Sayı 25, Ekim 2008-10,
3 ytl, -KKTC 3,25 ytl-
RED
Aganın beli tutulmaz! Kıvıralım agalar! -
RED’in sözü 1.
17 Ağustos sabahı Dersim Merkez Güleç Köyü, Kırmızı Dağ Mevkii’nde askeri operasyonlardan sonra bölgedeki ormanlık arazide yangın çıktığı belirtildi. Yerleşik köy halkının, konuyla ilgili araştırma yapmak için bölgeye giden DTP milletvekili ve DKÖ temsilcilerine aktardığı bilgilere göre her operasyon sonrası çatışma bölgesindeki ormanlık arazilerde yangınlar çıktığı belirtilmiş bunların 1990’lardan bu yana uygulanan bir devlet politikası olduğu söylenmiş. Dersim ilçeleri olan Ovacık, Hozat ve Pülümür’de de eş zamanlı yangınların çıkması ayrıca dikkate mazhar. Bu yangınların hiçbirinin patron
2.
Gelelim yoksul Kürt köylülerinin İstanbul’daki felaket arkadaşlarına… Tayyip (ne gıcık isim yahu) İTÜ’de üniversitelerin özgür ifade ve tartışmanın platformu olması gerektiğini vazederken dışarıda kendisini protesto etmek için toplanmış öğrencilere cop yardımıyla özgür ifade ve tartışmanın sınırları belletilmekteydi. Bu öğrenim esnasında 18 öğrenci taşımalı eğitime geçirilerek polis merkezine götürülmüş, bu zorunlu seçmeli ders (ne demekse) yardımıyla geriye kalan öğrencilere özgür ifade ve tartışmanın biçimleri cop, kelepçe ve çeşitli yaralanmalar aracılığıyla anlatılarak üniversite darp-haneye dönüştürülmüştür. Üniversiteler zaten daha önce de bünyelerinde kurulan AR-GE’leri silah tekellerinin ve çeşitli sermaye gruplarının emrine vererek bu kurumları militarizmin ve daha yoğun bir emek sömürüsünün
3.
Aristotales, Politika adlı çalışmasında, “Demokrasi terimini özgür doğmuş olanların ve yoksulların hükümeti denetledikleri –aynı zamanda da çoğunluğu oluşturdukları- bir yapılanmaya uygulamak doğru olur; benzer şekilde, ‘oligarşi’ terimini ise zenginlerin ve varlıklı doğanların hükümeti denetledikleri –aynı zamanda da azınlığı oluşturdukları- bir yapılanmaya uygulamak doğru olur,” diye belirtir. Aristotales’in öncüsü olan Platon ise, tıpkı Aristotales gibi, sivil mücadelenin kaynağı olarak gördüğü zenginler ile yoksullar arasındaki sınıf savaşını vurguladıktan sonra, “Ve yoksullar kazandığı zaman, sonuç demokrasidir,” diyerek konuya daha da açıklık getirir. Yukarıda yazılanlardan da anlaşılacağı gibi ‘demokrasi’ her zaman sınıf çağrışımıyla beraber anılan bir kavram oldu ve pleb olarak halkın egemenliğini ifade ede geldi. Çağımızda ise demokrasinin kazandığı yeni anlamlarda yoksulluk ya da halk egemenliği gibi kavramlar tamamen es geçilerek sınıf içeriğinden koparıldı, ne düğü belirsiz biçimsel bir içerik kazandırıldı. Demokrasi, halkın egemenliği, ‘demos’un iktidarı olarak tanımlanmaktan
2
medyasında yankı bulmaması, TEMA Vakfı gibi mobilya dostu kurumların
ikiyüzlülüğünü kanıtladığı gibi yangınlarda devlet parmağı olduğu iddialarına da kanıt oluşturuyor. Bir yerde terörle mücadele gerekçesiyle ormanlar yakılırken bir diğer yerde ise köylülerin üzerine ateş açılıyor. Lice’ye bağlı Hedik Köyü’ne 22 Ağustos’ta askerler tarafından ateş açılmış, ölüm tehditleri savrularak köyü boşaltmaları emredilmiş. Çatışmaların daha yoğun olduğu 1990’lı yıllarda zorla topraklarından edilmiş yoksul Kürt köylüleri, doğup büyüdükleri yerlere geri döndüklerinde kendilerini nelerin beklediğini bir kez daha gördü. Köye Geri Dönüş Projesi diye adlandırılan koca yalanın aslında ‘Köyde İmha Projesi’ olduğu
delik deşik edilmiş ev duvarlarından, üzerlerine ateş edilen köylülerden ve evlerin etrafında bulunan/bulunabilen 168 mermi kovanından anlaşılabiliyor. (Hayata Dönüş Operasyonu adı verilen cezaevi katliamına ise ne isim verilebileceğine siz karar verin, zira bir gün onları bu katliamlarından dolayı yargılarken ihtiyacımız olacak… Belki de olmaz!) Konuyla ilgili araştırma yapmak için bölgeye giden araştırma ekibine ise Abalı Karakolu’ndaki AKP tetikçisi ‘güvenlik güçleri’ tarafından tehditkar bir şekilde bozkurt işareti yapılarak saldırıların kimler tarafından yapıldığı konusunda malumat verilmiş.
laboratuarına dönüştürmüş, kelimenin gerçek anlamında da darphaneye çevirmişti. Üniversiteleri bir kez ticarethaneye dönüştürdükten sonra burada çalışan işçileri de köle olarak görmeye başladılar. Bilim yuvası olması gereken üniversiteler günde 10-12 saat çalıştırılan işçilerle modern çağın köle plantasyonlarına benzetildi. Daha iyi yaşam ve çalışma koşulları için sendikal faaliyete başlayan ÇAPA işçilerine demokratik sosyal hukuk devletinin silahlı adamlar topluluğu tarafından psikolojik ve fiziki baskı uygulandı, çalışma koşullarının kötülüğü ve sendikal çalışmaları ile ilgili basın açıklaması yapmak isteyen işçilere polis yığınağıyla ablukaya alarak yanıt verildi. YÖRSAN grevinde de fabrika önünde bekleyen işçiler patronun, grevci işçilerin, öğrencilerin psikolojisini bozduğu şikayeti üzerine polis panzerleri ve çevik kuvvet
polisleri tarafından fabrika önünden uzaklaştırılmış, bekçi köpekleri aracılığıyla grev engellenmeye çalışılmıştı. Ambarlı Liman ve kot taşlama işçilerinden gelen son haberler ise henüz devletin şeatli elleriyle tanışmadıkları yolundadır. Patronların sınıf örgütleri olan TÜSİAD, MÜSİAD, ATO, İTO v.s. kurumlar açıklamalar yapıp raporlar yayınlarken ve tabii zaman zaman hükümetlere rotbalans ayarı vererek amme hizmetlerini yerine getirirken -haşa huzurdan- hiçbir engelleme girişimiyle karşılaşmaz. Oysa henüz girişim aşamasında olan sendikal örgütlenmelere bu kadar canhıraş bir şekilde saldırılması ise bizleri mevcut devletin -biz biliriz ki her devlet aynı zamanda bir sınıf örgütlenmesidir- hangi sınıfların devleti olduğu ve kimlere hizmet ettiğini anlatma çabasından kurtarmaktadır. Devletin
politik örgütlenmesi ise hiç şüpheye yer bırakmayacak şekilde ‘demokrasi’dir. Ama biz yine de koca sakallımıza kulak verelim ve toprağı biraz eşeleyelim. Zira buyururlar ki kendileri, “Gerçekler çoğu zaman kalın bir toprak tabakasının altında gizlidir ve onu bulmak için toprağı eşelemeniz gerekir.” Bereket versin ki işimiz o kadar zor değil ve gerçekler zaten gün yüzüne çıkmış durumdadır…
götürmeyi vazife bilip, tamamen iyi niyetlerle onların da bu demokrasi denilen şeyin nimetlerinden yararlanmalarını sağlamaya gidebilirlerdi!.. Tabii kendi demokrasilerini taşımak kaydıyla!.. Kelimenin gerçek anlamındaki demokrasi düşünüldüğünde ise (ki demos: halk;
kratos: egemenlik, iktidar demek oluyor ve demokrasi sözcüğünün etimolojisini oluşturuyor) bu demokrasilerde, demokrasi, yani halk iktidarı istemek anti-demokratik bir talep olup cezai müeyyidelere tabi kılınıyor. Yaşadığımız ‘demokrasi’ antik demokrasinin kadınları ve köleleri dışlayan demokrasisinin bile gerisine savrulmuş, neo-liberalizmin amaç ve hedeflerini hayata geçirebilmenin, halkın kendi kendini yönettiğini sanmasını sağlayan bir illüzyon aracı haline dönüştürülmüştür. Sınırsız bir işçi ve emekçi düşmanlığıyla, ırkçılıkla, dini yobazlıkla, canlı olan her şeye karşı bir nefretle, orman yangınları ve çevre katliamlarıyla karakterize olmuş bir zorbalık… “Demokrasi despotizmin en ileri şeklidir,” diyor Aristo, bize kalan kısım da burjuva demokrasisinin bu son kısmı olsa gerek! Ya bu kısma razı olacağız ya da tarihin sıkıştığı bu noktadan ileri sıçrayıp toptan yok oluşa bir son vererek, halk iktidarını asli içeriğine kavuşturup demokrasiyi toplumsal üretimin sınıfsız örgütlenişine kadar genişleterek, sermayeye karşı işçi sınıfının çıkarlarını savunan işçi demokrasisini inşa edeceğiz…
çıkarıldıktan sonradır ki, egemen sınıflar için bir korku kaynağı olmaktan da çıktı. Artık onunla gurur duyabilir, kendilerini demokrasi liginin en üst sıralarına taşıyabilirlerdi. Hatta ve hatta bazıları yeteri kadar özgür, eşit ve demokrat olmadıklarını düşündükleri başka diyarlara demokrasi
ÜMiT DERTLi Bunların siyaseti özetle şudur: Yoksullar için sürdürülebilir sürünme, kendileri için sürdürülebilir hırsızlık...
Onların feneri, bizim fenerimiz...
‘K
endi Okulunu Kendin Yap’ kampanyası vardı benim çocukluğumda. Cunta düzeni yerini ‘anayasal rejim’e bırakmış, ‘Devlet Başkanı’ Kenan Evren ünifonmayı çıkarıp sivilleri çekmiş ‘Cumhurbaşkanı’ olmuş, şehir şehir, meydan meydan miting yapıyordu. Her gittiği yerde de ‘Kendi Okulunu Kendin Yap’ kampanyasından bahsediyor, “Her şeyi devletten beklemeyin,” diyordu durmadan. (Kim bilir, o dönem Fethullahçılar Evren Paşa’nın kampanyasına istinaden başlamışlardı okullarını yapmaya belki de. Devlet, İmam Hatip Liseleri açmakla meşgulken onlar da ‘seküler’ okullar yapma işine girmişlerdi!) Evet, o döneme ait benim çocuk aklıma en çok kazınan şeydi, “Her şeyi devletten beklemeyin” vecizesi. Zaten sonradan yaygın bir kullanıma kavuşarak toplumun hem gündelik diline hem de bilincine yerleşti. Çocuk aklımla nereden anlayacağım ki sosyal devletin tarihe karışmakta, neo-liberalizm döneminin gelmekte olduğunu, yeni dönemde her şeyin iplerinden kurtulmuş sermayenin ve piyasanın insafına terk edileceğini… Hadi ben anlayamamıştım ama koca koca adamlar da anlayamamıştı ya da anlamazlıktan gelmişti. Bugün aslında her şeyin devletten beklenmediği, beklenmemesi gerektiğine inanılan bir çağı yaşıyoruz. Emperyalist sermayenin taşeronu olarak cuntanın attığı tohum, Özal’ların, Demirel’lerin, Çiller’lerin, Tayyip’lerin, hatta Ecevit’lerin ve Baykal’ların üstün gayretleriyle yeşerdi, büyüdü, kök saldı bu toprakta, bu toprağın insanlarının bilinçlerinde. Korku filmlerindeki, bir canavarın kollarına benzeyen dallarına vampirlerin tünediği sisler içinde, kasvetli, ürkütücü, uğursuz koca bir ağaca dönüştü, sanki ebediyen yaşayacak gibi duruyor. Bu ağacın gölgesi altında sermayenin ve piyasanın vampirleri daha korunaklı, daha rahat ve daha iştahlı bir şekilde kan emmeye devam ediyor. Devletin eğitimle, sağlıkla, sosyal güvenlikle, gelir dağılımını düzenlemekle ilgili işlevleri bir bir budandı. Anayasada yazılı sosyal devlet, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, çalışma ve insanca yaşam hakkı artık sadece kağıt üzerinde mürekkep izinden ibaret ve ‘devletten beklenmemesi gerekenler’ kategorisinde. Devlet, aslına rücu ediyor. O ‘asıl’, ordu ve polis kuvvetleri, mahkemeler, hapishaneler ve vergi dairelerinden ibarettir aslında. Sermaye düzeninin iktidar aracı olarak vergi toplar, silahlı adamlarını besler, bu düzene karşı gelenleri bastırır, yargılar, cezalandırır. Devlet geriye kalan bütün alanlardan
arasındaki mücadelenin parçası olarak sunmasına kadar olup biteni, söyleneni, izlemek çok da eğlenceli oluyor. Fakat biz işin bu kısmıyla –en azından bu yazıdailgilenmiyoruz. Hırsızlık, yolsuzluk, kirli hesaplar, pis ilişkiler bu sisteme içkin olgular zaten. Hele ki şu neoliberal çağda, bir tarafta yoksulluk ve sefalet, diğer yanda yolsuzluk ve hırsızlık olmazsa olmaz şeyler. Sermaye sonsuz bir özgürlük içinde (hırsızlık ve yolsuzluk özgürlüğü de buna dahil) faaliyetine devam ederken toplumun en dibindeki yoksulların orada tutulmaları, birleşip baş kaldırıp sermayenin özgürlüğünü tehdit etmemeleri, hatta o özgürlüğü garantiye alacak şekilde fiili ve fikri olarak silahsızlandırılmaları gerekiyor.
Kara deryalarda bir fener
çekilerek oraları piyasanın ve sermayenin insafına bırakıyor. Belediye hizmetlerinden eğitime, sağlıktan sosyal güvenliğe kadar hemen bütün kamu hizmetleri piyasanın orman kanunlarına göre sadece parayla satın alınabilen metalara dönüşmüştür artık. Sermaye için okul ya da hastane açmakla hıyar ya da araba lastiği üretmek arasında fark yoktur, hepsinde de yatırım yaparlar, üretirler, satarlar ve kâr ederler. Sadece bu ülkede yaşıyor olmakla bu hizmetlerden karşılıksız yararlanma hakkına sahip olanlar ise artık satın almak zorundadırlar. Ne kadar para o kadar eğitim, ne kadar para o kadar sağlık… Paran yoksa Deniz Feneri’ne!..
Açlıkla terbiye
Hal böyleyken, kendi ürettikleri zenginlikten aldıkları pay günden güne daha da küçülen ezici çoğunluk, örgütlenme, direniş ve hak alma bilincinin ‘her şeyi devletten beklemeyelim’ zehriyle bulanması ve var olan direnme araçları, örgüt ve olanaklarının fikri ve fiili olarak tasfiye edilmesi neticesinde günden güne daha da savunmasız, daha da yoksul daha da zavallı bir duruma düşüyor. Sınıf örgütlerinin boşluğunu türlü tarikat, cemaat, hemşehri dernekleri doldururken sosyal devletin boşluğunu da bu tarikat-cemaat-derneklerin sadaka kuruluşları dolduruyor. Dilencilik ve sadaka müesseseleri meşrulaşıyor. Belediye zabıtaları cami önlerinde dilenci kovalarken, bulgur mercimek dağıtılan kamyonların önünde yoksullar birbirlerini
eziyor, aşevi kapılarındaki kuyruklar uzadıkça uzuyor. Bir paket mercimek, bir kap çorba alabilenin dilinden, “Allah razı olsunş,” eksik olmuyor. Açlıkla terbiye edilen milyonlar bir sonraki öğünden ötesini düşünemez hale getiriliyor, ‘velinimet’lerine daha fazla bağlanıyorlar. Yardım derneği hesabına bir SMS atıp sadakasını verenler de gönül rahatlığı içinde koyuyorlar başlarını yastığa. Başta Deniz Feneri olmak üzere bu çeşit sadaka kurumlarının dağıttıkları ‘yardım’lar toplamda trilyonlarla ifade ediliyor. Belediyelerin ve devlet kontrolündeki vakıfların dağıttıklarını da eklerseniz dev rakamlar çıkıyor ortaya. Bal tutanın parmağını yaladığı gerçeğine, bu kuruluşların çeşitli siyasal ve ticari bağlantılarını, kirli ilişkilerini de eklersek meselenin son dönemde Deniz Feneri soygunuyla ilgili boyutu da ortaya çıkıyor. Meseleyi Doğan Grubu gazetelerinin tartıştığı yerden yani kim kimden ne kadar para almış, kime vermiş, hangi şirkete gitmiş, Alman savcı ne demiş, gibi salt kriminal yanıyla tartışmıyoruz. Elbette, sonrasında Doğan–Erdoğan kavgasına dönüşen ve her iki tarafın da birbirinin kirli çamaşırlarını azar azar da olsa ortaya döktükleri süreci ilgiyle ve keyifle izliyoruz. Hilton arazisi pazarlığından Çalık Grubu’na rafineri işine, Berlusconi ve Putin’in meseleye dahil edilmesinden kaçak kağıt olayına, hatta hayal gücü gelişmiş kimilerinin davayı Alman–Doğan ittifakıyla ABD–AKP ittifakı
En açık şekilde Deniz Feneri olayında somutlanan sadaka, yardım, Allah-kitap, din-iman pazarlaması kuruluşlarının yaptığı da tam olarak bu. O yoksul kitleleri ne öldürüyor ne de onduruyorlar. Bu dünyada kurtuluş umudunun kalmadığına inandırıp kurtuluş için öte dünyayı adres göstererek direniş dinamiklerinden bizce en önemlisi olan ‘umut’u ellerinden alıyorlar. Bir yandan da acil gündelik ihtiyaçlarını yarım yamalak karşılayarak yoksulları ertesi gün yine kendilerine muhtaç halde tutuyor ve böylelikle kendi liberal, muhafazakar, müslüman demokrat, mukaddesatçı -ne derseniz deyinsiyasetlerinin yani vahşi sermaye düzeninin etrafında kümeliyorlar. Bunların siyaseti özetle şudur: Yoksullar için sürdürülebilir sürünme, kendileri için sürdürülebilir hırsızlık. Yani bunların ‘Fener’i yoksulları güneşin ebediyen battığına inandırmaya, kan emici vampirlerin hakim olduğu kasvetli karanlığı sürekli kılmaya ve o karanlıkta yaydığı sahte cılız ışıkla kitleleri yarı kör vaziyette kendi etrafında tutmaya çalışıyor sadece. Oysa biliyoruz ki güneş yine doğacak. O güzelim Avusturya İşçi Marşı’nda dediği gibi, “Kara deryalarda bir fenersin / Senin ışığınla yürüyoruz / Biz bu karanlık yolun sonunda / Doğacak güneşi görüyoruz.“ Bizi, insanlığı aydınlığa çıkaracak sosyalizm fenerinin ışığında yürüyoruz. İşçileri, emekçileri, yoksulları da kulluktan çıkıp tekrardan insan olmaya, örgütlenmeye, mücadele etmeye, bu dünyada kurtuluşa çağırıyoruz. Bu kara deryada, sosyalizm fenerinin ışığında aydınlığa yürümeye çağırıyoruz. Üzerine vampirlerin tünediği o koca korkutucu ağacın da bir fiskeyle yıkılabileceğini biliyoruz, birleşmiş, örgütlenmiş ve korkuyu üzerinden atarak ayağa kalkmış emekçilerin bir fiskesiyle…
3
Vicdan meseleleri
E
ski bir arkadaşıma emperyalizmin yeni niteliğini anlatmaya çalışıyordum. Emperyalizmin, bir zamanlar sosyalistlerin savundukları ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını etnik ve dinsel gruplara uygulayarak, ulusal yapıları parçalamaya, bunu da ‘demokrasi’ diye yutturmaya çalıştığını söyledim. “Bunu neden yapsın ki?” dedi. “Çünkü,” dedim, “Kapitalizmin ulaştığı teknolojik düzeyin, sömürünün küresel çapta derinleştirilmesi için sağladığı imkânlar, liberal piyasa ekonomisinin önündeki yerel/ulusal/idari engellerin kaldırılmasını gerektiriyor. Hani vardı ya, o şey... Üretim güçlerinin üretim ilişkilerine tekabül etmesi; alt yapı değişimlerinin üst yapıya yansıması falan...” “Haa, anladım,” dedi arkadaşım, “Küreselleşme denilen hadise.” “Hayır,” dedim, “Küreselleşme 1600’den beri zaten devam ediyor. Ben emperyalist kapitalizmin 1990’lardan sonra değişen halinden söz ediyorum. Emperyalizm bütün yerkürede kapitalizmi derinleştirmekte ve üretim ilişkilerini yeniden yapılandırmakta… Kapitalizmin küresel yayılması gittikçe daha fazla bileşik ve daha az eşitsiz hale geliyor. Görüyorsun, dünyanın neredeyse her yerinde aynı teknolojiyle aynı tarzda üretim yapılıyor; her yer her bakımdan birbirine benzemeye başladı.” “Yani sen, sömürü azaldı mı diyorsun?” “Hayır, tam aksine, sömürü daha da yoğunlaştı. İşçi sınıfının büyük fabrikalarda, büyük sendikalarda toplanma dönemi sona erdi. Üretim teknolojisindeki yenilikler ve enformasyon devrimi, üretim birimlerinin, dolayısıyla işçi sınıfının dağıtılmasını sağladı. Sermaye ucuz emek arıyor, sendikaların zayıflaması, işyerlerinin küçülüp dağılması ve emeğin daha da ucuzlaması için emperyalizmin siyasal baskı mekanizmalarını kullanıyor. Küçük, bölgesel, emeğin yoğun biçimde sömürüldüğü entegre piyasalar oluşturmaya çalışıyor. Patron denilen adamı göremiyorsun artık. O, ürettiği malın kaportasını Çin’de, motorunu Belçika’da, bilgisayar aksamını Tayland’da, boyasını Kazakistan’da üretiyor. Kendisi de Şeysel adaları ile Londra ya da Paris’teki evceğizinde yaşıyor. İç piyasa yükümlülüklerinden kurtulmuş kapitalist, kendi yeryüzü cennetini kurmuş. Memleketinde darbe olmuş, iç savaş çıkmış, şeriat gelmiş, umurunda bile değil. Sadece faiz oranlarıyla, döviz fiyatlarıyla, kendi mali bilançosuyla ilgileniyor. Emperyalizm de
mevzu, Enternasyonal marşının ilk birkaç heybetli notasından sonra kakafonik biçimde çökerek susması gibi dağılıp gitmişti… Evet, kabul ediyorum, böyle söylemler artık popüler değil, en azından farklı dokunmuş bir kumaşı gerektiriyor. Kızağa çektiği teknesinin gölgesinde, ölene kadar kendisine yetecek azık torbasını başının altına yerleştirmiş istirahat eden, bir nebze itibardan başka muradı olmayan, o itibarı da kırıntılar halinde önüne atacak birilerini her zaman bulabilen eski devrimciden büyük bir cevvaliyet beklenmez. Ömür boyu devrimci heyecan, Latinlerde ya da derin bir devrimci kültürel birikime sahip eski tip komünistlerde görülmüş zamanında. Birbirini besleyen bir devrimci ahlâk ile nitelikli bir kültürün birleşmesinden oluşmuş değişik bir ruh hali gerekiyor.
Peki, neden?
bu üretim biçiminin gerektirdiği siyasal ortamı yaratmaya çalışıyor. Emperyalist kapitalizm artık kocaman orduları, geniş bürokrasileri, kendine göre kanunları, tüzükleri, kuralları, tarihsel gelenekleri olan uluslar istemiyor. Bağımlı kılmak değil tam bir teslimiyet istiyor. Bunun için gerekli yapılanmaları dayatıyor…” “O kadar ulusu nasıl ortadan kaldıracaklar?” “Yugoslavya ve Irak’taki gibi ya da Türkiye’de yapmaya çalıştıkları gibi.” “Ben oralara demokrasi geldiğini iddia edemem,” dedi arkadaşım. “Çünkü açık savaş ve işgal oldu oralarda. Fakat Türkiye’de merkezi devletin ortadan kalkması, ulusal yapının federatif yapılara dönüşmesi, hatta bölünmesi bile memlekete demokrasi getirir. AB’ye de gireriz bu durumda.” “Fakat ben başka bir şey söylüyorum. Bak ben diyorum ki, kapitalist sınıf artık ulus üstü, enternasyonal oldu, işçi sınıfı ise yerel kaldı, iyice ulusal oldu, parçalandı, aynı ülkenin içinde bile işçilerin birbiriyle teması kesildi. Yani emekçi halklar açısından ...” “Emekçi halk da Avrupa standartlarında haklar elde edecek. Biz de emeğin Avrupası içinde faaliyet göstereceğiz.” Fazla üstelemedim, çünkü arkadaşım zamanında “bağımsızlık uğruna al kanlara” boyanmış bir devrimciydi. İşkencelerden geçmiş, hapislerde yatmıştı.
Bakışlarında dalgın bir ifade vardı. Kendi kendine konuşur gibi, “Kadınlar özgür olmalı bence,” dedi. “Ve çocuklar daha mutlu bir dünyada yaşamalı.” “Haklısın,” dedim. “Ayrıca çocuklar ölmemeliler, şeker de yiyebilmeliler.” “Çok doğru,” dedi, arkadaşım. “İşte bu çok doğru…” Tartışma bu noktada sona ermişti. Tuhaf duygularla oradan ayrıldım.
Ahlâk ve kültür
Aslında ben tartışmayı ‘devrim’ meselesine getirmek istiyordum. Yer kürenin güneyi ile kuzeyinin, doğusu ile batısının hızla ayrışmakta olduğunu; bu ağır sömürü ve yabancılaşma koşullarının eninde sonunda büyük bir isyana yol açacağını; kendi öz örgütlenmelerini ve dayanışma ağlarını kaybeden yoksul halkların ve yasalarını, yönetimlerini, tarihsel kültür ve birikimlerini emperyalizmin tasallutundan koruyamayan ulusların, Batı’da boşta gezen dışlanmışların ve ezilmişlerin de aktif katılımıyla er ya da geç yeni bir enternasyonalizm ruhuyla ayaklanarak emperyalist kapitalizmin bağrına bağrına ağır darbeler indireceklerini (Aha da Lenin’in dediği gibi!); insanlığın kaybettiği sosyalizm ve eşitlik ütopyasını bu mücadele içinde ve kendi deneyimleriyle ve öncü kadroların yardımıyla yeniden keşfedeceğini... Bütün bunları anlatmak istemiştim… Fakat tartışmaya bile dönüşemeyen
Bunları düşünürken, kendime bile açıkça itiraf edemediğim o korkunç hipotez zihnimden canlanıverdi: 12 Eylül’de, o sırada kendisine solcu diyen 30 yaş ve üzeri herkes yok edilseydi, önünde hiçbir engel kalmayan bir genç devrimciler kuşağı muazzam bir güç kazanabilirdi; geçmişin külleri paçalarından akmaz, yenilgilerin canlı timsalleri önlerinde tortulaşmazdı. Bu uygunsuz düşünceyi hemen aşağılara itip üstünü örttüm. Şimdi AKP demokrasisi altında 12 Eylülcüleri yargılıyoruz. Aslında yeni kuşakları bilgilendirmek açısından elbette yararlı bir girişim. Fakat ne kadar geç, ne kadar cılız bir tepki! Bununla yetinmek mümkün mü? Aslında bizler 12 Eylül darbesini 13 Eylül 1980 günü sabahı yargılayacaktık beyler! Bizler Santiagolu bir sendikacı, Atinalı bir Politeknik öğrencisi, Arjantinli bir akademisyen, Perulu bir şair gibi, Marcos Vafiadis gibi, Che Guevara gibi, hatta Errico Malatesta gibi düşünüp davranamadığımız, örgütlenme yeteneği gösteremediğimiz, örgütlü olamadığımız, özgün görüşler ve programlar geliştiremediğimiz için; şabloncu, ezberci ve kopyacı olduğumuz için, darbe görmüş bütün ülkeler demokrasiye geçtikleri halde hâlâ 12 Eylül Anayasası’nın altında kıvranıp duruyoruz… Üstelik bu uğursuz anayasanın üstüne bu kez tarikatlar binip oturmuş… Süleyman Demirel Cumhurbaşkanlığı’na cülus ederken Kenan Evren’in de törene katılmasını sağlamak üzere Marmaris’e özel uçak gönderdiği için, bir Karamanlis
YAVUZ ALOGAN Geçenlerde son yolculuğuna uğurladığımız sevgili Ali Başpınar’ın 12 Eylül mahkemesinde, “Ölemediğim için halkımdan özür diliyorum,” demesi manidar değil midir? Hele bir düşünün, neden böyle dedi?..
kadar bile olamadığı için; Ecevit direnişe hazırlama cesaretini gösteremediği partisi tarafından terk edildiği, Allende’nin yanından bile geçemediği için; ‘Devlet’ anlayışımız fazla pederşahi ve oldukça tuhaf olduğu için böyleyiz. Demokrasi o kadar ucuz mu? Koca koca adamlar esrarengiz bir tavırla tv ekranlarından soruyorlar: “Peki biz neden bunca yıldır 12 Eylül yasalarından kurtulamadık?” Ne muamma ama! 13 Eylül 1980 sabahı solcusuyla, sağcı demokratıyla askeri diktatörlüğe direnemediğiniz için; ‘demokrasi’ dediğiniz şey uğruna hayatlarınızı ortaya koyamadığınız, tankları ve askerleri görünce korkudan üç buçuk attığınız, hemen kendi güvenli hayatlarınıza kaçıp gözden kaybolduğunuz ya da örgütlenmeyi beceremediğiniz, analiz yapamadığınız, geleceği göremediğiniz, meydanı beş generale bıraktığınız ya da kendinizi ‘suçsuz’ görerek yaşananlara uzaktan baktığınız, köklü gelenekleri olmayan görüşlerinizden kuşkuya düştüğünüz için… kurtulamadınız… Tarih affetmez! Geçenlerde son yolculuğuna uğurladığımız sevgili Ali Başpınar’ın 12 Eylül mahkemesinde, “Ölemediğim için halkımdan özür diliyorum,” demesi manidar değil midir? Hele bir düşünün, neden böyle dedi? Kendisi siyasal bir varlık gösteremezken AKP’nin
açtığı meşruiyet kanallarında ‘demokrasicilik’ oynayıp darbeci yargılamak ne kadar acıdır! ‘Demokrasi’ o kadar kolay mıdır? Dünya halkları bir nebze demokrasi için nice ağır bedeller ödemiştir. Bizim neden örgütleme/örgütlenme yeteneğimiz yok, biz neden okuyup düşünmüyoruz ve üstelik her şeyi bildiğimizi sanıyor ve halkımız bizi tanımadığı ve biz birbirimizi anlamadığımız için yakınıp duruyoruz? Önemli olan bu soruya tutarlı bir cevap bulmaktır. Her şey vicdan ile bilincin düğümlendiği noktadadır. Ayrıca bizler, birbirine düşürülmüş, kullanılmış öğrenciler/ gençler miydik? Medyadaki 12 Eylül yorumcularının üzerinde birleştikleri bu nokta ne kadar doğru? 12 Eylül’ü yargılayanlar bu ‘kullanılma’ konusunda neden susuyorlar? Sabah solcuyu öldüren silah, akşam sağcıyı öldürmüş. Karanlık güçler bizi birbirimize kırdırmış. Peki, bizim bir gelecek tahayyülümüz, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldırma, emeği sermayeden özgürleştirme niyetimiz yok muydu? Bizi şöyle astılar, böyle dövdüler demenin ötesine geçemeyişimizin sebebi nedir?
‘Sabık Komünist’
Fakat kafa bir türlü durmuyor, sakinleşmiyor ve sürekli hatırlıyor. Bu bağlamda da Isaac Deutscher’in ‘sabık komünistin vicdanı’ hakkında yazdıklarını hatırlamamak mümkün
yalogan@hotmail.com
mü? Deutscher Bitmemiş Devrim adlı kitabında sabık komünistleri bir ‘Lejyon’a benzetir ve bu lejyonun bir sıra halinde yürümediğini, ‘darmadağınık’ olduğunu söyler. Üyeleri birbirine çok benzer ama yine de farklıdır. Ortak özellikleri ve kişisel yanları vardır. Bazısı vicdan sahibidir, itiraz eder; bazısı kaçaktır, bazısı da çapulcudur. “Pek azı, başkaldıran vicdanlarına sessizce bağlı kalır.” Bazıları bir zamanlar karşısında yer aldıkları orduda şimdi görevli olduklarını bağıra çağıra ilân ederler. “Hepsi ortak öfkelerini ve kişisel anılarını içlerinde taşırlar.” Ne biçim sözler, değil mi? Tabii Deutscher’in kastettiği ‘sabık komünistler’ eski Komintern militanları. En büyük fedakârlıklarla, en alçakça ihanetlerle yoğrulmuş bir tarihin kılıç artıklarından söz ediyor. 1943’de Komintern’in kapatılmasıyla kesintiye uğramış çok eski bir tarih… Fakat bir nebze bizim kuşağımızı da anlatıyor. Ne diyor Deutscher? “Hepsi ortak öfkelerini ve kişisel anılarını içlerinde taşırlar.” Fakat, “Pek azı, başkaldıran vicdanlarına sessizce bağlı kalır.” Emperyalist kapitalizmin yeni vaziyetlerini anlatalım derken, vicdan meselelerine saparak bu yazıyı ziyan ettik maalesef. Sahi sizin vicdanınız ne diyor? Not: Önceki sayıda yer alan ‘Rus Ayısı’ başlıklı yazımın yanlışlıkla taslağını derginin yazı işlerine gönderdiğim için, yazıda ‘Kafkas Paktı/ Platformu’ sözcükleri iki yerde “Balkan Paktı” olarak geçmektedir. Bu karışıklık nedeniyle okurlardan özür diliyorum (Y.A.)
12 Mart döneminde THKP-C Dev-Genç, 12 Eylül döneminde de Ankara Devrimci Yol davalarında yargılandı. TÖB-DER kurucularındandı. Devrimciler arasında ‘Alibaş’ ya da ‘Ali Butto’ adıyla tanınan Ali Başpınar, son mücadelesini kansere karşı verdi ve 6 Eylül Cumartesi günü yoldaşları ve kendisini sevenler tarafından sonsuzluğa uğurlandı... RED dergisi olarak, ailesine, yoldaşlarına, onu tanıyan ve seven herkese başsağlığı diliyoruz…
Ali Başpınar 1949...
5
Üst düzey politika ve gazetecilik!
Dedikodu, fitne ve ispiyonun fotoromanı. Doğan-Erdoğan medya savaşları gemi azıya almış devam ediyor. İktidar ve medya arasında “kim kimi döver?”, “kim daha uzağa işer?” veya “kim bu halkı daha akıllıca üter?” meşrebinde tezahür eden bu güç kavgasında, zaman zaman bel aşağısı vuruşların sergilendiği, hatta bir nevi Sevan-Müjde Nişanyan’ın aşk nefret ilişkisine benzer “bok atmacaların” yaşandığı enstantaneler gözlerden kaçmıyor. Hal böyleyken, durumdan vazife çıkartıp patronlarına yaranmaya çalışan bazı “elemanların” performansı da eğlencemizin tadına tat katıyor. “Yahu, olan bitene ağzımızla mı, yoksa başka bir yerimizle mi gülsek”, diyesimiz geliyor. İşte, size Doğan-Erdoğan çatışmasına ilişkin haberleri okurken kahkahalara gark olmamıza sebep olan bir örnek: “Deniz Feneri”ne toslayıp batmadan önce Kanal 7 gemisini terk edip, önce Sabah, sonra Hürriyet’e geçen Ahmet Hakan ve akademik hayatı bırakıp AKP Genel Başkan Yardımcısı olan, iletişim hocası Prof. Edibe Sözen’in “çok düzeyli” polemikleri... Okumuşsunuzdur; olay şöyle cereyan ediyor: Hürriyet yazarları Yalçın
Doğan ve Ahmet Hakan, İstanbul Bebek Balıkçısı’nda Cumhuriyet yazarı Deniz Kavukçuoğlu’yla yemek yerken, yan masada bulunan Çalık Holding üst düzey yöneticisi Suna Vidinli bunların konuşmalarına tanık olmuş. İki yazar, dedikoduya bakılırsa, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Aydın Doğan arasındaki atışmada, “Bizim patronun açıklamalarını pek inandırıcı bulmadık”, diyerek Aydın Doğan’ı eleştiriyorlarmış… Konuşmaları can kulağıyla dinleyen Vidinli, dedikoduyu AKP’li Genel Başkan Yardımcısı Edibe Sözen’e aktarmış… Bundan sonra olanlar olmuş. Sözen, Başbakan’a, Başbakan da yemeyip içmeyip basına açıklamış akşam yemeğinde konuşulanları. Milliyet Gazetesi’nde olayın temsili fotoromanı vardı. Ben asıl ona koptum. Milliyet, olayı habere dönüştürürken varolan mizah potansiyelini yakalamış; fotoromanda her bir detayı dikkatlice çerçevelemiş. Masadaki rakı-balıkşarap detayı mı dersiniz; Suna Vidinli’yle Edibe Sözen’in telefonda kırıtarak dedikodulaşmaları mı dersiniz; Başbakan’ın yemeyip
Bikini/oruç denklemi! Manavgat Müüsü Halil Taş, turistik yerde iman korumanın biraz daha zor olduğunu belirterek, “Bikiniliyi görmek oruç bozmaz ama sevabı azaltır. Bakışlarına devam ediyorsa o zaman vebale girer” dedi. Taş, turistlerin bikiniyle şehrin ortasında dolaşmamasının iyi olacağını belirtti. Alanya Belediye Meclisi’nde turistlerin sokaklarda mayo ile dolaşması tartışmasının ardından Manavgat Müüsü Halil Taş, vatandaşlardan gelen “Bikinili kadınla göz göze gelmek orucu bozar mı?” sorusuna cevap verdi. Taş, “İnsanların böyle bir şeyi görmesiyle oruçları bozulmaz. Ama orucun sevabı azalır” dedi. Eh, az olsun ama öz olsun… Fotoğraa ‘sevap azaltan’ ve ‘sevap azaltmayan’ mayo türleri görünüyor...
6
içmeyip bu dedikoduyu politik malzeme yapmasını mı?.. Her şey ama her şey karikatürize edilmiş haberde. Eh, haliyle okurken gülesi geliyor insanın tabii. Lakin, anlaşılan Hürriyet yazarı Ahmet Hakan bu haberleri okurken bizim kadar eğlenmemiş… “Eski dostu” Edibe Sözen’e hitaben, “Sana bir haa süre veriyorum... açıkla!”, minvalinde tehditler savurmuş köşesinden... Artık ne varsa bildiği, Sözen aleyhine... AKP Genel BaşkanYardımıcısı Sözen ise, cevabı yapıştırmış hemen: “Bizim düşüncelerimiz değişmez, paralar da ceplerimize lüplenmez!” Hastasıyım, bu ülkenin siyasetçisinin, gazetecisinin, yazarının entelektüel düzeyine, tartışma üslubuna. Sansasyon, dedikodu, ihanet, arkadan vurmaca, çıkar için eski dostunu satmaca, gammazlamaca, patron yalakalığı yapmaca, birbiri hakkında bilgi depolayıp, gerektiğinde o bilgileri dolaşıma sokmaca... Böyle, ilkokul beşinci sınıf çocuklarının bile tenezzül etmeyeceği türden haylazlıklara imza atan bu zat-ı muhteremleri, halkımız eğlensin diye bu makamlara getiriyorlardır inşallah, diyerek teselli bulmaktayım şahsen...
Aykut Zahid Akman (Ankara, 1958) 1984 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. 1986-1987 yıllarında İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon Sinema Ana Bilim Dalında ‘TRT Televizyon Haberciliği’ konusunda yüksek lisans yaptı. 1987-1995 yıllarında “TV Yayınlarının Gecekondu Gençliğinin Eğitimine ve Toplumsallaşmasına Katkısı” konusunda doktora yaptı. 1988-1992 yıllarında iletişim ve tanıtım hizmetleri üreten “bir ajansın” sahipliğini yaptı. 1993-2000 yıllarında Kanal 7 Televizyonu Ankara Temsilciliği, ana haber sunuculuğu ve çeşitli haber programlarının yöneticiliği ile sunuculuğunu üstlendi. 2000-2003 yılları arasında Kanal 7 Televizyonu Washington Temsilciliği görevinde bulundu. 01 Aralık 2004 tarihinde Merkez Medya Basım Reklam Ajans Organizasyon Eğitim Hizmetleri İnşaat Taahhüt Turizm Pazarlama Sanayi ve Ticaret Limited Şirketine hisse devri ile ortak oldu. 06 Mayıs 2005 tarih ve 25 sayılı karar ile Renklam Medya Eğitim İletişim Ticaret Limited Şirketi müdürlüğüne şirket ortakları arasından seçildi. 17 Temmuz 2005 tarihinde RTÜK başkanlığına atandı. Akman, AKP tarafından RTÜK başkanlığı için aday gösterilmişti. 2008 Akman, Almanya’da açılan Deniz Feneri davasında, AlmanyaTürkiye arasında toplanan yardım paralarının çeşitli kişi ve kurumlara yasadışı taşınmasında kuryelik yapmakla ile suçlandı. Deniz Feneri davasının iddianamesine giren belgede, Zahid Akman’ın 28 Mart 2003 - 24 Ağustos 2006 yılları arasında (yolsuzlukla damgalı) Europan GmbH şirketinin Genel Müdürlüğü’ne devam ettiği belgelendi. RTÜK Başkanı’nın, RTÜK üyesi ve Başkanı seçildikten sonra, faaliyet alanı Radyo-TV’de olan dört şirkette hissedar ve Genel Müdür olduğu ortaya çıktı. RTÜK kanunu ise RTÜK üyelerinin bu tür faaliyette bulunmasını yasaklıyordu. Akman’ın, “3,5 yıldır, yurtiçinde ve yurtdışında da hiçbir ticari faaliyetim yoktur” demesine rağmen, Ankara’nın en ünlü alışveriş merkezi Armada’nın ortakları arasında yer aldığı anlaşıldı. Gazetecilerin bu konuda ulaştığı belgelerden sonra, Akman’ın kardeşi ve şirket ortağı Turgut Akman, “Evet, ben ve Zahid Armada’nın ortakları arasındayız” dedi. 2008 Matrak ama, Akman, kendisini şöyle savundu: “Deniz Feneri Derneği ile ilişkim, sadece RTÜK Başkanlığı yaptığım ilk dönemdeydi. İkinci dönemimde ise Deniz Feneri’yle hiçbir ilişkim olmadı. Bu nedenle, istifa etmemi veya görevden uzaklaştırılmamı gerektiren bir durum yoktur.” 22 Eylül 2008 Zahid Akaman’ın avukatı, müvekklinin görevinin başında olduğunu ve gerçeğe aykırı bazı haberlerden dolayı da görevini bırakmayacağını açıkladı. Kaynak: Pişkin dolandırıcılar ansiklopedisi/www.piskinpedi.com
ESRA ARSAN
AKP’nin gazete boykotu halkın iyiliği için!.. Çocuklar duymasın!
Gazete okuyan...
Gazete okumayan...
Gazetelerden bir haber: “12 Eylül darbesi ve 28 Şubat süreci gibi yakın tarihteki olaylara ‘İnkılap Tarihi’ kitaplarında yer verilmesi uygulamasından vazgeçildi. Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) Talim ve Terbiye Kurulu (TTK) Başkanlığı, İlköğretim 8. sınıf ‘İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük’ ders kitabında yer alan 12 Eylül, 28 Şubat süreci gibi yakın tarih’ konularını uygulamadan kaldırdı. TTK, bunun gerekçesini ise “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ‘demokratik’lik vasfı ile demokrasimizin gelişme sürecine uygun olmayan bazı hususlara yer verilmesi” olarak açıkladı. İlköğretim 8’inci sınıf ‘İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük’ kitabında, 12 Mart muhtırası, 12 Eylül darbesi, Körfez Savaşı, 28 Şubat süreci gibi yakın tarih konuları da yer almıştı. Kitapta, 28 Şubat süreciyle ilgili, “Laiklik karşıtı söylem ve eylemlerin artması üzerine Milli Güvenlik Kurulu, 28 Şubat 1997 tarihinde hükümeti uyardı” ifadesine yer verilmişti.” Çocuklarınıza anlatmaktan utanacağınız şeyleri yapmayın o zaman kardeşim!
BURAK SÖNMEZER Mehmetçiğim… Bak, Adam Smith’in görünmez eli hareket çekiyor; sen hâlâ vadideki zambaktan bahsediyorsun!
M
ehmet Altan diyor ki; Silikon Vadisi Wall Street’i yeniden yapılandıracak… Ekonomi profesörü Altan ekonomik krizin geldiği noktayı böyle yorumluyor. Amerikan yatırımcısı, yani Wall Street daha kârlı olan bilgi ekonomisine yatırım yapmak yerine gayrimenkule yatırım yapınca kriz de patlayıvermiş. Bakınız bu kez gerçekten hiç abartmıyorum. Vallahi böyle söylüyor. BBC’de dinledim; sonra yanlışım olmasın diye profesörün kendi sayfasına girdim oradan da doğruladım. Sonra BBC’de Türkiye konusuna giriyor Altan ve diyor ki, “Türkiye’de hâlâ devletçiliğin izleri var bunları da silmeliyiz.” Ne demek ki şimdi bu? Biz tüm kamu mallarını babalar gibi satmadık mı? Nerden çıktı devletçilik şimdi? Yok… Profesör diyor ki, bizde hâlâ paranın giremediği yerler varmış. Efendim Doğu’da, Güneydoğu’da birçok köy ve mezrada para kullanılmıyormuş, buralar açık ekonomiye uyum gösteremiyorlarmış. Halbuki, açık ekonomilerde banka hesabı olmayan insanlar yaşayamazlarmış bile… Efendim dam üstünde saksağan vur beline kazmayı… Mehmetçiğim… Bak, Adam Smith’in görünmez eli hareket çekiyor; sen hâlâ vadideki zambaktan bahsediyorsun. Yakında kriz mevduat bankalarına sıçrayınca hareketin Allah’ını göreceksin, o zaman zambaklar olacak sana lâle, senin haberin yok!..
Kriz olacak da n’olacak? Bu sivil toplumcuların gizlisi var, açığı
iflazzz!
var… Utangaçı var, üçkağıtçısı var. Hatta kendisini sosyalist zannedecek kadar kafasızı var… Hep üst perdeden konuşan bu dangalaklar yığını bundan sonra ne olacağı konusunda, Amerika’da açıklanan bir sürü zattırı-zutturu veriden başka hiçbir şey söyleyemezler. Her türlü devletçiliğe karşı olmakla birlikte, Amerika’da devletin ekonomiye yaptığı devasa müdahalede, görünmez elin nereye kaçtığını da görmezler. Var olan sivil toplumcu hegemonyanın ekonomistlerine gelince… Hepsi birden kendilerini mühendis aklına sahip görüp
mühendis olmadıklarından; matematik dehası olduklarını düşünüp matematik bilmediklerinden, olan bitenden hiçbir şey anlayamazlar. Bakınız, kriz dediğimiz şey, sadece şu ya da bu alanda ortaya çıkan şiddetli sarsıntılar olarak kavranamaz. Kriz var olan paradigmanın bütünlüklü bir çöküşüdür aslında. Dolayısıyla krizi anlamak ve krize çözüm üretmek, ancak geçerli paradigmanın dışından mümkün olabilecek bir şeydir. Şimdi kimi entel gazetecilerin akıllarına gelen Lenin’in emperyalizm teorisi ya da koşup bağımsız sosyal bilimcilere,
“Ne oluyor?” diye sormaları bunun bir göstergesidir. Ve böyle bir ortamda, Türkiye’nin yaklaşan krizle ilgili önlem alma kabiliyeti sıfıra yakındır. Bu konuda ne devleti yönetenlerin, ne de onun alternatiflerinin hiçbir fikri olamadığı gibi, pratik araçları da yoktur. Türkiye şu an itibariyle, Gümrük Birliği nedeniyle, dış ticaret açığının dengelenmesinde önemli bir araç olan gümrük politikasına sahip değildir. Merkez Bankası, yabancı sermayenin yaptığı soygunu meşrulaştırma aracına dönüşmüştür. Bütün ekonomiyi denetleyebilecek önemli araçlardan biri olan bankacılık yabancı sermaye tarafından satın alınmak suretiyle çökertilmiş ve sanki bir levye gibi alelade bir soygun aracı haline getirilmiştir. Tüm bunlarla birlikte ekonomi üretemez durumdadır. IMF’nin enflasyon karşıtı programları durgunluğu, işsizliği ve atıllığı pompalamıştır. Türkiye’de krizle baş edebilmenin en önemli aracı olan üretim yoktur. Böyle bir durumda ülkeyi vuracak olan bir krizle baş edebilmenin tek yolu, esas işlevi bütün ekonomiyi sıfırlamak olan kuvvetli bir devletçiliktir. Bankaları yeniden işletmenin, Merkez Bankası’nı çalıştırmanın, üretimi hareketlendirmenin ve işsizliği yok etmenin tek yolu devletin doğrudan el koymasından geçmektedir. Krizle birlikte ortaya çıkacak paradigma değişimi bu işi yapacak kadroları üretecektir… Mehmet Altan ise bundan sonraki yaşamını, inşallah lâle ihracatı yapmak suretiyle geçirecektir…
7
Açık toplum, Soros ve dostları
Soros marifetlerini özetliyor: “Prematüre bir başlangıçtan sonra, komünist yönetim altındaki ülkelere yoğunlaştım; özellikle anavatanım Macaristan’a... Sovyet sistemini süpürüp temizleyen devrimde aktif bir katılımcıydım...” Başı göğe erdi mi sizce?..
‘P
ara sihirbazı’, ‘finans spekülatörü’, ‘darbe finansörü’, ‘liberal girişimci’ gibi, kulağa hoş gelmeyen birçok sıfata, unvana sahip olan ve bu ülkede kendisine hâlâ ‘solcuyum’ diyebilen ikiyüzlü liboşların arkasında kim var, bunları kim yemliyor diye merak edip araştırdığımızda karşımıza çıkan George Soros, Can Paker’in söylediğine göre, Türkiye’ye yılda 2 milyon dolarlık bir bütçe ayırıyor. Bu parayla kimlerin neler yaptığına bakmadan önce, Soros’un, bu işlerin planlandığı ve finanse edildiği Açık Toplum Enstitüleri’ni anlattığı, dolayısıyla ‘Açık Toplum’ kavramını ‘teorize’ ettiği ve, “Kişisel seviyede, bu kitap benim hayatımın eseridir,” dediği, ‘Açık Toplum-Küresel Kapitalizmde Reform’ adlı kitabına göz atmakta fayda var. ‘Açık Toplum’ terimi, ilk kez, 1932’de, Henri Bergson tarafından kullanılmış ve kavram Karl Popper tarafından geliştirilmiş. Soros, bu düşünürlerin yazdıklarından hareketle, yaratmaya çalıştığı ‘açık toplum’un çıkış noktasını şöyle belirtiyor: “Dünyada kapitalizmin zaferinden bahsedebiliriz, fakat demokrasinin zaferinden henüz değil. Bugün dünyada hakim olan politik ve ekonomik koşullar arasında ciddi uyumsuzluklar vardır.” Bu ciddi uyumsuzlukları ve bunların nedenlerini de, “Eğer serbest piyasalar bütün ihtiyaçları koruyabilseydi, bu endişe nedeni olmazdı; fakat açıkçası durum bu değil. Çok açık olarak söylenmesi gereken kolektif ihtiyaçlarımızdan bazıları; barış ve güvenlik, hukuk ve düzen, insan hakları, çevrenin korunması ve biraz sosyal adalet unsuru…” diyerek anlatmış. İşte Soros’un misyonu bu noktada başlıyor: Vakıfları aracılığıyla, güya ‘sivil’ projelerle, sistemin deliklerini yamıyor! Tabii Soros bunları yaparken, Türkiye’deki yandaşları gibi oportünistçe davranmıyor ve düşüncesini açıkça belirtiyor: “Açık toplumun bir savunucusu olarak, yalnız başına kapitalizme karşı olmadığımı açıklığa kavuşturmak istiyorum. Açık toplum ve piyasa ekonomisi kavramları yakından ilişkilidir ve küresel kapitalizm bizi küresel açık topluma yaklaştırmıştır.” Kapitalizmin varlığını ve sürekliliğini meşrulaştırmak, bu vakıfların en önemli amacı; fakat bunu yaparken tabii ki teorik ve pratik alanda yanılsama yaratmak şart. Örneklersek, diyor ki Soros:
8
“Çok uluslu şirketlerin ve uluslararası mali piyasaların devletin egemenliğinin yerine geçtiği sıklıkla söylenir. Durum böyle değildir. Devletler egemenliklerini ellerinde tutmaktadırlar ve hiçbir birey veya şirketin sahip olmayı bile hayal edemeyeceği yasama ve yürütme yetkisini kullanmaktadırlar.”
Kapitalizm olmazsa olmaz!
Anlatmak istediği şu: “Kapitalizmin, burjuvazinin, devlet yönetimi üstünde hiçbir etkisi yoktur.” Oysa biz biliyoruz ki, devletlerin ve kurumlarının niteliğini belirleyen, ekonomik ve politik iktidarı elinde bulunduran sınıır. Dolayısıyla, kapitalizmin geçerli ekonomik sistem olduğu ülkelerde, piyasanın yarattığı olumsuz sonuçlar ancak o sistemle doğrudan hesaplaşarak ortadan
kaldırılabilir. Sorosçuların bu konudaki reçetesiyse, açık/sivil toplum. Yani, ‘her musibetin kaynağı olan devletle ve devletin sahibi olduğunu düşündükleri kişilerle’ mücadele edecek bir cephe. Bu cephe, çoğu zaman liberallerden oluşurken, Türkiye’de genişleyerek, İslamcılarla ve liberalleri bir araya getirdi. Soros, kapitalizmin ‘açık toplum’ projesinin olmazsa olmazı olduğunu söylüyor, bunun yanında, piyasa ekonomisinin tek başına yeterli olamayacağını, buna ek olarak ‘çaba sarf etmek’ gerektiğini düşünüyor. Bu yüzden açık toplumları yaratabilmek için vakıflar kuruyor, darbeler örgütlüyor; Türkiye gibi ülkelerde işte bunun için çalışma yapıyor. Fakat, daha öncesinde amaç, tabii ki ‘komünizmi yıkmak’ ve kırıntılarını yok etmekti
ki, Soros bu konuda hayli tecrübeli. Şöyle demiş: “Açık Toplum Fonu’nu 1979’da kurdum. Görevi, o zaman da formüle ettiğim gibi kapalı toplumların açılmasına, açık toplumların daha sürdürülebilir olmasını sağlamaya ve eleştirel düşünme tarzını teşvik etmeye yardımcı olmaktı. Prematüre bir başlangıçtan sonra, komünist yönetim altındaki ülkelere yoğunlaştım; özellikle anavatanım Macaristan’a. Formül basitti: Otoritelerin denetim veya kontrolü altında olmayan her faaliyet ve birlik alternatifler yaratıyor ve böylece dogmanın tekelini zayıflatıyordu.” Yine övünerek anlattığı geçmişine dair, şunu da ekleyelim: “Sovyet sistemini süpürüp temizleyen devrimde aktif bir katılımcıydım ve bu deneyim beni açık toplum kavramını tekrar tam olarak tetkik etme işini üstlenmeye zorladı. Beni bu kitabın felsefi bakışına getiren budur.” Soros’un felsefi diye anlattığı zırvalıklara, Marksizme ilişkin yorumlarından ‘’çarpıcı’’ bir örnek vermeden geçmeyelim: Soros’a göre Marksizm, bilimsel olmayan, bilimi politik amaçlarla suiistimal eden sahte bir ideolojiymiş! (Buradaki referansı Karl Popper) Üstünde durmaya gerek yok diye düşünüyorum, geçelim. Soros’un, Afrika, Orta Asya, Kaaslar, Latin Amerika ve Güneydoğu Asya’da, 60 kadar ülkede bulunan vakıfları birçok alanda faaliyet yürütüyor: “Yüksek öğretim ve genel eğitim, gençlik, hukuk düzeni, hukuki ve yasal uygulamalar, hapishaneler, sanat ve kültür kurumları, kütüphaneler, yayım ve internet, medya, zihinsel özürlüler gibi kolay incinebilen nüfus, azınlıklar, Çingeneler için özel önem, kamu sağlığı, alkol ve ilaç bağımlılığı vs… Ülkemizde bu alanlardan; medya, üniversite, gençlik, ‘azınlıklar’, sanat ve kültür kurumlarına daha çok yoğunlaştığını görüyoruz. Soros’un vakıfları, bu alanlarda yaptıkları ‘titiz’ çalışmalarla; insan hakları, demokrasi, özgürlük gibi ‘muğlak’ konularda, sivil/açık toplum teraneleriyle, liberalizm ve piyasa propagandası yaparak, kapitalizmin vahşiliğinin üstünü örtüyor ve bu sistemin tam anlamıyla pekişmesi için var gücüyle çalışıyor. Tıpkı Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’da yaptıkları gibi... George Soros, vakıflarının Kırgızistan’daki çalışmalarını değerlendirirken,2005’te orada örgütledikleri darbeden 56 yıl önce bakın ne demiş: “Açık toplumun tohumlarını ekiyoruz ve bu
ALPER ERDiK Soros’un, Afrika, Orta Asya, Kafkaslar, Latin Amerika ve Güneydoğu Asya’da, 60 kadar ülkede bulunan vakıfları birçok alanda faaliyet yürütüyor. Bu size tanıdık geldi mi? CIA’nın referans olduğu Fethullah’a ne dersiniz?.. tohumlardan bir kısmı kök salacak.” (Gürcistan’daki tohumlar kök salmakla kalmayıp dallanınca, Rusya onları ‘budama’ gereği duydu. Olan yine yoksul insanlara oldu…) George Soros’un, Türkiye’deki faaliyetlerinin merkezinde, 2001 yılında kurulan Açık Toplum Enstitüsü var. Enstitü, kurulduğundan 2007 yılına kadar geçen sürede, toplam 119 projeye 10 milyon dolar destek verdi. ATE’nin, bağlantılı olduğunu sitesinde belirttiği kurumlardan bazıları Neşe Düzel şunlar: Açık Radyo, Açık Site, AÇEV, Anayasam, Bianet, Bilgilenme Hakkı, Eğitim Reformu Girişimi, Bilgi Üniversitesi-Sivil Toplum Kuruluşları Eğitim ve Araştırma Birimi, Bilgi Üniversitesi-İnsan Hakları Merkezi, İnsan Hakları Gündemi Derneği, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, Milli Eğitim Bakanlığı, Tarih Vakfı, TESEV, Umut Vakfı... Proje ve araştırmalarına destek verdikleri üniversitelerse, yoğunlukla Bilgi, Bahçeşehir, Boğaziçi, Sabancı ve Koç. Tüm bunlar tamam da, Soros’un vakfından, yaptığı araştırmalar için fon alan kurumlardan bir tanesi, açıkçası beni şaşırttı; daha doğrusu üzdü ki, o kurum DİSK’e bağlı Dev.Maden-Sen’di. Bu sendika 2004,2005 ve 2006 yıllarındaki Nebahat Akkoç araştırmaları için ATE’den fon almış. (Desteklenen tüm kurum ve projeler, www.osiaf.org.tr’den öğrenilebilir.)
Elini sallasan Sorosçu!
Şimdi işin en zevkli kısmına geçelim, Sorosçu ‘aydın, yazar, çizer, iş adamı vs’ takımından örnekler verelim. Genel müdürü Hakan Altınay olan Açık Toplum Enstitüsü’nün danışma kurulundan başlayalım. (Bu isimlerin çoğu, aynı zamanda vakıan fon alıp, çeşitli projelerde kullanan kişiler) 2001-2008 yıları arasında, bazıları devamlı, bazıları da bir kaç yıl olmak üzere, enstitünün danışma kurulu üyeliğini yapan isimlerden Can Paker (kurulun başkanı), TÜSİAD, İKSV gibi kurumlarda görev aldı, Sabancı Holding’de Yönetim Kurulu, Sabancı
Üniversitesi’nde Mütevelli Heyeti üyeliğinde bulundu. Şu anda TESEV’in başkanlığını yürüten Paker, bir ara Deniz Baykal’a danışmanlık da yaptı. Nafiz Can Paker, Mehmet Barlas’ın kayınbiraderi… Nebahat Akkoç, Kürt illerinde yaptığı kadın araştırmalarıyla dikkat çeken Kadın Merkezi Derneği’nin (KAMER) kurucu başkanı. Fransa,Akkoç’a, 2006’da, Ankara
Salim Uslu, Hak-İş Konfederasyonu’nun genel başkanı. Uluslararası Ekonomik İlişkiler Derneği (IIRA), AB-Türkiye Ekonomik ve Sosyal Konsey Karma İstişare Komitesi, Türkiye-Avrasya Sendikaları Dayanışma Konseyi, Avrupa Sendikalar Konfederasyonu İcra Kurulu, Ekonomik Murat Belge ve Sosyal Konsey gibi kurumlarda üye. Bugün gazetesinde yazan Uslu, şu sıralar Ortak Akıl Hareketi’nin mitinglerinde boy gösteriyor. Oğuz Özerden, Büyükelçisi Paul 90’lı yıllarda ‘Alo Poudade aracığıyla, Bilgi’’ adındaki, Legion d’Honneur İngiliz ortaklı madalyası 900’lü hat şirketinin Can Paker Cüneyd Zapsu’yla... verdi. Poudade, kurucusu ve genel madalyasını müdürüydü. Açık verirken, Nebahat Akkoç’a, “Sizin gibi Radyo’nun kuruluşunda görev alan şahsiyetler sayesinde Türkiye insan Özerden, Bilgi Üniversitesi’nin de hakları ve AB ile yakınlaşma yolunda kurucusu ve Mütevelli Heyeti başkanı. ilerliyor,” dedi. Üstün Ergüder, Boğaziçi Şahin Alpay, TİİKP Üniversitesi’nin eski rektörü. Vehbi döneminde Doğu Koç Vakfı Yönetim Perinçek’in yoldaşıydı. Kurulu üyeliği, Türkiye Şu an Bahçeşehir Üçüncü Sektör Vakfı’nın Üniversitesi’nde öğretim Mütevelli Heyeti görevlisi ve Zaman ve Yönetim Kurulu gazetesinde yazar. Başkanlığı görevlerini Osman Kavala, Kavala yürütüyor. 1996-2000 Holding’in sahibi. Türkyılları arasında Türkiye Polonya ve Türk Yunan Radyo Televizyon İş Konseyi’nde bulundu. Kurumu Yönetim İletişim Yayınevi’nin Kurulu üyeliğinde kuruluşunda bulunan Ergüder, ve Encylopedia TESEV kurucularından. Britannica’nın Türkçe Üstün Ergüder, aynı basılması projesinde yer zamanda, merkezi vala aldı. TURSAK (Türkiye Audiovisual Brüksel’de bulunan Avrupa Osman Ka Sinema Vakfı), TEMA, Helsinki Vakıflar Merkezi (EFC) Yönetim Yurttaşlar Derneği, Türk Yunan Dostluk Kurulu’nda ve Bologna’da kurulmuş Derneği, Afete Karşı Sivil Koordinasyon olan Magna Charta Üniversite İzleme Derneği’nin kurucu üyeliğini yaptı. Aynı Merkezi’nde görev yapmakta. 2004’te zamanda, TESEV Yönetim Kurulu de Işık Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyesi olan Kavala, 2006’da üyeliğine seçildi.Sabancı BirGün gazetesine ortak Üniversitesi,İstanbul oldu. Politikalar Merkezi Ayşe Soysal, yakın direktörü. tarihe kadar Boğaziçi Eyüp Can, Harvard Üniversitesi rektörüydü. Üniversitesi Center for Ömer Madra, geçmişte Middle Eastern Studies’de gazetecilik yaptı, Playboy Amerikan Dış Politikası dergisinde çalıştı. Bilgi ve Ortadoğu ilişkileri Üniversitesi’nde öğretim üzerine lisansüstü eğitimi görevlisi. Kurucularından aldı.1994’ten 2004’e kadar olduğu Açık Radyo’nun Zaman gazetesinde yazarlık da genel yayın yapan ve şu anda da Referans yönetmeni. gazetesinin genel yayın Baskın Oran
yönetmeni olan Can, yazar Elif Şafak’la evli. Murat Belge, Birikim ve Radikal’in eski; Taraf ’ın yeni yazarı. Bilgi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi. Belge, Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin de Türkiye şubesi üyesi ve eski yöneticisi. Ahmet İnsel, Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi. Birikim ve Radikal İki’de yazıyor. Geçen yıl, Seyfettin Gürsel’le birlikte ‘Bağımsız, Sol, Ortak Aday’ girişimini başlatan İnsel, Açık Radyo’da program yapıyor. Ve diğer danışmanlar… Nadire Mater, Özlem Dalkıran, Neşe Düzel, Hasan Ersel, Eser Karakaş, Sabih Ataç, Ümit Boyner, Murat Sungar, Suay Aksoy, Ümit Kardaş, Nurhan Yentürk, Zülfü Dicleli, Melih Fereli, Memduh Hacıoğlu… Desteklenen kurum ve projelere baktığımızda, daha pek çok isimle karşılaşıyoruz. Örneğin, Baskın Oran, İshak Alaton, Şakir Eczacıbaşı, Seyfettin Gürsel, Asaf Savaş Akat, Gürkan Kumbaroğlu, Yıldız Arıkan, Ersin Kalaycıoğlu, Hakan Yılmaz, Refik Erzan, Ayhan Kaya, Ünal Zenginobuz, Fikret Adaman, Ali Çarkoğlu, Nazan Üstündağ, Ayşe Buğra, Fikret Adaman, Çağrı Yoltar, FikretToksöz, Fırat Genç, Meltem Ahıska, Ferhat Kentel, Umut Özkırımlı… Evet, pek çok isim, pek çok kurum (ki bunlar sadece bir kısmı)… Tüm bunlara ayrıntılı şekilde değinmemin nedeni, bir şeye dikkat çekmekti: Bunların hepsi, birçok farklı alanda birbirleriyle ilişki içinde. Önemli olan noktanın da, bu ilişkinin niteliği olduğunu düşünüyorum. Bu insanların sadece faaliyetlerinden bahsettim. Çeşitli iddia ve tezlerden yola çıkarak, dini özelliklerine ve de öğrenim gördükleri okullara değinseydim, çok daha ‘alengirli’ bir yazı olabilirdi, gerek görmedim. Sonuç olarak, George Soros’un vakıflarının amacı ortada; tabii destekçilerinin de. Demem o ki, birileri var gücüyle bu ülkeye Soros’un bahsettiği tohumları ekiyor, suluyor; kapitalizmin üstyapısını kuruyor. Ve artık o kadar çoklar ki, elini sallasan Sorosçuya çarpıyor!
9
Bir tarih alenen yok ediliyor!.. Arkeologlar ortaya çıkardıkları mezarların fotoğraflarını çekip çizimlerini yaptıktan sonra (bir veda ayini gibi) işletmenin uzmanları tarafından yerleştirilen dinamitlerin patlatılması ile mezarlar parçalarına ayrılıp yok edilmekte, ardından mezarların altında kalan kömüre ulaşılmaktadır!
S
imdi arkana yaslan, gözlerini kapa ve bir kent düşün; tüm binalarının yıkıldığı ve tüm sakinlerinin öldüğü bir kent. Stratonikeia kenti Anadolu’da Seleukoslar tarafından kurulan ancak daha önce de yerel halkın yerleşmiş olduğu; Karyalı aynı zamanda da tipik bir Helenistik dönem kentidir. MilasMuğla karayolu üzerinde, Yatağan ilçesinin 6–7 km. batısında yer alır. Aslında bu yolun da ilginç bir hikâyesi vardır, karayolu daha önceden kentin etrafını dolaşıp Muğla’ya giderken sonradan dönemin kazı başkanı Prof. Yusuf BOYSAL’dan da izin alınarak yol kentin tam ortasından, yapı kalıntıları da tahrip edilerek, kent adeta bıçakla kesilmiş gibi geçirilir. Stratonikeia’nın talihsizliği sadece bununla kalmaz, kentin etrafında zengin kömür madenleri bulunur ve TKİ Güney Ege Linyit İşletmeleri’ni tam burada kurar, buradaki işletmenin esas amacı ise Yatağan Termik Santrali’ne yakıt sağlamaktır. Bunda ne var ki kömür bize gerekli bir maden, diyebilirsiniz. İşte tam bu anda yapmanız gereken arkanıza yaslanmak ve gözlerinizi kapatarak bir kent düşünmek; tüm binalarının yıkıldığı ve tüm sakinlerinin öldüğü bir kent. Kentte ölen insanlarının tamamının ise 6 yüzyıl boyunca sürekli defin edildikleri bir nekropol alanı düşünün, hiç yağmalanmamış, açılan her mezarın zengin buluntu ve dönem ile bilgiler verdiği bir nekropol alanı. İşte Stratonikeia kentinin nekropol alanı tam da bu özelliklere sahip bir nekropol alanıdır. Önceleri Prof. Yusuf BOYSAL başkanlığında Stratonikeia kentinde bilimsel kazılara başlanır, şimdi pek çok üniversitemizde profesör olmuş pek çok insan da Stratonikeia’da mesleğe başlar; asistan olarak ya da öğrenci olarak bu kazılara katılır. O dönem yol için izin de verilir. Söylenen pek çok şey olsa da tek bir gerçeklik vardır yol kenti bölerek geçip gitmiştir. Kazılar biraz zor da olsa devam eder, Bouleterion, Gymnasion, Tiyatro, Augustus İmparatorlar Tapınağı, iki Nypheum ve pek çok mezar açığa çıkarılır. O zaman Muğla’da bir müze bulunmadığından eserler önce Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesine, sonraları Milas müzesine gönderilir, Muğla’da müze kurulunca bu sorun ortadan kalkar; ancak hiç kimsenin aklına Stratonikeia’da bir müze kurmak gelmez. Zamanla turizm şirketlerinin rotasından da çıkarılan kent senede iki-üç aylık kısa bir zaman diliminde arkeologlara diğer zamanlarda ise iki adet sözleşmeli güvenlik görevlisine emanet yalnızlığı ile baş başadır. Neyse konuyu fazla dağıtmamak gerek, kentte kazılar devam ederken kömür işletmesi kömür ocağının içerisinde anlamsız bir biçimde mezarlar bulmaya başlar, işletme açık ocak olduğu için bulunan her mezar insanlar tarafından görülebilmektedir. Bu noktada işletme Stratonikeia’da çalışan prof. Yusuf BOYSAL’a başvurur. Yusuf BOYSAL işletme ile anlaşarak
10
nekropol alanında kurtarma kazılarına başlar, tabii kömür işletmesi ile protokol imzalamayı da ihmal etmez. İşletme her yıl kazı çalışmalarının sürdürülmesi için belirlenen miktarda para ayırır, ancak Kültür Bakanlığı’da kazılar için her yıl tüm Türk kazılarına olduğu gibi Stratonikeia kazısı başkanlığına da para yardımı yapmaktadır; burası teferruat, geçelim.
Tescilli yağma!
Şimdi şunu söyleyebilirsiniz; ne güzel hem kömür işletmesi hem de Kültür Bakanlığı kazının sorunsuz yürümesi için para veriyormuş bu sayede pek çok eser kurtarılmıştır, ne güzel öyle değil mi? Aslında mesele tam olarak öyle değildir. Arkeologlar kazı çalışmasını bitirip, ortaya çıkardıkları mezarların fotoğraflarını çekip çizimlerini yaptıktan sonra (bunu bir veda ayini gibi düşünün) işletmenin uzmanları tarafından yerleştirilen dinamitlerin patlatılması ile mezarlar parçalarına ayrılıp yok edilmekte, ardından mezarların altında kalan kömüre ulaşılmaktadır. Tabii kömür çıkarmak için kazılar devam ettiği sürece çok büyük miktarlarda toprak da açığa çıkmaktadır, bu topraklar da Stratonikeia’nın etrafına yığılarak kentin çehresi değiştirilir ve iyice yalnızlaşmasına yol açılır. Bir diğer sorun da sürekli patlatılan dinamitler nedeniyle akarsu yataklarının değişmesidir ki; Evliya Çelebi’nin bile övgüyle söz ettiği sulak Stratonikeia’da su akmaz olur. Kentin üzerindeki Eskihisar köyü köylüleri de kenti terk ederler, sadece bir-iki yaşlı insan köyünden ayrılmak istemez ve orada yaşamaya devam eder, gerçi diğer köylülerin gittikleri yer çok uzak değildir ama Stratonikeia’da yaşamadıkları da bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Neyse Prof. Yusuf BOYSAL artık arkeolog olarak çalışmak istemediğinden olsa gerek Stratonikeia kazısı başkanlığını bırakır ve tam
anlamıyla emekliye ayrılır (1977 yılından 2002 yılına kadar). Yusuf BOYSAL emekliliğin tadını Bodrumdaki evinde çıkarırken D.T.C. Fakültesi Yunan Dili ve Edebiyatı Bölümünden prof. Çetin ŞAHİN kazı başkanlığını almak için başvuru yapar ve Bakanlar Kurulu kararı ile Stratonikeia kazısı başkanı olur. Başkanlığının ilk yılında kazı yapmaz, yine de bölgeye gider zaten Lagina Kazısı bilim heyeti üyesidir ve yıllardır bölgede açığa çıkarılan kitabeleri yayımlamaktadır. Yine Lagina kazı evinde kalır ve o sene Lagina Kazısı Başkanı Prof. Ahmet TIRPAN ile bir protokol imzalarlar (2002). İmzalanan protokolün özü prof. Çetin ŞAHİN’in Stratonikeia kenti nekropol alanında ki tüm kazı yetkisini prof Ahmet TIRPAN’a devrettiğidir. Prof. Ahmet TIRPAN, Prof. Çetin ŞAHİN’den nekropol üzerindeki yetkili tek bilim adamı olma iznini aldıktan sonra yaptığı ilk şey (artık sizinde tahmin edeceğiniz gibi) GELİ (Güney Ege Linyit İşletmeleri) ile protokol imzalamak olur. Bu filmi daha önce gördüğünü düşünenlere söylenecek pek bir şey yok ancak bundan sonrası ilk filmin devamı veya tekrarı olmanın dışında bir gelişim gösterir. Prof. Çetin ŞAHİN’in yaptığı bir basın açıklamasına yer vermenin zamanı geldi herhalde açıklama şöyledir: “Yatağan ilçesi, Eskihisar Köyü’nün hemen doğusunda yer alan, antik Stratonikeia kentini tamamen gömerek, küçük bir adacığa dönüştürecek yol değişimi çalışmalarının başladığını, büyük bir üzüntü ile öğrenmiş bulunuyorum. 2004 Mart ayında, TKİ Güney Ege Linyit İşletmeleri tarafından bana ulaştırılan ve görüşümün istendiği yol değişim projesi, ilk bakışta, basit bir yol güzergâhı değişikliği gibi görünüyordu. Ancak bana ek olarak gönderilen haritadan, adı geçen yol değişikliğinin asıl amacının, Stratonikeia’nın
batı sur duvarlarından başlayarak, mevcut karayolu da dâhil olmak üzere, Eskihisar Köyü’ne kadar uzanan alanın, altındaki kömürün çıkartılması olduğunu anladım. Stratonikeia Kazısı Başkanı olarak, Kömür İşletmesi’nin adı geçen yol güzergâhının değiştirilmesi ile ilgili projesine, hem antik kenti tamamen gömerek tecrit edeceği, hem de kömür çıkartma esnasında kullanılacak güçlü patlayıcıların, antik kentte bulunan yapılara büyük zarar vereceği için izin vermedim. Benden gerekli izni alamayan Kömür İşletmeleri, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’ne başvurdu. Adı geçen Genel Müdürlük, Yatağan’ın Turgut Beldesi’nde arkeolojik kazılar yapan, Selçuk Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ahmet Tırpan’dan da yol güzergâhının değiştirilmesi ile ilgili görüş istedi. Prof. Dr. Ahmet Tırpan, Stratonikeia kentinin, Turgut’a kadar uzanan antik mezarlığında yaptığı arkeolojik kazılar için aldığı birkaç trilyon lira haricinde, zaten Kömür İşletmeleri’nden danışmanlık ücreti adı altında, ayda 1.800 YTL maaş aldığı, yani Kömür İşletmeleri için çalışan bir eleman olduğu için, Kömür İşletmeleri’nin adı geçen yol güzergâhı ile ilgili projesine, tabii ki olumlu cevap verdi. (Adı geçen Stratonikeia Mezarlığı kazısını, 2002 yılında Ahmet Tırpan’a bizzat kendim devretmiş olduğum için, şimdi çok pişmanım). Yol güzergâhının değiştirilerek, Stratonikeia antik kentinin gömülmesini engelleyebilmek için, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü, Muğla’daki Koruma Kurulu ve bizzat Prof. Dr. Ahmet Tırpan’la yaptığım bütün yazışmalar ve görüşmelere rağmen, adı geçen kurumlar ve şahıslar, yol güzergâhının değiştirilerek, Stratonikeia’nın hemen Batısı’ndan kömür çıkartılması konusunda ısrar etmişler ve ne yazık ki, adı geçen yolun değiştirilmesi için, çalışmalar başlamıştır bile. Kömür İşletmeleri’nin bu alanda kömür çıkartması, Stratonikeia’nın Batısında metrelerce derinlikte büyük bir çukurun oluşması, surların kayma tehlikesiyle karşı karşıya kalması ve kullanılacak kuvvetli patlayıcılar nedeniyle, kentin içindeki bütün tarihi yapıların yerle-bir olmasıyla sonuçlanacaktır. Stratonikeia Kazısı Başkanlığını 2002 yılında, burada 1977 yılından beri kazı yapmakta olan Prof.. Dr. Yusuf Boysal’dan devir alarak, çalışmalarıma 2003 yazında başladım. Maalesef, antik kent buradaki kömür çalışmaları yüzünden çok tahrip olmuştu: 1- Bilindiği üzere, daha önce Stratonikeia antik kentinin hemen yakınında yapılan kömür çıkartma çalışmaları nedeniyle,
MURAT KARATAĞ eskiden kentin kuzeyinden geçen YatağanMilas Karayolu’nun güzergâhı, burasının SİT alanı olmasına rağmen, eski kazı başkanının pazarlıklar sonucu vermiş olduğu izinle değiştirilmiş ve yeni yol, kentin tam ortasından geçirilerek, kent ikiye bölünmüş ve bu yol yapımı esnasında kayda geçmemiş çok önemli ve büyük bir Demeter Tapınağı ve bilmediğim birçok antik yapı tahrip edilmiştir. 2- Stratonikeia’dan Lagina’ya kadar uzanan, 12 km . uzunluğundaki kutsal yol ve bu yolun her iki tarafında yer alan Stratonikeia’nın ana nekropolü, alttaki kömür nedeniyle feda edilmiştir. 3- Kent, kömür havzasından çıkan toprakla oluşturulmuş yığma tepelerle gömülerek izole edilmiş ve heyelan tehlikesi mevcut hale gelmiştir. 4- Kömür çalışmaları esnasında kullanılan güçlü patlayıcılar nedeniyle, kentteki bütün yapıların duvarlarında büyük çatlaklar oluşmuş ve yapılar onarılamaz hale gelmiştir. 5- Eskiden yeterli olan SİT alanı sınırı, Koruma Kurulu’nun izniyle daraltılarak, şehrin surlarının bir kısmı ve şehrin batısındaki bir Dor tapınağı tahrip edilmiştir. Bütün yazışmalarıma, görüşmelerime ve dört kişilik bir bilirkişi raporu vermeme rağmen, SİT alanını daha kapsamlı olan eski sınırlarına genişletemedim. Elbette, Kömür İşletmelerinin görevi, kömür aramak ve buldukları kömürü çıkartmaktır. Bir arkeolog olarak, benim görevim ise, kömür çıkartma çalışmaları yüzünden zaten çok tahrip görmüş olan Stratonikeia antik kentini, hiç olmazsa şu andaki mevcut haliyle, sonraki nesiller için korumaktır. Stratonikeia antik kentinin hemen Batısından çıkartılacak kömür, üç-dört ay içinde Yatağan Termik Santrali tarafından yakılıp kül edilecektir. Ancak, Stratonikeia’ya verilecek zararlar, hiçbir zaman telafi edilemeyecektir!” Prof.Dr. Çetin Şahin * Çok şaşırtıcı öyle değil mi? Hoca kazıyı bir başka hocaya bıraktığına pişman olmuş. Ardından bir kentin bilim heyeti başkanı olarak yaptığı açıklamaya bakın, kömür elde etmek için ne çok şeyden vazgeçmişiz; önce kentin ortasından bir yol geçirmişiz ve bu yol pek çok yapıyı geri dönülemez biçimde tahrip etmiş, sonra bir kenti tamamen izole etmişiz, sonra o kentte yaşayan her insanın gömüldüğü mezarlığı kocaman bir susuz göle, çukura çevirmişiz, Lagina ve Stratonikeia arasındaki kutsal yol da mezarlıkla birlikte yok olmuş, ancak bunlar bize yetmemiş ŞAHİN’in açıklamasında anlattığı gibi bir kere daha yol’un güzergâhının değiştirilmesine ve kentin tamamının yokluğa mahkûm edilmesi çalışmalarına başlamışız. Hayırlısı olsun. Aslında bu kentin sakinleri gerçekten onurlu insanlardı örneğin: Bergama kentinin son kralı 3’üncü Attalos, bir vasiyetname ile krallığını Roma’ya miras olarak bıraktığında, krallık ülkesine el koymak isteyen Romalılara karşı, yalnız bağımsızlığı amaçlıyor olmayıp toplumsal yapıyı da pek devrimci doğrultuda değiştirmeyi (örneğin ve özellikle, köleliği kaldırmayı)
amaçlayan bir ayaklanma çıkarmış Bergamalı prens Aristonikos, üç yıl boyunca Romalılara kök söktürdükten sonra İÖ 130′da yenilmiş ve Stratonikeia’ya sığınmış, kent halkı o zamanın süper gücü Roma’ya karşı çıkmayı göze alarak bir süre prensi koruduktan sonra güçleri yetmediğinden prensi teslim etmek zorunda kalmış. Yine de Roma ile askeri anlamda başa çıkabilecek olsalar prensi teslim etmeyeceklerini düşünebiliriz. Ya da kazılar sırasında bulunan gladyatör mezarları, defalarca arenada ölümle yüzleşmiş bu insanları onurlandırmak için Stratonikeia kenti onlara mezarlar yaptırmış ve stelleri ile birlikte (steller üzerine kaç karşılaşmaya çıkıp kaç karşılaşmadan galip geldiklerini de işleyerek) mezarlığa defin etmiş (ilginç olan ise Stratonikeia kenti sakinlerinin onurlandırdıkları gladyatörlerin mezarlarının şimdiki durumudur; mezar stelleri müzede, mezarların esas yapı taşları Stratonikeia’da, iskeletler ise bilinmeyen bir yerdedir). Dünya üzerinde pek çok kent var her birinizin en az beş tane çağdaş kent gördüğünü, bir kısmınızın ise en azından bir tane antik kent gördüğünü varsayalım, bir düşünün bu kentlerden hangisi tamamen mermerden inşa edilmişti. Bu sorunun cevabı çok basit değil mi? Hiç, oysa Stratonikeia kentinin bir diğer özelliği her bir yapısının tamamen mermerden inşa edilmiş olmasıdır. Belki kentin bir Helenistik kent olarak yeniden inşa edilmesi için emir veren Seleukos’un oğlu Antiokhos’un karısı Stratonikeia’ya olan aşkını yansıtmasını istediği, belki de kent o bölge için askeri, dini ve siyasi anlamda çok önemli olduğu için tamamen mermerden inşa edilmişti. Bunu bilemeyiz görünen tek bir gerçek var ki kentin tamamen yalnızlığa gömülmesi ve bir kere daha yıkım ve yok oluşla karşı karşıya kalmasıdır. Ah tabi unuttuk değil mi? Stratonikeia ve Lagina arasında on iki kilometre uzunluğunda bir kutsal yol vardı, her iki kentte de insanlar yaşıyorken, bu kutsal yol Stratonikeia’nın kutsal alanı olan ve dünyadaki sınırlı sayıda Hekate tapınaklarından birini barındıran Lagina’ya ulaşıyordu. Her yıl sembolik bir anahtar Lagina’dan, Stratonikeia’ya tören alayı eşliğinde taşınıyordu olasılıkla Lagina’nın, Stratonikeia’ya bağlılığını simgeleyen bir olaydı. Şimdi biraz geçmişe gitsek ve bu yolu anlatsak iyi olur sanıyorum...
Kentin kuzeyindeki anıtsal kapıdan çıktıktan hemen sonra başlardı kutsal yol, yolun hemen başlangıcında bu gün kalmış olan tek bir mermer Roma mezarını hala görebilirsiniz. Ve yolun her iki yanında bu mezara benzeyen pek çok mezar Lagina’ya kadar yolculara eşlik ediyordu. Herhalde kentte yaşayan insanlar kutsal olduklarına inandıkları bir yolun üzerine gömüldüklerinde öteki dünyada rahat ve huzurlu olacaklarına inanıyorlardı, kim bilir. Ama tam burada bir süre durun ve düşünün binlerce mezarın yer aldığı, o çağın insanın kutsal olduğuna inandığı bir alan, yaklaşık altı yüzyıl boyunca her ölen buraya gömülmek istiyor. Yaşayan hiç kimse kalmadıktan sonra ve zaman ilerledikçe tüm yapılar gibi mezarlarda toprağın koruyucu sıcaklığını üzerine çekiyor, içlerinde sakladıkları iskeletlerle ve kültür mirasıyla birlikte. Aradan yüzlerce yıl geçiyor ve biz uygarlığımızı daha ileri bir düzeye taşımak için buradaki mezarların hemen altındaki kömürlerin peşine düşüyoruz, peki kömürün üstündekiler, anneler, babalar, çocuklar, askerler, siyasetçiler, tüccarlar, gladyatörler, şairler, yazarlar, tiyatrocular ve günümüzde karşılığı olan pek çok meslekten insanın huzur içinde yatmak için seçtikleri son yer olan, kömürün üstü. Biz orayı kepçelerimizde, kazıcılarımızla, kamyonlarımızla ve dinamitlerimizle alt üst ettik. Şimdi biraz durun ve kendi mezarlarınızın bu şekilde darmadağın edildiğini düşünün, sizin, sevdiklerinizin ve ailenizin, ne dersiniz bu duruma bir son vermek gerekmez mi? Birilerinden para aldığı için bilim adamı kimliğini satan, ücretli tetikçi gibi çalışarak tarihi eser yağmasına ortak olan sözde bilim adamlarına karşı koymak ve kültürel değerlerimizin bir parçası olan Stratonikeia kentine ve mezarlığına sahip çıkmamız gerekmiyor mu? Sanırım burası bizi ilgilendirmiyor ne de olsa yıllardır devletin pek çok memuru orada olanları yakından biliyor ve bu suça ortak oluyor, engel olmak, nasıl? Keşke Bergama prensini koruyan Stratonikeia’lılar kadar onurlu olabilsek, belki o zaman bir şeyleri değiştirme şansını buluruz ve değiştirebiliriz de. Belki de her şey olduğu gibi devam eder, bu noktada orada yaşamış olanların da insan olduklarını hatırlamak adına kabaca
Antik Çağ’da ölü gömme adetlerine bir bakmak yerinde olacaktır. “Ölülere, toprağın insanları ve Demeter’in halkı adı verilir. Aynı şekilde ölülerle ilgili görülen yılan, hem bereket sembolü hem de ölülerin bir simgesi ve somutlaşmasıydı. Helenler öncesinde, ölüleri yatıştırmak için onlara insan kurban edildiği de olmuştur. Klasik devirde ise ölülere karşı ikili bir tavır takınılmıştır. Birincisi, ata ruhlarına dindarca bir saygı, ikincisi, her çeşit hastalık ve afetin taşıyıcısı olarak hortlaklardan korkmak. İbadetlerin özellikle mezarlar etrafında yoğunlaşması Yunan dininin en önemli ve belirleyici özelliğidir. Birer anıt haline gelen mezarlar, hazineler ve her çeşit ev eşyasını içermektedir. Mezarlara kurbanlar sunulur, ölülerin mezarlarında ikamet ettiklerine, gölgelerinin de Hades ülkesine gittiğine inanılırdı. Bu ülke bir ceza ve ödül ülkesi olmayıp, bu hayatın sadece hayalet biçiminde devamıdır.” Yunanlılarda ölülerin ruhları yılan, kuş ve özellikle kelebek biçiminde betimlenirdi. Nitekim Yunancadaki psykhe sözcüğü hem kelebek, hem ruh anlamındadır. Yunanlılar ölümden sonraki yaşam hakkında birbirine karşıt düşüncelere sahip olmuşlar ve bunları bağdaştırmak için hiç uğraşmamışlardır. Ölüler yerin altında yaşamayı sürdürürler, onların torunları ve çocukları da kutsal armağanlar sunarak bu yaşamı hoş bir hale getirmeye çalışırlardı. Tanagralı sanatçılar, yaptıkları ve sundukları küçük heykellerle ölüleri mutlu etmeye çalışırlardı. Ancak ölüme karşı bu bakış açısı ölenin peşinden yas tutulmayacağı anlamına gelmezdi. “İlk çağda, Yunanistan’da cenaze başında veya gömülme törenlerinde ağlamayı meslek edinmiş kadınlar vardı. Sözde derin acı duyuyormuş gibi yaparak, elleriyle üstlerini, başlarını yırtarak bu ağlayıcılar bir ağızdan yas ilahileri söylerlerdi.” Görüldüğü üzere Antik çağ insanları da bizler gibi ölülere saygı duyuyor, onlara mezar hediyeleri veriyor, onlar için festivaller dahi düzenliyorlarmış. Ancak düşündürücü olan şu ki bu insanların yıllarca (yaklaşık 600 sene) büyük özen göstererek korudukları, sahip çıktıkları bir alanı biz nasıl olup da birkaç yıl içinde geriye hiçbir iz kalmayacak biçimde yok edebiliyoruz. Acaba eskiden kendi ülkelerinin uzağında yaşayan tüm toplumları barbar olarak nitelendiren Yunan ve Romalılar gerçekten haklılar mıydı? Ya da onların doğdukları, sevdikleri, yaşadıkları, öldükleri ve öldükten sonra da mezarları sayesinde yaşamaya devam edeceklerini düşündükleri kentlerini ve mezarlarını bizlerin gelip yok edeceğini öngörüp bizleri mi barbar olarak adlandırmışlardı. Bunların aslında çok önemi yok önemli olan şu an hâlâ Stratonikeia kentinin ve mezarlığının yok edilme çalışmalarının devam ettiği. Şimdi arkanıza yaslanın, gözlerinizi kapatın ve yaşadığınız kentin tamamen yerle bir olduğunu düşünün ve ardından mezarlarınızın dinamitlerle patlatıldığını, sizin, sevdiklerinizin ve tanıdığınız her insanın mezarının havaya uçurulduğunu düşünün, çok acı öyle değil mi?
“Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya, Sezar’ın hakkı Sezar’a!” demiş ya İsa Mesih efendimiz; aynen öyle, patronun hakkı patro yandan ‘kuvvetler ayrımı’, ‘boy sırası’ ve ‘haddini bilme’ ilkelerine riayet etmek şartıyla!.. Sonuçta herkes düzende
1
984 yazını Selimiye’de tutuklu olarak geçirmiştim. Her gün koğuşumuza gelerek sayım yapan bir astsubay, bazen Türkiye’nin jeopolitiği, dünyanın durumu ve sosyalizm üzerine kısa nutuklar çekerdi. Tabii, hem soru sorulmadan konuşmamız yasak olduğu için, hem de konuşmanın bir fayda sağlamayacağını bildiğimizden bu ‘entelektüel’ ortama katılıp zindan bekçimizle herhangi bir tartışmaya girmezdik. Sayımını ve konuşmasını tamamlayan astsubay, bu sessizliğimizi yetersizliğimize, hatta iyiden iyiye cehaletimize verir ve onca mektep medrese bitirip mürekkep yalamış adamı fikri düzeyde de bir böcek gibi ezmenin verdiği haz ve gururla diğer koğuşların yolunu tutardı. Tabii o günler çok geride kaldı. Şimdi hiç olmazsa dışarıdakiler için demokrasinin sınırları çok daha geniş. En azından cevap verme imkânı var. Ayrıca askerlerin şimdiki ‘entelektüel’ düzeyi de o bizim Selimiye’deki astsubayınkinin kat be kat üstünde. Gerçekten de öyle, zaten o zamanki askeri konuşmaların kalitesini ikinci, hatta üçüncü sınıf diktatör Kenan Paşa’nın meydanlarda irat ettiği nutuklar belirlerdi. Onlar da kahvehane geyiği kıvamında bir şeylerdi; şimdikiler gibi içinde modernite, postmodernite, Popper, Fukuyama, Esposito, Habermas gibi kavram ve isimler geçmezdi. Demek ki bu ‘küreselleşme’ sayesinde epeyce
Ulus devletime
kültürlü insanlar olduk; bu da bir şeydir. Daha önce de benzer konulara girip kürsü konuşmalarında ‘nasıl bir ulus devlet’, ‘nasıl bir laiklik’, ‘nasıl bir kapitalizm’, ‘nasıl bir küreselleşme’ gibi meselelere ilişkin çözümlemeler yapan komutanlarımız, herhalde askeri disiplinin sağladığı bir ‘fikri takip’ gücüyle bizleri aydınlatmaya devam ediyorlar.
Ulusal, üniter, laik ve de küresel
Yeni Genelkurmay Başkanımızın görevi devralırken yaptığı konuşmadan söz ediyorum. Tabii çok önemli bir konuşmaydı. Hatta iki önceki Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün hükümet karşısındaki ‘gevşek’ tavrından dolayı endişelenen; ancak daha sonra gelen Yaşar Paşa döneminde yeniden huzur bulan, fakat hiç durmadan konuşan Paşa’nın, son döneminde anlaşılmaz bir biçimde suskunlaşması nedeniyle yeniden endişelenenlere ‘Hah işte!’ veya ‘Ohh be!’ dedirten ‘devlet öncelikli’ bir konuşma. Üstelik geçen yıl Kara Harp Okulu açılışındaki, aynı felsefi içeriğe sahip konuşmanın devamı niteliğindeydi. Elbette her zaman olduğu gibi çok önemli dünya meselelerini sarih bir dille açıklamanın yanı sıra, ‘devlet içindeki’ entelektüel tartışmaların sınırını da, aynen Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları konusundaki hassasiyetine benzer bir hassasiyetle çiziyordu. Ayrıca konuşmanın içinde ‘bir Türk için lâzım
olan’ hemen her şey vardı. Ulus devlet, üniter devlet, laik devlet vb… Bakın, benim Genelkurmay Başkanı’nın veya askeriyenin entelektüel düzeyiyle falan bir derdim yok, bana ne! Ayrıca paşanın biz ölümlülere çizdiği konuşma ve tartışma sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini zaten her aklı başında Türk vatandaşı bilir. Yani artık herkesi baymış ‘demokratikleşme’ konusuna girme niyetinde de değilim; n’apalım olursa olur! Beni asıl ilgilendiren, Paşa’nın konuşmasının ana fikri olan, ulusal değerlerle küresel, yani (yeni) liberal değerlerin uzlaştırılması hususu. Yeni Genelkurmay Başkanı, ne kadar ‘sert’ konuşsa da öyle zannedildiği gibi, ucu Yaşar Paşa zamanında belirmiş uzlaşmayı berhava etmeye niyetli değil. O nedenle kimseler heveslenip de asker üzerinden ulusal-devrimci hesaplar yapmaya kalkmasın. Çünkü Paşa’nın milli hedefi, dünya kapitalizminin gidişatının da yardımıyla, ‘küresel değerlerle ulusal değerleri uzlaştırmak.
Büyük uzlaşma ve ortak değerler
Tabii bu uzlaşma, daha önce sözünü ettiğim ‘şimdilik’ veya geçici ateşkes şeklindeki ‘küçük uzlaşma’dan çok farklı. Asker-hükümet mevzuunun ötesinde. Öyle taktiksel falan değil, basbayağı stratejik bir şey. (Zaten bir komutan esas olarak stratejik düşünmelidir.) Aslında konuşan Paşa da değil, onun ağzından dile gelen Türk
Zor işler!..
B
u işler hakikaten zor. Üstelik biri bitmeden öteki başlıyor. Bakın daha üç gün öncesine kadar “Ergenekon işinde tavır ne olmalı?” mevzuuyla cebelleşirken, şimdi de karşımıza R. Tayyip Erdoğan-Aydın Doğan meselesi çıktı. Hani kendi aramızda bir şekilde idare edebiliriz, arada bir ağzımızı bozsak da, ancak işin sonunda başkalarına rezil olmak var; insan ondan korkuyor. Yani bir şekilde doğru ve kesin bir tavır almak şart. Geçen defasında adımız, ‘darbeci’ye, ‘faşist’e çıktı, sırf “Başka bir yol daha var!” dediğimiz için. Bu defa işin içinde çok para pul var; vallahi adımız ‘hırsız’a, ‘soyguncu’ya, ‘vurguncu’ya çıkar da ne yapacağımızı şaşırırız. Şahsen çok üzülürüm. Hadi ötekiler nihayetinde ideolojiksiyasi suçlamalar, bir gün, “Ben artık değiştim,” deyip yırtabiliriz; ancak bu sonuncular öyle değil, adamın yüzüne her daim vurulur. Üstelik bu defa iki cephe de birbirini hırsızlıkla, yetim hakkı yemekle suçluyor. Yani iki ucu boklu değnek. Kendimi ‘tüyü bitmemiş yetim hakkı’ yerken düşünüyorum da yüzüm kızarıyor, hem de eski
ve artık tüyü dökülmüş bir yetim olarak; ihanetin bu derecesi! Kâbus gibi…
Önderlik arayışı
Bu nedenle hata yapmamak zorundayız. Tabii doğru eylem, doğru teori ve doğru önderlik gerektirir. İnsan haliyle doğru bir teori ve doğru bir önderlik arıyor. O nedenle hemen Ergenekoncu-demokrat kavgası dönemindeki bazı kanaat önderlerinin yazılarına bakma ihtiyacı duyuyorum. Mesela Engin Ardıç’tan falan başlıyorum; ancak ne yazık ki diğer mevzudaki kadar açık ve kararlı bir önderlik örneğine rastlamıyorum. Birkaç üstü örtülü, dolaylı değinme o kadar. Tabii başka önderlere de bakıyorum; genel olarak ‘tam da kriz gelirken’, ‘ayıptır, günahtır’ muhabbetinin ötesine pek geçemediklerini görüyorum. Üstelik henüz hiç kimse sosyalistleri ‘silah başına’ çağırmıyor. Ne yalan söyleyeyim, yolumu aydınlatacak bir ışığın yokluğunu bütün kalbimle hissediyorum; şöyle bir ‘Deniz Feneri’ falan!
Silahlı Kuvvetleri. Yani öyle okumak gerekiyor. Asker, öncelikle Paşa’nın dilinden geçmişine, temel görevlerine, korumak ve kollamakla vazifeli olduğu değerlere sahip çıkıyor. Kısacası her türlü burjuva değere… Öncelikle de 12 Eylül 1980’de yaptığı şeylere. Yani memleket kapitalizmini koruma ve kollama görevine. Güçlü (ulus) devlete ve serbest piyasa ekonomisine; bu ikisinin süper bileşimine: Otoriter (neo)liberalizme! Aynı 11 Eylül 1973’te Şili’de Pihochet’nin yapmış olduğu gibi… Kollarını arkadan bağladığı halkını emperyalizme ve yerli sermayenin eline teslim ederek, büyük patronların uluslararası sermaye ile bütünleşmesinin ve kürüm kürüm küreselleşmesinin kapılarını ardına kadar açıp engelleri
Asıl meselenin arzı endamı
Şaka bir yana, onca yıllık cumhuriyetçidemokrat veya laikçi-şeriatçı kavgasının arka planı arzı endam ediyor. Hani dediğimiz gibi, bugüne kadar söylenen lafların hemen hepsi ‘sünnetçi vitrinindeki kol saati’ misali acayip bir soyluluk ve idealizm numarasının eseriydi. Asıl mevzu şimdi ortalığa dökülüyor. Üstelik en sıradan mahalle delikanlısının bile tenezzül etmeyeceği bir üslupla, mutlu günlerde yazılmış mektupları, fısıldanmış aşk sözcüklerini uluorta açıklayarak. Çok ayıp! Hani atalarımız der ya, Marksizm görünenin ardındaki gerçeği arar, diye; yani, üretim ilişkileri falan gibi! Sonunda o noktaya geldik. Efendim, meğerse asıl mesele burjuvazinin çeşitli güçleri, farklı fraksiyonları arasındaki son derece sınıfsal bir kavgaymış. Malum, o çok yüzlü, çok boyutlu hırgür hali. O nedenle biri bitmeden öbürü başlıyor; halının altı çöp dolu ya, vurdukça tozutuyor. Tabii Marksistler bu durumu, bu netliğiyle dile getirdiklerinde eşek yellenmesi gibi gelmişti çoğunluğa. Kim
takar Marksizmi değil mi; Şimdi ise örtülü örtüsüz ‘s ortalığı sarmakta; tabii bü etmek üzere. Nalıncı kese yine kendine yontuyor. “E ekonominin o kadar içind ne bileyim, “Hale bakın, s kapılarında halletmeye ça bırakanlar utansın!) Ne sa burjuva devleti; işler nere Sakın liberalizmin cenneti etmeyin; bugünlerde onla devlet-şirket kafa kafaya v yiyelim?” diye düşünüyor görünmez eli’ bir kere dah her taraflardan görünür b ite kaka götürülmeye çalış
Suçlu ayağa ka
İşin sonu nereye varır b yine sosyalist sol suçlanıve büyük sermayeye karşı ve katılmamakla veya bu kav
HAKKI YÜKSELEN (BABA HAKKI)
ona, siyasetçinin hakkı siyasetçiye, askerin hakkı da askere; tabii bir yandan kuvvetleri birleştirip öte en payını alır, yerini sağlamlar ve Fukuyama’nın da dediği gibi, “Kurumlar güçlenir, kuvvetlenir...”
bir şey olmasın! Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, medeniyetler arası uizlaşma konusunda son derece hassas bir komutan olaraktan Ağlama Duvarı’nı ziyaret etmiş, tabii kötü niyetli şeriatçı ya da ılımlı İslamcı basın bu ziyareti fena yerlere çekip kullanmaya kalkmıştı. Neyse, sonunda uzlaştılar galiba...
temizleyerek. ‘Ortak değerler’e sahip olduğu büyük biraderinin acayip derecede aktif destek ve himmetiyle. Bakın bu ‘değerler’ sözcüğünü öyle haybeye söylemiyorum. Paşa da öyle diyor: “Türk-Amerikan ilişkileri iki ülkenin ortak değerleri üzerine inşa edilmiştir, köklüdür, tarihidir (…) Türkiye’nin ABD ile olan ilişkileri belirli bir konuya bağlanamayacak kadar geniş ve kapsamlıdır.” Dikkat edin Paşa, ‘ortak çıkarlar’ cinsinden bayağı, gündelik, gelip geçici şeylerden değil, ‘ortak değerlerden’ yani çok daha asil duyguların eseri olan, kaliteli ve kalıcı şeylerden söz ediyor. Yani hiç öyle ‘emperyalizm’e falan dokundurduğu yok… Paşa’nın ‘araç olarak’ görse de sahip çıktığı ‘AB’ye
; ölmüş gitmiş zaten! sınıfsal analizler’ üyük oranda işi örtbas eri misali bir liberalizm Efendim zaten devlet de olur muymuş!” veya sermaye işini devlet alışıyor!” (Mecbur andınız ya? Adı üstünde ede görülecekti ki?! ABD’den falan söz ar da çok meşgul; vermiş, “Şimdi ne bok rlar. Yani ‘piyasanın o ha ‘nah!’ deyivermiş bir biçimde. Kapitalizm şılıyor.
alk!
bilemem. Bir bakarsınız erir, AKP’nin erdiği mücadeleye vgada tarafsız
tam üyelik hedefi’ ise zaten Atatürk’ün emri: “Ordular ilk hedefiniz…” misali! Ayrıca “Türkiyenin tam üyeliğini kabul etmeyen bir AB’nin, özellikle Ortadoğu ve Kafkaslar üzerindeki etkisi Balkanlar’da biter.” Yani kendi kaybeder! Kısaca, bu havalide her türlü ‘etkiye’ varız, ama önce tam üyelik!.. Tabii, “Türkiye’nin ulus devlet ve üniter devlet yapısını zayıflatacak isteklerde bulunmamak” şartıyla. Yine ‘emperyalizm’in adı geçmiyor. Bunların hepsini Paşa söylüyor; açın bakın!
Akredite filozoflar!
Belli ki asker, ‘hızla değişen dünyamız’ın, beklenen o büyük krizin ve de neo-liberalizmin iflasının da etkisiyle bir defa daha değişip güneşin çevresinde bir tur daha atacağına kimi solculardan daha önce uyanmış. Popper, Fukuyama, Esposito ve Habermas, artık Genelkurmay’ın gözünde, yakın geleceğin müjdesini veren ‘akredite’ filozoflardır! Bakın, bir zamanların ‘tarihi bitiren adamı’, (sonra yeniden başlattı ya!) Fukuyama, ‘Devletin işlev sahalarının küçültülmesi, ancak bunun yanında devletin kurumlarının güçlendirilmesi ve kuvvetlendirilmesi’ üzerine Haydar Dümenvari laflar ediyor. İşte aranan tam da budur. Bazı yazarlar, askerin bu felsefe merakının ABD’de beklenen ‘düzen’ ve kadro (yani, düzenbaz) değişikliği ile ilgili olduğunu belirttiler. Doğrudur,
kalmakla… “Hani nerede kaldı sizin kapitalizm karşıtlığınız, gidinin sahte solcuları, naylon devrimcileri!” veya, “Zaten Deniz Gezmiş de kapitalizme karşı değildi!” diye. Oysa Tayyip Bey devrim yapıyor; devlet kapısından çöplenen o devletçi, beleşçi, ‘Komünizm’ devrinden kalmış patronlara savaş açarak! Tüyü bitmemiş yetim hakkını savunarak! Her türlü imtiyaza son vermek için! Anadolu sermayesini peşine takıp yıllardır bu halkın iliğini kemiğini sömüren İstanbul dukalığıyla savaşa tutuşmuş. Halkımız saflara! Siz de aval aval bakıyorsunuz, bir de sosyalist geçinirsiniz!.. İşte o zaman bittik! “Hadi lan, daha birilerini doyuramadan şimdi de öbürküler geliyor, hem de bütün gözü dönmüşlükleri ve açlıklarıyla!” veya “Devlet kapısından otlanma sırası şimdi ‘islamcı’ sermayede; Tayyip beyin asıl derdi bu!” falan desek de kurtulamayız; malum Ergenekon işinden sabıkamız var! Batıcı ve laik sermayenin yanında yer almamanın sonuçlarını ise henüz bilemiyoruz. Artık şeriatçı mı oluruz, yoksa emperyalizmin
Amerika’nın düzeninin değişmesi dünyanın da düzeninin değişmesi anlamına geldiğine göre hazırlıklar da, alıntılar da ona göre yapılmalıdır. Uzlaşmanın alanı ‘yepyeni bir dünya düzeni’dir. ‘Modernite henüz bitmemiş bir proje’ olduğuna göre o düzende ulus devletlere de, üniter devletlere de, laik devletlere de yer vardır. Ve her büyük uzlaşma sıkı bir pazarlığa tâbidir. İtişip kakışmaların, ‘sert’ konuşmaların, ‘tokat gibi’ cevapların, esip gürlemelerin, hapisteki emekli komutan ziyaretlerinin sebebi hikmeti budur. Amaç, hararetli pazarlıklar sonucunda o ilahi uzlaşmaya varmak, dünya ve memleket protokolünün ekonomi politiğindeki mümkün olan en manzaralı yeri kapmak… Bakın, onca lafın arasında özelleştirmeler ve her şeyin piyasa malına çevrilmesi üzerine tek bir aksi söz, tek bir ima var mı?
‘Korkma, sönmez..!’
Daha önce de yazmıştım, yine yazıyorum, endişelenenler varsa, rahat olsunlar. Tasfiye edilen sadece sosyal devlettir (Gerçi Paşa, gazetecilerle görüşmesinde ona da sahip çıktı!); var olan sermaye birikim modelinde ulus devlet (şimdilik) ‘işlevleri daralarak, ancak gücü artarak’ varlığını sürdürmektedir. Üretici güçlerle ulusal sınırlar arasındaki o malum çelişkiye rağmen burjuvazinin, devleti, ulus devleti, sermaye ne kadar küreselleşirse
küreselleşsin, ortadan kaldırma yeteneği yoktur. Çünkü çelişkisiz bir kapitalizmi ve ‘ultra’ bir emperyalizmi henüz hiçbir babayiğit icat edememiştir. Kapitalizmin, kendi eseri olan, krizlerle dolu açgözlü rekabet dünyasında mabadını kurtarabilmek için o devlete ihtiyacı vardır. Zaten Paşa’nın (yani askerin) “Durun hele, daha bizim modamız geçmedi!” rahatlığı ve özgüveni de oradan kaynaklanmaktadır! Gerçi Paşa, konuşmasında, ölümlü ve değişebilir bir sermaye birikim modelini, ‘küreselleşme çağı’ adıyla geri dönüşsüz bir güç, bir nevi tabiat kuvveti mertebesine çıkartmıştır, ama olsun, bu memleketteki birçok ‘akademik’ abi ve abladan önce ‘hava değişimi’nin kokusunu da almıştır. “Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya, Sezar’ın hakkı Sezar’a!” demiş ya İsa Mesih efendimiz; aynen öyle, patronun hakkı patrona, siyasetçinin hakkı siyasetçiye, askerin hakkı da askere; tabii bir yandan kuvvetleri birleştirip öte yandan ‘kuvvetler ayrımı’, ‘boy sırası’ ve ‘haddini bilme’ ilkelerine riayet etmek şartıyla!.. Sonuçta herkes düzenden payını alır, yerini sağlamlar ve Fukuyama’nın da dediği gibi, “Kurumlar güçlenir, kuvvetlenir.” Hatta devlet, sermayenin çağrısı üzerine yeniden her işe, her işleve balıklama dalar. Altta kalanın da canı çıkar. Emekçilerin, yoksulların canı cehenneme, ulus devletime bir şey olmasın!
Kavganın bu haliyle sonsuza dek sürmesi zor. Nasılsa daha binlerce Deniz Feneri, rafineri, Hilton işi var... uşağı mı, siz düşünün Bir de o mevzuyla uğraşmak zorunda kalırsak yandık. Artık bu dünyada yatacak yerimiz kalmaz. Ancak kavganın bu haliyle sonsuza kadar sürmeyeceği malum. Asıl anlaşmaya kadar çeşitli ateşkesler ve ateşkes ihlalleri yaşanacak, mümkün olduğunca ‘kontrollü orman yangını’
taktiği izlenecek. Nasılsa daha binlerce ‘Deniz Feneri’, ‘rafineri’ ve ‘Hilton’ işi var. Sonunda herkesi az çok kesecek bir çözüme varılacak. Yeni bir statüko kurulup ‘Omerta’ yasası yürürlüğe sokulacak. Ve bizler, kapitalizm varlığını sürdürdükçe daha ne statükolar göreceğiz…
HAKAN KURTULDU Balık ol, maymun ol, sonra da gel kendinle aynı evrim yolculuğunu yapan insan kardeşini sömüren deyyus ol!..
B
Büyük kolpa: Yahşi kapitalizm!
ildiğiniz üzere Ademoğlu önceleri aminoasit, sonra balık, daha sonra maymun falan derken, insan diye tanımladığımız mevcut duruma evrildi. (Hangi durum falan diye meraklananlar aynaya bakmak suretiyle meraklarını giderebilir.) Bir cümleyle özetlediğimiz bu evrim durumu çok önemlidir. Zira bu kısacık cümleyi çürütmek için tuğla kadar ansiklopedileri kuşe kağıda basıp beleş dağıtanlar çıkmıştır ki, bu durum dergimiz yazarlarından Karun Tahta tarafından itinayla incelenmiştir. Evrim, doğası gereği bir süreçtir. Belki de biz bu sürecin en berbat kesitini yaşıyoruz. Tabii bahsi geçen durum, ulaşılan fiziksel gelişkinlik ve mekanik beceriden öte, mevcut koşullar, davranış biçimleri, yerkürenin kullanılması, tarım, çevre, ekonomik işleyiş üretim araçları sorunu vb. gibi kapitalist sistemin dışkıları. İnsan soyu, karnı acıktığı, başını sokmaya bir çatıya ihtiyaç duyduğu ilk yıllarında avlayıp–toplayıp bu ihtiyacını karşılamış. Daha sonra kaya sivriltmiş, ok–yay geliştirmiş, avcılığı hayvancılığa dönüştürmüş. Bu dönüşümden sonra bu hayvanatı tarımda kullanmayı akıl edebilmiş (insanın hayvanı sömürüsü) ve tarımsal emeğin üretkenliğini arttırmış. Zaten ‘Gelin artık tazı gibi gezmeyelim çevirelim şurayı kardeş kardeş bölüşelim’ durumu diye tanımlayabileceğimiz yerleşik düzene geçişin tohumları da bu noktada atılmış. Ama alet–edevat-mühimmat durumları çok kofti olduğundan, insanların doğaya ve vahşi hayvanlara karşı tek başlarına karşı koyması olanaksızmış. Bu yüzden hep beraber hareket etmeleri ve her şeyi paylaşmaları gerekirmiş. Emeğin üretkenliği çok azmış. Her bireyin basit ve tek bir işi varmış. Gül gibi yaşayıp gitme deyiminin temelleri bu dönemde atılmış. Daha sonra topluluk üyelerinin bir kısmı tarımla uğraşırken bir kısmı da hayvancılıkla meşgulmüş. Ortada ne hormon varmış nede deli dana. Birkaç kene vakası olsa da o zamanlar sağlık bakanı yokmuş. Çorap örülmemiş. Pantolon icat edilmemiş olduğundan sebep doğal olarak paça da yokmuş. Paçaları çorabın içine sokup gezme hiç yokmuş. Bu nedenle konu medyaya/ mağara duvarlarına yansımamış. Fakat insanlık tarihinin dönüm noktalarından biri yaşanıyormuş. Tarımcılar ve hayvancılar ayrışma yaşamış ve ‘uzmanlaşma’ durumları baş göstermiş. Uzmanın olduğu her yerde işlerin boka sardığı gibi burada da normal bir sonuç ortaya çıkmış: Ürün Fazlalığı. Sonra başlamışlar ver düveyi-al domatesi, götür keçiyi-getir patatesi değişimine. Değişimin ilkel komünal topluma getirdikleri hiç hayra alamet yenilikler değilmiş. Birikim başlamış kabileler ve insanlar arasında eşitsizlikler oluşmuş. Zengin ve yoksul
kavramları ortaya çıkmış. Kaçınılmaz olarak savaşlar başlamış. Savaş, esirliği ve köleliği doğurmuş. Zenginler, kendi toplumlarındaki borçlu ve yoksulları da köleleştirerek toplumu sınıflı bir hale getirmiş ve insanın insanı sömürmesi durumu tam da burada başlamış. Daha sonra devreye feodalizm girmiş ve bu süreç yağlı kurşunlara gelesi kapitalizme ulaşmış.
Duvara geyikli halı
Kapitalist üretim şeklinde insan/emek gücü her ne kadar şekil değiştirmiş, fiat doblo sahibi olmuş, duvara geyikli halı, daha sonra plazma televizyon asmış olsa da işte bugün emeğini satarak hayatını sürdüren insanın kökeni budur. Bahsi geçen asil/asalak tayfa (ataları tarımcı açgözlüler) bu durumun köklenmesini sağlamak ve mevcudiyetini sürdürmek için türlü bin türlü şaklabanlıklar icat etmeyi de unutmamış. Senin ataların yedi düvele nam saldı demiş. (halbuki bizim atalar balık!) Öte dünyanın nimetlerinden dem vurmuş. Sen hele beni bu dünyada yaşat, benim için öl, öte taraf cennet buyurmuş. Emekli olunca oturursun
yazlığına alırsın çifteyi ava gidersini salık vermiş. Ben zaten ilkel komünümde mis gibi avlanıyordum, tarım dediniz, hayvan dediniz, al takke ver külah pazar eylediniz, benim avladığım tavşana el koymaya başladınız. Sonra da utanmadan tavşan kürkünden ceketle dolanıyorsunuz. Etin tadını unuttuk. Verdiğin kuru somun, o da ölmeyelim de tavşanın peşinden iyi koşalım diye. İşte kapitalizmin en gerçek anlatımı budur. Karl Marx durumu üç cilt uzatıp ayrıntıya boğmuştur. Okurlarının yüzde sekseninin gözlüklü olması boşuna değildir. Her şeye rağmen kendisini saygıyla anıyor ve tüm anlattıklarının ‘ezberimizde’ olduğunu söylemekten onur duyuyoruz. Tüm kapitalist toplumlarda burnunda anasının sütüyle dolaşan işçiler varken, diğer tarafta patron sofralarından kuş sütü eksik olmaz. İşte tarihsel baktığımızda hikaye bu kadar açıktır. Bu durumun dünyadaki bütün dillerdeki adı en iyimser tanımıyla kalleşliktir. Hani bunun ilk sahibi sorusu yolumuzu aydınlatmaktadır. Ahlaksızlık bu kadarıyla kalmamaktadır. Koca koca adamlar oturmuş biz bu emekçileri nasıl uyuturuz da bu tezgahı
başımıza yıkmazlar diye yalanlar uydurmuşlardır. Bu yalanlara kanmayıp ısrarla ‘Nerde benim hakkım?!’ diye soranlara ise sopanın kralı, cezaevinin en ücra köşesi ve hatta ölme özgürlüğü bahşedilmiştir. Kapitalist sistem hırsızlığı kaka saymış ve bu mevzuda kanunlar çıkartmıştır. Birinin parasını, malını, doblosunu, plazmasını çalarsan hapse. İşçinin ömrü boyunca ürettiğine el koyarsan büyük patron nişanıyla reynaya. İşçi sabahtan akşama sen daha fazla semir diye canı çıksın sonra ölsün bunun adı çalışma yaşamı. Üç kuruş zam istediği zaman kapıyı göster bunun adı rekabet gereği. Sonra şekilli kelleşmiş koldüğmeli/kolejli ekonomistleri televizyona çıkar gok gok ötsün. Gayri safi milli hasıla yüzde bilmem kaç arttı. Şimdi sevinelim mi üzülelim mi bilemedik. Benim maaş ‘asgari’ ise, ve hatta brütü bile başbakanın oğlunun gemisinin resmine bakmaya yetmiyorsa, al gayri safi hasılanı en kınalı yerinde kullan! Ben üreteyim sen böbürlen! Üretmeye gelince, “İşçi Hasan burayaaa torna tezgahaaa!” (tribün çoşkusuyla), üleşmeye gelince mızık (dudağını bükmüş çocuk edasıyla). Bir maç yapılacaksa, top işçi Hasan’ın, isterse oynatmaz alır koltuğunun altına gider. Ki bu bazen oluyor, adı da grev. Büyüme hızı yüzde 7 değil de yüzde 8 olmuş. Sizde yüz kalmamış bunun haberini yapacak kanal var mı? Yok! Memleketimizde kapitalizmin ve piyasacılığın ateşli savunucuları olan bazı geçmiş ve mevcut muktedirlerin (cumhuriler– merkeziler–türbaniler-üç hilaliler) emekçilere faydasını ölçtük. Ulaştığımız sonuçları sizinle paylaşıyorum; Laikliğin elden gitmesinin buzdolabına yansıma oranını hesapladık: Sıfır!
Orijinal dolandırıcı
Merkez sağın iktidarsız kalmasının bizim maaşın artış çarpanına etkisini hesapladık o da sıfır. Durmadık yola devam dedik Tayyip ve civarı iktidarının ev ekonomisine katkısına baktık kömür gördük. Sonradan öğrendik ki bu kömürü de zaten bizim paramızla almışlar. Hatta bazı rivayetlere göre kömür işletmelerine takmışlar. Bildiğin orijinal dolandırıcı yani! Atalarımızın (ama benim atam balık) dağı delmesi ve kurdun peşine takılmasının işçi sınıfı yararına olup olmadığına baktık bakmaz olaydık. Bu hesaplamanın bilimsel olmadığını iddia eden ekonomistler (kolejli-koldüğmeli-kel) olabilirler. Şüphelerinde haklıdırlar. Çok dert eden olursa buyursunlar aksini ispatlasınlar. İşin trajik yanı ise aminoasitten balık ol oradan maymun ol sonra gel insan ol. Sonra da gel kendinle aynı evrim yolculuğu yapan insan kardeşini sömüren deyyus ol! İşte kapitalizm!
VESiLE ÖZDEM
Kafkasya’da bir İsrail hayali...
G
ürcistan Devlet Başkanı Salakaşvili, hangi güvenceyle Güney Osetya’ya girdi?.. Herhalde anında yanında ABD ile kimi Avrupa ülkelerini bulacağını sanıyordu. Ayrıca, bu atağını aylar önceden planlamış birisi olarak, herhalde bunu bu ülkelere önceden tebliğ etmişti. Ne oldu?.. Cephede(!) o ‘cıss’ olan eline bile işemedi bu ülkeler… Korumalarıyla birlikte üfleye üfleye geçirmeye çalıştı acısını… Geçmiş olsun kendisine… Yahu, birden aklıma geldi… Şu Salakaşvili, Güney Osetya’ya saldırdığında, bu saldırıya Rusya değil de, -kimden yana olacağı hiç önemli değil… kendileri için de, inanın önemli değil!- ABD karşılık verseydi… Babababaaaa!.. Böyle bir şeye AB’nin tavrı ne olurdu dersiniz? Açıkca alkış tutmasa da, gıkını çıkarmaz, gizli gizli de bıyıklarını sıvazlardı, değil mi? Hadi hadi, çalıştırın hayal gücünüzü… Dibinde Afganistan… dibinde Pakistan… az aşağıda Irak ve Ortadoğu… Tam yerine bir de Gürcistan’ı Kaasya’nın İsraili olarak oturttunuz mu; şahane bir çember olmaz mıydı? Belki adına da ‘Kaasya Kasnağında Çember Oyası’ adı verilirdi… E, her yerde ‘Bermuda Şeytan Üçgeni’ olamaz ya! Ama bu işi burnunun dibindeki, geçmişte birlikte yaşadıkları (sahi biliyorsunuz diil mi, bütün Kaas halkları Rus dili kullanıyor; ama kendi dillerini kullanma
konusunda da özgürler ve kullanıyorlar da) Ruslar yaptığında herkes ayakta… Putin, “ABD yanlısı bir tavırla hiçbir şey elde edemezsiniz… Gerekirse bu durumu bile sizinle değil, ABD ile konuşuruz…” diyerek maskara yerine koymadı mı bu ayağa kalkanları… Yok sınır ihlali imiş… yok toprak bütünlüğü imiş… yok barış imiş… daha neler neler. ‘Böl-parçala-yönet’ politikasını ABD’den daha iyi uygulayan başka bir emperyalist ülke yoktur herhalde. Ulan… (sinirlenince daha da vahim şeyler söyleyebiliyorum, kimileri bilir) ABD, yıllardır ve trajikomiktir, BARIŞ ve DEMOKRASİ adına -NATO kılıfı altında AB destekli- bölgenin içine etmedi mi? Altı küsur yıldır Afganistan’a hangi barış ve demokrasi geldi?.. Açlık, hırsızlık, düşmanlık ve kandan başka bir şey var mı bölgede?.. Irak’a barış ve demokrasi çok mu geldi ki, “Yeter, gidin artık!” diyor, halk… Herkes ABD ve katılımcı diğer AB ülkelerinin bölge halkına yaptığı işkenceleri unuttu mu? Sadece bu döneme ait asker ya da sivil ölü sayısı nedir, bilen var mı? Gürcistan’dan bunlara benzer bir kare gördü mü kimse?.. Ne bileyim, en basitinden çuvallı bir kafa… çırılçıplak soyulmuş, üst üste insanlar… paramparça bir ölünün başında zafer işareti yapan herifli-karılı kareler… tecavüz vakaları…
keyif için çoluk-çocuk demeden katliamlar… gördü mü?.. ‘Barış ve demokrasi götürüyorum…’ mu dedi Rusya, girerken? Elbette güçler ve çıkarlar meselesi… eyvallah! Ama en azından bende, “Durun, siz kardeşsiniz, savaşamazsınız!” repliğini çağrıştırdı, nedense… Belki bir haa içinde çıktığından. Belki Abhaz ve Güney Oset halkının bağımsızlık çığlıklarını ve sevincini gördüğümden… Bu çığlık ve sevinçler İstanbul’un çeşitli sokaklarında da yaşandı… Vardır bi bildikleri…Ha, bela mı aldılar?! Bırakınız kendileri görsünler, kendileri çözsünler… Ne kadar ağırlığım var, bilemem; lakin ben kendilerinin bağımsızlıklarını tanıyorum… Resmi siyasetin bok çukurundan konuşmadığım için kimse beni, onu tanıdın bunu da tanımalısın… tanımadın tanımamalısın… gibi ikilemlere sokamaz… bağımsız bi şekilde hepsini tanırım… Kosova’yı da tanırım… Abhazya’yı da tanırım… Güney Osetya’yı da tanırım… Nasıl tanımam… hepsi kardeşlerim benim!..
Masadaki oryantal
Belki de, dünyanın artık ‘tek kutuplu’ olduğuna kendisi bile inanan ABD’nin, birden kabızlık sancıları tutup kıvranmaya başladığını görmenin bana çok iyi geleceğini hissetmemden.
Bütün bunlar arasında Türkiye nerede kalıyor?.. Aşağısı sakal - yukarısı bıyık misali… Ne yapsa, kimseye yaranamayacağı o kadar açık ki! Tam ortada bir oryantal!.. Lakin, kimin masasına çıkıp göbek atacağını bilemeyen bir oryantal. Boğazlardan zangır-bangır, tam teçhizatlı insani yardımlarla(!) dolu USA gemileri geçerken aklıma nedense 40 yıl önce Kabataş’tan “Yankee, go home!” yazılı pankartlarla “Bağımsız Türkiye” diye inatla bağıran 68 gençliği geldi. (Sahi, tonajları ne kadardı o gemilerin, bilen var mı?) Bugünkü gençlik, “Vay beaa, gavur yapıyo abii!” mi demiştir acaba… ya da bir eline Türk diğerine Amerikan bayrağı alarak “Hi my man, we are friends!” diye mi karşılamak istemiştir? Ne bileyim… daha da kötüsü, olanın ve bitmeyenin farkında bile değildir. Ve o gemiler, özel ayarlı tonajlarıyla, vardiyalı olarak Karadeniz’de 21’er günlük gezi turları düzenliyorlardır… Çanakkale ve İstanbul Boğazı da yolgeçen hanı olmuştur…
Son söz
Türkçeye sonradan yerleşmiş çoook anlamlı bi deyim vardır: ‘Ananı da al git!’ diye. Mesaj kaygısına son vermek için ve kendi adıma; ABD’nin sadece Ortadoğu’dan değil, tüm dünyadan defolmasını istiyorum… Hem de ‘emperyalizminini de alıp gitmesini!..’
S
Komprador postal sever!
ömürgelerde iyi bir yönetici seçilmek için aranan ölçütlerin başında sadakat gelir. İşbirlikçi yönetici, sadakatini açık ve seçik kendi eylemleri ile ortaya koymadıkça, ona karşı güven bir türlü oluşamaz. Onun eylemleri değerlendirilirken, örneğin işgalci güçlerin ağzından konuşup konuşmadığına bakılır, işgalci güçlerin isteklerini kendi halkının çıkarıymış gibi benimsetip benimsetemediğine bakılır ve sonra da bir karar verilir. Hele hele kendi burjuvazisi ile işgalci ülkenin burjuvazisi arasında kaynaşmayı başaracak girişimlerde bulunursa bu ona karşı ek bir güven kazandırır. Bir de düzenli hale getirilen ve dini bir boyut kazandırılan ve “ulusal” tören denilen ritüellerde onlardan, gerektiğinde vazife uğruna hayatını feda eyleyeceğine “namusları” ve “şerefleri” üzerine ant içmeleri istenir. Kıbrıs’ın kuzeyinde kitle seferberliğinin üst düzeye çıktığı günlerde bir sübab işlevi görmek üzere önce başbakanlık ve sonra da cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtulan Mehmet Ali Talat’ın önceleri bu güvene mazhar edildiği pek söylenemez. Ama Rauf Denktaş’ın ikazları ve Ankara’nın sürekli danışmanları çok kısa sürede onu bu rolünü parlak bir şekilde oynayabilecek kıvama sokmuştur. Bir zamanlar “sol” adına lafazanlık yapanların öncüsü konumundaki Talat, radikal milliyetçilere kök söktürecek başarı ile elde ederek, nihayetinde Rauf Denktaş’ın da övgülerine mazhar olmuştur. Ne mi yapmıştır? Aslında kendi başına hiçbir şey. Ya Türkiye’nin istediği “sol” denebilecek tüm politikalar aleyhine her şeyi. Ne mi yapmıştır? Türkiye’de uygulamaya konulan tüm neo-liberal ekonomik politikları adaya taşımıştır. Onun iktidarı döneminde, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde çalışanların kazanımları ortadan kaldırılmış, ada toprakları uluslararası yağmaya ve talana açılmış, tüm devlet olanakları yandaşlara peşkeş çekilmiş, burjuvaziden seçim döneminde aldığı desteğin diyeti ödenmiş, toplumsal sınıflar arasındaki gelir dağılımı giderek derinleşmiştir. Çözüm ve barış diye diye, adada Türkiye’nin oluşturduğu düzen korunmuş ve hatta pekiştirilmiştir. Üstelik, muhalefet tarafından iktidara taşındı ya, varlığı, burjuva demokrasininin klasik işlevlerinden birini yerine getirerek düzene ve dolayısı ile adadaki varlığı
6
ile Talat dönemi arasındaki nüansın altını çizmekte yarar vardır. Denktaş döneminde Türkiye’ye ‘şükran’ dizeleri ile kulluk edilirken, Talat döneminde ‘müteşekir’ olunarak reverans yapılmakta; sözde biraz daha şark edebiyatından kurtulmuş, sözde biraz daha Avrupalı! Ama postal aynı postal, Türkiye’nin Kıbrıs’ta kurduğu düzen aynı düzen. 1974’te garantörlük anlaşmaları gereği Kıbrıs’a anayasal düzeni yeniden kurmak için müdahale eden Türkiye, ilerleyen zaman içerisinde bu hedefini gerçekleştirmek yerine; adaya nüfus taşıdı, adanın ikiye bölünmüşlüğünü kalıcılaştırdı. Hem coğrafik hem de demografik yapısını değiştirdiği Kıbrıs’ta “Türkiye’nin alt yönetimini -siz sömürge de diyebilirsiniz- oluşturdu.
‘Çözüm’ çözümsüzlüğü
sorgulananTürkiye’ye yeniden bir meşruluk kazandırmıştır. Ne var ki, bu geçiş dönemi sonunda yavaş yavaş da olsa gerçek işlevi anlaşılmaya, muhalefet sesleri yeniden yükselmeye başlayınca, bu kez CTP iktidarı Talat’ın şahsında Türkiye’ye karşı yeniden şükran dualarına başlamıştır. İktidarın meşruluğu sorgulandıkça, tek dayanağı Türkiye haline gelmiş, kendini iktidara taşıyan halkına karşı güvenini yitirmiştir. O kadar
ki, duvarlara ‘İşgalci Türk Ordusu Defol!’ sloganları duvarlara yazılırken, 3. Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk’i ağırlayan Talat, geçmişten kalma şükran edebiyatını sürdürebiliyordu: “Türkiye’ye bir bütün olarak müteşekkiriz. Çünkü Türkiye bütün kurumlarıyla Kıbrıs Türkünü desteklemiştir. 34 yıldır sizleri aramızda görmek bizi çok sevindiriyor.” Ha unutmadan, Denktaş dönemi
Talat’ın görevi, de facto yaratılan işte bu düzeni sürdürmek ve şayet becerebilirse bunu uluslararası alanda “çözüm” diye tescil ettirmektir. 3 Eylül’de 20 kez yeniden başlatılan görüşme turlarının gerisindeki mentalite işte budur. Görüşmelerden çıkan ilk izlenimler de bu saptamamızı doğrular niteliktedir. Hristofias’ın “bakir doğum söz konusu olamaz” derken, vurgulamaya çalıştığı gerçekte, Türkiye’nin 1974 sonrası adada kurduğu düzeni meşrulaştıracak, bir çözümün olamayacağıdır. Oysa Talat de facto yaratılan düzeni anlaşmalarla tescil ettirme gayreti içerisindedir. Bu nedenle daha görüşmelerin başında, Talat ve Hristofias birbirlerini suçlamaya başlamışlardır bile. Diğer taraftan, Kuzey Kıbrıs’ta yaratılan kumarhane ve kerhane ekonomisinin krizi derinleştikçe Talat’ın sırtını dayadığı Türkiye ve adada onun kurduğu düzeni koruyan ordusu, iktidarının meşruluğunu koruyamayacak hale gelmektedir. Bu durumda onun ve CTP iktidarının yapacağı pek az şey kalmaktadır. Kendi halkını “barış” yolunda özverili olmaya çağırmak ve tüm iktidar ve parti olanaklarını ve bağdaşık örgütlerini muhalefeti sindirmek için kullanmaktır: Bir zamanlar ‘Emek en yüce değerdir,’ sloganlarını parti gazetesinin logosu altından eksik etmeyen CTP’nin, işçilerin kazanılan haklarına ve maaş kesintilerine karşı giriştikleri mücadelede onlara, “Tavuklu değil, duru suda makarna yiyin!” önerisi bu saldırının ve aynı zamanda kompradorun postal sevdasının boyutunu açıkça ortaya koymaktadır...
SONER GOLYALI
Bolivya’da faşist patronlara karşı mücadele
B
olivya şiddet eylemleri altında yüksek tansiyonlu günler geçiriyor. Dört eyalet, Santa Cruz, Tarija, Beni ve Pando eyaletleri Ayrılıkçı Güçler Yurttaş Komitesi ve buna bağlı gençlerden oluşan gençlik örgütlenmesi (UJC) kurduklarını ilan etti. Bu gruplar sokakları ele geçirdi, doğalgaz tesislerini ve boru hatlarını işgal etti, kamu binalarını ele geçirdi, sendika ve halk önderlerine saldırdı. Evo yanlısı ilan ettikleri 14 köylüyü katlettiler ve onlarcasını yaraladılar. Aşırı sağcı çetelerin itirazı net: Bolivya’nın zengin kısmı olarak bilinen eyaletlerde iktidarın ele geçirilmesi ve bu bölgede tam kontrolü sağlamak. Evo Morales’in Aralık’ta yapmayı planladığı, mecliste daha yeni kabul edilen yeni anaysa referandumunun iptal edilmesini talep ediyorlar. Aşırı sağcı burjuvazi faşist bir nitelik taşıyor. İşçi, çiftçi ve yerli halka karşı silahlı mücadele yöntemleri kullanması ve ülkenin yerli halklarına karşı beslediği ırkçı nefret bunun en açık göstergesi. Bu burjuvazi gerçekten güçlü ve doğalgaz gaz üzerindeki devlet denetiminin ortadan kaldırılmasını istiyor. Gaz kendilerinin güçlü olduğu bölgeden çıkarılıyor ve bu nedenle gazdan edilen gelirin ülkenin yoksul kesimleriyle paylaşılmasına itiraz ediyorlar. Bu nedenle küçük burjuvaziyi ve görece refah seviyesi yüksek kesimleri halk hareketine karşı seferber edebiliyorlar. Dört gelişmiş ilin bulunduğu bu bölge özerklik talep ediyor ve hatta daha ileri giderek ülkenin bölünmesi tehdidini yükseltiyor. Bu talebin geçerli bir yanı yoktur. Bu tutum emperyalizm yanlısı bir tutumdur ve ülkenin zenginliğini ülkenin diğer kesimleri ile paylaşmama çabasıdır. Bu zenginliği emperyalizmin hizmetine sunma mücadelesidir. Aşırı sağın bu eylemlerinin ipi Yanki emperyalizminin elindedir. Her kışkırtmanın altında La Paz’daki Amerikan elçisi Philip Goldberg var. Bu adam ayaklanmadan birkaç gün önce neyi nasıl yapacaklarını ayrılıkçı bölgelerin sivil lideri ile yaptığı görüşmede anlattı, telkinlerde bulundu. Niyetleri, her ne pahasına olursa olsun emperyalist yatırımların varlığını garanti altına almak, zengin hidrokarbon yataklarını kontrol etmek ve aynı zamanda Bolivya’da yaşanan ve Latin Amerika’yı etkisi altına almakta olan devrimci sürecin önüne
geçmektir. Aşırı sağı güçlendiren neden Faşist yöntemler kullanan aşırı sağ hızla büyümüş, ülkenin bu kısmını kontrol altına almış ve gaz üretimini ve ihracatını engellemiş, yeni anaysa değişikliği ile kaybedecekleri ayrıcalıklarını korumak için hükümete karşı ayaklanmıştır. Peki kısa süre önce iki devrimci süreçle sağ iktidarları deviren bir ülkede böylesi bir durum nasıl mümkün oldu? İki aydan kısa bir zaman önce gerçekleşen refarandumda oyların yüzde 70’inden fazlasını alan ülkede bu karşı hareket nasıl güç kazandı? Tek olası açıklama hükümetin uzlaştırıcı politikasıdır. Evo Morales hükümeti aşırı sağ hareketi baskı altına almayı ve kitleleri bu harekete karşı seferber etme yöntemlerini reddetti. Oysa ki Morales, Huanuni kentinde maden işçilerinin emeklilik ve sosyal hakları savunmak için verdikleri mücadeleyi bastırmak söz konusu olduğunda hiç tereddüte kapılmamıştı. Bu çatışmalarda işçiler öldürüldü. Yine şimdi Evo Morales, Santa Cruz burjuvazisi ile bir uzlaşma sağlama çabası içinde. Bu bölgeye asker göndermeyi reddediyor. Kan dökülmeden bu eyaletteki kontrolünü geri istiyor. Hatta talep edilen gaz gelirinden daha yüksek pay ve vergi indirimi konusunda bir anlaşmaya varılabilir.
Yaşananlar ve olasılıklar Bir aydan fazla süren grev ve karayolları işgallerinden sonra 29 Eylül 2003’te Amerikancı başkan Sanchez de Lozado çareyi kaçmakta gördü. Ardından Carlos Mesa hükümeti oluştu. Fakat COB, diğer sendikalar ve halk örgütleri, oluşan yeni hükümete güvenleri olmadığını açıkladı. Çünkü ayaklanan emekçilerin talebi petrol ve doğalgaz kaynaklarının kamulaştırılması, toprak reformu ve koka yetiştiriciliğinin sorunlarının giderilmesi idi. Talepleri için mücadeleye devam eden Bolivyalı emekçiler 1 Haziran 2005’te Bolivya meclisini kuşattılar. Her türlü saldırılara karşı eylemlerini sürdüren emekçiler Carlos Mesa’nın istifasını istedi. 3 Haziran 2003’te Mesa referandum ve kurucu meclis için seçime gidilmesi önerisinde bulundu. Bu öneriyi yeterli görmeyen ve bir manevra olduğunu ileri süren MAS, COB ve El Alto madencileri öneriyi reddettiler ve eylemlerini sürdürdüler. 7 Haziran 2005’te Carlos Mesa istifasını açıklamak zorunda kaldı.
Bu politikaları ile Evo, aşırı sağa açık bir alan bırakmaktadır. Bu alanları güçlendirmek yerine terk etmekte. Daha da kötüsü aşırı sağı yenecek tek güç olan kitle hareketinin moralini bozmakta ve engel olmaktadır. Faşist yöntemleri kullananlarla tartışılmaz, onlara karşı şiddet kullanmak gerekir! İşçilerin, köylülerin, yerlilerin 500 yıldır yaşadıkları sömürüye, ezilmişliğe sefalete son vermek için oluşturacakları bir koalisyon mümkündür. Faşist yöntemleri kullananlar tek bir dilden anlar: Zordan! Biz hükümetten ve ordudan bölgeyi kontrol altına almasını ve kamu binalarını işgal eden grupları hapse atmasını talep ediyoruz. Doğalgaz Bolivyalılarındır ve bu nedenle buraları sabote eden sağcı güçler hapse gönderilmelidir. Köylüleri katledenler derhal yargılansmalı ve cezalandırılmalıdır! Derhal CRUCENISTA gençlik birliği ve yurttaş komitesi dağıtılsın! Bolivya’nın bölünmesine hayır! COB (Merkezi sendikal konfederasyon) DERHAL İŞÇİLERİN, KÖYLÜLERİN VE AŞIRI SAĞCI GÜÇLERİN BASKISINA UĞRAMIŞ HALKIN OLUŞTURACAĞI CEPHENİN LİDERLİĞİNİ ALMALIDIR! Saldırılara karşı her ne kadar tepki verilmişse de Evo hükümetinin örgütlü sağı yenme garantisi yoktur. Sadece işçi sınıfı, yoksul köylü kitlelerinin hareketi ve yerli halklar bunun garantisi olabilir.
18 Aralık 2005 de yapılan seçimleri MAS lideri Evo Morales kazandı. Evo, Bolivya tarihindeki ilk yerli devlet başkanıydı. Seçilmesindeki en büyük etken ayaklanan kitlelerin taleplerini içeren seçim programıydı. Fakat iktidara gelişiyle birlikte ülkenin zengin burjuvazisi ve toprak sahiplerin ile sürekli bir mücadele içinde kendini buldu. Bu süreçte Evo Morales’in de uzlaşmacı politikalarının etkisiyle; aşırı sağ giderek örgütlenmeye başladı ve etkin olduğu 5 ilde Bolivya’nın merkezi iktidarına alternatif bir hükümet oluşturdu. Evo, bu sorunda hep bir uzlaşma aradı fakat her uzlaşma çabası bu valilerin etkinliğini güçlendirdi. 8 Ağustos da düzenlenen referandumda istedikleri sonuca ulaşamayan zengin illerin burjuvazisi örgütlenmelerine hız vererek federal hükümet kurumlarına yönelik işgal ve sabotaj eylemlerinde bulundular, Morales yanlılarına yönelik fiziki saldırıları uygulamaya koydular.
Tekrar maden işçilerinin 1952 yılındaki şerefli geleneği ile kuşanmak, 1985 yılında gerçekleşen kitle seferberliği ve 2003-2005 de zafere ulaşan seferberlikler hatırlanmak durumundadır. Bu tarihlerde işçiler sokakları doldurduğunda karşılarında durabilecek hiçbir güç kalmamıştı. COB’un düzenleyeceği ulusal yürüyüşü selamlıyoruz. Evo’nun sorumluları tutuklayıp yargılamasını talep ediyoruz. Fakat bununla sınırlı kalınmamalıdır. COB’a tüm sendikalara, köylü örgütlerine demokratik oluşumlara aşırı sağın direk eylemlerine karşı bir cephe oluşturma çağrısında bulunuyoruz. Sağ grupların eylemlerine karşı lafla karşılık vermek mümkün değildir. Bu çetelerin uyguladıkları saldırganlığa karşı kendimizi sokakta doğrudan savunmalıyız. Sendikalarda, köylü örgütlerinde, madenciler arsında savunma komitelerinin oluşturulması acil görevdir. Hükümetten bu konuda destek talep ediyoruz. Aşırı sağın saldırganlığına karşı kendi savunma komitelerimizi inşa edelim! COB, köylü ve yerli örgütlere tüm halkın katılacağı aşırı sağı yenilgiye uğratacak genel grev çağrısında bulunmalıdır. Bu çağrı mutlaka ayrılıkçı bölgelerdeki işçilerin de desteğini almalı kendi burjuvalarına ve toprak sahiplerine karşı harekete geçmeleri sağlanmalıdır. Ayrılıkçı burjuvaziye karşı Bolivya’nın birliğini sağlayacak yegane ittifak, sömürülen kitlelerle işçi sınıfının ittifakıdır. Gerçekleştirilecek seferberlikler ile, ekim ayında, Bolivyalı toprak sahiplerinin sömürüsüne karşı, gaz ve maden yataklarının emperyalist şirketlere tazminat verilmeksizin gerçek kamulaştırılması için savaş verilmelidir. Faşist tehdite karşı tüm bolivyalılara destek Dünya işçi hareketi, özellikle de Latin Amerika işçi hareketi, kıtamızdaki çiftçiler ve yerli halklar, öğrenciler emperyalizme karşı savaş verenler Bolivya şehirlerini yalnız bırakamaz. Tüm toplumsal örgütler bu saldırılara karşı cevap vermelidir. Bolivyalı emekçilerle ve örgütleriyle dayanışma içinde olmamız hayati önem taşımaktadır. Bolivyalı emekçilerin aşırı sağ güçleri yenmesi için dayanışma kampanyaları örgütlemeye!.. Uluslararası İşçi Birliği – Dördüncü Enternasyonal / Uluslararası Sekreterlik -Bildirgeden özet-
Petrol tesisleri ve boru hatlarına düzenlen sabotajlar ciddi ekonomik kayıplara neden oldu. Pando kentinde bizzat valinin kendi adamları tarafından Morales taraftarı köylülere ateş açıldı. Bunun üzerine Morales, bu ilde sıkıyönetim ilan etmek zorunda kaldı. Ayrılıkçı örgütlenmeleri bizzat örgütleyen ve finanse eden ABD elçisi Phillip Goldberg’i ülkeden kovuldu. Katliamlardan sorumlu tutulan vali ise tutuklandı. Ardından siyasi gerilimin yumuşatılması için ayrılıkçı liderlerle görüşme süreci başlatıldı. Bu görüşmelerde özerk bölgeler ve yeni Anayasa, Doğrudan Hidrokarbon Vergisi ve boş bulunan kamu görevlerine atamaların gerçekleştirilmesi başlığında devam ediyor. Latin Amerika ülkelerinin Bolivya’ya verdikleri desteğin ardından aşırı sağ valiler uzlaşma masasına oturmayı kabul etti. Yazı hazırlanırken henüz bir anlaşma sağlanmasa da görüşmelerin olumlu sonuçlanması bekleniyor.
ALi OSMAN COŞKUN “Sarayda”, demokrasi’nin pembe pelür kağıda yazılmış aşk mektubu kadar naif; demek ki sınıfsız/kapitalizmsiz/ emperyalizmsiz tatlı bir hülya olarak bizi aptal aşığa çevirmesi mi umulmaktadır? Cevaplarınızı bekliyoruz…
G
Kılıçlar ve pembe pelür...
eçenlerde, İsveç Kraliyet Ordusu’na mensup bir general şöyle bir açıklama yapmış: “Postmodernite çağında, hakikat ‘göreli’ bir şeye dönüştü. Bunun iyi ve kötü yanları var. Yirminci yüzyılın ortalarına kadar süren (rasyonalist ve pozitivist alttürleriyle) Aydınlanmacı inanç sistemleri, bize nesnel olarak belirlenebilen tekil bir hakikat vazedegelmişlerdi. Postmodern inanç sistemleri buna karşı çıkarak hakikati görelileştirdiler. Nesnel ve mutlak bir hakikat yerine, her düşünce sisteminin, her yöntemin ve giderek her bireyin kendi başına ulaşabileceği göreli, çoğul ve sonsuz bir hakikatler dizisinden bahseder oldular. Ortak (toplumsal ya da komünal, gönüllü ya da gönülsüz) hareket biçimleri ise, bu sonsuz sayıdaki hakikat arasında tartışma (ya da pazarlık) yoluyla varılabilecek mutabakatların bir ürünüydü. Böylece metaların, daha sonra düşünce, duygu ve inançların, daha sonra da sanatın ardından, en nihayet hakikat de serbest piyasa ekonomisinin bir parçası haline geldi: Bu gelişmeyi kapitalizmin (bildiğimiz kadarıyla) son evresi olan postmodernizme borçluyuz.” Bunları okuyup, “Vay be, âlemde ne generaller var!” deyip geçmiştim… Olur a, bu İsveç’in komünist sempatizanı generali bile vardır… Sonra; bir ay kadar önce yapılmış ve kurdu, kuşu, tabiatı, habitat’ı, siyasi kültürü, mutfak kültürü, tarihi, endamı, şekli, şemaili İsveç’e hiç benzemeyen bir ülkenin bir generalinin yapmış olduğu şu konuşmayı fark ettim: “Küresel güçler tarafından kurgulanan ve ülke içi medya, bazı akademik ve sermaye çevreleri ile sivil toplum örgütleri içine yuvalanan postmodern bir tabakanın oluşturduğu propaganda ve etki ağı; ulusal birlik, ulusal değerler ve güvenlik parametrelerinin zayıflatılması ve çözülmesi yönündeki gayretlerini sürdürmektedirler. Ülkemiz, hayati önemdeki sorunlarının çözümü ve hayati çıkarlarının korunmasında dış kaynaklı siyasi ve ekonomik yaptırımlara bağımlı hale getirilmeye çalışılmakta, dayatılan yapısal reformlar yoluyla sürekli baskı ve tehdit alında yıpratılan ve sıkıştırılan bir ülke konumuna düşürülmek istenmektedir… Ülkemizin yumuşak gücünü oluşturacak sivil kabiliyetler geliştirilemediği gibi aksine dış fonlarla yönlendirilen sivil toplum örgütü ve kuruluşu görünümlü unsurlar, bozucu ve yıkıcı özellikleri ile kendileri güvenlik sorunu olmaktadırlar.” Şimdi: Memleketinin havasından suyundan olmalı, bu ikinci generalin
18
Resim: Ali Osman Coşkun
konuşması, ‘bilimsel gayret’in epey ötesine geçiyor ve hakikaten insanın içini ürpertiyor… İlk tepkim; bir demokrasi tutkunu olarak, bir koli bandı edinip bu hadlerini zorlayan generallerin (tabii ki ikincisinden başlayarak) ağızlarını bantlamak gerektiği yolundaydı… Kurtarır mı(yız)? * Memlekete döndüm, sonra… Bıktım, bıktın, bıktı, bıktık, bıktınız, bıktılar; ama, n’aparsınız, memleketin bir ulusal bir de liberal solu var… Sosyalist paradigma içinden politika yapmaya çalışan unsurları bir kenara koyuyorum; yukarıdaki generallerin konuşmaları karşısında bu farklı türden sol’ların tepkisini tahayyülde hiçbir zorluk yaşamayacağınızı da biliyorum… Ama ve yahu: Her bozuk saatin günde bir kere doğruyu göstermesi kabilinden, “her bireyin kendi başına ulaşabileceği göreli, çoğul ve sonsuz bir hakikatler dizisi” olan bu postmodern çağ konuşmalarında da ‘hakikat’ten parçalar olamaz mı? Evet; ‘şeytanın avukatı’ soruyor: ‘Küresel güçler tarafından kurgulanan’ haltlarla dolu bir dünyada yaşamıyor muyuz? ‘Bazı akademik ve sermaye çevreleri ile sivil toplum örgütleri’, birtakım küresel güçler eliyle demokrasi’ye kavuşulacağına iman etmiyor mu? Kimsenin günahını almayalım; yoksa, sadece ‘iç dinamik’ ve de demokrasiye mahkûm görünümlü ‘seçilmişler’in gayreti
ve sağlam yönlendirilmeleriyle gerdeğe girilebileceğini mi düşünüyorlar? İkisinin bir arada işleyeceği bir stratejilerinin olduğunu varsayalım… O zaman da: Bir ülkenin haritadaki yerinden (demek ki tarihinden) oyulup; sınıf, kapitalizm, emperyalizm kavramlarının zararlı etkisinden (ve realitesinden) uzak bir ‘demokrasi’ coğrafyasına (harbi ‘yokülke’ye) taşındığı takdirde ‘dış dinamik’in gene sınıflı, kapitalizmli, emperyalizmli kucağından ilelebet kurtulabileceğine mi inanıyorlar? Birileri, emperyalizmi kapının dışında duran dış bir belâ sanıyor veya öyle göstermeye çalışıyor olsa da, “dış kaynaklı siyasi ve ekonomik yaptırımlara bağımlı” olma hali, sadece paranoyak generallerin halüsinasyonu mudur?.. Geveze ‘avukat’ımız, ayağını gaz pedalından çekemez ve iki soru daha patlatır: Yahu, tek devrim perspektifi ‘turuncu’ olanı mıdır? O ‘turuncu’ coğrafyalarda neler olmaktadır? * Kimsenin şüphesi olmasın; yerden yıldırımlar yükselse (yıldırım bile ‘çıkan’ bir şeydir, ‘düşen’ bir şey değil) ve bütün Karagözsever görünümlü Hacivatların gölge oyunu birden değişse… İsveç Kraliyet Ordusu’nunkilerden daha demokrat kesilen (yıldırımın etkisi) ve militarizmi günah gibi taşıyan generaller peyda olup, kılıçlarını öpüp öpüp demokrasi çilekeşi burjuva başbakanların ayaklarının önüne
bıraksalar… ‘Her şeyi’ açıklansa ‘karanlık odaklar’ın… AB yolunda bütün reformlar konfeti gibi yağsa başımıza ve de tutsa bu konfeti karı… Demokrasi nuru inerken üstümüze, karakollar pembeleşse ve en bıçkın komiserler mahalle ahalisini tutup tutup nazikâne öpse… Mümin Müslüman demokratlar, oruç yiyen cami kaçkını kâfirleri nazik bir tebessümle karşılasa… Kötü komünistlere sıcak bir selâm çaksa ulusalcı ve liberal kardeşler… Kurt kuzuyu, Türk Kürdü, Kürt Türkü sever olsa… Rumlar, Ermeniler söz konusu olduğunda, nedamet yüklü bir tatlı kardeşlik rüzgârı esse memleketin üstünde… Kimse karıncanın belini incitmese… Hayat bayram olsa… Mutlu olurum da… Da!.. * Palimpsest, “üstünde yazılı metnin bütünüyle ya da kısmen silinmesinden sonra yeni bir metnin yazıldığı rulo ya da kitap sayfası biçimindeki parşömen”e verilen addır. Uygulamanın tasarruf mecburiyetinden ortaya çıkma ihtimali büyüktür, ama “pagan Yunan metinlerinin yazılı olduğu parşömenlere Kilise Babaları’nın metinlerini geçirmek” suretiyle dinsel zaferler kazanma ihtiyacı da yabana atılamamaktadır… Resim sanatında da, kazıyıp/silip yeniden çizme/boyama yoluyla elde edilen neticeler ve bu işle meşgul olanlar olmuştur. İşte bu yazı; palimpsest hevesimizin ayaklanmış olması kadar, yazının içsel iradesi sebebiyle de bir palimpsest havası taşıyor olabilir… Benim açımdan bunun hiçbir mahzuru yok… Hem bakarsınız ‘demokrasi’ bu yoldan üstümüze gelir! Palimpsest’imin, alttaki metni okumak için mor ötesi ışınlarına veya başka laboratuar tekniklerine ihtiyaç hissettireceğini sanmıyorum, ama okuma kolaylığı sağlamak üzere bir de açık açık yazayım: Egemenler, sermayenin hegemonyasını ihya edecek bir uzlaşmanın ucundan şöyle veya böyle tutarlar; tutmuşlardır; tutmaktadırlar da… Egemen hiziplerinin itişmesi, ulusalcı ve liberal sol kanatları nedense fazlasıyla heyecanlandırıyor… Bu kanatların içindeki ‘uyanıklar’, ‘naif ’ kardeşlerini öylesine gaza getiriyor ki, içlerinden darbe isteyeni de AKP’yi demokrasi havarisi sayanı da çıkıyor… Kimse merak etmesin, sosyalist sol darbe isteyecek kadar veya AKP’den derin demokrasi umacak kadar salak değil (varsa, istisnalar müsaadenizle burada da kaideyi bozamasın)… Mesele, başka bir hayatın uçlarını çıkarmak üzere güç biriktirilebilecek
yolda ve güç biriktirebilecek doğrultuda düşünebilmek ve de harekete geçebilmekte… Tabii, önce bunu düşünebilmek üzere, “Güç yok ki” diye ipe un sermemekte… Nokta! * Ulusalcı ve liberallerin sol’da olduklarını söyleyenleri, bir yerlere ‘gömülü’ bir sosyalizmden bahsedebiliyor… Kimsenin DNA testi yapılarak sosyalizmle ilişkisini tespit etmek mümkün olmadığına göre, insanların hayat palimpsest’ine bakıyoruz; yazılara olduğu kadar yazılardan ‘artan’a da bakıyoruz yani… O taraflardan bakıp gönüllerine göre sosyalist bulamayanlar, bizim buradan bakınca solcu görmemizi bekliyor! Elimizden geleni yaparız… Ama; karpuz kabuğundan gemi yapanlara bakıp bakıp, “Vay be, gemi inşa sanayimiz müthiş!’ mi demeliyiz? İsteyen, Osman Çakmakçı’nın şu satırlarını kulaçlayıp, daha derin mavideki hakikatleri gözden geçirebilir: “İnsan salt nesne ile, salt gerçek ile karşı karşıya yaşayamaz. Onu yumuşatması, sert hatlarını belirsizleştirmesi, maneviyatı deneyimleyebileceği, demem o ki, kendisine yumuşak ve sıcak bir varoluş alanı yaratabileceği ‘ara bölgeler’ oluşturur. Bu doğrudan bilinçli bir ‘imalat’ olmaktan ziyade, varoluşsal bir gereksinim sonucu kendiliğinden yönelinen bir varlıksal hedeir.” * İnsanların içinde, tık-tık-tık işleyen saatler vardır; ve bu saatler, “kulübede” başka, “sarayda” başka işler… “Sarayda”, “kapitalizmin intiharî bir toplum biçimi haline geldiği” daha mı çabuk unutuluyor? “Sarayda”, her şeyin ve bu arada uluslar arası ilişkilerin “kapitalistlerce kapitalistler için hazırlanmış kapitalist bir anlaşma” olduğu bir dünyada; kuzucuklar için küçük/hafif/taşınabilir/kapitalist kuzucuk demokrasisi masalları mı revaçtadır? “Sarayda”, sermayedarların “hayatın kendisinden üstün tuttukları güç ve servetlerini muhafaza” etme çabaları, daha mı kolay unutuluyor? “Sarayda”, demokrasi’nin pembe pelür kağıda yazılmış aşk mektubu kadar naif; demek ki sınıfsız/kapitalizmsiz/ emperyalizmsiz tatlı bir hülya olarak bizi aptal aşığa çevirmesi mi umulmaktadır? Cevaplarınızı bekliyoruz… * Vicdan; hep plâstik, konjonktürel, esnek, oynak, kaypak, ama tanrılar nasip ettiği takdirde ve yerini bulduğunda ‘büyük’ olan şeydir… “Tarih”e çıplak akılla girebilir miyiz, bilmiyorum… “Vicdan Abla” şart gibi (“Sen ne güzel komşumuzdun”)… Buna cevap beklemiyoruz. * Geçen ağustosun son günleriydi… Baktım, İstiklâl Caddesi ve çevresi; Ankara’da Yüksel Caddesi ve çevresi; İzmir’de Kıbrıs Şehitleri Caddesi ve çevresi;
Resim: Ali Osman Coşkun
Bodrum, Alaçatı, Ayvalık, Datça plajları pembeye kesmiş… Kitapçı vitrinleri, cafe’ler, plaj şezlongları pespembe… Ortalık, pembe kapaklı ‘Masumiyet Müzesi’yle kaplanmış… Hayırlı olsun! O günlerde bir gün, 30 Ağustos 2008 günü, Radikal Gazetesi ‘Orhan Pamuk Gazetesi’ olarak çıktı (daha eskilerde de ‘Orhan Pamuk Gazetesi’ olarak çıktığı vakidir)… Birinci sayfanın büyük kısmında yazarın fotoğrafı ve koca bir başlık vardı: “Ne kadar düşünce özgürlüğü o kadar özgür aşk!”… İçeride, iki koca sayfada, Banu Güven’in Orhan Pamuk’la ‘Masumiyet Müzesi’ üstüne yaptığı ve NTV’de de yayınlanmış röportajı yer alıyordu… Aynı günün Cumartesi ekinde, Banu Güven kitap hakkında yazmıştı… “Yattık kalktık”, 31 Ağustos 2008’i idrak ettik; gene Radikal’de Nur Çintay A. Ve İsmet Berkan’ın roman, müze projesi ve Pamuk ‘hakkındaki’ yazılarını okuduk… Aynı gün, gazetenin kültürsanat sayfasından, romanın 28 Ağustos 2008 akşamı saat 17 itibariyle Beyoğlu kitapçılarının vitrininde yerini aldığını öğrendik… Taraf Gazetesi’nde yazan Zeki Coşkun da kampanyaya katılıp daha 28 Ağustos 2008 günü bir yazı yazmıştı köşesinde. İlginç bir başlığı vardı yazısının: “Roman ‘masum’ değildir!”… Bu yazıdan öğrendim, roman için bir de İnternet sitesi açılmış ve Zeki Coşkun kitaba ilişkin bilgileri oradan almış… Pamuk, romanı hakkında ve “romanına ışık düşürecek” iki makale dahi yazıyormuş… Bunlar, kâfi deyip bırakıncaya kadar tespit ettiklerim… Ne diyelim? Nur Çintay A.’nın deyişiyle, “sinir edecek kadar iyi!” bir kampanya… Darısı tüm edebiyat âleminin başına! * Fark edilecektir, Orhan Pamuk’un edebiyatı üstüne yazmıyorum. Burada
Orhan Pamuk, kültür-sanat âlemimize ilişkin bir ‘parola’ ve ‘işareti’ olarak ele alınıyor. Bir ticari-kültürel ‘operasyon’ üstüne yazıyorum. Yukarıda andığım yazıların ve bir sürü benzerinin, Orhan Pamuk edebiyatı hakkında olup olmadığının yargısını da okura bırakıyorum. Orhan Pamuk’un edebiyatı üstüne yazılmış çizilmişlere, bir gün, içimden gelip bir şeyler ekler miyim, bilmiyorum. Orhan Pamuk ‘benim yazarım’ değil (böyle deniyor ya!). Ruhum edebiyat aradığında, elim Orhan Pamuk kitaplarına gitmiyor doğrusu. Magazin ağzıyla söylersek, “elektriğimiz tutmuyor” Pamuk ile. Ve: Mesele, edebiyattan çok, ‘kültürel yol, su, elektrik’le ilgili görünüyor zaten. İnsanların, ‘ticari isteka’ ile dürtülüp diğer toplara çarptırılmaya çalışıldığı bu bilardo masasında “edebiyye”nin yerini bulamıyorum… Bu bölümü bitirmeden iki noktaya daha temas etmek istiyorum. Birincisi: Zeki Coşkun, geçmişte, “kendi kendisinin magazini olarak edebiyatçı” figürüyle uğraşmıştı. Bu işi bıraktı mı? İkincisi: İlhan Berk, 28 Ağustos 2008 günü Bodrum’da öldü. Radikal, 29 Ağustos 2008 günü, birinci sayfasında küçük bir haberle duyurdu şairin ölümünü. Aynı gün, kültür-sanat sayfasında, “Şiirimiz ‘uç beyi’ni kaybetti” başlığıyla yarım sayfa yeri vardı Berk’in. Radikal’de, sadece Haluk Şahin yazdı İlhan Berk hakkında (31 Ağustos 2008). Bu yazıda yer alan İlhan Berk şiirinin bir bölümünü aktarıyorum: “Hiç unutmam bir gün geç vakit Tam benim geçtiğim zamana rastlamıştı Büyüme saati bir ormanın Şöyle iyice dinlesem sanırım artık Bütün ormanları büyürken duyarım” * ‘Magazin olmak’ tan bahsettik madem, bir tutam daha sanat magazini meselesine girelim. Meraklısı var ki, bir sanat magazini yazıcısı türü var. Bunlar, ressamları, yazarları, şairleri, sinemacıları, tiyatrocuları
falan yazıyorlar… Yani: Resimleri, edebi ürünleri, filmleri, oyunları değil de sanat erbabının maceralarını yazıyorlar… Kim nerede Mojito yuvarlamış, kim nerede Russian Vodka zıkkımlanmış, haber veriyorlar… Böylece, kültür-sanat âlemi’nin ‘röntgen filmleri’ gazete sayfalarında birikiyor… Âlem’in ezici çoğunluğu ‘her şeyin’ liberal tonlarındandır…Bu kanadın ağırlığı salt sayısal üstünlükten kaynaklanmıyor… Finansal imkânları büyük bir “propaganda ve etki” ağına sahip oldukları inkâr kabul etmez… Ayrıca, bir taraf yeri doldurulamaz Attilâ İlhan’ını kaybetmişken diğer tarafın Orhan Pamuk’u ışıldıyor! Evet, haince lâfı gene Pamuk’a getirdim! Bu son olsun... Bu kadar magazine olmak mazur görülüyor, ama beni mazur görmeyin… Maksadım size bir palimpsest yapma imkânı sunmaktır… Şöyle: Ben bu yazıyı dergiye teslim edinceye kadar kaç ‘oruç saldırısı’ olacak; kaç Orhan Pamuk yazısı geçecek elinizden; hapisteki generalleri dışarıdaki generaller kaç kere ziyaret edecek; bilmiyorum… Takibini ve de silip-yazma işini size bırakıyorum… Meselâ; Cem Erciyes’in şu sözlerini kazıyıp, yerine içinizden geleni yazabilirsiniz: “Aslına bakarsanız bu kez Orhan Pamuk için öncekilere göre çok daha ‘ölçülü’ bir tanıtım kampanyası yapılıyor. Ne billboardlar var ne sinema reklamları. Gazete ve dergilerde ilanlar az, kendisi röportaj vermekte adamakıllı isteksiz davranıyor.” Yok, yok, yok… Merak etmeyin… ‘vicdan’dan sonra bir de ‘insaf ’ pasajı ‘attırmayacağım’!.. * Arınmak, ferahlamak, titreyip kendimize gelmek için bir başka edebiyatçıdan, Murat Uyurkulak’tan başka türlü bir şeyler aktarmak istiyorum, doğrusu: “Paranın ve kârın, irili ufaklı bütün ilişkileri zehirleyen kirli dengeler üzerine bina olmuş hükmü devam ettiği sürece, ‘sevmek ve sevilmek’ giderek imkânsızlaşacaktır. En arı şeat ve sevgi ilişkisinin atfedildiği anne ile çocuk arasında bile koca bir şehrin kuburlarını dolduracak kadar pislik birikecektir. Kapitalizm, insanın vahşi hayatta kalma güdüsünün, hukuk ve demokrasi gibi uyuşturucularla makulleştirilip yüksek teknolojiyle birleşmesinden ibarettir, ki bu da müstakbel kıyametin kod adından başka bir şey değildir. Dünyayı kendi köyünden, kavminden, kabilesinden, aşiretinden menkul sanan ve devletin resmi kayıtlarında yer almayan son insan da öldüğünde, iyilik yazılabilir bir şey, bırakın yazmayı, işaret edilip hatırlatılabilir bir şey olmaktan ilelebet çıkacaktır.” * Bir Mehmet Teoman ‘sözü’yle bitiriyoruz: “Ben şuyum demediğiniz sürece her şey olabiliyorsunuz.” NOT: Uyanık okurların gözünden kaçmamıştır; yazının başındaki ilk alıntı Bülent Somay’dan, ikincisi KKK Orgeneral Işık Koşaner’dendir…
Dizi: Bizim toprağın isyancıları
Baldırıçıplakların mutluluğu adına! CENGiZ YOLCU
Cehennemi yeryüzünde her gün yaşayan ezilenler, ‘baldırı çıplaklar’ ve ‘serseriler’ kendi cennetlerini yaratmak için Bedreddin’in yolunu tuttu...
“Ben gayrı zuhur ve huruç edeceğim! Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz. Ve kuvveti ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip biz milletlerin ve mezheplerin kanunlarını iptâl edeceğiz.”
S
eyh Bedreddin, Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa… Saydığım bu isimler 15. Yüzyıl’da, Anadolu’da merkezî otoriteye, hâkim üretim biçimine ve sosyal ilişkilere karşı başkaldırdı. İnançları, düşünceleri ve de eylemleri öylesine etkili oldu ki, asırlarca Anadolu’da yaşanan birçok ayaklanmayı dile getirmemek suretiyle unutturmayı amaçlayan ‘resmî’ kronoloji yazarları Bedreddin’in ve onun yolunu takip edenlerin isyanını göz ardı edemedi. Kızgınlıkla, küçümsemeyle ve ellerinden geldiğince aşağılamaya çalışarak ‘kerhen’ bahsetmek durumunda kaldılar. Bakın, 19. Yüzyıl’da yayımlanan bir tarih kitabı Bedreddin’in müridi Börklüce Mustafa’dan nasıl bahseder: “Sultan Mehmed Han devrinde birkaç dâhilî gaile zuhur etmiştir ki içlerinde meşhur olan (Dede Sultan) ve (Düzme Mustafa) vakalarıdır. Dede Sultan dediğimiz adam (Börklüce Mustafa) namında bir herif idi ki İslâm ve Hıristiyan ve Yahudi baldırı çıplak serserilerinden başına bir gürültü toplayıp isyan etmiş ve hayli fenalıklar icra etmiştir.” M. Murad Muhtasar Tarih-i Umumî (Rumî: 1310- Miladî:1894/1895). Tarihimizde yaşanan birçok isyan ve başkaldırının aksine Bedreddin ayaklanması göz ardı edilemiyor dedik demesine; lakin çok fazla itibar görmediği de aşikâr. Bu sebeple biz gene kendi bildiğimizi okuyalım, tarihimizde “Yârin yanağından gayrı her şeyde, her yerde hep beraber diyebilmek için” cellatların ellerinde boyunlarını eğmeden can veren isyancılarımızın hayatlarını ve mücadelelerini hatırlayalım. Hayatı hakkında sayısız söylenceler bulunan Şeyh Bedreddin’in, torunu Hafız Halil’in yazmış olduğu Menâkıbnamei Şeyh Bedreddin adlı eser gerçeklere en yakın olarak bilinir. Şeyh Bedreddin kolektif mülkiyeti savunması ve emeğe verdiği değerle 13. Yüzyıl boyunca Anadolu’yu saran ayaklanmaların devamı niteliğindeki bir halk ayaklanmasının esin kaynağı ve örgütleyicisi olması, devlet düzenini zora dayanarak sarsmaya çalışması ve hatta devlet güçleriyle açık bir çatışma içinde yaşamını kaybetmesiyle sosyal devrimciler arasında önemli bir yere sahiptir. Simavna kadısı İsrail’in oğlu olan Bedreddin Mahmud Edirne’ye bağlı Simavna’da doğar. İlk eğitimini babasından
20
ve Molla Yusuf ’tan alır ve sonrasında Bursa ve Konya’da bulunduktan sonra Mısır’a gider. Şeyh Bedreddin, uğrunda canını kaybettiği isyankâr düşüncelere Mısır’da aldığı eğitimle yönelir. Bu eğitimden sonra tasavvufa meyleden Şeyh Bedreddin’in düşüncelerinin özünde, tanrısal gerçeklere varmak için Tanrı ile kurulacak yakınlık sonucunda Tanrı ışığının insanın içine doğmasıyla, insanın Tanrı’yla özdeşleştiği ve cennetin ancak bu dünyada kurulabileceği fikri yer alır. Kendisiyle aynı görüşte olmayanlarca daha baştan, dinsiz, sapkın ve asi ilan edilen Bedreddin, yeryüzünde olduğunu iddia ettiği cennete erişmek isteyen, çünkü cehennemi yeryüzünde bulmuş olan ezilenlere yol gösterdiği için, egemen soylular tarafından bir kargaşalık kaynağı olarak algılanmasının gerekçelerini yaratmıştır. Ancak Bedreddin, düşüncesinde özel bir yer verdiği sevgiyi, insanın bütün kötülüklerden kurtulması, yücelmesi ve Tanrı katına yükselmesi olarak tanımlayarak, Tanrı sevgisinin insan sevgisini zorunlu kıldığı düşüncesiyle kardeşlik ve eşitlik ülkülerini öne çıkartarak eşitlikçi bir toplum projesinin taşıyıcısı olur. Fikirlerini yazdığı kitabı Varidat’ta, “Birtakım insanlar, birtakım insanlara taparlar, kimi altın ve gümüş paralara, kimi yenilecek, içilecek nesnelere tapar da
Tanrı’ya taptığını sanır,” derken, ibadetin dışa dönük bir görevin yerine getirilmesi, bir kazancın, çıkarın sağlanması, cennete gidilmesi amaçlarıyla yapılmasını açık bir dille reddeder. Bedreddin, Mısır’dan Anadolu’ya döndükten sonra Edirne’den Konya’ya kadar uzanan uzun süreli yolculuklarında inançlarını yaymaya çalışır, engin bilgisi sayesinde kısa sürede kazandığı saygınlığıyla Şehzâde Musa Çelebi’nin kazaskeri olarak Edirne’de göreve başlar. Ancak Yıldırım Bayezid’in Ankara Savaşı sonucunda ölmesi ve ardından, oğulları arasında çıkan taht kavgasını Çelebi Mehmet’in kazanmasıyla İznik’e sürülür, İznik’te de örgütleme faaliyetlerini sürdüren Bedreddin, burada kendisine taraar toplamaya başlar. Müritlerinden Börklüce Mustafa’yı Aydın’a, Torlak Kemal’i de Manisa yöresine yollar ve 1416’da onların başlattığı ayaklanma, önceleri başarı kazanır. Bu sırada İznik’te oturmasının kendisi için sakıncalı olduğunu gören Bedreddin, önce İsfendiyaroğulları’na sığınır. Fakat İsfendiyar Bey’in Çelebi Mehmet’ten çekinmesi üzerine buradan Sinop üzerinden Kırım’a, daha sonra da Silistre’ye geçer. Burada da düşüncelerini yayan Bedreddin önce Dobruca’ya, ardından da Deliorman’a yerleştikten sonra, özellikle medrese öğrencilerinden, tımarlı sipahilerden ve devlet düzeninden hoşnut
olmayan kişilerden, resmî görevlilerden büyük bir kitleyi etkiler. Bedreddin’in gücü Çelebi Mehmet’i ürkütür. Ancak bu sırada Aydın ve Manisa yöresinde Bedreddin taraarlarının ayaklanması bastırılmış, Çelebi Mehmet’in üzerlerine gönderdiği Bayezid Paşa, Dede Sultan diye anılan Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal’i ele geçirerek işkenceyle öldürülmüştür. Bu sırada Rumeli’ye geçen Bayezid Paşa’nın askerleri Bedreddin’i Deliorman’da yakalayıp, Serez’e Çelebi Mehmet’in huzuruna getirirler. Burada ulemadan meydana gelen bir kurul Bedreddin’i yargılar ve sonunda Mevlânâ Haydar Acem’in verdiği, “Malı haramdır, kanı helâldir,” yolundaki fetva uyarınca Serez’de idam edilir... Şeyh Bedreddin, bütün insanların yeryüzünde var olan her şeyden ortaklaşa yararlanmaları gerektiğini öne sürmüştü. Bu nedenle herkesin emeğinin karşılığını alacağı, kimsenin başkasını çalıştırarak onun emeğine el koyamayacağı bir düzenin İslâm dininin öngördüğü en iyi düzen olduğunu savunmuştu. Eğer dünya Tanrı’nınsa, Tanrı bu dünyada kimsenin kimseyi sömürmesini istemez; bu nedenle sömüren kimseler Tanrı’ya da karşı gelmiş olur. Yine Bedreddin’e göre, toplumda herkes eşit ölçüde çalışmalı, kadın erkek eşitliği sağlanmalı ve birlikte üreterek, birlikte tüketilmelidir. Şeyh Bedreddin’in bu düşünceleri o dönemde bir hayli taraar buldu. Bedreddin’i ortak mülkiyeti savunması ve emeğe vermiş olduğu önem nedeniyle bir çeşit ütopik sosyalist düşünür de saymak mümkün olabilir. Ancak onu Batı’da kendinden sonra gelen omas More, Campenella gibi ‘ütopist’ düşünürlerden ayıran önemli bir özellik düşüncelerini devlet düzenine karşı çıkarak, bir ayaklanmayla gerçekleştirmek istemesiydi. Yapılabilecek çeşitli yorumlar ya da çıkarımlar olsa da şu hakikati gayet iyi biliyoruz: Cehennemi yeryüzünde her gün yaşayan ezilenler, ‘baldırı çıplaklar’ ve ‘serseriler’ kendi cennetlerini yaratmak için Bedreddin’in yolunu tutmuşlar, asırların içinden de bize bu yolu tutmamızı öğütlüyorlar. (…) Yağmur çiseliyor, Serezin esnaf çarşısında, bir bakırcı dükkânının karşısında Bedreddinim bir ağaca asılı. (…) Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü. Nazım Hikmet
UMUT YILMAZ
Unutturmak istedikleri ve hatırladıklarımız
B
ugününden hoşnutsuz gelecekten umutsuz bir siyasi iktidar kendini meşru ve inandırıcı kılabilmek adına sürekli geçmişe gönderme yapma ihtiyacını hisseder. Köklerinin tarihte, ‘şanlı geçmişte’ olduğunu durmaksızın hatırlatarak temsil ettiğini iddia ettiği kitleyi her gün ve her an yeniden ürettiği yalanlarla besleyerek aslında kendisinin tarihsel bir zorunluluk, o anki durumunsa olası en iyi hal olduğunu vazeder. Cemaat için ise geriye bir tek hal-i pür melaline şükretmek kalır. Tabii bu süreç biraz netameli işler. Mesela geçmişi belirleyen hatları, asla kalın çizgilerle çekmemek lazım gelir. Yoksa geçmişi bugünkü duruma uydurma konusunda arızalar çıkabilir. Her zaman biraz esnek olma temkinliliğini göstermek gerekir. Ayrıca bugünün ve yarının çizgileri de birçok sınır kaymalarına gebedir ve onların da meşruluğa ve tarihselliğe ihtiyacı olacaktır. Toplumun bu meşruluğa ikna edilebilmesi içinse ezber mekanizmasının sorunsuz çalışması gereklidir. Ezber bakidir, ezberlenen argümanlarsa güncel politik değişkenlere tabidir. (Gerçi bu aralar yerleşiklerin dışında başka ezber bozanlar da –bir tür sürüngen ismi gibi oldu- çıktı piyasaya ama neyse ki bunlara karşı da şerbetliyiz. Ezberimiz kuvvetli imanımız tamdır elhamdülillah.) Değişiklik için ise önce eskilerin unutulması gerekir tabi, zaten hafıza-ı beşer de nisyan ile maluldür değil mi? Hatırlamak kadar önemli bir şey daha vardır ki o da unutmaktır. Ne demiş yazar? “Milletleri millet yapan kahramanlıklarla dolu ortak bir geçmiş, büyük liderler ve gerçek zaferlerdir. En az bunlar kadar önemli bir başka nokta ise ‘toplu unutuşlar’dır. Milletler birliklerini korumak ve sağlayabilmek için yalnız geçmişteki başarılarını hatırlamamalı, kimi kötü anıları da unutmalıydılar.” Millet tasarımını öznel tercihler üzerine kurarak Marksizm ile arasına mesafe koyar yazar (Renan) ama şu kısma katılmamak elde değildir: “Millet nasıl oluşursa oluşsun, her şeyden önce bir ruhtur ve kendisini oluşturan bireylerin sürekli onayına dayanır. Millet her gün tekrarlanan bir halk oylamasıdır. (daily plebiscite)” 80 anayasası gibi bir onaylama da olsa bu böyledir. Bütün hikaye hatırlamak ve unutmak üzerine kurulur. Misal yedi düvele karşı savaşarak 5 bin yıllık Türk yurdunda bizlere sınıfsız, imtiyazsız, dini gericilikten arındırılmış laik ve çağdaş bir cumhuriyet armağan eden kahraman ordumuza kati surette güvenmemiz inanmamız bunu böylece bellememiz emrolunmuştur. Burası hatırlanması gereken kısımdır ki,
ahenk vardır. Her ikisine de saldırırken bütün kalpleri ruhani bir görevi yerine getirirmişçesine vecd ile çarpar, aşk ile sarmalanır...
Mandrake gerçekliği
ezberimize de böyle girmiştir. Bu ezbere dayanarak göğüsleri aydınlanma çağının düşünceleriyle dolup taşanların kurduğu cumhuriyetin şeriat tehdidi altında olduğu teranesini uydurarak (ki asıl tehdit altında olan kendi toplumsal konumlarıdır) milleti ellerinde anlı şanlı bayraklarıyla alanlara dökebilmişlerdir. Plebisit bir kez daha tekrarlanmıştır.
Rakamlar izah ediyor!
Unutulması gereken kısımlarsa fantastik biçimde Erbakan hükümetine kapattırılan imam-hatip liselerinin en çok 1980-83 yıllarında askeri yetkililer ve Özal’ın elbirliğiyle şaşırtıcı bir hızla inşa edilmiş olduğudur. Bakanlığın her yıl incelediği ve onayladığı Kuran sayısının 1979’da 31 bin 75’ten 1981’de 259 bin 731’e çıkmış olmasıdır. Daha kesin artışın ise 1985’te gözlemlenmesidir. Bu tarihte 599 bin 629 onaylamanın yapıldığı, bu sayının sadece 1987 içinde 964 bin 973’e çıktığıdır. 1980’lerde 4 milyon 942 bin yeni Kuran’ın bakanlığın onayından geçmiş olmasıdır. Kuran kurslarında da durum farklı değildir. 1979-80’de 2 bin 610 adet olan bu kursların sayısı 1983’te 3 bin 47’ye çıkmıştı. 1989’da 97 bin 53’ü erkek ve 58 bin 350’si kız olmak üzere 155 bin 403 öğrenci bu kurslarda devletin ve milletin bölünmez bütünlüğünün güvencesinin Türk-İslam sentezinde olduğunu, başlıca düşmanlarının komünizm olduğunu öğreniyordu. Nakşibendi Özal ile laikliğin kalesi arasında bütün çelişkiler ortadan kalkmıştı birdenbire, surlar o kadar da yüksek değilmiş meğer. Yukarıdaki rakamlara bakınca milletin sevişgenliğinin tuttuğunu bir üreme hastalığına yakalandığını nüfusun katlanarak arttığını sanıyor insan ama iş öyle değil. Yoksa yoksa… Laikliğin bekçilerinin
kulakları vardı duymuyorlar, gözleri vardı da görmüyorlar mıydı? Zorlama bir tarihsel analoji olabilir ama bu durum Paris Komünü’nün korkusundan uykuları kaçan Fransız burjuvazisinin Prusya ordusundan yardım isteyerek kendi topraklarını işgale çağırmasını anımsatmıyor mu sizlere de? Hazır el altında bir Özal varken dünyada da neoliberalizm tedavüle girmişken, neden olmasın? Memlekette esen komünizm heyulası bir şekilde bertaraf edilmeliydi değil mi? Tarih ne acayip bir bilim yahu! Ayrıca süreç devam etmektedir, dün AKP’ye karşı kükreyenler badem bıyıkroket baş görünce kaşıntısı tutanlar yerli burjuvazinin ve büyük ağabeylerinin telkinleriyle karışıp barışmış hizaya girmiş neo liberalizm bahçesinde “daha dün anayasa mahkemesinin yollarında koşarken” şarkısını söylemektedirler. Tarihler boyunca gerek insan ilişkileri gerekse sistemler hiyerarşik olarak sıralanmış toplulukların temsilinden oluşuyor. Ama konumlar her zaman aynı olmayabiliyor. Esneklik bu zamanlarda işe yarıyor olsa gerek. Bazıları bu sıralamada hareketli olabiliyor, bazıları kaybolabiliyor ya da diğer gruplarla birleşebiliyor. Bir kısmı da parçalanıyor yerlerine yenileri doğuyor. Hepsi de var olmak için karşıtlarına ihtiyaç duyuyor, kendilerini ancak karşıtlarıyla var edebiliyor. Kendilerine ait söylem ve pozisyonları olamıyor, bunları karşıtları üretiyor. “Her zaman zenci birileri vardır,” diyor Immanuel Wallerstein… Buluştukları ortak nokta ise beyaz zencilerdir. Bu beyaz zencilerin adları da Avrupa’da işçi sınıfıdır, Latin Amerika’da yoksul topraksız köylülerdir, emekçilerdir, beden işçileridir, sokak çocuklarıdır... Bizde ise yoksul Kürt halkıdır. Bu konuda aralarında tam bir
Öylesine bir illüzyon içinde yaşıyoruz ki, neyin sahici, neyin sahte olduğunu anlayabilmek için görme ve duymanın ötesinde, hissetme duygumuzun gelişmiş olması gerekir. Enformasyon çağı olarak adlandırılan çağımızda bilgi ve bilgi dolayımlı her şeyin nasıl deforme edildiğine tanık oluyoruz... Sanki Tuzla’da ölümlere göz yumanla, Kürt halkına düşmanca duygular besleyenler kardeş değil... Sanki lokavtı savunanlarla, tetiği çektirenler kardeş değil, sanki öğrencilerin cebindeki harçlıklara ‘harç’ niyetine göz dikenlerle, sokakta terör estirenler kardeş değil, sanki halkların dillerini, kültürlerini, kimliklerini yok sayanlarla, biz Tanrı önünde eşitiz diyenler kardeş değil... Bu kardeşlerin babaları ‘sermaye’ ise, bizim de sermayemiz emeğimiz ise, o halde bugün birlik zamanı... İşçi sınıfını bütün olarak sistemin dışına atamazlar çünkü sermayenin yeniden üretimi, paraya çevrilmesini ve biriktirilmesini sağlayan en önemli güç emektir. Sermaye birikimini en üste çıkarmak maliyetleri ise aşağıya çekmek gerekir. Irkçılık bu hedefleri bir araya getiren sihirli formüldür. Sınıfsal uzlaşmazlık ve çatışmanın yerine halklar arasında düşmanlığı yayarak çatışma zeminini kaydırırlar. Kürt halkına saldırı birçok şeyin yanı sıra bu noktada başlar. Grevler ulusal güvenlik gerekçesiyle iptal edilir, işçiler ‘terörist’ olmakla, yabancı güçlerin etkisiyle hareket etmekle suçlanır. Bizim için de saldırı bu noktada başlar. Ayrı ayrı yerlerde aynı muameleye tabi olanları aynı yerde savaşmaya çağrılmalıdır. Kitleyi temsil ettiğimizi iddia ederek değil onlarla özdeşleşerek yürünmelidir yolda. Ancak ve ancak o zaman bu coğrafyada barış, kardeşlik hüküm sürer, ancak o zaman bu coğrafyada yaşayan halklar birbirini tanır birbirleriyle barışırlar, ancak o zaman, aşağılamak için Kürt halkını, ihanet için Çerkes halkını, gülmek için Laz halkını seçmezler; ancak o zaman bu coğrafyanın illerinden kaynaklı espiriler ve yalan dolu bir tarihi zikretmezler; Adanalı: Fellah, Çorumlu: Güvenilmez, Sivaslı: Hamamcı gibi zırvaları bir yana bırakıp daha özgür yarınlar için hep beraber yürünebilir. O ‘şanlı tarih’lerinin, o yalandan kulelerini, o altın varakla süslenmiş çatılarını… Tarihin mihrabını yerin dibine sokup, yalanlarını tanıklara gerek kalmadan, gerçeklerimizle yerle bir edebiliriz...
7
V. MAHiR ÜKÜNÇ Ha tabii bal tutan parmağını yalar değil mi? Abi ne parmağı, adamlar komple kovanı yalıyor!..
S
Bana neler oluyor, anlamıyorum!
osyal devletin tasfiyesi ile boşalan alanın cemaat-tarikat-mafya üçlüsünün liberal-muhafazakâr ‘sadaka sisteminin’ kurumsallaşmış yapılarıyla doldurulmasının nasıl bir sonuç vereceğini zannediyordunuz? Sadakalarla dilencileştirilen bir toplumun tüm direnç refleksleri böylelikle elinden alınıp, o toplumun bireyleri sessiz, uysal, biat eden ve şükreden köleler haline dönüştürülürken yine de yoksulların ayaklanıp sosyal bir devrimle, ayakların baş olmasını ‘kıyamet’ olarak niteleyen başbakanları devirmesini mi umuyordunuz? YİMPAŞ-Kombassan-Bosna-Jetpa düzeneklerini kurup işletenlerin, bu yolla köşeyi dönerek hesap vermeden arazi/ arazi sahibi olanların hangi siyasal çizginin takipçisi olduğu hakkında bir fikre sahip misiniz? 17 Ağustos depremi sonrası çeşitli sol parti ve örgütlerin gerçekten yardım toplamak-ulaştırmak amacıyla başlattıkları girişimler, yasaklama-gözaltı-tutuklama ve kanun dışı her türlü baskı unsuruyla engellenirken; bugün kamuoyunda yine bilmem kaçıncı kez vurgun-yolsuzlukhırsızlık yaptıklarına dair kesinleşmiş hükümlerle adlarından bahsedilen kurumkişi-dernek vs’nin, o günlerde resmi devlet kurumlarının desteğiyle ‘iş gördüklerini’ unuttunuz mu? Düne kadar birbiriyle çok iyi anlaşan,
ihale verip-ihale alarak (bkz: Petrol Ofisi vs.) faul yapmadan birbiriyle centilmence paslaşan iktidar ve Doğan Medya Grubu arasında bugün bu ‘yardım derneği’ dolandırıcılığı haberlerinin yayınlaması üzerine patlak veren kavganın: İktidarın himayesi altında serpilip gelişen, politik gücü-nüfuzu günden güne artan Liberalİslamcı sermaye ile, paylaşım savaşında öteden beri kurup-çalıştırdıkları ‘tezgaha’ hariçten ortakçılar çıkmasından rahatsız olan TÜSİAD sermayesi arasındaki bir çıkar kavgasının –şimdilik kurumların değil de tek tek isimlerin dahil olması kaydıyladolaylı yansıması olduğunu görüyor musunuz?
Gerisi teferruat!
Yoksa sizce bu ‘özgür basınla’diktatoryal eğilimlere sahip bir siyasi iktidarın kavgası mı? Ya da tersinden söylersek kavga: ‘Millet iradesiyle’ seçilenleri vesayet altında tutmakta ısrar eden cumhuriyet elitlerinin mücadelesi mi? Diğer ayrıntılar bildiğiniz, televizyon ve gazetelerde görüp işittiğiniz; kim kime ne kadar para aktardı, o para nereye gitti, gitti de elektrik-yol-su olarak geri döndü mü şeklinde yapılan haberler. Ben ise şimdi sizlere projesi-fikri-işleyişikurgusu ‘tamamen kendime ait ve hiçbir gerçek örneği olmayan’ bir ‘kişisel yardım derneği’ girişimini izah etmek istiyorum…
‘DENİZ KENARI’ KİŞİSEL KALKINDIRMA VE DAYANIŞMA DERNEĞİ: “MİLENYUMUN TATİL VE SEFAHAT KALKIŞMASI” 1-Derneğim kesinlikle kişisel çıkarmenfaat sağlamak amacıyla çalışacak bir dernek olacaktır. 2-Her türlü medya grubu, siyasi parti ve güç odağıyla ilişkim olacaktır, olmalıdır. 2-İlk olarak kitlelerin gönlünü kazanmak için metroseksüel imajımın ve naif-kırılgan mizacımın tüm karizmatik olanaklarını, ‘kötü’ şiirlerimi seslendirip kendimi acındıracağım bir televizyon şovuyla ekrana taşıyacağım. 3- Talep ettiğim paraların bir kısmıyla sesimin ülke dışında da duyulmasına yardımcı olacak bir küçük televizyon kanalı almaya çalışacağım. (Böylesine açıkça beyan ediyorum, sonra “Vay efendim ona verdiğimiz parayı kendi yemedi de, ‘kanal yedi’ ” filan demek yok. Kanal da benim olacak . 4- İşler tıkırında gitmeye başlayınca, beni yıpratmak-incitmek adına ortaya atılacak iddiaların gündeme gelme olasılığına karşılık şimdiden söylemek isterim ki, tamamıyla yoksul olduğum
30
söylenemez, herkes gibi dernek bağlantılı arsa-arazi-yatırım ortaklığıhisse senedi-kooperatif payları gibi yatırımlarım bulunmaktadır ya da bulunacaktır ya da bulunmalıdır… 5-Hâlihazırda sahip olduğum ve Dow Jones’ta işlem gören RED dergisinin ve dergi binasının da içinde bulunduğu holding gayrimenkulünün %3’lük hissesinin (ki 10 milyon dolara filan tekabül ediyor!) bir kısmını yardımlar sular-seller gibi akana dek bu yukarda bahsettiğim amaç için kullanabilirim: Tavuk verip kaz veya büyükbaş bir hayvan sahibi olma arasında diyalektik ilişki çerçevesinde düşününüz! 6-Derneğimin adıyla müsemma o
‘deniz kenarı’ için, yani deniz kenarındaki bir veya daha çok malikâne için çalışmak asli görevim olacaktır. (Bu malikânenin hangi denizin kenarında olacağı konusundaki tekliflere-önerilere açığım! Misal ben Miami olarak düşünsem de, kendi yaşam tarzım ve düşünüş biçimimle ters düşmeyecek bir ülkede yine mesela Dubai’de Palmiye Adasında yaşayabilirim!) 7-Çok da bencil olduğum gibi bir duygu durumu, ülkede ve ülke dışında çalışan bağışçı işçi kardeşlerimin aklına gelmesin diye: Büyük bir fedakârlık örneği göstererek her ‘Ekim Devrimi Yıldönümü’nde daha yoksul işçi
kardeşlerime yardım paketi-kumanyaerzak-eşya vs. dağıtmaya çalışacağımı beyan etmek isterim. Yukarda taslak halinde kuruluş amacını ve çalışma şeklini kabaca tarif etmeye çalıştığım oluşum, bizzat benim için çalışmasını amaçladığım ‘kişisel yardım derneğimdir’. Böyle açık sözlü bir girişimle ilk defa karşı karşıya geldiğiniz için biraz sarsılmış olabilirsiniz fakat emin olun geçecektir. Bunu da kabullenecek, sindirecek ve “işte ülkenin aradığı şeffaflığın ve dürüstlüğün” tezahürü bir adam ve kurum diye mutlu olacaksınız! Şaka mıydı bunlar bilmiyorum? Sizlerin tepkisine göre bir tavır geliştireceğim! Gelecek ay bu fantezim yüzünden ya dergiden kovulurum, ya yazımın altına bir hesap numarası eklerim, ya da geçici bir psikoz teşhisiyle tedavimin yatarak devamına karar verilir. Bana neler oluyor anlamıyorum…
SITKI DEMİRKAN-KASABA NOTLARI Ha tabii bal tutan parmağını yalar değil mi? Abi ne parmağı, adamlar komple kovanı yalıyor!..
Saadet zincirlerimizden başka kaybedecek bi şey yok! B enim aklıma bu fikir ilk, o ceketi soyisminden daha bi şekil abinin elinde kallavi bir puroyla gazetelerde poz poz resimleri yayınlandığında düşmüştü. Kurulan dümenin adı da bi başka şekildi; ‘Saadet Zinciri’. Al gülüm ver gülüm bi üçkağıt tezgahı düzenlenmişti hatırlarsanız. Fikir müthişti; bir piramit alta doğru genişleyecek ve geometrik kaçınılmazlık neticesinde taban yayıldıkça, az evvel altta olanlar üst sıralara yükselecek böylece herkes az biraz altta kaldıktan sonra sırasını savıp refaha erecekti. Ki, eriyordu da, bizim milletin en sevdiği yaşam düsturu; tavuğunu yeterli olgunluğa eriştirmek yerine kaz beklentisine kapılmak olduğu için sistem sorunsuz işliyordu. Ve fakat mevzu, alan güllerin de veren güllerin de kendi rızaları çerçevesinde gelişmesine rağmen, devletimiz böyle bi’şeye müsaade etmedi. Sonrası ne oldu benim de haberim yok. O tuhaf ceketli abiyi ne yaptılar, bu işe bulaşanlara neylediler ben bilmiyorum. Bildiğim; daha doğrusu ayırdına vardığım, bizim milletin böyle kolay yoldan köşe dönme hevesinin ne abuk mecralara taşınabileceği oldu. Bi zaman banker furyasına kapıldılardı. Dört metrekare dükkan kiralayıp içeriyi göz boyayacak kadar tefriş eden her hıyar sahibine tuzlukla koştular. Elindeki üç otuz parayı bu kadar mı kolay kaptırır insan yarabbim? Bu talebin yarattığı arz bi yer geldi öyle bir fütursuzluğa erişti ki, adamlar sinemanın kallavi şahsiyetlerine reklam filmi bile çektirdiler. Ekrem Bora’lı İzzet Günay’lı o reklamı ben hâlâ hatırlıyorum. Yani cıngılın sözleri hâlâ aklımda: “Beşer şaşar, şaşmaz Beşir!” gibi bi’şeydi. Gerçi çok acı bi sonla bitti Kastelli abinin yaşam macerası ama su testisi su yolunda işte. O furya unutulmadan borsaya kapıldı yurdum insanı. Alakasız bi dünya şahıs, Tansu Abla’ları bi gecede soluklarını kesesiye kadar lot, tahta, seans gibi kelimelerden oluşan şifreleri ezberledi. Sevgili kasabamızda bile aracı kurum temsilciliği açıldı diyeyim, siz anlayın gerisini. Tabii meşhur 5 Nisan hadisesi buraya bulaşan ne kadar aklıevvel varsa hepsini eşşekten düşmüş karpuz hissiyatına eriştirdi. Hafıza da 3,5 kilobaytı geçemediğinden hemen akabinde bu sefer adı sanı duyulmamış bankalara üşüştüler. Oranın kaymağını da beyaz gömlekli prens Cem Uzan yedi. Adam nasıl bi miktar parasal güce eriştiyse ciddi ciddi en tepeye oynadı yahu. Hayır bu kadar kan emiciye alını akını
hesap etmeden nereden yuvar buluyor bu memleketin insanı benim ona kafam basmıyor. Şimdi marifetmiş gibi, kahve sohbetlerinde yumurtlayıveriyorlar kime ne kadar kaptırdıklarını. İşte, “Banker Bilo’ya o zamanın parasıyla üçyüzbin hacılattım,” yok efendim, “Sen bakma benim böyle kavruk durduğuma iflahımızı Kepez Elektrik kesti,” vay, “İstanbul Bankası batmayaydı şimdi bizim de bi devekuşu çiliğimiz olacağıdı,” diye. Yanılıp da birini deşsen, “Peki o kaptırdığın parayı nereden buldun?” şeklinde, cevaplardan cevap beğen. “Seksen ağaç bir zeytinlik vardı onu sattık,” mı istersin, “Armutçuk’ta bi arsa vardı altıyüz metrekare onu verdik,” mi? Tavır da hep aynı; bahtsızlığın müsebbibi kutup ayılarının libidosu. “E, abicim senin ne alakan var ki entariydi, o kafaya takılan dalgay-ı şerii, geziyorsun elin çölünde bedevi kıyafetleriyle?” diyemiyorsun. Bu, bulup buluştururum bi şekilde refaha ererim gayretinin bir diğer yansıması da öbür dünyayı garantileme kurnazlığıyla sahne alıyor. Biraz bu yanda çekilen sefaletin ağırlığından, biraz da vaat edilen şeklin cezbesinden hayır-hasenata yükleniyor yurdum insanı, ötesine berisine kafa yormadan. Diyanet’e ayırılan akla ziyan bütçeye rağmen pıtrak gibi minareler dikilmesi, özellikle cuma namazları sonrası cemaatin burnuna dayatılan karton kutular sayesinde oluyor. Hem de bırakın kendi yanı yöresini, bi’kaç saatlik yolla gidilen diyarların abuk dinsel mimarisini bile finanse ediyor cebindeki miktarın eziciliğine aldırmadan. E bu potansiyelin farkına varan Rütük milletinin dini bütün evlatları da, “Emeriz biz bunları!” zihniyetiyle vakıı, dernekti, yardım cemiyetiydi bir alay cenahtan veriyorlar odunu. Şimdi ayyuka çıkan keriz feneri mevzuunun özeti bundan ibarettir. Ve bu ilk ya da tek örnek de değildir. “Aziz ve muhterem din kardeşlerim,” kalıbıyla komedi kavramını bile hüngür hüngür ağlatacak uzun nutuklar atan, hocalığı kendinden menkul şahsın evlad-u ayalının
sadece arabalarına dikkat edilmesi dahi ne olduğunu sorgulamaya yetmez mi? Aha işte herif deveyi hamuduyla götürdü de ne oldu? Yaş haddinden yırttı! Bu en tepedeki ve en görünebilir örnek. Ya varoşlardan en adı sanı bilinmeyen kasabalara kadar cami yaptırma derneği, ilim yayma cemiyeti başkanlarının hayat standartlarının zart diye yükselmesine kim hangi yorumu getirecek? Ha tabii bal tutan parmağını yalar değil mi? Abi ne parmağı adamlar komple kovanı yalıyor, aymazlıkta sınır tanınmıyor. Gerçi benim bunlara dair söyleyecek pek sözüm yok. Sonuçta az evvel de bahsettiğim gibi karşılıklı rıza söz konusu. Benim sözüm siz sevgili yurdum sosyalistlerine. Bu uçsuz bucaksız kaynağı siz ne zaman keşfedeceksiniz? Lafa geldi mi, “Aklı bir parça eren insanların sosyalist olma zorunluğu vardır,” diye hava yaparsınız. Ve hakikaten kafa biraz sola eğik bütün abilerin, ablaların zehir gibi zekaları vardır. Gel gelelim iş örgütlenmeye dayanınca, koca bir tıss sesi. Oysa gayet güzel bir teşkilatlanmayla sizlerin de kaymak yeme imkanınız var. Gelecek güzel günlerin vaadiyle yola çıkıp, hatta hiç yalana dolana da bulaşmadan, yurdum insanının hem, “Bir koy üç al!” fikrinden, hem de, “Ne verirsen elinle o da gelir seninle,” duygusundan refah sızdırılabilinir. Asırlardır hasretle beklenen, saygıdeğer halkımın öcü diye bellediği sosyalizmle his köprüsü inşa etmek de cabası. İzlenecek yolun haritasını kıyak babında size sunayım isterseniz. Evvela kimi kimsesi olmayan, ya da kimi kimsesinde evladını adam etmeye dair özgüven bulunmayan yoksul kısmının çocukları devşirme geleneği ile toplanıp, yarıaçık cezaevini andırır yurtlara yerleştirilecek. Çocuklar okullarına buradan gidip gelecek. Bütün ihtiyaçları kurulacak bir cemiyet tarafından karşılanacak. Fazla renk belli etmeye ve civcivleri ürkütmeye lüzum yok, cemiyetin adı ‘Bilim Yayma Cemiyeti’ olacak. Dört koldan halk
KERİZ FENERİ
içerisine karışılıp yoksul çocuklarının topluma kazandırılması gibi ulvi bir amaç taşındığının reklamı yapılacak. Ki zaten bu reklamın yabana atılmayacak bir kısmı çocukların eşi, dostu, akrabası tarafından yapılacaktır. Sonra işin ne kadar ciddi olduğunu ispat eden makbuzlar karşılığında bağış kabulü hadisesine girilecek. Canım makbuz bastırmanın ne zorluğu olacak, “Efenim durumu olmayan ailelerin çocuklarını ışığa kavuşturmak tek maksadımız,” diye kafala lokal mülki amiri, matbaa en şekilli basım teknikleriyle donanmış vaziyette her köşe başında mevcut artık.
Esnafı unutmayın!
Toplanan parayla önceleri harbiden sadece çocukların beslenmesini ve barınmasını karşıla. Dikkat edilecek husus her kalem alışverişin başka bir esnaan yapılması. Toptan ayakkabı mı alacaksın? Her numarayı başka bir model, başka bir renkte, başka bir esnaan. Gömlek mi? Her bedeni farklı farklı renklerle, farklı farklı mağazalardan. Domatesi başka manavdan patatesi başka birinden. Pazarlıktan zinhar uzak durulacak ve esnafla bu alışverişin ne için yapıldığı geyiğine sakın girilmeyecek. Ha bi de ödemeler peşin olacak. Üç güne kalmaz benim cin esnafım senin yedi göbek şecereni, nereden gelip nereye gittiğini su gibi ezberler. Al sana yeni bir reklam kapısı. Sonra sonra zaten esnaf uyandırılan saygıya binaen sizinle sıkı fıkı olmanın bir yolunu bulacaktır. Yok canım abilerim, o saygı sizin esmerliğin bokunu çıkartıp kaşı gözü karaya erdirmenizin getirisi değil. Sıcak paranın ve yüklü alışverişin neticesi. Orayı yakaladıktan sonra durum zaten bi şekilde sizin kontrolünüzden çıkar. Sizin zorlanacağınız yer o para trafiğini yönetmektir. Biraz esnafı yemleyeceksiniz çürüğü çarığı sokuşturmasına müsaade edip. Biraz görev aşkıyla yana tutuşa sizin saflara dahil olan kimselerin cebini sulayacaksınız hepsi o. En nihayetinde de patlattınız mı mason locaları gibi bir teşkilatı? Bir aidiyet duygusu tesis edip, bir bizlik yaratarak bütün ekonomik faaliyeti o eksende döndürdüğünüzde, bir şekilde oluşuma dahil olmak isteyene, “Yok hacı, sarışınları kabul edemiyoruz kusura bakma!” deyip reddetme lüksünüz bile var. İyi de senin irşad ettiğin bütün tezgahı kurduk ama yürümedi, çöktü diyecekseniz, onun savunması da elimin altında hazır. Ne demiştik bir vakitler; “Saadet zincirlerimizden başka kaybedecek nemiz var?”
23
HAKAN GÜLSEVEN
hgulseven@reddiye.org
Pek çok kez gördük ki, ağalar namerttir. ‘Kurbanlık’ların ardına gizlenen, dansözlük yapan rezillerdir...
A
Ağalar üzerine birkaç söz...
ğalar rezil adamlardır. Birer bebek olarak ‘masum’ doğmazlar. Daha ilk andan itibaren, kan emici cedlerinden devraldıkları pis genetik özellikleri bir yana, hayata gaddar, hain ve iflah olmaz birer sömürgen olarak hazırlanırlar. Kapitalist gelişme toprağa olan bağımlılıklarını iyice azaltsa bile, onlar marabalarıyla olan ilişkilerinde feodal ayrıcalıklarından vazgeçmeyi bir an olsun akıllarına getirmezler. Ağalar adam vurur, maraba silahla birlikte jandarmaya gider, suçu üstlenir, ‘kurbanlık’ olarak senelerce zindanda çürür. Ağalar eroin kaçırır, milyonlarca dolarlık pis paranın, filo filo tırların, ucu bucağı görülmeyen sefahat dolu bir hayatın üzerine çöreklenir; işler ters gittiğinde ‘kurbanlık’ yakalanır, zindanda senelerce yatar… Ağalar hep iktidarların payandası oldular. Aşiretlerinin gücüyle her dönem Meclis’e onlarca onlarca yollandılar. Patron partileri onları, onlar patron partilerini satın aldılar. Dokunulmazlıkları resmileşti. Toprakları üzerinde inşa ettikleri dev malikanelerine devlet giremedi. Silahlı adamlarıyla,
ÖZÜR
o malikanelerinin bodrumlarında işkencehaneler kurdular. Devletin en yetkili ve de etkili isimleriyle pis pazarlıklara, iğrenç işlere daldılar; hep beraber kamyonlara çarpsalar da, iğrençlikleri asfaltlara saçılsa da, ağalara kimse dokunamadı. Ağalar her istediklerini elde edebileceklerini düşünürler. Onlar için ‘olmaz’ yoktur. Doğuştan gelme bir üstünlükleri olduğu sanısıyla büyütülmüşlerdir. Hem dünyanın öbür ucuna gitseniz de durum böyledir. ‘İlk gece hakkı’nı kendinde bulan ve evlenen kadınlara
ilk gecelerinde el koyan derebeyi de aynı soydandır. Tarihin bu pis tortusu iktisadi olarak belirsizleşse de, kültürel olarak kazınamamıştır; kapitalizme kendi kültürleriyle eklemlenen bu asalaklar topluluğu, yine üretime iltifat etmez, kısa yoldan para kazanma yollarının peşinde koşturur. Eroin baronlarının hemen hepsinin bu soysuz ağalardan çıkması tesadüf değildir. *** Diğer taraftan, hep destansı yanlarıyla bilinen efeler hiç de masum bir geçmişe sahip değildir. Pek çok efe, bir ağanın
beslemesi, dağdaki kanunsuz silahlı gücü olarak efeleşmiştir. Zaten büyük efeleri diğerlerinden ayıran da, ağa adamı olmamalarıdır. Misal, Çakırcalı Mehmet Efe ağalara kök söktürdüğü ve mazlumun yanında olduğu için büyüktür. Zaten Osmanlı da o yüzden onun peşine koskoca bir ordu takmıştır. Çakırcalı düzen bozandır. Ağalar düzen adamlarıdır. Ağalar eskimekte olan, çürüyen, kokuşan ne varsa onu temsil etmektedir. Ağalar sömürü üzerine kurulu toplumun en pis kalıntılarıdır. Ağalar kendilerini soylu zanneden soysuzlardır. Soyları kaçınılmaz olarak tükenecektir. *** Pek çok kez gördük ki, ağalar namerttir. Yaptıklarının arkasında duramayan, ‘kurbanlık’ların ardına gizlenen, dansözlük yapan, laf döndüren, küçüldükçe küçülen rezillerdir. Ağalardan hesap sormayan bir toplum, kendi onurunu inşa edemez. Marabalar maraba olarak kalmak istemiyorsa, ağalarla hesaplaşmak zorundadır… *** Fotoğraf mı? Konuyla ilgisi yok o fotoğrafın...
Dergimiz bayram tatili nedeniyle erken baskıya girmek zorunda olduğundan, bu sayıya mahsus olarak 24 sayfa basıldı. Gelecek sayılarda tekrar 32 sayfa yayınlanacaktır. Okurlarımızdan bu teknik sorun nedeniyle özür diliyoruz... bilgi@reddiye.org
www.redciyiz.biz
mSayı 25, Ekim 2008, Aylık süreli yayındır mYayımcı: LM Basın Yayın Ltd. Şti. mİmtiyaz Sahibi: Tuncay Akgün mYazıişleri Müdürü: Hakan Gülseven mMüessese Müdürü: Ali Yavuz mTel: 0212 292 95 65 (4 hat) mFaks: 0212 245 38 06 mAbonelik: 0212 292 95 65 mBaskı: LeMan Matbaası, Alüminyumcular Sanayi Sitesi C-5 Blok No: 7-8 Hadımköy/İST. Tel: 0212 858 00 93 (Pbx) mGenel Dağıtım: D.P.P. A.Ş. mAdres: Firuzağa Mah. Defterdar Yokuşu No: 19 Beyoğlu / İstanbul