir yaşamın kenarından gülümseyerek bakmayı öğrendiler geleceğe. Siz hiç görmedeniz mi o kadınları Kaybolur gider sanırdınız Tarla çapalarken güneşin altında Karanlık odalarda tütün dizerken Yanıp sönerdi ıslak ıslak Yeşil tütün rengiydi gözleri
Gözleri tütün rengi bedeni tütün kokulu bir kadın... Kavalalı ailenin dört çocuğunun üçüncüsü Zehra Kosova. Ailesi tütüncü idi ve gittiği tüm yollar onu tütün işliklerine taşıdı. Bir de sosyalizm mücadelesine ve örgütçülüğe… Zehra hiç unutmadı o uzun yolculuğu. Ve yıllar sonra 90’lı yaşlarını sürerken, “Henüz küçük bir çocukken bizi Yunanistan’dan getiren vapurun güvertesinde Ege’nin dalgalarını seyrederken hayatın dalgalarının beni de bindiğimiz vapur gibi sallayacağını hiç düşünmezdim. Hele o dalgaların bütün bir ömür boyunca seni saracağını, inandığım bir davadan, uğruna mücadeleden hiçbir zaman kaçmadığım düşüncelerimden dolayı
her zaman boğmak isteyeceğini nereden bilebilirdim…” sözleriyle anlatacaktı. Kosova ailesi Tokat’a yerleşti. Zehra İlkokulu bitirene kadar ailesiyle kaldı. Mübadele ile gelenler dilekçe verip tütün mağazası açılmasını istemişlerdi, çok geçmeden açıldı işyeri. Hem okudu hem de babasıyla birlikte tütün mağazalarında çalışmaya başladı. Denk bastı durmadan, tütün kırdı. Sonra yine gurbet göründü ufukta. İstanbul’daki ağabeyinin yanına gelerek tütün depolarının kadın emekçilerinin arasına karıştı. “Vapurdan indik ama nasıl? Hamallar genç, ihtiyar, elimizdeki zembili taşımak için çırpınıyorlardı. Vapurun merdivenlerine giremeyen hamallar
iplere asılıp vapura çıkıyorlardı. Ekmek parası için nasıl bir mücadeleydi bu, çok şaşırmıştım.” İstanbul macerası genç kızın şaşkın gözlerinde başlamıştı çoktan. Sirkeci’de Bulgarların tütün depolarında, Beşiktaş’ta, Ahırkapı’da Nemlizadelerin tütün mağazalarında, Kabataş’ta, Tophane’de çalıştı. 1933 yılında ilk kez bir grevi yaşadı. Grevi ona işyerinde Ramazan ağabeyi çıtlatmıştı. “Görüyorsun ben alıyorum 110 kuruş, sen alıyorsun 100 kuruş, altı günde 12 lira 60 kuruş alıyoruz. Hâlbuki tüccar tütünün kilosunu 4 liradan satıyor ve bize çok az para veriyor. Altı günde 1649 kilo çıkarıyoruz,” sözleriyle
21
partili idi. 1Mayıs’ı, işsizliği, patronların sömürü düzenini nasıl yürüttüğünü öğrendi partinin çatısı altında; öğrendikçe değiştirmeye söz verdi.
grevin nedenini anlatmıştı. Kafasına yattı Ramazan’ın sözleri, ertesi gün o da greve katıldı; hiçbirisi çalışmadı tütün işçilerinin. Ve patron, üç kişilik temsilci grubu isteyerek taleplerini kabul etti. İlk grev, ilk başarı, umutlar çoktu. Ve tütün işçilerinin ağır yaşam koşullarının ortasında buluşuyordu Zehra Kosova sınıf kardeşleriyle. “Tütün işçileri kışın bakkala, öteye beriye borç yapıyor, yazın ise ödüyorlardı. Bazısı ise kışın köye gidiyordu. Tütün işi bitti, işçilerin kimisi ayakkabı boyacılığı, kimisi Sirkeci’ye gidip hamallık yapıyor, kimisi bakkallardan borç bulup yiyor. Hayat ucuz ama iş yok, para yok. Parayı kazanan köyde köy ağaları, şehirde de yeni türemiş cumhuriyet kapitalistleri, vurguncular; işçiler ise o fakirlik içinde sürünüyor, köy ırgatları da perişan, işte o yılların durumu...” sözleriyle anlatıyordu o günleri 1933 yıllarda artık tütün işleri iyice açılmıştı, neredeyse yoldan geçeni çevirip tütün işinde çalıştırıyorlardı. Yabancı ülkelerden tütün siparişleri artmıştı ve tütün işçileri ucuz işgücü olarak çalışmaya mahkûm ediliyordu. Zehra Kosova arkadaşlarıyla birlikteliği, birlikte eğlenmeyi ve gezmeyi de tütün işliklerinde öğrendi. Kendisi okuma yazma bildiği için bilmeyene kurs düzenlediler aralarında kararlaştırıp. Ve yaşam devam ediyor. Bir Ortaköy’de bir Beşiktaş’taki tütün işliğinde geçiyordu zaman. Siparişi bitiren işyeri kapatıyor kapılarını, işçiyi sokağa atıyordu. Durmaksızın oradan oraya iş aramakla geçiyordu günler. Günler geçtikçe, sömürü düzeni, patronların tavrı, emeğin değeri oluşuyordu kafalarında; genç tütün işçisi kadınların belleklerine kazınıyordu gerçeğin apaçık yüzü… Çalışkandı bütün göçmen kızları gibi. Dişini tırnağına katmayı severdi. Çok geçmeden o yıllarda tütün işçileri arasında örgütlenen Türkiye Komünist Partisi kadrolarının dikkatini çekti. Parti hücre hücre örgütleniyor, tüm tütün işçisi kadınları bünyesine katıyordu. Zehra artık
22
Partili günler başlıyor... Günün birinde Yıldız Parkı’nda buluşup konuşacağı Boz Mehmet (Mehmet Bozışık) onun bütün yaşamını değiştirecek kararlar vermesine katkıda bulunacaktı. Bir gün Boz Mehmet ona Moskova’ya eğitim için gönderileceğini açıkladı. O zaman Beşiktaş’ta büyük bir mağazada çalışan Zehra, ilk anda şaşırdı. “… Tek katlı bir evde annemle ve kız kardeşimle oturuyorum, onlara ben bakıyorum. Annemi, kardeşimi nasıl bırakacağım” deyiverdi. Boz Mehmet her zamanki kararlı sesiyle yanıtını vermişti: “Annen mi, kardeşin mi, dünya proletaryası mı?” Tartışma çoktan bitmişti. Birkaç güne kalmadı, Zehra, Karaköy rıhtımından Karadeniz’e geçecek olan Güneysu Vapuru’nun güvertesinde Moskova’ya yol alıyordu yanındaki arkadaşıyla… Üçüncü mevki biletleri, içlerini tırmalayan heyecan ve merakla yola çıktılar. Yaşamını değiştiren bu kaçıncı tekne yolculuğuydu. Ama suların artık eskisi gibi akmayacağı, yaşamın onu deli sulara götüreceği artık kesindi. Batum’a geçtikten sonra yaşamının ilk tutukluluğunu yaşadı. Hücrede geçen on üç günün ardından saçları bitler içinde kalmış, vücudu pislikten kabuk bağlamıştı. Sonrası, Moskova yoluna çıkılmıştı. Partinin önde gelen kadroları ile tanıştı Zehra Kosova orada. KUTV’de eğitim gördü. Moskova’da evlendi ve bir kızı oldu. Kızını henüz altı aylıkken orada bırakarak memlekete döndü bir parti kadrosu olarak çalışmak üzere. Yoldaşları bu kadar küçük bir bebeğin zorlu dönüş yolculuğuna dayanamayacağını söylemiş ve kızını orada bırakmıştı. Küçük bir motorla, Karadeniz’in azgın sularını dele gele döndüler vatana. Bebek’te indiklerinde geride uzun ve tehlikelerle dolu bir yolculuk kalmıştı. Sonra, parti Samsun’da görev verdi, bitip tükenmek bilmez deniz yolculuklarından biri daha başlamıştı. Samsun’da tütün işçileri arasında kısa zamanda çok iyi bir örgütlenme sağladılar. Koşullar ağırdı, işçiler arasında birlik yoktu ve onlar dur durak bilmeden çalışıp örgütleniyorlardı. Müstakil Tütüncüler Sendikası’nın örgütlenme çalışmalarını yürüttüler. Günlerce çalışıp sendikayı kurduktan sonra partinin talimatıyla İstanbul’a döndü Zehra ve arkadaşları. Kosova bu kez, Kantarcılar Tütün Deposu’nda işe başladı. Her gün Balat’tan Sirkeci’deki işyerine yürüyerek gidip geliyordu. Kasımpaşa Karakolu’nda arandığının haberleri geliyordu ve sık sık iş değiştiriyordu artık. Felemenk Tütün Deposu’na geçmesi büyük şanstı kendisi için. Sekiz yüz kişinin çalıştığı koca fabrikada işçi temsilcililiği seçimlerini kazandı. Bir bebeği olmuştu bu arada.
Ama aradan birkaç ay geçti yaşanan zor koşullara dayanamadı bu bebek. Bir kızını Moskova’da gurbete bırakan Kosova, ikinci kızını ihmal ve olanaksızlıktan mezara koymuştu. Çiğ süt içirilen küçük kız ishalden eriye eriye can vermişti. Zehra Kosova ve eşi İskender Mustafa açlık, sefalet, acı ve yokluk koşullarında durup tükenmeden çalışıp partili kalmayı başardılar. Biri kundura atölyesinde diğeri tütün işyerlerinde uzun saatler süren çalışmalardan arta kalan zamanlarının tümünü parti çalışmalarına ayırdılar. İkinci Dünya savaşı’nın yokluk günlerinde İstanbul şehri, çöp kutularını karıştıranlar, lokantaların önlerinde bir dilim ekmek dilenenlerle doluydu. Kosova üçüncü kızını dünyaya getirerek yaşama biraz daha tutunmaya çalıştı. O sıralarda kocası Mustafa İskender’i askere aldılar. Yalnızlık dolu günler başlamıştı bu kez de. Sağlık sorunları, uzun süren yatak günleri Kosova’yı güçten düşürmüştü. O işyerinden başka bir işyerine uzanan hayatı kızıyla birlikte biraz daha zorlaştı. Sonra sırtlarına eşya dolu çuvalları koyarak köy köy gezip satıcılığa başladılar birkaç arkadaşı ile. O yıllarda parti çalışmaları hızlanmıştı yeniden. Tütüncüler arasında ilişkileri kurma görevi yine Zehra Kosova’ya düşmüştü. 1946 yılında yeni kurulan Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi ile yakınlaştı. Bu parti öncülüğünde birbiri ardına sendikalar kuruluyordu. Sendikaların ne olduğunu anlatan, sekiz saatlik işgünü için mücadeleye çağıran bildirileri hazırladılar arkadaşlarıyla. Çok geçmeden gece yarısı kapısı çalınacak ve “Zehra Kosova sen misin?” sorusuyla başlayan sorgulama Sansaryan Han’ın ıslak zemininde günlerce sürecekti. Onlar sordular Kosova sustu; onlar sordular Kosova ses etmedi. Günlerce süren falakadan ayakları patladı, yerde sürüyerek taşıyorlardı hücreye bu küçücük kadının bedenini. Falaka-hücre, falaka-hücre arası süren karanlık günlerde hiç umudunu yitirmedi. Sosyalizm tüm adaletsizlikler için gerekli değil miydi zaten! Sustukça vurdular; onlar vurdukça Kosova kazanacaktı. Günlerce süren işkencelerin ardından salıverildi. Şişmiş ayaklarının ucuna dahi olmayan ayakkabılarını aldı eline ve eve kadar yalınayak yürüdü. Sansaryan Han insanı ne kadar çok büyütüp ne kadar olgunlaştırıyordu. 1946’da Cemiyetler Kanunu değişince Ortaköy’de İstanbul Tütüncüler Sendikası kuruldu. Kısa sürede tütüncüler arasında büyük sempati toplayan bir sendika olmuştu. Artık tütün işyerinde komünist işçiler fişlenmişti, tümü biliniyordu isim isim. Ya hiç işe alınmıyorlar ya da bir süre sonra durum ortaya çıkınca kapının önüne konuluyorlardı. Kosova, bitip tükenmek bilmez işe giriş çıkışlarını
yaşıyordu. Sonunda Austo Şirketi’nde yeni bir iş buldu ve Samsunkari’de çalışmaya başladı. Temsilci seçimlerine girdi yine kazandı. İşyerinde işçilerle elle vererek birbiri ardına kazanımlar elde ettiler. İşçilere teneke maşrapalarla su verilmesi uygulamasını kaldırttı. İşyerinde işçilere yemek verilmesini sağladı, yemekhaneyi düzenletti, hastalanan işçilerin doktora gitmesi uygulamasını başlattı, tabi bütün bu kazanımların bir bedeli olacaktı. Bir süre sonra müdür yemekhanede durup dururken bir işçiyi tokatlayacak, işçiler buna isyan edecekti. En başta dimdik bakışı ve onurlu duruşuyla Zehra Kosova arkadaşına sahip çıkacaktı. Kısa süre sonra bu işyerinden de çıkarıldı. Zehra Kosova bu denli zorlu geçen yaşam mücadelesinde bir gün bile partisiz kalmayı düşünmedi. Türkiye Sosyalist Emekçi ve köylü Partisi’nin kurulmasıyla birlikte ilçede görev almıştı ve sosyal işleri üstlenmişti. Bu partinin ömrü uzun sürmedi ve bir süre sonra kapatıldı. Tütün İşçileri Sendikası’nın örgütlenme çalışmalarını yürüttü yeniden. 1950 yılında sendikanın hatırı sayılır üyesi olmuştu. İşte tam da bu sırada fırtına vurdu ve 1951 tevkifatları başladı. İstanbul’dan Samsun’a birçok işçi tutuklandı. Gazeteler koca koca puntolar atıp komünistlerin tutuklandığını yazıyordu. Ve sıra ona geliyordu. Bir gün evin kapısı açıldı ve polisler odaya doluştu. Sansaryan Han artık tanıdık bir yerdi. Parmaksız Hamdi’nin işkenceden nazırlaşmış elleri yine işbaşındaydı. Sonra yine özgürlük günleri geldi. İşsizlik, iş aramalar, işkence izlerini sağaltmalar… Bu yaşamı çok iyi öğrenmişti Kavalalı tütün işçisi Kosova. TKP üyesi olduğu gerekçesi ile yargılandı. Tütün işi bitmiş bu kez Guyer Boyahanesi’nde marka dikme işi başlamıştı. TKP davası sona ermiş, ileri gelenler büyük cezalar almıştı. 1954 yılında Dr. Hikmet Kıvılcım’lının örgütlediği Vatan Partisi’ne girdi. Bir süre sonra bu partinin de bütün önde gelenleri toparlandı polis tarafından. Zehra Kosova için yine tutukluluk ve işkence günleri başlamıştı. Günlerce süren işkencelerden sonra bir çuval yığını gibi cezaevine taşıdılar onun bitkin bedenini. 1959 yılında tahliye oldu. Cezaevinden çıkışta yine günlerce iş aradı. Tam da bu sırada 27 Mayıs darbesi geldi. Bu kez bir laboratuarda iş buldu. Sonra Minyon Dantel fabrikası oldu yeni iş yeri. Artık işkolu değişmişti. Sosyal hakların yok denecek durumda olduğu bu fabrikada çok geçmeden Tekstil Sendikası’na üye oldu ve diğer işçileri örgütleme çalışmalarına başladı. Sendikanın yerleşmesi ile çalışma şartları çok değişti, iyileşti. Artık yorulmuştu Zehra Kosova, emekliliğini istedi ve yıllarca süren mücadele sonrasında tazminatını alıp işinden ayrıldı. (*) Zehra Kosova’nın anlatımları, Ben İşçiyim, İletişim Yayınları, 2000 tarihli kitaptan alınmıştır.
Yoldaşı Ali Eriş anlatıyor... Zehra Kosova’yı ne zaman tanıdınız? Ben Zehra’dan önce eşi ve yoldaşım Mustafa İskenderi’i tanıdım. Beyazıt’ta Küçükmercan Han’da aynı atölyede kunduracılık yapıyorduk. Bir gün biz çalışırken kapı açıldı, bir kadın göründü kenarda ve Mustafa İskender dıyarı çıktı. Biz de arkadaşlarla bir şakını olduğunu düşündük. Sonradan öğrendim ki Zehra Kosova imiş kendisi. Tütün işçisi bir kadın. Sonraki dönemlerde daha sık karşılaştım kendisi ile. Şoför İdris’in eşi Emine Zehra’nın en sevdiği yoldaşıydı. Onunla daha sonra ilk kez bir araya geldiğimizde bana nasıl propaganda yapacağımızı, nasıl örgütleneceğimizi, işçiler arasında ısrarcı olmamızın önemini anlatmıştı uzun uzun. “Bu bizim zanaatımız, onları eğitmeli, sınıf bilinci vermeliyiz. Patronlarla ve yandaşlarıyla nasıl mücadele etmemiz gerektiğini göstermeliyiz. Bizim kurtuluşumuza giden yola hep birlikte öğrenmeli ve öğretmeliyiz” derdi. O zamanlar tütün işyerleri nasıldı? O yıllarda ne sendika hakkı var ne toplu sözleşme hakkı. Ortalıkta ABD, Avusturya ve İngiliz tütün şirketleri kol geziyor. Kabataş’ta,
haliç’te, Cibali’de tütün yaprak işleme yerleri kurmuş bunlar ve üç kuruşa işçi çalıştırıyorlar. İşverenler fedai besliyor, ispiyoncu besliyor. Yakınlarındaki Cibali Karakolu’nun namı büyük. Tütün işçisi dövmede üstüne yok buranın, işverenin yedek gücü olmuş bir karakol. Cibali’de her gün bir olay. Bunlar olurken parti üyesi kunduracılar, terziler, Haliç Tersanesi’nde çalışan işçiler işlerini bırakırdı. Bizi haber geldi mi Tavuk pazarı’ndan, Sinanpaşa Medresesi’nden, Taşlı Yolgeçen Han’ından, Gedikpaşa’dan bir bir çıkardık yola alanlara akardık. İşliğimizi çıkarırdık bir güzel, ceketi giyer, falçatayı da cebe indirdiğimiz gibi Cibali ve Kabataş yönüne, tütüncü kadın emekçilerin yanlarına koşardık. Beyaz başörtüleri ile papatya tarlasına benzerlerdi bu gün bile gözlerimin önündeler.
‘Veremden ölürlerdi’
Neden bunu yapıyorduk. Çünkü hepimiz, yani tütün işçileri, terziler, kunduracılar, tersane işçileri, tramvay işçileri hepimiz aynı partinin çatısı altında örgütlüydük o zamanlar. Sanayi buralarda idi ve oralarda örgütlenmeler
sürüyordu. Onlara desteğe koştuğumuzda tütün işçisi kadınların tütün kokularını alırdık. Tütüncülerde koku ve tütün tozları nedeniyle genellikle solunum yolu rahatsızlığı görülürdü. Bu koşullarda onlara ne bir yoğurt ne süt ne bir şey verilirdi. Çoğu veremden ölürdü tütün işçilerinin… Nasıl bir insandı Zehra Kosova? Zehra Yoldaş, iyi bir örgütçü, militan bir kadındı. Başkaldıran bir yapıya sahipti. Bu denli zor bir yaşamın altında, hümanist, dost diyebildiklerine çabuk inanan bir yapısı da vardı. Gözlerimle gördüm defalarca. Fabrikada bir eylem olduğunda önce o fırlardı fabrika kapısından. Tütün işçisi kadınlarımız direnişe geçtiklerinde gözleri polis, silah falan görmezdi. İnandıkları haklarını yabancı şirketlerden söke söke alırlardı. Parti onu Moskova’ya eğitime göndermişti. Bir kızı olmuş orada, sonra onu orada bırakmış. “Yüreğimin bir yarısı orada kaldı.” derdi bana. “Ama kızımın Lenin’in ülkesinde yaşaması acımı hafifletiyor” derdi. Ben de kendisine, “Yoldaş biz de emekçilerin Sovyet Sistemini kurması
T ütün işçilerinin uzun yürüyüşü... “Tütün işlemiş parmaklar Allıksız yanaklarıyla ağzı İzmir narı gibi kırmızı O amele ben amele Bir sınıfın evladıyız biz…” Hep aynı yolculuklara çıkanların benzer öyküleriydi onlarınki: Göç, ölesiye çalışma, alınteri ve azimli bir direniş öyküsüdür tütün işçilerinin yaşamları. 1920’lerin başlarında başta İstanbul olmak üzere pek çok yerde mantar gibi bitmişti tütün işleme atölyeleri. İstanbul’un Perşembe Pazarı, Tophane, Beşiktaş, Ortaköy atölyelerle dolup taşmıştı. O zamanın sömürgen patronları, Ahırkapı’da Nemlizadeler, Ortaköy’de Beyaz Rus Setenko, Beşiktaş’ta Abdülfuatlar, Tophane’de Mehmet Kavala’lardı. Çok geçmeden 1928–1929 yıllarında dünyada ekonomik kriz baş gösterdi. İşsizlik, açlık ve sefalet koşullarıyla vurdu kriz bu toprakları da. Gıdasızlıktan ve veremden ölenlerin sayısı gündün güne artıyordu. Tütün işyerlerinin çoğu kapatıldı ve tütün işçileri önce işsizlik ve açlıkla tanıştılar ardından kendilerine yeni iş alanları bulmaya çalıştılar. 1931 yılına gelindiğinde, krizin etkileri hafifleyince tütün işletmeleri tekrar açılmaya başladı. Ama bu kez daha ağır çalışma koşulları ve çok daha düşük ücretlerle açmışlardı kapılarını bitkin tütün işçilerine. Geçmişleri ve yaşamları öyle birbirine benziyordu ki tütün işçilerinin. İşe alınmak için ustabaşı ve dalkavuklarına boyun eğmek zorunda kalıyorlardı ilk başlarda. Hemen hemen her gün kavga çıkardı tütün işletmelerinin çevresinde. Ekmek kavgasının sınıf kardeşine uzanan yumruğu… Çıkan kavgaların ardından karakola çekilmeyen kalmıyordu. Tütün işçileri Tophane Voyvoda Karakolu’nun gediklisiydi. Islak hücre betonuna vuruldukça kafaları bireylendiler ve birlikten nasıl bir gücün çıkacağını gördüler. Tütün işçileri göç yollarını izlemişler, izbe tütün işliklerinde yaşamın bütün çelişkilerini yaşamışlar, işyerinde kavga ede ede dövüşmeyi ve direnmeyi öğrenmişlerdi. 1933 yılına gelindiğinde otuz bin dolayında tütün işçisi vardı Türkiye’de. Yazın dört beş ay ağır koşullarda çalıştıktan sonra bu kez başka bir yolculuğa çıkıyordu tütün işçileri. Kasım ayından başlayarak pastal ve denk işi dedikleri işleri yapmak üzere köylere gidiyorlardı. Bursa, Bafra, Düzce’nin köylerine gidebilmek için köy ağalarından yol ve harçlık için para alıyorlardı. Çocuklarını toplayıp
için çalışmıyor muyuz, meraklanma, o sosyalist dünyada mutludur!” derdim, Yine de bir anaydı ve başını hafifçe yana eğerdi. İleriki yıllarda da sürdü mü dostluğunuz? Eşinin ölümünden sonra Kasımpaşa’ya taşındı. Sonra Tarlabaşı’ndan Kumbaracıbaşı’na. Onu daha sık görür olmuştum. Hep, “Önce parti sonra biz!” derdi. Onu birlikte oturmaya ikna etmeye çalıştım. Bana, “Sen çok gençsin koşturup duruyorsun sana engel olurum!” derdi. Onun ardından ne söylemek istersiniz? Zehra Kosova ve bütün tütün emekçisi kadınlarımız Sansaryan Han’da çok eziyet çektiler. Parmaksız Hamdi’nin işkence izleri ölene kadar onların bedenlerinde yaşadı. Ama çok direngendiler. Çocuklarını yanlarına getirip işkence yapacaklarını söylemelerine rağmen yine de sır vermiyorlardı. Zehra Kosova, Emine Erdinç, Naciye ve Cemile Yoldaş gibi tütün işçisi kadınlarımız hep onurumuz oldular. Partili ve örgütlü olmayı başardılar, inandıkları yolda yürüdüler. Yaşamları sonlanıncaya kadar devrimci görevleri devam etti. Onlar onurlu bir yaşamı temsil ediyorlar.
Reji’den Tekel’e tütün işletmeleri... yola diziliyorlardı. Bu aynı zamanda çocuklar için birkaç aylık sıcak barınak ve ekmek demekti. Sonra kış ayları sona erer yine denkler toplanır ve bu kez şehrin yolu tutulurdu. Ağadan alınan avanslar kesilir, borç harç ödenirse ödenir geriye kalan üç kuruşla yine uzun yolculuklara düşülürdü. Tütün işçileri çocukluklarında yaptıkları denklerle çıktıkları tekne yolcuğundan sonra hep denk toplayarak düşmüşlerdi yollara. Köydeki işler bitip kente gelince dert bitmezdi yine. Tekrar evler kiralanır, bakkaldan veresiye alışverişler başlar, yazın yine borçlar ödenir yaşam akıp giderdi. İşte kavgacılıkları ve bıçkınlıkları bundan gelirdi tütün işçilerinin; bitip tükenmek bilmez ekmek mücadelesinden… Tek başına yapılan bir iş değildi tütün işi. Mutlaka bir usta ve birkaç çırağın bir arada çalışmasına gerek vardı. İşte birlikte yapılan denkçilikte, demetçilikte tanıdılar ağabeylerini. Ustabaşlarına akıl veren, oturduklarında lafı sözü dinlenen ağabeylerdi bunlar. Boz Mehmet, Congo Ali, Topal Yunus, Dede Ramazan, Mavra Mustafa. Bir başkalık vardı onlarda. Ne çok şey biliyordu bu ağabeyler! Şaşarak dinliyorlardı onları. İşçi haklarından, yevmiyelerin arttırılmasından, birlikte hareket etmekten söz edip duruyorlardı. Akşamları kahvelere gidilince bir soluk almaya, sürekli konuşuyordu bu ağabeyler ve onlar konuştukça tütün işçileri onlara bağlanıyordu. Sonra tütün işlerlerine bildiriler akmaya başladı. Altında TKP yazan bildirilerde insan olmaktan, sekiz saatlik çalışma süresinden, insan gibi ücret almaktan söz ediliyordu. Ajanlar, gammazcılar kol geziyordu tütün işletmelerinde Zaman zaman gözaltına alınıyordu ağabeyler. Ve kısa süre sonra tütün işçilerinin büyük bölümü bu ağabeylerin partili olduklarını ve kendi yaşamlarını güzelleştirmek için mücadele ettiklerini anlamışlardı… Değiştiler zaman içinde. Gurbette kalmanın getirdiği bıçkınlık ve kavgacılıklarını eğdiler, büktüler, şekillendirdiler. Nerede, ne için kavga etmeleri gerektiği sorusunu düşünerek düşmanı bellediler. Plan yapmayı, birlikte hareket etmeyi, haklarını istemeyi birlikte öğrendiler ve bir arada yeni bir yaşam için yola koyuldular. Kahvede, işyeri kapısında birbirine saldırarak gelişen kavgacılık, kadın işçilere ulaşarak, onları hücre hücre örgütleyerek başka bir kavgaya evrildi. Kadın işçilerin toparlayıcı kuvvetini gördüler onlarla çalışırken. Parti’nin dağıttığı yayın organını tütün işçilerinin hücrelerinde tartışıldı durmadan; okundukça bilinçlerindeki değişime kendileri bile inanamıyordu.
Osmanlı tütünle 17. yy’ın sonunda tanışmıştı. Cenovalı denizciler yanlarında getirdikleri sarma tütünleri yeni topraklarda tanıtmış, keyfini öğretmişti. Sonra, başka ülkelerden tütün ithal edilerek bu yeni keyif maddesi geniş topraklara yayıldı. 1861 yılına gelindiğinde tütün ithali yasaklandı. Selanik ve İskeçe’de tütün üretimine geçildi ve ardından Balkanlar’da en yaygın mesleklerden biri haleni geldi tütün işlemeciliği. 1862 yılında tütünün inhisar şeklinde idaresine geçildi. 1872’de devlet inhisarı kuruldu. 1873’te İdare-i İnhisariye-i Duhan kuruldu. 1876 Kırım Savaşı’nda iyiden iyiye tükenen Osmanlı, tütün tekel imtiyaz haklarını Galata bankerlerine bıraktı. O tarihten sonra İstanbul’da başta tophane olmak üzere pek çok yerde sağlıksız şekilde işletilen tütün işleme atölyeleri kuruldu.1880’de ise imtiyaz hakları bu kez Duyunu Umumiye İdaresi’ne bırakıldı. 1883’te tütün işleme ve dağıtım hizmetleri Reji Şirketi’ne geçti.1921’e dek yabancı şirketlerin karına kar kattığı ve at koşturduğu bir alan olarak üretimi sürdürdü. Tütün fabrikaları kadın işçilerin kitlesel olarak çalıştığı alanlardandı. Yoğun sömürü koşulları, sağlıksız işlikler ve sık sık karşılaşılan şiddet tütün işçilerinin direnme damarlarını kabarttı. Sonra devlet inhisarına geçti tütün işi. 1946 yılında Tekel İdaresi’nin kuruluşuyla tütün işleme ve dağıtımı devletin tam tekelindeydi artık. Ve şimdi mi? Satıla satıla tüketilen tüm işyerleri gibi altın tepside ağalara beylere sunulmuş koca bir işletme TEKEL… Kimi işyerleri kapatıldı kimisi satıldı. Bugün hala üreticilerin yüzde 67’sinin tütün alımını yapıyor. Üzerinde bunca oyun oynanırken şark tipi tütün üretiminde hala dünya birincisi. 2007 yılı itibarıyla TEKEL’in 13 bin 164 personeli bulunuyor. Yani en çok istihdam yaratan kamu işyerlerinden birisi. 6 sigara ve 39 pazarlama ve dağıtım birimi ve tütün işleme fabrikasıyla, 57 yaprak tütün işletme müdürlüğüyle, birbirinden değerli arazileriyle sermaye babalarının iştahını kabartıyor. Şu anda elde kalan fabrikalar İstanbul Cevizli, Adana, Ballıca, Bitlis, Malatya ve Tokat sigara fabrikaları. Geçtiğimiz yıl talandan arta kalanlar Nurol-Limak-ÖzaltınTütsap Ortak Grubu’na satıldı. Bu satışla ilgili kararı geçtiğimiz günlerde Danıştay 13. Dairesi bozdu. Şimdi TEKEL çalışanları gelecek günlerde yaşanacakları bekliyor, dayanışmalarını yitirmeden.
23
Melih Gökçek . ‘cami duvarı’na isedi! . i
ktidar insana güven verir. Hele ki bu uzun süreli bir iktidarsa ve güçlü bir rakibiniz yoksa, bu bir özgüven patlamasıyla sonuçlanabilir. Melih Gökçek’in “ODTÜ’nün çoğu binasının kaçak olduğu gerekçesiyle yıkılacağı” açıklamaları da böyle bir patlamanın sonucu işte. Ankara’da istediği gibi at koşturacağından son derece emin olan Belediye Başkanı, bu defa sert kayaya çarptı. Yaklaşık yarım asır önce yapılmış olan 45 ayrı binanın her biri için 40 bin, toplamda ise 1 milyon 800 bin YTL ceza kesilmesiyle başlayan süreçte, iplerin Büyükşehir Belediyesi’nin eline geçmesi Çankaya Belediyesi ile ODTÜ arasında süren ruhsat çalışmalarının zamanında tamamlanmasına dayanıyor. Kaçak yapılar için ruhsat alınmamış olması da ODTÜ’ye özel bir sorun değil. İçinde bakanlıkların da bulunduğu birçok kamu kurumu bu işlemleri halen tamamlamış değil. TBMM ise Gökçek’in şerrinden 3 ay önce kurtuldu. Temmuz ayının ortasında Ankara Büyükşehir Belediye Encümeni’nde, yapıların ilgili mevzuata uygun hale getirilmemesi halinde de Fen İşleri Daire Başkanlığı’nca yıkılması oy birliği ile kararlaştırıldı. Konuya ilişkin ilk açıklama doğal olarak Rektör Ural Akbulut’tan geldi. Çankaya Belediyesi ile yürüttükleri çalışmaların tamamlanma aşamasında olduğunu söyleyen Akbulut, ODTÜ’nün yıkılamayacağının altını çizdi. Sürecin ilk aşamasında kavga Gökçek ve Akbulut ile temsil ettikleri kurumlar arasında sürüyor görüntüsü verirken devreye ODTÜ öğrencileri girdi. 3 gün içinde gerçekleştirilen 2 kitlesel eylemle ODTÜ’nün gerçek sahibi olduklarını gösteren öğrenciler, Ankara halkının Melih Gökçek’e karşı verdiği mücadeleye yeni bir soluk verirken, okulun savunulması misyonunu da piyasacı rektör Akbulut’un elinden almış oldular.
ODT Ü’nün gerçek sahipleri... Ankara Büyükşehir Belediyesi’nden gelen “yıkarız” açıklamasına ODTÜ Rektörünün “yıkamazsınız” şeklinde yanıt vermesiyle ilerleyen tartışmaya son noktayı Gökçek koydu aslında: “İstemiyorum, ama istersem yıkarım!” Pervasızlığıyla bilinen Gökçek’in karşısına çıkan Rektör Akbulut ve tartışmanın düzlemi de hukuk olduğu zaman, son nokta Gökçek gibilerce konabilir. Akbulut aklınca Gökçek’i teşhir ediyor… Cezanın amacının ODTÜ arazisinden parça almak olduğunu söylüyor. Doğru da söylüyor. Gökçek’in ODTÜ’den arsa talebi yeni olmadığı gibi, Ankara’da çeşitli dosyalara atanan ODTÜ’lü bilirkişilerin sürekli Gökçek aleyhine kararlar vermeleri ve en son yaşanan “arsenikli su” tartışmasında Büyükşehir Belediyesi’nin bizzat Rektör tarafından yalanlanması yıkımı zorunlu kılan diğer etkenler. Gökçek’in ODTÜ
24
arazisini ranta açma hırsının karşısında, bu araziyi savunmayı Akbulut’un insaf ve yeteneğine bırakmak ise ciğeri kediye emanet etmekten farksız. Zira ODTÜ arazisi birlik ve bütünlük içiyken de Akbulut ve öncülü diğer rektörlerin yönetiminde bir rant alanı muamelesi görmekten kurtulamadı. Gökçek’in alışılmış pervasızlığı karşısında ODTÜ’nün savunulması görevi, piyasacılıkta Gökçek’le yarışan Ural Akbulut’a bırakılamazdı, bırakılmadı. 21 Temmuz pazartesi akşamı 100’den fazla öğrencinin katıldığı bir forumla ODTÜ’nün gerçek sahipleri meseleye el koydular. Gerek tatil döneminde olunması (yaz okulu devam ediyor) gerekse stajlar nedeniyle okuldaki aktif öğrenci sayısının çok az olması ve Gökçek’in ilk açıklamalarının pek de ciddiye alınmaması, bu el
koymadaki yaklaşık bir haalık gecikmenin önemli nedenleri oldu. Düzenlenen forum ise Gökçek için pek de hoş olmayacak bir sürecin başlangıç adımıydı. Ankara halkının başına bir kara bulut gibi çöken Gökçek’i durdurma iradesinin açığa çıktığı toplantıda sürecin o anına kadar hukuki alanda ve medya önünde ODTÜ’nün savunulması misyonunu üstlenen Rektörlüğe duyulan güvensizlik de vurgulandı. Sürecin gidişatına yönelik uzun tartışmaların ardından forumda iki temel eğilim belirdi. Birincisi okun ucunu tehdidin geldiği yöne, Gökçek’e doğru sivriltmekti. Medya önünde duran ve güvenilmeyen iki tarafa da eşit mesafede durma kaygısıyla apolitik bir konuma düşmek yerine gündemdeki açık ve somut tehlikeyi oluşturan Gökçek ve onun belediyecilik anlayışıyla mücadele etmek, meselenin eksenine Gökçek’i yerleştirmekte anlaşıldı. İkincisi ise Ural Akbulut’un kendisinden duyulan rahatsızlık üzerinden, rahatsızlığın kendisinin ilan edilmesi yerine Gökçek’in karşısına bir özne olarak dikilmek, mücadelenin bayrağını okulun gerçek sahipleri olarak ele almak şeklinde özetlenebilecek bir yaklaşım oldu. Özetle 21 Temmuz akşamı gerçekleşen forumda ODTÜ öğrencilerinin Gökçek’in karşısına biz özne olarak dikilmesi fikri öne çıktı. Forumda ayrıca ertesi gün yapılacağı bilinen, facebook ve hoccam gibi internet sitelerinden yaygın duyurusu yapılan eylem de konuşuldu. Eylemi düzenleyen GüvenÖzveri-Tecrübe Platformu’nun kimler tarafından nasıl oluşturulduğu ise gecenin ilerleyen saatlerinde de anlaşılmayınca, duyurulan eylemin somut planlanması forum tarafından üstlenildi. Eylem komitesi, toplanma saati ve yürüyüş güzergahı belirlendi. Yapılacağı söylenen flash-mob eyleminin de yapılabilmesi için postane önü son durak olarak kararlaştırıldı. Bunun dışında 24 Temmuz Perşembe günü de Ankara Büyükşehir Belediyesinin Güvenpark’taki binasının önünde yapılacak bir eylem daha örgütlenmesi forumdan çıkan diğer karar oldu.
ÇAĞLAR KILINÇ
ODTÜ’yü yıkmak kolay degil cicim! ODT Ü değil Gökçek yıkılacak!
ODT Ü burada Gökçek nerede?! 22 Temmuz eyleminin ardından ODTÜ’deki hareketlilik artarak sürdü. Bu defa hedef Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin Güvenpark’taki binasıydı. Geçen iki gün içinde Rektör karşısındaki atılgan tavrından çark ederek, “yıkmayacağız, olur mu öyle şey” tadında konuşmaya başlayan Belediye Başkanı, Bre Gökçek Türküsünü bir kez daha dinlemekten kurtulamadı. 24 Temmuz günü ODTÜ, yaz okulunun yoğun ders ve sınav trafiğine rağmen Kızılay’a aktı. “Gelenek sürüyor ODTÜ yürüyor” sloganı eşliğinde polisin yoğun önlem aldığı belediye önüne gelen yüzlerce ODTÜ öğrencisini alanda biriken çok sayıda insan karşıladı. Ankaram Platformu, çeşitli meslek odaları ve Dikmen Vadisi halkı öğrencilerin eylemine destek verdi.
22 Temmuz sabahı afişler asıldı, bildiriler dağıtıldı, dövizler pankartlar yazıldı. 12 saat gibi kısa bir süre içinde örgütlenen eylem, 15:30’da fizik bölümü önünden 500’e yakın öğrencinin yürüyüşü ile başladı. Ana sloganı “ODTÜ bizimdir” olan ve “ODTÜ Öğrencileri” imzasıyla yapılan eyleme yürüyüş boyunca yoğun katılım yaşandı. Postane önüne yaklaşırken sayı 1000’e yaklaştı. Melih Gökçek’e yönelik tepkinin doruk noktasına çıktığı eylemde “Gökçek ODTÜ’den elini çek!”, “Yağma yok, talan yok, Gökçek’in ODTÜ’de işi yok”, “ODTÜ bizimdir, bizim kalacak”, “ODTÜ değil Gökçek yıkılacak” gibi sloganlar atıldı. Ayrıca ODTÜ öğrencilerinin uyarladığı “Bre Gökçek” türküsü de hep bir ağızdan söylendi ve büyük ilgi gördü. Büyükşehir Belediyesi’nin “halka açma” söylemi altında, Ankara’nın akciğeri olan ODTÜ arazisinden pay istemekte olduğunun ve söz konusu arazinin piyasalara teslim edilip bir rant noktası haline getirilmeye çalışıldığının vurgulandığı basın açıklamasında Melih Gökçek’in tüccar belediyecilik anlayışına karşı çıkan herkesi ‘ideolojik’ olmakla suçlayıp, bugün yapılan bu eyleme müdahale etmesi için jandarmayı göreve çağırdığının altı çizildi. Baştan sona coşku içinde devam eden eylemde Perşembe günü belediye önünde yapılacak basın açıklamasına da çağrı yapıldı. ODTÜ öğrencilerinin düzenlediği eylemde boy gösterip kameralar önünde şov yapmaya çalışan bir grup CHP milletvekili de öğrencilerin tepkisiyle karşılaştı. Eyleme kenardan kenardan yaklaşarak basına demeç veren milletvekillerinin söylevi, CHP’nin de AKP kadar piyasacı ve neo-liberal düzene biat etmiş bir parti olduğunu söyleyen öğrencilerin devreye girmesiyle yarıda kesildi. Hazırlanmasında hiçbir katkıları olmadığı halde basının ilgisini üstlerine çekmeye çalışan Yılmaz Ateş ve diğer CHP’liler olay çıkartmadan dağıldı!
Drahma Köprüsü Gökçek... ODTÜ kapısı Gökçek Dardır geçilmez bre Gökçek, dardır geçilmez Çetindir gençleri Gökçek, sana yol vermez Ural’dan geçilir Gökçek Bizden geçilmez bre Gökçek, bizden geçilmez Suyun arsenikli Gökçek, bir tas içilmez ODTÜ öğrencisini Gökçek Koyun mu sandın bre Gökçek, koyun mu sandın ODTÜ’yü yıkmayı Gökçek, oyun mu sandın ODTÜ ormanını Gökçek Bahçen mi sandın bre Gökçek, bahçen mi sandın Çalıp çırpmayı bre Gökçek, kolay mı sandın
Basın açıklaması... Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Melih Gökçek’in basına yansıyan “ODTÜ’nün çoğu binasının kaçak olduğu gerekçesiyle yıkılacağı” açıklamalarını hayretle ve öfkeyle izledik. Kentsel dönüşüm adı altında Ankara’yı yağmaya açan, Dikmen ve Mamak halkını evinden eden, halka zehirli su vermekten çekinmeyen Gökçek, böylece pervasızlıklarına bir yenisini ekledi. Orta Doğu Teknik Üniversitesi toplumsal olaylara olan duyarlılığıyla Türkiye yakın tarihine damgasını vurmuş dünyanın yakından takip ettiği bir kamu üniversitesidir. ODTÜ arazisinin bir kısmı 1. derece sit alanı ilan edilmiştir. Büyükşehir Belediyesi “halka açma” söylemi
altında, Ankara’nın akciğeri olan ODTÜ arazisinden pay istemekte, söz konusu arazi piyasalara teslim edilip bir rant noktası haline getirilmek istenmektedir. Tüccar belediyecilik anlayışına karşı çıkan herkesi “ideolojik” olmakla suçlayan Melih Gökçek, okullarına sahip çıkma kararlılığı gösteren ODTÜ’lülerin tepkililerinin önlenmesi gerektiğini basına bildirmiş durumda. Biz, ODTÜ öğrencileri olarak piyasacı belediyecilik anlayışı devam ettiği sürece belediye başkanı kim olursa olsun bu sorunların devam edeceğini biliyoruz.
Biz, ODTÜ öğrencileri olarak Melih Gökçek’in oldukça sert bir kayaya çarpmış olduğunu açıklıyoruz. Biz, ne aynı şekilde piyasacı olan rektörün ne de bir başkasının bu saldırılara karşı ODTÜ’yü koruyabileceğini düşünmüyoruz. ODTÜ’yü ancak ve ancak onca baskıya rağmen devrimci geleneğine sahip çıkan ODTÜ’lüler koruyacaktır. Kendisini dizginleyememesinden ve kendisinden başka kural, kanun tanımamasından anlaşıldığı kadarıyla Ankara’da diktatörlük kurduğunu sanan Melih Gökçek’e ODTÜ’den tüm gücümüzle “DUR!” diyoruz. Melih Gökçek’i durduralım! ODTÜ değil Melih Gökçek yıkılacak! ODTÜ bizimdir!
25
Bir Cem Yılmaz reklamı değildir!
Emperyalistlere satıldıktan sonra iki yılda 6.3 milyar YT L’yi hortumlayan T ELEKOM’un mucize formülü:
85 kuruşluk görüşme yap, 20 lira öde!.. E, alan hayrına almadı tabii... Muhtemelen, satan da pijamasıyla boşuna satmamıştır!..
26
Bu toprağın isyancıları...
(…) Onlar dostluğu bilirler mi Kardeşliği bilirler mi Başkası için ölmeyi hiç Onlar bilirler mi Spartaküs? (…) Kemal Burkay
Spartaküs
CENGİZ YOLCU
S
ınıflar mücadelesi içinde asırlardır zulme ve sömürüye galebe çalmak için savaşıyoruz. Özgürlük savaşları boyunca her daim bir adım önde saflara atılıp, ipi bir adım önce göğüsleyenler olagelmişler. Bu sayıdan itibaren başlatacağımız dizimizde de onları yeniden hatırlamak; mücadeleleri unutulmasın diye tarihe bir ‘mim’ de biz koymak istiyoruz. Elbette ki, hayatlarını insanlığın kurtuluşuna armağan etmekten kaçınmayan özgürlük savaşçılarının tümünü bu sayfalara sığdıramayacağız. İlk yazımızda Anadolu’nun hemen yanı başında, Balkanlar’ın kapısındaki Trakyalı hemşerimiz, tarihin kazan kaldıran ilk ‘ayak takımı’ mensubu Spartaküs’ü hatırlayalım istiyorum. Spartaküs’ün öyküsü kusursuz ve sürükleyici bir öykü. Bizleri aydınlatıyor, başımızı döndürüyor. Bununla beraber öyküde ne parlak sözlerden, ne de şu veya bu şekilde süslemelerden eser var. Öykü apaçık: Trakyalı köle Spartaküs’ün Roma’ya karşı kışkırtıp başlattığı büyük köle ayaklanmasının tarihi. Trakyalı Spartaküs, eylemiyle ve mücadelesiyle daha önce gerek romanlara, gerekse de sinema filmlerine konu olmuştur. Fakat yine de köle pazarlarından gladyatörlüğe, sonra da en parlak döneminde Roma İmparatorluğu’nu yıkmanın eşiğine getiren hemşerimizin hayatına tekrar bir göz atmakta fayda var. Spartaküs’ün doğduğu tarih hâlihazırda bilinmiyor. Kendi geçmişiyle ilgili olarak bilinen en eski ve genel kabul görmüş malumat, Trakyalı bir göçebe aileden geldiği, Roma’ya savaş esiri olarak getirilmesi ve güçlü bedeni yüzünden bir gladyatör okuluna satılması… Gözü doymak bilmeyen Roma’nın kurbanları, Spartaküs’ün kişiliğinde öçlerini alan bir insan bulurlar. Onun tarafından yönetilen ve İsa’dan önce 73 yılında 70 kadar arkadaşının gladyatör okulunun kapılarını kırıp dışarıya çıkarak, Vezüv dağına doğru ellerinde silahları ile kaçmalarıyla başlayan isyan 71
(İ.Ö.) yılına dek sürer. Kendilerini yeryüzünün tek gücü sanan Roma, çıkan savaşlar boyunca, iyi yetiştirilmiş ve yenilgi tatmamış ordularının utanç verici yenilgilerine tanık olur.
Kölelerin umudu
Gücü ve cesareti sayesinde yönetimi altındaki gladyatörlerden oluşan grup, kendilerinden pek farklı olmayan bir kaderi paylaşan yol üstündeki çilik kölelerinin katılmasıyla bir çığ gibi büyürken, Spartaküs de çok geçmeden 70 bin kişiyi bulan bir kuvvetle Roma için çok büyük bir tehlike olarak belirir. Ancak Spartaküs’ün niyeti, kendilerini köleleştirenlerden öç alarak, çilikleri yakıp yıkarak bir süre direndikten sonra Alpleri aşmak ve Galya’da yerleşmektir. Spartaküs’ün mücadele etmesi gereken bir diğer mesele ise, yandaşları arasındaki büyük itibarına, otoritesine rağmen, her milletten ve askerî eğitim almamış kişilerden oluşan ordusunu disiplin altında tutabilmek, dağılmalarını engellemektir. Bunu, örgütçü yeteneğinin yokluğuna
pek bağlanamayacak ölçüde yarı yarıya başarmış olduğu görülüyor. Spartaküs’ün artan ve başarı kazanan saldırılarına karşı lejyonların çoğu zaman başarılı müdahalelerine rağmen Roma için tehlike gittikçe büyüyordu. Spartaküs’ün doğrudan savaş liderliğini ele aldığı saldırılarda lejyonerler silahlarını atarak kaçmayı adet haline getirmiş gibiydiler. Spartaküs iki konsül tarafından hazırlanarak üzerine sürülen iki Roma birliğini yendikten sonra tüm İtalya’da, yıllar önce Hannibal ordularının yaptığı gibi aşağı yukarı gidip gelmeye, ‘talan’larını gittikçe arttırarak sürdürmeye, hatta Roma’ya doğru tehdit çıkışları yapmaya başlar. Spartaküs’ün Romalı antitezi Yüksek Yargıç ve Roma’nın en zengin sermayesine sahip olan Marcus Crassus ise Senato’nun son çare olarak başvurduğu kişi olur. Aynı zamanda da, zenginliğin siyasal güç ürettiği bir ‘zihniyet yapısı’ içinde Romalılar için bu zengin vatandaş Spartaküs’ü alt edecek siyasal, ekonomik ve askeri
güçleri harekete geçirebilecek tek kişidir. Crassus’un orduları Vezüv dağı eteklerinde harekâta başladıklarında, köle öncülerinin direnci karşısında kırılır ve ön saflar kaçmaya başlar. Crassus disiplini sağlamak amacıyla kaçaklardan birçoğunu ibret için idam ettirmekten çekinmez ve lejyonerlerin direncini arttıran bu önlem sayesinde Spartaküs sonraki saldırılarında ummadığı bir dirençle karşılaşır; savaşarak güneye doğru çekilmeye başlamak zorunda kalır. Bu çekilme Spartaküs’ün köle ordusunun birliğinin sonu olur; ovalara doğru kaçan köleler dağılarak çok sayıda küçük çeteler oluşturdularsa da hareket halindeki Crassus’un orduları bunları kolaylıkla ortadan kaldırabiliyordu. Spartaküs M.Ö. 71 ‘de Orta İtalya ovalarında giriştiği son savaş sırasında öldürülür. Bunun ardından Romalılar tarihlerinin en büyük ‘köle avı’nı başlatırlar ve Spartaküs’ün altı binden fazla savaşçısı çarmıha gerilir. Emperyal Roma’nın askerleri Spartaküs’e ve savaşçılarına böyle bir muameleyi uygun görürler. Ancak hiç de eşit olmayan bir gövde gösterisinin altında yenilen Spartaküs’ün kampında Romalı, üç bin canlı savaş tutsağı bulunur. Dahası, Roma tarihçileri de Spartaküs’ün soylu karakteri ve yüksek ahlakı karşısında ‘özgürlük savaşçısı’nın hakkını teslim etmek zorunda kalırlar. Son satırlarımızı da ‘inkılâpçı münevver’ Henri Barbusse’ün cümleleriyle süsleyelim. Büyük usta şöyle diyor: “İmparatorluğu temellerinden sarsan, dört bir yanda ün salmış Roma toplumuna, adetlerine, doyumsuzluklarına, bencilliklerine ve alçaklıklarına müthiş ışık tutan bu çok büyük ve kanlı mücadeleyi ve o yakıp yıkan, asalak gibi yaşayan, liberalizm ve demokrasi düşlerini halk avcılığı yaparak gaza getiren toplumu, artık yaşamayan, ama bizim toplumumuzun da izinden gittiği o toplumu hiç unutmamak gerekiyor.” (…) Yoksulluk kötüdür Spartaküs, Bilgisizlik kötüdür. Ama hiçbir şey boyun eğmekten Daha kötü değildir. Sen de yenildin sonunda Bir çarmıhta can verdin. Ama bir türkü gibi çağdan çağa Erkekçe savaşmayı öğrettin insanlara Adını öğrettin Spartaküs. Kemal Burkay
27
Ağustos sıcağında... Bir kere, bir ‘peynir gemicisi’ uluorta kapitalizm mapitalizm demez; çok mecbur kalırsa, ‘anamalcılık’ gibi kelimelerle ofsayt türkçesine başvurur ve yan hakem hala bayrağını kaldırmamışsa kapitalizmin ‘insani yüz’le donatılabileceğinden dem vurur: Yaşasın yüce sosyal demokrasi ve onun binbir suratı!..
E
mperyal(is-tik) bir silahlı güç gibi, sırtımızda ‘ter’ kuvvetleri… İklimini şaşırmış yeryuvarda Mayıs’tan beri yığınak yapıyordu zaten, ‘ter’ kuvvetleri ve çok önceden belli olmuştu Ağustos’un teslim alınacağı… Ağustos’un ‘ter’ kuvvetleri, uçak gemilerindeki uçaklarından/füzelerinden emin, Ağustos yalanlarıyla müttefik, yürüyor üstümüze… Yürüyor üstümüze türümüz, kehribar kabirlerindeki böcekler misali… Aşure kasesinin içinde debelenen sinek; kozasının içinde katledilmiş ipekböceği; kaçak iskele üstü dilberi; haramzade ve ‘haramzede’ tatilci; şımarık magazinci; taşra karabasanı; kibar (artı-değer)emici; mercimek beyin; jelatin kalp olarak… Yürüyor üstümüze… N’apmalı? Beş ilkokul defteri sayfası ‘burjuvazi’, beş ilkokul sayfası ‘işçi sınıfı’ yazsak, sınıf şuuru serinliği iner mi tepemize? Kehribar kabirlerini kırmak için insanların, küçük-kompresörlü-otomatik balyozlar (asfalt kırıcı gibi) mı icat etmeli?..
*
Memleket sathındaki pıtrak gibi tüketim tapınaklarından biri bizim mahalleye kondurulmuş, idi. Üstünden aylar geçmiş, idi. Tapınağın içindeki akvaryumu, aylar önce aklıma düşürmüşler, idi. Suyu Saros’tan demişler, idi… Ağustos şuursuzluğuyla, tapınak cemaatinin arasına karuşup içeri sızdım… Bir beklerken iki akvaryum çıktı karşıma. Mimari tercih sanmıştım ki, uyandım meseleye: Akvaryumlardan sadece birinde köpekbalıkları vardı ve bu akvaryumda köpekbalıklarıyla birlikte yüzen balıkların hepsi yerli türlerdi…Belli ki, ‘ağa’lar atıştırdıkça eksilenleri yerine koymak kolay oluyordu! İkinci akvaryumun pahalı tropik ahalisi, köpekbalıklarının hışmından uzak, haşmetle ve huzurla yüzüyordu… N’apmalı? Bir ilkokul defteri bulup..?
*
Şaşırma duygusunun imhası, her türden şaşkınlığın tetiğidir; insanın imhasının ilk adımıdır… Şaşırma duygusunun imhasıyla elele yürüyen süreçte, herkes eline ilk geleni üstüne geçirir ve çeşitliliğin karnavalıyla oyalanmaya ‘geçer’. Tek
28
Resim: Ali Osman Coşkun başına ‘farkındalığın’ yetmediği, illâ ve devamlı ilâve hamleler talep eden ‘çırılçıplak hakikat’ten kurtulmuş olmanın hafifliği, her şeyi epey bir hafifletir… Hem, kim; ‘çırılçıplak hakikat’in, bir kaçak iskele dilberinden daha çıplak olduğunu iddia edebilir, günümüzde (di mi efendim)?.. Bikininin küçüğünün hakikatin büyüğü olduğu yolundaki cinsiyetçi ve arkaik takıntının altından o kadar sular ak(ıtıl)mıştır ki; sel altında, 9060-90’ın matematiksel ve de örtülü faşizm olduğu genel kabülüyle ıslanmış durumdayız(dır)!.. Daha açık konuşmak gerekirse; Ağustos güneşi altındaki beyinlerin performansı, hayatı okuma konusunda yeterli/geçerli ve makbul sayılmaktadır, bugün… Ve, performansın bu kadar düşük olduğu yerde, tek dert, köpekbalıklarının olmadığı akvaryuma geçmek olmaktadır… Kimse, köpekbalıklarına, “reddedemiyecekleri bir teklif”te bulunmayı akıl edememektedir… (Her ne hikmetse!..) Neyse, yazının Ağustos sıcağında yazıldığı daha fazla belli olmadan bu bölümü bağlayalım…
*
‘Farkındalığın’ alıp başını gittiğini, hayatımızdan çekildiğini iddia etmiyoruz. Aksine, epey gelişmiş olduğunu
söylüyoruz ve olanca gelişkinliğine rağmen bir halta yaramayan bu farkındalığın ‘ötesiyle’ ilgilendiğimizi anlatmaya çalışıyoruz… Malûm, hayat bu ‘ötedeki’ şey oluyor… Ve gene malûmdur ki, hayat bir ‘eşikler/ hendekler’ meselesidir. Nasıl olmaktadır da, ‘eşiğe’ ve ‘hendeğe’ göre türümüz şekilden şekle girmektedir; bunun peşindeyiz… Zira, hiç tepemizden eksik olmayan ve de Ağustos güneşinden hiç de aşağı kalmayan bir başka güneş var ve doğrusu bu güneş tepeme fena halde geçmiştir: “11. tez”!.. (Yaz Tatili Ödevi-1: “11. Tez” nedir ve ne söyler?)
*
Evet; ihtisası her ne olursa olsun, herkes gördüğünü yazıyor. Bir edebiyatçı, Behçet Çelik diyor ki: “Yakın ilişkilere bile sinen, arkadaşlıkların, aşkların da kaçınamadığı bir yabancılaşmadan mustaribiz. Özellikle orta sınıfın tekdüze ve kof hayat tarzına büsbütün sinmiş durumda bu yabancılaşma. Öyle ki kendimizi olduğumuzdan farklı göstermek zorunda kaldıkça biz de gösterdiğimiz yüzümüzün gerçek yüzümüz olduğunu sanmaya başlıyoruz. Ama bazen bu iki yüz birbirine karışabiliyor, saklı duran kendini gösterebiliyor, anlık ama derin
bocalamalara düşebiliyoruz.” Bunlar bir edebiyatçının sözleri; ‘yabancılaşma’yı, bizatihi üretim ilişkilerindeki ve üretim sürecindeki pozisyon’la ilişkilendiren daha teknik bir açıklamaya burada girmeyeceğim. Edebiyatla ilişkisini bilmediğim, siyasi koordinatlarını da pek bilemediğim bir başka yazar, Selçuk Salih Caydı da şunları yazmış: “Neoliberalizmin savunduğu demokrasi, nasıl bir demokrasidir? (…) Kimliğini esasen para/iş üzerinden ve ulus-devlet aidiyeti üzerinden ifade eden modern birey, neoliberal dönemde bu iki temel faktörün de erozyona uğraması sonucu giderek marjinal bir format haline gelmektedir. Bir yanda, parası/işi olmayan ve sosyal hayatın dışında kalan kalıcı işsizleri, diğer yandan kendini ulus-devlet aidiyetinin dışında tanımlayanları üreten neoliberal sistem, liberal demokrasinin temel taşı ‘birey/ vatandaş’ formatının altını oymaktadır. (…) Böylece demokrasi, ekonomik bakımdan yaptırım gücü olmayan bir laf kalabalığı haline gelmektedir. (…) Günümüzde hükümetlerin en önemli işlevlerinden biri, global ekonominin dikte ettiği politikaları halka tebliğ etmek haline gelmiştir. (…) Tarihin en para ve ekonomi odaklı sistemi olan neoliberal kapitalizmde, (…) ekonomiye karışması engellenmiş halk, sınırsız laf ve yürüyüş özgürlüğüne sahiptir. Hatta ‘demokratik’ hakları gün geçtikçe artmaktadır. Ama örneğin ‘demokrasi beşiği’ ülkelerde bile, global kapitalizmin neden olduğu küresel ısınma konusunda hiçbir kayda değer önleyici tedbir alınamamaktadır, Zira lafla peynir gemisi yürümediği gibi, yürümekle yollar da aşınmaz. Bundan fazlası gerekir. Kısacası: Ekonomiye karışma yeteneğine sahip işçilerin 1 Mayıs’ta sokağa çıkmalarına bile tahammülsüzlük, sistemin çevre ülkelerindeki neoliberalizme özgü ‘demokrat’ bir tavırdır.”
*
Evet; şimdilik “güneşin altında yeni bir şey yok”, ama Ağustos güneşinin altında bir dolu ‘peynir gemicisi’ var! Hayır, tabii ki yukarıdaki alıntıların yazarlarını bu kategoriye sokmuyorum. Peki, bir ‘peynir gemicisinin tipik özellikleri nedir? Bir kere, bir ‘peynir gemicisi’ uluorta kapitalizm mapitalizm demez; çok mecbur kalırsa, ‘anamalcılık’
ALi OSMAN COŞKUN gibi kelimelerle ofsayt türkçesine başvurur ve yan hakem hâlâ bayrağını kaldırmamışsa kapitalizmin ‘insani yüz’le donatılabileceğinden dem vurur: Yaşasın yüce sosyal demokrasi ve onun binbir suratı!.. Dini imanı azami kâr ve sermaye birikimi olan bir sisteme yapılacak makyajdan ötesini hâşâ düşün(e)meyenler, Ellen Meiksins Wood gibi, “kapitalizm ile demokrasinin uyuşmazlığından” mı bahsedecekler? “Kapitalizmde, demokratik sorumluluk/hesap sorulabilirlik-verilebilirlik erişilmez oluyor. Pek çok insan faaliyeti, kapitalizmin zorunluluklarına (…) tabi kılınıyor. İnsan hayatının çok fazla yönü piyasaların buyruklarına, sermayenin azami kâr gerekliliklerine boyun eğdiriliyor. Ve bütün bunlar formel politikada evrensel siyasi haklarımız olduğu halde gerçekleşiyor. Çünkü kapitalizm ‘siyasi’ ve ‘iktisadi’ alanları, çok belirgin biçimlerde ve tarihte görülmedik ölçüde birbirinden ayırmış durumda”dır diye dertlenecekler mi? Günümüzde, ‘peynir gemicisi’nin, hele beynine sağlam Ağustos güneşi almışı; hele ağızda ‘şık’ duran peyniri olanı, teneke teneke yağmalanıyor… Dünya aslında küp şeklindedir dese de fark etmez!..
*
Buraya bir ‘berber hikâyesi’ koyuyoruz şimdi: “Bir şehirde, kendi saçını kesmeyen herkesin saçını kesen, ve başka kimsenin saçını kesmeyen bir berber vardı. Bu berber kendi saçını kesebilir mi?” Sizi bu ‘kesmezse’ şuna ne dersiniz: “Biraz Marksist taklidi yaptım.” Bu cümle, birkaç ay önce, “Devrim Düşüncesi” adlı kitabın yazarı Ahmet Soysal’la yapılmış röportajın başlığına çıkarılmıştı… O gün bugündür, ben, bukalemunlarla; bülbül ötüşlü kanaryalarla; topa ‘dolaşan’ futbolcularla falan meşgulüm... Bir yandan, ‘sıkı’ teorik müdahalelerin ‘sıkı mavra’larla akrabalığına kafa yordum; bir yandan ‘taklit problematiği’ne aldım; bu arada Ağustos güneşi de görevini yapmaktaydı… Bir kere, Soysal, “eski zamanlarda kaldığı düşünülen adeta bir nostalji konusu haline getirilen devrimi ele alıyor”muş. Bunlar röportajcının sözleri. Ne diyelim, üzerinize afiyet, efendim! Soysal’a göre de, “devrim, yalnızca felsefi bir konu değil”miş. Aklınızda olsun! “Marksizmden faydalanabilirmişiz”, ama “bugüne uymayan bu gözlüğü” takmamamız gerekiyormuş…Güneş gözlüğüyle idare edeceksiniz! Soysal, “Marksist taklidi” yapıyor ya, ara ara beni bile ‘tavlayacak’ cümleler yuvarlıyor: Meselâ, “Marksizmin bir katkısı da sınıf kavgası”ymış… “Emekçilerin sınıfsal nitelikli
Resim: Ali Osman Coşkun savaşımlarının iktidarları sarsma olasılığı bulunmakta”ymış! (Şükürler olsun!) Ama, üstad, “sınıf kavgası yerine başka bir kavrama, ‘antagonizma’ kavramına ağırlık veriyor”muş kitabında. (Gönüldür; ota da, …) Gene şükürler olsun, “küreselleşme çağında biçim değiştirmiş olsa da emperyalizm” hâlâ “etkinmiş! (Serinledim!) Ve, veee; üzülerek öğreniyorum ki, o koca sakallı Marx, yatmış, göbeğini büyütmüş ve “Marksizmde bireye ilişkin ahlaki düzlemdeki sorunlar derinleştirilememiştir.” Bu yüzden, yazarımız sol liberallere muhtaç olmaktadır… Hiç düşündünüz mü bilmiyorum, “ Marksizmdeki eksiklerden biri, onun, libido ve arzu konusunu dışa püskürtmüş olmasıdır.” Hiç düşündünüz mü? Ben neler düşünüyorum: Bu tembel
Marx ve Marksistler, nektarin budama konusuyla da ilgilenmediler; tekne kalafatlanmasıyla da; elini prize sokan ‘birey’i neden elektriğin çarptığıyla da! Binlerce sebep sebebiyle Marksist olamayan Soysal, bütün saygısı yüzünden “biraz Marksist taklidi” yapmış… Elinden geleni yapmış! “Çünkü yine de en cesur ve romantik biçimde onlar karşı geliyorlardı 70’lerde, 80’lerin bir bölümünde… Onlarla biraz çalıştım”, diyor… ‘Tavlandığım’ cümleleri var demiştim Soysal’ın, röportajda: “Marksizm, Troçki’nin birkaç ‘liberal’ değinmesi dışında, sanatçıya pek özgürlük bırakmamıştır. (…) Marksizmin ihtiyaca indirgeyerek yok saydığı arzu boyutu sanatta temeldir. (…) Bence sanat yapıtının ‘ne’ olduğundan da önemli olan, onun konumlanmasıdır. Ne yaptığından çok, neyi nerede gösterdiğin… Sanat
yapıtının, bugün görünür olması için, politik-ekonomikmedyatik (hepsi birbirine bağlı) güç odaklarının açtığı konumlarda yer alması gerekmektedir. Bu, kendini ve işini devrimci diye niteleyen sanatçı için zor bir durumdur. Ya hiç görünmeyeceksin bugünkü koşullarda ya da karşı çıktığının seni kabulü için uğraşacaksın.” Yaaa! Aydın, ‘huzur’a mahkumiyetiyle malûl olsa da kafası ‘basan’ mahlûktur. Şöyle sürdürüyor Soysal: “Kültürel direniş nedir? Eğer direniş varsa, bu her zaman politiktir. Böyle kültürel-politik bir direniş, bireysel çabaların bir araya gelip örgütlenmesiyle olanaklıdır. Alternatif konumlar üretmek zorunluluğu ortadadır. Sorun, alternatif konumun da belirlilik, görünürlük kazanmasıdır. Oysa egemen medya sistemleri, egemen politikekonomik odakların emrindedir. Bunları alt etmek nasıl mümkün olabilir? Direniş, iktidarın ölçüsünde olmalıdır. Bu yüzden makro-politika önemlidir.” N’apalım; aklıselim, günümüzde, Ağustos güneşinin önünde arasıra beliren bir küçük bulutçuk… * ‘Solculuk’ türleriyle uğraşıp duruyorum, ama madam Sarkozy’ninkiyle (Carla Bruni) yarışabilecek olanını hatırlamıyorum… Madam, “Ani reflekslerim solcudur. Epidermik (üstderi) olarak solcuyum. Bu bir ideoloji ya da sistem değil”, diyor… Oyunu, “Bush’un yeni finosu” olarak da anılan kocasına vermekte kararlı olan bu ‘tür’ün “üstderi”sini Ağustos güneşinin insafına bırakmaktan başka bir şeyin aklıma gelmediğini de itiraf ediyorum!
*
Dünya, ipi çekilecek kıvama gelmiştir, doğrusu… Bakınız; 13 rakamının uğursuzluğu takıntıları yüzünden, Soyuz 13’ü Soyuz 14 yapmayı ciddi ciddi tartıştı birileri ve sonra kozmonotları rokete taşıyan otobüse nal takmayı ihmal etmediler ve nihayet, uğur olsun diye rokete işedi kozmonotlar! Çin’de yayımlanan “yaşam ve stil dergisi” New Travel Weekly, Mayıs’taki binlerce insanın öldüğü büyük depremden sonra, “sadece iç çamaşırlarını giymiş modellere, moloz yığınlarının arasında seksi pozlar verdirerek depreme gönderme yapmış”!…
*
Resim: Ali Osman Coşkun
Bitiriyorum: Vallahi, yazıya başlarken kalemime işemedim! İki: John Reed’in Bolşevik askerini bulup elini sıkmak istiyorum! (Yaz Tatili Ödevi2: Bu asker ne demişti?)
29
Gecikmiş bir 32. Gün yazısı
Arınık kalabilmek kolay becerilen bir şey değildir ve umut da edilgen olamaz…
G
eçen ay o malum 32.Gün rezilliğini izlerken, odanın sınırlarına sığamayıp, bile isteye evin duvarlarına çarparak ‘yatışma’ turları atmıştım. Sonra da tahmin edeceğiniz üzre klavyenin başına oturup nispeten yatışmış bir yazı yazdım RED’e gönderilmek üzere. Ancak yazıyı son bir kez okumaya kalktığımda, yatışmış halim buysa az önce nasıl olduğumu düşündüm ve kendimden ürktüm! Fazla öeli ve kişisel olduğunu düşünerek yazıyı sizlerle paylaşmamıştım. Bugün Hakan Gülseven’in o güne gönderme yaparak yazdığı son yazısını okuyunca, sizinle paylaşmadıklarımın içimde kaldığını fark ettim. Öncelikle şunu söylemeliyim ki bir psikolog olarak kendi durumumdan endişe etmeye başladım. İçsel ya da dışsal sorunları somatize (sorunun bedensel reaksiyonlarla dışavurumu) etmek gibi bir eğilimim olmadı hiç. Oysa son aylarda sanki sürekli bir mide bulantısı hissi yaşıyorum. Bu bulantı hissi zaman zaman çok belirginleşiyor; tıpkı o 32.Gün’ü izlerken olduğu gibi. Nazlı Ilıcak, Fikri Akyüz filan gibiler bunun en sıkı tetikleyicileri tabii. O gece Hakan’ı görünce neredeyse bir çocuk sevinciyle yerleştim koltuğuma. “Hah be,” dedim, “Nihayet! Siz şimdi görürsünüz eb… -pardon- sağ’ınızı sol’unuzu!..” Doğrusu ya evvel ezel
“B
orcu yüzünden 3 ay hüküm giymiş, tahliye olduktan 6 ay sonra 3 kişiyi öldürmüş!” Kahve muhabbetlerinden bir alıntı. Bu bir istisna değil. Nice benzerleri bulunabilir, gazete arşivlerinde. Karşılıksız çek suçundan hüküm giyip daha sonra nitelikli dolandırıcı olanlar, kapkaç suçu işleyip organize hırsızlık-gasp çetesi kuranlar, yaralama suçundan mafya tetikçiliğine terfi edenler… Ülkemizde cezaevleri, bireylerin suç makinesi haline gelmelerinde sosyalizasyonlarını tamamladıkları kurtarılmış bölge, emsalsiz suçlu yetiştirme eğitimhaneleri. Bunun yegane sebebiyse uygulamadaki yaptırımlar. Yaptırımların suçla mücadelede hem caydırıcılığı yok hem de suçluyu topluma yeniden kazandırmaya bir katkısı. Bireyleri sadece fişleyip kişisel haklarından mahrum ederek; sosyal, ekonomik, siyasal bir takım tecritler altına almanın, cezaevleri dolup taşınca da af çıkarmanın, bugünün dünyasına ait bir çözüm olmadığı artık gün gibi ortada. Yakın tarihteki en acı kanıtı için; BKZ: 22 Aralık 2000 tarihli Şartla Salıverme - Erteleme Yasası ve sonrasında yaşananlar… Burada haklı olarak şu söylenebilir:
30
Tuncay Özkan’a kanım ısınmamıştır. Somut eleştirilerimin yanı sıra sezgisel bir huylanma da söz konusudur. O geceki hali iyice içler acısıydı ve bir insanın o hale gelebilmesinden ben hicap duydum oturduğum yerde. “Kalk ulan Gülseven’in yanından, … fırıldak!” diye bağırırken yakaladım kendimi. Yan apartmandan haşin bir kepenk indirildi, nasıl bağırdıysam. Ve en çok da Nazlı Ilıcak denen o kanlı çanağa ekmek doğranmasını hazmedemedim doğrusu. 1 Mayıs sonrasında, başka bir TV programında Süleyman Çelebi’nin efendiliğini fırsat bilerek şirret ve küstah abanmalarıyla üste çıktığını sanan bu kadın, pervasız küstahlığı bir meziyet bellemiş belli ki. Yıllardır tanış olduğumuz bu çirkin üsluba, kendine ‘anti-emperyalist’ diyen birinin katkıda bulunması, çanak tutması, yenilir yutulur şey midir dostlar, sorarım size!
Fikri Akyüz’e gelince, içimden ‘o saylanmaz’ demek geliyor. Dana yalamış saçları ve ‘modernize’ edilmiş vitrin ‘yazar’lığıyla, sadece tahta paravan açılınca ortaya salınan bir dövüşken o. Çok ciddiye alınası olmamakla birlikte, yeterince sinir bozucu. Çünkü tornalandığı ellerin menşei belli; sivri kaçınca buraya yollamışlar! Tarih yok, tarih bilinci yok, muhakeme yok; sadece saldırı var. İşte ‘iyi’ bir ‘dövüşçü’de olması gereken özellikler de bunlar zaten! “Düşünme, ‘only’ saldır!” Amaaa en çok, en fena kime kızılıyım bilin bakalım. Mister M. Ali Birand’a tabii ki. M.A.Birand: “Evet Hakan, senin … hakkındaki görüşlerini alalım…” H. Gülseven – Tuncay Özkan’a dönerek: “Peki madem anti-emperyalistsin, sen iktidar olunca ABD’yle yapılmış anlaşmaları çöpe atacak mısın? Amerikan
- İyi de çoğu, diğerinin yaşama hakkına ve emeğine saygısı olmayan, suç işlemeyi yaşam biçimi haline getirmiş veya suç işlemekten haz alan insanlar… Elbette ki işlediği suçun bir karşılığı olacak! Çürütmeyelim de besleyelim mi? Doğru. Fakat hiç kimse; –kestirip atılan tabirleterörist, katil, sapık, hırsız, psikopat doğmaz; hiç kimsenin; mimar, çiftçi, bakan, konsomatris, tezgahtar, işçi doğmadığı gibi. Cezaevleri ıslah etme, farkına varma, topluma ‘yeniden’ kazandırma yerleri olabilir. Sosyal ve kültürel etkileşim alanları haline getirilebilir. Eğitim, meslek kazandırma kursları, psikolojik destek ve yardım verilebilir, spor etkinlikleri yapılabilir. Çevresine ve kendisine sürekli zarar veren antisosyal birey, kişisel gelişim alanında dersler verebilen biri haline getirilebilir ya da bir iletişim alanında uzmanlaştırılabilir. Uyuşturucu satıcısı veya madde bağımlısı biri; bağımlılara, ailelerine ve doktorlara rehabilitasyon programlarında yardımcı olabilir; okullarda, üniversitelerde öğrencileri, öğretmenleri maddelerin zararları hakkında aydınlatabilir. Bunlar akla ilk gelenler… Gündeme getirilip tartışılır, konunun uzmanlarıyla inanarak uzun vadeli çalışmalar yapılırsa getirecekleri: Çığır,
Yeni gün, Başka dünya… Bir takım geleceksiz-bayağı uygulamalar var aslında: Halı yıkama, marangozluk, el işleri; okuma- yazma bilmeyen, okumaktan nefret eden insanlara kütüphane, ‘sözde’ denetimli serbestlik gibi. ‘Emir verdim, oldu!’ kabilinden. Ne kadar faydalı?.. İlerleme var mı?.. Varsa ne oluyor?.. Başka ne yapılabilir?.. Bu kısmı muallakta! Öylesine… Birçok şey gibi prosedür gereği!.. Durum böyle olunca, ister istemez soruyorsun. Bir neden-çıkış arıyorsun, bu görmezden gelişe, göremeyişe. Aklın, tuhaf olası cevap(sız) sorularla bulanmaya başlıyor: - Acaba F tipini tasarlayabilen uslar, bu soruna da bir çözüm ‘bul(a)madılar’ mı ki? - Bilim insanları, düşünürler, sanatçılar?.. Onlar da aynı gerçeklikte yaşamıyorlar mı? Uçurum mu var, değer anlayışlarımız arasında? - Ya da nakite çevrilemeyecek, masraflı, fazla insani şeylerden mi bahsediyorum? - Yoksa birilerinin düzenine, karına mı bu yıkım? Mafyalara, terör örgütlerine taze kan yetiştiren, çetelerin kurulduğu ve idare edildiği yerler olarak mı muhafaza edilmeli cezaevleri? BKZ: Yasadışı suç örgütleri ve derinler ilişkisi. - Park, bahçe, yol, kaldırım, anayasa, elektrik
Suç ve umut
üslerini kapatacak mısın?” Özkan ıvırıp kıvırırken Birand, “Evet sayın seyirciler, şimdi kısa bir reklam arası vereceğiz,” diyor. ÇÜŞ! Biz evlerimizde tepinirken, stüdyoda ihi ihihi diye el çırpan …lar arasında Hakan’ın neler çektiğini düşünmek bile istemiyorum! Hakan Gülseven’i tanırız. Sert, komik, kışkırtıcı, hatta bazen sendeletici olabilir. Oysa o gece bambaşka bir meziyetini, daha doğrusu zaten bildiğimiz, lakin mücadelesinin ardında kalmış bir meziyetini gördüm Gülseven’in. Temizliğini. Bizim o heyecanlı, inançlı arkadaşımız, onca edepsizin arasında, su gibi ayrık, ideolojisi gibi düzgün ve kendi gibi kendi kalabilmeyi başardı. Zor iş! Onca çirkefin içinde çirkefe bulaşmamak gerçekten zordu. Ama Hakan bunu başardı. Kim ne derse desin, çirkini gösteren güzeldir! Hakan o gece, anlayana, çirkef olmamak diye bir şeyin olabileceğini gösterdi ve ‘müsamere’ sahnesine inmeyerek hepimizin onurunu korudu. Şahsen ben kendimi o kadar koruyamazdım diye tahmin ediyorum, psikolog olmama rağmen. İşte bu yazının mana ve önemi burada. Arınık kalabilmek kolay becerilen bir şey değildir ve umut da edilgen olamaz…
YEŞİM AKBULUT
direği vs... yapıp bozmak, tekrar yapmakbozmak, yaparak bozmak, bozarak yapmak gibi insanlık adına, ulu-ulvi amaçlar için uğraşmak varken böyle sabun köpüğü işlerle uğraşmaya gerek yok mu? - Koltuk, kariyer, hesap cüzdanı kaygısı ve çelik kasa onuru taşıyanların ilgi alanlarına girmemiş de olabilir pek tabii. Çünkü her daim meşru, yasalara uydurulmuş bir neden bulunur: Deliller kaybolur, yanar, çalınır. Dokunan çarpılır, dokunamazsın, ne kadar suçsuz ve masum oldukları anlaşılır, birileri ölüverir, birileri yurtdışına kaçı(rılı)verir. Hoş!.. Kaçımız farkındayız ki : O insanların, bu ülkenin paryaları değil, aynada bakmaya utandığımız yüzümüz; bu toprakların, yüreğinden, özünden kopmuş kayıp umutları; kaderlerine değil, ‘suça mahkum’ edilmiş yarınları olduklarının? Belki de ilk sorulması ve uzun uzun düşünülmesi gereken budur… - Bana ne! Dertli olan düşünsün..! Ben mahkum muyum? - Haklı… Öyle ya!.. Sen mahkum musun?!
ERHAN SÖĞÜT
SERHAT ÖZCAN
Meçhule giden
P 18 kez ‘ekilmiş’ ölüm bile saygıya durmuşken, biz ‘dışarıdakiler’ daha neyi bekliyoruz? Nasıl? Nasıl tutarlar seni, o zulmeden kör zindanın içinde; sen bedeninden geçmesen de bedenin senden geçmişken… Hiç mi yoktur vicdanı, hiç mi kalmamış insanlığı; seni sana teslim eder, seni senle bırakır; sen o ‘kuşatılmış’ acılarla direnmeyi görev bilmişken; direncin seni bırakmasına beş kala… Zulmün sahiplerine inat Erol Zavar tecrit koşullarındaki destansı direnişini sürdürüyor. Geçirdiği 18 ameliyat ve vücudundan alınan 50’ye yakın kanserli tümöre rağmen, yaşama yine de sımsıkı sarılmasını sağlayan güzellikleri var çünkü: dışarıda bekleyen iki dünyalar güzeli çocuğu var; eşi var sonra ve arkadaşları, yoldaşları… sonra, sonra mücadeleye katabileceği daha bir nice değerin farkındalığı belki de. Dışarıda, yani sevdikleri yanında yöresinde iken ve stres etkenlerinin olası en düşük düzeyde olduğu bir ortamda düzenlenmesi gerekirken tedavisi; bunu ısrarla görmezden, duymazdan, bilmezden gelenlere ne demeli. ‘Üç Maymun’ mu mesela? Ama maymunların bu bahiste hiçbir suçları dahi yok. Kim bunlar peki ya da ne? ‘Ama bunlar da, insan evladı , bir anadan dünyaya geldiler belli ki, oğullu kızlıdır kimi de belki?’ Yeni tretman yani ‘yok etme’ yöntemleri arayışındayken bu ‘yürek yoksunları’, bu mücadele daha nereye kadar sürebilir? Daha nereye kadar Özgecan’ına ve Özgür Deniz’ine ulaşma umudu ile ‘nankör acı’lardan feragat edebilir ki Erol? Büyük insanlığın bugünü ve geleceğini; insan hak ve onurunu korumak isteyenlerden biri; F tipi tecritte ve ‘mesane kanseri’ tanısıyla ölüm kalım savaşı verirken, Özgecan ile Özgür Deniz’in ‘bir baba yanında büyüme hakkı’ bile gasp edilirken, ‘dokunulmazlık’ zırhıyla meziyetlerini alabildiğine artıranlar ise çocuklarına ‘gemicik’ler bahşetmeye devam ediyorlar! Bu mudur adalet(iniz)? Erol Zavar’la dayanışma, insanlık onuruna sahip çıkmaktır; Erol Zavar’la dayanışma, vicdani sesimizin gereğini yapmaktır; Devrimci kardeşliğimizdir, ilkeli mücadele arkadaşlığımızdır Erol Zavar’la Dayanışma; Erol Zavar’la dayanışma, insanlaşma serüvenimizin önemli bir kilometre taşıdır. Erol Zavar’a Özgürlük! * Erol Zavar’a Yaşama Hakkı Koordinasyonu tarafından Erol’un uygun koşullarda tedavi olanağına kavuşması amacı ile yakında gerçekleştirilecek olan Cumhurbaşkanlığı ziyaretine, siz de www.freezavar.org Linki’nden bir imza ile katkıda bulunabilir, gelişmeleri ise ayrıca www.erolzavar.com’dan da izleyebilirsiniz.
Ebru MIHÇI
uslu bir hava... Temmuzun sonu. Deniz kenarındasın, su çamur renginde. Dibi görünmüyor ve derinliğini tahmin etmeye çalışıyorsun. Belli ki derin, çok derin. Korkutan bir şey var bu çamur rengi denizin derinlerinde. Dün masmavi berraktı, bugün ne oldu? “Gökyüzü rengini verdi,” desen, gri olmalı. Bu kızıla çalan çamur rengi ne? ‘Kasvet’in fotoğrafı sanki, yüreğini daraltan. Açıkları tarıyor gözlerin, bir gemi. Amerikan savaş gemisi. Bir Arap petrol tankeri… Bir mülteci yüklü şilep batmakta, biraz daha uzakta. Can pazarı. Tam ortalarında, balıkçı ekmek derdinde sandalında. Rüzgarla iyice hissedilmese, kanıksamıştın yanı başındaki kanalizasyonu. Ne kadar çok varmış meğer denize akan insan atığı. Hâlâ düşünürken renkteki kızılı, bir ceset çıktı su yüzüne kanlı. Belli etti deniz kızılın nedenini, bu meçhul ölüyle. Meçhul, belki de faili meçhul. Ve meçhule giden gemiler yok limanda, adresler belli. Ve daha ne cesetler var kim bilir derin denizde, derinlerde. Ne kadar uzakta kim bilir yakın tarih. Kan renginde, bedel ödemişlik var sanki alaycı… İleride Kız Kulesi’ne doğru, göstermelik koca vinçler harmanladıkça denizin dibini, rengi bulanıyor denizin ihale fesadında. Karardıkça hava, kararıyor. Yollarda insanlar, örtüler altında... Sabahı beklemeli sanki. Ya da bulutları kaydıracak bir fırtına icat etmeli. Pusla puştu kol kola ilk kez gördün sanma. Hiç ayrılmadılar. Sabah... Deniz güneşle yıkamış kendini pırıl pırıl. Derin denen de sığmış meğer. Cinayetler, şantaj, silahlar, ihaleler her şey su yüzünde. Kan kızılını bile mavi algılar olmuşsun deniz zannedip. Vahşet meğer ne abartılı bir şeymiş, sıradanlaşınca. Sahilde halka hitaben konuşuyor kocaman bir cüce. “Demokrasi istiyoruz!..” Herkes ona koşuyor lafın sonunu dinlemeden. Ve şöyle devam Her cinsten birer tane alan ediyor: “Gelene kadar demokrasi istiyoruz ey cemaati müslimin, geldikten Nuh’un gemisi meçhule sonra Allah kerim!..” giderken, sizler de yeni faili Bir sürü ‘aydın’, ‘solcu’ görüyoruz meçhuller sınıfında tanıdık, ellerinde tuzluklarla koşan, “Ona gelen demokrasi, elbet bize de iade-i itibar bekleyeceksiniz uğrar,” diyerekten. Ama kontenjan sınırlı bir zaman... ve kadrolar şişmiş zaten. Her cinsten birer tane alan Nuh’un gemisi meçhule giderken, sizler de yeni faili meçhuller sınıfında iade-i itibar bekleyeceksiniz bir zaman. Kusura bakmayın, bu ay kafam ‘Ergenekon’dan beter. Yukarı satırlarda bir sürü salladım. Dergiyi sağlam bir yere yaslasam, üç bin sayfa yazmaktı niyetim ama biz kağıda ve mürekkebe çok para harcıyoruz. Yanılmıyorsam 1987 yılıydı. Dostlar Tiyatrosu’nda Bay Puntilla ve Uşağı Matti adlı, Bertold Brecht’in yazdığı oyunda, bir süreliğine ‘işçi Surkala’ rolünü oynamıştım. Rolün özelliği muhalif olan bu işçinin oyun boyunca hiç konuşmaması ve oyunun en can alıcı noktasında derdini bir türküye dökmesiydi. Hiç alakası yok ama sözlerini paylaşmak istedim: Dişi tilki, bir horoza aşıkmış Al koynuna sev beni Güzelmiş gece, derken gün ağarmış, Kalmış ortada horozun tüyleri. Hayırlı demokrasiler! Aman bu aralar tuzluklarınız boş kalmasın… Eyvah tuzum… Ohh buldum çok şükür!
31
HAKAN GÜLSEVEN
hgulseven@reddiye.org
Güngören’deki bomba, tam da AKP’nin kapatma davası görüşülmekteyken, tamamen insan öldürme ve büyük bir infial yaratma hedefiyle, “AKP kapatıldığı takdirde, kargaşalardan kargaşa beğenin!” demek üzere, ve bu sefer çok açık bir biçimde CIA-MOSSAD ikilisi tarafından patlatılmıştır.
Bombanın sahipleri...
N
edense, AKP’ye yönelik kapatma davasının neticelenmesi ile birlikte, Güngören’deki bombalama olayı da eskimiş gündemlerin tozlu rafına kaldırıldı. Oysa, toplumda bu denli infial yaratan; ‘ikili düzenek’le doğrudan ölü sayısını artırmaya yönelik olarak tasarlanan; Güngören gibi yoksul bir semtte, akşam vakti emekçilerin bir parça nefes almaya çıktığı saatte ve yerde patlatılan bu bomba, asla sıradan bir ‘terör eylemi’ muamelesi göremez. Üzerinin örtülmesi de, sıradan bir iş olmadığını doğrulamaktadır. Taşeron olarak kim kullanılmış olursa olsun, bomba bir mesaj taşımıştır... Peşinen söyleyeyim, yine taşerondan bağımsız olarak, Güngören bombalaması CIA-MOSSAD ittifakı tarafından gerçekleştirilmiştir. Bunu anlamak için, parçaları birleştirerek ilerleyelim...
ABD ne istiyor?
Türkiye’de artık iyiden iyiye şirazeyi kaybetmiş olan düzenin kendi içinde meydana gelen çatlak, geleneksel devlet mekanizmasıyla, Amerikancı ‘ılımlı İslam tacirleri’ arasında bir ‘hesap anı’nı gündeme getirdi. Evet, geleneksel devlet mekanizması ‘emperyalizm dostu’, Amerikan güdümlü bir mekanizmadır. Yine de icraatlarını ‘milli menfaat’ kılıfına sokarak gerçekleştiregelmiştir. Ancak ABD merkezli emperyalist dünya egemenliği, uzun süredir yürüttüğü sömürgeleştirme siyasetiyle, bambaşka bir şey talep ediyor artık. “Milli menfaat martavallarını bir kenara bırakın,” diyor, “Mesela Irak’a girip bütün petrolü zimmetime mi geçireceğim, topraklarınızı tepe tepe kullanırım ve bu konuda caz yapamazsınız!” ‘Karşılıklı menfaat’, ‘milli menfaat’ söylemleri bitmiştir. (80 yıllık Amerikan uşaklarının, bugün yaşanan tepişmede karşımıza ‘ulusalcı’ olarak çıkması tamamen bundandır. 12 Eylül’de ABD’nin ‘bizim çocuklar’ dediği güruhun bugün malak gibi ortada kalması da bundandır.) ABD’nin tam olarak istediği, ruhunu kendine teslim etmiş sömürge idareleridir. Bu sebeple, ruhunu teslim etmeye dünden razı, Büyük Ortadoğu Projesi olarak anılan sömürgeleştirme
planının iti olmaya gönüllü rejimler, ABD’nin tercih sebebidir. Öyle ki, ABD, İran’da ‘milli menfaat’ler tarif eden gerici Ahmedinecat idaresine bile katlanamamaktadır. AKP ve temsil ettiği ılımlı İslam ucubesi ise, tam da ABD’nin istediği türden bir rejimi garanti etmektedir. Türkiye topraklarını Irak’ın işgali için sonuna kadar açmayı öngören 5 Mart tezkere oylamasında ‘red’ oyu vermiş tüm milletvekillerini tasfiye eden, bir sonraki seçimde aday göstermeyen AKP, ABD’ye nasıl biat ettiğini apaçık ortaya koymuştur. ABD’nin Ortadoğu’daki uzantısı ve ‘korsan devleti’ İsrail’le ilgili olarak da aynı durum geçerlidir. AKP, bölgedeki en İsrail dostu ‘İslami parti’dir!
Ergenekon?
Bu manzara kabak gibi ortadayken, kendilerini hâlâ devletin sahibi sanan, 1930’larda kalmış bir ‘çağdaşlaşma’ söylemine ve ‘laikçilik’ cephanesine sarılan askeri ve sivil bürokrasi, geleneksel Türk patron sınıfının AKP’den ve arsız yeni zengin yeşil sermayeden duyduğu rahatsızlığa da güvenerek, her zaman yaptığını yine yapabileceğini, ipleri eline alabileceğini sandı. Ilımlı İslam ucubesinin ‘laik yaşam tarzı’na yönelik tehditleri öne sürülerek açılan AKP’yi kapatma davası, tam bir fiyaskoya dönüştü. Kafalarının almadığı, Erbakan’ın arkaik ‘milli görüş’ çizgisinden kopan ve tam bir Amerikancı parti olarak yeniden şekillenen AKP’nin artık o eski şamar oğlanı olmadığıydı... AKP’ye açılan kapatma davası ertesinde, Mark Parris gibi ABD’nin eski Ortadoğu istasyon şefleri, Condoleezza Rice ve Stephen Hadley başta olmak üzere tüm ‘dışişleri’ yetkilileri, en etkili ağızları, ardı ardına açıklamalar yaparak, AKP’nin kapatılmasının ‘ne büyük bir hata’ olacağı mesajı verdiler. Tercümesi çok açıktı: Amerikan malına dokunma, yanarsın! Yetmedi, Avrupalı emperyalistler devreye girerek, yargıyı alenen tehdide giriştiler. Emperyalistler aleminden gelen tüm bu tehditlerin fiili yanı ise, kaderin acı bir cilvesiyle ‘ulusalcı’ tabir edilmeye başlayan kesimlere yönelik, meydan okur gibi yapılan operasyonlardı.
Operasyonlar, AKP’nin kapasitesini fazlasıyla aşan bir ustalıkla gerçekleştirildi; kontrgerillanın en teşhir olmuş, en pis isimlerini, ‘ulusalcı’ tabir edilen kesimin ‘kanaat önderleri’yle yan yana getirdiler, topunu birden içeri attılar ve asla hakiki kontrgerilla örgütlenmesinin derinlerine inmeyen başarılı bir tasfiye operasyonuyla, AKP’nin elini kuvvetlendirdiler. Bunu kim yaptı? “Türk polisi yakalar!” efsanesini bir kenara bırakalım. Emniyet içindeki Fethullahçı kadrolaşmanın, teşkilatın yüzde 60-70’ine hakim olduğu yönünde defalarca ortaya atılmış iddiaları, Fethullah’a ise ABD’de oturma izni için CIA şeflerinin kefil olduğunu hatırlayalım... Normal koşullarda tavuk bile yakalayamayacak olanlar, ‘koskoca’ Ergenekon’u işte bu ahval ve şerait dahilinde ‘çökertmiştir’. Tabii yeni ‘dalga’ların, yani yeni gözaltı ve tutuklamaların yolda olduğu, AKP muhalifleri içinde gerekli görülenlerin tutuklanacağı ayrıca belirtilmekte, tehdit canlı tutulmaktadır. ‘Delikanlılık’ları ‘devlet kudreti’ni arkalarında hissettikleri sürece geçerli olan ‘ulusalcı’ saflarda ise, tam da bu sebeple bir panik ve çözülme söz konusudur... Bunları söyledikten sonra tekrar bombaya gelelim... ABD, dünyanın her tarafında olduğu gibi, hatta daha fazla, Ortadoğu’da üzerine oynadığı atların yemine, suyuna, nallarına ve sıhhatine dikkat etmektedir. Güngören’deki bomba, tam da AKP’nin kapatma davası görüşülmekteyken, tamamen insan öldürme ve büyük bir infial yaratma hedefiyle, “AKP kapatıldığı takdirde, kargaşalardan kargaşa beğenin!” demek üzere, ve bu sefer çok açık bir biçimde CIA-MOSSAD ikilisi tarafından patlatılmıştır. AKP medyası, hele hele Fethullahçı Zaman gazetesi, Sabah-atv tayfası, bombanın ardından derhal bir Ergenekon edebiyatı geliştirmiş, Doğan grubu ise ‘fail’i PKK olarak göstermiş, PKK bombalamayı üstlenmemiş, Taraf gazetesine eylemi ‘Ergenekon’un yaptığına dair bir belge servis edilmemiş, AKP’nin kapatılmaması yönünde karar açıklandıktan sonra ise bomba gündemden kaldırılmıştır... Zihinlerimizde Abdullah Gül’ün Güngören’de yaptığı,
bilgi@reddiye.org
“Bombayı atanlar utançlarından bu bombalamayı üstlenemiyor,” açıklaması kalmıştır. Bombayı atanların, Irak ve Filistin’de yüzbinlerce insanı öldürürken utanmadığı, Güngören’de ise hiç utanmayacakları dikkate alınmalıdır. Peki ya namı hesaplarına bomba patlatılanlar?.. Ar, haya duyguları alınmıştır...
Kerteriz almak...
‘Kerteriz almak’ eski bir balıkçı tabiridir. Yönünü, yerini bulmak, balık yataklarına ulaşmak için, önceden bellediğin birkaç noktanın kesişiminden faydalanırsın. Yönünü belirlemek için kullandığın her bir nokta ‘kerteriz’dir. Bugün Türkiye’de ne savunursanız savunun, siyasi yönünüzü belirlemek için, kerteriz olarak emperyalizmi almak zorundasınız. Üstelik, bunu bölgesel düzeyde yapmalısınız. Aksi takdirde, bizim ahmak liboş ‘solcu’lar gibi, CIA istasyon şeflerinin ağzıyla konuşmaya başlar, onların tarif ettiği saçma bir ‘demokrasi’ demogojisi üzerinden, ‘Ergenekocu avlıyorum’ zannedip gardı düşürür ve yumruğu burnunuzun üstüne yersiniz... Oysa dünyanın hiçbir tarafına ‘demokrasi’ bir ‘Amerikan malı’ olarak girmemiştir... Bu lafların adresi bellidir. Bugün kendini ‘sol’ diye tarif eden, hatta pespayeliklerini meşrulaştırmak için Bolşevik liderlerden alıntı yapan ve fakat takıla takıla ‘demokrasi’ adına Fethullahçıların peşine takılan güruh, aslında CIA istasyon şeflerinin ağzıyla konuşmaya başlamıştır. Dahası, bunun farkında olmayan şuursuzları pek azdır. Liboş ‘sol’ şuurlu bir biçimde emperyalizme yedeklenmiştir...
‘Biz’ ölmedik daha
Bolşevikler, her şeyin başına, bir ‘kerteriz’ olarak emperyalizmi koymuştu. Emperyalizmi alt etmeden, bir toplumsal kurtuluş imkanının olmadığını vurgulamışlardı hep. Murat Belgegillerin, liboş ‘solcu’ların, üflenti ‘devrimcisosyalist’lerin bir türlü hatırlamak istemediği de budur işte... E, bizim işimiz ne? Bunları hatırlatacağız. Üstelik yalnız da değiliz. Solun devrimci damarı tükenmek bilmez bu memlekette...
www.redciyiz.biz
mSayı 23, Ağustos 2008, Aylık süreli yayındır mYayımcı: LM Basın Yayın Ltd. Şti. mİmtiyaz Sahibi: Tuncay Akgün mYazıişleri Müdürü: Hakan Gülseven mMüessese Müdürü: Ali Yavuz mTel: 0212 292 95 65 (4 hat) mFaks: 0212 245 38 06 mAbonelik: 0212 292 95 65 mBaskı: LeMan Matbaası, Alüminyumcular Sanayi Sitesi C-5 Blok No: 7-8 Hadımköy/İST. Tel: 0212 858 00 93 (Pbx) mGenel Dağıtım: D.P.P. A.Ş. mAdres: Firuzağa Mah. Defterdar Yokuşu No: 19 Beyoğlu / İstanbul