Sayı 26, Kasım 2008-11,
3 ytl, -KKTC 3,25 ytl-
RED Lenin’den son saniye üçlüğü!
Pardon?! ‘Kapitalizm kazandı’ diyen kimdi?
V. MAHiR ÜKÜNÇ
günün renkleri bir gülüsün. sonucu oldugu zaman*
O, “…Üçkâğıtçının, pezevengin/Teslimiyetin ve mihnetin/Yolu uğramayacak bana…” diye ‘yüksek sesle’ söylemişti!..
“…Öteki hayata inandığın oldu mu? - Hiçbir zaman. Sen artık Ahmet olmayacaksın ki zaten. Kaktüs olacaksın, kaplumbağa olacaksın. Solucan. - Bu anlamda soğan olmayı bile düşünmüyorum. Konuyu kavradığım sanısındayım. Yaşadığımız tek hayat bu olacak. Ama ölümün insana acı ve üzüntü vermeyeceğine inanıyorum. Yani doğum yapması gibi mi kadının? - Yooo. Ölmek bitmek, tükenmektir benim için. Ölmek bu kadar yakın ve güncelse insanlar ne yapmalı? - Güzel yaşamalı. Güzel yaşamıyorsa, gelecekte insanlara güzel yaşamaları için zemin hazırlamalı…” 1989 yılında Cemal Süreya ile yaptığı söyleşide sarf etmiş bu sözleri Ahmet Kaya. ‘Soğan olmayı bile düşünmediğini’ söylerken ‘gülümsemiştir’ muhtemelen; yıllar sonra bu söylediklerinden birilerinin de haberdar olup ‘gülümseyeceğini’ düşünerek…
...
“Baş kaldırmayayım da, kıç mı kaldırayım!?…” Başkaldırıyorum albümünden sonra, hakkında açılan dava sonrası, onu, 1990’ların sonunda linç edecek olan basının, “Neden, kime başkaldırıyorsunuz?” yollu ısrarcı tahriki karşısında anlık bir tepkidir o yukarıdaki soru-cevap… Bu söylediği de her aklına geldiğinde yine ‘gülümsemiştir’ muhtemelen… Benim aklıma ise o her düştüğünde, içimden, Halim Şefik’ten alıp karanlık sularda yüzdürdüğü ‘Kılıçbalığı’ geçiyor: “Bu bir kılıç balığının öyküsü Yazılmasa da olurdu Ama bizi yeni sulara götürecek akıntı durdu Uskumrunun arkasından gidiyorduk Sürünün içinde ben de vardım Sırtımda bir zıpkın yarası Mutlu olmasına mutluydum Nedense gitmiyordu Kulağımdan bir türlü o ağ var sesleri Denizkızı girmiş düşünceme ben iflah olmam Dalyanları birbirine katmak orkinosların harcı Dolanınca çok geçmeden küserim Bir çocuk bile çeker sandal beni Bu kadar ağır olmasam Beni böyle koşturan yaşama sevinci Kanal boyunca, bir o yana bir bu yana Siz yok musunuz siz, derya kuzuları
2
Kestim kılıcımla karanlığın dibini Yakamoz içinde bıraktığım suları Ah aysız gecelerde olur ne olursa Sırtımda bir zıpkın yarası Atın beni mor kuşaklı bir takaya götürün İri gözlerimde keder kılıcımda hüzün Satın beni Satın beni Rakı için…” Gülümseyerek rakı içilmez diye bir kaide yok muhakkak, fakat 16 Kasım 2000’den bu yana o her albümünde beni / bizleri / “Hepimizi en içten devrimci duygularıyla selamlayıp, hoş geldiniz arkadaşlar” derken olmuyor, pek ‘gülümsenmiyor’, bunu başarabilmeyi arkadaşlarla da çok denedik…
… Çoğu 12 Eylül mahsulü seçmece öğretmenlerden oluşan kadroların ‘eğitimci’ sıfatıyla doldurduğu okullardan birinde: Çernobil’in zehirli radyasyonuna bulanıp paketlenmiş Fiskobirlik fındıkları ve süt servisi sonrasında, medeni cesaret gösterip tahtada şarkı söylemeye çıkan çocuklardan biri de ben olmuşumdur. “Bu yolda dönenler oldu / Mum gibi sönenler oldu / Yar göğsüne baş koymadan / Vurulup düşenler oldu” En çok da Yorgun Demokrat’ı söylemeye çalıştığımı hatırlarım. Öğretmenin/öğretmenlerin neye yoracağımı çocuk aklımla bilemediğim
yamuk-yumuk bakışlarının altında gerçekleşen bu küçük dinletilerin sayısı iki veya üçü geçmedi hiç. “Kim şarkı söylemek ister?” sorusu karşısında her defasında inatla havada tutmaya çalıştığım işaret parmağım, bir süre sonra tümden görmezden gelinmeye başlayınca ‘anladım’, şarkıda ya da bende ters-sakat ‘bir şeyler’ olduğunu beni ben yapan o ‘anlayış’a, Ahmet Kaya’ya: borçluyum… (Ve tabi o Ahmet Kaya kasetlerini İhsan Abi’nin dükkânındaki çift kasetçalarlı Pioneer’da, yine İhsan abi de dinlesin diye çoğaltan babama: borçluyum…) Ahmet Kaya denince ‘gülümsemenin’ benim için tek ve en fazla mümkün olduğu durum budur. Can Dündar tarzı gözü yaşlı ve ‘herkesi kucaklayan’ kolektif bir hüzün havasını daha da etkin kılmamak için bunu yazının sonunda değil de şimdi söylemek isterim…
…
Yokluğunda geçen sekiz yılda, dostlarının yazdıklarına bakıyorum da, çokları onun ‘İyimser Gülü’nü dikecek bir yer bulmuş! (Ahmet Kaya hakkındaki linç kampanyasını başlatıp, örgütleyip, yürütenlerin yazıp söylediklerine ben bu yazıda, yine onun sözünü tutarak hiç değinmeyeceğim: Çok önceleri çünkü o, “…Üçkâğıtçının, pezevengin/ Teslimiyetin ve mihnetin/Yolu
uğramayacak bana…” diye ‘yüksek sesle’ söylemişti!) Oysa Ahmet Kaya’nın, “Söyleyeceğim” dediği ve bu uğurda linç edildiği Kürtçe şarkılar ülke televizyonları ve radyolarında çoğunlukla ve neredeyse sadece, İbrahim Tatlıses’e serbest. O da, ağaların ve para babalarının düğünlerinde söylerken! Magazin programlarında ve üstüne yağdırılan dolarlar eşliğinde! Onun kalbini durduran linç kampanyalarından bir benzeri ise bu sefer kurşun olup Hrant Dink’i öldürdü! Hâlâ ‘Metris’in Önünde’ durup, hasret ve kahır yere vuruluyor… Hâlâ annelerebabalara sapasağlam alınan çocuklarının cesetleri teslim ediliyor… “…Beyler deresinde kardaş pusu kurdular/Dağda çadır çadır açtılar tüfek çaktılar/İlker kardeşi canımdan, canımdan vurdular/Yaşasak mı ölsek mi/ Karar vermek zor.” İlker Akman’ı andığı şarkısında olduğu gibi ve fakat bu sefer, yasal olarak basılıp dağıtılabilen bir dergiyi sokakta sattığı için Engin Ceber gözaltına alınıyor; gözaltında tutulduğu karakolda ve sonrasında tutuklanıp konulduğu Metris hapishanesinde gördüğü ağır ve insanlık dışı işkenceler sonucunda öldürülüyor… “Böyle bir dönemde yaşanan bu olaydan üzüntü duyuyorum… Devletim ve hükümetim adına yakınlarından özür diliyorum... Adalet Bakanı…” Çok az kimse soruyor; ‘böyle bir dönem’den kastedilen nedir? 12 Eylül’den sonra yaşadığımız 28. Eylül’de de hâlâ değişen hiçbir şeyin olmaması durumu mu? “…Ederler yine tombul tombul canım oy/Gelirler yine cılız canım oy/Kiralar yine azgın/Kuyruklar yine dilsiz/Yine mız mız sıkıntı, yine hep vıdı vıdı / Yine hep televizyon, yine hep Ortadoğu.” Hasan Hüseyin’den bestelediği ve 1985 yılında seslendirdiği yukarıdaki dizeler hâlâ bizleri anlatmaya devam etmiyor mu? Kasım’ın 16’sı Ahmet Kaya’nın, Ahmet Abi’nin ‘Geçici Ayrılığının’ 8. Yıldönümü. “İyimser o gülün yanaklarımızda açması” şimdilik pek mümkün görünmüyor, hâlâ “Göğsümüz daralıyor, Yüreğimiz kanıyor.” Buna da “Amenna”… “…Kısa çöp uzun çöpten Hakkını alır elbette Direnmekle kurtulmakla Barışla ben amenna.” *Louis Aragon
ÜMiT DERTLi Kimse kusura bakmasın, doğru yer tarif etmek ya da had bildirmek ne generallerin haddine düşer ne de Ahmet Altan-Yasemin Çongar’gillerin...
Doğru yer: Ali Usta’nın durduğu yer!
G
eçen ay içinde Genel Kurmay Başkanı basın önünde bir açıklama yaptı. İlginçti. Elleri titreyerek, vücudu titreyerek, sesi titreyerek, bacak arasından gol yemiş bir kalecinin ruh halinde esti, gürledi, etrafa tehditler savurdu. Adeta arkasında hizaya dizdiği kuvvet komutanlarına, “Tutmayın beni!” der gibi… Herkesi haddini bilmeye ve doğru yerde durmaya çağırıyor, “Yoksa biz sizi hizaya sokmasını biliriz,” demeye getiriyordu. Yapamayacağı bir şeyi söylediği o kadar belliydi ki… Aktütün Karakolu’na gerçekleştirilen ve 17 askerin hayatını yitirmesiyle sonuçlanan saldırının ordunun ihmalinden kaynaklandığını, dahası bilerek ve isteyerek bu saldırıya göz yumulduğunu ima eden gazete haberlerine çok sinirlenmişti General. Bu iddialar dikkate alınmayacak deli saçmaları olsaydı, muhtemelen üzerine bunca fırtına kopmazdı; en fazla yazılı bir açıklamayla geçiştirilirdi ama bu kez iddia sahiplerinin elinde ‘kapı gibi deliller’, boy boy keşif uçağı fotoğrafları, tarih, sayı ve imzasına varana kadar çarşaf çarşaf istihbarat rapor ve yazışmaları vardı. Nereden servis edildiği aşikar olan bu delillere ve delilleri servis edenlerin tam desteğine sahip olmanın verdiği güvenle olsa gerek, gazete ertesi gün yanıt verdi General’e. Taraf’ın başyazarı Ahmet Altan, “Asıl sen haddini bil General! Bizde daha neler var, feleğini şaşırtırız…” mealinde bir yazı yazdı. Hakikaten, daha o akşamdan bütün televizyonlar, ertesi gün neredeyse bütün gazeteler, kapıkulu tabiatlarının gereği olarak ‘doğru yer’ tabir ettikleri Genelkurmay’ın arkasında hizaya girerken, kulluk edecek başka kapı bulmuş olan Vaşington menşeli gazete/ ler kendi ‘doğru yer’inde dikilmeye devam ediyordu. Fethullahçıların, Sorosçuların ve liberallerin (‘liberal solcu’ değil, düpedüz liberal) büyük bir heyecan, mutluluk ve takdirle karşıladıkları bu duruş, tam da mahalle kabadayısını madara etmiş büyük mafya tetikçisinin kibirli, küstah duruşuydu. Zaten o mahalle kabadayısının öyle olduğu yerde hırsından sağa sola tehditler savurması, ‘tutmayın beni’ halleri de o tetikçinin arkasının sağlam olmasından kaynaklanıyordu. Düne kadar kendi arkasında olan ‘büyük efendi’ bugün ötekinin arkasındaydı, daha da kötüsü rakip belden aşağı vuruyor, üstüne bir de kıs kıs gülüyordu. Rezilliğin bu kadarı…
Ali Aslan 1951-...
Ali Usta... 1970’te Sivas Dev-Genç’in kurucusu, 12 Mart 1971’de mahpus, 70’ler boyunca demiryolu işçilerinin lideri, 12 Eylül’de devrimci yeraltı faaliyetinin örgütçülerinden, 1986’nın işkencehanelerinde, mapuslarında direnişçi, TKP-B ve ardılı TDP’nin liderlerinden, Hedef dergisinin kurucusu, sahibi... ve elektirikçi ustası... ve insanlık ustası...
“Kandil Dağı’nı BBG Evi gibi seyrediyoruz…” diye açıklama yapan bir ordu, seyrettiği yayının hangi kaynaktan geldiğini pek önemsemiyor olsa gerekti. Amerikan istihbaratıyla, Amerikan uçağıyla, Amerikan silahı ve Amerikan mermisiyle ve dahi Amerikan müsaadesiyle savaşan bir ordunun başındaki adamlar biraz daha basiretli olmalıydılar oysa. Bir yerleri ‘BBG Evi gibi’ seyrederken, daha doğrusu seyretmelerine müsaade edilirken, kendilerinin de BBG Evi gibi seyredilebilecekleri ihtimalini göz ardı etmemeleri gerekirdi o adamların.
General’in ‘doğru yer’i
İstihbarat subaylarının yazdığı raporlar daha mürekkebi kurumadan gazete sayfalarına düşüyorsa, ‘top secret’ ‘andıç’lar ertesi gün gastecilerin ağzına sakız oluyorsa, bu işte bir bokluk vardır elbet. Ancak bu bokluk, Amerika’nın bunları sırtından vurmasında değil, daha başından bunların Amerika’ya yaslamasındadır. NATO üyesi bir ordunun, göğsünde Amerikan liyakat madalyası taşıyan generalleri bu işlerin raconunu biliyor olmalıdır. Emperyalist siyasetin raconu, raconsuzluktur, her şeyi mubah sayışıdır; hukuk, ahlak yoktur orada. Dolayısıyla esas bokluk bunların emperyalist siyaset sahnesinde ikinci sınıf bir role soyunmalarındadır, yoksa esas oğlanın ahlaksızlığında değil. Sızlanmak, dövünmek, tepinmek nafiledir. Kendi düşen ağlamaz. Gelelim, General’in sözünü ettiği ‘doğru yer’ meselesine. Bir kere, Amerikan madalyalı NATO
generallerinin durduğu yer kesinlikle doğru yer değil. Aklın, vicdanın, onurun gözünden doğru yer olmadığı gibi, kendi çıkar ve itibarları bakımından bile doğru yer değildir. Emperyalizm hesabına, oraya buraya asker yollayan, Amerika’nın dünya halklarına karşı işlediği suçlara ortak olan, sabah akşam Kürt halkının tepesine bomba yağdıran, bu memleketin ezilenleri başlarını her kaldırdığında Jitem’iyle, kontr-gerillasıyla, jandarmasıyla, Veli Küçük’üyle, Korkut Eken’iyle, cuntasıyla, muhtırasıyla onların üzerine kabus gibi çöken, Amerika’nın ‘Bizim Oğlanlar’ının durduğu yer doğru yer olabilir mi? Milli boğazlaşma siyasetinin, halkların birbirine düşman edilmesi siyasetinin, emperyalizmin taşeronluğu siyasetinin yürütüldüğü yer doğru yer olabilir mi? General’in bir çağrısıyla hemen onun arkasında saf tutan kapı kulu takımının, sahibinin sesi gasteci televizyoncu tayfasının, aydın namusundan nasibini almamış sözde ‘aydın’ soysuzların durduğu yer peki?.. Ya öbür tarafta, “Haddini bil general!” deme cüretini gösterenlerin, bu cüreti doğrunun ve haklının yanında dürüst, namuslu, gözü pek bir şekilde durabilme cesaretinden aldıklarını, bu duruşlarının sonuçlarını yiğitçe göğüsleyebilecek dirayette olduklarını mı sanıyorsunuz?.. O cürete alkış tutanların o cesaret ve dirayeti paylaştıklarını mı düşünüyorsunuz? Amerikan projesinin basit bir enstrümanı olmaktan başka bir numarası bulunmayan matbuatında, CIA’nın servis ettiği haberleri dolaşıma sokmak gazetecilik başarısı mıdır sizce? Her gün her saat emperyalizmin,
sermayenin çıkarı doğrultusunda propaganda yapmak, her fırsatta sola, sosyalizme, devrimcilere sövmek hangi yerin gereğidir? Ve demokrasi adına bunlara çanak tutmayı, temiz toplum adına bunların peşine takılmayı mı gerektirir doğru yerde durmak? Vaşington-Brüksel gazıyla demokrasi çığrılan ve Soros fonlarıyla ‘açık toplum’ bağırılan korunaklı sırça köşkler midir doğru yer dediğiniz? 15 seneyi aşkın bir zamandır bu memlekette siyasetle haşır neşir olan, ve hep ‘doğru yer’de durmaya çalışmış biri olarak bizzat yaşayarak öğrendiğim bir şey var: Doğru yerde durmanın bir bedeli vardır. Bu memlekette namuslu, onurlu, dürüst kalabilmenin, devrimci kalabilmenin, hatta insan kalabilmenin ağır bir bedeli var hem de. Gazeteciler, enselerinden tek kurşunla öldürüldü bu memlekette, gazete binaları bombalandı, işkencelerde, hapislerde ömür tükettiler namuslu aydınlar, hâlâ da tüketmeye devam edenler var ‘doğru yer’de durabilmek, orada kalabilmek, kirlenmemek, insanlığını yitirmemek adına. Hal böyleyken, kimse kusura bakmasın, doğru yer tarif etmek, had bildirmek ne generallerin haddine düşer ne de Ahmet Altan-Yasemin Çongar’gillerin.
Ali Usta’nın durduğu yer
General’in haddini aşıp ‘doğru yer’ tarifi yapmasından birkaç gün sonra, 57 yıllık hayatını dosdoğru yaşamış bir büyük komünisti, yoldaşım, öğretmenim, ustam Ali Aslan’ı sonsuzluğa yolcu ettik. 20 yaşını 12 Mart zindanlarında karşılamış bir gençlik önderi, Sivas ve Ankara demiryolu işliklerinde devrimci örgütlenmeye önderlik etmiş bir demiryolu işçisi, 80’lerin çetin koşullarında yeraltı faaliyetinin yapı ustası, sayısız defa girdiği işkencehanelerde işkencecileri bile bezdirmiş bir direnişçi, uzun yıllarını geçirdiği zindanların uslanmaz mahpusu, TSİP, TKP-B, TDP örgütlerinin kurucu ve liderlerinden, 40 senelik siyasal yaşamının her anında işçi sınıfı ve ezilen halkların yanında olmuş Ali Usta’ydı o. Dostları ve yoldaşlarının Ali Usta’sı. Hayatı boyunca, hatta son günlerine kadar bilfiil çalışarak geçimini sağlamış bir elektrikçi ustasıydı. Ölümünden hemen önce, ardından methiyeler düzülmemesini vasiyet etmiş bir tevazu ustasıydı. Hayatı boyunca hep doğru yerde durmuş bir insanlık ustası. Ali Usta’ya iyi bakın. Doğru yer, onun durduğu yerdir...
3
mantar tarlası
“Banal milliyetçilik yada ırkçılık Michael Billig’in mükemmel eserinde (Banal Nationalism) belirttiği gibi yaygınlaşmaya çok daha müsait bir yapı arzediyor. Çünkü bu tip ırkçılık, adı konmayan, inkâr edilen, sanki yokmuş gibi varsayılan, hatta tamamen karşıt olunduğu sanılan hastalıklı bir zihinsel alışkanlık... Türk solculuğunun merkezî ve kilit bir figürü olan Deniz Gezmiş de, Türk popüler kültürünün kilit bir figürü olan Okan Bayülgen de bu alışkanlığın taşıyıcısı olabiliyor...” Taraf yazarı Rasim Ozan Kütahyalı... Yazık, kendisinde cevher var da o yüzden köşe yazdırıyorlar sanıyor... Ha, bir de kendini solcu diye tanıtıp aynı gazetede yazan, o gazeteye sahip çıkan soysuzlar var... Onlar ayrı mevzu... *** “Elim kalem tutalı beri, tek bir istisna hariç, ABD’deki her başkanlık seçimi öncesinde daima Demokrat Parti adaylarını destekledim.” Hadi Uluengin, Hürriyet yazarı... 1) Bize ne?! 2) Amerikalıların da çok umurundaydı sanki. 3) Ne biçim bir şeymişsin sen yahu arkadaş!.. *** “4 Kasım’da ABD’de yapılacak seçimler her ne kadar Amerikalıların seçimi gibi gözükse de hiç olmadığı kadar hepimizin seçimi.” Eyüp Can, Referans Gazetesi Yayın Yönetmeni, Elif Şafak’ın kocası, Amerikan seçimi müptelası... *** “Benim kart göstereceğim futbolcu Karabaş gibi yanıma gelecek. Ben kart göstermek için düdük çalarsam ve futbolcu arkasını dönüp giderse o benim için köpektir.” Ahmet Çakar, eski hakem, futbol yorumcusu... Ne yapsın adam, memleket Karabaş dolmuş, fino dolmuş, herkesi öyle sanıyor.. *** “Krizlerimizi kronik hastalık gibi sürekli hale getirmeyelim Artık hepimiz biliyoruz ki “Kriz” aynı zamanda “Fırsat” da demektir. Gerçi Çin yazı dilinde “Kriz”i ifade eden kelimenin “Tehlike” ile “Fırsat”ı içerdiği inancı, uzmanlarca doğrulanmadı. Ama Çince’de böyle olmasa da krizler, yeniden düşünmek, hataları saptayıp bunları düzeltmek ve yarına daha sağlıklı bakabilmek için fırsat yaratırlar. Ne var ki, krizler bireylerde de, toplumlarda da ruhsal reaksiyonlar yaratırlar. Bu reaksiyonlara örnek olarak, korku, öfke, suçluluk duygusu, şok, inkar, stres ve benzeri ruh hallerini verebiliriz. Hatta bazen bu ruh hali bireylerde de, toplumlarda da “Panik atak”lara dönüşebilir. O zaman kriz fırsat olmaktan çıkar, yeni krizlerin kaynağı olur. Şu anda biz Türkler bütün dünyanın yaşadığı “Ekonomik kriz”in endişelerini hissediyoruz.” Mehmet Barlas, köşe şeyi, şey köşesi... Geri zekalı bir klişeyi alıyor, köşede eviriyor, çeviriyor, ‘Biz Türkler ekonomik krizin endişesini hissediyoruz’ diye vecize yumurtluyor... Eee? Başka? *** “Makul Kürtlerin taleplerini AKP karşılayabilir mi? Makul Kürtlerin neler talep ettiğini az çok biliyoruz. Onların, rejim olarak cumhuriyetle, simge olarak bayrakla, resmi dil olarak Türkçeyle, ve mevcut sınırlarla (hudutlar) temel bir sorunu bulunmuyor. Güneydoğu’daki vatandaşların çoğunluğunu oluşturan Makul Kürtler, birlikte yaşamayı savunuyor...” Emre Aköz, Sabah gazetesi köşelerinin makul ölçülerde değerlendirilemeyecek şeyi... Eskiden tavla yazardı, şimdilerde karısıyla beraber Abdullah Gül resepsiyonlarından çıkıp siyasi zırva yazıyor... En son ‘makul Kürt’ keşfine çıkmış!.. *** “Seray Sever’in suçu ne? “Atatürk hem Kurtuluş Savaşı’nı yapmış hem de iki kadını idare etmiş” demek! Halbuki bence bu ciddi iltifat. Asıl sorun tam da idare edememesi değil mi?!” Nur Çintay A. Radikal yazarı, Türkiye’nin zeka küpü...
4
Çok mutluyuz! ‘Devlet baba’ özür diledi!..
2
8 Eylül’de legal Yürüyüş dergisini dağıtırken gözaltına alınıp daha sonra tutuklanan ve hem karakolda hem de cezaevinde gördüğü işkenceyle katledilen Engin Ceber’in ölümü ardından Zaman gazetesinin 15 Ekim tarihli manşeti: “Devlet özür diledi!..” Haberin spotu ise şöyle: “Türkiye’de dün tarihi bir olay yaşandı. Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, cezaevinde işkenceyi kabul ederek, ölen tutuklunun yakınlarından özür diledi. İhmali görülen 19 kişiyi görevden alan Adalet Bakanı’na insan hakları örgütlerinden de destek geldi.” Gülelim mi ağlayalım mı? Önce öldür, sonra özür dile... Yandaş basın da fırsat bu fırsat bakanı alkışlasın. Neymiş efendim, ilk kez devlet adam öldürdüğü için özür diliyormuş. Birazcık onurları olsa istifa ederler. Şimdi İçişleri Bakanı ve Savcıların performansını da bekliyoruz... Açığa aldıkları 19 işkenceci elemanı terfi ettirip, arkasından da özür dilemeseler bari...
Sızıntı haber nasıl ve nereden gelir?..
A
raştırma yapmayan araştırmacı gazetecilerin hepsi bilir; oturduğunuz yerden haber yapmanın en kolay yolu, arada bir masanızın çekmecelerini karıştırmaktır. Bir gün bir bakarsınız, birileri haberiniz olmadan çekmecenize kocaman bir dosya bırakıvermiş. Açarsınız dosyayı, ülkenin siyasal gündemini alt-üst edecek bir belge bırakılıvermiş... Kim tarafından mı? Orasını karıştırmayın canım... Ülkemizde en tanınmış ‘araştırma yapmayan araştırmacı gazeteci’, bir zamanlar Hürriyet gazetesinin en çok okunan yazarıyken hükümetin baskısıyla amiral gemisinden kovulan Emin Çölaşan’dır. Çölaşan, geçmişte büyük ses getiren sızıntı haber dosyalarıyla kendisine basın tarihimize geçecek bir gazetecilik kariyeri inşa etmiştir. Bu kariyerin ne kadarı kendisine, ne kadarı ona bu dosyaları ulaştıran adı gizli kaynaklarına aittir, o ayrıca tartışılır tabii. Emin Çölaşan, zamanında, kendisine kiloyla gizli dosya ileten bu haber kaynaklarını topluca ‘minik kuş’ olarak adlandırmıştır. “Ay, minik kuş bugün de camıma gelip tıklattı... Meğerse elinde bir yolsuzluk dosyası varmış, onu getirmiş bana... vay anasını sayın seyirciler... breh breh” tarzı giriş cümleleri, adeta birer Emin Çölaşan klasiğidir. Sonraları, Çölaşan, “minik kuş”un emekli olduğunu, artık kendisine belge getiremediğini açıklayarak, araştırma yapmayan araştırmacı gazetecilikten azletmiştir kendisini. Yine de, gazeteciye gizli dosya nasıl gelir; neden gelir; ne zaman gelir; kimden gelir... gibi sorulara (5n+1k aslında bu mudur?) zaman zaman açıklık getirme gereği hissetmiştir. Bir defasında mesela, şöyle yazmıştır Çölaşan: Özellikle kamu görevlilerinden, bürokratlardan gelen bilgiler her açıdan çok önemlidir. İktidarların güçlü olduğu dönemlerde bürokratlar suskunluğa girer. Yanı başlarında yapılanları görmezden, bilmezden gelirler. Gerçek nedeni de güçlü iktidardan çekinirler. Ne zaman ki iktidarlar yıpranmaya başlar, işte o zaman bürokratlar dışarıya açılmaya başlar! İktidarın hoşlanmayacağı belgeler ve bilgiler el altından basına sızdırılır. Bürokrat, siyasal iktidarların ayar taşıdır. Biz
gazeteciler biliriz ki, onlar şu veya bu biçimde yakınmaya başladıysa, basına sızdırmalar devreye giriyorsa, iktidar gücünü yitirmeye başlamıştır. Günümüzde de aynen böyle. Bu işler birdenbire olmaz. Yavaştan başlar ve sizin elinize en önemli siyasal göstergeyi verir. Biz bunu her iktidar döneminde istisnasız ve aynen böyle yaşadık. Bu ölçü, bu gösterge şimdiye kadar hiç şaşmadı, yanılmadı.” Demek ki neymiş? “Ne zaman iktidarlar yıpranmaya başlar(mış), o zaman bürokratlar dışarıya açılmaya başlar(mış).” Emin Çölaşan’ın da orada burada dolaşıp istihbarat toplayan “minik kuş”u, o bürokratlarla irtibat kurarak doyaları ele geçirir(miş). Şimdi gelelim asıl meramımıza... Hepimiz biliyoruz ki, iktidar, güç, hegemonya denilen şey, sadece siyasi iktidarlar veya hükümetlerle sınırlayabileceğimiz bir kavram değil. Hele hele Türkiye gibi kim tarafından yönetildiği konusunda sıklıkla kuşkuya düştüğümüz ülkelerde, iktidarı, gücü, hegemonyayı temsil edenler olaylara ve durumlara göre değişebiliyor. Nitekim Faucault da gücü tanımlarken şunları söylüyor: “Güç, bir kurum değildir, bir yapı da değildir; doğuştan bahşedilmiş bir kuvvet ise hiç değildir. Güç, belli bir toplumda ortaya çıkan karmaşık stratejik durumların bir tezahürüdür.” Adam ne de güzel demiş... Nitekim, bir garip ülkemizde de, güç, iktidar ve muktedir olma mücalesinde siyasal iktidarlar kadar (bazen onlardan da çok) bürokrasinin, ordunun ve iş
dünyasının karmaşık stratejik manevralarına tanıklık etmişliğimiz vardır. Adına yurttaş denen ve sözde bir demokrasi yutturmacasında “kendisini yönetenleri özgür iradesiyle seçtiği” iddia edilen kitlenin ise sesi çıkamaz pek. Onun sesini duyurması beklenen aracı ise medya. Medyanın ise, tüm bu karmaşık stratejik çatışma alanında (güç mücadelesi) nerede duracağı, kimi referans alacağı, kimimlerin sesini duyurup, kimleri görmezden geleceği tamamen bir seçim meselesi. Günümüz sınıflı toplumlarında, piyasa ekonomisine teslim olmuş bir grup anaakım medyanın her daim üretim araçlarını elinde bulunduranların ve değişen hükümetlerin sözcülüğünü yaptığı yapısal bir yanlılıktan söz ediliyor. Yine Emin Çölaşan’ın ibretle okuduğumuz “Kovuldum ey halkım unutma bizi” adlı ortaokul günlüğünde pek güzel örneklendirildiği üzre, basınımız bir dönem hükümetlerle iş bitirebilmek için iktidarlarla can ciğer kuzu sarmasıyken, başka bir dönem gelince de hükümetlere düşman olabiliyor. Asıl mesele, gemiyi yüzdürmek... Asıl mesele, çıkarları korumak... Kimin gemisi ve kimin çıkarı?... diye sesinizi yükseltecek olsanız; “devletin âlî çıkarları” veya “ülkenin bölünmez bütünlüğünü” veya “milletin menfaatleri” türünden genellemelerle cevap veriliyor. Hepimiz biliyoruz ki, o âlî çıkarlar, aslında hep baskın bir sınıfın, grubun ya da güç odağının çıkarlarına denk düşüyor. Her gün sesimizi duyurur, hakkımızı savunur diyerek başvurduğumuz
ESRA ARSAN yaygın medya, gerçekte güç odakları arasındaki stratejik manevralara yataklık ediyor. Kimdir bu güç odakları? Bazen hükümetler, bazen ordu, bazen iş dünyası, bazen de devlet mekanizması içine çöreklenmiş ideolojik aygıtlardan bir diğeri (aile, okul, din, polis teşkilatı, gözetimevleri, mahkemeler, hapishaneler, vs.). İşte bu güç odakları aleyhine yazmak, çizmek tabularla savaşmak gibi ülkemizde. Bizimki gibi demokratikleşme özürlü, askeri darbelerle berelenmiş, insan hakları ihlallerinde altın madalyalı, polis devleti esası üzerine kurulmuş ülkelerde devletin ideolojik aygıtlarını sorguluyorsanız, başınıza iş alıyorsunuz.
Kaynak akışı!
Taraf gazetesi, bir süredir orduyu, ordunun devlet içinde konumlanışını ve Güneydoğu’daki savaş pratiğini sorgulayan yayınlar yapıyor. Bir zamanlar “minik kuş”un Çölaşan’a ulaştırdığı türden dosyalar, belli ki bu sefer de başka kaynaklardan Taraf gazetesine akıyor. Ordunun içinden çıkıp geldiğini düşünebileceğimiz bu belgeler, muhtemelen sadece Taraf gazetesine servis edilmiyor. Benzer belgelerin ulaştığını düşündüğümüz bazı başka yayın organları, belli ki bu belgeleri yayımlamak istemiyorlar. (nedenleri için bkz. yukarıdaki paragraflar). Taraf’ın 14 Ekim’de yayımladığı Aktütün haberindeki belgeler, ordu tararından yalanlansa da, askerin PKK’nin Aktütün’e saldırı hazırlığı içinde olduğunu önceden bilip, yeterli tedbiri almadığı kuşkusunu doğuruyor. Dört ayrı resmi belgeye dayanılarak hazırlanan bu haberler, zamanında Emin Çölaşan’ın dediği gibi, gücünü yitirmeye başlayan iktidarların (mesela ordunun) içinden sızıntıların artmakta olduğunun bir göstergesi olarak da okunabilir. Paşalar ve paşaların başbakanları sansürün keskin kılıcını gazetecilerin üzerine doğru savursa da, yıpranan iktidarlar oldukça, daha çook sızıntı haber çıkacaktır gündeme... Yeter ki tarafımızı barış, adalet ve sınıf mücadelesinden yana koyalım. Ve yeter ki, toplumdaki karmaşık stratejik güç ilişkilerinde daima kamunun yanında yer alalım.
İsmet Berkan’ın kapitalizm cehaleti...
T
üm dünyayı sarsan ekonomik kriz, Türkiye’de de analiz edilmeye çalışılıyor. Kapitalizmin itibar kaybı tartışılırken, gazetelerin ekonomi sayfaları, neo-liberal ekonomistlerin istilasından kurtulup Marksist ekonomistlere açılıyor yeniden. Bu arada, olan biteni kendince yorumlamaya çalışan Radikal gazetesi genel yayın yönetmeni İsmet Berkan’ın 12 Ekim tarihli “Kapitalizm Çöküyormuş” başlıklı yazısı dikkatimizi çekiyor. Başlı başına kapitalizmin kaybolan itibarını geri verme çabası olarak nitelendirebileceğimiz bu “çalışma”, konunun uzmanı ekonomistlerin de ilgisine mazhar oluyor haliyle. Ahmet Tonak, Nail Satlıgan ve Sungur Savran’ın Birgün gazetesinde Berkan’a verdikleri yanıt, mutlaka kesilip saklanması gereken bir eser niteliğinde. Aşağıda web linkini
bulacağınız yazının tamamını okumanızı tavsiye ederken, Berkan’ın bahsi geçen konudaki cehaletini anlatan bir iki matrak bölümü burada alıntılamadan geçemeyeceğim:
‘Leninist ekonomi’ mi?!
Berkan: “Bunu (kapitalizmin çöktüğünü) söyleyenlerin kapitalizmden neyi kastettikleri tam olarak anlaşılmıyor ama piyasa ekonomisi, diyelim geçmişte Sovyetler Birliği’nin uyguladığı ve belki adına “Leninist ekonomi” demek gereken sistem gibi sentetik bir sistem değil ki ortadan ansızın kaybolsun.” Tonak ve diğerleri: “Kapitalizmden neyi kastettikleri anlaşılamayanlar Marksistler değil, olsa olsa bu son bunalım vesilesiyle ‘k’ ile başlayan iki kelimeyi (kapitalizm ve kriz) yeni
keşfeden anti-Marksistlerdir. Marksistler fırsat buldukları her yerde kapitalizmin üretim araçlarında bir azınlığın özel mülkiyetine ve bunun beraberinde getirdiği emek-sermaye karşıtlığına dayanan bir sosyoekonomik düzen olduğunu söylüyorlar. Oysa Berkan, bakın bize kapitalizmi nasıl tarif ediyor: “Ortada bir pazar yeri (sic) durduğu, satıcı ile alıcılar burada belli bir fiyatta anlaşıp değiş tokuş (sic) yaptığı sürece piyasa ekonomisi de olacak, kâr hırsı da, risk iştahı da…”
Bugünün tekelleşmiş (oligopolleşmiş) kapitalizmini bir köy panayırı merceğinden gören Berkan bir de kapitalizmi eleştirenlerden “Bu insanlar, gerçekte 1940 öncesinde yaşıyorlar!” diye bahsedebiliyor. Bugünün kapitalist piyasalarında alıcılar ile satıcıların fiyat pazarlığı ve “değiş tokuş” yaptığı izlenimini veren ya da bunu zanneden Berkan 1940 da değil, 1840 öncesinde yaşıyor, bir. İkincisi, ekmeğin ve sütün nasıl alındığını bile bilmiyor...” Yazının tamamını okumak için: http:// web.me.com/eatonak/page10/page10.html
5
DÜNYA TURU
İTALYA
1
7 Ekim’de İtalya’nın önde gelen sendikalarının (Cobas, Rdb, Sdl) öncülük ettiği ve katılımcılarını öğrencilerin, kadrolu-kadrosuz eğitim emekçilerinin ve çeşitli gençlik kesimlerinin oluşturduğu toplumsal muhalefet, ‘Gelmini Reformu’na karşı Roma’da greve gitti. Geniş bir katılımın gözlendiği eylemde, kötü hava şartlarına rağmen, Alternatif Komünist Parti olarak biz de tüm gücümüz ve araçlarımızla yerimizi aldık. Öğrencilerin, göçmenlerin ve işçilerin uyanışı 2006 yılında Prodi Hükümeti’nin kuruluşundan bu yana gerçekleştirilen en büyük grev olma özelliğini taşıyan bu eylem, aynı zamanda işçi sınıfının ve öğrencilerin sosyaldemokratlar tarafından hükümette ‘Kardeş Hükümet’ olarak ‘temsil edilmesinin’ yarattığı sendromun hemen ardından, devleti yöneten patron sınıfına karşı gerçekleştirilen ilk uyanış hareketinin de işareti olma özelliğini taşıyor. Yeni kurulan ve Berluconi’nin başkanlığını yaptığı radikal sağ
MISIR/SURİYE
Mısır, İsrail’in Gazze işgalini protesto eden göstericileri tutukladı Yasadışı ilan edilmiş Müslüman Kardeşler üyesi olduğu söylenen 32 kişi ayrı ayrı noktalarda, İsrail’in Gazze işgalini protesto etmek ve yasadışı örgüt üyeliği gerekçeleriyle tutuklandı. Müslüman Kardeşler 2005 yılında Mısır’da yasaklanmış olmalarına karşın, ülkedeki en güçlü muhalefeti oluşturuyor. Bağımsız adaylarla girdikleri seçimlerde meclisin beşte birini ellerinde bsulunduruyorlar. Mısır, Gazze’yle sınırı olmasına rağmen, İsrail ablukası altında can çekişen Filistinlilere kapılarını açmayarak, Ortadoğu’da emperyalistlerle işbirliği yapan diktatörlüklerin başını çekiyor. Yeni yüzyılın en acımasız ve ağır koşullara göre, insan eliyle yaratılmış açık hapishanesi olarak nitelenen Gazze’deki koşullardan, İsrail-ABD emperyalizmi kadar, Mısır’ın
hükümetin hayata geçirdiği (faşistlerin de
uyguladığı politikalar da sorumlu… Şam’daki Filistin mülteci kampında çatışma çıktı Geçen haftalarda Şii haç bölgesinde patlayan bomba ile gündeme oturan Şam, son olarak başka bir saldırıyla sarsıldı. Şam’da Filistinli mültecilerin en yoğun olarak yaşadığı Yarmuk’ta, kim oldukları belirlenmeyen üç kişi polise saldırdı. Saldırganlardan ikisi saldırı sırasında ölürken, diğer saldırgan Suriye polisi tarafından canlı ele geçirildi. Üzerinde patlayıcı taşıyan şahsın da, saldırıyı yapamadan etkisiz hale getirilmiş olduğu açıklandı. Geçen sene Lübnan’da 35 binden fazla insanın bir haftada evsiz kalmasına neden olan Nahr El-Barid Mülteci Kampı’ndaki İslamcı ayaklanma yaşanmıştı. Filistin içinde Hamas ve El Fetih’in iç savaşa kadar varan
etkin desteğiyle) ve sosyal devlete yönelik birçok saldırı içeren uygulamaların ardından gelen 17 Ekim grevi, bu saldırılara karşı toplumsal mücadelenin gerçek anlamda geri geldiğinin de işareti sayılabilir. Bankerler-patronlar ve onların politik temsilcileri, Prodi’nin iki yıllık hükümeti
süresince işçileri, öğrencileri ve göçmenleri ‘Sosyal Demokrat Hükümet’ illüzyonuyla uyutmayı (ta ki geçen aya kadar), onları örgütsüz ve hükümetin politik saldırılarına karşı cevap vermede kararsız ve çekimser kılmayı başarmıştı. 17 Ekim Grevi’nin örgütlenmesinde ilk adım 4 Ekim’de göçmenlerin uğradıkları saldırı-aşağılanma ve ırkçı uygulamaları protesto etmek için bir bildiri yayınlamalarıyla atıldı. Bu bildiriyle eş zamanlı olarak da İtalya’nın her kentinde öğrenciler ‘Gelmini’ye Hayır!’ sloganıyla kitlesel gösteriler düzenlediler... 17 Ekim’den sonra ne yapmalı? Grevin ardından kazanılan motivasyon ve mücadele coşkusuyla İtalya’da toplumsal muhalefetin odağını oluşturan çoğu öğrenci-işçi ve göçmenlerin üzerinde ortaklaştığı yargı şudur: Kapitalizmin küresel ekonomik krizinin etkilerini henüz yavaş yavaş hissettirdiği yıkım, tüm dünya ülkelerindeki yoksulların ve işçilerin başlarının üzerinde bir kılıç gibi sallanmaktadır. Alternatif Komünist Parti olarak bize de, kapitalizmin krizlerinde doğrudan işçi sınıfının ve yoksulların üzerine fatura edilen yıkımlara karşı mücadeleyi yükseltme, kitlelere yayma ve asla geri çekilmeme sorumluğu düşmektedir… (Melisa B.)
anlaşmazlıkları üzerine, Suriye’de böyle bir çatışmanın çıkması, Filistin sorununun Arap ülkelerindeki mülteci kampına yansımaları
konusunda endişe uyandırıyor. Ve elbette, gelecekte bu çatışmanın nasıl cereyan edeceği konusunda soruları akla getiriyor...
RED muhalefeti ekranda!
Filiz Aslan’la 4. VARDiYA her cuma, saat 20:30’da
DEM TV’de...
DEM TV, uydudan ve D Smart’tan izlenebiliyor... (D Smart’tan özellikle talep etmek gerekiyor.) Uydu alıcıları için: TURKSAT 1C, Frekans: 11996, SR: 26000, FEC:5/6 Dikey
6
Hazırlayan: BiLGESU SÜMER
PARAGUAY
L
ugo hükümeti altında katledilen ilk çiftçi Melgarejo için Alto Parana’lı Köylü ve Topraksızlar Hareketi (ASAGRAPA) uluslararası bir kampanya başlattı. Paraguay’da ‘mono kültür’ tohum dayatmaları ve topraklara el konulması nedeniyle birçok yoksul
KOLOMBİYA
K
olombiya’daki emperyalizm destekli Uribe hükümetine karşı farklı emek örgütleri ortak bir eyleme hazırlanıyor. Bunların içinde yargı çalışanlarından, şeker kamışı tarlalarında çalışanlara kadar geniş bir yelpazeden emekçiler bulunuyor. Eylül ayında, önce genel bir yürüyüş sonra da iş durdurma eylemi yapmak için örgütlenen emekçiler, Uribe’nin baskıcı, neo liberal ve savaş yanlısı hükümetiyle bu eylemler aracılığıyla yüzleşiyorlar. Uribe hükümeti geçtiğimiz yaz aylarında Venezüella ve Ekvator ile FARC gerillaları sebebiyle bir kriz yaşamış, Latin Amerika’daki sol hükümetlere karşı ABD
köylünün yerinden edildiğini ve Melgarejo’nun da bu baskılara ve dayatmalara direnen köylülerden biri olduğu bildirilen açıklamada Alto Parana’lı Köylü ve Topraksızlar hareketi olayların aydınlatılması, taleplerinin duyurulması ve yoksul köylü hareketinin
emperyalizmi destekli bir saldırganlık sergileyeceğini iyice açık etmişti. Eylem hazırlığı içindeki sendikalar ve örgütler, yaptıkları açıklamada, bu eylemlerin yeterli olmadığını bildiklerini belirterek, yolsuzluğa batmış ve baskıcı Uribe hükümeti düşene kadar mücadeleye devam edeceklerini açıklıyor. Ulusal bir örgütlenme ve seferberlik çağrısı ile sendikaların tabanlarının, köylü örgütlerinin de katılımıyla, hem resmi baskılara hem de paramiliter oluşumlara karşı yargıda ve şeker kamışı tarlalarında çalışan emekçilerin yanında duracaklarını ilan ediyorlar.
vahşet yoluyla bastırılmasının kınanması için imza topluyor. İmza Çağrısı Sin Tierra del Alto Parana (Alto Paranalı Topraksızlar) mensuplarına karşı yapılanların vahim durumu içinde, 2008 Ekim’inin ilk günlerinde çiftçi Bienvenido
Melgarejo’ya yönelik kaçırma, işkence ve suikastın sonucu olarak, imza atanlar olarak şunu diyoruz: a. Bizlere ve ülkenin başka bölgelerindeki köylü hareketlerine hükümetin yaptığı baskıları kınıyoruz; b. Bienvenido Melgarejo’nun ölümünden, hükümetin yerinden etme, baskı yapma siyasetini sorumlu tutuyoruz; c. Baskıların sonuçlarının soruşturulmasını ve zulümden, işkencelerden ve suikastlardan sorumluların örnek cezalara çarptırılmasını talep ediyoruz; d. Yaşamı koruyan ve garanti altına alan radikal bir toprak reformu için mücadele edenlerle tam dayanışma içindeyiz. ASAGRAPA asagrapa@yahoo.com
MEKSİKA
M
orelos eyaletinde eğitim emekçilerine saldırı... 29 Eylül’den beri eyalet başkentine kırk dakika mesafedeki Xoxocotla’yı işgal eden öğretmenler sendikası üyelerine ekim ayı boyunca birden fazla polis saldırısı düzenlendi. Her saldırıda birçok kişiyi yaralayan ve kanunsuzca tutuklayan federal polis ve baskıcı hükümete karşı direniş devam ediyor. Öğretmenler sendikası Meksika’da son yıllardaki sosyal hareketler içinde yer almış bir sendika. Geçtiğimiz seneler boyunca Oaxaca, Tabasco, Guerrero ve Baja California gibi ülkenin farklı
köşelerindeki eyaletlerde maaş artışı talepleriyle örgütlenen ve federal hükümetin baskılarını ve polis saldırılarını göğüslemek zorunda kalan sendikanın Morelos eyaleti temsilcileri de, sosyal adalet taleplerine karşı cop ve biber gazı aldılar. 9 Ekim günü çıkan çatışmada, en az on kişiyi yaralayan polis, aynı ayın içersinde birkaç saldırı daha da düzenledi. İşgal ettikleri yerlerden, talepleri dinlenmedikçe çıkmamaya yeminli öğretmenler, bazı yoldaşlarının kayıp olduğunu da duyurdu.
7
Özgür eşeklerin dostları kimlerdir? Eşeklerin ‘çevreci dostları’nın alacakları parasal yardım olmasa onlarla ilgilenecekleri bile şüpheli!.. Yine tesadüf bu ya, sivil toplum örgütlerine onlar ve benzer bahanelerle yapılan yardımların zamanlaması Kıbrıs görüşmelerinin en cafcaflı anlarına rastlıyor...
Ö
nceleri evcil iken, 1974 savaşı sırasında insanların tutsaklığından kurtulup sessiz sedasız doğal yaşamına geri dönen ve günümüzde sayıları 500 civarında olan eşekler, Kıbrıs’ın simgelerinden biri durumunda… Gerçekte onların sessiz sedasız yaşamları, ‘Kıbrıs Sorunu’ olmasa ve içinde yaşadıkları arazinin kıymeti katlanarak artmasa daha çok uzun yıllar aynen devam edecek gibiydi. Oysa adları şimdilerde faili oldukları suçtan, belki de ‘özgür’ olmalarından ötürü sık sık medyanın sayfalarına düşmekte. Uluslararası ‘yardım kuruluşları’ onlara karşı duydukları sevdadan olacak ki, sık sık dolar ve avrolarla dolu ‘dost’ ellerini uzatmak için birbirleri ile yarışa girmekte. Aslında eşeklerin hiçbirinin adı olmadığı gibi, dış yardım kuruluşları için birincil önem de taşıdıkları yok. Eşeklerin ‘çevreci dostları’nın alacakları parasal yardım olmasa onlarla ilgilenip ilgilenmeyecekleri bile şüpheli! Yine tesadüf bu ya, sivil toplum örgütlerine onlar ve benzer bahanelerle yapılan yardımların zamanlaması Kıbrıs görüşmelerinin en cafcaflı ve ‘halkların’ görüşlerinin en çok önem kazandığı zamanlara rastlıyor. 2004 yılında yapılan referandum öncesi ve sırasında pek çok sivil toplum örgütü hepsi de Amerika Birleşik Devletleri veya Avrupa Birliği’nin denetimde olan UNOPS, USAID ve UNDP gibi ‘yardım kuruluşlarından’ yüklü miktarda aldıkları yardımların karşılığını ödemek için var güçleri ile çalıştılar. Çalışmaları Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği’ni o denli memnun etmiş olacak ki, AB Mali Yardım Program Koordinatörü Alessandra Viezzer, Avrupa Birliği’nin Kuzey Kıbrıs’ta Sivil Toplum Örgülerini Destek Ofisi’nin açılışı sırasında bundan övgü ile bahsedecekti. AB Mali Yardım Program Koordinatörü Alessandra Viezzer yaptığı konuşmada, sivil toplum örgütlerinin başlıca rolünün stratejik amaçlarla gerçekler arasındaki mesafeyi kapatmak olduğunu dile getiriyor ve yakın geçmişte sivil toplum örgütlerinin önemli amaçlar ve ilkeleri destekleyerek çeşitli başarılar elde ettiğine şahit olunduğunu belirtiyordu. Peki bu stratejik amaçlar nelerdi? Karpaz yarımadasındaki eşeklerin hayatlarını özgürce idame ettirmelerini sağlamak mı? Keşke yapılan her şey, böylesi masum bir amaca hizmet etse... Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği’nin dünya politikasında ağırlığını
8
yitirmesinin ve, söylemsel düzeyde insanlık için kapitalizm karşısında sosyoekonomik, siyasi alternatifin olmadığı düşüncesinin ağırlık kazanmasının ardından, kitleleri siyasete dahil eden politikaları sıklıkla uygulmaya koymaktan çekinmedi.
CIA tipi ‘sorun çözme’
Kitlelerin aktif politik yönelimleri, hareketleri, kapitalist sisteme karşı bir korku yaratmadığı, sistemi tehdit etmediğine göre, onları kendi çıkarları adına kullanmaktan çekinmek için de ortada bir gerekçe kalmıyordu. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bu politik yönelimin Kıbrıs’a ilk yansımasını, 1990’lı yılların başlarında CIA aracılığı ile kurulan ve USAID tarafından mali olarak desteklenen Conflict Resolution grupları oluşturur. Bu gruplara üye olan pek çok kişi, bizzat Amerika Birleşik Devletlerinde çeşitli vesilelerle eğitilmişlerdir. 2000’li yılların başlarına gelindiğinde ise bu gruplara üye kişilerin pek çoğunu, çeşitli sivil toplum örgütlerinin yönetici kadrolarında görmeye başlıyoruz. Bu kez sürece Avrupa Birliği de katılıyor ve yardımların boyutu genişliyor; daha sistematik ve ‘stratejik hedefler’e yönelik hale geliyordu. Serbest piyasa ekonomisinin tüm kural
ve kurumlarıyla çalışması için öncülük yapan ve yabancı yatırımıcıyı ülkeye çekmek için çırpınan Kıbrıs Türk Ticaret Odası, hangi sivil toplum örgütüne yardım yapılması gerektiğini düzenleyici üst merci haline geliyor, başkanı bizzat halkı çoşturmak için meydana iniyordu. 2000’li yılların başlarında Kıbrıs Türk solunun büyük bir bölümü bile yaşanan süreci pek fazla irdelemeden, sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerini demokrasi mücadelesi olarak algılıyor; devletin karşısında sivil toplum örgütlerinin çıkarılmasını neredeyse Marx’ın devletin sönümlenmesi tezi ile özdeşleştiriyordu. Sonunda muhalefetin de istenilen kıvama geldiği, kitlelerin, ABD ve AB’nin Kıbrıs’ta kurmak istedikleri düzeni savunur hale geldiği bir an ve ortamda 2004 referandumu yaşanacaktı. Ne var ki, referandumun sonucu beklendiği gibi olmadı.
Güzel para!
Referandum sonrasında ABD’nin finanse ettiği ve USAID tarafından yayınlanan raporda, Kıbrıs için son 6 yılda 5 milyon dolar harcandığı belirtiliyordu. Bu para içinde doğrudan Annan planının tanıtımı ve propagandası için yapılan harcamaların bir kısmı şöyle idi: “Annan planı 23 bin 368 dolara WorldLigo
tarafından Türkçeye tercüme edildi. Plan 18 bin 630 dolara EuroGreek tarafından Rumcaya tercüme edildi. Kamuoyunun International Peace Research Institute (PRİO) tarafından bilgilendirilmesi programına 63 bin 805 dolar harcandı. Kıbrıs Toplumbilimciler Şirketi tarafından Annan planının İki Toplumlu Anlaşılması için 36 bin 244 dolar harcandı. St. Antony’s Koleji tarafından Annan planı ve birlikte yaşam atölye çalışması için 5 bin dolar harcandı. Bu çerçevede, son yıllarda Kıbrıs’ta faaliyet gösteren çeşitli iki toplumlu örgütlere belirli öneriler temelinde ekonomik destek verildi. Cambridge’nin Barış kurumunun hayata geçirdiği Cyprus Medianet için verilen 220 bin dolar yapılan harcamaların dışındadır...” Kuşkusuz diğer ‘yardım’ kuruluşları aracılığı ile yapılan harcamalar da bu rakamların dışındadır. İlginçtir yine aynı raporda yapılan harcamaların bir kısmının istenilen amaçlara hizmet etmediği için gereksiz olduğundan bahsedilmektedir. Eşekleri korumak için verilenler acaba gereksiz miydi? Şimdi uluslararası yardım kuruluşlarının arkalarında, Kıbrıs’a ve Kıbrıslılara ilişkin 2004 deneyimi var. Bundan böyle stratejik amaçlarına hizmet etmeyen sivil toplum örgütlerine yardımda bulunulması pek mümkün görünmüyor. İşte tam da bu noktada, Türk–Rum rekabeti bir kez daha devreye giriyor. Rum sivil toplum örgütleri Polonya’da gerçekleşen Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Toplantısı’nda ortak stratejik amaç, pardon birlikte yaşam için hizmet etmeyen bazı Türk sivil toplum örgütlerini Avrupa Birliği’ne şikayet ediyorlardı. Ancak çok heyecanlanmasınlar, önümüzdeki günlerde yeni bir referandum dalgası yaşanması pek muhtemel. ABD büyükelçisinin köy köy gezip referandum lehine çalışmalar yapacağı günler yakın. İktidardaki Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin dar hesaplı yaklaşımı ile iflas eden tüm sosyo-ekonomik politiklarını, 2009 yılında gerçekleşecek bir ‘anlaşma’ya odaklayarak 2010’daki seçimlere bu başarıyı taşıma gayreti de kendini iyice belli etti. Böylesi bir ortamda, Soros’un fedailerinin özgür eşekleri korumak için adada dolaşmaya ve musluklardan dolar ve avro akıtmaya devam edeceklerine kuşku yoktur.
SONER GOLYALI - KIBRIS
. . KAPITALISTLER MOSKOVAYA!
Ellerindeki çivili sopaları bize doğru sallıyor, “Gominisler Moskova’ya!” diye polis korumasında saldırıyorlardı. Kulağımda bu slogan uğulduyor şimdi ve bıyık altından gülümsüyorum: “Talebinize geç icabet ettiğim için üzgünüm, beyler…”
U
çağımız Moskova üzerinde süzülürken gözlerim yeşillikler içindeki dik çatılı, kırmızı kiremitli, geniş bahçeli evlere bakarken, aklım 60’lı yıllardaydı: -Gominisler Moskova’ya! Gominisler Moskova’ya! Gominisler Moskova’ya! Üniversite gençliği olarak Beyazıt Meydanı’nda toplanmış, ABD’nin Kuzey Vietnam’a saldırısını protesto ediyoruz. Meydana açılan sokakların gerilerinde beşer onar kişilik guruplar peydahlanıyor, ellerindeki çivili sopaları bize doğru sallıyor, kendilerine doğru bir iki adım atmamızla kayboluyorlar; fakat başka bir sokaktan yeniden zuhur ediyorlardı. 80 darbesine kadar nerede bir grev, protesto, hak arama eylemi varsa, orada bitiyorlar, “Gominisler Moskova’ya!” diye polis korumasında saldırıyorlardı. Kulağımda bu slogan uğulduyor şimdi ve bıyık altından gülümsüyorum: -Talebinize geç icabet ettiğim için üzgünüm, beyler… Doğruca Kızıl Meydan’a gidiyoruz; 1 Mayısların, Ekim Devrimi yıldönümlerinin kutlandığı, birçok siyasi ve tarihi olaya tanık olmuş meydandaki Lenin’in mozolesini dışarıdan görebiliyoruz; çok sıcak, nemli havalarda açmazlarmış; ziyaret süreleri de çok kısaymış. Üzüldük. Moskova Metrosu’nun ilk yapımını Komünist Gençlik Örgütü Komsomol gönüllü çalışma ile gerçekleştirmiş; Hitlerin top saldırılarında sığınak olarak kullanılmış. Yerin 150 metre altını örümcek ağı gibi saran metronun uzunluğu 297 kilometre. Konularını devrim, emek, barış, sevgi, komşularla ilişkiler, insanlık halleri vs’den alan heykeller, resimler, mozaikler, kabartmalar, tavan süslemeleri ile metro istasyonlarının her biri bir sanat harikası. Nazım’ın mezarını ziyaret gezimizin en güzel yanı oldu. 34 kişilik gezi grubumuzdan fireler olur mu diye düşünürken gördüklerim karşısında
şaşırdım. Çiçekler alındı. Kimi arkadaşlarımızın Türkiye’den getirdikleri topraklar mezara serpildi. ‘Karlı Kayın Ormanında Yürüyorum Geceleyin’i koro halinde söyledik. Birkaç arkadaşımız en güzel şiirlerini okudu. Mezardan ayrılırken hepimiz hüzünlüydük; gözyaşlarını tutamayanlar vardı. O bir özgürlük kahramanıydı, bu nedenle Sovyet yönetimince de pek sevilmemişti. Moskova’ya gitmese Sabahattin Ali gibi öldürülecekti. İspanya iç savaşının kimi liderleri de Sovyetler’e sığınarak General Franko’nun katliamından kurtulabilmişlerdi. Aynı mezarlıktaki ünlü kimi Rus ve şair ve yazarlarını da ziyaret ettik. Moskova 12 milyonluk bir kent. Yeraltındaki metro ağı maalesef yer üstündeki trafik keşmekeşine ilaç olamamış. Tek sürücüden ibaret lüks otomobil ve cipler yolları şimdiden tıkamış. Bu yılın ilk altı ayında satılan ithal araba miktarı bir önceki dönemden yüzde 42 daha fazla. Devrim öncesinin başkenti Petersburg (Leningrad), Stockholm gibi bir adalar
kenti. Kanallarla oluşturulan 42 Ada, 300’ü aşkın köprüyle birbirine bağlanmış. Köprülerden sekizi açılarak büyük gemilerin Baltık Denizi ile Moskova arasındaki iletişimini sağlıyor. Bizimkilerin ‘Deli’, Rusların ise ‘Büyük’ diye nitelediği Çar Petro, Neva Nehri’nin Baltık Denizi’ne döküldüğü bataklıktan cennet gibi bir kent kurmuş. 5 milyonluk kenti yöneten vali bir kadın. Gruptakilerden kimileri kentin güzelliğinden dolayı valiye kutlama mesajı göndereceklerini söyledi. Dünyanın üçüncü büyük katedrali Petersburg’da. Gene dünyanın sayılı müzelerinden Hermitage müzesi (3 milyonu aşkın eser) de orada. Aslında Petersburg kendisi dev bir müze. İkinci dünya savaşında, kuşatma altındaki kentin insanları saray ve müzelerdeki eserlerin çoğunu Sibirya’ya kaçırmış; ama Naziler gene de birçoğunu tahrip etmiş. Müslümanlar, Ortodokslardan sonra 20 milyonla en kalabalık dini grup Rusya Federasyonu’nda. Petersburg’da 350 bin Kazan Tatar’ı var. Müslümanların 1 milyonu Moskova’da, geri kalan federal
bölge ve cumhuriyetlere dağılmış. Rehberimiz de 70’ini devirmiş bir Tatar. Sovyetler döneminde Müslümanlara hiçbir dini baskı uygulanmadığını söylüyor. Görkemli camileri de buna kanıt gibi. Gerek rehberlerimizin anlatımlarından gerekse iletişim kurabildiğimiz insanlardan öğrendiğimize göre Rusya’da çok zengin bir kapitalist sınıf oluşurken, 20 milyondan fazla insan açlık sınırının altında yaşıyormuş. Müze ve başka yerlerde 70 yaşlarında çalışan birçok kadın gördük. Ortalama 200-400 dolar dolayında olan emekli maaşları enflasyonla hızla eriyormuş. Yeni gençlik ne Sovyetler dönemini, ne de yazılarıyla devrimi mayalayan Dostoyevski, Tolstoy, Gorki vb gibi yazarları tanıyormuş. Rusya’da yanıtını aradığım en önemli soru şuydu: Nasıl oldu da 20-30 yıl gibi kısa bir sürede, özel mülkiyetin olmadığı bir ülkede bu kadar çok zengin türedi? Bunun yanıtını çok iyi Türkçe konuşan bir Tatardan alacaktım: “Başta kimi politbüro üyeleri olmak üzere çoğu üst düzey yöneticileri ülkenin hazinelerine el koydu; sonra da durum ortaya çıkmasın diye gemiyi batırdılar.” İşçi devletini tamamen yıktılar, demek istiyordu. Sonra muzipçe göz kırptı: “Yoksa sizin yöneticiler ülkeleri için mi çalışıyor?” Meydan’daki dev Lenin heykelini göstererek ekledi: “Bunları da kaldırmak için eski kuşakların ölmesini bekliyorlar.” Bakir Rusya toprağının ve insanının bağrını delik deşik etmek için dünyanın kapitalistleri Rusya’ya koşuyor; Batı’nın insan sağlığına zararları tescil edilmiş yiyecek zincirleri, gazinoları, barları vb, bir ur gibi o güzelim kentleri sarıyor; Puşkin, Mayakovski, Gorki gibi ünlüler ‘kafe’lere isim yapılmış bile. Başka ne diyebiliriz ki; Kapitalistler Moskova’ya!
CAFER KARATEPE
9
en güzel günler sizlerin olsun!..
‘Bizim inançlarımıza göre, regl olan kız artık reşittir!’
A
KP’nin fevkaladenin fevkinde demokrasisi her şeye kadir. Bir çocuğa yönelik cinsel istismardan tutuklu Hüseyin Üzmez için, önce tecavüz-taciz işlerini 14 yaşına kadar bir biçimde makul kılan bir yasa çıkarmak istediler, millet işe uyanınca ‘Adli Tıp’ raporu düzenleyip Üzmez’in taciz ettiği kız çocuğunun psikolojik olarak etkilenmediği hükmüne vardılar. Tabii Hüseyin Üzmez cezaevinden çıkınca, muzaffer bir komutan edasıyla, saçma sapan laflarına yenilerini ekledi... İşte: “Benim düşmanım şeytan, benim düşmanım nefsim. En çok kendi nefsime ve şeytana kırgınım. Kime kırgın olayım?” “Cezaevinde Hacdaki gibi yaşadım. Çok rahat bir yer, herkes görevini yapıyor. Sizinkiler diyorlardı ki; ’tek kişilik hücreye konmuş’, öyle bir şey yok. Bütün arkadaşlar beni seviyor, ben de onları seviyorum... ”Gazetem bir tanedir. Sizin hepinizle başa çıkıyor, daha ne istiyorsunuz! Kırgın olduğum kimse yok. Ben Allah’a inanan bir insanım. İnsanı sevmeyen, Allah’ı sevemez. Benim düşmanım yok, benim düşmanım Amerikancılar, bunu bana yapmış olan
dinsizler, din düşmanları ve kapitalistlerdir.” “Cezaevi, benim için tam bir medrese oldu. Ben, sadece Rabbime hesap veririm kimseye hesap vermem.” “Ben diyorum ki bizim inançlarımıza göre akılbali olan regl olan bir kız artık reşittir. İnancımıza göre böyledir. Biz Türkiye Cumhuriyeti’ndeyiz. Eğer demokrasiyse bu benim inanmadığım demokrasiyse demokrasi bu değil.” “Ben vaktiyle gazeteci vurmuş adamım, hayatımın yarısı gitti o yüzden. Gazeteci vurdum kaderi ilahiye bakın ki bende gazeteci oldum.” Ufak bir not: Malumunuz, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de, vakti zamanında, 30’lu yaşlarındayken 14 yaşındaki Hayrünnisa Hanım’la -o zaman tabii Küçük Hayrünnisa- evlenmişti... Ufak ikinci not: ‘İnanç özgürlüğü’ diye kendini yırtan ve ‘solcu’ olduğunu iddia eden arkadaşlar... Bakın, adam diyor, inançlarına göre, regl olan kız çocuklarıyla evlenmekte hiçbir sakınca yokmuş. E, hadi! Ne duruyorsunuz? Savunun inanç özgürlüğünü!.. (H.G.)
Unutulmaz deme dostum, unutulur, unutulur!..
D
engir Fırat ile Kemal Kılıçdaroğlu arasındaki “açık oturumu” maç sayılarıyla ifade edenler var. Star’a göre Fırat rakibini rezil etmiş ve maçı 7-1 kazanmış. “Maçı” 1-1 bitirenler de var, Kılıçdaroğlu’nun kazandığını söyleyenler de. Doğrusu ben bu maç mantığını anlamış değilim. Düşene bir tekme sallayan, bir fırsatını bulup düşmanına arkasından saldıran, yüce devletimizin her fırsatta kutsadığı linç kültürünü yaşayan bir toplumda yaşadığım için belki anlamıyorum “düello”nun ne anlama geldiğini ve nasıl sonuçlandığını. Bu düellodan “galip ayrılmak” CHP’ye ne katar ki? AKP’nin yolsuzluk yapanları bünyesinde barındıran ve bunlara sahip çıkan bir parti olması CHP’nin ırkçılığını, geriliciliğini, antidemokratik yönetimini ya da başka şeylerini daha sevimli kılmaz bir kere. Bu yüzden CHP’yi bi’zahmet geçelim bu olayda. Buradaki asıl konu AKP’nin 2 numaralı adamının ne kadar temiz bir zemin üzerinde siyaset yaptığı. Benim tartışmadan öğrendiğim şey şu; (eğer yanlışım varsa düzeltin ) A) Fırat’ın bir zamanlar ortağı olduğu şirket hakkında 2 (İKİ) kez hayali ihracat yaptığıyla ilgili 2 (iki) ayrı rapor tutulmuş. 1) 2006’daki (CHP’den milletvekili adayı olmak isteyen bir kontrolör tarafından tutulan) raporla ilgili olarak savcılık takipsizlik kararı vermiş ve kesinleşmiş mahkeme kararı ile ilgili firma bu konuda AKLANMIŞ olduğunu, Ancakbaşkasına MÜFTERİ diyen Fırat’ın bu kontrolöre İFTİRA attığı ve iftira atılmış olduğunun Başbakan’ın imzasıyla kanıtlandığını öğrenmiş olduk.
10
2) Fırat’ın daha milletvekili olmadığı yıllarda şirkette aktif çalışırken şirketinin hayali ihracat yaptığına dair Hazine Başkontrolörü bir rapor tutmuş, Bu rapor sonucunda önce Bölge İdare Mahkemesi’nin sonra Danıştay’ın firmanın hayali ihracat yaptığına karar verdiğini, Bu rapor ile ilgili ceza soruşturmasının ise zaman aşımı nedeniyle düştüğünü öğrendik. Yani uzun sözün kısası Dengir Fırat, şirketinin bizzat başındayken şirketinin hayali ihracat yaptığı mahkeme kararlarıyla kanıtlanmış oldu. B) Dengir Fırat’ın BİR YIL önce sattığı şirketinin gümrük işlemleri açısından GÜVENİLİR OLMAYAN bir şirket olduğunu, şirketin güvenilir sınıfa alınması için Dengir Fırat’ın siyasi gücünü kullandığını öğrenmiş olduk. C) Firmanın mallarını taşıyan TIR’da yüklü miktarda eroin ele geçirildiği, bu tarihte Fırat’ın şirketin ortağı olmadığını, Fırat’ın eroin ticareti yaptığını eldeki belgelere göre haksızlık olduğunu, suçun tümünü şöförün üstüne atmanın ise yeter derecede komik olduğunu öğrenmiş olduk. D)Fırat’ın ÇİFT FATURA konusunda bir itirafta bulunduğu konusu var bir de. Maç kaç kaç bitti beni ilgilendirmez. Ama ortaya çıkan şu ki; AKP’nin ‘iki numara’sı yukarıda anlatılan zemin üzerinden siyaset yapıyor. Daha fazla söze gerek yok herhalde. Sizin mideniz kaldırıyor mu bilmiyorum, benim ki kaldırmıyorum. Baran Deniz
BURAK SÖNMEZER
“H
amdolsun” diyor Başbakan, ekonomi tıkırında... Türkiyemiz ekonomik krizden fazla etkilenmeyecek! Neden? Yere sağlam basıyoruz... Bakınız memleketin talan edilmesi artık farklı bir boyuta geçmiştir. ‘Yabancı yatırımcılar’ adı verilen ölü sevicileri doları dalgalandırmak suretiyle giderayak iliklerimizi de emmeye girişmişlerdir. Bundan sonrası allah kerim. Dünyanın zengin memleketlerinde ortaya çıkan kriz daha bize ulaşmış değil. Başbakan; maşallah, “Yere sağlam basıyoruz,” diyor... Yere sağlam basma mevzuunu zaten geçtik de, Başbakan’ın hiç farkında olmadığı konu ‘yer’ dediği şeyin sağlam olmadığıdır. Bizdeki kriz dünyadakinden hiç kuşkusuz daha farklı olacaktır. Onların hastalığı bol parayı bir türlü çevirememekten... Zengin işi yani. Bizimkisi ise, zamanında Limancı Hamdi’nin dediği gibi, ‘fukara hastalığı’. Onlar var olan sermayeyi tekrar yatırıma dönüştürememekten mustaripler, halbuki bizde böyle bir sermaye yok. İşte özel sektör borçları denen şey, kimi şirketlerin yatırım yapmak için dışarıdan dövizle borçlanmasıdır ki, herhalde 2009 gelmeden
iNŞALLAH MAŞALLAH EKONOMiSi...
birçoğu iflas bayrağını çekecektir. Dışarıdan dövizle borçlanan bu şirketlerin şimdiden borçları katlanmıştır. Yaptıkları yatırımlar tamamlanıp işletmeye geçse bile, bu borçları kolay kolay çıkaramazlar. Özellikle turizm sektöründe bayraklar çekilmeye başlandı bile. Bu ortamda TÜSİAD ve sallama ekonomi uzmanları IMF’yi çözüm olarak sunmaktadır. Başbakansa, “IMF’ye ümüğümüzü sıktırmayız,” demektedir. Tabii Başbakan’ın kabadayılık yapıyor olduğu şüphesiz; kafasında ne yapılacağına ilişkin hiçbir proje olmadığı açıktır.
Televizyonların sabah programlarına çıkıp, tıpkı kadın programlarında olduğu gibi ekonomik cazgırlık yapan sallama uzmanların ise renkleri-kokuları iyice çıkmıştır. Meseleleri, hükümetin IMF’den borç alıp, özel sektörün kıçına sıvamasını sağlamaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Yalnız, zengin memleketlerde olduğu gibi devletleştirmeye de yanaşmamaktadırlar. Devlet IMF’ye borçlanacak, sonra bu paraları borç olarak kıçı sıkışan TÜSİAD’çıya, TOBB’cuya dağıtacak… Devletten alınan borçların ödenmesine gerek olmadığına göre, mesele
5 yıldızlı otelde Şu Cern dedikleri nere ki?.. Efendim Cern’deki deneye ara verildi. Bakınız konuya, şu istirahat... anda, ilgi gösteren kısıtlı sayıdaki haber kanalı böyle demişler. Efendim bakınız, memlekette darbe yapmak suretiyle hükümeti düşürmek isteyen zevat ‘5 yıldızlı otel’ diye tanıtılan F tipinde ikamet ettiriliyor... Güzel bir uygulamadır... Şu 5 yıldızlı otellerin tadına bir de onları açanların, hiç değilse, bir kısmı bakmış oluyor. Bendeniz özellikle, şu generalleri F tipinde ziyaret edip, ‘Etme bulma dünyası’, ‘Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste’, gibi bir kaç atasözü, özdeyiş söyleyip, kaçmak isterdim. Öte taraftan dikkat ediyorum Ergenekon da iyice saçmalaşmış bulunuyor. Misal Nurseli İdiz içeri alınıyor ve ‘kör gözüm parmağına’ evinden yaptığı özel telefon konuşmaları dinletiliyor ve utandırılıyor. Artık ne konuşmuşsa! Ya da Fatih Ürek işkenceci olarak gösteriliyor. Ürek’in bu iddialara yanıtı da son derece manalı. Diyor ki, “Çüş! ben ne anlarım işkenceden?!” ve ekliyor: “Ülkem için canımı vermeye hazırım.” Yani işkenceden de anlıyor olsa şapa oturacağız!.. Davanın düzeyinin anlaşılması bakımından bunlar önemli tabii…
“Deneye ara verildi.” Yani ortada bir başarısızlık durumu yok. Problemler giderilince, inşallah, bahar aylarında parçacıklar fırlatılacak deney tekrar başlayacak. Gerçi belirttik, şu anda medyada konuyla ilgilenen pek kimse kalmadı ama benim kafamda mesele ilk günkü kadar taze… Fırsatlar görüyorum… Öncelikle fizikçilerin fizikçisi Stephan Havking’le başlamak isterim. Kendisi deneyin başarıya ulaşıp ulaşmayacağı konusunda 100 dolar bahse girmeye hazır olduğunu açıklamıştı. Bendeniz sağlam kafanın sağlam vücutta olduğuna inanan bir insanım. Dolayısıyla deneye ilişkin olarak Stephen Havking’in yüz dolarına karşı bin dolar koymakta hiçbir beis görmüyorum. Ben buradan garanti para kazanırım diye düşünüyorum. Dolayısıyla paranın çantada keklik olduğuna inanıyorum ama bu deney sonunda benden başka kim ne kazanacak onu da tam olarak anlamış değilim. Efendim öyle demeyin. Geçtiğimiz aylarda birden bire ortaya Cern diye bir şey çıktı. Orada yapıldığı söylenen deneyle yatıp kalkmaya başladık. Yok efendim bir kısım parçacıklar çarpışacak da, x parçacığı görülecek de, sonra minicik denecek ebatta kara delikler oluşacak, sonra da onlar patlayacak (Ölme eşeğim ölme…) Eee? Ee’si var mı; deney başarılı olursa evrenin nasıl oluştuğu konusunda bilgi sahibi olacağız. Yok yaaa! Hepsi uydurma da… Hadi bu bilgiye ulaştın. Sonra ne olacak mesela? Başın göğe mi erecek? Onu da zannetmiyorum… Peki ne yani?
de yok aslında… Ama bu kadar da basit değil. Bizim gibi memleketler için böylesi kriz ortamlarında önemli olan, ne kadar tükettiğinden çok ne kadar üretebildiğindir. Bunun anlamı sallama uzmanların milletin gözünün içine soktuğu göstergelerin artık hiçbir öneminin kalmaması, ekonominin sadeleşmesi, ideolojik görüntülerin kırılıp dökülmesidir. Bu sadeleşmiş ekonominin uluslararası mübadele tarafında da bir sadeleşme yaşanacak ve belki de tıpkı 1929 krizinde olduğu gibi para geçici bir süre önemini yitirecektir. Söylediğimiz gibi bütün ideolojik görüntülerin bir bir kırılıp döküleceği bir süreç yaklaşmaktadır. Dolayısıyla bu süreç yeni bir paradigmanın ortaya koyulacağı bir dönem olacaktır. Ve Türkiye, 1930’lardan 1960’lara hatta 70’lere kadar hangi problemlerle karşılaşmışsa, karşısına tekrar bu sorunlar daha da ağırlaşmış olarak dikilecek, aynı tartışmaların benzerleri gündeme gelecektir. Ancak unutmamak gerekir ki, bu gibi dönemler, orta sınıfların boşaldığı, ezilen insanların daha derin iç çektiği dönemlerdir...
Efendim hatırlayınız… Televizyonlarımız birden bire ülkemizin meşhur fizikçilerini televizyonlara davet ettiler meseleyi anlatmaları için sıraya girdiler. Hiç aklımdan çıkmıyor, bir haber kanalında gerilimli bir tartışma bile yaşandı. Gazeteler, televizyonlardan geri kalmadı tabii, köşelerde yorumlar yapıldı. Hatta Yeni Şafak’ta, deneyin ‘cinler aleminin kapısını açacağı’na yönelik bir yorum bile yer aldı. Ha, şimdi bu cin-peri mevzularıyla dalga geçilebilir de, işin içinde olduklarını gerine gerine anlatan ‘bilim adamlarımız’ın yaklaşımları, hiç de bu tür bir yorumdan daha açıklayıcı ve ileri düzeyde değildir onu söyleyeyim. Birkaç sosyal sorumluluk sahibi fizikçi; “Yazık yahu akıtılan paraya, dünyada bunca sefalet varken değer mi?” manasında bir şeyler söyledilerse de işin özü dile gelmedi ya da dile getirilmesine izin verilmedi. Açıkçası işin özünü ben de bilmiyorum ama bu işlerin böyle yürümediğine de aklım eriyor. Bakınız size de acayip gelmiyor mu; şu dar zamanda, fizikçilerin ‘heyecan verici’ buldukları bir konuda, yüzlerce kilometre, içi dışı ileri teknoloji aygıtlarla donatılmış boru döşeniyor, boru içindeki ortamı ısıtacak soğutacak mekanizmalar kuruluyor, izleme merkezleri oluşturuluyor… Efendim daha neler neler yapılıyor, binlerce bilim kişisi ve çalışan istihdam ediliyor, paralar su gibi akıtılıyor… Peki neden?.. Heyecan verici bir keşif için!.. Hafsalanız alıyor mu? Mantıklı geliyor mu? Heyecan arıyorsan git vurdulu kırdılı bir macera filmi seyret kardeşim… Bakınız, kapitalizmin rasyonel olmadığını söyleyen herkesin alnını karışlarım. İki tane fizikçi heyecan duyuyor diye kimse kimseye milyonlarca dolar verip deney yaptırmaz. Böyle bir deneyden insanlığın hayrına bir şey çıkacağını düşünmek saflık değil geri zekalılıktır…
11
HAKAN KURTULDU
hakan_kurtuldu@hotmail.com
Mankafa kapitalizmin ömür törpüsü krizi
Kendisiyle yanlış hatırlamıyorsam doksanüç güzünde tanışmıştık. Eskişehir’de. Soğuk bir kış günü bir ‘mikro iktisat teorisi’ dersiydi. Mevzu döndü dolaştı, sosyalizmin yıkıldığına, zaten çok saçma olduğuna geldi. Francis Fukuyama denen Şikagolu bi arkadaş bizim hocayı müridi yapmış, sonra da enseden çip monte edip bizim sınıfa göndermişti. İddia büyüktü: Tarihin sonu geldi! Artık serbest piyasa denen sihirli değnek her şeyi çözmeye kadirmiş...
A
nlı şanlı günler yaşıyoruz. Kapitalizmin kalesinde, serbest piyasa parmağının bazen işleri bir sihirbaz edasıyla çözemeyeceğini gördük. O parmak bu sefer piyasanın en yumuşak yerine dokundu. E her ‘delikanlı’ gibi piyasaların da parmak yanlış yere değince bu bölgeden, “Annn!..” nidasıyla huylandığını idrak etmiş olduk. Bi kere şurada anlaşalım: Kapitalizmin şu anda yaşadığı durumun adı kriz falan değildir. Kapitalizmin mankafalılığıdır. Zaten kapitalizm kurgulanırken de, eleştirisinde de öngörülen ve kaçınılması mümkün olmayan dangalaklık sürecidir. Açgözlülük periyodudur. Ölçülemeyen, biçilemeyen ömür törpüsüdür. Kimin ömür törpüsü? Sermaye sahibi olmayanların... Yani işçinin emekçinin, öğrencinin, senin, benim güzel kardeşim. Durun, hemen, “Borsada paramız mı var, zulada dövizi olan işçi mi var, neyimi törpülesin kriz benim?” demeyin. Şöyle ki: Bu mankafalılık dönemlerinde paracıklarını kaybeden (kâr ettiklerinin bir kısmı) patron kişi çok yıkılır. Piyasanın o güçlü parmağını adeta kendinde hissetmiştir. Hem bu dokunmanın (ing: touch) verdiği ürpertiyle kısa bir iç geçirmenin ardından hemen bu para zaiyatını bertaraf etmenin yöntemlerini aramaya koyulur. Piyasanın ‘dengede’ ya da talebin fazla olduğu şanlı/ kârlı dönemlerde piyasaya asla müdahale etmemesini istediği, ‘ticareten’ beceriksiz olduğunu düşündüğü devleti arar. Hem de kıçına nişadır sürülmüş yarış atı ivediliğiyle. Ve hemen piyasada güven ortamının yeniden tesis edilebilmesi için gerekli bütün kamu müdahalelerini çağırır, bunlara ibadet eder. Artık hazine piyasayı fonlar mı, mevduat garantisi verir mi, batan finans kurumlarına ortak mı olur, ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Lan kaypak insan, daha düne kadar özelleştirelim, hem de güzelleştirelim deyince sevinçten kıçın tavana vuruyodu da, bugün kendi piyasan sana madik atınca mı kamucu kesildin başımıza?! Aslında bu işleri en güzel ‘Bıldırki hurmalar gelir kıçımı tırmalar’ sözü açıklar. Belki bu derin anlamlı sözden REDcilerler olarak bi pankart yapıp menkul kıymetler borsasının kapısına asarız. Gözaltına alınırsak da, emin olun sorguda gülmekten yiyeceğimiz dayak buradan Şikago’ya yol olur… İşte yaralanmış bayır domuzu gibi saldırgan
12
hale gelen zarar sahibi, hemen işçilerin kazandıklarını kırpmaya, sigorta prim indirimi dilenmeye, vergi affı istemeye başlar. Tehdit hazırdır: “İşçi çıkarmak zorunda kalabiliriz.” Çok kazandığında işçiyle yedin ya çil çil dolarları, kaybettiğinde de zararını işçinin maaşı finanse etsin! Ufaktan başladılar zaten reel sektör küçülüyor, sanayi altına sıçar bu gidişle diye yolunu yapmaya. Mustafa Koç krizin ilk günlerinden itibaren, “İşçi çıkarabiliriz,” diye geveliyor ağzında. Şimdi de, “IMF gelsin de bi ‘stand by’ attıralım,” diyor. Koca koca ekonomi gazeteleri de bunları manşet yapıyor. Ne kadar yaratıcı bir çözüm!.. Neden kimsenin aklına daha önce gelmemişse bu ‘stand-by’. Arsızlığın bu kadarına pes! Yahu bu memleket daha kaç kere kıracak çanağı IMF’nin ‘stand-by’ıyla, asgari ücret politikalarıyla, memur maaş belirleme politikalarıyla? Dünya üzerinde Brezilya vb. bizimki gibi koi ekonomi sahibi olup IMF’den hayır gören tek bir ülke gösterin. Göstergeleri yukarıya dönmüş
bir ekonomi yok ki. Hele AB-ABD kendi arkasını temizleyemiyorken oradan para ve akıl istemek olsa olsa kötü niyetle açıklanabilir…
İMKB emekçileri!
Bir de şu şekilli, kelleşmiş, kol düğmeli kolejli borsacı tayfanın durumu içler acısı yahu! Kaybettikleri paraları belki geri kazanabilirler ama kafada kalan son saçlar bu krizde en az yüzde 20 (tüventy pörsent) azalmıştır. Neyse değer kaybetsin ucuzlayınca alırsınız elli lot bilmem kaç bin bok lot ekersiniz kafanıza. Bir de şu yıkılmış başı ellerinin arasında borsa işçisi çocuklar yok mu, hastayım pozlarına! Arkadaş sen orada çalışan diilırsın, olmadı portföy bilmemnesisin. Sonuçta sabah geliyon, çalışıyon ve gidiyon. Bunun karşılığında da belli bir para alıyon. İşçisin yani. Ama şükürler olsun hiç işçiliğini görmedik. 1 Mayısta ‘İMKB emekçileri’ korteji görmedik hiç. Belki gazdandır. (Bu arada
İMKB de illegal parti ismi gibi vallahi.) Neyse siz gelmeye karar verirseniz bu ismi kullanmayın, ‘Finans Emekçileri Platformu’ deyin, ‘Devrimci brokırlar zincirleri kırar!’ sloganı atın sık sık. Bir de öğlenleri yediğiniz o bir tabağı yirmi milyon olan salatalarda kullandığınız limonlardan stok yapın, cebinizde getirirsiniz. Haa bu arada sizin Japon kırması bi Amerikalı ağabeyiniz vardı, Fukuyama. Görürseniz ona da selamımı söyleyin. Kendisiyle yanlış hatırlamıyorsam doksanüç güzünde tanışmıştık. Eskişehir’de. Soğuk bir kış günü bir ‘mikro iktisat teorisi’ dersiydi. Mevzu döndü dolaştı, sosyalizmin yıkıldığına, zaten çok saçma olduğuna geldi. Francis Fukuyama denen Şikagolu bi arkadaş bizim hocayı müridi yapmış, sonra da enseden çip monte edip bizim sınıfa göndermişti. İddia büyüktü: Tarihin sonu geldi. Artık serbest piyasa denen sihirli değnek her şeyi çözmeye kadirmiş. Biz Ergül Han hocanın yalancısıyız. Sanırım o da Fukuyama’nın yalancısıydı. Üç-beş solcu arkadaş, can havliyle bunun doğru olmadığını konumuzun bu olmadığını, ‘Ne alakası var canım!’ radikalliğinde ve İktisat birinci sınıf öğrencisi ürkekliğiyle geveledik. Sınıa itibar eden oldu mu, diye sorarsanız, o zamanki değerlendirmemize göre etkili bir ajit-prop yaptığımız kararına varmıştık. Şimdi sorarsanız, millet bize ve söyleyemediklerimize biraz tebessüm etmişti, derim. Dürüst oluyorum, bildiğin kıçıyla gülmüştü. Fukuyama denen şebek Sovyetler’e ve diğer planlı ekonomilere sövüyordu. Aslında daha sonraki makalelerinde Francis bile vazgeçmese de yumuşattı söylediklerini. Ama eminim bizim hoca hâlâ Fukuyama’nın radikal haline aşık. Bu ve bundan sonraki olası tüm krizlerin hepsinin faturasının emek tarafına kesileceğine emin olduğum kadar. Hem zaten bu Francis’in sülalesi bile torunlarının feci şekilde çuvallayacağını öngörmüş olacak ki, beddua gibi bir soyadı almış: Fukuyama! İnsanlığın başına Fukuyamayın inşallah. Gördük ki serbest piyasanın eli parmağı bu işi çözemedi. Sihirle dengeleri yerlerine oturtamadı. Ve bütün finans piyasası kol çıkardı. Şimdi işçilerin, emekçilerin yumruğu var sırada, hazır mısınız? Belki onlar düzeltir. Ne de olsa eller nasırlı!..
HIDIR ATEŞ Pek akla getirmediğiniz, hadi canım olur mu hiç, şaka mı yapıyorsunuz diye düşünüp, zihninizden kovmaya çalıştığınız o kışkırtıcı fikir… Evet, bu pisliği ancak bir devrim paklar, devrim! Ne o?! Zorunuza mı gitti?!
i
Devrimin meşruiyeti
stanbul, banka ve diğer finans kuruluşlarının neredeyse tamamının genel müdürlüklerine ev sahipliği yapar. Mecidiyeköy, 4. Levent, Esentepe bu finans kuruluşlarının yoğun olarak yerleştikleri bölgelerdir. 1999’da kafamı kaldırıp bu kuruluşların devasa binalarına baktığımda bana çok güçlü görünmüşlerdi. İlk kez bir hazine ve fon yönetimi odası gördüğümde orada olup bitenler bana çok uzak gelmişti; hiç de hayalimde olmadığı halde birden bankacı olup çıkmıştım… Bilmeyenler için açıklama yapmak yerinde olacaktır; hazine fon yönetimleri bankalar için stratejik öneme sahiptir, bu kurumlar ellerindeki TL, döviz, hazine bonosu, tahvil, hisse senedi gibi menkul kıymetleri bu birimler üzerinden piyasalarda alır, satar, ödünç verir, spekülasyon yapar. Bu odalar para ile para kazanılan kapitalist tapınaklardır. Ekonomi kitaplarında bahse konu olan para ve sermaye piyasaları aslında buralardaki bankaların çelik çomak oyunudur. Sayıca kalabalık olan bankalar gerçekte belli sermaye gruplarının kontrolü altındadır. Piyasa denilen o mistik yapı aslında palavranın daniskasıdır. Buralarda parası olanlar için para kazanmanın pek çok yöntemi icat edilmiştir. Tavşanın suyunun suyu olarak tercüme edilmesi mümkün olan türev enstrümanlar buralarda uydurulur. 2001’de yaşanan ekonomik krizi anımsayanlar o günlerde gecelik faizlerde kaydedilen manyak oranları hatırlarlar. Dolar için gecelik yüzde 20, 30 oranlarını telaffuz etmek normal görülmekteydi. O günlerden birinde, çalışmakta olduğum banka, yüzde 5 bin gecelik faizi ödemeye razı bir kamu bankasına borç vermeyip 4 trilyon TL tutarındaki parayı boşta bırakmayı tercih etmişti çünkü ertesi gün paranın geri döneceğinden emin olamıyordu. Piyasa jargonu ile ifade edersek, bunun adı ‘likidite krizi’dir; aslında pek çok kişide para vardır ama borç vermek istemez çünkü güven sorunu mevcuttur. Kapitalist ekonomiler kriz denilen dönemsel iniş çıkışlara hiç de yabancı değildir. Amaç her türlü yola başvurup kâr etmek olunca, tavşan suyunun suyu enstrümanları kullanmak elbette caiz olacaktır. Öte yandan, bu uydurmaca türev enstrümanlar finansal krizlerin oluşmasında etkin rol oynar, her biri mayın niteliğindedir, yerleştirilen her bir mayın bir gün nasılsa patlayacaktır. 1929 krizinden ders çıkaran kapitalist devletler aynı hatayı tekrarlamadılar; piyasalara bol miktarda likidite sağladılar,
piyasa oyuncularının güven kaybını bertaraf etmek için batmakta olan ya da batık şirketlere ortak olup sermaye aktardılar; merkez bankaları dünya ölçeğinde eşgüdüm içinde hareket edip piyasalarda normalleşme sağlamaya çalıştı.
Keynes buraya, yumruk havaya!
ABD’de başlayıp dünyayı saran, finans piyasalarında derin iniş-çıkışlar yaşanmasına yol açan finansal kriz, ulus devletlerce sağlanan 2 trilyon dolardan fazla kaynak sayesinde durulmaya yüz tutmuş görünüyordu ki, piyasalar sert inişçıkış hareketleri ile kötümser davranışını sergilemeye başladı; ancak henüz ne olup bittiği tam anlamıyla anlaşılmış değil; çalkantılı süreç büyük ihtimalle 2 yıl kadar devam edecek... Kapitalist devletlerin devasa sigorta şirketleri ve bankalara karşı sergilediği cömert tutum doğrusu çok etkileyicidir. “Kurban olurum ben böyle cömert devlete, devletim, canım benim,” diyecektim ki, o sermaye desteğinin benim gibi aç itlere, en alttakilere değil diğerlerine yönelik olduğunu anımsayıverdim. Devlet denilen örgütün sınıflardan göreli olarak özerk olduğu masalını anlatan ‘bilen kişiler’i saygıyla andım, belli ki devlet açısından bütün sınıflar eşittir ama bazı sınıflar daha fazla eşittir.
Kapitalist devletlerin ‘tüm insanlığın’ çıkarı uğruna sistemin bir bütün olarak devamını sağlamak için sergilediği kadirşinas tutum zinhar bizlerde yanlış fikirlere yol açmasın. “Yeni devletçilik akımı ortaya çıkacak, Keynes Baba gelecek, her şey güzel olacak,” diye umutlanıp, kapitalist sistemin evrile-devrile sosyalizme yöneleceğini düşünmeye niyetlenmeyin. İki gözüm önüme aksın ki, bu gezegende son ağaç da kesilip pazar için mal haline gelinceye kadar, egemen sınıfın beyzadeleri siperlerini terk etmeyecektir. Bunca yılın semirmişlerinin, “Bu sistem insanlık için kötü sonuçlar doğuruyor, hadi sosyalizme geri dönelim,” demesini bekleyecek kadar Kautksyleşmeye gerek yok elbette. Bu sıralar kapitalist sisteme yönelik eleştirilerin yoğunluğunun arttığına dikkat etmiş olmalısınız. Kapitalist sistemin insanlığın ezeli ve ebedi seçeneği olduğunu savunmaya yeminli iyi eğitimli, entelektüel, yüksek maaşlı köşe yazarları cansiperane biçimde başka bir ihtimalin olmazlığını ispatlamaya çalışıyor. Bunlardan bazıları başka bir ihtimali aklına getirenlerin aptal olduğunu yazacak kadar kontrolü yitirmiş durumda. (Bkz. Engin Ardıç, Sabah Gazetesi) Bu kategoride yer alan yazarlara, mevcut sisteme mutlak bağlılıklarının nedenini sorarsanız muhtemelen fena halde bilimsel şöyle bir yanıt alırsınız:
“Ama… Bir arkadaşım bana, kapitalizmin yenilmez ve seçeneksiz olduğunu söyledi…” Kapitalist sistemi biricik sayanlar belki henüz fark edemediler ama içinde debelendiğimiz finansal kriz hiç şakaya gelmez; sistem bir kez daha şapa oturmuş durumda; insanlar sık sık devrim yapmaz, bu yüzden de bir adet Fransız devrimi, bir adet Rus devrimi vardır tarihin sayfalarına notu düşülmüş halde. Böyle devasa bir krizin yarattığı ve yaratacağı yıkımı, işsizliği, çaresizliği ne paklar, biliyor musunuz? Pek akla getirmediğiniz, hadi canım olur mu hiç, şaka mı yapıyorsunuz diye düşünüp, zihninizden kovmaya çalıştığınız o kışkırtıcı fikir… Evet, bu pisliği ancak bir devrim paklar, devrim! Ne o?! Zorunuza mı gitti?! Evet, yenilgilerimizi unutmadık, aldığımız her bir darbenin acısını bedenimizde ve ruhumuzda taşıyoruz ama olsun, canımız fena halde devrim çekiyor; aşerdik, devrime aşerdik. … Gazete haberinde şöyle diyordu: “Dünyada en zengin olanların ortalama yaşam süresi 80 yıl iken; en fakir olanların ortalama yaşam süresi ise sadece 40 yıldır.” Yeni bir dünya için başka hiç neden olmasa dahi; 40 yıl yaşayanların 80 yıl yaşayanlardan hesap sorması için devrime ihtiyacımız var. Pek tabii bunun için çaba da gerek…
13
Şahane hayat yanılsaması
M
edya ve reklâmcılık sektörünü kullanarak orta sınıf yurttaşları söğüşlemek, serbest piyasa kapitalizminin en büyük numaralarından biridir. Bunu insanlarda bir tür ‘şahane hayat yanılsaması’ yaratarak yapar. En yoksul insanı, sıradan bir işçiyi bile etkileyen bu yanılsama, kriz dönemlerinin çiğ ışığında gerçekliğin trajik biçimde ortaya çıkmasını önlemez. Kapitalizm ilk doğduğunda yoksulları ayrı mahallelerde toplar, onların kent merkezlerine girmelerine izin vermezdi. İşçiler büyük fabrikaların çevresindeki barakalarda yaşarlardı. Sanayi işçisinin, zenginlerin kendileri şöyle dursun, tükettikleri malları bile görmeleri mümkün olmazdı. Onların dünyası farklıydı. Burjuvaziyle ancak sınıflar arasında bir kavga olduğu zaman, fabrika civarında grev kırıcıları ya da barikatlarda devletin polisi, hatta kılıç çekmiş süvariler aracılığıyla temas kurarlardı. Neredeyse 20. Yüzyıl’ın ortalarına kadar hiç kimse işçiye, üretimde verimliliği artırması gerektiğini, bu konuda patronla aynı çıkarlara sahip olduğunu, verimlilik artışına katkıda bulundukça kendi refah seviyesinin de yükseleceğini anlatamazdı mesela. Bunu, yemezlerdi! İşçinin kendi sendikası, partisi, gazetesi, kendi organik aydını vardı. 1900’lerin başında, Petersburg’daki Putilov fabrikasını düşünün. Orası kalabalık nüfusuyla muazzam bir proletarya karargâhı gibiydi. Devrimci bir ajitatör, Iskra’nın yeni sayısını getirdiğinde okuma yazma bilmeyen işçiler bile Avrupa’daki, Asya’daki sınıf mücadelesinden haberdar olurlardı. Burjuvazinin tüketim nesneleri, söylemleri ve beğenileri, magazin aleminin yıldızları falan onlardan çok uzaktaydı. Bu uzaklığı yakınlaştıran aletler, televizyon reklâmları, dizi filmler, alışveriş merkezleri falan daha bir yüzyıl ötedeydi. Ayrıca burjuvazi şatafatlı hayatını gözlerden gizlemeye çalışır; kapitalist, zararsız bir insan gibi görünmek için, Kilise’nin ya da çeşitli hayır kurumlarının arkasına saklanırdı.
Seyredilen ve seyreden
Günümüzde kitle iletişim araçları sayesinde bu durum tamamen ortadan kalktı. Burjuva’nın adı ‘başarılı işadamı’ ya da bilmem ne şirketinin ‘başarılı CEO’su oldu. Ana akım medyasının gazetelerine (Milliyet, Radikal, vb.) bakınız mesela. Bu gazetelerin orta sayfaları iş âleminin başarılarına, yeniliklerine, iş dünyasının parlayan yıldızlarına ayrılmıştır. Sanki bütün işleri bizzat kendileri yapıyorlar. Bu haberlerde işçilerden sadece ‘istihdam’ bağlamında, ‘personel’, ‘çalışan sayısı’
14
vb. olarak söz edilir. Onların gittikleri ‘mekânlar’dan, giysilerinden, ilişki ve çelişkilerinden söz eden olmaz. Onlar sadece cinnet, cinayet, iş kazasıyla ölüm gibi durumlarda anılırlar. Bir de dönüp gazetelerin magazin eklerinde ve televizyon magazininde burjuvazinin hayat tarzının nasıl anlatıldığına bakınız. Bir sınıf yaşamakta, öteki sınıf da onu seyretmektedir. Dar gelirli ya da düpedüz yoksul insanlar üzerinde, aynı hayatın içindeymiş gibi bir izlenim, bir tür ‘şahane hayat’a ortak olma ya da bu hayatın içinde var olma yanılsaması yaratmadan, burjuvazinin kendi hayatını ve varoluş biçimini böylesine ‘spektaküler’ (seyirlik) bir pervasızlıkla sergilemesi mümkün olabilir miydi? Olamazdı? Korkarlardı en azından. Ama korkmuyorlar. Çünkü hayatları vatandaşın oturma odasına girmiş. Dizi ve magazin manyağına çevrilmiş orta ve alt sınıflardan halkımız, kentin üzerine akşam çökünce sokakları başıboş köpeklere bırakıp ışıklı cama yapışıp kalıyor. Dizilere, renkli maceralara feodal aşk hikâyelerine, futbol maçlarına, burjuva hayatının sorunlarına, her biri hâkim ideolojinin incelikleriyle bezenmiş, anlatım gücü yüksek, rengârenk akıp giden resimlere kapılıyor. Tek yanlı, simülatif bir etkileşme söz konusu. Ekrandaki kahramanlarla özdeşleniyorlar. Kimisi Polat Alemdar’la birlikte hasmının ‘kafasına kafasına sıkıyor’; kimisi benim gibi Elveda Rumeli dizisinde kullanılan şivede anneannesini buluyor; kimisi Desperate Housewife’ın kadınlarıyla mastürbatif düşlerine doyum sağlıyor, kimisi magazin programlarına
takılarak ‘dikizcilik’ yönsemelerini tatmin ediyor, Hülya’nın sorunuyla dertlenip, Mülya’nın mutluluğuyla mest oluyor. Toplumsal kültür böylece oluşuyor. Sıradanı yücelten, olağanı abartan, yazılı olmayan, tamamen görsel bir kültür insanların kafasını boşaltmaya yarıyor. Herkes her şeyi biliyor; görsel âlem gerçek dünyanın afyonu olmakla kalmıyor, onunla karışıyor, bütünleşiyor; ekrandaki hayali kişiler gerçek hayatı, gerçek hayattaki kişiler ekrandaki sanal hayatı taklit ediyor. Bu curcunanın içinde hangisinin gerçek olduğunu kim bilebilir? Artık medya neyi gösterirse gerçek odur.
Görgüsüzlük
Zaman zaman şüpheye düşüyorum; sıradan vatandaşın kafası çalışıyor mu, belleği var mı? Aklına mukayyet mi? Bize ne yaptılar? Şu lanet kapitalizm, kredi kartları, ihtiyaç/tüketim vb. kredileri, taksitli satışlar, promosyonlar ve televizyon reklâmları sayesinde neredeyse herkese bir cep telefonu ve araba sattı. Yabancı otomotiv ve tekno firmalarına, çok daha yararlı işlerlerde kullanılabilecek milyarlarca dolar para akıtılıyor. Ama bu yetmedi. Şimdi de insanları mevcut cep telefonlarını daha iyisiyle (size yolda yürürken şarkı söyleyen, hatta masaj yapan yeni nesil telefonlar), mevcut arabalarını da daha gösterişli olanlarla değiştirmeye zorluyorlar. Bir araba reklamında şöyle deniyor mesela: “Kente ve doğaya hükmedin!” Sahiden mi? Gariban vatandaş, bütün potansiyel servetini takside bağlayarak o arabadan satın alacak, trafik çilesi ve park bulma bunalımları içinde akaryakıt tüketerek, kentin sadece otomobiller için dizayn
edilmiş ulaşım hatlarında çevreyi kurşun dioksitle zehirleyerek dolaşıp duracak ya da şehirlerarası yollarda hurda arabasının yanında üzerinde bir gazete kâğıdı, trafik kurbanı olarak objektiflere poz verecek. Doğaya ve kente hükmetmenin bedeli bu kadar ağır olabilir mi? Hükmetmeyiversek olmaz mı mesela? Aşağılık kompleksinden ölür müyüz? Ya da doğanın ve kentin içinde yürüyerek yol alsak ya da insanlığın en büyük icatlarından biri olan bisikleti denesek? Hayır, ille hükmedecek! Kesintisiz iletişecek. Her dakika cep telefonuyla konuşacak. Bir saat konuşana on kontör bedava! Son model cep telefonunu bir silah gibi çekerek, şöyle konuşacak: “N’aber lan Ali Rıza?” Öteki cevap verecek: “İyilik valla! La nerdesin sen?” Ya da yolda yürürken cep telefonundan ayetler dinleyecek. Telefonu ona namaz vakitlerini ve maç sonuçlarını bildirecek ya da hemencecik internete girmesini sağlayacak. İnternete cep telefonuyla girip de ne yapacak acaba? Mail’lerini mi ‘kontrol’ edecek yoksa?! Sabah saatlerinde sokaklara bakın. Bizim gözümüz alışmış, fakat uzaydan gelen biri olup bitenleri görse yaşanan mantıksızlık karşısında aklı şaşar. Otobüs durakları ana baba günü; otobüsler, temerküz kamplarına tutsak taşıyan Nazi vagonları gibi tıklım tıkış. Öte yanda, binlerce, on binlerce özel otomobil, içlerinde sadece tek bir sürücü olduğu halde trafiği tıkıyor ve herkes cep telefonuyla konuşuyor. Bu nasıl bir israır, ne feci ve lüzumsuz bir harcamadır! Üstelik bu, doğru dürüst hiçbir şeyin üretilmediği, mali piyasaların balonlaşmasından, sermayenin göklerden yağmur gibi yağmasından, borçla borcun kapatılma imkânından yararlanan, uzun bir saadet zincirinin yaşandığı bir ülkede oluyor. Mao Zedung’un Kültür Devrimi uygulamaları ve tarihin içinde hayalet gibi dolaşan Kızıl Muhafızlar’ın yaptıkları daha mı mantıksızdı? Gündelik hayatın sorunları ve görgüsüzlüğün fark edilmesi çok önemlidir. Troçki, Sosyalizmin Güncel Meseleleri adlı kitabında mealen şöyle demiştir: “Yoldaşlar, merdiven altlarına ve koridorlara tükürmeyiniz!”
Fantazmagori
Careffour, Anka-Mall, Arkadium, Panora, Armada gibi isimleri olan bir alışveriş merkezine giren orta sınıan bir aileyi düşünün. Minik yavruları çocuklara ayrılmış bölümde eğlenip mayonez ve ketçap tüketirken, ebeveyn yüksek limitli bir kredi kartıyla her şeyi satın alabilir. Limitine kadar harcayarak her türlü ıvır zıvırı tekerlekli arabasına
YAVUZ ALOGAN Seviniyor muyuz? Elbette! İktisadi kriz Marksist’in zihnine küşâyiş verir. Yıkıma alkış mı tutuyoruz, apokaliptik miyiz biz? Öyleyiz, maalesef. Yeni rüyalar ve dünyalar için, ‘Batsın bu dünya, bitsin bu rüya!’ diyoruz... Peki, şimdi devrim mi olacak? Neden olmasın? Her şey krizin şiddetine, süresine, dünyanın bütün ezilenlerinin bilinçlenmesine, ezilenlerin örgütlenmesine bağlı…
doldurabilir, devasa yapay bitkilerle dolu altın ve gümüş renklerin hâkim olduğu, güvenliği üniformalı görevlilerin sağladığı şık mekânlarda dolaşabilir. Proletarya ve burjuvazi, bu mermer mekânlarda yan yana dolaşabilmekte, piyasa tanrısının kutsal mabedinde aynı tüketim kültürüyle kafayı bulmaktadır. 1897’de Paris’te açılan bir alışveriş mağazasında dolaşan Vietnamlı bir gözlemcinin, Nguyen Trong Hiep’in dediği gibi: “Sular masmavi, bitkiler tozpembe / İzlenmesi hoş bir akşam vakti / Herkes gezinmekte.” Müşterinin limiti mi bitti; hemen öteki kartını çekip harcamaya devam edebilir. Gelecek ay maaşıyla borcunun bir kısmını ödeyip harcamalarını sürdürür; tıkandığı yerde tüketici kredisi alıp borcunu kapatmaya çalışır; kredi faizlerini ödemek için borçlanır, borçlandıkça borçlanır, çünkü daha fazla borçlanması için herkes onu cep telefonundan ve televizyon ekranlarından sürekli kışkırtmaktadır... Bu böylece sürüp gider. Nereye kadar? Cehenneme kadar!.. Bu noktada Walter Benjamin’i saygıyla anıyoruz. XIX. Yüzyılın Başkenti Paris başlıklı yazısında şöyle der: “Dünya fuarları [büyük alışveriş merkezleri diye okuyun. Y.A.] malın değişim değerini çarpıtır. Kullanım değerinin arka plana itildiği bir çerçeve yaratır. İnsanın zaman geçirmek için içerisine daldığı bir fantazmagori oluşturur. Eğlence endüstrisi de insanı malın eriştiği düzeye yükselterek, bu fantazmagoriye girmesini kolaylaştırır. İnsanoğlu da kendine ve başkalarına yabancılaşmasının tadını çıkararak, kendisini böyle bir dünyanın yönlendirmesine bırakmış olur.” Kendine ve başkasına yabancılaşmanın tadını çıkaran insan! İşte bu tadı
sağlayan ‘şahane hayat yanılsaması’nın ta kendisidir! Kapitalizm bu yanılsamayı gayet bilinçli biçimde, kasten yaratır ve her sınıan tüketiciye ihtiyaç duymadığı malların sahicisini ya da sahtesini ya da taklidini satmak için onu kullanır. Gene bu bağlamda, orstein Veblen’i de anmalı ve mutlaka okumalıyız (Aylâk Sınıfın Teorisi, Babil Yayınları, 2005). Veblen’e göre, burjuvazinin gösterişli hayatı öteki sınıflardan bütün insanları etkiler ve yoksul kendi hayatında zengini taklit etmeye çalışır.
Panik ve korku
Fakat her maskeli balonun bir sonu vardır. Kriz dönemlerinin çiğ ışığında kapitalizmin gerçekleri birer birer ortaya çıktıkça, yanılsama yerini panik ve korkuya bırakır. Piyasanın söğüşlediği sıradan yurttaşın ‘şahane hayat’ı kafasında parçalanır; kapitalizmin amansız pençesi yakasına yapışır ve ona suçlu ya da düpedüz ‘enayi’ olduğunu haykırır. 100 milyara yaklaşan açık pozisyonun bir kâbus gibi üzerine çöktüğü burjuvazi hükümete, cari açık korkusunu gizlemeye çalışan hükümet de IMF’ye yalvarmaya başlar. Burjuvazi hafien ‘vatan/millet’ edebiyatına girişir. Hükümet yardım etmezse şirketler yabancıların eline geçecek, iflaslar kargaşaya yol açacaktır. Hükümetin ise yapabileceği hiçbir şey yoktur. Ülke ekonomisini küresel kapitalist güçlere teslim etmiş, bütün kilit sektörleri özelleştirmiştir. Ulusal para birimini, merkez bankasını, ekonomi üzerindeki yaptırım gücünü kaybetme tehlikesiyle yüz yüzedir. IMF’nin gerekliliği uluslararası finans çevreleri tarafından sorgulandıkça, ‘Ağlarım mücrim gibi baktıkça istikbalime’ şarkısını söylemeye başlar. Yerli malı nostaljisine başlayacaktır
yakında, ama memlekette yerli malı bile kalmamıştır. Elmalar Arjantin’den, badem Meksika’dan, ayçekirdeği Dakota’dan gelmektedir. Mandalina belki, bir de yeşil fasulye ve karnabahar! İthal ara mallarının akışı kesilirse, mal bile kalmayacaktır. Bu seferki kriz sistemin tam göbeğinde patladığı için yalvarmalar boşunadır. Küresel çapta parayla para kazananlar çarptıkları servetle ortadan kaybolduklarında, borçla yaşayan ekonomiler ve o ekonomilerin borçla yaşayan müşterileri susuz kalmış balıklar gibi debelenmeye başlarlar. Ortalıkta ‘şahane hayat’ın ne kendisi ne de yanılsaması kalır.
‘Batsın bu dünya!’
Seviniyor muyuz? Elbette! İktisadi kriz Marksist’in zihnine küşâyiş verir. Yıkıma alkış mı tutuyoruz, apokaliptik miyiz biz? Öyleyiz, maalesef. Yeni rüyalar ve dünyalar için, ‘Batsın bu dünya, bitsin bu rüya!’ diyoruz. Nitekim Doğu Almanya’da Das Kapital’in satış rakamları önceki senenin üç katına çıkmış. Sabık yoldaşlar belleklerini tazeliyorlar. (Mandel’in kulakları çınlasın, Duvar yıkılırken Doğu Almanya’dan hep bir şeyler bekledi.) Marx her zaman senin öykünü anlattı; sonsuza kadar da anlatmaya devam edecek. Peki, şimdi devrim mi olacak? Neden olmasın? Her şey krizin şiddetine, süresine, dünyanın bütün ezilenlerinin bilinçlenmesine, ezilenlerin örgütlenmesine bağlı… II. Büyük Buhran gıda krizinin üzerine geldi. Açlar, Amerikan tıraşlı ve lisanslı genç finans ahmaklarının analizlerini dinlemezler. Borsa’nın coşması ya da mahzun bakması, paranın zıp zıp zıplaması, ‘hedge’ fonların taklalar atarak kaçıp koşması onları hiç ilgilendirmez. Onlar ekmek isterler; sonra
yalogan@hotmail.com
durumu anlarlar ve kendi bayraklarını dikip örgütlenirler. Fakat kapitalizmin sinir merkezlerindeki burjuvazi, karşısında geçen yüzyıldaki gibi bir rakip olmadığı için şimdilik gayet rahat görünüyor. Oturup düşünüyor, deneyler yapıyor, kapitalizmi kurtarmak için müzakerelerde bulunuyor; vakti bol, arkasından kovalayan, onu sıkıştıran yok şimdilik. Bu arada piyasalar coşuyor, paralar kaçıyor, mali piyasaları talan eden canavar üretim sektörüne (sahi buna neden ısrarla ‘reel sektör’ diyorlar?) saldırıyor. 1929 krizi faşizmi azdırmış, Nazizm’i yaratmış ve büyük bir dünya savaşına neden olmuştu. Fakat o zaman dünyanın altıda biri kızıl bayrağın altında yaşıyordu. Şimdi burjuvazinin böyle bir korkusu yok. Rahat ve deneysel bir anlayışla sistemi kurtarmaya çalışabilir. Tabii o deneylerini yaparken, çevre ülkelerde savaşlar, faşizm, yeni paylaşım mücadeleleri, muazzam iflaslar, şeriat, gıda krizleri, açlık, işsizlik, sefalet, her şey olabilir. Devrim dışında hiçbir felaket sistemi etkilemez. Onun felaketi devrimdir; komünizm heyulasının bir kez daha kendi gök kubbesinde belirmesidir. O, bu kez de ortadan kaldırılmazsa, çalkalana çalkalana durulacak, ancak büyük felaketler yaratarak dengesini bulacaktır. Her şey bir yana, yaşanmakta olan kriz, orta, alt orta ve alt sınıfların ‘şahane hayat yanılsaması’na son verse; beyinlerinin serbest piyasa kapitalizmi tarafından nasıl ele geçirilip biçimlendirildiğini anlamalarını sağlasa; tüketmek için üretmek gerektiğini bir kez daha kanıtlasa; insanlığın başkalarına, doğaya ve kente hâkim olarak değil, yeni bir sosyalizmle kurtulabileceğini gösterse, sadece bunları yapabilse, başka ne lâzım gelir?
15
Mao, “Emperyalizm kağıttan kaplandır,” derken belki de mali sermayenin hisse senetlerinden, tahvillerden, bonolardan, çeşitli türev maddi varlıkların bilmem kaç misli olduğu; yani bir karşılığının bulunmadığı açıklanıyor. Haydaa! Anlaşılan o ‘tarihin sonu’nu getirece
B
undan 10-12 yıl kadar önce bir gazetede, istifa etmiş eski bir IMF yöneticisinin yaptığı açıklamayı okuduğumda gözlerime inanamamıştım. Adam, açıkça şunu söylüyordu: “Aslında yaptığımız işin sonuçları hakkında tam olarak bir fikrimiz yoktu; sadece deniyorduk. Hatta bir defasında bir ülke için hazırladığımız yapısal uyum reçetesini, yanlışlıkla başka bir ülkeye göndermiştik; yani her şey bir şablondan ibaretti, sadece ülke isimleri değişiyordu.” Ciddiyetsizliğin bu derecesi karşısında dehşete kapılmamak imkânsızdı. Düşünebiliyor musunuz, boğazımızdan geçen her lokmanın hesabını yapan o güç sahibi, tahsilli terbiyeli, iktisat adına her bir boku bilen, burnundan kıl aldırmaz herifler, meğerse ne yaptıklarını bilmeyen şuursuz birer maceraperestten başka bir şey değillermiş. Tabii biz, azgelişmiş ülke insanına has bir eziklikle, “Eh emperyalizmdir yapar, başka ne beklenir ki!” deyip sineye çekmiştik mecburen. Meğerse iş, öyle azgelişmişlerle falan sınırlı kalmamış; adamlar aynı haltları emperyalizmin metropollerinde de yemişler. Baksanıza, o anlı şanlı ‘küreselleşme’nin, ‘kumarhane kapitalizmi’nin kapısına asılan bol ışıklı parlak bir levha olduğu ortaya çıktı. Yani serbest piyasa denilen şey aslında bir rulet masasından başka bir şey değilmiş. Yazık!.. Kabul etmek gerekir ki, direnebilen bir avuç sosyalistin dışında, en muhalif geçinenler bile, adamların afra-tafralarını, palavralarını yedi. Krizlerden, çelişki ve çatışmalardan azade, artık ‘emperyalizm’ bile diyemeyeceğimiz, ultra bir kapitalizmin kurulduğuna, ulus devletin sonunun geldiğine, ana maddesini çok uluslu şirketlerin (ÇUŞ!) oluşturduğu bir evren modelinin geri dönüşsüz egemenliğine
C
Serbest piyasa
neredeyse topluca iman edildi. Kapitalizm, herhalde tarihinin hiçbir döneminde bu kadar ikna edici olmamıştı. Artık hemen herkes, onun her söylediğine, arada bir kem küm ederek de olsa, ‘eyvallah’ demeye başladı. Düşünsenize, adamlar, yeryüzünde sayıları giderek artan işçileri bile, “Siz artık bittiniz!” deyip giderek yok olan bir sınıf olduklarına; bu nedenle debelenmelerinin bir fayda sağlamayacağına inandırdılar. İkna olanlar sadece çaresiz emekçiler de değildi. Küreselleşmenin dehşet verici söyleminin etkisine kapılan ilim irfan sahibi sosyalistler, haninin devrimci militanları, milliyetçilikle hiç işi olmaz aslan gibi enternasyonalistler bile şaşırdı. Bir bölümü, “Abicim herifler işi çözdü, biz de peşlerine takılalım, başka çare yok!” diyerek küreselleşmeci kesilip ‘demokrasi’ falan adına, eski düşmanlarıyla aşna-fişne durumuna geldiler, liberal oldular. Bir başka bölümü ise, “Devir kötü, hiç olmazsa kulağımızın arkasını kurtaralım,” deyip ulus devletin ve aslında hiçbir zaman ulusun tamamına ait olmamış ulusal egemenliğin derdine düştüler. Onca yıl kapitalizme, emperyalizme hizmet verdikten sonra neoliberal dönemde kapının önüne konulacaklarını düşünen, çaptan düşmüş eski can düşmanlarıyla birlikte ‘ulusal bağımsızlık’, ‘ıssız adada sosyalizm’ veya ‘milli kapitalizm’ adına ittifaklar kurdular, ‘ulusalcı’ oldular.
Kâğıttan kaplan!
Başkan Mao, bir tarihte, “Emperyalizm kâğıttan kaplandır!” demişti. Tabii birçok insan, “Yok o kadar da değil!” diyerek itiraz etmişti, haklı olarak. Ancak Başkan Mao, bu sözü söylerken belki de mali sermayenin hisse senetlerinden, tahvillerden, bonolardan, çeşitli türevlerden, (Maşallah, kriz sayesinde neler öğrendik!) yani uçuşan kâğıtlardan oluşan boyutunu
umhurbaşkanı, Aktütün baskınının ardından acıklı bir yüz ifadesiyle konuşuyor. “Bedeli ne olursa olsun bu mücadeleyi sürdüreceğiz!” diyor. Aynı konuşmayı bir süre sonra Başbakan da yapıyor. Komutanlar da aynı şeyleri söylüyorlar. “Bedeli ne olursa olsun…” Bedel: Değer, fiyat, kıymet… Yani Sayın Cumhurbaşkanı, Başbakan ve komutanlar, bizim adımıza her türlü ‘harcamayı’ yapmaya hazırlar. Çünkü bu memleket, babalarının çiftliği!.. Ve o savaşın bedelini, bu halk nasılsa kanıyla, canıyla, ekmeğiyle ve evlat acısıyla ödüyor. Sayın devlet büyüklerimiz konuşuyorlar, bedelden söz ediyorlar, çünkü o bedeli bizim
kast etmekteydi. Şimdi o kâğıtların değerinin yeryüzündeki gerçek maddi varlıkların bilmem kaç misli olduğu; yani bir karşılığının bulunmadığı açıklanıyor. Haydaa! Anlaşılan o ‘tarihin sonu’nu getirecek kadar muktedir serbest piyasa, aslında insanlığa karşılıksız çek kesen bir dolandırıcıdan başka bir şey değilmiş!.. Oysa her şeyin yolunda gittiğine inandırmışlardı çoğumuzu. Bazı aksaklıklar elbette olacaktı. Öyle arada bir durgunluklar, daralmalar, borsa bilmem neleri, hatta ‘gelişmekte olan’ bazı ülkelerde krizler falan... Ancak ‘piyasanın o görünmez eli’ kimini okşayarak, kiminin de ensesine vurarak işleri kendiliğinden yoluna koyacaktı. Yeter ki devlet bu işlerden elini ayağını çekip bekçilikten fazlasına heveslenmesin, kural mural koymaya kalkmasındı.
Köpük partisi!
Ne yapalım kısmet değilmiş, önce ‘gayrimenkul köpüğü’ patlayıverdi, dünyanın efendilerinin köpük partisinin tam ortasında. ‘Mortgage krizi’ falan derken yatırım bankaları, sigorta şirketleri art arda devrilmeye başladı. Ardından kriz, asıl gizlenmeye çalışıldığı yerde, yani üretim alanında açığa çıktı. Üstelik Amerika’yla da sınırlı kalmayıp şişman ve müflis bir çekirge misali oralara buralara sıçrayıp bütün dünyayı dağıtmaya başladı. Sonunda serbest piyasa meczuplarının, “Nerede bu devlet, nerede bu millet!” çığlıkları kapladı her yeri. Ve kapitalizmin tarihi boyunca aslında hiçbir yerlere gitmemiş olan devletler, bütün kaynaklarıyla -yani bizim kaynaklarımızla- ve de en ulusal halleriyle arzı endam edip, devletleştirmeler de dahil her türlü kurtarma işini üstleniverdiler. İşin şakası yoktu, kapitalizm tarihinin en büyük krizlerinden birine girmiş, ‘küreselleşme’
ödeyeceğimizi çok iyi biliyorlar; çünkü düzen böyle. Bu nedenle bizi bol keseden harcıyorlar. Savaşın çeyrek asırdır sürüp gitmesi de bu yüzden. Anlaşılan, efendilerimiz, savaşın bedelini kendi iktidarlarıyla, mallarıyla, canlarıyla ve evlatlarıyla ödeyecekleri güne kadar bu savaşı sürdürmekte bir sakınca görmüyorlar. O halde, savaşa devam!..
Çanakkale geçilmez!
25 yılda kırk binden fazla insanın öldürüldüğü bu savaşın resmi adı ‘terörle mücadele!’ Ancak minare, kılıfa sığmakta epeyce zorlanıyor. Arada bir, “Ne terörle mücadelesi ya, bu basbayağı bir savaş!” diyenler çıkıyor. Hatta genelkurmay açıklamaları bile artık ‘Çanakkale destanı’ kıvamında. Askeri raporlar da öyle. Hatırlayın son Kuzey Irak
iflas etmişti.
Liberal zurnalar!
Demek ki neymiş, liberal kapitalizm (diğer çeşitleri gibi) ‘kârların kapitalistler tarafından paylaşıldığı, zararların halka ödetildiği’ bir serbest piyasa düzeniymiş; nokta. Bir de neymiş, ‘ekonomide sorunları çözmek için bazen piyasayı serbestleştirmek, bazen de devlet müdahalesine başvurmak gerekiyor’muş! Bu vecize değerindeki ikinci tespit, liberal fikir sahnelerimizin beyefendi sanatçısı Taha Akyol’a ait. Eskiden de gizli gizli bu fikirleri savunur muydu, yoksa krizin etkisiyle gelen bir vahiy midir, bilemem, kendisi böyle söylüyor. Hani ‘çevir kazı yanmasın’ misali!
Bedel öd seferi sırasında asker ile Devlet Bahçeli papaz olmuşlardı; adam, haklı olarak şarlamıştı, “Bu ne biçim açıklama, teröristle mi savaşıyoruz, yoksa bir orduyla mı?” diye; öyle imha edilen uçaksavar bataryalarından, ana ve yedek iletişim sistemlerinden,ikmal depolarından, eğitim tesislerinden falan söz edildiğini duyunca. ‘Terör’ dediğin, bir hücre evinden çıkar, korkutma ve yıldırma niyetiyle savunmasız bir hedefi vurur, sonra yine o hücre evine döner. Özellikle de az sayıda insan tarafından yapılır. (Devlet terörü veya kitle terörü haricinde.) Bu tür eylemlerle mücadele, uzman polis ve gizli servis birimleriyle yürür. Zaten süregiden çatışmanın terör boyutu da bu tür eylemlerle sınırlı. Bir bölgeye yığılan 200 bin askerle, üstelik savaş helikopterlerini, bombardıman
uçaklarını da kullanarak ya dünyanın her yerinde başk bir defasında, bir gazetenin de yazmıştı, “Bunun adına denebilir, ancak bu tanım bir nitelik kazandıracağı i Dedim ya minare kılıfa sığm Aktütün baskınının ardınd alamayıp iyice coşuyor, hüz bir ‘klip’ yayımlıyor, günler Çanakkale şehitlerinin meza ardından baskın sonrası Akt ekranda ‘1918…2008’ yazı bir kafiye yapmak istemişler karıştırmışlar! Halbuki Çana 1915 olduğunu bu millet da
HAKKI YÜKSELEN -BABA HAKKI-
vlerden, yani uçuşan kâğıtlardan oluşan boyutunu kast etmekteydi. Şimdi o kâğıtların değerinin yeryüzündeki gerçek ek kadar muktedir serbest piyasa, aslında insanlığa karşılıksız çek kesen bir dolandırıcıdan başka bir şey değilmiş!..
anın malları!..
Sonunda bedelini elbette bize ödetmek isteyecekler, bu bir sır değil; ama ben, hiç olmazsa bir süre bu işin tadını çıkarmaktan yanayım. Kendi kendime, “Ulan, onca olup bitene rağmen iyi ki bir sosyalist olarak kalmışsın. Yoksa bu eğlenceyi kaçıracaktın!” diyorum. Hatırlayın, neredeyse 30 yıl boyunca bilumum serbest piyasa zurnaları, bütün pespayeliklerini, yellenir gibi kulağımıza kulağımıza öttürüp durdular. Direnenlerin, itiraz edenlerin adını ‘dinozor’a çıkardılar; kendileri her şeyi kemiren fareler gibi çoğalırken... Akılları sıra itip kakmaya çalıştılar, ne yalan söylemeli epeyce bir itip kaktılar da, ‘artık değişmiş olan dünya’da hâlâ eşitlikten söz ediyor, ‘fukaralık edebiyatı’ yapıyoruz diye. Hatta, dedim ya ‘tarihin
sonu’nu bile getirdiler. Bizi, binlerce yıldır asıl ev sahibi olduğumuz tarihten bile çıkarmaya kalktılar, “Amerika’dan oğlum, Avrupa’dan kızım gelecek,” falan diyerek. Şimdi bakıyorum da işleri çok zor. Biraz ciddi olanları, “Bu defaki farklı, bu iş biraz uzun sürer,” diyor. Bir de cıvıkları var. “Bana ne, bana ne, acımadı ki!” diye bağıranlar; “Ne yani sosyalizm mi gelecek?!” diye sırıtanlar; “N’olucak ya, benzeri 1929’da da olmuştu, sonra geçti gitti, kimse hatırlamadı bile,” diyecek kadar yüzsüzler. O, krizin bedelini emekçilere ödetmek üzere tarih sahnesine çıkan faşizmi, yüz milyonların açlığını, işsizliğini, sefaletini yok sayanlar, 50 milyon insanın yok edildiği o koskoca emperyalist savaşı, barbarlığı unutturmak isteyenler, tarih kalpazanları. Görevleri, bütün yeryüzüne pisleyen kapitalizmin kıçını temizlemek olan taharet muslukları, ibrikçiler, peçeteciler… İş kaldığı yerden devam edermiş, sosyalizm falan gelmezmiş. Hay Allah, biz de, “Bu kriz artık kapitalizmi götürür, ardından da üç güne kalmaz sosyalizm gelir,” sanıyorduk. Geri zekâlıyız ya! Siz Marksizmle falan dalga geçmeyi bırakın da kendi derdinize yanın. Patronlarınız sizi, yeni dönemde kapının önüne falan koymasın; bu halinizle alan da olmaz. Ha, canınız Marksizmle falan alay etmek, öyle çok gülmek istiyorsa, ‘açın da kıçınızla alay edin!’; hani bazılarınızın gençliğinde canhıraş bir biçimde savunduğu, Marksizmin o milliyetçi karikatürüyle; imalatında sizin gibilerin de pay sahibi olduğu o ucubeyle…
Ey ahali!
Mesleği patron yalakalığı olan beylerin ve hanımların ne yapacağı bizi ilgilendirmiyor. Asıl işimiz kendimizle, yani bu düzen sürüp
demek...
apılan mücadeleye ka bir isim verilir. Zaten n ‘askeri inzibat’ görevlisi a gerilla savaşı da m, mücadeleye siyasi için sakıncalıdır,” diye. makta zorlanıyor. dan Kanal 1 hızını zünlü bir müzik eşliğinde boyunca. Önce arlarını gösteriyor, tütün karakolunu; ve ısı beliriyor. Hani ‘8’lerden r, ancak 18 Mart’la 1918’i akkale Savaşı’nın tarihinin aha ilkokulda öğrenir;
ama ne gam, söz konusu olan ‘terörle mücadele’ ise, bilgi bir teferruattır. Ancak yine de durumu bu kadar açık etmek yanlış, en azından ‘terörle mücadele’ye zarar verir; birileri kulaklarını çekmeli.
Fırsattan istifade
Çatışmanın askeri boyutuna ilişkin eleştiriler giderek artıyor. Paşa öfkeli. Çok asabi bir yüz ifadesi ve ses tonuyla, parmağını bütün milletin gözüne sokarcasına sallıyor. “Yerinizi bilin!” diyor. Yani ya bizdensiniz ya onlardan. Belli ki zor durumdalar. Ancak benim aklıma nedense, Paşamızın durumu değil de kendi durumumuz geliyor. Bu parmak, esasen, şu veya bu nedenle bu tür yayınları yapma cesaretini gösteren birkaç liberale değil de, bu memleketin Türk ve Kürt
gittikçe bedelini ödeyecek olan emekçilerle, hayatını gerçekten çalışarak kazanan insanlarla. Ey ahali, böyle bir düzen görülmüş müdür?! Düşünebiliyor musunuz, tarihteki bütün geçmiş üretim tarzları, çeşitli nedenlerle eksik ürettiği için krize girip açlığa, yoksulluğa yol açarken, sadece kapitalizm, fazla ürettiği için açlığa, işsizliğe, yoksulluğa ve yıkıma yol açıyor. Düşünün, milyonlarca ton ürün insanlar ihtiyaç duymadığı için değil, sadece satılamadığı için ziyan olup gidiyor. Bolluk açlığın, çok çalışmak işsizliğin nedeni! Milyonlarca insan bir yerlerde açlıktan kıvranırken başka yerlerde et dağları, süt gölleri oluşuyor. Üstelik bu durum bazı ‘yönetişim’ bilmem nelerinden falan değil, kapitalizmin ‘temel içgüdü’sünden, kaçınılmaz sınırlarından kaynaklanıyor.
Alayınızı Çinliler kovalasın!
Soytarısı, fedaisi, peçetecisi bir yana, kumarhanenin asıl sahipleri ister istemez daha ciddi ve gerçekçi davranmak zorundalar. Bu nedenle durumun vahametini, ‘model’in kimi hatalarını kabul ediyorlar. Hatta, dünyayı en dramatik ses tonlarıyla uyarıyorlar. Ayrıca yeni bir kapitalizmden söz edenler de var. Ancak, sakın yanılıp da tövbekâr falan olduklarını zannetmeyin. Her şeye yeniden başlamak, yeni fırsatların peşine düşmek derdindeler; üstelik krizin asıl bedelini, başta azgelişmiş ülkelerdekiler olmak üzere bütün dünya emekçilerinin ödeyeceğini, ima ne kelime, açık açık söyleyerek. Aynı bizim memlekette olduğu gibi. Bizde de, alayını Çinliler kovalayasıca birileri, “Zaten Çincede de ‘kriz’ sözcüğü, aynı zamanda ‘fırsat’ anlamına geliyormuş!” diyerek ‘krizi fırsata çevirmek’ten söz ediyor. Yani,
bütün emekçilerine sallanıyor sanki. “Bakın kriz de geliyor. Öyle düzeni bozacak marazalar falan çıkarmayın, yoksa alırım paçanızı aşağı!” der gibi. Başbakan da yaklaşan fırtınanın farkında; krizin sadece ekonomiyle sınırlı kalmayacağını ve nice patlayıcı karışıma gebe olduğunu biliyor. O nedenle ‘paşasının’ koltuk altına biraz daha yanaşıyor. Öyle aynı anda hem işçiler ve emekçilerle, hem de Kürtlerle baş etmenin zor olduğunu bilmek için müneccim olmaya gerek yok. Diyarbakır’da barış meleği olan Başbakan’ın Ankara’da savaş tanrısı kesilmesi boşa değil. Belli ki, krizi en adi fırsatlara çevirmek, yani işçi sınıfını daha da fazla ezip sömürmek için savaşı bir bahane olarak kullanmayı düşünüyor; aynı ustası Özal gibi. Bu nedenle savaşın, daha ustaca ve profesyonelce yürütülmesini değil, adalet, eşitlik ve özgürlük temelinde onurlu bir barışı talep ediyoruz. Emekçilerin çıkarı burada.
emekçileri daha düşük ücretlerle, daha uzun saatler boyunca, öyle esnek esnek çalıştırarak. Tabii tümden kaybedilmiş sosyal haklarımız, en örgütsüz halimiz ve de en derin işsizlik ve açlık korkumuzla...
Tarihin sarkacı
Dedim ya, bir süre eğlenip tadını çıkarmak gerekiyor. Ancak unutmamamız gereken bir kural var: Devrimci usullerle çözülemeyen her kriz, karşıdevrimci usullerle çözülür. Atalarımız, kapitalizmin krizlerinde tarihin sarkacının önce sola, sonra da sağa gittiğini söylerler. Yani işçi sınıfının ve önderliklerinin krizi nedeniyle kaçan her devrimci fırsat, yarın öbür gün size faşizm, askeri diktatörlük, daha ağır sömürü, baskı, zulüm ve savaş olarak döner. İnanmayanların, eğer tarih okuyacak kadar vakitleri yoksa, Aktütün açıklamasını yapan Paşa’nın yüzündeki ifadeye bakmaları yeterlidir. Evet kapitalizm krizde. Ancak öyle, bir çiçekle bahar gelmiyor. Ustalar, o nedenle, hiçbir zaman mutlak olarak çıkışsız bir durumun olmadığını söylemişler, emperyalist sistemin krizleri için. Toplumların tarihinde hiçbir şey kendiliğinden yok olup gitmez. Yıkılmadığı sürece çürümeye devam eder; var olduğu ortamı da zehirleyerek, kendisine değen her şeyi çürüterek... Aynı asalak ve tekelci kapitalizm gibi... Onu yıkacak güçler, tarih ve toplum sahnesine bütün bağımsızlıkları ve mücadelecilikleri ile çıkmadığı sürece, kapitalizm insan evladına kan kusturmaya devam edecek; tarihsel deneyimin bize öğrettiği gibi; başka halleriyle ve başka kılıklarıyla. Yani daha çok iş var. Ama dedim ya, her şeye rağmen, inat edip devrimci ve sosyalist olarak kalmaya değiyor. Çünkü devrimden ve sosyalizmden başka gerçek bir çözüm yok.
‘Hep bizim çocuklar’
“Neden hep bizim çocuklarımız, bu savaş daha ne kadar sürecek?” diye soran anababaların sayısı da artıyor. Ancak bir hiç değerine düşürülmüş hayatları boyunca, sadece evlatlarının cenaze töreninde kendisine bahşedilen birkaç saatlik ‘saltanat’ı, “Biri gitti, öbürünü de alın!” diyerek sürmeye çalışan ana babalar henüz çoğunlukta. Bir baba, büyük oğlunun cenazesinde, 10 yaşındaki oğlunu göstererek ağlıyor, “O da askere gidecek ve ağabeyinin öcünü alacak!” diye. Yani, bu savaşın daha uzun yıllar süreceğini ve muhtemelen küçük oğlunun 10 yıl sonraki cenazesine de katılacağını iyi biliyor. Ama dedik ya, efendilerimiz her bedeli göze almış; o bedeli kendileri ödemedikleri sürece... O nedenle Başta Sayın Cumhurbaşkanı, bütün devlet büyüklerimiz, ‘bedeli ne olursa olsun’ diyerek bu savaşı sürdürmekten yana...
Değişen yerlerinizi yesinler!..
Ve bir ‘özel timci’ çıkıp 1000 kişiyi öldürdüğünü söylüyor. Ama gündemde hâlâ Ergenekon iddianamesinin kaç sayfa olduğu geyiği dönüyor. Fatih Ürek’in ne denli tehlikeli bir işkenceci olduğunu anlatan o meşhur ifadenin!.. Mehmet Ağar’ın 1000 operasyonunun 1’inin lafı bile edilmiyor. İşte size değişim!..
4
5. Altın Portakal Film Festivali gerçekleştirildi. Töreni yaklaşık 5 bin kişi izliyordu. Ödüller sahiplerini buldu, Turizm ve Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, “Türk sinemasının artık dünyaya açılan bir kapı olduğu... ve… ve…” şeklinde konuşmasını yaptı. Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, “Sanatsız kalmış bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir,” sözünü vefakar bir dille tekrar hatırlattı. Yüreklerimize dokundu. Gözyaşlarımıza hakim olamadık! Falan… Filan… Törenin tek anlamlı yanı, Avrasya Film Festivali NETPAC ödülünü Özcan Alper’in ‘Sonbahar’ filminin alması oldu. Filmin yönetmeni çıkıp aslanlar gibi, ödülü işkencede yaşamını yitiren Engin Ceber’in annesine ithaf ettiğini söyledi: Cezaevinin rutubetli duvarlarına kafası vurula vurula ‘hayat damarlarına kan oturtulan’ Engin Ceber’in... Derken AKP Genel Başkan Yardımcısı Egemen Bağış çıktı sahneye. İnsan bekliyor; bir kaç kişiye teşekkür etsin. ‘Günün anlam ve önemini’ dile getirsin. Sanatla ilgili klişe sözler söylesin. “Holivuuud,” desin, “Müzik ruhun gıdasıdır,” desin. Ne bileyim, moda olduğu üzere Mustafa Kemal’den alıntılar yapsın, falan… Zaten normal olanı da bu. Gelgelelim Sayın Bağış herhalde baktı 5 bin kişi var, eh, epey kalabalık. Işıklar falan, canlı bir ortam. Sazı, pardon mikrofonu kaptığı gibi -son derece manasız bir heyecan, manasız bir öe ile- başladı atıp tutmaya: “Türkiye 50 yıl önce başbakanını asan, 9 yıl önce şiir okuduğu için belediye başkanını hapse atan bir ülkeyken bugün... ve… ve… Türkiye değişiyor… ve… ve…” Hoppala! Lan n’oluyoruz?! Nerdeyiz?! Oy pusulası nerede, hemen zarfımızı atalım! Ne yalan söyleyelim güldük. Önce şaşırdık güldük. Sonra acıdık güldük. Ama afalladık yani… Hali içler acısıydı ya, son cümlenin yüklemine takılmadan edemedim. Sormak lazım değişim ne? Değişen ne? Değişim, senin üstlerinin eş başkanlığını yaptığı BOP projesinin stratejileriyle bombalanan Irak’ın, Afganistan’ın topraklarında açılan çukurlar, köklerinden sökülen ağaçlar, evleri başlarına yıkılan insanlar, duman ve moloz yığınları mı? Değişim, dergi satarken kurşunlanan, felç edilen çocuklar mı? (Ferhat Gerçek) Değişim arkadaşının sakat kalmasını protesto eden, bunu en temel demokratik hakkını kullanarak, pankart açarak yapan, bunun için tutuklanıp cezaevine konan, orada işkence gören, taciz edilen, katledilen insanlar mı? (Engin Ceber) Darbecileri mi yargıladınız? Faali meçhul cinayetleri mi ortaya çıkardınız? Taylan Özgür’ün katilini mi buldunuz? Uğur Mumcu’nun failleri kimler? Dış borç ne
18
Faili mechul cinayet
2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 (13 Ekim 2008’e kadar) kadar azaldı? Hastanelerinizde en az üç ay beklemeden, kaç kişi röntgen filmi çekilebiliyor, kaç kişi ameliyat olabiliyor? Tuvaleti olmayan kaç okul var? Nerede değişim? TİHV raporuna göre 2008 yılının ilk 9,5 ayında tespit edilen 35 faili meçhul ölüm olayı var. Değişim bu mudur? Evet değişen budur. Bu rakam son sekiz yılın en yüksek rakamıdır.
İnfaz!..
Yaşama hakkında bir ‘değişme’ var mı? Güvenlik kuvvetleri her fırsatta dert yanıyor: “Elimiz kolumuz bağlı…” Polisin ‘eli kolu bağlı’! Polisin ‘eli kolu bağlı halde’ açtığı ateşle sadece 2008 yılının ilk 9,5 ayında yargısız infaz, ‘dur’ ihtarına uymama ve rastgele ateş açma sonucunda 31 kişi yaşamını yitirdi. Bir kaçına bakalım: * 26 Ocak 2008’de Yalova’da bir polis memuru ile mimar arasında park etme yüzünden çıkan tartışmada polis memuru G.E.’nin mimar Hüseyin Turgut’a ateş etmesi sonucu Hüseyin Turgut kaldırıldığı hastanede kurtarılamayarak yaşamını yitirdi. * 20 Şubat 2008’de İzmir’in Narlıdere İlçesi’nde Ahmet Çakal (41) adlı kişi, tartıştığı emekli polis memuru Sıdkı Dalgın tarafından vurularak öldürüldü. Olayın Dalgın’ın, Ahmet Çakal’ın evinin yakınlarında sık sık silahlı atış talimi yapması üzerine Çakal’ın Dalgın’ı uyarması sonucu çıktığı öğrenildi. * 6 Ağustos 2008’de İstanbul’un Bahçelievler İlçesi’nde M.T. ya da M.A. (26) adlı polis memuru, sokakta tekmelediği kutudan üzerine meyve suyu
13 24 8 16 8 4 21 2 35
Yargısız infaz/ Dur ihtarı/
Halen bulunamamış kayıp kişiler
Gözaltında ya da cezaevinde ölüm vakaları
Rastgele ateş açma 56 37 38 46 35 61 49 24 31
-. 2 2 4 3
59 57 48 22 38 16 11 10 29
sıçrayınca kendi kendine söylenen Cem İnci’nin (23) kendisine küfür ettiğini sanarak İnci’yi kurşunladı. İddiaya göre polis memuru İnci’nin yanındaki arkadaşı R.Ş.’yi de rehin alıp ağır yaralanan Cem İnci’nin yanına kimseyi yaklaştırmadı. İnci’ye yardım etmek isteyenleri de vurmakla tehdit eden polis memuru olay yerine gelen polis ekibine teslim oldu. Ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılan Cem İnci, 12 saat sonra hayatını kaybetti. * 25 Ağustos 2008’de Sivas’ta, kontrol noktasında ‘dur’ ihtarına uymayarak kaçmaya çalıştığı söylenen otomobile, otomobilde ‘bomba olabileceği’ şüphesiyle polis ekipleri ateş açtı. Olayda otomobil sürücüsü Turan Özdemir hayatını kaybetti. * Polis ekipleri 26 Ağustos 2008’de Bursa’nın Nilüfer İlçesi’nde, hırsızlık ihbarı üzerine bir apartmana baskın düzenledi. Apartmanda polis memuru R.K. tarafından, “dur” ihtarına uymadığı gerekçesiyle vurulan Cengiz Koç (24) yaralı olarak kaldırıldığı hastanede yaşamını kaybetti… Hakkari’de, Mardin’de vurulanları, panzer altında kalan çocukları yazmıyorum; onların zaten hepsi ‘terörist’!.. Ve bu raporun hazırlanması üzerinden daha 15 gün geçmeden, * ANTALYA’da devriye gezen ekibin ‘Dur’ ihtarına uymayarak kaçan motosikletteki 2 gence ateş açan polis memuru M.E., 18 yaşındaki Çağdaş Gemik’in ölümüne neden oldu. DUR! DUR! DUR! Dur ihtarı! Durmak zorunda mıyım? Durmazsam vurulur muyum? Durursam, keyfi bir gözaltında
işkenceden ölmeyeceğimin garantisi var mı? Dalgın bir şekilde araba kullanırken kafama isabet eden bir kurşunla mı uyanacağım, ya da ebediyen uyuyacağım? Kimseyi öldürmeden durduramayacak kadar beceriksiz midir bu memurlar? Bu yargısız infazları kim durduracak? Değişim! İşte TİHV’in raporu: Bu tabloya bakın ve söyleyin, insanın en temel hakkında, yaşama hakkında değişen nedir? Değişim! 1 Mayıs’ı kutlamak isteyen insanlara copla, gazla saldırılıyor. İnsanlar rehin alınıyor. İnsanlar gaz yutuyor. Gazdan zehirlenerek ölüyor. Dur ihtarına uymadığı için ölüyor. Ramazanda içki içtiği için taciz ediliyor, dayak yiyor, bıçaklanıyor. Yazı yazdığı için hapislere atılıyor, işkencelerden geçiyor. Ve bir ‘özel timci’ çıkıp 1000 kişiyi öldürdüğünü söylüyor. Buna seri cinayet bile diyemezsiniz, bu katliam! Üstelik onlarca ‘timci’den sadece biri! Ama gündemde hâlâ Ergenekon iddianamesinin kaç sayfa olduğu geyikleri dönüyor. Fatih Ürek’in ne denli tehlikeli bir işkenceci olduğunu anlatan o meşhur ifadenin!.. Mehmet Ağar’ın 1000 operasyonunun 1’inin lafı bile edilmiyor. Değişim! Değişim! Değişim! Ama değişmeyen bir şey var; o da meydanlarda, üniversitelerde, dolaşan yeşil parkalı genç adamlar-kadınlar. Filmleriyle, şiirleriyle, pankartlarıyla aslanlar gibi bağırıyorlar. Kirli, paslı, yoz olan ne varsa değiştirmek istiyorlar. Topyekün bir değişim istiyor onlar.Siz değişimi bir de onların elinde görün!
ONUR GÖKTEPE
SITKI DEMİRKAN-KASABA NOTLARI Hayat bu ya, bir yerde karşı karşıya gelsek, yaşına başına bakmadan en Osmanlı şamarımı ona saklıyorum. İş uzayıp mahkemeye gidecek mecburen, ve benim hiçbir avukata bırakmaya lüzum görmeden yapacağım birkaç kelimelik savunma, “Tokatlamayalım da besleyelim mi?” şeklinde olacaktır...
i
Gençleri öldürenler...
nsan bazen dınk diye durup kalıyor hayatın ortalık yerinde. Osuruktan bir Polyanacılıkla, şabalak yazılarla laylaylom geçerken ömür, hayat bi ağır abi edasıyla öyle bi şaplak patlatıyor ki ense köküne, canının yangınıyla anlıyorsun ne bela bi coğrafyada yaşam sürüklediğini. Gencecik bir fidan, kimsenin farkına varmaya yanaşmadığı bir gerçeğe, insanın insana zulmünün süregittiği gerçeğine dikkat çekmek istedi diye kökünden koparılarak çıkartılıyor bu alçaklık ormanından. Kimsenin farkına varmaya yanaşmama sebebi de daha alçakça gerekçeler içeriyor. Farkına varılsa isyan edilecek çünkü. İsyan, bütün bu zulüm tekerleklerine çomak sokmayı gerektirecek, lakin zor iştir işte çıyanların kıvıldaşıp durduğu tekerlekleri çomaklamak. Eline koluna hücum eder ne kadar kan emici varsa. Yarınları göze alarak kendi hayat sıvından iki üç sürahi feda etmek de ‘göz’ ister. Suratına tükürmenin bile iltifat olacağı düzen bekçileri bir de zalımlıklarını savunurlar abuk sebepler türeterek. Vay efendim kurallara uymamış da, vay efendim dikkafalıymış da. Ulan soysuz güruhu, alçaklığa bulaşmamış, kimsenin canından çalmamış adam, sizin kendi pisliğinizi paylaşma amacıyla kıçınızdan uydurduğunuz kurallarınıza neden uysun ki? Ve doğruyu söyleyen ama sadece söyleyen, kimseye de sizin yaptığınız gibi, “Doğru budur, bundan gayrısı yanlıştır” yollu dikte etmeyi aklının ucundan dahi geçirmeyen çocuk boyun eğer mi ki? Suçu ne? Dergi dağıtmak!..
kazınan namusumuz, ağulardan süzülen sabrımızdır. Ve şimdi kocaman büyümüşse yüreklerimiz, heybemizde ekmekten önce isyan taşımamızdandır.
‘Denizgili yakalamışlar!’
Atadan miras adalet
Şunun o kadar farkında ki onlar da; bu zulüm çarkının iki-üç çomakla durdurulabilmesi ve ne kadar sürüngen varsa alayının köküne kibrit suyu dökülerek bire varasıya kırılabilmesi hiç de öyle afaki, ütopik, erişilemez bir şey değil. Hayat var olalı beri var olan zulüm, mazlumların yeter dediği noktada alaşağı olur. Ve şimdi Engin Ceber gibi, siz gibi, biz gibi, “Yeter zulüm var!” diye ortaya çıkıp çığlık atanların soluğunu kesme çabası, bu çığlığın yankı bulacak olmasından duydukları korkudur. Tam da kendi yaşama sebepleri olan zulmü herkese benimsettiklerini sandıkları anda, Allah, kitap, vatan, millet satarak yedi cetlerine yetecek kadar dünyalık düzdüklerini düşündükleri anda, ve bunları satıp karşılığında ellerinden yarınlarını aldıkları insanların tevekkül diye, kanaat diye avuçlarının arasından hayatın kayıp gitmesini kabullendiklerini zannettikleri anda, aslında o kitlelerin
tükürüklerinde boğulacaklarını bilmek kabus olup karşılarına dikiliveriyor işte. Ve hep de daha bi dünya yaşanmamışlığı olan, kanları çağıl çağıl çağlayan tertemiz çocukların canlarına kıyarak bastırmak, sindirmek gibi kazanımlar elde ettiklerini, edeceklerini gafletinin bir yerden alaşağı olacağının eşşek gibi farkındalar. Çünkü bu topraklarda atadan mirastır adalet duygusu. Hangi gündelik kaygılarla örtülürse örtülsün, hangi bencil duygularla geriye itilirse itilsin; vakti zamanı geldiğinde bütün o ‘bolu beyleri’nin sırça köşklerini başlarına yıkacak kadar gözleri kara Köroğlular yetiştirmek bu toprakların en birinci hüneridir. Onlar sanırlar ki, babalar oğullarına, iki evlek tarla, beş ağaç zeytin, bayırda fındık ağaçları bırakırlar göçüp giderken. Oysa şairin de dediği gibi, bizim sarıldığımız künyemize
Beş yaşındaydım, bütün ev ahalisinin acans vakitleri radyonun başına toplanıp nefes bile almadan kelimesi kelimesine haberleri dinlediğinde. Sonra kendi aralarında tartışıp dururlardı fısıldaşarak. Bişeylerden ürktüklerini çocuk aklımla çözmüştüm ya, ürkülen neydi orasını bilemezdim. Sonra, o bütün heybetiyle dağ gibi olduğunu düşündüğüm dedemin kır sakallarına iri birer damla indirerek gözlerinden, “Denizgili yakalamışlar” derkenki teslimiyeti bir ele geçirilme korkusu yaşandığını anlattı bana. Sonra sabahın köründe ailecek kalkarak, gülllerin diplerine çakıl taşlarından ev yapıp, derelere dilek kağıtları attığımız bir Hıdrellez sabahı, keyifli bir kahvaltı ertesinde gene toplaşarak dinlenen acans sade bizim eve değil, konu komşuya da bir kara haber iletti. Anamın anlattığına göre dayımın erken ölümünden beri hiçbir duygusunu ortalık yerde yaşamayan dedem bütün gün sicim gibi gözyaşları dökerek ağladıydı. Neden ağladığını da arada bir eliyle dizini oğuşturarak ve kafasını iki yana sallayarak inler gibi dile getirdiği, “Asmışlar oğlanları!” nakaratıyla belli etmişti. Yamacına sokulup kafamı koluna yaslamış, kendimce teselli vermeye çalışmıştım. Sonradan anladım beni koynuna bastırarak kafamı okşarken, ‘Cana kıymak zulümdür, zulüm var diyenin canına kıymak zulümden de ötedir‘i bellettiğini. Kaldı ki benim dedem hiç de öyle mevzunun sağını solunu bilen bi adam değildi. Ama dedim ya O da atasından aldığı adalet hissinin getirdiği ferasetle eğriyi doğruyu görebilmişti. Oradan bana bir de ömrümün sonuna dek sürecek bir tiksinti kaldı. Pir Sultan’dan Madımak’a kadar, tilkinin bakır sıçtığı boz dağlarında pıtırak gibi hayın yetiştiren bir memleketin, bir noktasını ne zaman anmak zorunda kalsam ağzım kirlendi diye birkaç kez ardı ardına tükürürüm. Sonra aklımızın da yüreğimizin de, yaratılan bütün o korku ortamına rağmen hafif hafif kızıllaşmaya başladığı günlerde Erdal Eren’le dağlandı ciğerimiz. Kitabına uydurmak deyiminin en soysuz şekliyle sergilendiği o olay yüzünden, çoğu kimsenin belleğinde salaklıkla sevimlilik arasında bi yerde oturan Bay Netekim’in benim anlağımdaki yeri koyu bir kindir. Hayat bu ya, bir yerde karşı karşıya
gelsek, yaşına başına bakmadan en Osmanlı şamarımı ona saklıyorum. İş uzayıp mahkemeye gidecek mecburen, ve benim hiçbir avukata bırakmaya lüzum görmeden yapacağım birkaç kelimelik savunma, “Tokatlamayalım da besleyelim mi?” şeklinde olacaktır. Kaldı ki, Erdal’ı yargıladıkları olayda Erdal’ın hiçbir suçu olmadığı, Erdal’ın olayla hiçbir ilgisinin bulunmadığı ortaya çıktı işte. Çıktı çıkmasına da vay gidene, kime anlatacağız biz derdimizi? Anlatsak da nesi, kime derman olacak? Hiçbir sebep olmadan cana kıymak, hatta bunu eğlenceden saymak nasıl bir ruh halinin göstergesidir? Biri ne olur anlatsın bana yahu. Aha Metin Göktepe’yi de aynı şekilde silmediler mi yaşam defterinden. Sadece ve sadece taşıdığı etiket yüzünden kendi kafasında yargılayıp birini, ölüme varacak kadar kırıp dökmek neyin nesi ola ki? “Hangi gazetenin muhabiri bu?” diye sorup kendi içinde “Şu gazete, e kim okuyor o gazeteyi? Falancalar,” diye hiçbir insani vasıf barındırmayan bir sorgu silsilesini kendi, olmayan aklı çerçevesinde sonuçlandıran ve ciddi ciddi ceza kesen adamlar hakikaten uzaydan mı geliyor? Bakarsan senin benim kadar aynı dili konuşan insanlar. Kim hangi dolduruşla bu adamları otomatiğe bağlayıp canavara dönüştürüyor? Ve bu adamların hiç mi kendilerine soru sorası yok, “Yahu n’apıyoruz biz?” diye? Bizimle aynı sefaleti yaşamıyor mu bu adamlar? Aynı sırtlanlar onların da yavaş yavaş ölmesinden medet ummuyorlar mı? Deli olmak işten değil...
Kafayı çevirmek...
Daha kafa kemirttirecek kısmıysa, bu alçaklık oyunu gözlerinin önünde oynanırken, “Yapmayın, etmeyin!” diyecek yerde kafasını başka tarafa çevirip olup bitene cevaz verenlerin çoğunlukta olması. Da nereye kadar sürer bu aymazlık, bilen varsa beri gelsin. Aslında dokunmaması koşuluyla bin yaşamasını diledikleri yılanların bugün olmazsa yarın mutlaka kendilerine de değeceğini biliyor herkes. Çatal dili temas etmese de kuyruğunu değdirecek işte bir yerlerine bunu anlamamak kadar büyük bir ahmaklık var mı? İşte o değdirme aşamasına kadar bizim çığırtkanlığımız haybeye gidyor, ona yanıyor insan. Dediğim gibi, insan bazen nasıl bir cendere ikliminde nefes almaya çalıştığının ayırdına varıyor... İnsan bazen hayata ve getirdiği acılara karşı ne kadar çaresiz olduğunu anlıyor. İnsan bazen ağlıyor…
19
T
ürkiye’de ve dünyada herhalde bir dönemin simgesidir kostik ve yağlı boya. İlle bir zaman dilimi verilecekse İkinci dünya savaşının bitimiyle başlayıp, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla kapanan bir dönemin. Aynı zamanda 68 Mayısı’nda, Paris sokaklarında zirve yapan bir dönemin. Herhalde taş devrinden sonra insanoğlunun duvarları en çok kullandığı dönem, bu dönem olmuştur. Aynı zamanda en illegal kullandığı dönem... Dünya üzerinde sosyal devrim sloganlarının bu kadar çok duvarları süslediği ikinci bir dönem yoktur muhtemelen. Bu dönemden kalan pek çok duvar yazısı var. Hemen hemen hepimizin büyümüş olduğu mahallelerde en az bir duvar yazısı var, o günlerden yadigar. Ama bir yazı düşünün; bir stadyum büyüklüğünde olsun, hatta stadyuma yazılmış olsun, dönemin idari mercileri yazıyı yazanlar hakkında ‘kamu malına zarar vermek’ten dahi dava açamasınlar, Dünyanın görmüş olduğu askeri diktatörlükler arasında en vahşilerinden birisi bile o yazıyı silemesin. Üstüne üstlük yazının yazılmış olduğu üniversitenin rektörlüğü yazıyı SİT
20
alanı olarak kabul etsin. ODTÜ stadyumundaki ‘DEVRİM’ yazısından bahsediyorum. Bölümlerle yurtlar arasındaki ODTÜ’lünün ‘kıç donduran’ adını taktığı yolda yürürken bütün heybetiyle karşınıza çıkar ‘DEVRİM’. Yazıyı görenlerin bazısı gurur duyar, bazısı hüzünlenir, bazısının hiç umurunda değildir. Bir de hakikaten, ‘bir avuç faşist’ vardır. Gerçekten de bir avuçturlar. Liberallere sorarsanız onlar da bizim ‘ODTÜ’lü arkadaşlarımız’dır. İşte onlar bu yazıyı her gördüklerinde öfkeden çıldırırlar. Çünkü o yazıyı her gördüklerinde bu atmosferde yerlerinin olmadığını anlarlar. Bulduğu her fırsatta devrimcilere soruşturma açmaktan çekinmeyen rektörlük bile o yazıyı kabul etmiştir. Üstüne üstlük kendi koyduğu kuralları ‘delerek’. Bunu bilmek daha fazla yakar canlarını. Çünkü sistem bile ODTÜ’nün kime ait olduğunu kabul etmiştir. Kendileri ise devletten akrabasız bir hiçtir. Ve ‘DEVRİM’e her baktıklarında Komer’in arabasının yakılışını görürler, Kissinger boykotunda yedikleri dayak akıllarına gelir, Hasan Tan adlı insanlığı sorgulanabilir rektörün ODTÜ’den
kapı dışarı edilmesini görürler; tam, “Komünizm hayaletinden kurtulduk,” dedikleri sırada Gorbaçov’a ODTÜ’den inen şamarı görürler. Çıldırırlar. Eşi görülmemiş bir arsızlıkla inkar da etseler ODTÜ’ye dönük bütün saldırılarda vardırlar. Kökü dışarıda olanlar da hep kendileri olmuştur. 90’ların gericilik döneminde bile Gorbaçov ODTÜ gerçeğini kabul etmek durumunda kaldı: “Bugün Kızıl Meydan’da bile bu kadar komünist kalmadı.” Uzunca bir süredir yaşanan gericilik dönemine güvenerek atıp tutsalar da, en kötü döneminde Gorbaçov’u bile dize getiren ODTÜ’ye hasetlerinden çatlarlar. Stadyumdaki ‘DEVRİM’ yazısında cisimleşir bu gerçek. İşin kötüsü ağa paşaları Kenan Evren bile silememiştir o yazıyı. Kudururlar, kudururlar ve sadece kudururlar… Biz de üzülüyoruz kendileri için ama ODTÜ’de zafer kazanmaları mümkün değildir. 54 arkadaşımıza soruşturma açılmasına sebebiyet veren ‘Genç Bakış’ programında kendilerince bir tabuyu yıkmayı denediler. Gazi’den toplanıp ODTÜ’ye geldiler. Kendi aralarında demediklerini bırakmadıkları
Tuğrul Türkeş’in etrafında birleştiler. Aile içi kavgayı unutuverdiler. Zannediyorlardı ki, ODTÜ şovenist dalgaya prim verecek ve liberallerin ‘özgürlük’ demagojisine pabuç bırakacak. Tam aksine ODTÜ öyle bir cevap verdi ki ‘sosyalizme karşı birleşik cephe’ye; Abbas Güçlü programı yaptığı okulun adını bile yazmaya cesaret edemedi. Hatta program iptal edilmek zorunda kaldı. Sonrasında yaşananlar az çok biliniyor: Arkadaşlarımız tutuklandı, jandarma karakolunun önünde toplanıldı. Gecenin sonunda arkadaşlarımız dağılırken okul dışından üzerlerine ateş edildi. 100. Yıl mahallesinde oturan görgü tanıklarına rağmen, bu olay jandarma tutanaklarına geçmedi. Ayrıca olayla ilgili biraz ‘dumur’ bir detay: Görgü tanıkları, ODTÜ A4 kapısından öğrencilere ateş açan şahısların ateş ettikten sonra uluduğunu da söylüyor!
Liberal-faşist ikizler
Her neyse… Sonuç olarak bunlar başka yerlerde olmasa bile ODTÜ’de kaybetmeye mahkumlar. Bu aralar bir kısım ‘solcu’dan bir hayli teveccüh gören bir akım var: Tarafizm. Bu
.. ..
..
.. ..
GELENEK SURUYOR! ODTU YURUYOR!
arkadaşlara göre Hasan Tan’ın rektör olamadığı bir üniversiteye Tuğrul Türkeş’in gelmesi fikir özgürlüğüdür. Tıpkı Boğaziçi’ndeki ‘siper yoldaşları’na göre türbanın toplumsal alanda meşrulaşmasının ‘demokrasi’ olması gibi. Bu arkadaşlara göre darbeci olmamanız için ya şeriatçı olmalısınız ya da faşistlere siyasi özgürlük ve meşruluk tanıyan bir solcu olmalısınız ki, düpedüz saçma bir liberal olduğunuz anlamına gelir bu. Yakınlarda içinde bulunduğum bir tartışma ortamında yaşadığım bir olayı anlatırsam ne demek istediğimi anlarsınız sanırım: Bir Kürt arkadaşımız söz aldı ve Ergenekon üzerinden aslında devletin pisliklerinin aklandığını, hatta utanmasalar Kürt halkına karşı işlenen suçları bile PKK’nin üzerine yıkacaklarını, aslında Ergenekon denen şeyin bir aldatmaca olduğunu söyledi. Bunun üzerine şeriatçı olduğunu belirten bir vatandaş lafa direk, “Bunlar cumhuriyet gazetesinin safsataları” diye girdi!.. Akabinde ise tam manasıyla döktürdü: Alparslan Türkeş’e faşist demenin iftira olacağını, şeriatçı kelimesinin kullanımında da benzer bir yaftalama olduğunu, Kuran’da Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi’nde geçen kimi uygulamalar olduğunu öğrendik kendisinden. Farklı görüşlerinden faydalanmış olduk, bir de karşı tarafın ne düşündüğünü görmüş olduk, bu vesileyle tek yönlü fikirlerle dengesiz beslenip, şartlandırılmış, tek tip bireyler olmadık sayesinde. Ne diyelim sağ olsun, var olsun! Ben Alparslan Türkeş’e faşist diyemeyeceğim, senin türbanını imkan ve şeraitler ne kadar namüsait olursa olsun savunacağım. Sana da şeriatçı dediğimde Ergenekoncu olacağım! Halk arasında “Senin anan güzel mi?” derler adama… “Faşizm, konuşma yasağı değil, söyleme mecburiyetidir,” demiş Roland Barthes. İyi demiş… İşin komiği bu arkadaşlara göre o gün Tuğrul Türkeş’i okula sokmayan kişiler, ‘konuşan Türkiye özlemini sabote eden birkaç yüz kişi’. Tuğrul Türkeş de kendisine demokratik kurallar çerçevesinde müsamaha gösterilmesini ve birlik beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde diyalog ortamını kimsenin bozmaması gerektiğini söylüyor. Ne kadar enteresan değil mi? Sen hem kapıları kapatacaksın. ODTÜ öğrencilerini içeriye sokmayacaksın. Belki de öyle
bir tartışmaya cesaret edemeyeceksin. Üstüne üstlük okul dışından soktuğun satırlı, tabancalı adamlarınla ortalığı terörize edeceksin. Ondan sonra Faşist Türkeş’e, Abbas Güçlü’ye ve okulumuzdaki Tarafistlere göre, soruşturulan öğrenciler ‘konuşan Türkiye özlemi’ni sabote etmiş olacak! Yine halk arasında, ‘Yemezler cicim!’ derler bu gibi durumlara. Tarafistlere göreyse faşizme müsaade etmemek zorbalık, hatta faşistlik ama öğrenci kimliğimizden ötürü ceza almamızı da istemezlermiş! Allah razı olsun… Lenin, “Bir Rus liberalinin altını kazıyın, eski ayrıcalıklarının onda dokuzunu koruyacak bir polis komiseri çıkar,” demiş. Çok doğru söylemiş. Biz de şu halde, “Bir Türk liberalinin altını kazıyın, sinsice saklanmış bir Türk milliyetçisi çıkar,” dersek haksızlık etmeyiz açıkçası. Aralarındaki bütün yorgancı kavgasına karşın ikisinin de vurduğu yer aynı. Hem de aynı ikiyüzlü demokrasi söylemiyle. Hakikaten de Lenin’in söylediği gibi, laflarının onda dokuzu da aynı!
40. yılında yeniden devrim
Bu adı konmamış ‘sosyalizme karşı birleşik cephe’, memleketteki gerek
şoven, gerek liberal rüzgarlardan yüz bulup çok uğraştı ODTÜ ile. ODTÜ ise gerek küfredip vatani görevini yerine getirmenin moda olduğu dönemde düzenlediği Barış Haftası’yla, gerek Mamak ve Dikmen halkıyla dayanışmasıyla, gerek Genç Bakış programına karşı koyduğu tavırla, gerek son 1 Mayıs’ta oluşturduğu büyük kortejle, gerek kantin ve yurt boykotlarıyla, gerek Melih Gökçek’e koyduğu tavırla onlara peş peşe ayarı verdi. İşte böyle bir konjonktürde, 40. yılında DEVRİM’in bir daha yazılması günün mana ve önemine çok uygun bir hareketti. 40 yıl önce yazıyı yazan abilerimizden Mete Ertekin de aramızdaydı. Kenan Evren’in bile vız geldiği boyanın formülünü de kendisinden öğrendik tabii. Mete Abi vurdu ilk fırçayı. 40 yıl önce yaptıkları iş kamu malına zarar vermekti ve gece güç şartlar altında yazılmıştı. Bugün ise SİT alanını restore ediyorduk. Üstelik güpegündüz ve 1000 kişi. Devrim mi? Şimdi eskisinden çok daha güzel ve parlak. Bütün heybetiyle çatlatmaya devam ediyor her boydan, her soydan gericiyi…
COŞKUCAN ÖZKUL
21
OKAN YILMAZ RED’in Eylül sayısında Vesile Özdem’in Politikadan korkmak -ya da kim bunlar?- başlıklı bir yazısı yayımlandı. Yazı, başlığından vitrin cümlesine, ilk harfinden son sözcüğüne dek korkularımı besleyip büyüten bir içerik ve üslupla yazılmıştı...
Bize dönüp konuşmanız gerek...
ED, son bir senedir düzenli olarak takip ettiğim, öteki sol neşriyatın yanında oldukça farklı bir noktaya konumlandırdığım bir dergi. Bunun öncelikli nedeni, atmosfere yakın bir yükseklikte süre giden bulanık teori savaşlarıyla kafa karıştırmaktan ve yaşanan ateşli siyasi süreçleri soğutmaktan başkaca bir mahareti bulunmayan ‘masa başı’ dergilere kıyasla, mücadelenin göbeğinde, ‘buralarda’ bir yerlerde, konunun muhataplarının anlayacağı dilde ve tam da ihtiyacımız olan huzursuzlukta, öede, sertlikte, keskinlikte bir dergi oluşudur. RED’e ismini yakıştıran şey, dünya dediğimiz şu küçücük coğrafyanın günlüğünü tutan tarihsel ve siyasal/sınıfsal güç dengelerini, çağın modası olan post-modernizmin bataklığına ve pişkin rahatlığına saplanmadan değerlendirmesi; yine bu post-modernizmden (ve bir miktar da popülizmden) mülhem kendi Sağ’ını da Sol’unu da kendi yaratan egemen zihniyetin retoriğine, söylemine kapılmadan, söyleyeceği şeye elli takla attırıp lafı dolandırmadan, olanı biteni küt diye okurun yüzüne çarpması, çarptığı yerde de derince bir iz bırakmasıdır (Bu yaptığım bir anlamda liberal sol-sosyalist sol tartışmalarındaki ‘über’ derinlikli sığlığa sitemdir). Kendi adıma RED okuma sebebim, sayfalarında kesintisiz yağışını izlediğim sille yağmurunun körüklediği direnç, heves, öe ve huzursuzluk hissidir. Lakin bu yenilikçi ve dinamik hissin zorlandığı, tökezlediği, silikleştiği ve bazen de tamamen kaybolduğu kör noktalar görüyorum. Hoş, bu tip anomaliler RED’in yahut Leman grubunun kurumsal kimliği içinde eriyip gidecek kadar zayıflar. Ve biz biliyoruz ki, eriyip gidecek zayıflıkta olan anomaliler, içinden çıktıkları yapının değişim/gelişim/onarım ihtiyacına işaret ederler. RED’in devrimci yapısı göz önüne alındığında, mevzubahis anomalilerden beklediğimiz şey (doğallıkla) muhafazakârlık ve gelenekselliktir. Bu da bana bazen ihtiyaç duyduğumuz ‘yama’nın adını veriyor: Yenilikçilik ve dinamizm. Şimdi bu paragrafın ilk cümlesine hafifçe göz kırpıp maruzatıma geçiyorum. RED’in 24. sayısında (Eylül 2008-9), 25. sayfada Vesile Özdem’in Politikadan korkmak -ya da kim bunlar?- başlıklı bir yazısı yayımlandı. Yazı, başlığından vitrin cümlesine, ilk harfinden son sözcüğüne dek korkularımı besleyip büyüten bir içerik ve dahi üslupla yazılmıştı. Makaleleri sayfa boşluklarına notlar alarak okurum; dergiyi bitirdiğimde, üzerinde en fazla karalama yaptığım yazının Vesile Hanım’a ait olduğunu gördüm. Konuya verdiğim değeri de bir yazıyla ifade etme gereği
çöküşü, soğuk savaşın ABD lehine bitişi, muhalif ve ilerici sol hareketlerin önce silah yoluyla budandıktan sonra insanların, emperyalist medya ağıyla pompalanan tek kutuplu, tek vizyonlu, tamamen pasifist ve tamamen tüketime dayalı bir kültür içinde hizaya getirilmeleri, ‘ideolojilerin sonu’ diye adlandırılan el etek çekme fikrinin veba gibi yayılması ve çağın yüksek iletişim olanaklarıyla gündelik hayatın her alanında dolaşıma sokulması, kapitalizmin yedikçe semirmesi, semirdikçe sol kampa ait figürleri, fikirleri, kavramları, imgeleri de kendi yelpazesine alıp tüm bunlardan ticari birer meta yaratması ve dolayısıyla kendi solunu bile kendi icat etmesi sonucu kafası karışmış, neye inanıp neye güveneceğini bilmeyen, her gün tepesinden aşağı boca edilen zilyon adet malumatın içinde doğru bilgiye ulaşamayacak kadar beceriksiz, bitkin, suskun, mekanize bir dünya haline geldik. Bu 80 sonrası yaratılan insanlığın bir betimlemesiydi, diğer tarafa gelelim.
R
22
Yaralanmışlar...
duydum, ciddiye alınacağımı ümit ediyorum. Mevzubahis yazının odak noktası, 80 sonrasının dejenerasyona uğramış apolitik gençliğiydi. Vesile Hanım ortaya bir soru atarak başlıyor yazısına: Sağcının çocuğu sağcı, İslamcının çocuğu İslamcı olurken, solcunun çocuğu neden solcu olamıyor da ‘cool’, asosyal ve ‘tiki’ olup çıkıyor? Vesile Hanım 12 Eylül darbesinin çölleştirici etkisinden haberdar olduğunu hatırlatıyor ama bu darbenin sonuçlarının, merakını azaltamadığını söyleyip tekrar soruyor: Neden?
Neden mi?..
Siyasal düşüncenin, hayata ve insanlığa bakış açısının, aileden aldığımız genetik kodlarla değil de, kültürel aktarım yoluyla sonraki nesillere geçtiği hususunda hepimiz hemfikirizdir. Kültürel aktarım denen şey ise, (ilk olarak) kabaca ‘topluma adaptasyon sürecinin ilk ve en temel birimi’ olarak tanımladığımız ‘aile’ içinde belirse de, bununla sınırlı değildir. Çağın teknolojisine, olanaklarına, sosyoekonomik ve siyasi yapısına, yani özetle konjonktüre göre değişip gelişen yahut güç kaybedip silinen pek çok kültürel aktarım kanalı vardır. Yani bireyin ailesinden devraldığı kültürel mirası zamanla pek çok dış etken
manipüle etmektedir. Ve bu dış etkenler iyi değerlendirilmeden, kültürel aktarım kanalları ve manipülasyon kaynakları iyi çözümlenmeden, felsefecilerin Zeitgeist dediği zamanın ruhu, yani belli bir zaman aralığında etkin olan kitlesel eğilimler ve bunları besleyen konjonktürel yapılar göz önüne alınmadan gençliği tanımak, tutumlarından dolayı yargılamak, hele de ‘bize benzemiyor’ diye suçlamak mümkün olamayacağı gibi, akıl kârı da değildir. Lakin Vesile Hanım bu ağır ve hacimli konuyu sekiz satırlık bir parantez içine sıkıştırıp geçiştirmiş; kendi satırlarıyla: “Tamam, 12 Eylül darbesi boşuna yapılmadı. Tamamen işçi sınıfına ve sola yönelikti. Tümüyle terörize edildik. Bunun etkileri üzerine çokça şey yazıldı ve çizildi. ‘den’… ‘den’ yapmadan geçeceğim. Çünkü bunun sonuçları benim merakımı hiç azaltmıyor: NEDEN?..” Şimdi Vesile Hanım’ın değinip geçtiği ve merakını azaltmadığını söylediği 12 Eylül darbesinin sonuçları o ‘Neden?’ sorusuna başlı başına cevap teşkil ediyor zaten. Çünkü bilindiği üzere 80’li yıllar yalnızca Türkiye’de değil, dünya coğrafyasının pek çok bölgesinde köklü değişimler, kırılmalar, yıpranmalar, yozlaşmalar meydana getirdi. 12 Eylül bu değişimin Türkiye ayağıydı. Sonrasında komünist bloğun zayıflayıp
12 Eylül döneminde mücadele veren solcuların ‘büyük bir bölümü’ şu an yorulmuş, yaralanmış, çağdaşlarına ve dahi çağına küsmüş durumdalar. (Yeni dünya düzenine adapte olurken zuhur eden vicdan azaplarını dindirmek gayesiyle, haklı bir gayretle türlü vesileler arayıp bulan solculardan bahsediyorum; yoksa burjuva kültürün kucağına büyük bir iç rahatlığıyla oturan ‘solcu’ kalabalığın da farkındayım) Arkadaşlarını kaybettiler, işkencelerden geçtiler, saklandılar, kaçtılar, yalnız kaldılar, korktular, düştüler; bir kabus atlattılar ve bu kabusun travmasını faça izi gibi kollarında taşıyorlar. Bu durum ideallerini yitirmeleri için yeterli mi, tartışılır, lakin bu idealleri sorgulamaları için fazlasıyla yeterliydi. Kuşkusuz bir önceki paragraa şeklini çizdiğim çağ da bunu kolaylaştırdı. Çünkü 80 öncesindeki mücadele dağıldı, dağıtıldı, kesilip atıldı. Yeni yollar, yeni yöntemler, yeni bir kıvılcımla yeni bir dalga yaratılması yönünde fikirler aramak için fazla bitkin, fazla güçsüzler: Büyüdüler, evlendiler, çocuk sahibi oldular ve içine girdikleri çağ, devasa kollarıyla onları sarıp sarmaladığı gibi, çocuklarının sağlığı ve gelecekleri için en ideal, en kestirme, en parlak yolu da çizmeye koyuldu. 80’lerin yorgun, yılgın, yaralı solcuları ise gayet anlaşılır bir içgüdüyle çocuklarını, kendileri için çizilen evrensel yollarda büyütmek, eğitmek, geliştirmek ve hayata salmak yönünde tercih kullandılar. “Biz kaybettik ve yeni dalganın nasıl yaratılacağı konusunda bir fikrimiz yok, bu kabusun çocuklarımızda
TARTIŞMA... tekerrür etmesini istemiyoruz,” gibi bir mantık gayet doğal ve anlaşılırdır. Burada suç yok, suçlu yok. Düşman sabit ama çözüm başka yerde: Güven! Vesile Hanım’ın yazısında göze çarpan şey korkunç bir güvensizlikti. Hiçbirimize güvenmiyor, hepimizi apolitik Özal gençliği olarak nitelendiriyor ve tüketimden, gösterişten, kişisel hazlardan başka bir şey düşünmediğimizi iddia ediyor. Bizi özgür yetiştirmek ve hiçbir şeyimizi eksik etmemek gayesinde olduklarını, bu sebeple politikadan uzak tuttuklarını söyleyip kendisini sorgularken, bize de neden ‘hayır’dan anlamadığımızı ve sürekli daha fazlasını isteyecek denli bencil davrandığımızı soruyor. En sonunda çok büyük bir hata yaparak, yazısının sonuna iliştirdiği notta, ithamlarının tüm çocukları kapsamadığını, “Hele de ekonomik olarak ne şırıngalara ne de haplara ulaşamayacak durumda olup küçük yaşlarda çalışmak zorunda kalanları hiç” kapsamadığını söyleyerek hepimizi aynı potada değerlendiriyor. Üstüne üstlük onları cüzdanlarının kalınlığı oranında sevdiğimizi, ona göre ve o kadar ilişki kurduğumuzu, aldığımız paraya göre masum yahut mazlumu oynadığımızı ve korkunç bir çıkarcılığa sahip olduğumuzu söyleyecek kadar da ileri gidiyor. Bunlar çok ağır ithamlardır ve kişinin kendi çocuğu için düşüneceği, düşünmeye el vereceği son şeylerdir.
Özgürlük ve olanak...
Şimdi her şeyden önce Vesile Hanım çok zıt iki şeyi birbirine karıştırıyor: Özgürlük ve olanak. Özgür yetişelim diye bizi olanaklara boğmak, amacının tam tersine hizmet eder. Çünkü bizi, başımızdan aşağı döktüğünüz olanaklar oranında özgür kılıyor, yani özgürlüğümüzün sınırlarını kendi olanaklarınızla belirliyor ve bunun ipini yine kendi elinizde tutuyorsunuz. Vesile Hanım’ın özgürlükle neyi kastettiğini bilmiyorum ama madde ve mülkiyet özgürlüğün karşısında yer alır, bağlayıcıdır, muhtaç ve mahcup kılıcıdır. Özgürlük, alınan parayı harcamakta değil, o parayı almak için seçilecek yolu özgürce tercih etmekte yatıyor. Özgürlük, tercihtir. Pişkinlik, maddiyatçılık ve bencillikle suçladığınız çocukların tüm bu bencilliklerinin altında yatan şey, kendi olanaklarınızla onlara yarattığınız ‘özgürlüğün’ içinde istedikleri kadar at koşturma hakları olmasın sakın? Hem bu hakkı onlara vermek, hem de reddetmelerini yahut kendi arzunuz yönünde kullanmalarını istemek nasıl bir çelişkidir? Bu bir köleye, “Sana özgürlüğünü veriyorum ama bana çalış,” demekle aynı anlama gelmiyor mu?
Vesile Hanım’ın görmesi gereken bir diğer şeyse genellemelerin lanetidir. Çünkü genellemeler sadece yanlış çıkmakla kalmaz, gövdesinden birçok zehirli inanç de peydahlar. Örneğin çocukların ‘özgürlük adına 15’lerinde kürtajlara’ yattığını söylemenin hem dayanağı, hem anlamı, hem de izahı yoktur. Eğer bu cümleyi açamıyorsanız, arkasını dolduramıyorsanız, fikri ve ahlaki zeminini kuramıyorsanız en basit tabirle gericilikle suçlanmanız kaçınılmazdır. Bir diğer örnekte ise, çocukların cep telefonları, internet vs.’nin başından kalkmadığını söylüyor Vesile Hanım. Bu da arkası doldurulmadığı sürece ‘çağın teknolojik olanaklarından ve iletişim yollarından uzak durmayı öğütleyen gerici’ şeklinde bir profil yaratacaktır. Zira internetin sol özgürlük mücadelelerindeki olumlu etkisini Zapatista pek çok kez kanıtladı, düşünsel ve entelektüel anlamda da yerli-yabancı sol arşive ulaşmak için ufacık bir net taraması yetiyor. Yani ‘çağ’, olanakları iyi değerlendirildiği sürece karamsar vasfından sıyrılabiliyor. Hiçbir çocuk internete, “Şimdi sosyal anlamda bilinçlenip süper fikirler edineceğim,” diyerek girmiyor tabii; giriyor ve o kirliliği kokladıktan sonra doğru bilgiye ulaşıyor yahut ulaşamıyor; tıpkı hayatın kirliliğini koklayıp doğruya ulaştığı yahut ulaşamadığı gibi. Kıssadan hisse, çocuğun ‘çağı’ kullanması ve koklaması gerekiyor. Tabii Vesile Hanım buna izin verirse… Vesile Hanım; Ben ve benim jenerasyonum idealden yoksun. Mezun olup, orta karar bir iş bulup, evlenip, toplumun ortak algısında ‘başarı, terbiye, ahlak, beceri’ anlamına gelen sıfatları yüklenip, sakin ve güvenli bir yolda etliye sütlüye bulaşmadan, sus pus, kör sağır yaşlanıp ölmeye endeksli mekanize hayatlara düşüyor, gıkımız çıkmadan kaybolup gidiyoruz. Bunu önlemenin yolu bize olan güveninizi yitirmek ve hepimizi çıkarcı, bencil, bilinçsiz, sorumsuz olarak suçlayıp devre dışı bırakmak, bu yüzden de kendinizi suçlamak değildir. Kendimize olan güveni ve inancı pekiştirmek adına bize koşulsuz şekilde güvenmeli, inanmalı ve ataletinizi üzerinizden atıp neler yapılabileceği üzerine bize dönüp bizimle konuşmalısınız. Bir idealimizin olmadığını söyledim, bir yaşam gayesinden yoksun olduğumuzu. Siyasi yönelimden önce bize yaşamak, yaşamda devam etmek, şu gezegende başkalarının da yaşadığını fark etmek ve ona göre hayat algımızı değiştirmek, şekillendirmek konusunda yardımcı olmalısınız. Yoksa ne şikayetinizin bir anlamı olacak, ne de pişmanlığınızın.
iSMAiL HAKKI
Geç kaldık ama geldik! Elli yıla yaklaşan ömrümün, ayıplı bir döneminden çıkmaya çalışıyorum. Temiz kalan ne varsa yanıma alarak...
i
ki yıl önce tanıdığım ve bu iki yılı, kimi kopukluklar olsa da, birlikte yaşadığım küçük bir kız çocuğu, bir gün gözlerimin içine dikkatle bakarak : “Gözlerinin içinde ben varım Hattı,” dediğinde, bir koşu gidip bakmıştım aynaya: Yenilmiş, savrulmuş ve alabildiğine kirlenmiş siluetimin orta yerinde güneş dolu bir çift göz, öylece bakıyordu pırıl pırıl, “Başka bir hayat var,” dercesine... Sonra geçtim karşısına küçük kız çocuğunun -adı Su’dur ve adını vermemin hiçbir mahsuru yoktur- bu sefer ben baktım O’nun gözlerinin içine. Kirlenmişlik yoktu. Çürümüşlük yoktu. Öylece apaydınlık ben duruyordum gözlerinin içinde. Utandım kendimden, yenilmişliğimden, kirlenmişliğimden. Unuttuğum ne varsa o bir çift karagöz yeniden öğretecekti bana… Onurlu bir kavganın içerisindeyken, yenilmiş ama daha teslim olmamışken, yani savrulmamış ve kirlenmemişken henüz, çocuklarımıza isimler koyduk. Bu ülkenin namusu, güzel insanların isimleri: Kavgamızın adı oldu ‘Onur’la, sevdamızın adı oldu ‘Umut’la. Namusumuz oldu, direncimiz oldu Deniz’le, Mahir’le, Sinan’la ve Taylan’la... O güzel insanlardan birinin adını taşır oğlum -adı Taylan’dır ve adını vermemin hiçbir mahsuru yoktur-. Üniversiteli, yirmili yaşlarda bir delikanlı artık… Ve benim gözümde hâlâ bir çocuk… Ben nasıl olduğunu fark edemeden, bir yerlerde bıraktığımız bayrağı alıp yerden, tozunu toprağını silerek, sessiz ve gösterişsizce, coplana-taşlana, göz altına alına, kovuşturulana… Terk ettiğimiz meydanlara çıkmış, “Biz varız, başka bir hayat var,” diye haykırarak. Gözaltına alınıp üç gün karakolda tutulduğunu duyduğum gece bir koşu gidip baktım aynaya. Su’nun pırıl pırıl gözleri öylece duruyordu. Ve yıldızları yeryüzüne indirircesine uzanmış gökyüzüne, sıkılı yumruğuyla Taylan, öylece duruyordu. Dikkatle baktım. Su sımsıkı tutmuştu Taylan’ın elinden. Bana bakıyorlardı. Nasıl ışık dolu, nasıl aydınlıktı gözleri. Duydum seslerini: “Biz varız, ve başka bir hayat var.” “Sen neredesin?” Utandım kendimden: Yenilmişliğimden, kirlenmişliğimden.
“İnsan bazen bakıp bakıp ağlamaz mı kendine?” Bu duruma nasıl geldim? Nasıl düştüm? Önce ihanete uğradık. Ardından bir türlü gününde ödenemeyen ev kiraları, bir aydan bir aya birbirini tutmayan elektrik-sutelefon faturaları, okul masrafları çocukların, ekmek, süt, yumurta… Neresinden yamanmaya çalışırsan orasından seni kusan, bütün duyarlılıklarını ‘Türkü barlara, rakı masalarına’ meze yapan bir düzen. Üstelik tarihin ve insanlığın geri döndürülemez yürüyüşünü, evrimini ve ‘devrimini’ bilerek. Nasıl düştüm böylesi kirlenmişliğe? Bugünün sorunlarının da ancak yeni bir hayatın kavgasında çözülebileceğini, başka her türlü arayışın ya da elde edilen aldatıcı kişisel kimi çözümlerin bilime ve insanlığa ihanet olduğunu bilerek, nasıl düştüm böylesi kirlenmişliğe? Baktım aynaya, bütünüyle bir hayattı orada duran. Baktım hayata, utandım kendimden, durduğum yerden. Elli yıla yaklaşan ömrümün, ayıplı bir döneminden çıkmaya çalışıyorum. Temiz kalan ne varsa yanıma alarak. Onca sancıları, yara bereleriyle. Kolay olmuyor bu, kolay olmayacağını biliyorum. Çürümüş ne varsa hayatımda bir bir keserek atıyorum.Yenilmişliğimden utanmıyorum. Aklımda tutuyorum nasıl yenildiğimizi. Nasıl yeneceğimizi unutmamak için. Şimdi; oğlumdan, Taylanım’dan özür diliyorum. Geç kaldık ama geldik! Bütün delikanlılığımla, yarım kalan şarkımızı tamamlamak için hep beraber. Yer açın yanınızda, birlikte yürüyelim. Şimdi; Su’dan, karagözlü bir tanemden özür diliyorum. Ve bağışlamasını istiyorum. Çocukluğunu yaşamaya çalıştığı, bu kokuşmuş, bu rezil, bu kanlı, bu insanlık düşmanı düzende en küçük bir payım varsa... Gözlerindeki ışığa tutunarak ve bütün kirlenmişliğimden arınarak, “Bir başka hayat var,” diyorum. Geç kaldık, ama geldik! Umarım sana bırakacağımız hayat bizi bağışlayacağın bir hayat olacaktır. Yoksa… Yoksa bağışlamayın hiçbirimizi…
23
VESiLE ÖZDEM Doğurunuz… Yetkililer olarak biz gönderemiyoruz bizimkileri, siz her an gönderebileceklerinizi hazır tutunuz!
Madem ki yetkili sensin... Bir insanın karakterini anlamak istiyorsanız, ona yetki veriniz… Abraham Lincon
* YETKİLİlerin verdiği bilgiye göre… Her şey yerli yerindedir… ABD kaynaklı kriz AB’yi de içine alarak, dünyayı içine emiyor olabilir… Lakin biz, dini bütün bir toplum olarak, hamdolsun dimdik ayaktayızdır. Nedir? Bu ekonomik ş’oolmanın sorumlularının bile kökü dışarıdadır. Elan bunun için hemen meclisten bi ‘tezkere’ geçiririz, muhalifiyle birlikte. Salarız bütün yeni yetmelerimizi ABD ve AB’ye. Bastık mı bize tonnarca para ile sattıkları işe yaramaz bombalarını onlara… İşte o zaman… ‘Kahrol düşman!..’ Yani annadığınız kadarıynen, şimdilik hiçbir açık yoktur; cari ya da mali (şşştt Eda, topla göğüs dekolteni!..) Eeennnnn yetkili merkez bankası yetkilisi “Eh, o kadar da diil, azcık biz de ş’oolabiliriz,” diyebilir ve, “O kadar da ş’olacak helbet,” diyerek çoook anlamlı bi ekonomik analiz bile yapabilirler. Şimdi biz yetkililer olarak, “Yahu rahat olun, bize bi’şey olmaz!” dersek, sizler de haklı olarak, “Peki bütün bu olanlar kime oluyo?! Şu arkamda hissettiğim sertlik de neyin nesi?” diye sorarsanız, ben size bunu bi yetkili olarak nasıl açıklayabilirim ki!.. Ayrıca, her konuda da yetkili olamam ki!.. Bizce bu olmayan cari ya da mali açıklarımız, sizlerin göğüslerinizi gere gere ve göre göre savaşlara gönderdiğiniz çocuklarınızın -zamanı geldiğinde ve iş bulabildiklerinde elbet- üzerlerinden kazanılacağından… doğurunuz ve doğurunuz…Yetkililer olarak biz gönderemiyoruz bizimkileri, siz her an gönderebileceklerinizi hazır tutunuz! Ama sakın yetkililer olarak bizlerin, onları -ölü ya da diri- nasıl sömüreceğimizden kesinlikle kuşkunuz olmasın! * Yok kardeşim, o konuda YETKİLİ değilim… - Afedersiniz, bir şey soracaktım… - Buyrun!.. - Şimdi ben, az yanınızdaki bankadan kredi kartımla size ait olan kredi kartımın borcunu ödemek üzere kredi çektim… Tam onu size getirip borcumu yatırmak üzereydim ki, ekmek almak üzere yolumun üzerindeki markete girdim… Ne göreyim!.. Neredeyse her şey yüzde bilmem kaç uygun fiyatlarla raflarda… Hepsinin önünde de güler yüzlü kızlar, çekip duruyorlar sizi o reyondan bu reyona… derken… gördüm kendimi koca bir market arabasıyla kasada sıra beklerken!.. Hâlâ bakarken satın alınabilecek son ışıltılara, döndüm kasiyerin
sesiyle dünyaya: “Krediniz bitmiş beyefendi!” Şimdi hal böyle iken ben, size ve az yanınızdaki bankaya olan kredi borçlarımı en uygun şartlarla başka hangi bankadan sağlayabilirim? - Beyefendiciiim, şimdi bu konuda yetkili ben değilim… Siz üçüncü kattaki haciz yetkilisine bi uğrayın, gereken ilgi ve sevgiyi kendisinden göreceğinize eminim. * Tersanelerde yaşanan kazalarla ilgili olarak YETKİLİlere sorduğumuz sorulara… - Vallah ve billah esasen biz bu konuda yetkili değiliz! Sizin aradığınız yetkililer az önce arka kapıdan çıktılar… Haa, bilmiyoruz nereye gittiklerini... Biz mi?.. Biz geçen gün filikada kum torbası olarak denize göçen arkadaşların yerine alınan işçileriz… Nassı!?.. He, anladım… Yok canım… O, arandığında bulunamayan yetkililer, biz filikaya binerken hep buradalar… Hatta bize el bile sallıyorlar… Eee kardeşim, hangi yetkili sana, “Ne bileyim, ya olursa dedim, saldım! Onlar da, madem yüzme bilmiyolardı, niye çıktılar kavağa!” der mi?!.. Elbet herkes işaret parmağı ile başka bi yerleri gösterecek… Nee, anlamadım?.. Yahu kardeşim, git işine!.. Evde bekler açlar ordusu, gerekirse ben de gireceğim filikaya, dalacağım sulara… Bak aramızda kalsın ha… Ben yüzme biliyorum, bana bi’şey olmaz… Amma lakin nasıl isterim, bilir misin?.. Şşşşttt, gel-gel, kulağını ver hele… Biz burda hep birlik olsak… O yetkililer var ya, o yetkililer… Onları boğazlararası yüzme şampiyonasına sokmazsak eğer, bana da… Her neyse… Bak bunlar aramızda ama, tamam mı?! * Kardeşim, bu otobüsün YETKİLİsi şoför bey… Nasıl sollanacağını ondan daha mı iyi bileceksin! (Bu da, çoook genel anlamda ‘direksiyon’u elinde tutanı yetkili addedip kendisini de onun yardımcısı yerine koymaya çalışanlara.) * Şirketimizin en yoğun departmanına zeki-çevik ve ahlaklı bir YETKİLİ aranıyor… İlgilenen YETKİLİlerin insan kaynakları YETKİLİsine CV’leriyle birlikte… * Bunu da eklemeden geçemeyeceğim. Son günlerde ağzıma sakız oldu. Kimi yetkililer için adaptasyonladığım bir şarkı… Her tür kullanıma açıktır, hiçbir hakkı bende mahfuz değildir… Şöyle ki: Bas geri güzelim, bas geri Nereye böyle yüzsüzce, bas geri Görsene önündeki koca engeli ‘Durmak yok, yola devam’ bas geri!
RED muhalefeti ekranda! SERHAT ÖZCAN ve HAKAN GÜLSEVEN her perşembe, saat 22:30’da DEM TV’de... DEM TV, uydudan ve D Smart’tan izlenebiliyor... (D Smart’tan özellikle talep etmek gerekiyor.) Uydu alıcıları için: TURKSAT 1C, Frekans: 11996, SR: 26000, FEC:5/6 Dikey
24
E
kim ayı sergi ayıdır İstanbul’da. Şehrin sonbaharla birlikte dökülen yapraklarla bezenmiş kaldırımlarında yürüyen bronzlaşmış bedenler, yazın içki, deniz ve güneşle doyurdukları ruhlarını, mevsim itibarıyla pazara fazlasıyla arz edilen kültürel ürünleri tüketerek beslemek ihtiyacı içinde olurlar. Ancak, ruhların nasıl beslenmesi gerektiğine karar vermeleri için atanmış küratörler, yaz uykusundan yeni uyanmış görsel sanat tüketicilerine nasıl bir mönü hazırlamışlardır? Bu sorunun cevabını bulmak için yollandığım Beyoğlu’nda karşıma çıkan açık büfeden iki sergiyi tabağıma alıp didiklemek ihtiyacı duyuyorum. Ekim ayında sanat oburlarının önüne konan açık büfeye ben de bir sergi ile katıldığım için, sanırım buna bir değil iki kez hakkım var. İstiklâl Caddesi’ne Taksim’den girdiğim için karşıma ilk olarak Akbank Sanat çıkıyor. Duvarındaki vitrinde yer alan koca afişte, kırık harflerle tasarlanmış kelimeyi titreyerek okuyorum, vecd. Serginin tam adı en üste iki dilde yazılmış: Vecd Halleri. Kulağa daha erotik gelen İngilizce adı ise: States of Ecstasy; “Bu adı taşıyan eski bir porno film vardı galiba,” diye umutla galeriye seğirtiyorum. (Ama ne yazık ki bende yarattığı bu beklenti birazdan boşa çıkacak.) Üç sanatçıyı bir araya getirebilmek için, iki küratör Ali Akay ve Levent Çalıkoğlu kafa patlatmış. Küratör başına bir buçuk sanatçı düşüyor ki bu, dünya standartlarında bayağı yüksek bir oran! İsimlerin hepsi tanıdık, yaptıkları çağrışımlar beynimi kaşındırıyor, artık içeri girmem farz. Güvenlik kontrolünden sorunsuzca geçip yukarı çıkıyorum. Beni -Akay’ın sergilerinin değişmez ismi, fix mönü- Seza Paker’in All Well (Her şey Yolunda/ Hepsi Kuyu) adlı işi karşılıyor. Daha önce en az on kişiden bu bayanın Akay’ın sevgilisi olduğunu duyduğum için içim eziliyor. O da olmasa, her sergisinde ısrarla yer verdiği bu bayanı bir sergiye davet eden kimse olmayacak diye üzülüyorum!* All Well ahşap, halı, plexi, tuğla, cam, taş ve sesten oluşan bir enstalasyon. Bu toplama işin etrafında dönerken Anish Kapoor ve Carl Andre’nin bu işi birlikte galerinin merdivenlerinden yukarı, hiçbir yere çarpmamaya gayret ederek, kan ter içinde nasıl taşıdıklarını hayal ediyorum. Duvardaki kullanma kılavuzunda, “Kendini içeri çeken kara delik ve duvar, Seza Paker’in, 1961’de inşa edilen ve 1989’da yıkılan Berlin Duvarı ve skateboard dünyasının karanlık, hüzünlü alanı arasında kurduğu dünya ile paralel bir yere oturmakta: All Well” cümlesini art arda üç kez okuyorum. Şu ana kadar, oğlum da dâhil, skateboard yapan hiçbir hüzünlü çocuk görmediğim için bu dünyanın neye istinaden karanlık olarak tanımlandırıldığını çözemiyorum. Belli ki Akay da Paker de hayatlarında hiç skateboard yapmamışlar… Tavsiye de etmiyorum… Maazallah bir taraflarını kırıp hüzünlenebilirler… Diye düşünürken… Hemen altında kullanma kılavuzunun İngilizce tercümesi gözüme çarpıyor, onu da okuyorum: The Wall and black hole, which absorbs itself, stands parallel with the dark and melancholic world that Seza Paker built in between the Berlin Wall, constructed in 1961 and destroyed in 1989, and the world of skaters: All Well. Biri birini tutmuyor, Türkçesinde skateboard dünyasının karanlık ve hüzünlü olduğu yazılıyken, İngilizcesinde Seza Paker’in kurduğu dünyanın karanlık ve hüzünlü olduğu ifade ediliyor. Hangisini dikkate almam gerektiğini bilemediğimden
BURHAN KUM 20 yıl önce yıkılmış bir duvarın günümüze ait bir meseleymiş gibi önümüze konmasının nedeni ne olabilir? Şu: Günümüzde küresel kapitalizmin tüm dünyada çökerken çıkardığı gümbürtüyü duymamızı engellemek için anti-komünizmden daha büyük bir kulak tıkacı olabilir mi?
Etikten vazgeçtim, ahlak olsun yeter! daha derin bir çaresizliğe sürükleniyorum. Zaten yerdeki, Kapoor ve Andre’den artan malzemelerden yapılmış iş de, her iki dildeki kullanım kılavuzunun biz inandırmak istediği hikâyeleri karşılayamıyor. Akay, Paker’i ne kadar cilalasa da sonuç, ne yazık ki koca bir mat, kara delik. Bu döküntü durumdan kurtulmak için, ufacık bir tercümeyi bile kotarmaktan aciz kişilerin beceriksizlik ve özensizliğini not ederek geçiyorum. Gelelim işin yapılma nedenine… Yaklaşık 20 yıl önce yıkılmış bir duvarın hâlâ günümüze ait bir meseleymiş gibi önümüze konmasının nedeni ne olabilir? Şu: Günümüzde küresel kapitalizmin tüm dünyada çökerken çıkardığı gümbürtüyü duymamızı engellemek için anti-komünizmden daha büyük bir kulak tıkacı olabilir mi? Ayrıca bu işin sergilendiği zaman ve mekânın temsil ettiği ideolojiyle mükemmel uyumunu da takdir ediyorum. Paker’den, özellikle de böyle bir mekânda, günümüzde insan olan herkesi gerçekten hüzünlendiren Batı Şeria (650 km) ve ABD-Meksika sınırında (1300 km) yer alan duvarlarla ilgili bir iş beklemek hayal olurdu. Yaşı 35’ten yukarı olanlar hatırlayacaktır, Berlin Duvarı (46 km) ayaktayken hakkında basında, ‘Utanç Duvarı’ üst başlığı ile her gün bir yazı, fotoğraf veya haber yer alıyordu. Günümüzde dimdik ayakta duran ve her geçen gün yeni eklerle daha da uzatılan “Batı-Şeria ve ABD-Meksika sınırındaki Liberal Kapitalizmin Anti-Liberal Utanç Duvarları” hakkında medyada tek kelime okuyabiliyor ya da işitebiliyor muyuz? (Ses yok.) Ignacio Ramonet’in Medyanın Zorbalığı adlı kitabını hemen alıp okuma ihtiyacı duyuyorum. Serginin devamında bienallerin yükselen yıldızı ve küratörlerin göz bebeği Nasan Tur’un, tam beş dev ekranda birden izlenebilen abdest alan adam videosu var (daha fazla olmalıydı: more is more, vesselam.) Almanya’da mukim bu sanatçı Pera Müzesi’nde eşzamanlı sergilenen İngiliz oryantalistlerini kıskandıracak bir iş çıkarmış. Bu işiyle Tur bize, “Müslümanların (Doğuluların) ibadetten önce temizlenmeleri demek olan abdest alma eylemini bir vecd hali olarak düşünebiliriz,” diyor. Yıllarca Doğu’nun anadan üryan cariyelerle dolu hamamlarını izleyerek, vecd hali içinde sömürgeci hayaller besleyenlere, şimdi de (duştan bihaber) ‘ilkel Doğulu’nun arkaik yöntemlerle gerçekleştirdiği, ibadet öncesi kirden arınma yöntemi servis ediyor. Buna ben açıkça Güncel Oryantalizma diyorum. Güncel sanat yapanların, en babasından 200 yıllık klişe yöntemlerle, alt sınıflara mensup insanların alışkanlıklarını üst sınıfa ait mekânlarda teşhir ederek elde ettikleri artistik rantı ‘sanatçıların klişelerden çıkmak için yaratıya girebildikleri an’a tekabül eden vecd hali’ olarak pazarlamak da küratörlere düşüyor. Bu işin bende yarattığı bulantı halinden kurtulabilmek için, imkânsız olduğunu bile bile, bir anlığına da olsa Müslüman olmak istiyorum… Nafile, başaramıyorum. Serginin son sanatçısı Banu Cennetoğlu’nun
1. Elina Brotherus, solda üstte. 2. Seza Paker - All Well, solda. 3. Burhan Kum, üstte. Grozny’de Hiç Palmiye Ağacı Var Mıdır? (2005) adlı slâyt gösterisiyle ilgili ise, sanatın belgeselcilik olmadığını söylemek istiyorum. Ardından da Çeçen mültecilerin kampına dikilen palmiye ağaçlarının Bağdat’ta Amerikan askerleri tarafından kendilerine güvenlik şeridi oluşturmak için söküldüklerini hatırlatmak istiyorum. Ve sabırsızlıkla, kendisinden Aa! Bağdat’ta Hiç Palmiye Ağacı Yok Mudur? adlı slâyt gösterisini beklediğimizi bildiriyorum. Ne konuda, ne ifade yöntemlerinde en küçük bir yaratıcılık olmadığı, ayrıca tüm sergide bir vecd değil secd hali hâkim olduğu için de kendimi, bir nefes darlığı halinde, İstiklâl Caddesi’nin beni Yapı Kredi Kâzım Taşkent Galerisi’ne sürükleyecek olan kalabalığının içine atıyorum.
Hazmetmek senin sorunun!
Burada Türkiye’de güncel sanatın ithal vezir-i azamı René Block’un pişirdiği Elina Brotherus yemeği var. Daha önce servis yaptığı Hale Tenger çorbasından İlya Kabakov’un saçı çıktığı için bu sefer daha dikkatli olduğu umuduyla içeri giriyorum. Beni karşılayan duvardaki kullanım kılavuzunun son paragrafında Block şöyle diyor: “Elina Brotherus ile beraber Kâzım Taşkent Sanat Galerisi’nde sergilenen ‘İstiklâl Macerası’ serisine ilk kez Türkiyeli olmayan bir sanatçı davet edilmiş oldu. Ancak melankoli yüklü işleriyle kuzeyin geniş manzaralarının sessizliği ve bu caddenin kentsel telaşı arasındakinden daha büyük bir tezat düşünülmesi neredeyse mümkün değil.” Bir önceki, övgü ve ilgi kadar eleştiri de alan (bence rahmetli Pala’nın balmumu heykeli tam bir nebbaşlık örneği idi) Halil Altındere sergisinden sonra, ortamı soğutmak için Türkiye dışına çıkmayı ve özellikle hiçbir şey anlatmamayı hedefleyen bir sanatçının fotoğraflarını
sergilemeyi tercih etmesi ancak böyle uyduruk bir gerekçeyle haklı gösterilebilirdi. (Belki de sıradaki sanatçı işini yetiştiremedi, kim bilir?) Finlandiyalı Brotherus’un bize Fransız besteci Erik Satie yönlendirmesinde, Alman ressam Caspar David Friedrich’in sırtına binerek -bu kez de çorbada onun saçı var aslında- fotoğrafladığı kuzeyin soğuk manzaralarının Türkiye’de Güncel Sanat sergisinde ne işi olduğu ise, sergiyi izledikten sonra bile, hiçbir biçimde açığa kavuşmuyor. Belli ki, “Artık İstiklâl izleyicilerinin önüne ne koysak yiyorlar,” diye düşünüyor Block, oldukça da haklı. Çekme katın duvarlarında, elinde orta kalitede bir fotoğraf makinesi bulunan ve az çok deklanşöre basma deneyimine sahip herkesin çekebileceği düzeyde bir tomar ‘hassasiyet, melankoli ve şiir yüklü’ -bunları Block yüklüyortatil fotoğrafı asılı. Üstelik bilinçli olarak da alçak asılmışlar. Önlerindeki camların alt kısmına elyazısı karakterlerle kazınmış, Satie’ye ait, 1912’den kalma Frenkçe kuralları okuyabilmek için bizi boyun eğmeye mecbur ediyorlar. Böylece kendinizi, istemeseniz de güncel sanatın önünde eğilmeye mecbur bırakılmış bir köle gibi hissetmeniz sağlanıyor. İlişkilendirme o kadar yapay ve muhayyer ki, gece gizlice girip fotoğraflarla üzerine kelimeler kazılı camların yerlerini kafanıza göre değiştirseniz, eminim fotoğrafçı da dâhil kimse fark etmeyecek. Sanatta zorunluluğun ortadan kaldırıldığı durumda tartışma ortamı da hadım edilmiş oluyor. Ortaya konan lokmayı çiğnemeden yutmamız isteniyor, eğer hazımsızlık yaparsa, o da sizin sorununuz. Brotherus’un alt katta sergilenen kurgulanmış fotoğraflarındaki ‘hayatın anlamı hiçlikte gizlidir’ edası taşıyan sahte umarsızlık ve çaresizlik hali ise kendiliğindenlikten çok zorakilik kokuyor. Kimliksiz, yarı steril ortamlarda, boşluğa bakan
çıplak bedenlerin bekleyişi -neyi?- bizi ifadeden kaçışın başka bir biçimiyle baş başa bırakıyor. Bu, ifadesizliğin yaratabileceği anlam zenginliği umuduna sığınmış fotoğraflar izleyiciyi, “Eğer ben haz alıyorsam, sanat bir şey ifade etmek zorunda değildir,” duygusuna yöneltmek istiyorsa, Elina’nın hakkını teslim edelim, bunu oldukça iyi bir biçimde başarıyor. Etik kelimesinin sözlükteki karşılıklarından biri de ‘meslek ahlâkı’ ama bu karşılık etik kelimesi kadar anlam ve derinlik yüklü değil. Kendisinin yüksek ahlâklı olduğunu vurgulamak isteyen her şahıs, üzerine basa basa ‘etik sahibi bir insan’ olduğunu söylüyor. Bu kelimenin insanda hayranlık uyandıran bir tınıya sahip olmasında, hiç şüphesiz dilimize Fransızcadan girmiş olmasının payı büyük. Ancak ben sanat dünyamızda sorgulanamayacak kadar yüksek değerlerin söz sahibi olmasına taraftar değilim. Varsın, ahlâk ve dürüstlük gibi basit değerler üzerinden konuşalım. Belki o zaman adam kayırma, idare-i maslahat, biat ve iki yüzlülük gibi yöntemlerden arınmış bir sanat ortamına geçiş yapabiliriz. (*) Manavgat Belediye Başkanı MHP’lidir. Belediyenin, ilkokul mezunu olduğundan bile şüphe ettiğim Kültür Müdiresi olan bayan MHP Manavgat İlçe Başkanının eşidir. (Bana, Belediye’nin sergi salonunda öğrencilerimle açacağımız bir resim sergisi öncesinde, “Duvarları yeni boyattık, çivi çakmayın, resimleri sandalyelerin üzerine dizin,” demişti.) Bu durumda, sorum şu: Sosyoloji profesörümüz Ali Akay’ın, vasıfsız eşini kendi kontenjanından Kültür Müdürlüğü’ne aday gösteren Manavgat MHP İlçe Başkanı ve bunu onaylayan Manavgat Belediye Başkanı’ndan, meslek ahlaksızlığı açısından acaba ne farkı vardır? Bu da, toplumsal bilincin güncel sanata katkısı oluyor galiba!..
25
Kaynayan kazandaki kurbağalar ve sinik kazan ateşçileri...
K
âinatın 13.7 milyar yaşında olduğu tahmin ediliyor; bu, “büyük patlama”dan bugüne geçen zaman… Uzay, zaman, madde, her şey patlamayla yola koyuluyor… Güneşimiz 5 milyar yaşıyla “ilk kuşak” yıldızlardan bile değildir; “eski yıldızların püskürttüğü maddelerden oluşmuştur.” Dünya adlı bu çiğnenmiş kürenin yaşı ise 4.57 milyar yıl… Dünyanın yeni sakinlerinden olan türümüzün bokunda boncuk arayan geniş kolu, sadece “büyük patlama”nın önüne koyabileceği ‘şey’le meşgul; çünkü, geldiğimiz nokta, narsisist ‘küçük patlama’larla yoluna devam eden “insan”ın zamanıdır… Büyük çoğunluk, başına gelen her şeyi ilâhi bir ‘zıvana’ya bağlamaya çalışırken, ağzına verilen her ‘zıvana’ya razı görünüyor. Küçük bir kol, “büyük patlama” sonrasından başlayarak maddenin keşfine ve keşiflere çalışırken, “hayatla hayatı değiştirecek yeni bir ilişki kurma” peşindeyken (ki, bu devrim demektir), zıvanadan çıkan bir ‘tür’le ne halt edeceğiyle meşgul… Bu, günümüzün fotoğrafıdır… Fotoğrafın arkasına şu notu düşelim: “Dünya tarihinde, yok olan organizma cinslerinin sayısı bugün canlı olanlardan çok daha fazladır. Evrimin sırrı zaman ve ölümdür.”
*
Hayatın kıyısında olanların hayatı da dili de yok… Dillerini ve hayatlarını mevcut hayatı değiştirerek kazanmaktan başka yolları da yok… Dili ve hayatı olanların büyük bir kısmı ise, zamanımızın battaniyelerine sarılmış dans etmekteler… Kültür-sanat alanı, giderek ‘battaniyelilerin’ dışarının soğuğundan kaçmalarının ve hayatsızların, dilsizlerin iğfaline eğlence katmalarının hayâsız sirk’ine dönüşmüştür… Bu alanın sayısız ‘kahraman’ı var… Şimdi “zamanımızın kahramanları”na geçiyoruz: 1- Adam, ölü bir dananın (bu ‘iş’ için öldürülmemiştir, umarım) boynuzlarını ve toynaklarını 18 ayar altınla kaplatıyor; başına da bir altın hale koyduğu hayvancağızı, “formaldehit dolu yaldızlı çerçeveli bir tankın içinde” teşhir ediyor… The Golden Calf (Altın Dana) adını verdiği bu ‘iş’in “taslak çiziminin bile 30 bin sterline satılması bekleniyor”! Haberin yazıcısı, anlattığım şeye, “hem gülünç hem de hayranlık uyandırıcı bir iş” demiş… Böyle epey ‘iş’i var, haberin konusu olan muhteremin: Formaldehit içine gömülerek sergilenen koyunlar, köpekbalıkları, zebralar… Çürüyen etler ve sineklerle enstelasyonlar da kotarmış… İşlerinin şöyle isimleri var: The Last Journey (Son Yolculuk); Fragments of Paradise (Cennet Bahçesinden Parçalar); Heaven Can Wait (Cennet Bekleyebilir)… Bunlardan ikincisi
26
5.2 milyon, üçüncüsü 850 bin İngiliz parasına (sterlin) satılıyor… Kendisinin ve yeterince parası olanların ölüm takıntısını paraya tahvil eden bu şahsın adı Damien Hirst. Hirst, geçen sene de, elmasla bezediği bir kafatasını 50 milyon sterline ‘okutmuştu’… Bu defa, galerilere sırtını dönüp, doğrudan bir müzayede evi yoluyla satışa soyunarak haber oldu; çoook sterlinleri oldu… Sadece üç ciltlik kataloğu 200 sterline satılan müzayedenin salon kapılarında 21 binden fazla kişi kuyruk olmuş! Hirst vakasında benim altını çizeceğim konu şudur: Bu şahsın atölyelerinde, işlerini çoğaltmakla görevli işçileri var. “İsimsiz ordu” seri üretim yapıyor! ‘Esnaf’ sanatçı çoktandır aramızdaydı, artık ‘kapitalist’ sanatçı merhalesini idrak etmiş bulunuyoruz!.. Sıkı durun! Hirst, yukarıda sözünü ettiğim The Golden Calf’ın taslak çiziminin bir köşesine şu notu karalamayı da ihmal etmemiş: “Sahte putlara tapınıp durma! İmkansızın peşinden koşma!” Bir sanat galerisi sahibi, Haldun Dostoğlu, esas olarak galerilerin safdışı bırakılmasına tepkisini dile getirirken, müzayede hakkında şunları söylüyor: “Çağdaş sanat pazarı süratle giyim kuşam modasının yoluna giriyor. Giyim kuşam modası nasıl yeni bir ürün çıkarırken bir yol izler bir strateji izler sanatçılar da böyle bir yol izlemeye başlıyor. Neden sanat yaptığını niçin sanatçı olduğunu unutuyorlarmış gibi bir hal bu. Sanatçının o muhalif duruşu o radikal duruşu unutuluyor. Onun fiyatı ve kendini nasıl pazarladığı artık mevzu haline geliyor ki hazin olan da bu.” Haberi aldığım gazete, haberine şu başlığı koymuştu: “Parayla oynayan dalgacı Damien”… 2- “Giyim kuşam modası” âlemine bir girip çıkacağız şimdi… Kadın, modacı… Üzümün Kızı adını taşıyan ve “Geri dönüşüm, Yeniden kullanma, Az tüketim” temalı koleksiyonuyla, New York’ta, “En Yenilikçi Haute Couture Tasarım Ödülü”nü alıyor… Neredeyse tüm giysilerinde üzüm salkımı motifini kullanmış... “Üzüm kadını hatırlatır bana”, diyor… Amacı, “bir Türk kadınının nerelere gideceğini, neler yapabileceğini, azmin sonunda neler olabileceğini herkese göstermek.”… Aldığı ödülden çok başında türban taşıdığı için ilgiye mahzar olan modacı, tasarımlarında göğüs dekoltesini seviyor ve dekolte merakı göğüslerle sınırlı kalmıyor. “Dekolte isteyene dekolte” tasarlıyor. Vicdanı rahatmış. “Sonuçta bu bir arz
talep meselesi”dir, diyor… “Türbanlıların dar jean’lar, vücut hatlarını ortaya çıkaran kıyafetler” giymesinde “dejenerasyon” görüyor. Ancak, “böyle giyinmeye mahkum kalıyor”muş türbanlılar. “Onlara özel, tarzı olan bir seri üretim yok”muş... Müşterilerinin çoğunun “açık” kadınlar olduğunu öğrendiğimiz modacı, kendi isteğiyle mi “kapandığı” sorulduğunda şu cevabı veriyor: “Benim gibi bir kadının başkalarının zoruyla kapanacağını düşünebiliyor musunuz?” Türkiyeli bu modacının adı Rabia Yalçın’dır. İlâhi arz-talep kanununun hükmünü ‘özgürlükçü’ ruhuna nakşetmiş görünüyor… 3- Adam, ressam ve başka bir sürü ‘şey’… “Ülkesi dışına çıkmış en büyük koleksiyonuyla” 20.1.2009 tarihine kadar Türkiye’de… “Kargadan başka kuş” tanımayan basın, bu defa tam adamını bulmuş görünüyor… Geçerken söyleyelim, “karga”; para eden, piyasası olan her türden mal, hizmet, ürün, fikir ve ‘insan’dır… Zamanımızın gökleri kargalarla doludur… Ufkun ötesinde kalan diğer “kuş”lar görülmüyor/görünmüyor bu aralar… Bu arada, ‘eleştirel’ baykuşlar gözlerini kırpıştırıp duruyor ve “pazarda karşılığı olan”ın dışındaki dünyayı artık göremiyor veya hatırlayamıyor… Netice olarak, şöyle kocaman başlıklar görüyoruz: “En büyük eseri ta kendisi!”… “Büyük provokatör mastürbatör İstanbul’da”… Zamanımız, provokasyon ve mastürbasyonun yanı sıra provokatör ve mastürbatör merakının da yüksek olduğu bir zamandır... “Karga”mız, şimdi ve bu kez Dali’dir… Dali mevzuuna, Merve Erol’un, “Büyük provokatör mastürbatör İstanbul’da” başlıklı yazısından giriyoruz... Sebebi var ve aşağıda açıklanacak… Erol yazısına, “Ne Picasso, ne Rodin, ne Miro, Türkiye asıl Dali’yi bekliyor” diye başlamış… Gayet isabetli bir tesbittir… “Böyle başa böyle tarak” gibi… Erol’un Dali’yi, “resmine nispeten kolay nüfuz edilen” bir ressam olarak gördüğünü de aktarayım. Yazar, Dali’nin sanatı hakkındaki kanaatini, “işin teknik tarafı bizi aşar, gerçi bize de bir sürü iş bir tür gelişkin illüstrasyon gibi geliyor, bir duygu geçirmiyor pek çok resmi, fakat ‘Vay anasını’ dedirtiyor”, şeklinde ifade ediyor… Ama ‘n’apsın ki’, “Dali’nin yarattığı efsane, kitlelere yayılışıyla, hem çekici, hem itici kişiliğiyle bir başka” imiş… Allalallah!.. Zamanımızın revaçta sevme/ takdir etme biçimi de bu olsa gerek!.. Genç bir yazar da, Dali’nin hayatını, “resimleri gibi renkli,
karmaşık, detaydan zengin ve bize çok uzak ama tam da bu yüzden çok çekici” bulduğunu yazıyordu (Cansu Oranç). Dönüyoruz Merve Erol’un ‘sevdiği’ Dali’ye: “Skandallar prensi, kendini beğenmiş bir teşhirci, işbilir bir reklamcı; (…) sergi açılışında dalgıç kıyafetiyle konuşmalar, abartılı davranışlar, orada burada soyunup durmalar, yerinde durmayan kaşlar gözler, sürekli el altında tutulan bir baston, yüzüne baktığınız anda müşerref olunan özenle kesilmiş ve havaya dikilmiş bıyıklar, sansasyon, skandal, sükse… Giderek bir ‘life-style’ olarak işinin önüne geçen bir Dali… O hayat tarzı ki, deli dolu olacak, kudretli, muktedir, hem sefih hem aristokrat olacak, Marki Sade baharatlı bir ‘hür faşizm’e varacak, Lorca’yla, Aragon’la, Eluard’la dostluğuna rağmen Franco’ya açık destek verecek ve Breton tarafından Gerçeküstücüler arasından şutlanacak… Halbuki vaktiyle anarşist gösterilere katılmışlığı, yandan da olsa İspanya İç Savaşı’nda cumhuriyetçileri desteklemişliği de var, ama Hitler’in, Franco’nun iktidarına, monarşinin göz boyayışına da bigâne kalamıyor. Kendi deyişiyle, ‘anüsü temiz olan sivil muhafızları anüsü kirli olan Çingenelere tercih ediyor’… (…) Tam da zamanımızın bir insanı. Tam da Amerika’nın müstakbel sanatçı prototipi…” O prototip’in seri üretimi yapılmıştır, yapılmaktadır… Dali maddesini uzatmakta sakınca görmüyorum. Zira; burada konuşmaya, Dali üzerinden mesele yapmaya çalıştığım, evet, “zamanımızın bir kahramanı”dır. Bir sanatçı tipinin üzerinden, giderek sanat dışında da yaygınlaşan bir tipolojiyi, bir ‘hayat ediş’ tarzını; o bitmek tükenmek bilmez “küçük patlama”lar dünyasını kuşatmaya, sorgulamaya çalışıyorum. Bu yüzden, ilgim Merve Erol’un yazışındaki ‘Daliesk’ havaya da odaklanıyor ve tam da Daliesk tarzda; övüyor mu sövüyor mu belli olmayan bu değerlendirme tarzına dikkat çekmek istiyorum… Hemen ekleyeyim, eleştirinin geri çekildiği bu dil; eleştiriyi törpüleyen tanıtımcı/ vaziyeti kurtarıcı/değinmeci yazı tarzı günümüzün kültür-sanat yazıcılığında hegemoniktir… Merve Erol, Dali gibi muallak’ta olmayı deniyor sanki veya Dali üzerine çalıştıkça bunun tadına varmış olmalı ki, aynı metnin içine serpiştirilmiş bütün yönleri kollayan ‘değerlendirmeler’le boşluk bırakmıyor. Nalı da mıhı da ihmal etmiyor.Yanlışlanma yollarını ‘taksitle’ kapatıyor… Şöyle: “ ‘Sanatçıdır, ne yapsa yeridir’le özetlenen bir sorumsuzluk alanını başarıyla oluşturan, sıradan insanla sanatçı arasında kalın bir sınır çizgisi gibi durduğu zannedilen farkı büyüten bir işletmeci. Hayatı sanat kılmaktan dem vuran Nietzsche gibilerinin kastettiğinin tam aksine, sanatı hayat kılan, paraya ve şana tahvil eden bir demagog. Ama tabii Dali söz konusu olunca tam tersi de geçerli olabilir bunların ya da muammadan ibaret bir topak haline gelebilir
ALi OSMAN COŞKUN bütün değerler… Etliye sütlüye karışmayan, karışınca da kendini şaşıran maharetli, gizemli bir sanatçıyı kim sevmez? Türkiyeliler sevecek gibi görünüyor. En azından, toplumdaki kapitalist imgesinin başarıyla değiştirildiği bir zamanda, burjuvazimiz pek bir bayılacak ona.” Hah!.. Şimdi oldu! Evet, evet; Erol’un ‘son darbe’sini sabırla okuyup ve de göstermek istediğimizi görüp başka yönlere yürüyelim: “Geleceğim ne olacak, bu ay sonunu nasıl getireceğim, bu hayat hep böyle mi gidecek, ben kimim, neyim diye kendine her gün soran bir sürü insan, Dali’nin resimlerindeki gibi hem dingin hem endişe yüklü rüyalar görmeye devam edecek. İş yükü artarken iş saatleri de uzayan, o işten de olacağı kaygısıyla yaşayan, işsiz güçsüz dolaşan, tatmin ve anlam arayan ama bulamayan, bütün gün kafası iyiymiş gibi dolaşan, içinde ne saykodelik fırtınalar kopan, gerçeğin üstüyle gece gündüz cebelleşen insanlarız genellikle. Aman ne yapalım, paragözlükmüş, faşizmmiş, öyle ya da böyle, sevilmeyecek gibi de değil ki bu Dali. Bir yerden sonra, gerçekten ne kastettiğini, öyle derken böyle mi demek istediğini kendisi de bilmiyor, şaşırtmak denen fiili şaşırtıcı boyutlara vardırdığıyla kalıyor. Gerçi, dolu dolu yaşamak denen şeyi de becerdiği hissini veren, tavizsiz, coşkuyla yüklü bir adam kendisi. Gençlere kötü örnek olmasın ama, büyük ressam bu Dali…”?!! “Tavizsiz”lik Dali’ninkiyse?!.. Yaşamak denen şey böyle “beceriliyor”sa?!.. İllâ ‘teknik’ değerlendirme mi istiyorsunuz: “Pentür olarak kötü bir ressam; boyası iyi değil, piktüral olarak zayıf. Bir İllüstratör aslında, yaptıklarını karikatür ya da tasarım eskizi olarak gösterse kâfi.” (Komet) İllâ ‘teknik’ değerlendirme mi? Buyrun. Üstelik, ‘lehte oy!’: “Bir ressam ki kendince bir dil yaratmasını başarmıştır; o dili, geçen zaman içinde zenginleştirmesini bilmiştir, tüm yapıtları yan yana geldiğinde bir bütünü oluşturur, kendinden başka taklitçisi yoktur, o, kuşkusuz has bir ressamdır.” (Ferit Edgü) Ahu Antmen de, “ondan daha ‘has’ sürrealistler, bilinçaltına kendini daha çok bırakabilmiş, rasyonel aklın mekanizmalarından kendini daha çok arındırmış sanatçılar yok mu var, ama Dali, sergilediği ‘biraz deli, biraz dâhi, biraz Dali’ gösterisi itibarıyla sürrealizmin içe değil dışa dönük yüzü olmuş her zaman. Ve yetenekli, gerçekten çok yetenekli bir ressam: Sabancı Müzesi’ndeki sergiye gidin, ‘Aşk Duygusunu İfade Eden İki Parça Ekmek’ önünde durun, Dali’nin İspanyol sanatının büyük ustalarını çağrıştıran bir klasik duygu içinde boyayla nasıl bir ‘virtüozite’ sergilediğine bakın.” diyor… İşte bir ‘lehte oy’ daha… Üstelik Antmen, “İstanbul’da Bir Sürrealist” sergisinin, “Dali’nin sansasyonel çılgınlığından çok çalışkanlığını ortaya koyduğunu” düşünüyor… “Tutku olduktan sonra bir yaşama ne kadar çok şeyin sığdırılabileceğini gösteriyor”muş, Dali! Şu “tutku”nun tezahür tarzlarını; sisteme, piyasaya ‘yerleştirilişinin’ ideolojisini falan tartışabilseler, keşke… Gerçeküstücülük; benzeri akımlar gibi burjuva medeniyetine, onun gerçekliğine ve gerçekçiliğine saldırı ve reddiye ihtiyacıyla yüklüdür, bu ihtiyacın ürünüdür… Skandal, tercih
ettikleri silâhtır… Skandal’la ve skandal’dan ‘ötesiyle’ Dali’nin ilişkisi ortada… Her şey meşrebe göre şekilleniyor… ‘Özne’den büsbütün bağımsız bir ‘nesnellik’ falan da yok! Luis Buñuel, André Breton’a, Venedik Bienali’nde büyük ödülü kazandığı için suçlanan Max Ernst’in neden (Gerçeküstücü) gruptan atıldığını sorar… Aldığı cevap şudur: “Ne yapalım dostum… Bayağı bir tüccar haline gelen Dali’den ayrıldık. Şimdi de Max aynı yolda!” Malraux, Jean Paulhan, René Char “ve daha nice ressam ve resim dostu yazarın, şairin, onun adını anmamak için gösterdikleri özen”i hatırlatıyorum…Eh, ne ‘vesile’yle olursa olsun ‘anılmak’tan hoşlanan bir ‘tür’le karşı karşıyayız! Dali ölmüştür, ama zamanımız ‘Dalidolu’dur… Mesele de budur!.. 4- Bir ‘ara madde’ yapmakta fayda var. Sanatın, özellikle de güncel (çağdaş) sanatın “bir uzmanlar grubuna hitap ettiği”; bu dar halkanın dışındaki “eğitime, finansal kaynaklara ve eleştirel düşünceye erişimi olan” biraz daha geniş bir halkayla beraber tümünün “sadece bir azınlık” olduğu bir vakıa. Çok sivri tepeli bir sınıfsal piramidin içinde yaşıyoruz… Piramidin suç ortaklarının habire arttığı; ‘tepeden’ kart açanların kültürel/ideolojik hegemonya için elinden geleni yaptığı ve tepedekilerin, piramidin tabanındakileri Bremen Mızıkacıları’nın arkasına takılmış mahlûkat kıvamında tutmaktan pek hoşnut olduğu bugünkü ortamda; “bunlar da ne ki?” ‘hacıağalığının’ âlemi yok! Tam da bu yüzden, sosyalistler hayatın bütün alanlarını gözaltında tutmak zorunda… 5- Bu maddede, “karga” dışındaki “kuş”lara değip geçeceğiz. Sözünü edeceklerimizin, yukarıda çizdiğimiz “karga” kategorisine kategorik olarak karşı olduklarından emin değiliz.Karga sayılmaya/olmaya isteksiz sayılabileceklerini de söyleyemeyiz. Zaten ve yer yer karga muamelesi görmektedirler… Ancak, şimdilik, “sadece bir azınlık” dışında isimleri Dali ölçüsünde bilinenlerden değiller…Ele alınma sebepleri aşağıdaki alt maddelerde açığa çıkacaktır… a- Başlık şu: “Benim tarafımdan reddedilmemiş küratör yok.”.. (Bkz: “Beni ne mühendisler ne doktorlar istedi de…”) Serginin adı: Bunun bir sergi olduğundan emin değilim. İstiklâl Caddesi’nde, Yapı Kredi Kazım Taşkent Sanat Galerisi’nin kapısında vitrin (formaldehitsiz!) içinde Pala Şair heykelini göreceksiniz. Bu heykeli yapan Halil Altındere’den söz ediyoruz. Altındere, “anarşist” tavırlı görünen bir arkadaş… Şu sözler de onun: “Sistemin içinde sistemle çarpışmaya inanıyoruz. Sistemin dışında olduğunu zannetme yanılsaması bohem loser sanatçı tavrıdır. Bu günümüzde mümkün değil. Çağın gerisinde kalmış ideolojik, estetik ve
sanatsal tavırla bunlar olmaz. Sistemi kaşımak, tokatlamak, muziplikler yapmak gerekiyor. Traş ol, marka giy, rahat ol, kola içmem deme, öyle kapitalizmle çarpış…” Sistemi nasıl “tokatlar”, bilmiyorum, ama “kaşımak”tan ve “muziplik”ten anladığı ortada… Belli ki “cin” gibi… b- Başlık şu: “Zihnimden kaçmam lazım…” Serginin adı: After the After Hours/Mesai Sonrasının Ardından (‘resmi’ çeviri bu). Galatasaray Hamamı’nın sokağındaki “Play Studio”nun bu ilk sergisi genç bir sanatçının… Altındere gibi “aşmış/pişkin” bir tavrı olmayan, aksine “naif” bir intiba veren bu sanatçının ismi, Özlem Ölçer… Şunları söylüyor Ölçer: “Zihnim zaten karışık ve bunu içine somut bir şeyler katarak sunmayı doğru bulmuyorum. Çizme kabiliyeti bana evren tarafından verilmiş bir hediye. Ve ben bunu evrenle doğrudan bağlantılayarak, ruhsal bir temasla ortaya dökmem gerektiğini düşünüyorum. Bunun için de zihnimi geri planda tutmam gerekiyor.” Sadece günümüzden bir fotoğraf olarak sizlerle paylaşmak istedim… c- Atasözünü tam hatırlayamadım; aramadığım ot burnumun dibinde bitti! Başlık şu: “Ayşe Erkmen Berlin semalarında…” Serginin adı: Weggefaehrten/Yol Arkadaşları. Erkmen, Berlin’in hakkını teslim ettiği o güncel (çağdaş) sanat çevresinin tanınmış ismidir ve Berlin’deki çağdaş sanatlar müzesi Hamburger Bahnhof’da açılan sergi bir retrospektif sergidir… Uzun uzun sergiden bahsetmeyeceğim. “Burnumun dibinde biten ot”, şu: Sergide, “doldurulmuş bir gnu, bir nevi antilop, sergi salonuna girmekle kalmamış, altındaki kaide ile birlikte on dakikada bir, ray üzerinde gidip geliyor”muş… Kolay gelsin gnu’cuk… Neşemiz baki olsun! d- Başlık: “Kral öldü, yaşasın Michael Jackson!” Adamın biri, Fransız aristokratlarından kalma Versailles Sarayı’nın salonlarında, XIV. Louis’nin mermer heykelinin yanına, “Michael Jackson’la evcil şempanzesi Bubbles’ın porselenden heykelini” koyuyor; Marie Antoinette’in kullandığı küçük odaya elektrikli süpürgeler” koyuyor; Veronese ve Bernini’nin başyapıtlarının yanıbaşına (…) Cırtlak renklerde dev hayvan şeklindeki balonları” koyuyor… Koyuyor da koyuyor… Dali mezarında Jeff Koons’u kıskanıyordur!.. e- Başlık şu: “Allahım, bu deney başarılı olsun, Türkiye de CERN’e katılsın”. Sanattan manattan bahsetmeyeceğiz burada; Daliesk atmosferi, sanat dışından örnekleyeceğiz… CERN’ün deneyini duyan duymuştur… Kainatı öğrenmeye hamle yapanların deneyi hakkında Yasemin Çongar da yazdı… “Bilim adamları da dua eder” cümlesiyle
giriyoruz yazısına… “İnanan bilim adamları, ilahi kudreti sorgulamazlar ama kendilerinin ilahi kudreti anlama yeteneğini illa ki sorgularlar”mış… Çongar, “dua eden bilim adamlarını; yaratılış teorisine inanan biyologları, fizikçileri, kimyagerleri, astronomları anlamakta zorlanır”mış… “Ama onları anlamaya çalışmayı çok severmiş”… Hattâ, hattâ; “dua eden bilim adamları” onu “büyüler”miş! “Dua eden bilim adamlarının sırrını” çözememiş, ama “bilgisi az ve inançtan mahrum aklı”yla veya “bilmediğini ve son tahlilde bilemeyeceğini kabul eden aklı”yla “onları çok sevmiş”… Ben, sevme enerjimi türümün bu ‘tür’üne tahsis etme konusunda affınızı rica edeceğim! Enerji tasarrufu yaparak elde ettiğim ‘fazla’yı, ‘Dalisoyu’yla ya da gördüğü düşü hayra yoranlarla mücadelede kullanacağım da, bilinsin!
*
Bu kadar yeter! Bitirirken, ben de, Yıldırım Türker gibi, “enseyi karartın artık!” diye bağırmak istiyorum: “Şöyle ya da böyle, statükonun kâh çelik kâh ipek mekanizması içinde inançlı bir konumlanma içinde olmak, sadece kişisel iradeyle açıklanamaz. Tutunmaya çalışmak, iyi niyetle uzlaşmaya çalışmak, varolan yapının işlemeyen noktalarını saptayarak yapının bekçilerine doğru yolu gösterebileceğine inanmak, uygar bir vatandaşlık serüvenidir elbet. Ama öte yandan, mümkün olan başka hayatları görmezden gelmeyi, onları hayalperestlikle damgalayıp sonsuza dek uzağa itmeyi de meşrulaştırır. Ensenin karasından korkarak namütenahi umut cilalamak; bu topraklara bağlı hayatımızı global denge denklemleriyle aydınlatmaya çalışmak, şu an yaşadığımız utancı da makul ve kaçınılmaz kılıyor. (…) Ufku bilerek ya da bilmeyerek daraltanlara karşı karamsar diye yaftalanıp dolaşım dışına atılmaktan korkmadan şu yaşadığımız hayatın leş koktuğunu, mutsuzluk ve ölüm dışında hiçbir şey üretmediğini haykırmak gerek. Bu hayatı ıslah etmenin imkânı kalmamıştır. Her şeye sıfırdan başlamanın yollarını aramanın vaktidir. Bizim dışımızda akıp giden; utançla, yoksullukla ve bütün yoksunluklarla örülü bu hayat müsveddesine razı gelmeyi neden kendimize yedirelim? Enseyi karartmadan, efendi çocuklar gibi birbirimize fazla dokunmadan, birbirimizle fazla ilgilenmeden, önce kendi dertlerimizi düşünerek, ille akıllı olarak, aklın sınırını başkalarının belirlemiş olduğu mümkünün sınırlarıyla çizerek neden bekleyelim. (…) Karamsar olun. Bu hayat, böyle yaşanmaz. Bu hayatın herhangi bir kıyısından bir güneş sızmayacak. Bu hayattan vazgeçip yeni bir hayatın çığırtkanlığını yapmalıyız. Başka bir hayat mümkün. İşbirlikçi ıslahatçıların suratına sevgili düşünürün sözlerini çarpın: ‘Yanlış hayat doğru yaşanamaz’.” Not: Bu yazının alıntıları sırasıyla şunlardan yapılmıştır: Radikal, 17.9.2008; Vatan, 13.9.2008; RadikalCumartesi, 20.9.2008; Biçimler, Renkler, Sözcükler-Ferit Edgü, Sel Yayıncılık, İstanbul 2008; Radikal, 24.9.2008; Radikal, 13.9.2008; Radikal, 20.9.2008; Radikal, 25.9.2008; Radikal, 22.9.2008; Radikal, 12.9.2008; Taraf, 11.9.2008, Radikal, 17.9.2008; Radikal-İKİ, 21.9.2008.
27
‘Telaşa mahal yok, memlekette taş çok!’ Y azının başlığındaki sözler bana ait değil. Bu sözlerin sahibi Osmanlı padişahı, Doğu’nun parlayan güneşi Sultan Abdülaziz Han hazretleri!.. Sözleri söylemesine neden olan konu ise ilk T ürk müzecilerinden, ressamlığı da meşhur Osman Hamdi Bey’in, padişaha ülkemizde kazı yapan ecnebilerin bulunan eserleri yurt dışına çıkardıklarını ve buna engel olunması gerektiğini söylemiş olması. Ülkemizde arkeoloji bilimi bu tuhaf koşullar altında başlamış ve
tuhaflıklar onlarca yıl devam etmiştir. Yazıda anlatmaya çalışacağımız konu ülkemizde yapılan yabancı kazılar ve bununla birlikte yaşanan tahribat ile bir nevi (yasalarla korunmuş dahi olsalar) tarihi eser kaçakçılığıdır. Aslında yabancılar tarafından kazılmış olan pek çok antik kentimiz var ancak tamamının sınırlı bir yazıda ele alınması mümkün olmayacağından birkaç tane meşhur örnek ile konuyu işlemek daha doğru...
Efes, bilim insanı kılığındaki defineciler tarafından yağmalandı... İlk örneğimiz 1869 yılında British Museum’dan J.T. Wood’un Efes antik kentinde başladığı kazılardır. Söz konusu bilim insanı dünyanın yedi harikasından birisi olan Efes Artemis Tapınağı’nın bir köşesini bulur ve burada kazı sürdürür; bir süre sonra tapınağın hemen altındaki daha eski tapınağa da ulaşır ve buradan çıkan eserleri British Museum’a götürmekte bir sakınca görmez. 19041905 yıllarında David George Hogart buradaki kazılara devam eder ve o da bulduğu eserleri İngiltere’ye götürür. Her ikisi de kendilerince haklıdır; çalışmışlar, kazmışlar, para harcamışlar ve zamanlarının çoğunu ‘Avrupa’nın hasta adamı’ Osmanlı topraklarında geçirmişlerdir. Tüm bu nedenlerle olsa gerek, eserleri kendi ülkelerine götürmeleri de ‘doğal’dır. Ancak unutulmaması gereken, her ikisinin de
yaptığı kazıların bilimsel nitelikte olmadığı; tam tersine bu soylu İngilizler tarafından definecilik yapıldığıdır. Zaten Efes Artemis Tapınağı da İngiltere’ye taşınarak orada tekrar inşa edilir. (Yöre halkı bugün İngilizlerden geriye kalmış olan bölgeye haklı olarak ‘İngiliz çukuru’ demektedir. Her ne kadar bakanlık tabelası oranın Artemis tapınağı olduğunu söylese de!) Efes kentinin az ötesinde İngilizler tarafından bu tür bir faaliyet sergilenirken; 1895 yılında Viyana Akademisi üyelerinden Otto Bendorf, Efes’te sistemli kazılara başlar, R. Heberg, kazılara devam eder. Evet Avusturyalılar kentte bilimsel arkeolojiye başlamışlardır ancak onlar da buldukları pek çok eseri Avusturya’ya götürür ve bugün Avusturya’da bir Efes müzesi bulunması oldukça saçma bir durumdur. Bu, mesela Ankara’da Nijerya müzesi olmasına benzer!..
Bergama Zeus Sunağı şimdi Berlin’de!
Ver rüşveti, götür ‘taş’ı!..
Efes’te durum böyle iken Homeros’un anlattığı, dünyadaki pek çok aydının okuduğu ve etkilendiği İliada Destanı’nda sözü geçen (aslında destanın tamamının üzerinde yaşandığı) Truva kentinde de H. Schliemann kazılara başlayacak ve kısa bir süre sonra dünyanın gözünü kamaştıracak kadar muhteşem Truva hazinelerini bulacak ve 1873’te bu hazineleri de alarak ülkeden ayrılacaktır. Ancak o da bir defineci olduğundan, kazı yaptığı dönemde kalıntıları tahrip etmiş ve tabakaları birbirine karıştırarak (Truva’da 9 ayrı tabaka vardır) çağdaş bilim adamlarının pek çok konuda zorlanmasına sebep olmuştur. Bir diğer kent ise Bergama’dır
Zamanla ülkemizde ilk olarak Müze-i Hümayun müdürü Alman bilim adamı Dr. Philipp Anton Dethier’in çabalarıyla eski eserlere yönelik kanun yapılır. 1874’te yayımlanan Asar-ı Atika Nizamnamesi ile artık ülkede kazı yapan yabancılar tüm eserleri değil sadece bulduklarının üçte birlik oranını götürebilecektir. Tabii iş bu şekilde yürümez, zaten çürümüş bir bürokrasi cenderesinin içindeki Osmanlı devletinde memurlara az miktarda rüşvet verdiğinizde yapılmasına olanak olmayan pek çok iş rahatlıkla yapılır. Cumhuriyetin ilanından sonra ise Mustafa Kemal’in ilgisi ile arkeoloji önem kazanır, Türk Tarih Kurumu’nun kurulmasından sonra da arkeolojik kazılara finansman sağlanır. İlerleyen zaman içinde yapılan kanunlarla birlikte de kazı yapmak, eski eserlerin korunması, onarılması, sergilenmesi ve ülke dışına çıkarılması düzenlenir. Özetle devletin izni olmadan kazı, onarım ve eserlerin yurt dışına çıkarılması yasaklanır. Her kazı için de bir kazı komiseri görevlendirilerek yapılan faaliyetin bilimsel gerçeklere göre yürütülmesi sağlanmaya çalışılır. Bu andan sonra anlatmak istediğim 1800’lü yıllar değil, yukarıda çok az yazma olanağı bulduğum kanunların tamamı yürürlüğe girdikten sonra yaşanan saçma bir talan hikâyesidir. Hikâyenin başrolünde ise tahmin edilebileceği gibi bir antik kent vardır: Knidos...
28
buradaki kazılar 1874’te yol yapım çalışmaları sırasında Zeus Sunağı’na ait mimari parçalar bulunmasından sonra 1878 yılında başlar. 1900–1913 yılları arasındaki ikinci kazı döneminde pek çok yapı ile birlikte Zeus Sunağı da açığı çıkarılır ve Bergama Heykelcilik Okulu’nun en önemli eserleri arasında gösterilen sunak, parçalar halinde Berlin’e götürülür. 1834’te Charles Texier, Boğazköy kalıntılarını ve yazılı kayayı bulur, buradaki kazılar 1906 yılında Alman Arkeoloji Enstitüsü tarafından başlatılır ve yaşananlar tekrar eder; pek çok eser yurt dışına çıkarılır. Tüm bunlar ise ‘telaşa mahal olmayan dönemler’de yaşanır.
K
nidos kentinde ilk olarak 1850– 1855 yılları arasında Charles Newton (sanırım aynı zamanda Lord unvanı da taşır) kazılara başlar, çalışmaları sırasında çok önemli Demeter Tapınağını dinamitlemekten ve şimdi British Museum’da sergilenmekte olan Knidos Aslanı’nı ülkesine götürmekten çekinmez. Zaten yukarıda buna benzer pek çok örneği yazdık. Daha sonra kentte Bakanlar Kurulu Kararı ile 1967–1977 yılları arasında Amerikalı arkeolog Iris Cornelia Love, kazı yapmaya başlar. Ancak kendisinin amacı kenti bilimsel, sistemli bir şekilde kazarak açığa çıkarmak değil; pek çok antik yazarın sözünü ettiği, meşhur Knidos Afroditi heykelini bulmaktır. Dolayısıyla, kendisinden 100 yıl önce topraklarımıza gelerek kentlerimizi tahrip edenlerden çok farklı davranmaz. Kentin her yerinde devasa çukurlar kazar, kimi bölgelerde alt yapıyı bile tahrip eder, tek amacı vardır: Afrodit heykeli. Heykeli bularak, adını unutulmazlar arasına yazdırmak istediğinden olsa gerek, durum her kazı sezonunda daha da kötü bir hal alır. Hatta o kadar fazla hafriyat açığa çıkar ki, Amerikalı arkeologumuz bugün ‘Küçük Liman’ olarak adlandırılan, antik çağda kentin askeri limanı işlevini gören limanı bu topraklarla doldurarak bataklık haline getirmekte sakınca görmez. 10 senenin sonunda devletimiz Iris Cornelia Love’ın kazı iznini iptal ederek kendisini memleketine geri gönderir. Unutulan ise bu 10 yıl içinde yapılan tahribatın kente çok büyük zarar verdiği ve bu zararın asla telafi edilemeyeceğidir. Bundan sonra, kazı izni bir Türk arkeologu olan Prof. Dr. Ramazan Özgan’a verilir. Burada anlatmak istediğim, son dönemde kentle ilgili yayımlanan haberler nedeniyle, hocanın nasıl bir özveri sergilediği ve kent için yaptıklarıdır. Son birkaç aydır yazılı, görsel, işitsel ve sanal medyada Knidos kazıları hakkında pek çok haber yayınlandığını görüyor ve bu haberlere gerçekten üzülüyorum. Çünkü haberler, ‘Knidos antik kenti kazılarında talan şoku’, ‘Knidos antik kentinde yolsuzluk’, ‘Tarihi eser yağması’ ve benzeri başlıklar taşıyor. Suçlamaların temel dayanak noktası ise üç ayrı kazı sezonunda müzeye eser teslim edilmemesi, Knidos antik kentinde yasak olmasına rağmen dalış yapıldığının tespit edildiği ve kazı evi deposunda tarihi eserlerin bulunması ile antik bir köprünün üzerine kazı evi adı altında baraka yapıldığı gibi saçma sapan delillere dayanıyor. Şimdi bu tezleri değerlendirmeden önce biraz Knidos antik kenti kazılarından söz etmek doğru olacaktır. Yaklaşık 21 sene önce Selçuk Üniversitesinden Prof. Dr. Ramazan Özgan Knidos kentinde kazı yapma yetkisini alır. Kente ilk gittiğinde sınırlı sayıda insandan oluşan bilim heyetinin, üç tenceresi, bir çadırı vardır. Kenti görmüş olanlar bilirler, kentte elektrik, su ve düzgün bir yol yoktur; hele de 21 sene önce tamamen
MURAT KARATAĞ
VE KNİDOS...
yokluk söz konusudur. (Bugün kente kadar giden asfalt yol bizzat hocanın çabaları ile yapıldı.) Yakın köylerde yaşayanlar ise Osmanlıdan öğrendiklerini yaparak kentin mermer bloklarını kireç yapmak ya da ev inşasında kullanmak için yıllarca taşımıştır. (Osmanlı döneminde kentin büyük tiyatrosunun taşları Mısır’a ve İstanbul’a dolgu malzemesi olarak taşınır ve binaların temelinde kullanılır.) Özgan Hoca ise tüm bu yokluğun ve zorluğun bilincinde olarak işe koyulur. Her yıl biraz daha özveri göstererek kentin kıyılarına inşa edilmiş tuhaf restoranları yıktırır -bu nedenle bölgeden pek çok insanın düşmanlığını kazanır-, bir restoranı kazı evi haline getirir, Amerikalıların ve İngilizlerin açtıkları çukurları doldurtur, kazıya öğrencilerini de götürmeye başlar - ki bu öğrencilerin pek çoğu farklı üniversitelerde saygın bilim adamları olmuştur. Ve artık yavaş yavaş kentte kazılar sistemli bir alır. Her kazı sezonunda hoca ve bilim heyeti bir önceki seneden yarım kaldığını düşündükleri işlere kaldıkları yerden devam eder. Bu noktada önemli olan şudur: Hoca, Knidos kentinde çalışmaya başladığı ilk günden itibaren her sezon farklı bir müzeden gelse de devlet tarafından görevlendirilmiş bir kazı komiseri kazılara katılır ve kazıların bilimsel gerçeklere göre ilerleyip ilerlemediğini kontrol eder. Bu da 21 senede 21 farklı kazı komiserinin orada görev yaptığı anlamına gelir ki, her komiser de müzecidir veya kültür bakanlığının bir memuru ve arkeologudur. Kazı komiserlerinin bir diğer görevi ise kazılardan çıkarılan eserlerin etütlük (müzede sergilenme değeri olmayan ama bilimsel çalışma için kazı evi deposunda kalacak eser) veya envanterlik (müzede sergilenmeye değer eser, bunlar envanter deerine işlenerek müzelerde sergilenir) olduğuna karar vermeleridir. Yani eğer kazı evi deposunda eser bulunuyorsa, bu Özgan Hoca’dan değil orada görevlendirilmiş kazı komiserinden kaynaklıdır. Demek ki, komiser eserlerin müzeye gönderilmediği yıllarda envanterlik
değerde eser bulunmadığına kanaat getirmiştir. Bu durumda hoca tarihi eser kaçakçılığı yapmamış, bilakis eserleri kazı evi deposunda korumaya almıştır. Bir de şöyle bir durum vardır ki kazılardan her yıl eser çıkması zorunluluğu yoktur ve kazıların bilim heyetleri, kazı faaliyetini defineci gibi altın, kap-kacak, heykel ve benzeri malzeme bulmak için değil; kenti açığa çıkarmak için yapar. Ya da Amerikalı ve İngiliz arkeologların yaptıklarını yapmazlar. Eser çıkmadıysa, Knidos kazısı bilim heyeti üyeleri, komşu kazıya gidip, “Bizde kalmamış sizde fazla varsa iki tane heykel, 10 tane sikke verir misiniz, yoksa Marmaris müzesi yönetimine çok mahcup olacağız,” diye ağlaşmaz. Komik ve şaşırtıcı! “Eser teslim edilmedi,” diyen insanlar herhalde boş zamanlarında definecilik yapıyor!.. Bir diğer konu antik köprünün üzerine kazı evi adı altında baraka yapıldığıdır. Bu durumda Hoca tarihi eseri tahrip etmiştir değil mi? Kazın ayağı sanıldığı gibi değildir; artık çocukların dahi bildiği bir gerçek vardır ki, bir sit alanında, bir antik kentte yapılacak her türlü inşaat faaliyeti için Anıtlar Kurulu’ndan ya da Kültür Bakanlığı’ndan izin almak gerekir. İzin başvurusu yapıldıktan sonra söz konusu kurumların görevlendirdiği heyet bölgeye giderek inceleme yapar ve ondan sonra inşaat izni verilir. Hoca barakayı yaparken gerekli izni almıştır; kaldı ki yapı prefabriktir, istendiğinde sökülebilen, taşınabilen, temelsiz basit bir yapıdır. Bu durumda suçlu olan Ramazan Özgan değil, bölgede inceleme yapan heyettir. Eğer ki bir heyet kente giderek inceleme yapmamışsa bu kurumların suçudur. Bir diğer konu ise kentte izinsiz dalış yapıldığıdır. Bildiğim kadarıyla Knidos antik kentinde kentin güvenliğini sağlamak için kurulmuş bir jandarma karakolu vardır ve dalışlara engel olmak da (her kim dalmak isterse istesin, bizzat Prof. Dr. Ramazan Özgan dahi dalmak istese) jandarmanın görevlerinden biridir ve jandarma bu konuda oldukça katı
davranarak dalış yapılmasına kesinlikle izin vermemektedir. Ayrıca Knidos kazıları bilim heyetinde yer almış hiç bir kimsede dalgıçlık eğitimi ve tertibatı yoktur. Yani, bırakalım bu saçmalıkları… Bizim memlekette artık hastalık haline gelmiş bir davranış biçimi var: Bir süre herkes tarihi eser yağmasına çok duyarlı ve kültürel mirasa sahip çıkar görünür, aradan kısa bir süre geçtikten sonrada her şey unutulur. Knidos ile ilgili Prof. Dr. Ramazan Özgan gibi saygın bir bilim adamı hakkında tek taraflı haber yapanlara sormak istediğim birkaç şey var: Haberi yaparken hocaya savunma hakkı verdiniz mi, hocadan görüş aldınız mı? Ailonai, Stratonikeia, Panamara, Pedasa, Milas, Damlıboğaz, Hydai, İdyma, İstanbul, İzmir, Zeugma, Hasankeyf, Bodrum ve daha onlarca antik kent, ev inşa etmek, kömür çıkarmak, sulama barajı yapmak, yol geçirmek için ve kısa zamanda zengin olma hayali kuran defineciler tarafından yerle bir edilirken, sulara gömülürken ne yaptınız? Hatırladığım kadarıyla bir tane bile detaylı Statonikeia haberi yapmamış olanlar acaba neden Knidos haberi için bu kadar istekli davrandı? Ya da Topkapı sarayından çalınan el yazması Kuran, Birgi Ulu Camiden çalınan minber kapıları (Kültür Bakanlığı dünyanın parasını ödeyerek bu kapıları geri getirtmiştir), her gün pek çok camiden çalınan ve yurt dışına götürülen çiniler ya da gene yurt dışına kaçırılan binlerce tarihi eser… Ülkenin bir bölgesine gittiğinizde, Kapalı Çarşı gibi çarşılarda alenen satılan Urartu eserleri ve daha yüzlerce örnek varken neden Knidos kazısı bu kadar önemsendi? Sanırım çok göz önünde olduğu için... Eğer merak eden varsa iletişim kursun, göz önünde olmayan kentlerde yapılan tarihi eser yağması hakkında saatlerce bilgi verebilirim. Özetle Knidos antik kenti kazıları hakkında yazılıp çizilenler doğrudan Knidos kazısı başkanı Prof. Dr. Ramazan Özgan’ı ve Knidos kazıları bilim heyetini suçlamaya yönelik asılsız ve saçma sapan iddialardır. Hoca’dan özür dileyip bilimsel çalışmalarına Türkiye topraklarında devam etmesini ummak lazım şimdi, yoksa hoca kızıp da yurtdışında yaşamaya karar verirse bundan zarar gören Türkiye arkeolojisi olur. Ve son olarak söylenmesi gereken şu ki, telaşa mahal var, memlekette taş çok olsa bile her bir taş kendisi ve çağı ile ilgili kendince konuşur ve bize geçmişini anlatır. Kaybettiğimiz her bir taş bu toprakların kültürel mirasının bir parçasıdır ve onun yerini doldurmamız ya da aynısını yapmamız mümkün değildir. Her kent kendisini kuranlardan, her eser onu yapan sanatçıdan izler taşır. Bu nedenle telaşa mahal var memlekette taş yok!..
29
Dizi: Bizim toprağın isyancıları CENGiZ YOLCU
BOZUK DÜZENE BAŞKALDIRANLAR
Ve ‘Türk oğlu Türk’ Osmanlı, bozuk düzene başkaldıran Türkmenleri paşalarına, beylerine, devşirmelerine kırdırdı...
Y
üzyıllar öncesinin kroniklerine bakınca devletlerin, imparatorlukların tarihleri yazılırken madalyonun parlak ve göz alıcı yüzüne bakmanın adet olduğunu görüyoruz. Bu veçhede büyük liderler, kahraman kumandanlar, destansı zaferler var… Fakat görünenin üstündeki bulutları dağıttığımızda aslında yaşanan her olayın epik hikâyelerden ibaret olmadığının farkına varmak kolaylaşır. Bu ayki yazı biraz madalyonun öteki yüzüyle alakalı olacak. XVI. Yüzyıl, Osmanlı Devleti tarihinde en parlak ve zaferlerle taçlandırılmış bir asr-ı saadet devri olarak kabul edilir. Devletin sınırları üç kıtaya yayılmış, akıncılar ve yeniçeriler Viyana önlerinden İran içlerine, Kuzey Afrika’dan ‘Kutsal Topraklar’a kadar olan geniş bir alanda ilerlerken, milyonlarca insan ve milyonlarca metrekarelik topraklar Osmanlı hâkimiyetindedir. Uzak topraklardaki manzara-i umumiye böyle iken Anadolu’da aynı asırda yaşanan isyanlar ya göz ardı edilir ya da hüsnü kabul görmez. Niyetimiz Osmanlı Devleti’nin ‘en kudretli’ zamanında hemen yanı başında yaşanan ve zaman zaman merkezî idareyi sıkıntıya düşüren ayaklanmalar -ki, Bozoklu Celâl’in ayaklanmasından sonraki diğer ayaklanmalar Celâlî İsyanları olarak bildiğimiz olaylardır- hakkında kısa bilgileri paylaşmak. 1511 ŞAHKULU AYAKLANMASI Antalya, Burdur, Isparta, Kütahya ve Sivas’ta yaygınlık gösteren ayaklanma Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar’ın halifelerinden Hasan Halife’nin oğlu Şahkulu tarafından başlatılmıştır ve Alevî kökenli olan bu ayaklanma doğrudan Osmanlı iktidarına yöneliktir. Resmi tarihte, Şah İsmail’e dayanan bir Alevi hareketi etrafında örgütlediği belirtilse de, topraksız köylülerden, toprağını kaybeden çiftçilere ve haksızlığa uğramış sipahilere kadar halkın ezilen kesimlerinin katıldığı, sömürüye karşı bir harekettir. Üzerine gönderilen Karagöz Paşa kumandasındaki Osmanlı güçlerini yenerek paşayı öldürten Şahkulu’nun ayaklanması, sonunda Sadrazam Hadım Ali Paşa’nın güçlerine yenilir. Şahkulu (Baba Tekeli veya Karabıyıkoğlu da denir) yaşadığı Antalya yöresinde (Tekeli) sevilen, saygı duyulan biridir. Orta Asya’dan göçenlerin en yoğun bulunduğu Toroslar bölgesinde 1511’de yaşanan isyan hareketi, yerel bir direnme hareketi değil örgütlü, bilinçli ve ‘devlet ve saltanat bizimdir’ şiarında ifadesini bulan, direk iktidarı hedefleyen bir harekettir. İsyancılar isyan gerekçesini şöyle belirtmiştir: “Beyazıd Han... devlet yularını vezirlerine teslim itmekle mamleketi ihtilal gelüb reaya ve beraya (halk) ayak altında payimal oldu (çiğnendi). Zulümlerine tahammül idemeyüb bu sureti ihtilal ittik...” 1512 NUR ALİ HALİFE AYAKLANMASI Şahkulu ayaklanmasının bastırılmasından sonra Amasya, Tokat, Çorum ve Yozgat civarında
30
meydana gelen Alevî kökenli bu ayaklanma fazla yayılamamış ve kısa sürede Osmanlı kuvvetleri tarafından yenilgiye uğratılmıştır. 1518 BOZOKLU CELÂL AYAKLANMASI Kendi önderlik ettiği ayaklanmadan sonra meydana gelecek benzer isyanlara bir çeşit isim babalığı yapan Bozoklu Celâl’in hareketi Tokat ve Turhal’da yaygınlık gösterir. Bir Türkmen dervişi olan Bozoklu Celâl, mehdîlik iddiasında bulunur. Kısa sürede binlerce kişiyi etrafına toplayan Celâl’in Alevî kökenli ayaklanması Rumeli Beylerbeyi Ferhat Paşa ile bölgedeki beylerbeylerinin gücü karşısında yenilir ve Celâl ile müridleri öldürülür. 1519 ŞAH VELİ AYAKLANMASI 1519’da Yozgat’ta başladı. Şah Veli, Bozoklu Şah Celal’ın talibiydi. Çevresinde toplanan 4 binden fazla insanla Celal’in öcünü aldı. Zile’de Sivas beylerbeyi Şadi Paşa’yı savaşa zorlayarak, birliklerini dağıttı. Çarpışmalarda Sivas defterdarı öldürüldü ve Şadi Paşa yaralandı. Bu olayla Şah Veli büyük ün kazandı. Öyle ki bir Osmanlı tarihyazıcısı, sonradan onun “Şah İsmail Safevi’in bile adını unutturduğunu” yazacaktır. Şah Veli’nin kuvvetleri, aynı yılın ortalarına doğru, Kızılırmak üzerindeki Şahruh köprüsü yakınlarında Osmanlı’nın Hüsrev Paşa’sına yenildi ve büyük bir Alevi katliamı daha yapıldı. 1525 BABA ZÜNNUN AYAKLANMASI Yozgat’ta başlayan, Sivas, Tokat, Kayseri ve İçel’e kadar yayılan Alevî kökenli ayaklanma Osmanlı yönetimine karşı Türkmenlerin ağır vergilendirmeleri öne sürerek kalkıştıkları bir harekettir. Kayseri ve Malatya yörelerinde Osmanlı kuvvetlerine karşı başarı kazanan Baba Zünnun önderliğindeki Alevî Türkmenler, sonunda Rumeli Beylerbeyi Hüseyin Paşa güçlerine yenilirler. 1526 DOMUZ OĞLAN VE YENİCEBEY AYAKLANMASI Toprak ve nüfuzlarını kaybeden Domuz Oğlan ile Yenicebey’in
Tarsus ve Adana’da Türkmenlere öncülük ederek başlattıkları bu ayaklanma Adana Beylerbeyi Pirî Paşa tarafından bastırılır, sonunda Domuz Oğlan öldürülür, Yenicebey ise kaçar. 1527 KALENDER ŞAH AYAKLANMASI Sivas, Amasya ve Tokat’ta başlayan ve bu yörelerde çok kısa sürede on binlerce kişiyi toplayan Alevî kökenli bu ayaklanmaya dirliklerine el konmuş olan sipahilerle, vergilerden yakınan Sünni halk da katılır. Kalenderoğlu ya da Kalender Çelebi diye de tanınan Kalender Şah, Kanunî’nin üzerine gönderdiği Anadolu Beylerbeyi Behram Paşa komutasındaki kuvvetleri yener fakat daha sonra dirliklerinin geri verilmesi üzerine ayaklanmadan vazgeçen sipahilerin ayrılmasıyla zayıflar ve güçlü Osmanlı ordusu karşısında yenilir. 1527 VELİ HALİFE AYAKLANMASI Tarsus ve Adana yöresine Veli Halife’nin öncülük ettiği bu isyan dinsel kökenli olup, katılanların çoğunluğunu toprağını işletecek gücü olmayan ve pamukta çalışan ırgatlar oluşturmuştur. Ayaklanma Domuz Oğlan ayaklanmasını da bastıran Pirî Paşa tarafından bastırılır. 1530 ŞEYH SEYDİ AYAKLANMASI Adana’da başlayan ve Kars’a yayılan Alevî kökenli bu ayaklanma bu çağda Anadolu’daki Alevî kökenli son ayaklanmadır. Önce Pirî Paşa’ya yenilen Şeyh Seydi’nin kuvvetleri daha sonra geldikleri Kars’ta yeniden karşılaştıkları Paşa’nın güçlerine yenik düşerler. 1598 KARAYAZICI ABDÜLHALİM AYAKLANMASI Malatya, Sivas, Urfa, Maraş ve Çorum’da yayılan bu ayaklanma XVI. yüzyılda görülen en büyük Celâli Ayaklanması diye bilinir. Önce Celâlilere karşı savaşan birliklerin başına getirilen Karayazıcı daha sonra onlara katılmış ve etrafına topladığı 20.000 kişiyle
halktan haraç toplar. Karayazıcı ayaklanma sırasında kendisine bağlı kuvvetleri oldukça iyi örgütler ve Osmanlı yönetiminden hoşnut olmayan devlet adamlarını bir araya getirir. Bu arada, üstüne gelen orduyu yenen Karayazıcı kendisine katılan eski beylerbeyi Hüseyin Paşa’yla birlikte Urfa’yı ele geçirir. Sonunda İbrahim Paşa tarafından Kayseri’de yenilerek Samsun’da Canik dağlarına kaçan Karayazıcı burada hayatını kaybeder. 1600 DELİ HASAN AYAKLANMASI Karayazıcı Abdülhalim’in kardeşi olan Deli Hasan’ın başlattığı bu ayaklanma Tokat, Kütahya, Afyon ve Sivas yörelerinde yayılmıştır. İsyanın önderi Deli Hasan daha sonra bağışlanarak Bosna’ya gönderilmiş, fakat burada da ayaklanma girişimlerine kalkıştığı için Tiryaki Hasan Paşa tarafından boğdurulmuştur. 1605 TAVİL AHMED AYAKLANMASI Tavil Ahmed’in öncülük ettiği Celâli ayaklanması Karaman, Seydişehir ve Harput civarında meydana gelir. Tavil Ahmed ayaklanmayı bastırmak üzere üzerine gelen Ali Paşa ile Nasuh Paşa’ları yener, ardından Harput kalesini kuşatır. Kendisinden sonra kardeşi Mustafa ile oğulları Mehmed ve Mahmud’un sürdürdükleri ayaklanma Kuyucu Murad Paşa tarafından bastırılır. ‘Celâlî İsyanları’ Osmanlı Devleti’nde görülen son büyük köylü ayaklanmaları olur, bundan sonrası taze güçlerini yitirmiş ve bozguna uğratılmış halkın, kapitalist üretim tarzının yeni temeli üzerinde bir kere daha ayağa kalkmasına kadar süren sessizliği ile belirlenir. Bununla birlikte Baba İshak Ayaklanmasıyla başlayıp ‘Celâlî İsyanları’ ile süren köylü savaşları, Anadolu halkının kendisini sömüren ve ezen devlete sadık, uysal bir cemaat geleneğine sahip olduğu efsanesini geçersiz kılan emarelerden biridir. Neticede başarısız olarak görülmüş olsalar da Anadolu’da daha adil bir düzen için ayaklananlar bugün dahi hatırlarımızda…
DUYURULAR
RED ikinci yıl... Dergimizin ikinci yılını hep beraber kutluyoruz... Öyle görkemli törenlerle değil... 9 Kasım Pazar, yazarlarımızla, çizerlerimizle, okurlarımızla, hep beraber İstanbul’daki LeMan Kültür’de buluşacağız, sazla, sözle, muhabbetle keyifli bir akşam geçireceğiz... LeMan Kültür o gün REDcilere yeme-içme işlerinde yüzde 50 indirim uygulayacak... Bütün okurlarımızı bekliyoruz... 9 Kasım Pazar, saat 18:30... LeMan Kültür, İmam Adnan Sokak, Beyoğlu...
Web sitesi / İletişim Yılan hikayesine dönen web sitesi işi, büyük bir aksilik olmazsa, bu ay çözüme kavuşuyor. Bundan sonra sadece www.redciyiz.biz adresini kullanıyoruz. Dolayısıyla reddiye.org sitesi ve reddiye.org uzantılı eposta adresleri tedavülden kalkıyor. İnternet üzerinden iletişim ve yazı yollamak isteyen arkadaşlarımızın redciyiz.biz’i kullanması önemle rica olunur...
SERHAT ÖZCAN
Boğazına kadar çamura batmış ‘delikanlılık’...
C
ocukluğumdan beri duyup, kurallarına göre yaşamaya çalıştığım bu kavram, ellili yaşlara geldiğimde anladım ki ataerkil ve feodal toplumu korumak için geliştirilmiş koca bir yalan. Kimse aslında delikanlı değil. Ya da delikanlı olanın adam sayılmadığı bir ortamda tüm karaktersizler delikanlı. O zaman ilk yazılarıma geri dönüyorum. Yani, şuur meselesine… Şuur’unu yitirmiş toplumlarda gerçeğin yerini masal, namusun yerini namussuzluk, suçluların yerini suçsuzlar, memleketini sevenlerin yerini hainler alır. Delikanlı; eline, diline, beline, sahip olabilendir. El gücü temsil eder. Gereksiz yere ve güçsüze, elinde var diye, güç kullanamazsın. ÖRNEK: Bir adama yaşayacak kadar imkân tanıyıp, sonra o şekilde de yaşayabileceğini gördüğünde, günden güne verdiklerini kısarak, en az ne kadarla yaşayacağını deneyip, bunun da altına nasıl çekerim demek delikanlılığa sığmaz, ama bir hoca dinen vaciptir derse, delikanlıya laf düşmez. O zaman elin, dışarıdaki büyük ağabeylerinden aldığı telkinlerle, ezmesi gayet insani ve doğaldır. Çalışan insan bir malzemedir ve işi bir an önce bitirilip yeni insanlara iş imkânı yaratılması gerekir. Bu bakımdan da kot kumlarken ya da gemi yaparken, vatan uğruna insanlar ölebilir. Elin gücü bir mayıslarda, biber gazlı, coplu ve gözaltılı olabilir. Ve bunu da bir delikanlı çıkıp, orantılı bir el gücü olarak değerlendirebilir. “Elin gücünden sana ne?” diyerek bu bölümü kapatıyorum…
***
Yarınlar yeni sayı kitapçılarda!..
Dil, sağlamlığın ifadesi, aynı zamanda da beynin ve belleğimizin hayattaki tartısıdır. Kemiğinin olmaması doğası gereğidir ama tüm beden kemiksizse, tutamayıp kendini, kendi başına bir canlı haline gelir ki, en sakatı da bu halidir. Böyle durumlarda büyüklerin sürmekle tehdit ettiği acı biber de bir işe yaramaz. İftira atar, yalan söyler, kubura kaçar, hakaret eder, haddini bilmez, akı kara, zaten karayı da ak göstermeye çalışır. Eğer o dil, gücün ağzında, yani erk sahibindeyse, gücünün yettiğine - ve sonsuza kadar yeteceğini düşündüğüne- en ağır söylemleri üstü açılmamış kaynaklardan bulup sıralarken, bir yandan da, güç verenini yalama işlevini yerine getirebilecek kadar maharet sahibi bir organa dönüşüverir. Söğüşü ise
dünyaya alkol şişesinden bakanların sıkça mezesi olur…
***
Bel, üremeyi anlatır. Üremek her ne kadar beş çocuk sahibi olmak diye tanımlanmaya çalışılırsa da, aynı zamanda ‘harama uçkur çözmemek’ diye bir deyim de vardır. 80’lik ‘imanlı’nın ergenlik çağındaki kıza, aç karnını doyurduğu için tecavüz hakkı kazandığını düşünmesi, beline sahip olamamanın tam karşılığı ve dahi alçaklıktır… Bize anlatılan delikanlılıkta hırsızlık yoktu. Robin Hood delikanlıydı. Zenginden alır fakire verirdi. Ya da hikayesi düzgündü. Çeşitli duygu sömürüleriyle yardımlaşma adı altında gariban insanlardan çalıp zenginleşmek hırsızların bile aklına gelmezdi. Delikanlı yalan söylemez, minare çalmaz –dolayısıyla kılıf da aramaz- yoksulu ezmez, sınıf ayrımı yapmaz, iftira atmaz, uyuşturucu satmaz, satana sahip çıkmaz. Ve utanır delikanlı. Eline içerden dışarıdan bir takım güçler geçirip, önüne gelene sövme hakkını kendinde görmez. Basit taşra kabadayısı özentilerini bedenine yerleştirip, yüksek perdeden konuşarak, korkusunu bastırmaya çalışmaz.
***
Memleketin içi boşaltılıyor, insanlar gözaltılarla etkisizleştirilmeye çalışılıyor, medya boykotu emirleri veriliyor, patlak ampuller ve patlamış fener balonlarıyla yol almaya çalışılıyor. Tarikatlar ve filanca hocaefendiler cemaatleri, eğitimden sağlığa ve hayatın her alanına elini kolunu sallayarak yayılırlarken, özgürlükçü geçinen aydınlarımız bu yayılmayı ülkenin özgürlük meselesi ‘hallolduğu’ için avuçları patlayıncaya dek alkışlıyor. Emekçi maaşları açlık sınırına bile kavuşamazken, yeni dolar milyarderlerimiz, yeni ihalelerle devlet malı denizinden biraz daha çalıp, yemeyen keriz muamelesinden daha fazla yırtma telaşında, usul-kanun takmadan ve durmadan, yollarına devam ediyorlar. Mahalle kahvehanesinde adam arkadaşına sesleniyor. - Bi cıgara ver bakalım delikanlı. - Son delikanlı Çanakkale’de öldü be abi!.. Delikanlılığın mizahı sadece özel korumalı ve yüksek kürsülerde yapılmıyormuş demek ki…
31
HAKAN GÜLSEVEN
‘İsterse rengi atmış kemiklerimizin üzerinde yükselecek olsun...’
B
ize, “Komünizm öldü işte,” dediler, “Marx’ın tüm söyledikleri bir hülyadan ibaretmiş…” Evet, bizim kuşağımız gencecik adamlar/kadınlarken daha, gözümüzün önünde önce Berlin Duvarı çöktü gürültüyle. Ardından birer birer Doğu Bloku ülkeleri çözüldü. Ve en nihayet Sovyetler Birliği, bürokrasiye karşı demokrasi talebiyle ayaklanan madencilerin ve elbette bizim şaşkın bakışlarımız arasında, bizzat Komünist Parti şeflerinin ağzından ‘piyasa ekonomisine geçtiğini’ ilan etti… Ama en çok Berlin’de, Doğu’dan Batı’ya hücum edenlerin muzlarla karşılandığı o televizyon görüntüsü kaldı aklımda benim. ‘Bolluk toplumu’nu temsil eden Batı Almanya’daki kimi ‘insaniyet sahibi’ sakinler, Doğu’dan Batı’ya geçenleri yolda ufak hediyelerle karşılarken, bir kısmı ellerindeki muzları dağıtıyordu. Maymunlaşma karşısında insaniyet adına derin bir utanca gark oldum… Kapitalizmin zafer alayı öylesine gürültülüydü ki, yıkılan, çözülen şeyin kokuşmuş bir bürokrasiden ibaret olduğunu söyleyenlerin sesi, o gürültünün arasında boğuluyordu. Ve insanlık, yığınlar halinde kurtuluş umudunu yitiriyordu. Nice çılgın, kahraman, fedakar adımlar atsak da cılızlaşıyorduk. Cüretimiz, patronların maaşlı ideologlarının kasıla kasıla anlattığı masalları yerle bir etmeye yetmiyordu. Bir kurtuluş umudu olarak o kokuşmuş bürokrasilerin peşinden yıllarca koşturmuş, bir ömür tüketmiş, yoldaşlarını kollarında yitirmiş devrimciler, fedakar işçiler, kapitalizmin nihai zaferini kazandığı masalına inanmasalar bile, bir bütün olarak ‘biz’im bu dalgaya direnebileceğimize hiç ihtimal vermemeye başladı. Takatten düştük, ‘biz’ olmayı yitirdik... Bir işçinin beş ömründe alamayacağı koca cipler, bekleştiğimiz otobüs duraklarında üzerimize çamur sıçrattıkça, biz sadece yumruğumuzu sıkmakla yetinmeye başladık. Mercedes’lerinin arka tamponuna ‘Kıroyum ama para bende!’ yazdıracak kadar pervasızlaşan hırsızlar, pezevenkler, torbacılar, karşılarında korkacakları bir örgütlü güç kalmadığı için ‘efendiler’ haline geldi ve o aşağılık ‘ahlak’larını toplumun her yanına zerk etmeye başladı… Her köşe başını bu aşağılıklar ordusu sardı. Ya ‘içimiz’?.. Devrimci hareketin yiğit militanları zindanların ve ardından yaşamın bütün yükü altında ezilirken, kendilerine steril gevezelik alanları, emperyalist fonlar sunulan dönekler, teslimiyetçiler, ihbarcılar, itirafçılar, hücre bülbülleri, ‘sol’ adına konuşmaya başladılar. Televizyon ekranları, gazete sayfaları önlerinde ardına kadar açıldı. Sırf bu ‘yol verme’ye borçlu oldukları kirli şöhretleri,
onları namuslu devrimciler nezdinde bile ‘aydın’ mertebesine yükseltti ya, en çok buna yanarım. Zamanında yoldaşlarını donlarının rengine kadar ispiyonlamış olanı, bugün Kürt meselesine emperyalist çözümler önerdiği tam sayfa röportajlar vermekten utanmıyor; zamanında gazetesinde devrimcilerin adreslerini krokilerle yayınlayıp Kenan Evren’e methiyeler düzeni, bugün bir alay aşağılık gericiyle ‘Ortak Akıl’ peşinde koşuyor… Örnekler o kadar çok ki… Bu pespaye ‘sol aydın’lar, sınıf mücadelesinin artık beyhude olduğunu vazediyorlar bize; kendi hastalıklı zihinlerinde yarattıkları cinsi belli olmayan ‘demokrasi’lerini küstahça önümüze fırlatıyor ve gargara yapmamızı istiyorlar. Ardında granitten dev bir eser bırakan Marx’ı akademik bir ‘aziz’ mertebesine yükseltip, sakalıyla oyalanmamızı salık veriyorlar… Leş gibi patron gazetelerinin sayfalarını, bir kadavranın üzerine örter gibi, Marx’ın devrimci militan kimliğinin üzerine geçirmeye çalışıyorlar… Gel gelelim, insanlık tarihinden Bolşevik devrimini kazıyacak bir ispatula icat edemedikleri içindir ki, Marx’ı ‘devrim’den koparmayı bir türlü beceremiyorlar. Geçen yüzyılın başında aynı şeyi denemiş olan ‘ataları’ gibi, gidip duvara tosluyorlar. Evet, geçen yüzyılın başında Lenin şöyle yazıyordu: “Egemen sınıflar, sağlıklarında büyük devrimcileri ardı arkası gelmez bir zorbalıkla ‘ödüllendirir’; onların öğretilerine, en vahşi düşmanlık, en koyu kin, en pervasız yalan ve karalama kampanyalarıyla saldırırlar. Ölümlerinden sonra ise, büyük devrimcileri zararsız ikonlar durumuna getirmeye, tabiri caizse, azizleştirmeye, ezilen sınıfları ‘teselli etmek’ ve onları aldatmak için adlarını bir hâle ile süslemeye çalışırlar. Böylelikle, onların devrimci öğretileri içeriklerinden koparılır, değersizleştirilir ve devrimci keskinliği giderilir. Burjuvazi ve işçi hareketi içindeki oportünistler, bugün işte Marksizmi ‘ehlileştirme’ biçimi üzerinde birleşiyorlar. Öğretinin devrimci yanı ve devrimci ruhu unutuluyor, siliniyor ve değiştiriliyor. Burjuvazi için kabul edilebilir ya da öyle görünen şeyler ön plana çıkarılıyor ve övülüyor…” Bugün de piyasa tadilatı için ‘Marx okumaları’ yapmaya başlayan kravatlı Amerikan ‘yuppi’lerinden, bizim kafasız Televole iktisatçılarına ve dönek solculara kadar bir alay dallama, Marx’ı ehlileştirip bir ‘iktisat azizi’ derekesine indirmeye kalkışıyor. Oysa Mendeleyev nasıl elementleri bilimsel bir yöntemle analiz edip periyodik cetveli yarattıysa ve o cetvel üzerinde işaret
ettiği boşluklar Galliyum, Scandiyum ve Germanyum’un keşfiyle nasıl dolduysa; Galle nasıl gezegenlerin yörünge hareketlerindeki düzensizlikten yola çıkarak teleskobunu o güne dek bilinmeyen Neptün’e milimetrik bir hesapla çevirdiyse; Marx da toplumların hareket yasalarını, aynı bilimsel yöntemle ele aldı ve kaçınılmaz olan devrimi aynı bilimsel kesinlikle önceden haber verdi. Yani Marx, işçilerin önderliğindeki toplumsal devrimi, Bolşeviklerin Rusya’da iktidarı aldığı 6 Kasım (eski Rus takvimine göre 25 Ekim) 1917 gecesinden çok önce tarif etti… İşte bu yüzden, Marksizmi ve Marx’ı ‘devrim’den koparma çabası beyhudedir. Evet, Sovyetler Birliği’nde kurulan tarihin ilk işçi devleti bürokratikleşerek yozlaşmıştır; bu yozlaşma, bürokratların birer yağmacıya dönüşmesine kadar varmış, Sovyetler Birliği Komünist Partisi liderliğinden onca faşist, liberal, kapitalist vurguncu… çıkmasına yol açmıştır; işçi devriminin tüm kazanımları yitirilmiştir. Fakat gelin görün ki, uzun süre Sovyet yıkıntıları üzerinde, sanki Marksizm yıkılmış gibi, “Kapitalizm kazandı!” diye tepinerek toz kaldıran ve gerçekliğin görünmesini engelleyen burjuva tosunları, şimdi o kendi pespaye piyasalarının çöküşünü trene bakar gibi izliyorlar… Şimdi daha fazla işçi, daha fazla yoksul, o burjuva tosunların cilalayıp cilalayıp sunduğu kapitalist modelin hiçbir şeyi çözmediğini, acıdan ve yoksulluktan başka bir şey getirmediğini fark ediyor. Emperyalizm kumpanyasının hissedarları olan patronlarına, ulusötesi emperyalist tekellere karşı mücadele bayrağına uzanıyor elleri yavaş yavaş… O gariban Afganistan’dan Irak’a, Haiti’ye kadar her yerde emperyalizme karşı kahramanca direnişler yükseliyor… ODTÜ öğrencileri 40 yıl sonra ODTÜ stadının bağrına koskoca ‘DEVRİM’ yazısını yeniden mıhlıyor… Marx, Engels, bulutlara sardığımız manevi kimlikleriyle bizlere gülümsüyor yeniden. Bolşevik atalarımız, rüzgar kanatlı atlarının üzerinden bize, “Haydi!” diye sesleniyor, “İnsanlığın o en muhteşem eserine, devrime çevirin yüzünüzü!” Nazım, mükemmel bir gecenin ışıklı kaldırımlarında, bir duvara yaslanıp keman çalmaya hazırlanıyor, dilinde, “Güzel günler göreceğiz çocuklar,” nakaratıyla… Çok mu hamasi? Fazla mı iyimser? Az bile!.. Biz bu düzene dikleniyorsak, bu düzeni ‘insanileştirmek’ isteyen demokrasi saksağanları olduğumuz için değildir; kendimize kandille ‘milli burjuvalar’, ‘pamuklara sarılıp kollanması gereken, yıpratılmaması gereken kahraman silahlı
kuvvetler’ aradığımız için, yani ulusalcı kargalar olduğumuz için hiç değildir. Kendilerini ‘sol’ diye çağıran ve burjuva tezgahlarında kendilerine kapitalizmin iyisini seçmek için çırpınıp duran bu zerzevat, evet, artık ‘devrim’ fikrini hoş bir hayal olarak görmekte ve başka diyarlara uçmaktadır. Biz ise tarihin ve toplumların yasalarından başka kuş tanımayız. Devrimci dalgalar bundan önce de dibe vurdu. Yığınlar insanlığından çıktı. Ve sonra yine devrimlerle insanlaştı baldırı çıplaklar; Çin’de, Küba’da, sömürgenlerin ve kemirgenlerin yerle yeksan olduğuna, tarihte ilk defa bir emperyalist gücün askeri olarak alt edildiğine, o muhteşem Vietnam zaferine tanık olduk biz. Şimdi uluslararası kapitalizmin insanlığı içine sürüklediği felaket karşısında yeniden bir devrimci dalganın yükselmesi kaçınılmazdır. Ve bu bir hayal değil, insanlığı ve bir bütün olarak gezegendeki yaşamı uçurumun kıyısından kurtaracak biricik yoldur. Sayımız ne kadar az, takatimiz ne kadar kesilmiş olursa olsun, içimizdeki devrimi söndüremedikleri sürece, dünya yüzündeki son devrimciyi yok edemedikçe, sıradan insanların en sıra dışı ve en mükemmel eseri devrim, küllerinden yeniden doğacaktır. 1917 Ekim Devrimi’nin 91’inci yılında, Bolşevik lider Troçki’nin sözleri keskin bir bıçak gibi parıldamaktadır: “Bu sancağı, sahtekarlığın ustalarına bırakmayacağız! Bizim kuşağımız, tüm yeryüzünde sosyalizmi kuramayacak kadar zayıf çıkarsa, o lekesiz sancağı çocuklarımıza devredeceğiz. Gelecekte yaşanacak mücadelenin önemi bireyleri, hizipleri ve partileri aşmaktadır. Bütün insanlığın geleceği için mücadeledir bu. Çok şiddetli geçecektir. Uzun sürecektir. Kim bedenine rahat, ruhuna huzur arıyorsa bırakın gitsin. Gericiliğin hüküm sürdüğü zamanlarda, gerçeğe değil bürokrasiye sırtını dayamak daha kolay olur. Ama sosyalizm sözünü içi boş bir ses değil, kendi manevi hayatının içeriği olarak gören herkes ileri! Ne tehditler, ne duruşmalar, ne de haklarımızın ayaklar altına alınması durdurabilir bizi! İsterse rengi atmış kemiklerimizin üzerinde yükselecek olsun, zafere ulaşacaktır hakikat! Onun yolunu biz göstereceğiz. Hakikat zafere erecektir! Kaderin bütün ağır darbeleri karşısında, eğer sizlerle birlikte onun zaferine bir katkım olursa, tıpkı gençliğimin en güzel günlerindeki gibi mutlu olacağım! Çünkü dostlarım, insanın en yüce mutluluğu, bugünü tüketmekte değil, dayanışma içinde geleceği yaratmakta yatar…”
www.redciyiz.biz mSayı 26, Kasım 2008, Aylık süreli yayındır mYayımcı: LM Basın Yayın Ltd. Şti. mİmtiyaz Sahibi: Tuncay Akgün mYazıişleri Müdürü: Hakan Gülseven mMüessese Müdürü: Ali Yavuz mTel: 0212 292 95 65 (4 hat) mFaks: 0212 245 38 06 mAbonelik: 0212 292 95 65 mBaskı: LeMan Matbaası, Alüminyumcular Sanayi Sitesi C-5 Blok No: 7-8 Hadımköy/İST. Tel: 0212 858 00 93 (Pbx) mGenel Dağıtım: D.P.P. A.Ş. mAdres: Firuzağa Mah. Defterdar Yokuşu No: 19 Beyoğlu / İstanbul