Say覺 27, Aral覺k 2008-12,
3 ytl, -KKTC 3,25 ytl-
RED lanet
olsun
i癟inizdeki k繹pek
ruhuna!
f o s r o l o c d e unit
EMPERYALiZM
‘itler dünyası’nı bunlar yaratıyor Şaşmazlar’ın şaşırtıcı ilişkileri
Kurtlar Vadisi’nin yapımcısı Raci Şaşmaz, Elazığ merkezli Kadiri Tarikatı’nın lideri Abdülkadir Şaşmaz’ın oğlu. Raci Şaşmaz’ın ilişkileri arasında, Oral Çelik’le beraber, 70′lerde öldürülen öğretmen Nevzat Yıldırım olayında adı geçen bir MHP’li de var! Elazığlı bir Kadiri şeyhi olan Abdülkadir Şaşmaz’ın kurduğu Takva Tasavvuf Kültürünü Araştırma Vakfı, İstanbul ve Ankara’da ses sanatçıları, gazeteciler vb. şahsiyetlerin katkılarıyla büyük ilgi görüyor. Abdülkadir Şaşmaz kim peki? Kadiri şeyhi. Ankara ve İstanbul’da etkin faaliyetlere sahip olan tarikatın başındaki isim. Şeyhin üç oğlu var: Necati Şaşmaz, Tayyar Raci Şaşmaz ve Hilmi Zübeyr Şaşmaz. En büyükleri Necati Şaşmaz. 1971 doğumlu. Şeyh Abdülkadir Şaşmaz’dan sonraki misyonu dolduracak en güçlü isim olarak gösteriliyor. Yani dizideki rolüyle Polat Alemdar… Tarikatın özellikle 1991 ve 1996 arasında İstanbul’daki faaliyetleri dikkat çekici. ‘Çağrışım’ isimli, tasavvuf kültürüne yönelik bir dergi çıkarılıyor. Derginin Genel Yayın Yönetmeni Ömer Lütfi Mete. Yazı İşleri Müdürü bugün Başbakan’ın Basın Danışmanı olan Ahmet Tezcan. Özellikle bazı sanatçı ve gazetecilerin katılımıyla, Mecidiyeköy-Gayrettepe bölgesinde bir evde bir araya gelip haftalık zikirler gerçekleştiriliyor. Katılımcılar arasında sürpriz isimler de var. Toplantılarda Abdülkadir Şaşmaz her zaman ‘eli öpülen şeyh’ olarak aralarında… İşte o günlerde omuz omuza olan ekipten bugün bir yıldız kadrosu çıkıyor. Hasan Kaçan, Ömer Lütfi Mete, Osman Sınav ve tabii Şaşmaz kardeşler… 1991 yılında Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek, Abdülkadir Şaşmaz’ı ‘tasavvuf kültürüyle ilgili derin bilgisinden’ ötürü bakanlık danışmanlığına bile getirmiş. Bu arada Fadime Şahin olayıyla bir dönem Türkiye’nin gündeminden düşmeyen Aczmendiler ve liderleri Müslüm Gündüz’ün de
Şaşmazların dedesi Caferi Tayyar Şaşmaz’dan etkilendiği ve Elazığ’daki ilişkileri de altı çizilmesi gereken bir ayrıntı. Şaşmaz kardeşlerin amcası Tahir Şaşmaz, bir dönem MHP milletvekilliği de yapmış bir isim… Bu arada, Raci Şaşmaz’ın ortağı Fahri Yüksel’in, 1979’da Malatya’da öğretmen Nevzat Yıldırım’ın Oral Çelik tarafından öldürülmesi olayına adı karışmıştı.
‘Delikanlılık’ teğet geçiyor! Bunların tarikatından koca koca sapıklar, Müslüm Gündüz’ler falan çıkmış ya, yüzleri insan içine çıkmaya müsait değildir diye düşünüyorsunuz... Yanılıyorsunuz!.. Tasavvuf laflarını diziden yüzümüze fışkırtırken, bir yandan da reklam gelirlerinden elde ettikleri milyon dolarları sayıyorlar. Gelirlerindeki en ufak düşmede telaşa kapılıyorlar!.. Şöyle izah edelim: Bu tarikat kulları, zamanında, yani ilk Kurtlar Vadisi’nin ardından, Kurtlar Vadisi Terör diye bir diziye başlamıştı. Fakat, diziye ‘derin’den gelen tepkiler nedeniyle, Show TV çekimi durdurmuştu. Ardından Şaşmaz biraderlerden çok iddialı açıklamalar geldi. Ne pahasına olursa olsun, diziyi izleyicileriyle buluşturacaklardı, kendi imkanlarıyla çekip internetten yayınlayacaklardı, falan... Ne oldu? Senaryolar değişti, Kurtlar Vadisi Pusu diye yeni bir dizi başladı. Gelsin milyon dolarlık reklam gelirleri! Ne oldu öbür dizi? ‘Ne pahasına olursa olsun’ lafları? Tükürülen yalandı, yutuldu!.. Şaşmaz biraderler, tarikat ilişkilerini şov alemine tahvil edip zıpladıktan sonra her bir şeyleri de değişti. Zırhlı Mercedes’leriyle ve korumalarıyla dolaşıyorlar, mankenlerle düşüp kalkıyorlar, manikür-pedikür yaptırıyor, kaşlarını aldırıyorlar, metroseksüel imaj dünyasında birer damla niyetine Raci’nin çenesine kondurdukları sakalla da, tarikat külahına tüy dikiyorlar...
Raci Şaşmaz
Şaşmaz biraderler tarikat külahları ve henüz cımbız değmemiş kaşlarıyla...
‘Delikanlılık’ teğet geçiyor! Yandaki fotoğrafında tavuk ibiği yapılmış Akmerkez saçları ile görünen Kurtlar Vadisi senaryo yazarı Bahadır Özdener, bir zamanlar Radikal gazetesinde ‘light’ ve efemine haberler yaptırılan çömez bir muhabirdi. ‘Life Style’ denen sipariş yaşam tarzı haberlerine koşturulurdu. Gazete yöneticilerinin kıçından ayrılmaması ve onlarla kurduğu yıkama-yağlama ilişkileri münasebetiyle gazeteci camiasında hiç de hayırla anılmaz. Şimdi bu ‘light çocuk’ dizi senaryolarında esas oğlana kafa kestiriyor, ‘ağır abi’ lafları ettiriyor, tasavvuf aleminde at koşturuyor... Bir diğer senaryo yazarı Cüneyt Aysan ise eski hakim. Hakimlik maaşıyla cüzdanı arasında sıkışan ve Şaşmaz biraderlerin hukuk işleriyle uğraşmayı cüzdanı bakımından tercih eden Aysan, içindeki senaryo aşkı sebebiyle Kurtlar Vadisi’ne senaryo yazarı oldu. Muro’nun “Lanet olsun içimdeki insan sevgisine!” lafını bulmakla övünüyor... Ne buluş!.. Bu senaristlerin ‘karakter’leriyle uğraşmaktan ziyade, senaryodaki değişime dikkat çekmek gerek. Ergenekon operasyonlarıyla beraber, ‘derin devlet’ içindeki Fethullahçı atağa uyarlanan Kurtlar Vadisi senaryosu, Ergenekon Operasyonu’nun popüler desteği haline geldi. Anti-amerikancı, milliyetçi söylemden kopan ve oklarını anti-Amerikan unsurlara çeviren dizi, Türkiye’deki Amerikancı halkla ilişkiler kampanyasının etkili araçlarından biri olarak işlev görmeye başladı... Tabii bu durum senaryo yazarları tarafından bir izaha kavuşturulmuyor; onlar bir yandan cüzdanlarını doldururken, her fırsatta televizyonlara çıkıp, “Bize iftira atıyorlar, kimse yüzümüze konuşamıyor,” diyor. Aha işte RED’in kapağı, işte kapağa yazdığımız laf... “Lanet olsun içinizdeki köpek ruhuna!..” Buyurun!..
2
Bahadır Özdener (solda) ‘delikanlı’ saçlarıyla... Diğer senarist Cüneyt Aysan (üstte) ise aslında avukat...
ÜMiT DERTLi Gün gelir, devrimcilerle ‘testis’ muhabbeti yapanlar, kitleler sahneye bir başrol oyuncusu olarak çıktığında, bir de bakarlar ki, bu sefer kendilerini, testislerinden tavana asılmış vaziyette, bir yan rolde bulmuşlar!..
‘Devrimci testis’leriniz yandı ha?!
H
iç dikkatinizi çekti mi, uzunca bir süredir popüler kültür alanında, medyada, reklamlarda, dizilerde, filmlerde, hatta haberlerde, nerede bir kötü adam var, nerede bir şapşal, aptal, saygısız, ‘pabucunu kapıda çıkaran’, ‘çatal bıçak kullanmayı bilmeyen’, ‘medeniyetten nasibini almamış, eğitimsiz, kültürsüz öküz’ var, ya Kürt’tür, ya Çingene, ya kapıcı, ya otopark bekçisi, kenar mahalleli, hizmetçi, ‘ıyyy ezikk!’, şoför, garson, uşak falan... Biziz yani. Egemen medyanın hikayelerinde bunlar asla esas oğlan, esas kız falan olamazlar; olanları da kesin sonradan parayı bulup zenginleşir evine girerken ayakkabısını çıkarmayı bırakır. Bizler, onların hikayelerinde hep yan rollerdeyizdir, hikayenin esası onların kendi arasında geçer, biz hikayenin kenarında kötülük, şapşallık, öküzlük, görgüsüzlük, en iyi durumda sevimlilik ve komiklik yapmak için bulunuruz ve bizim o kenardaki varlığımız, esas oğlanın ve esas kızın zekasını, güzelliğini, iyiliğini, temizliğini, düzgünlüğünü ‘at bokunda kelebek’ misali vurgulamak içindir sadece. Onlar kelebek, biz… Bu kadarla kalsa iyi... Bu ‘iyi eğitimli’, ‘düzgün giyimli’, villalarda oturan, hayatı boyunca belediye otobüsüne binmeyen, evinde ayakkabıyla gezip konuklarına viski ikram eden, ne iş yaptıkları bilinmeyen ama paraları da hiç bitmeyen, fatura, kira, maaş, ay sonu gibi dertleri bulunmayan ‘seçkin’ topluluk –ki kısaca egemen sınıf ya da düşman diyoruz bunlara– bu saçma hikayelerini birbirine anlatıp gülüşüyor olsaydı, bizimle kendi aralarında alay ediyor olsalardı yine anlaşılabilirdi. Hâlbuki o hikayeleri bize anlatıyorlar. Gözümüzün içine baka baka hepimize sövüyorlar. Bizi kendimize güldürüp, kendimize sövdürüyorlar; kendimizi bize aşağılatıyorlar. Kürt aksanıyla konuşup şapşallık yapana en çok biz gülüyoruz, çorbasına ekmek doğrayanı biz aşağılıyoruz ‘görgüsüz’ diye, esas oğlanın yoluna çıkan kenar mahalle delikanlılarına biz sövüyoruz. “Evet, diyoruz, siz kelebeksiniz, biz bir topak at boku…” Bu itaatkarlık, bu zavallılaşma, bu şuur ve vicdan yitimi, doğal olarak düşmanın daha cüretkar, daha ahlaksız ve daha bayağı saldırılarına da zemin hazırlıyor. Ruhunu, vicdanını, haysiyetini sermayeye satmış medya erbabı, meydanı boş bulmuş önüne gelen her şeye, her değere, onura,
vicdana alenen saldırıyor… Sadede geliyoruz. Artık sola, solculara, devrimcilere saldırıyorlar. Son bir kaç yılda Sinan Çetin, Yılmaz Erdoğan, Çağan Irmak gibi ‘eskimiş solcu’ların yaptıkları birtakım karikatür ‘devrimci’ tipler ve karikatür solculuk tasfirlerinin ana seyirci kitlesi de ‘solcu’lar, hatta devrimcilerdi. ‘Sanatsal özgürlük’, ‘katı olmamak’, ‘yeni nesiller öğrensin’ gibi gerekçelerle ve ‘kendi hallerine bile gülebilme büyüklüğü’ adına oturup keyifle seyretmişlerdi… Buyurun bunu da seyredin. Katı olmamak lazım, değil mi? Hem bayağı da komikmiş, katıla katıla gülersiniz kendi hallerinize, büyüklük sizde kalsın… Lanet olsun içinizdeki insan sevgisine! Muro’yu da seversiniz. Muro sanat, siz sanatsever; Muro kelebek, siz…
Köpekleşme...
Evet, Muro diye bir film çekmişler. Zaten dizide başlı başına iğrenç bir ‘devrimci’ karakteriydi, filmde daha da abartmışlar. Şapşal, korkak, yalaka, akılsız, çıkarcı, yavşak bir tip çizmişler. “Alın size ‘devrimci’ budur,” diyorlar. Kendilerini gizli servis şefi sanan, liseli yavrukurtların ergen heveslerine hitap eden, algı ve ifade düzeyleri de en fazla onlar kadar olan yapımcılar, bu filmle can pahasına, kan pahasına, onca emek pahasına yaratılan bütün değerlerimizi ayaklar altına alıyorlar. Filmin bir yerinde, otobüste üstüne sıcak su dökülen Muro, ”Yoldaşlarrr, durdurun otobüsü, devrimci testislerim yandı!” diye bağırıyor, yardımcısı da, “Ne kadar kayıp
verdik?” diye soruyor. Köpekleşmedir bunun adı. Bunu yazanın da, yönetenin de, yapanın da, oynayanın da içinde ‘insan sevgisi’ falan değil, olsa olsa köpek ruhu vardır. Burası sözün bittiği yerdir… Efendiliğinizin bittiği yerdir burası, lügatinizde ne kadar erkek egemen küfür varsa hepsinin dilinizin ucuna geldiği yerdir… Ve bırakalım ‘kendimizle dalga geçebilme büyüklüğü’nü, buna ‘sanatsal özgürlük’ demeyi, ‘geniş olmak lazım’ demeyi falan, bunun karşısında canı yanmayan, dilinin ucuna bir araba küfür gelmeyen ‘solcu’ da solcu falan değildir, o da düpedüz köpekleşmiştir. Tabii bir de meselenin bizi, devrimcileri en çok ilgilendiren, en fazla düşünmemiz, en fazla canımızı acıtması gereken yanı var. Çok değil, şurada 15-20 yıl öncesine kadar bunların ağababaları devrimcileri ağzına alırken besmele çekerdi. Değil böyle aleni küfür etmek, devrim sözü etmenin, devrimci sözü etmenin bile bir bedeli vardı o zaman. Gericisi, faşisti, çakalı için de vardı, devrimcilik, solculuk iddiası taşıyan için de. Devrime, devrimcilere karşı girişilecek her saldırının karşılık bulacağı bilinirdi, öte yandan, “Ben devrimciyim,” diyebilmek de bu kadar ucuz değildi; ilkeleri vardı, sorumlulukları vardı devrimciliğin, bir ahlakı vardı. Mesela o zaman herhangi bir kenar mahallede devrimci dendi mi Yılmaz Güney gelirdi akla, Mahir Çayan gelirdi, Kaypakkaya gelirdi, onların ahlakı gelirdi, dostun da düşmanın da aklına; vicdan gelirdi, bilinç gelirdi, ilke gelirdi, namus gelirdi.
Ama artık ne yazık ki devrimcinin, devrimciliğin imgesi Muro olmuş, olmakta. İlke, vicdan, ahlak demode artık, sanatseverlik, demokrasiseverlik, AB’severlik, ‘geniş’lik, özgürlükseverlik, sivillik falan moda. ‘Diyalog’ moda, ‘uzlaşı’ moda, ‘bana dokunmayan yılan’ moda. Baksanıza, solcu diye, sol aydın diye, toplumun önüne konan, yüksek fikirlerinden faydalanılan adamlara. Radikal ya da Taraf gastesinde yazmayana solcu demiyorlar artık; sivil toplumdan, uzlaşmadan, demokrasiden, küreselleşmeden söz etmeyeni solcu saymıyorlar. Hele ki hâlâ sınıf mücadelesinden bahsedene, ‘sosyalizm’ diyene, ‘emperyalizm’ diyene, ‘işçi sınıfı’ diyene, ‘emek, örgüt, mücadele, devrim’ diyene geçen yüzyıldan kalma, tutucu, totaliter, değişime ayak uyduramamış, hatta kimi zaman terörist falan diyorlar; en iyi ihtimalle görmezden geliyorlar.
Bizden söylemesi...
Yani egemenler, yazının başında bahsettiğim, iyi, kötü, gerekli, gereksiz, faydalı, zararlı ayrımlarını, yoksul kitlelere yaptığı gibi bizlere de dayatmaya çalışıyor. Halkın aklının, vicdanının, haysiyetinin ırzına geçmeyi başarmış olan düşman, onları bir nevi silahsızlandırmış oluyor. Aynısını devrimci ve sosyalistler üzerinde de uygulamaya koydular uzun süredir. Ve bu hoşgörü, diyalog, demokrasi, sivillik gibi palavraların solcularda teveccüh bulması, eskinin solcularının da artık kendilerine sövmeye başlamış olmaları, özgüven yitimi, haysiyetsizleşmeyi, zavallılaşmayı da doğuruyor. Yılmaz Güney’in suratına bile tükürmeyeceği Sinan Çetin, Yılmaz Güney’e sövüyor sabah akşam. Meydan her geçen gün daha fazla çakallara kalıyor. Lakin boş buldukları meydana kudurmuş gibi saldıranlar, bu boşluğun daimi olmadığını iyice bellemeliler. Sayısı az da olsa bu memlekette hâlâ devrimciler var. Devrimin ve sosyalizmin güncelliğini koruduğunu, zulüm sürdükçe direnişin de süreceğini ve tarihin hiçbir suçu affetmeyeceğini iyice bellemeliler. Gün gelir, devrimcilerle ‘testis’ muhabbeti yapanlar, kitleler sahneye bir başrol oyuncusu olarak çıktığında, bir de bakarlar ki bu sefer kendilerini, testislerinden tavana asılmış vaziyette, bir yan rolde bulmuşlar!.. Biz söyleyelim de…
3
mantar tarlası
Yemeğin en dikkat çekici ve antipatik figürü Emre Aköz olmuş. Bana bu bilgileri aktaran dostum şöyle anlatıyor olan biteni: “Emre geldiğinde zaten alkollüydü. Orada da iyi bir viski bulunca kafayı çekmeye devam etti. Sonra da Başbakan Erdoğan’ın karşısına geçti ve giderek kızaran burnuyla parmağını sallaya sallaya Başbakan’a akıl vermeye başladı.” Şaşırıp sordum. “Nasıl akıl vermek?” “Bayağı akıl vermeye başladı. Madde madde bir iki üç diyerek Başbakan’a neler yapması gerektiğini söylemeye başladı. Yanlışlarını anlatıp, doğrusunun ne olması gerektiğini, nerelerde eksikleri olduğunu dili dolanarak sıraladı.” “Başbakan ne yaptı?” “Çok bozuldu. Biz hep patladı patlayacak diye bekledik. Ama renk vermedi. Önce gülerek dinledi. Sonra sinirlenmeye başladı ama öfkesini göstermedi. Emre Aköz’ü kibar sayılabilecek bir tarzda savuşturdu. Fakat hayli gergin bir ortam oluştu. Sonunda Emre’yi uzaklaştırdılar da rahatladık.” “Sonra?” “Sonra galiba Başbakan Salih Memecan’a beni bir daha bu adamla aynı ortama sokmayın ricasında bulunmuş” Fatih Altaylı... *** Hürriyet’in Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, Başbakan’ın içkili masalarda da oturmasını hayal ediyordu ya. İşte o gece olan buydu. Başbakan meyve suyu içti, ben viski. Şarap da içen vardı, su da. Herkes kendi hayat tarzını sürdürdü. Bu kadar basit! … Yukarıda ‘ bol buzlu, bol sulu’ dedim. Aslında özellikle Talisker gibi malt viskilere buz atılmaz. Sadece bir miktar soğuk su konur. Ama biz orada kafa çekmiyor, sosyalleşme babında içiyorduk. Yine de Talisker harikaydı! Emre Aköz... *** Evet, Sümeyye gerçekten çok zarifti. İncecik. Su gibi. Gecenin fenomeni de gerçekten Emine Hanım’dı, o kalabalıktan istediğinize sorun, doğrulayacaktır. Ama bu demek değil ki ben artık onlara hayranım, göbeği açık kızlara da düşmanım. Tabii ki yok böyle bir şey. Bu yaşta mümkün mü böyle bir şey? Ama göbeği açık kızlara da sırf göbeklerini gösterdikleri için hayran filan değildim. Dekolteye bayılırım ama bazısını da Alman porno yıldızı gibi yapar, iğrenirim. Nur Çintay A. *** “MAJESTELERİNİN karikatüristi” Salih Memecan’ın eşi AKP Milletvekili Nursuna Memecan’ın “baş müzakereci” olmak için çırpınmasını, “Yok daha neler” diye karşıladım ya... Fırsatı ganimet bilen Nur Çintay Aköz, Radikal gazetesindeki sütununda topa girmiş... Bir yandan kocasına “Türk düşünce hayatının Recep İvedik’i” dediğim için benden rövanş almaya çalışmış... Bir yandan “Başbakanlı yemeğin davetlileri arasında ben de vardım” bilgisini sevinçli bir telaş ile kamuoyuna iletmiş... Ahmet Hakan *** BU çiftin (Emre Aköz-Nur Çintay), en büyük motivasyonu promosyondur. Bedava olsun, çamurdan olsun. AKP semalarında geçirdikleri zamanın özeti de bu. Karın tokluğuna yapmayacakları yok... Yeni Hayat Apartmanı’ndaki çok tartışılan yemekle ilgili en merak ettiğim şey gazeteci Emre Aköz’le eşi Nur Çintay’ın açlık durumlarıydı. Malum, Memecanlar’ın evinin minimalizmi özellikle vurgulanıyor. Bu sofraya da yansımış olabilir miydi acaba? Dahası, ev davetleri kalabalıksa aç doyurmak da zordur. Ya yeterli yemek olmaz ya da başkalarına ayıp olmasın diye tabak sadece göstermelik doldurulur. Hele bir de Başbakan davetliyse... Ama bu ikiliyi doyurmak her şeyden zordur. Bu yüzden de şu tarz konuşmaların yaşanıp yaşanmadığını düşündüm: Çintay: Emre, bir tabak daha mı yesem? Aköz: Saçmalama Nur, Başbakan’a ayıp olur. Oray Eğin... İşte köşe yazarlarının yemece-içmece dünyası ve umumi düzeyi... Daha ne diyelim?!
4
Para karşılığı haber mi dediniz?! Aaaaa?! Olur mu hiç?
H
ürriyet gazetesinin ekonomi servisi editörü Vahap Munyar yazıyor: “Geçen gün Erdal Sağlam aradı. Oldukça sinirliydi, hemen konuya girdi: Elimde bir faks var. Fakstaki metin, birilerinin para karşılığı Hürriyet Gazetesi ekonomi sayfasında haber yayınlatmak üzere pazarlık yaptığını ortaya koyuyor. - Hemen gönder bakalım. Erdal Sağlam gönderdi, faksta bir şirkete hitaben yazılmış şu metin vardı: Hürriyet Gazetesi ekonomi sayfası ve Türkiye baskısında kurumunuzla ilgili yapmayı arzu ettiğimiz tanıtım en az çeyrek sayfa büyüklüğünde olacak. Yarım sayfa büyüklüğünde olmasına da gayret edilecektir. Bu çalışmanın bedeli 12 bin YTL artı KDV’dir. Yayın günleri ise salı ve pazartesi olacaktır. Ödeme yayından önce nakit olarak yapılmaktadır.” Munyar, bu metni okuduktan sonra, olsa olsa cibiliyetsiz halkla ilişkiler şirketlerinden birinin etik dışı uygulamalarından biridir, diye düşünmüş ve biraz da safça, okuru uyarmış: Aman çürük halkla ilişkiler şirketlerine dikkat... Yahu, gazetelerde haber(miş) gibi yayımlanan paralı reklam ve halkla ilişkiler metinlerinin varlığını artık sağır sultan bile duydu... Eskiden, haberin tanımı, ‘gazetelerde ilanlardan arta kalan yerlere yazılan yazılar’dı... Şimdi artık hangisi ilan, hangisi haber, okur da yolunu kaybetti. Demek ki, Hürriyet’te yarım sayfa haberin bedeli, 12 bin YTL artı KDV’ymiş ve ödeme yayından önce nakit yapılıyormuş... Vay be! Bir de gazetecilik prestij kaybetti diyorlar. ‘Haber’ sayfaları satılıyor ‘haberiniz’ yok.
Sızıntı haber nasıl ve nereden gelir?..
G
Sefer Selvi, Evrensel.
eçenlerde, CHP’ye katılan türbanlı yeni üyelere takılan parti rozetlerinden yola çıkarak soruyor Hürriyet’in yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök: “DÜN bütün gün toplantıda olmasaydım, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’a şu soruyu soracaktım: ‘Bir gay’in yakasına da parti rozeti takar mıydınız?’
O biiiiiir, Vecdi Gönül!..
I
rak işgaline verilen destekle övünen, Türk hava sahası kullanılarak işgal güçlerinin binlerce kez Irak’ı vurduğunu övnerek anlatan, “mübadele olmasaydı ulus devlet olamazdık” diyerek gayrımüslim yurttaşlarımızı ötekileştiren Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, icraatlarına devam ediyor… Bakanlığı sorumluluğundaki 2009 savunma bütçesinin görüşmeleri sırasında yaptığı sunumunun ardından komisyon üyelerine teşekkür eden Gönül, Milli Savunma Bakanı Müsteşarı Korgeneral Ahmet Turmuş’un kulağına, “Her ne kadar savunma sanayiine biraz fazla pay ayırdıysak da, sizinkiler daha çok gizlidir. Güneydoğu’da
bir operasyon göstersek çoktan kurtarırız” demiş. Habertürk kameralarına yansıyan görüntüde, Bakan Gönül’ün son sözleri tam olarak duyulmuyormuş ama duyulan kısmı alınan bütçeyi haklı göstermek için Güneydoğu’daki operasyonlarda kullanılacağını anlamaya yetiyormuş. Bakanlık Müsteşarı Korgenaral Turmuş ise Gönül’ün söylediklerine yorum yapmayıp gülümsüyormuş. Taraf’ın Aktütün haberlerini CIA’yle Mossad’dan aldığını iddia eden Can Dündar’a duyurulur: Hükümette Vecdi Gönül varken, yabancı istihabarat örgütlerine ne hacet!
Aynı soruyu başka kimlikler için de sorabilirim. Mesela: ‘Genelev kadınları CHP’ye katılmak isteseler, tören yapıp rozet takar mısınız?’ Veya: ‘Kürtlere kültürel kimlik, hatta federasyon hakkı isteyen kişileri partiye kabul eder misiniz?’”. Seyhan Soylu (Sisi) da
ESRA ARSAN bir süre önce katıldığı Hülya Avşar’ın televizyon programında kendisine sorulan “mecliste hiç gey milletvekili var mıdır?” sorusuna şu yanıtı vermişti: “Bana kalırsa meclisin yarıdan fazlası gey’dir.” Özkök, gazetecilik yapmaya yapmaya soru sormayı da unutmuş tabii. Ayol, eşcinseller, genelevde çalışan kadınlar veya Kürtlere kültürel kimlik hakkını savunanlar, acaba Baykal’ın partisine girip CHP rozeti takmak ister mi bakalım?
Çocuklarımıza neler yaptık?
B
u yıl yine 20 Kasım dünya çocuk hakları gününde, bakın çocuklarımız için ne güzel şeyler yaptık: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır gezisi sırasında gerçekleştirilen izinsiz gösterilere katıldıkları, polise taş ve molotofkokteyli attıkları gerekçesiyle tutuklanan ve 13-14 yaşlarında olan 5’i ilköğretim okulu öğrencisi 6 çocuk hakkında 23 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açtık. “Polisin dur ihtarına uymadı” mazeretiyle 18 yaşından küçük çocuklara ateş açıp öldürdük veya sakat bıraktık.
Çocuğa karşı cinsel istismarda büyük artış kaydettik. Din bezirganı, pedofil Hüseyin Üzmez’ler yarattık. Onları koruyan kollayan çakma avukatlar, hakimler, bilirkişiler ve inançlı hükümetler yarattık. Korunması için devlet yurtlarına teslim ettiğimiz kimsesiz, engelli çocuklarımıza işkence ettik, ırzlarına geçtik. İşkence ve tecavüzler gözümüze sokulunca da, utanmadan “yabancı parmağı var bu işte” diyebildik. Eh, Başbakan boşuna en az üç çocuk yapın demiyor... önce doğuralım, istim arkadan gelir nasılsa...
‘Sorunlu’ din dersleri!..
A
vrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) okullarda zorunlu din derslerinin kaldırılması yönündeki kararına rağmen Türkiye’deki bazı okullarda öğrenciler hâlâ inançlarından dolayı şiddete maruz kalıyor. Buna son örnek, Adıyaman Merkez Altınşehir İköğretim Okulu 6. sınıf öğrencisi A.K’nın yaşadıkları. Evrensel gazetesinin haberine göre, din kültürü ve ahlak bilgisi dersinde, öğretmen K.G. tarafından zorla abdest aldırılarak derste seccade üzerinde namaz kılmaya zorlanan A.K, namaz kılmayınca şiddet gördü. Bunun üzerine A.K, olayı anlatmak için gittiği müdürden de dayak yedi. Hacılara hocalara bakılırsa dinde zorlama yok; ama zorunlu din derslerinde Alevî ve Hristiyan öğrencilerden sünni Türk çocukları yaratma projesi tam gaz gidiyor. Namaz kılamadı, dua ezberleyemedi, sınavda soulara cevap vermeden önce besmele çekmedi diye azarlanan, aşağılanan, dövülen kaçıncı öğrenci bu. AKP’nin “Alevî açılımı var” zırvalarını filan bırakın da, kaldırın şu zorunlu ve sorunlu din derslerini... Ne kadar özgürlükçüsünüz görelim. Zorunlu din derslerini kaldırmak bir yana, Milli Eğitim, öğretmen açığı nedeniye öğretmenlik formasyonu olmayan cami imamlarını din dersi hocası olarak atamaya başlamış... Allah topuna akıl fikir versin!
5
Nacizane bir sansür hikayesi .
Bilişim suçları konusunda henüz yeterli bir kadroya ve bilgi birikimine sahip olmayan bir ülkede adli ve siyasi davalar yıllarca sürerken, Adnan Hoca tabir edilen şahsın açtığı internet ile ilgili davaların yarım mesai gününde sonuca bağlanması başlı başına bir dava süreci bile olabilir...
S
ansür anlayışının aileden başlayarak tepeden tırnağa gerçekle, görülebilirlik arasında kalın duvarlar örmeye başladığı Türk toplum hayatında öğrenme hakkına tecavüz halini almasının, aslında sadece tesadüen ibaret olmadığını hepimiz az çok bilmekteyiz. Ataerkil toplum anlayışının ve devlet yönetim biçiminin topluma ekmekte ısrarcı olmaya başladığı sansür anlayışı son 20 yıldır iletişim ağlarının geliştiği, bilgiye ulaşmanın daha da kolaylaştığı ve bu sayede aydınlanması daha kolaylaşacak toplumu ciddi anlamda tehdit etmeye başlamıştır. Bildiğimiz üzere 1980 askeri darbesi ve bunun doğurduğu tüm baskıcı kurumlar ve devlet anlayışına rağmen baş döndürücü bir şekilde kabuk değiştirmeye başlayan Türkiye, özellikle internetin ülkeye girişiyle birlikte daha da hızlanan bir değişim sürecine girmiştir. Bu özellikle de başıboş ve apolitik olması için topluma yerleştirilmeye çalışılan ‘tüketen gençlik’ anlayışına ters bir çizgi oluşturmaya başlamıştır. İlk etapta adına internet denilen bu sanal dünyada tartışma forumları ve buna bağlı olarak da bugün sözlüklerin atası olarak kabul ettiğimiz ‘ekşisözlük’ anlayışını doğurmuştur. İlk etapta ilgi uyandırmayan ve göze batmayan interaktif sözlük (özellikle ekşisözlük) anlayışı her konuda söyleyecek bir şeyleri olan, daha doğrusu her şeyi bilen (!) Türkiye gençliği üzerinde hiç kimsenin tahmin etmediği bir ilgi uyandırmış, bu sayede ekşisözlük bir anda ülkedeki tüm internet kullanıcılarının en az bir kere tıklamış bulunduğu bir internet adresi halini almıştır. Forum anlayışının ardından ortaya çıkan sözlük anlayışı ve bu sözlük(ler)deki kontrollü yönetim anlayışları ister istemez dinlemekten hazzetmeyen yurdum insanına düzeyli bir şekilde tartışma olanağını doğurmuştur. İşte bu noktadan sonra Türkiye’deki
6
internet dünyasında her yanı ‘klon’ olarak tabir ettiğimiz sözlük oluşumları almaya başladı. Sınırsız özgürlük ortamları olarak tabir edebileceğimiz bu oluşumlar, ne yazık ki, işte bu noktadan sonra birilerinin gözüne fena halde batmaya başlamış ve başta ekşisözlük olmak üzere bu tarz oluşumlar üzerlerinde gerek mahkemelerin, gerekse de sansürleyici devlet anlayışının hışmını hissetmeye başlamışlardır. Ve bu anlayış zamanla o kadar ileri boyutlara taşınmaya başladı ki, son dönemlerde tüm sözlükler ve internet üzerinden kitle iletişimi yapabilen tüm oluşumlar bu sansürlemelerden nasiplerini anlamaya başladılar. Benim de yöneticisi ve yazarı olarak hizmet vermekte olduğum naçizane
sözlük de son dönemlerin popüler mahkeme kararlarından nasibini alarak hiçbir tekzip ve uyarıda bulunmadan daha önce ekşisözlük, YouTube, Gazete Vatan, Eğitim-sen ve turandursun.com gibi sitelerin uğradığı akıbete uğratılarak siteye kullanıcıların girişi engellenmiştir. İşin komik yanıysa her taşın altından olduğu gibi bunun da altından Adnan Oktar ve avukatlarının çıkmış olmasıdır. En ağır ceza davalarından en basit boşanma davalarına kadar, haalarca zaman geçmeden bir yanıt alamayacağınız Türk adalet sistemi, söz konusu fikirlerin paylaşıldığı, özgürce tartışma ortamlarının yaratıldığı bir sözlük olunca, sabah 09.00’da yapılan müracaata anında yanıt vererek öğleden sonrasında engelleme kararını çıkarabilmiş olması ayrıca dikkat çekicidir. Bilişim suçları
konusunda henüz yeterli bir kadroya ve bilgi birikimine sahip olmayan bir ülkede adli ve siyasi davalar yıllarca sürerken, internet ile ilgili davaların yarım mesai gününde sonuca bağlanması başlı başına bir dava süreci bile olabilir. Tüm bunların ortaya çıkmasından sonra sözlükler ve benzeri oluşumlardan bir şekilde hakkımızda verilmiş olan sansür kararına karşı az da olsa bir tepki beklerken, ‘bananeci’ toplum hastalığının internet ortamında dahi tezahür ettiğine şahit olduk. Hele ki, daha bir yıl öncesinde engellendiği için tüm interaktif sözlüklerce kayıtsız şartsız desteklenen sözlüklerin atasının, söz konusu bir başka sözlük olunca bu kadar umarsız davranması bizleri oldukça şaşırtmıştır. Bir oluşumun kalitesini, teknik alt yapısını, yönetim biçimini ve daha birçok yönünü eleştirebilirsiniz ama bahse konu olan oluşum sizlerin de başını ağrıtmış olan sansürleme vakasından dolayı sesini duyuramazken sessiz kalmak, onaylamakta bir anlam taşımaz sanırım. Unutmayalım ki, benzer akıbetlere uğramış onlarca internet oluşumu var ve bunların birçoğu da sansüre uğramış büyük oluşumlar kadar şanslı ya da kamuoyu oluşturma gücüne sahip değiller; baskıcı bir zihniyet yüzünden sesleri kısılmakta ve internet ortamında bile susturulmaktadır. Bu durumdan dolayı yapılması gereken şey tipik hastalığımız olan, “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” anlayışı yerine topyekûn ve bilinçli bir mücadele yürütmektir... Not: www.nacizanebilgi.com adresi kullanıcılara bildirilmeyen sebep ve mahkeme kararıyla engelleme yoluyla kapatıldığı için yazarlarımızla http: //nacizanebilgi.com/ adresinden iletişim sağlamaya devam etmekteyiz.
KURBAN BAYRAMINIZ MÜBAREK OLSUN!
Naçizane Sözlük Moderatörü Falconom
Kıskıs . . cinler! Kıskıs! . .
Müjde! Adnan Hoca evrimi anlatan internet sitelerini de kapattırıyor bir bir! Milli Eğitim Bakanı mı? Dudaklara bakın yeter!
K
antinde tek başıma oturmuş insanları incelerken, yan masadan gelen seslere kulak kabartıyorum. Kızlı-erkekli bir grup konuşuyorlar. Aralarından esmer, uzun saçlı, modern giyimli bir kız, kelimeleri yuvarlaya yuvarlaya namaz kılarken nasıl huzur bulduğunu anlatıyor: “Yane ‘böyyyle’ içime ‘bi’ rahatlık, ‘bi’ huzur…” Derken içlerinden bir çocuk SSCB’de Lenin diye ‘ateist bir adam’ın, ‘inançsızlıktan’, nasıl kalp krizinden can çekişe çekişe öldüğünü anlatıyor. (Bu hikaye muhtemelen Adnan’ındır.) Sonra muhabbet, ‘nazar’dı, ‘abdest’di, ‘TELLİ BABA’ya kadar gidiyor! Evet Telli Baba’dan ‘tel’ alıyorsunuz efendim. Artık onu nerede, ne şekilde kullanacağınızı ben bilemem… Şaka bir yana, bu sıradan kantin muhabbeti, birkaç sene sonrasının öğretmen, doktor, vs… adayları, üniversite öğrencileri tarafından yapılıyor. Yani bunu hatırladığınız zaman durum vahim hakikaten. Üniversite kapılarında tuğla kalınlığında, kuşe kağıda basılı, içi renk renk grafik harikası resimlerle bezenmiş, kapağında ne basım tarihi, ne kaçıncı baskısı belli olmayan, meçhul kitaplar beleşe dağıtılıyor. İçinde ‘Taş Devri’nin hiç yaşanmadığı’, ‘Darwin’in Türk düşmanı olduğu’, ‘İnsanın mükemmel bir canlı olarak yaratıldığı’ gibi son derece ‘gubik’ ‘bilimsel’ verilerin yanı sıra, “Bilim, Allah’ın kanunlarını keşfetmeye, açıklamaya ve kayda geçirmeye yardımcı olan yöntemler bütünüdür,” gibi karın ağrısı aforizmalar içeren koca koca kitaplar bunlar. (Evrim Aldatmacası, Harun Yahya) Leman falan okumayanlar için şunu da yazayım da, RED mizah işine de el atmış olsun: “Tabiat kanunları dediğimiz şeyler, Allah’ın görüntüleri bir düzene göre yaratmasından başka bir şey değildir…Gemilerin sürekli yüzer şekilde yaratılmasını, bizler suyun kaldırma kuvveti olarak yorumlarız’!
Bacılara, motorlara ne oldu?
Paleontologlar, arkeologlar, paleobotanikçiler, zoologlar, tarihçiler, antropologlar, evrim biyologları… bir bilgi birikiminin üzerine, yıllarca çalışmalar yapıp bir şeylere anlam vermeye çalışsın, sen veremediklerini bir kitaba yazarak tezleri çürüt! Ne yöntem ama! Sonra da anti-tezin şu: ‘Ol’ dedi, oluverdi! Yahu kardeşim sen kimsin? Adın Harun mu, Adnan mı, Cavit mi, ne? Necisin? Antropolog mu, biyolog mu, tarihçi mi? Bunların
‘Ha site mi kapanmış, neyse otumuzu yemeye devam edelim!’
X-ray’i koşarak atlatmak!
hepsini birden ne ara oldun? ‘Kadınlar ikiye ayrılır: Bacılar ve motorlar!’dan ne ara ‘Vücudumuzdaki Mikroskobik Motorlar’a geçtin? Tarihe geçecek aforizmaların yanı sıra, kitaplarda en bayağı propaganda konularından biri, Darwin’in 1881 yılında yazdığı bir mektubundan yola çıkarak, onun ‘ırkçı ve Türk düşmanı olduğu’ iftirası. Metnin doğru çevirisi söyle: “Kafkas ırkları olarak bilinen daha uygar ırklar, var olma mücadelesinde Türkler’i tam bir yenilgiye uğratmıştır. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine bakarsak, daha düşük uygarlık seviyesindeki sayısız ırk, daha uygarlaşmış ırklar tarafından, tüm dünyadan ortadan kaldırmış olacaktır.” (Metnin orijinali, Bilim ve Gelecek dergisi Nisan 2007) İlk cümledeki Türk kelimesi yerine ‘Türk barbarlığı’, İkinci cümlede daha düşük uygarlıklar yerine de ‘Bu tür aşağı ırkların’ kelimeleri konarak metinle örtüştürmeye çalışılıyor. İşin trajik kısmı, bu ülkenin milletvekili, üstelik Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in bu bayağı iftiralardan etkilenerek, Darwin’in Türk düşmanı olduğu yönünde talihsiz açıklamalar yapmasıdır. (Aslında talihsiz olan bu
memleketin milletvekili ve bakanı olmasıdır.) Harun-Adnan ya da Cavit Hoca, daha öncesinde ‘Tanrı zar atmaz’ sözüne dayanarak Einstein’e de takmış; Einstein’ın, “Tanrı sözcüğü benim için insanın zaaflarının bir ifadesi ve ürünü olmanın ötesinde bir anlam taşımıyor. İncil de yüce bir kitap ama yine de ilkel efsanelerden oluşan bir koleksiyon ve aynı zamanda oldukça çocukça,” diye yazdığı 1954 tarihli mektubu ortaya çıkınca, bu kez Darwin’e yamanmaya çalışmıştır. Yetmiyor, evrim ‘olgusuyla’ (evet artık bir teori değildir, olgudur) ilgili makaleler içeren sitelere erişim yasağı koyulduğunu görüyorsunuz. ‘http:// richarddawkins.net/’ Sitede sizi reklam ediyorlar o tarafta: ‘Banned in Turkey’ (Türkiye’de yasaklanmıştır!) Tüm dünyaya anlatıyorlar marifetinizi. Nasıl ‘Richard Ağa’yı’ hizaya getirdiğinizi! Bu taraftan, Türkiye’deki bir internet kullanıcısı olarak hala ‘dns ayarlarınızı’ değiştirmediyseniz kocaman kırmızı puntolarla, ‘MAHKEME KARARINCA ENGELLENDİ’ ibaresiyle karşılaşıyorsunuz. Kim engelledi? Hangi Mahkeme? Hangi karar? Bir açıklama yapmaya bile lüzum görmüyorlar. Ekranın öte yanında inekler var çünkü!
Bir arkadaşı yolcu edeceğiz, İzmir Havaalanı’ndayız.Sadece göz etrafında ufacık bir yer hariç, kara çarşafı tüm vücudunu kaplayan, gözlerinin önünde dahi siyah perde bulunan bir kadın var önümüzde. Onun önünde de takkeli, tespihli bir adam. Kadın Xray cihazından geçecek. Dıtt! Ötüyor. Yeniden başa dönüyor, ama onda da aynı ses: Dıtt! Üçüncü de koşarak geçmeye çalışıyor ötmesin diye!.. Gülmüyoruz, şaşırıp kalıyoruz sadece… İşte, kara perdeli,o dar pencereden, x-ray cihazını ancak o kadar görebiliyor o kadın. Bu daraltıyı yaratanlarınsa, adları parayla, kumarla, seks tacirliğiyle anılıyor. 8 yıllık davanın -Harun, Adnan adına ne davası derseniz deyinsanıkları, ‘cürüm işlemek amacıyla teşekkül oluşturmak’ suçundan 3 yıl hapis cezasına çarptırıldı... Bu karartıyı hayatın her alanına olduğu gibi işçi sınıfı hareketine de bulaştırmak isteyenler sürüsüyle mevcut elbet. Buyurun: “Denizli’de Türkiye Kamu-Sen’e bağlı sendikalar, ekonomik krizin bir an önce sona ermesi için üyelerini toplayarak el açıp dua etti. Denizli’de Türkiye Kamu-Sen’e bağlı Türk Haber-Sen, Türk YerelSen, Türk Eğitim- Sen, Türk BüroSen, Türk Sağlık-Sen ve Türk Diyanet Vakıf-Sen üyelerinin katıldığı tanışma toplantısında Türk Diyanet Vakıf-Sen Denizli Temsilcisi Ahmet Oktan krize karşı dua etti: Yarabbi şu günlerde ülkemizde ekonomik krizin etkilerini yaşıyoruz. Gerek memur, gerek emekli, gerek çiftçiler de bu krizden etkilenmektedir. İnşallah bu krizden bir an önce kurtulmayı nasip eyle yarabbi. Ülkemizi belalardan, afetlerden, kötülüklerden, krizlerden sen koru yarabbi. Sendikamıza, üyelerimize ekonomik krizden uzak günler nasip eyle yarabbi!..” Ee! Şimdi dua ‘tuttu’ diyelim, iflas eden 150 senelik Lehman Brothers girmez mi oradan, “Madem unutacaktın beni neden yarattınnn?” diye? (Küresel ısınmaya çözüm olarak da yağmur duasına çıkılmıştı unutmayalım.) Bunlar dua ederken, öteki tarafta DİSK ve KESK’in çağrısıyla on binlerce kişi sokaktaydı. Öteki şarlatana, yani o işin fikir babalarına ne mi denir son söz olarak? ‘Telli Baba’lara gelirler inşalllah! AMİN!
7
‘Gündemin normali’nden kus. bakısı.
Bu arada, dikkat edin de imamlarınız cozutmasın! Hakkari Merkez Belediye Camii imamı Lokman Özdemir, Akp’nin halkı fakirleştirirken dini kullandığını yazmış... Netice açık: Memuriyetten atılma!.. Normaldir, normal!..
SERDAR TÜRKMEN ... 10 ayda toplam 41bin iş yeri kapanmış. E, artık büyük şirketlerin zamanı değil mi? Normal! ... İstanbul Üniversitesi’nde Üzmez’i ‘ak’layanları protesto eden bir grup kadın öğrenciye kendini ‘müslüman gençlik’ diye adlandıran grup çivili sopalarla saldırdı. Olabilir, dini bütünse sorun yok... Normal!.. ... 90 dakika güya spor yapılıyor, sonra boksa geçiliyor (bknz. Galatasaray-Kayserispor maçı), gerçi o da spor değil mi!? Futbol erkek oyunudur, olur böyle şeyler. Normal! ... 13-14 yaşındaki çocuklar hakkında, polise taş attıkları iddiasıyla 23 yıl hapis istendi. Bunlar çocuk değil ‘terörist’ zaten; çocuk dediğin kreşe gider, gerçi kreşler bayağı pahalı ama yine de normal! ... Bize ‘kentsel dönüşüm’ diye, çağdaşlık, konfor diye sundukları ‘rant ve borçlandırma’ projesinin mağdurları olan 18 aile, Küçükçekmece’de çadırlarda yaşıyordu. Ailelerin çadırları yakıldı... Tabii, canım ne işi var ortalıkta çadırların, yakın gitsin, hatta içindekileri de ateşin içine atın! Hitler normlarına göre gayet normal! ... Sömürünün en yoğun yaşandığı yerlerden biri olan özel dershanelerde, hakkını arayanların akıbeti... Çekmeköy’deki bir özel dershanede, greve giden öğretmenler işten atıldı. ‘Olaylar’a karışmasalarmış, normal!.. ... Aleviler, zorunlu din dersinin kaldırılması için Ankara’da toplandı. Tabii ki gazetede öyle yazılmayacaktı. Naklen: “Sivas ve Gazi’yi planlayan eller yeni bir oyun peşinde!” Bu manşetin altında, Sivas ve Gazi olaylarını Alevilerin ‘tezgahladığını’ belirten Fethullah Gülen’in yayın organı Zaman gazetesi, Alevilerin sadece din dersinin kaldırılmasını değil, aynı zamanda cami ve kuran kurslarının da kaldırılmasını istediklerini yazdı. Tabii bir eklenti var ki, onu unutursa haber, etkisiz kalabilirdi. O da, mitinge PKK’lıların da gittiği ve halkın provokasyon endişesi içinde olduğuydu. Ne diyelim, Zaman bu, her zaman... Normal! ... Milli Eğitim Bakanı 140 bin öğretmen açığı olduğunu söyledi. 200 bin öğretmen de atama bekliyor... Bilin bakalım ne yapmak lazım? Siz yine de imam atayın hayali camilere. Normal olan bu! ... Bu arada dikkat edin de imamlarınız cozutmasın! Hakkari Merkez Belediye Camii imamı Lokman Özdemir, Akp’nin halkı fakirleştirirken dini kullandığını yazmış; netice açık: Memuriyetten atılma!.. Normal! ... Bütün bunlar ‘normal’, ‘olağan’ gelmeye başlıyor bize ki, sakat olan da bu. Gündemi takip edelim derken, bir bombardımana maruz kalıyoruz. En olmadık olaylar peşi sıra geliyor ya da getiriliyor ve buna karşı geliştirilen muhalif fiiliyatlardan haberimiz olmadığında, aslında sorunun bizde olduğu, bütün bunların normal olduğu gibi bir hissiyata kaptırıyoruz zihinlerimizi. Oysa, zaman aleyhimize akıyor ya, silkinmenin vakti gelmiştir ya, ne Nurettin Rençber’in söylediği gibi ayrılığın vakti gelmiştir, ne de Bulutsuzluk Özlemi’nin Nedir bu normal? şarkısında hicivli bir tartışmaya tabi tuttuğu normalin ‘ne’liğinin Fethullahçı olarak gayet rahat yaalanabilecek ZAMAN gazetesinin ‘Yaalamadan Düşünün’ sloganlı yeni belirlenme ihtiyacı vardır. Moğollar çoktan Bi şey yapmalı! reklam kampanyası ve ‘yaaya karşı’ ZAMAN’ın bir kısım yaası... Kolaj bobiler.örg’dan alınmıştır... demiştir bile...
arkadaş, şimdi teğet meğet dedik ama, nasıl oluyordu ki bu teğet şeyi? böyle mi, geçiyor, şöyle mi geçiyor? başlayacam şimdi şu danışmanlara da!
8
HIDIR ATEŞ Ekonominin daraldığı şu günlerde 100 bin imam daha alıp tüketimi dolaylı olarak kamçılamak isabetli olacaktır. Zaten biraz daha gayret edersek, bir gün herkes imam olacak, hadi hayırlısı...
Kırık-dökük bir cumhuriyet
Ö
mrüne bolca günah sığdıran adam nihayet son nefesini verince; Azrail teşrif edip beyefendiyi öteki tarafa buyur etmiş. Rahmetli daha cehennemin kapısından yeni girmişken sağlı sollu tekme ve tokatlar suratında patlamış. Adam ne olduğunu anlamadan kendini kızgın bir kazanda katran içinde yanarken bulmuş; tüm gücüyle bağırmaya çağırmaya başlamış. Ardından da oradaki yetkili güvenlik görevlilerine (zebani arkadaşlara) dönüp şöyle demiş: ”Yahu! siz buradakilere niye zulüm ediyorsunuz? Böyle devam ederseniz vallahi buraya kimseler gelmez!..” *** Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, engin İngilizce bilgisini kullanarak ‘nation building’ yani ulus inşası için Ermeni, Rum gibi Türk olmayan unsurların mübadele yahut ‘diğer’ yöntemlerle misak-ı mili dışına çıkarılmış olmasının ne kadar doğru olduğunu dillendirince basında epeyce eleştiri aldı. Bakan gelen eleştiriler karşısında geri adım atmış gibi davrandıysa da aslında temel tezinden bir adım bile geri adım atmış gibi görünmüyor. Bu ülkede bir ulus inşa edilmiş midir? Bir açıdan bakılırsa ulus inşa projesi başarılıdır. Gayrı Müslim unsurlar sınır dışı edilmiş sonuçta geriye pürü pak, yüzde doksan dokuz nokta dokuz saflık düzeyine sahip Türk milleti kalmıştır. Kendi ile aynı kökenden olmayanları ‘öteki’ sayan milliyetçilik anlayışının faydalı olduğuna inanmak epey zor olmalı. Bu safkan milliyetçilik anlayışının insanlığa hiçbir zararı olmamışsa; o Rumlar, Ermeniler bu topraklardan gönderilince bu topraklarda bir Rum ya da Ermeni ile aşk yaşama ihtimalinin ortadan kalktığının bilmem farkında mıdırlar? Eğer ‘Ne mutlu Türküm diyene’ anlayışına gerçekten inanan birileri var ise, yani bu bir şakadan ibaret değilse, hangi mantıkla etnik açıdan Türk olmayan unsurları dışlama ihtiyacı duyuldu? Yani epey gayret sarf ederek sınır dışı edilen Rum, Ermeni gibi unsurlar bugün de burada yaşasaydı, ancak kendilerini Türk saysaydı; onlarda ‘ulus’un bir parçası olmaz mıydı? Peki, Anadolu’da yaşayan fakat Türk olmaktan ötürü hiç de mutlu imiş gibi görünmeyen ‘öteki’lerin durumu ne olacak? Fıkrayı bilirsiniz; Alman, Fransız ve Türk polisler ormanda kaybolan zebrayı en kısa zamanda bulmak için yarışmaktadır; Alman polisler üç gün içinde, Fransızlar beş gün içinde zebrayı
bulur. Sıra Türk polislerine gelince durum biraz farklıdır; bir hafta sonra Türk polis heyeti nihayet görünür, yanlarında dayak yemekten haşatı çıkmış bir zürafa şöyle bağırmaktadır: “Ne mutlu zebrayım diyene!” Dikkatinizi çekti mi? Şimdilerde ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ sloganının yerini ‘Ne mutlu Türk olana’ sloganı almaya başladı. Siz de bu yeni versiyon sloganı duvarlarda görmüş olabilirsiniz. Hadi! Buyur buradan yak! Şimdi etnik olarak Türk olmayı nasıl becereceğiz, acaba gen teknolojisi ile Türk haline dönmek mümkün müdür? Dayaktan şaftı kaymış zavallı Zürafa avazı çıktığı kadar bağırmaktadır: “Ne mutlu zebra olana!” Hataylı arkadaşım bana oraya özgü humus adı verilen bir tür mezenin tarifini verdi, en kısa zamanda denemeyi düşünüyorum. Siz de denemek ister misiniz? Nohutları iyice haşlayıp, kabuklarından temizleyin sonra ezerek püre haline getirin, ardından da bu püreyi tahin ile karıştırın; isterseniz üzerine sarımsak ve pul biber de ilave ederek servis yapın. Rakı için çok kral bir meze olduğunu anlattı Arap kökenli arkadaşım. Ona Arapça bilip bilmediğini, sordum, hiç öğrenmemiş .Geriye Arap kültüründen onun payına kala kala humus mezesinin tarifi kalmış. Anadilini unutarak ideal vatandaş olan sadece Arap arkadaşım değil ki; bu ülkede Kürt, Çerkez, Gürcü, Zaza ve diğer unsurlar da bir an önce kendilerini Türk sayarak mutlu olmak için dillerini unutmaya karar vermiş... ‘Vatandaş Türkçe konuş!’ kampanyaları, belki Türkçe dışında anadile sahip olanlara kendi anadillerini unutması için emir vermemişti ama mesaj biraz yanlış anlaşılmış olmalı ki Türkçe konuşmayı öğrenmek için çaba harcayan ‘öteki’ler bu arada kendi dillerini unutuvermiş. Şimdi ise devlet, geçmişte unutulmasını rica ettiği öteki dilleri sevgili vatandaşları hatırlasın diye televizyon yayınları ile
gündeme getirmiş durumda. Ne yapalım olmuş bir hata artık, geçmişi boş verip yeni bir sayfa açmak lazım, demeye niyetlenince de bazı sorunlar ortaya çıkıyor. Anne-babaları aman Kürtçe, Zazaca, Arapça, Çerkezce konuşup başlarına iş açmasın diye unutturmuş olduğu için, haftada yarım saat yapılan yayınları izleseler de anlamıyorlar. İyi ki Türkçe alt yazı koyuyorlar da… Bu arada Milli Eğitim Bakanlığı bazı okularda Çin dilini öğretmeye başlamış, hayırlı olsun ancak ne zaman okullarda bu toprakların halklarının dili de öğretilecek diye insan merak ediyor. Öte yandan Diyarbakır da sokaklara Kürtçe isimler verilmeye çalışılınca bunun milli birlik ve bütünlüğe aykırı olduğu ileri sürülüyor. Aman! TRT GAP’da dinlediğiniz Kürtçe şarkıları sokakta söylemeye kalkmayın, ne olacağı belli olmaz! Devletimizin kafası karışık, ne zaman neyi yasaklayacağını neye izin vereceğini pek kestiremiyor. Peki, milli mesele biraz karışık da, laiklik halleri halledilmiş midir? Diyanet İşleri denilen önemli teşkilat oldu olası İslam dininin bir türünün, Sünni İslam’ın savunuculuğunu yapıyor. ‘Kargadan başka kuş, Sünnilikten gayrı anlayış tanımam’ buyuruyor. Okullarda namaz kılmayı, oruç tutmayı, dua ezberlemeyi öğrenmek istemeyen Alevi çocuklar ve diğer isteksizler zorla bu bilgilerle yükleniyor. Lakin bu beyzadelerin anlamadığı minik bir nokta var. Alevilerde çok eskilere uzanan o kuyruk acısı olduktan sonra biraz zor Sünnileşecektir. Mesela o muhteşem din eğitiminize rağmen tek bir dua bilmeyen pek çok mezun var ortalıkta; ama merak etmeyin okullarda öğretmeyi beceremediğiniz tek şey sadece o değil ki! Çok şükür ki, zaten öğretemiyorsunuz. Bu arada fena halde laik memlekette Hıristiyan, Yahudi olanlar için de devlet Diyanet İşleri Başkanlığı’nı devreye soksa nasıl olur acaba? Madem Mısır Piramitlerini UFO’lar inşa etmiştir ve madem Diyanet laik devletin bir
kurumudur neden birkaç adet haham, papaz istihdam etmez? Anlaşılan o ki buralarda laiklik biraz alaturka oluvermiş. Yani Batı’nın ‘ilmini’ alıp kendimize uyarlamışız. Alevilere gelince; aman ha! devlet Alevilere dokunmasın; zinhar cem evi filan da yapmasın. Sakın üç beş dede bulup maaşa bağlayarak Alevileri kafakola alacağı ümidine kapılmasın. Elbette her zaman her yer de Hızır Paşalar bolca bulunan bir türdür, lakin tarih Hızır Paşalara, “Hadi lan ordan!” diye haykıragelmiş Pir Sultanlar açısından da epey cömert örnekler barındırmaktadır bu topraklar. Bu arada, o fena halde faydalı Başkanlık bir gün fesih olursa üzülecekler arasında değiliz. Kim bilir, belki bir gün o teşkilatın içindekilerden biri, ”Yahu biz ne iş yaparız?” diye kendine sual edip depresyona girer. Aristo demişti galiba, “Ben yaşarken neyleyim, papazı, hahamı, imamı, dedeyi; ben öldükten sonra neylesin Diyanet İşleri Başkanlığı beni!..” Büyük adam, ileriyi görmüş ta o zamanlardan. 100 bin adet çalışıyormuş numarası yapan personele sahip koca bir yapı boşa kurulmuş olamaz ki, büyüklerimizin elbette bir bildiği vardır. Belki de devlet bu teşkilat sayesinde sosyal devlet olma görevini yerine getirmektedir; milletin bir kısmı maaş alsın diye insanlık yahut devletlik yapmıştır. Eğer böyle ise ekonominin daraldığı şu günlerde 100 bin imam daha alıp tüketimi dolaylı olarak kamçılamak isabetli olacaktır. Zaten biraz daha gayret edersek, bir gün herkes imam olacak, hadi hayırlısı... *** Adamın biri babasına, “Ben okuyup Cumhuriyet olacağım,” demiş, babası da ona, “Oğlum sen Cumhuriyet olmasına olursun ancak demokrasi olamazsın,” demiş. Adam, varmış İstanbul’da medrese tahsili görmüş, üstüne de işletme masteri eklemiş sonra köyüne dönmüş, iki jandarma yollayıp babasını huzura çağırtmış, yaka parça makama gelen adam oğluna şöyle demiş : “Oğlum! Ben senin ne diyeceğini, sen de benim ne yanıt vereceğimi zaten biliyorsun boş yere yorma beni… Sevsinler senin demokrasini, hadi bana eyvallah!..” *** Demokrasi özürlü, üçüncü sınıf burjuva cumhuriyetten bıkan bir ‘mecburen vatandaş’ şöyle haykırmaktadır: “Yahu! Siz buradakilere niye zulüm ediyorsunuz? Böyle devam ederseniz vallahi burada kimseler kalmaz!”
9
ALPER ERDiK Faşist, şeriatçı, liberal, dönek solcu… Gördüğünüz gibi her türden adam, ‘liboş’ eğitim çalışmaları düzenleyip ülkemizin gençlerinde ‘yüksek demokrasi şuuru’ yaratmak için çırpınıyor!.. Allah zihin açıklığı versin!..
B
Rahatsız genç liboşlar...
ir zamanlar gazetelerde ‘’Genç subaylar rahatsız’’ manşetleri olurdu. Şimdi unutuldu gitti tabi o söylemler, ne de olsa AKP memlekete ‘demokrasi getirdi’! Her neyse, 19 Mayıs 2003’te,ilerleyen zamanlarda ‘Genç Siviller’ adıyla siyaset sahnesine çıkacak olan ‘yaramaz çocuklar’ın yayınladıkları bildiri de dahil olmak üzere, başka konuları da içeren bir rahatsızlık sonucunda, bahsedilen manşet olaydan bir ay sonra Cumhuriyet gazetesinde bir kez daha atıldı. Bizim sivil toplumculuk oynamaya meraklı olan ve öncesinde bu iş için çoktan kolları sıvayan üniversite gençliği de buna atıf olarak kendilerini ‘Genç Siviller’ olarak isimlendirdi, eylemlerinin sloganını da ‘Genç Siviller Rahatsız’ olarak belirledi. 19 Mayıs 2006’dan sonra artık sıkça karşımıza çıkan bu ‘genç demokrasi savaşçıları’, eylem ve etkinlikleriyle birilerinin takdirini kazanmakta da gecikmedi. Sözcüleri Yıldıray Oğur, Taraf gazetesinde bir köşeyi kapıverdi. Şimdilerde gündemleri çok yoğun olan bu arkadaşlar, bez ayakkabılarıyla oradan oraya koşturup duruyor. Türbanlıların üniversiteye girememesini protesto etmekten, ‘AKP kapatılmasın’ diye basın açıklaması yapmaya; Nazlı Ilıcak, Abdurrahman Dilipak gibi isimlerle ‘darbe karşıtı’ yürüyüşlere katılmaktan, Taraf gazetesinin önünde nöbet tutmaya kadar, her konuda ‘demokrasi dersi’ vermeye devam ediyorlar. At yarışlarında ‘meydından (maiden) çıkmak’ diye bir terim vardır. Koşu yaşamlarında hiç yarış kazanamayan atlar aynı grupta koşarlar ve kazanan at grup atlar; yani ‘meydından çıkmış’ olur. Sonrasında yaş, kilo ve cinsleri bakımından benzer oldukları en az bir yarış kazanmış atlarla birlikte mücadele eder. Bu Taraf gazetesi de genç ve gereksiz liboşlara böyle bir imkân sunuyor: Göster hünerini, kap köşeyi! Bahsettiğim olayı çözen bir uyanık, Rasim Ozan Kütahyalı denen kişi de işte bu yolu izleyip tescilli dönek solcuların, Soros’un danışmalarının arasına katılıverdi. Bunu nasıl başarmıştı bu arkadaş, bir hatırlayalım. 17 Mayıs’ta Taraf’ta yayınlanan ‘Denizler’in yolu bizi nereye götürür?’ başlıklı yazısında özetle, Denizler’in şahsında Türkiye 68’inin Batı’daki gibi özgürlükçü, demokrat olmadığını, enternasyonallikten değil milliyetçilikten beslendiğini, hatta ırkçılığa vardığını; Deniz Gezmiş’in Marksist değil, yabancı düşmanı bir milliyetçi-Kemalist olduğunu; Ergenekon zihniyetinin tohumlarının da o yıllarda atıldığını söyledi. Bu yazı üstünden süren tartışmada, Rasim Ozan döktürmeye devam etti. “Türk devrimci, sol hareketiyle ülkücü, sağ hareketi arasında dış boyalarının farklı olması dışında ideolojik anlamda özsel bir ayrılık yoktur,” da dedi, “Hasan Cemal’in tabiriyle Denizler’e mısır patlatır gibi oraya buraya bomba attıran Türk devlet zihniyeti”nden de bahsetti. Bu şekilde birkaç yazının ardından, ‘performans’ı Ahmet Altan’ın hoşuna gitmiş olacak ki, Rasim Ozan ağustos
10
ayında ‘Özgürlüğün Çırpıntısı’ adlı köşenin sahibi oldu. Şu sıralar kendisine ayrılan yerde, her hafta bir Deniz Gezmiş yazısı yazıyor, genç ve liberal demokrat köşe yazarı! Şimdi bu kişinin yazdıklarını burada tartışmak anlamsız; zira Hasan Cemal gibi bir adamın sözlerini de referans alarak, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının devlet tarafından kullanıldığını söyleyecek kadar alçalan biriyle bunu yapamazsınız. Fakat önemli olan bir nokta var ki, o da bunların ne için söylendiği. Deniz Gezmiş’in babasına yazdığı mektuptan yaptığı alıntıya dayanarak, Deniz’in yabancı düşmanı olduğunu iddia eden Rasim Ozan ve türevleri, kastedilen şeyin anti-emperyalizm olduğunu aslında çok iyi biliyorlar! Mektubunda, babasına Kurtuluş Savaşı ve Kemalizm ile ilgili anlattıklarından dolayı teşekkür eden Deniz Gezmiş, o gün ülkemizi açık işgale soyunan emperyalistlerin, 40 yıl sonra bu kez işbirlikçi iktidarlarıyla bu topraklarda yaşayan emekçileri sömürmeye devam ettiklerini, bu yüzden de tekrar mücadeleye giriştiklerini anlatmıştı. Deniz gibi bir devrimci için ‘yabancı’ olan, halkı ezenlerdir, bunlara düşman olmak da başlıca iştir. İşte liboşların rahatsızlık duydukları şey tam da bu! Burjuvazinin yanında saf tutup, onun ideolojisine sahip olanlar elbette devrimcilere dair yanılsama yaratacaklar. Anti-kapitalist, antiemperyalist olan ne varsa, elbette onu tahrife yönelecekler. Bu konuda bizi şaşırtan hiçbir şey yok. Deniz Gezmiş’le ilgili yalan yanlış her şeyi yazan, bunu yaptığı için de kendisine maaş verilen bu genç liberal, şimdilik Sinan Çetin ve Ahmet Altan’ın kanatları altında ‘yaramazlığa’ devam ediyor. Ve göreceksiniz, ilerleyen süreçte adını çok duyacağız bu çocuğun; zira önü açık, düşünceleri ‘kariyer’e müsait. Gerçi şimdi de böyle bir şeyden yoksun değil. Kendisi Toplum ve Politika Enstitüsü’nün genel koordinatörü. Neyin nesiymiş bu enstitü diyenlere, kendi anlatımlarıyla aktarayım: “Toplum ve Politika Enstitüsü, liberal demokrasi idealini tanıtmak ve kitlelere sunmak amacını taşıyan bir düşünce kuruluşudur. Bu ideali paylaşan, klasik liberalizmi savunan dernek ve siyasi partiler aracılığıyla tanışarak bir araya gelmiş bir grup tarafından uzun süre gayri resmi biçimde sürdürülen oluşum, 19 Ekim 2005 tarihinde İstanbul’da, dernek statüsünde resmileşmiştir.” Bu tanıtım metninde bahsedilen parti ve derneklerin başlıcalarının Liberal Demokrat Parti ve gençlik örgütü
Genç Yunuslar olduğunu söylersem, sanırım enstitünün meşrebi daha iyi anlaşılacaktır. LDP içinde birçok alanda görev yapmış olan Alper Ecer’in idari sorumluluğunu üstlendiği tpe.org.tr adresli siteden yayın yapan Toplum ve Politika Enstitüsü’nün genel koordinatörü Rasim Ozan, açık toplum kavramının ideologlarından Karl Popper’in görüşlerini benimsiyor, “Tam bağımsızlık tam barbarlık demektir,” gibi sünepe ‘fikirler’ üretiyor, her yazısında Türkiye soluna pervasızca hakaretler ediyor! Hem siyasi çizgilerinin aynı olması, hem her daim sapla samanı birbirine karıştırmaları, hem de şeklen birbirlerine benzemelerinden dolayı, Rasim Ozan Kütahyalı’ya ‘Junior Besim Tibuk’ demek de mümkün. Bahsedeceğim son genç liberal, Tuna Bekleviç. 2000’de kurduğu Ekonomistler Platformu etrafında geliştirdiği, kendi deyimiyle yeni sivil toplum modeli ve örgütlenme anlayışını, ABD’de Aspen Institute, NED, CIPE, Cato Ins., Heritage Ins., El Centrino De la Raza , Dünya Bankası, MIT ve Layola Üniversitesi gibi kurumlarda tanıtan Bekleviç’in çok havalı bir unvanı var: ‘Demokrasi Kuşağı Öncüsü’. Görüyorsunuz değil mi, adam hem demokrat hem öncü, yani ‘lider’! Tabii bununla da yetinmiyor Bekleviç, kendisi gibi gençler yaratmaya çalışıyor. Bekleviç, kurucularından ve aynı zamanda yönetim kurulu başkanı olduğu ‘Anadolu’nun Genç Liderleri’ adlı dernekte, ‘Güçlü Türkiye ideali’ etrafında, ülkemiz gençlerini bir araya getirmek için 2004’ten bu yana çalışmalar yürüten Tuna Bekleviç, 2007’de de Uluslararası Barış ve Demokrasi Forumu’nun başkanlığına seçildi. Bekleviç, 2005’te ABD Dışişleri Bakanlığı’nın konuğu olarak ‘International Visitor Leadership Program’a katıldı. ABD’de New York, Washington D.C., Seattle, Chicago, Minneapolis, Austin, Dallas, Los Angeles, Cincinnatti, Atlanta, Iowa City, Boston, Miami şehirlerinde seminerler verdi. Yine aynı yıl, Erbil, Kerkük, Süleymaniye ve Musul’da çeşitli toplantılar düzenledi, sivil toplum örgütlerinin yöneticileri ve devlet adamları ile görüştü.
Demokrasi aşısı!
‘Anadolu’nun Genç Liderleri’ derneğinin en güncel faaliyeti, İstanbul ve Kopenhag’da gerçekleşecek bir dizi etkinlikten oluşan ‘Dünya Vatandaşı/Global Citizen’ projesi. Avrupa Birliği-Türkiye mali işbirliği çerçevesinde 12 ay boyunca desteklenecek olan projenin amacının, iki ülkeden 30 gencin oluşturacağı inisiyatifle,
Avrupa Birliği’nin küresel politikalarına çözüm önerileri getirilmesi ve küreselleşme bağlamında değişen vatandaşlık modelinin tanıtılması olduğu açıklandı. Bunun yanı sıra, dernek 28 Temmuz–28 Ağustos tarihleri arasında, Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen ‘Demokrasi Aşısı’ projesine burslu olarak kabul edilen 40 gence de ‘aşı’ vurdu. Zaten artık ülkemizde en kolay şey demokrat olmak; bir ‘aşı’ yetiyor da artıyor! Fakat işin asıl enteresan kısmını bu ‘aşıyı vuranlar’, yani ‘demokrasi eğitimcileri’ teşkil ediyor. Kimler yok ki aralarında? Mesela eski illegal TKP’li olan ve şu an Ali Bayramoğlu, Etyen Mahçupyan, Halil Berktay, Tuna Bekleviç ve Rasim Ozan Kütahyalı’nın da yazılarının yayınlandığı ‘Küyerel’ adlı siteyi yöneten Hüseyin Çakır var. Sonra, Soros’un vakfında danışmanlık yapan Eser Karakaş ve Şahin Alpay var. Kendisini ‘biraz sosyalist biraz liberal’ olarak tanımlayan ve son seçimlerde Demokrat Parti’den aday olan iş kadını Pınar Eczacıbaşı var. Aileden liberal Mehmet Altan var. Liberal Demokrat Parti Genel Başkanı Cem Toker var. Soros’un fonlarıyla bol bol araştırma yapan Ferhat Kentel var. Kaos GL’de çalışan Barış Sulu var. Ayşe Arkış, Şanar Yurdatapan, Fuat Keyman, Mahmut Övür, Haşim Haşimi, Süheyl Batum, Cengiz Aktar var. Daha çoklar, ancak iki ‘aşıcı’ daha söyleyip isim listesini noktalamak istiyorum. Onları sona sakladım. Zira onlar ‘demokrasinin assolistleri’! Onlar ‘özgürlükçüğün daniskalaşmış isimleri’! Onlar Nazlı Ilıcak ve Abdurrahman Dilipak!.. (Ben aslında hayata kızıyorum yaa!..) Faşist, şeriatçı, liberal, dönek solcu… Gördüğünüz gibi her türden adam, Tuna Bekleviç’in yaz okulunda ülkemizin gençlerine ‘demokrasi eğitimi’ veriyor! (Bir Baskın Oran eksik, nasıl bir memleket burası yahu?) AGL Başkanı Tuna Bekleviç’in bu dernek ve faaliyetlerle yetinmesini beklemek olmaz elbette. O da böyle düşündüğü için, arkadaşlarıyla birlikte 9 Ekim 2006’da ‘daha fazla demokrasi ve daha fazla özgürlük’ talebiyle ‘Güçlü Türkiye Partisi’ni kurdu. Amblemi, ‘turuncu’ bir zemin üzerindeki denizatı olan, yaklaşık bin üyeli GTP’nin genel başkanı Tuna Bekleviç, 22 Temmuz seçimlerinde Edirne’den bağımsız aday oldu ve 643 oy aldı. AKP’ye açılan kapatma davası sonuçlanmadan evvel, olumsuz ihtimali göz önünde bulunduran Tayyip Erdoğan, GTP’yi ‘yedek parti’ olarak seçti. Edirne Valiliği’nde bu konuyu Başbakan’la görüşen Bekleviç buna dair yorum yapmazken, sorulara, “Ülkede yaşanan son siyasi gelişmeleri değerlendirdik. Partiyi kapatıp, AKP’ye katılmamız söz konusuydu. Ama bundan vazgeçtik,” yanıtını verdi. TDK Güncel Türkçe Sözlük’te, ‘rahatsız’ sözcüğünün üç farklı anlamı olduğu belirtilmiş. Birincisi; tedirgin, huzursuz. İkincisi; rahat kullanılmayan. Üçüncüsü de; hasta. Bilin bakalım, başlıktaki ‘rahatsız’ hangi anlamı içeriyor?
BURAK SÖNMEZER
Temiz eller, ne güzel eller!..
S
imdi efendim bu Ergenekon, Abdülhamit’in meşhur küpleri gibi… İstihbarata meraklı Sultan, kendisine gelen jurnal notlarını, belki yeterli yer olmadığından, belki de bu notların tümünü derleyip toparlayıp değerlendirecek modern bir sistemden mahrum olduğundan, Yıldız Sarayı içindeki küplere doldururmuş. Bizim Ergenekon iddianamesi de öyle… Hangi klasöre el atılsa zırva çıkıyor… Yalnız esas mevzu bu zırvalardan medet umanlarda… Soldan sağa durmuş şu entel-dantel takımına bakın. Ergenekon davası, Türk Gladyosu’nu aydınlatacakmış, onunla hesaplaşacakmış… Savcı Öz de aynen bunu söylüyor. Hesapta, Ergenekon’u İtalya’daki ‘Temiz Eller’ hikâyesine benzetiyorlar… Bakınız hemen söyleyeyim, saçmalıktır… Birincisi, İtalya’da ‘Temiz Eller’ oldu da ne oldu? Onu bir sorayım. İtalyanlar şimdi temizlenen ellerini bir de Iraklı kanıyla yıkıyorlar. Gladyo’suyla uğraştıkları NATO’nun ve ABD’nin komutası altına girmiş, Irak’ta kelle avcılığı yapıyorlar. İkincisi, Türk Gladyosu da nerden çıkmış ki? Öyle bir örgüt vardı da, biz mi şimdi öğrendik? Bizim bildiğimiz Türkiye’de kontrgerilla diye bilinen, askerinden, polisine, Mit’inden, paramiliter itine, Jitem’ine uzanan ve ABD ile organik bağları olan geniş bir yapılanma vardır. Ve bunların eylemleri de bellidir. Eğer siz ‘Derin Devlet’ten veya Türk Gladyosu’ndan bu kontrgerillayı anlıyorsanız, ortaya, “Vay efendim bilgisayarda darbe planı var, İlhan Selçuk’un da av tüfeği var, Tuncay Özkan’ın mankenlerle ilişkisi var,” diye çıkamazsınız. Çünkü mevzu farklı… Bakınız açıkça yazıyoruz. Siz son 20 yılın kontrgerillasıyla hesaplaşmak mı istiyorsunuz? İşte ortada 1000 tane adam öldürdüm diye salya saçarak gezen Ayhan Çarkın var. Vatansever ağır abi rollerinde 1000 operasyon yapıldığını söyleyen Mehmet Ağar var, Devrimci Sol operasyonlarında neler olduğu bilen, bu operasyonlara katılanlar var… Hepsini geçtik, Musa Anter’in katili var kardeşim; üstelik adıyla sanıyla adresiyle. Sadece bunlar mı? Susurluk kazasında iki kişi öldü, diğerleri var… Biri gözlerini pörtletmiş hâlâ ağalığa devam ediyor. Özel Harekât polisi İbrahim Şahin, ‘hafızamı kaybettim’ utanmazlığıyla iş başında. Hafızamı kaybettim diyen bu adama, “Vah vah gerçekten hafızasını kaybetmiş… Unutmuş!” diye rapor veren doktorlar, bunu kabul eden hakimler var. Ama soldan sağa duran enteldantel takımının bunlarla işi olmaz. Sorulduğunda, “Efenim onlar da aydınlatılmalıdır, bu bir başlangıç,” gibi saçma sapan lakırdılar ederler. Bunlar ayrı şeylerdir. Uydurmadır… Bunu geçelim.
Öte taraan bunların darbecilikle hesaplaştıklarını söylemelerine de bakmayın. RED kapak yaptı… Darbecinin daniskası resim yapıyor… Darbeyle hesaplaşma derdindeki bu dava ve onun destekçileri ne yapıyorlar? Gidin Marmaris’e hiç değilse toplu bir beddua okuyun yahu. O da yok… Ama bunlar hesaplaşıyor… Şimdi efendim, gazetelere televizyonlara Allah aşkına bir bakın… Şu hesaplaşmacıların isimlerini yan yana koyun. Hiç aklınız kesiyor mu? Sonra karar verin. Bakınız şunu iddia ediyorum: Bu memlekette ve tüm memleketlerde, bu coğrafyada ve tüm coğrafyalarda, bugün egemen olanlardan tek bir ileri adım bekleyenlerin akıllarına şaşarım. Tam tersine, bugün egemen olanlar bütünüyle yenilgiye uğratılmadıkça, ilerlemenin, ya da tam manasıyla söylersek, herkes için özgürlüğün ve herkes için refahın önü açılmayacaktır. Bu toplumun egemenleri, darbeyi, darbeciliği ve her türlü baskı ve tehdidi, bırakın bütünüyle hesaplaşmayı ve yasaklamayı, rafa bile kaldıramaz.
İdeoloji lazım, ideoloji!
Gerçekleri görmek gerekir. Ergenekon mevzusunda da görüldüğü gibi Türkiye’de sol kekemedir. İstisnaları kenara bırakalım, pek çok solcu, sorulduğu takdirde Ergenekon diye bir örgütün varlığından kuşku duymamaktadır. Bunu kendilerine söyleyenler de bizzat bu memleketin en gericileridir. Bugün Ergenekon’u, Türk Gladyosu’nu ya da akıllarınca kontrgerillayı açığa çıkartıyorum, diyenlerin tümü, yani, bu memleketin en gericileri, yani AKP’si, yani liberal akademisyeni ve gazeteci cazgırı, savcısı, itirafçısı… Hepsi ama hepsi bizatihi kontrgerillanın eseridir. Acı olan, tüm bu saydıklarımızın ortak zekalarının ürünü Ergenekon davasında sırf, İlhan Selçuk’un, Doğu Perinçek’in hatta Nurseli İdiz’in adlarının Veli Küçük’le birlikte anılması, ‘sol’un kafasının karışmasına yetmiştir. Soruyu şöyle soralım: “İşkencecilerimi affediyorum,” diyecek kadar beyni uçmuş İlhan Selçuk’a ya da geçen seçimlerde, “Barajı aştık, iktidara yürüyoruz,” diyecek kadar gerçeklikten
kopmuş Doğu Perinçek’e, korkudan ve utançtan artık telefon kullanmayacağını açıklayan Nurseli İdiz’e ve diğerlerine, “Darbeyle hesaplaşmak için en önce ne yapmak gerekir?” diye sorulsa ne cevap verirler sizce? Korkunç gerçek tam buradadır… Bakınız temel ayrımı koymak gerekir. Kontrgerilla bu memlekette ve başka memleketlerde darbe yapmak için değil, bütünüyle solcuları ortadan kaldırmak, işkence etmek ve türlü oyunlarla zindanlarda çürütmek için kurulmuştur. Kontrgerilla ve darbe ayrı ayrı şeylerdir. Eğer Gladyo’yu, kontrgerillayı açığa çıkarmak istiyorsanız, gizli tanık müessesine hiç gerek yoktur; arkadaşı, yoldaşı, kardeşi haince katledilmiş veya kendisi ya tesadüfen kurtulmuş, ya da can havliyle yaşamayı başarmış yüzlerce solcu bulabilirsiniz. Solcuları yok etmek için kurulmuş bir örgütü açığa çıkartacağını savunan bir davada bir tane bile solcu tanık olmaz mı? Şimdi demek ki, bu davanın kontrgerillayla hiçbir ilgisi yoktur. “Efenim bu bir şans; sol bunu kullanmalıdır,” diyenlerin de havası sönmüştür. Sol bu davayı kullanarak, Ergenekon’u her platformda deşmeye, derinleştirmeye çalışarak, kendini güncelleyemez. Zira söylediğimiz gibi, bize anlatılan bir hikayeden başka, ortada deşecek, derinleştirecek bir şey gözükmemektedir. Diğer taraan, sol böyle bir sorgulama yapmanın araçlarından da mahrumdur. Bugün maalesef solun kapladığı, doğrudan kendisine ait olan alanlar hemen hemen yoktur. Bırakalım böyle alanları, sol, tutarlı bir ideolojik çizgiden de mahrumdur. Memlekette solcular vardır, ama sol bir hareket yoktur. Meydan başkaları tarafından doldurulurken, solcular bir o duvara, bir bu duvara toslamaktan sersemlemiştir. Kimi ‘solcu’lar Ergenekon davasından şu ya da bu oranda bir demokratikleşme, bir sivilleşme, AB kriterlerine uygun bir demokrasi yolu umar hale gelmiştir. Halbuki, bakınız, Türkiye’de, gayet naif biçimde, Batılı anlamda bir demokrasi
olanağı gören biri, ya kontrol altında tutulması gereken bir delidir, ya da öğretim kabul etmez bir geri zekalıdır… Açıkça, Ergenekon denen zırva, Kenan Evren’le hesaplaşmıyorsa darbeye ve darbeciliğe ilişkin değildir. Ağar’ı, Bucak’ı, Çiller’i ve bir sürü malum şahsı tutuklamıyorsa kontrgerillayla da ilgili değildir. Öyleyse Ergenekon adındaki dava, eğer bir hesaplaşmaysa, bu, bir zihniyetle yürütülmektedir. Darbeci, antidemokratik, baskıcı, kısıtlayıcı vs. gibi bir sürü kötü sıfatla etiketlenmiş ve ‘siparişe göre yaratılmış bir Kemalizm’ üzerinden, ona atfedilen ‘bağımsızlıkçılık’ fikriyle, ve bizzat Kemalizmin zaaflarını kum torbasına çevirerek, ama geleneksel olarak bu atfı dayanak yapmış anti-emperyalist sol zihniyetle yürütülmektedir. Saldırıya uğrayan anti-emperyalizm, temize çıkarılmak istenen emperyalizmdir. Böyle bir hesaplaşmada, üçüncü yol önermek, ‘ne şeriat ne darbe’ demek ya da ‘bize ne’ gibi bir tavra girmek zırvalamaktır. Demokrasi adına bir hesaplaşmanın yaşandığı ortamda (hesaplaşma ne ile yapılırsa yapılsın) sol zırvalayamaz. Sol güncel kavramlarla konuşarak, kendisini ortaya koymak üzere harekete geçmelidir. Sol kendisini anlatacak bir dile kavuşmak zorundadır. Sol karşılaştığı soru ve sorunlara pratik cevaplar üretebilecek bir ideolojik hatta ihtiyaç duymaktadır. Bu, ‘biz ideoloji partisiyiz’ diye ortaya çıkmaktan ya da onların demokrasisine karşı bizim demokrasimiz restleşmesinden başka bir şeydir. İki şeyin üzerinde durmak lazımdır. Birincisi sol, kendisini yalnızca bugünkü sıradan isteklerin devrimle gerçekleştirilebileceğini ispatlayarak güncelleştirebilir. Ancak kritik nokta da burasıdır. Bunu yapmak için öncelikle bugünün güncel meselelerine güncel cevaplar vermek gerekir. Onların demokrasisine karşı bizim demokrasimizi savunmak, ya da ideoloji particiliği yapmak, ne zaman geleceği belli olmayan bir trene el kaldırmaktan başka bir şey değildir. Üstelik trenin size durması için de belirgin bir sebep yoktur…
11
f o s r o l o c united EMPERYALiZM K
ültürel işgalle beraber kimlikleri deforme edilmiş, küresel kapitalizm adına vahşice sömürülen halklar için, sistem bir kitle kültürü yaratır. ‘Evrensel kültür’ damgası vurulup, iletişim araçlarıyla kitlesel olarak yayılan, yaşam biçimlerini-tüketim yöntemlerini dayatmak için dolaşıma sokulan bu ‘kültür’ün nihai amacı, bilinçleri manipüle etmek, gerçekliği çarpıtıp görünmez kılmak ve hayal gücünü işlevsizleştirmektir. Kapitalizmin biricik iletişim aracı yalan, her gün televizyon ve gazetelerden, utanmadan, süre giden sistemin ‘doğal’ ve bu yüzden de ‘sürekli ve sonsuz’, ‘alternatifsiz’ olduğunu yüzlerimize haykırır. Mülksüzlere zenginlik, ezilenlere özgürlük, mağluplara zafer ve güçsüzlere iktidar düşleri
1. Ölüm moru
B
ütün dünyanın ürettiği zenginliğin yarısını, dünya nüfusunun yüzde ikisi keyifle tüketiyor. Bu gerçek aynı dilde şöyle de tanımlanabiliyor: Dünya nüfusunun beşte biri, günlük 1 dolarında altında gelirle yaşıyor… Ve her gün dünya nüfusunun yedide biri, yani 800 milyonun üzerinde insan aç karnına uykuya dalıyor… Buradan bakınca, bir Japon kadını ortalama 84 yıl yaşarken bir Botswanalı kadının neden sadece 39 yıl yaşadığı daha anlaşılır hale geliyor. Kostarika’dan McDonald’s hamburgerine dönüştürülmek için ABD’ye ithal edilen ucuz sığırları hunharca tıkınan Amerikalı 7 milyon
gördürmekte iihar eden bu ‘kültür’ böylelikle, “Komünizme alternatif olarak tüketimciliği getiren, suçu bir kahramanlık, vicdansızlığı erdem, egoizmi doğal gereksinim olarak yücelten bir yaşam modelini öneriyor.”* Bunu yaparken de bize ait olan ‘dil’in pazarlamaya elverişli bütün kavramlarının içini boşaltıp, onları meta fetişizminin birer sloganı haline getiriyor. “… ‘Aşk’ sözcüğü insanla otomobil arasındaki ilişkiyi, ‘devrim’ yeni bir deterjanın mutfakta yapabileceklerini, ‘zevk’ belirli marka yumuşak bir sabunun kayganlığını ve ‘mutluluk’ sosis yemenin verdiği bir duyguyu” tarif ediyor. (Eduardo Galeano) Ve yalan… Küresel gerçeğin üstünü maharetle örten kapitalizmin bu aşağılık ‘dil’i bazen sürçebiliyor…
kadın ve 1 milyon erkek yeme bozukluğundan şikâyetçi! Sadece tek bir yurttaşının 50 Haitili kadar tükettiği ABD’de, hal böyleyken; AB ülkelerinde her inek için verilen günlük 2.5 dolarlık sübvansiyonun toplamı, Afrika nüfusunun yüzde 75’inin günlük geçiminden daha fazla! Nüfusunun neredeyse üçte biri şuursuzca fastfood tüketmekten kaynaklanan obezite hastalığına yakalanan ABD’nin, bu fastfood furyasıyla insanlığın kültürel hafızasına yaptığı katkı: McDonald’s sembolünün tüm dünyada Hıristiyan tacından daha tanınır olması durumu…
2. Savaş ve işkence beyazı
Ö
lüm makinelerine yani savaş endüstrisine günde 2 milyon 200 bin dolar harcandığı, kara mayınları nedeniyle saat başı bir insanın öldüğü-sakat kaldığı, 300 bin çocuk askerin silâhaltında tutulup savaşlarda kullanıldığı, ABD’nin ‘haydut devlet’ ilan ettiği yedi ülkeden 33 kat daha fazla askeri harcama yaptığı ve topyekûn dünyanın üçte birinin savaş halinde olduğu günümüzde, insanlar bu aşağılık mekanizmanın işleyişine nasıl tahammül edip, göz yumabiliyor? Savaş endüstrisinin varlığına geçerlik kazandırmak için; düşman üretmek amacıyla yine bir endüstri dalı olarak Pentagon ve diğer emperyal savaş mabetlerinde yaratılan korku endüstrisi ve onun yarattığı şuur(suzlaşma), her dakika 30 çocuğun açlık ya da iyileştirilebilir hastalık nedeniyle ölmesi gerçeğini gizleyebiliyor… Silahlı çatışmalar ve savaşların
12
dörtte birinin, (2040 yılında tükenmesi muhtemel petrol rezervleri gibi) doğal kaynakları ele geçirmek için yaşandığını apaçık bilmek; insanların, petrol için yağmalanıp darmadağın edilen Irak’ı hatırlayıp, ardında şimdilik 1 milyon ölü insan bırakan emperyalizme karşı harekete geçmesi için yeterli bir neden oluşturmaz mı? Irak örneği artık fazla mı sıkıcı geliyor yoksa? Dünyanın aynı Irak’ta olduğu gibi gözlerini ve kulaklarını kapadığı SudanDarfur örneği nasıl olur? 1978’de Sudan’ın güneyindeki Darfur bölgesinde petrol bulundu. Bir süre sonra bulunan petrol rezervlerinin bilinenin iki katı olduğu anlaşıldı… Sonra, dünya petrol tekellerinin desteği ve onayıyla başlayan, hükümet eliyle yürütülen ve “Arap Müslüman çobanlar ve siyah Hıristiyan animist çiftçiler arasında yaşanan etnik çatışma” maskesiyle örtülerek gerçekleştiren ve hâlâ devam
katliamlarda 2 milyon ölü… Şiddet, ölmeyip de hayatta kalanlar için dünyanın 150’den fazla ülkesinde, çoğunluğu namuslu insanlardan oluşan dünyanın ‘öteki’lerine ise seçenek olarak işkenceyi sunuyor… Dünya üzerindeki işkence aletlerinin üretim ve pazarlamasında söz sahibi ülkeler ise ABD, Almanya, Fransa ve Tayvan… Kendi işkence terminolojilerini de yaratmayı ihmal etmeyenlere göre bu aletlerin adları, ‘suç kontrolü malzemeleri’ ve ‘kendini savunma araçları’. Unutmadan, dünyada, bu araçların muhtemelen üzerlerinde denenip sertifikalandırıldığı en az 300 bin düşünce suçlusu var… Rakamlar bir de idamdan bahsediyor. 2002’de idamların yüzde 81’i ABD, Çin ve İran’da gerçekleşti… Dünyanın gördüğü en büyük ‘kitle imha uzmanlarından’ George W. Bush, Teksas valisi olduğu 1995’ten bugüne 156 idam kararını imzaladı…
V. MAHiR ÜKÜNÇ
3. Pezevenk pembesi
K
adınlara ve özellikle çocuklara yönelik cinsel istismara karşı ‘amansız ve acımasız tavrını’ neredeyse her gün düzenlediği uluslararası ‘James Bond’ tarzı ‘sapık yakalama’ operasyonlarıyla yine uluslararası kamuoyunun takdirine sunan dünya egemenlerinin samimiyetine inanalım mı? Hadi inandık diyelim, peki o zaman şu rakamları ne yapalım: Dünya üzerinde 1 milyona yakın çocuk, fuhuş sektöründe. Nepalli aileler çocuklarını senelik 80 dolara fuhuş için kiraya veriyor; Hindistan’da 400 bin, Tayland’da 300 bin, Filipinler’de 100 bin, Tayvan’da 100 bin çocuk fahişe bulunuyor… Bunların iyimsern rakamlar olduğunu not edelim!.. 1977’den bu yana ABD’deki kürtaj kliniklerinde 80 bin şiddet ve tecavüz mağduru kaydı birikti. Her yıl 120 bin kadın veya kız çocuğu, Batı Avrupa’ya satılıyor… Ve sadece ABD, pornografiye yılda 10 milyar dolar harcayıp bu pazarın alıcılarının hayal güçlerini canlı tutmaya devam ederken nasıl olacak bu işler? Kadına yönelik şiddet konusunda da yine duyargası-anteni bir ‘hamamböceği’ kadar hassas dünya egemenleri, her yıl 2 milyon kız çocuğu ve kadının sünnet edildiği, Rusya’da yılda 12 binin üzerinde kadın aile içi şiddet sonucunda hayatını kaybettiği ve Çin’de 44 milyon kadının çeşitli sebeplerle halen kayıp olduğu bir dünyayı bize nasıl anlaşılır ve kabul edilebilir bir halde ‘kakalamayı’ başarıyor?
4. Çocuk yavruağzı
H
indistan’da her gün 44 milyon çocuk işçi –oldukça iyimser ve kaydedilebilen rakam- işbaşı yaparken, 1 yılda 13.2 milyon Amerikalı kadın ve erkek estetik ameliyat yaptırdı… 44 milyon çocuk sizce büyüyünce estetik ameliyat yaptırabilsin diye, şimdiden para biriktirmek için çalışıyor olamaz mı? Ortalama bir Amerikalı gibi düşünmesi istenen dünya halkları için bundan makul bir neden-sonuç ilişkisi kurulabilir mi? Yoksul aile çocuklarının psikolojik sorun yaşama ihtimali, zengin aile çocuklarına göre en az üç kat daha fazlaysa, başta çocukları olmak üzere tüm fakirler eninde sonunda ‘delirecekse’, “Fakirlerin deliliği kutsaldır,” diyerek hepimizi takdis eden İsa peygamber böylelikle ‘fakirlerin deliliği’ diyerek sizce ‘sosyalist bir devrimi’ onaylıyor olamaz mı? “Böyle şaka olmaz” mı? Çarpılır mıyız? Televizyondan yayılan ‘kahramanlık soslu şiddet kültürü’, çocukların kendileri ifade edebilecekleri tek alan olarak kapıyı sadece ‘suç’ için aralıyor: ABD’de her hafta ortalama 88 öğrenci sınıfa silah getiriyor… İngiltere’de 2001 seçimlerinde 26 milyon kişi, Pop Idol’un ilk sezonunda 32 milyon kişi oy kullandı… Bir başbakan bir pop idol’den daha az oyla seçiliyor… Tüm sol liberallere açık çağrı: Halkın özgür iradesinin buyruğu gereği ve ‘kutsal demokrasi’ adına, işte peşine takılmanız gereken başka bir kuyruk… Hem bu daha eğlenceli değil mi?
5. Köle karası
D
ünyada 27 milyon köle var... Brezilya’da 100 yıldan fazladır kurumsal anlamda bir yapı olarak kölelik yok. Fakat Brezilya’da çalışan nüfus içinde her üç kişiden biri günlük 1 dolardan az kazanıyor. En az kazananlar en siyah olanlar… Amerikalı siyah erkeklerin hapse girme ihtimali yüzde 33… Egzotik bir yerli adasında turistleri memnun etmek için dans edip, güler yüzle yemek servisine yapmayan her siyah her zaman tehlikeli değil midir, Hollywood hep öyle demedi mi dünyaya? Her yıl 10 dil ölüyor… Peki, bu dillerin derileri siyah ve siyaha çalan Afrikalı ve Güney Amerikalı yerlilerce konuşuluyor olması nasıl açıklanır… Etnik kültürel çeşitliliğin faydalarından durmadan dem vuran egemen kültür, iş 2–3 bin yıldır konuşulan yerli dilleri söz konusu olunca bu ‘azgelişmiş yamyam dilleri’ni niye umursamaz?! Peru’da, Guatemala’da, Bolivya’da sırf kendi dillerini konuştukları için bugüne kadar hükümetlerce kaç bin insan katledilmiş olabilir?
13
rs of united colo EMPERYALiZM 6. AİDS sarısı
A
frika’daki AIDS hastalarının sayısı -resmi olarak34 milyon… Hastalığın ilerlemesini geciktiren ve etkilerini hafifleten AIDS ilaçlarına ulaşmak ise Afrikalılar için maddi olarak imkânsız. (Mesela sadece Kenya’da bir ailenin gelirinin üçte biri zaten rüşvete gidiyormuş!) Amerikan halkı sırf bu adaletsizliği gördüğü, fakat elinden bir şey gelmediğini fark edip çok dertlendiği için dünyada satılan bütün sakinleştirici ilaçların yarısını tüketiyor olamaz mı? Tüm bu gerçeklikten kaçmanın (geride hasarlı beyinler bırakmak pahasına!) harika halüsinasyonlar görmenin-gördürmenin karşılığı ise, dünyadaki yasadışı uyuşturucu pazarında dönen 400 milyar-1 trilyon dolar arası tahmin edilen hasılat… Hal Böyleyken 15 yaşındaki İngilizlerin yarısının uyuşturucu kullanmış olması ve dörtte birinin sigara içmesi bizi hiç de şaşırtmaz değil mi?
8. Uzay laciverti
7. Kurşun grisi
i
ngiliz süpermarketleri, müşterileri hakkında hükümetten daha fazla bilgiye sahip… Yurttaşlık işlemleri de bizce artık marketlerde yapılsın, devlet küçülsün, hem sadece İngiltere’de de değil… Washington’daki lobi endüstrisinde 67 bin kişi, seçilmiş her kongre üyesi için 125 kişi çalışıyor… Bu ‘lobi camiası’nda bizim de adamlarımız var, şimdilik açık etmeden manipülasyon görevlerini başarıyla yerine getiriyorlar; kaleyi içeriden fethedeceğiz! 70’in üzerindeki ülkede aynı cinsten iki kişinin ilişkisi yasak, 9’unda ise cezası ölüm… ‘Özgür dünya’nın en alçak, en ikiyüzlü tavırlarından biri… İnsanın varoluşuyla yaşıt bir olgu medeniyet tarihinin bu aşamasında hâlâ barbarca yaklaşımlarca engellenebiliyor… Amerikalıların üçte biri, uzaylıların geldiğine inanıyor… Dünyanın üçte biri inanıyor diyelim ve bir gün bu arkadaşlar harbiden dünyanın ortasına iniyor. Fakat iki satır sohbetten sonra anlıyoruz ki bu arkadaşlar, bir ırk olarak tamamen ‘gey’, dünya bu durum karşısında ne yapar dersiniz?
M
otorlu araçlar ve fabrikalar her gün atmosfere karbon monoksit, sülfür dioksit ve azot oksitten oluşan 11bin ton zehirli gaz salıyor… Hiçbir zaman sahip olamayacakları 8 silindirli bir cipin -ki bu araçlar dakikada 2 insanı öldürüyor!- egzoz dumanına maruz kalıp, damarlarında kan yerine kurşunun dolaştığını bilmeden yaşayanlar ise yine yoksullar… Zenginler, şehrin stresi ve karmaşasından uzakta, doğayla barışık ‘çevreci vahalar’da keyif sürüyor… Yeni Zelanda’dan İngiltere’ye uçakla getirilen bir adet kivi, atmosfere kendi ağırlığının 5 katı sera gazı salıyor… Yukarıda adını andığımız zehirli gazları bin ve milyon tonlarca atmosfere boca eden fabrikalar varken, zavallı bir kivi ne yapabilir bize? Yeri gelmişken söylemek isterim: Kyoto, kapitalistlerce, kapitalistler için hazırlanmış kapitalist bir anlaşmadır… ‘TC-ABD Kyoto’yu imzala!’ diye hoplayıp-zıplayanlar şunu bilmelidir; gezegende iklim krizine neden olanlara Kyoto ile bu krizin yönetimini ele alma çağrısı yapılmaz, bunu solcular ve devrimciler yapamaz… Neyse… Bu araya biraz Soros turuncusu atalım gitsin… Kaldı ki Amerikalılar çöpe saatte 2,5 milyon plastik şişe atıyor, yani her üç haftada bir Ay’a ulaşmaya yetecek uzunlukta şişe birikiyor... Plastik şişeden ‘Molotof kokteyli’ olur mu? Olmaz! O zaman plastiğe hayır!
G
erçek gündemi oluşturması gereken fakat dünyanın ‘duvar’ kadar sağır olduğu bazı başlıklardı bunlar… Can sıkıcı, üzücü ve bunları okuyup dertlenen çoğunluğun, kurtuluşun yine de : “İsimsizler, yüzü olmayanlar, kendini ele verenler, ‘profesyonel umutlular’, biz, dağda olanlar, adımları karanlık olanlar,
14
saraylarda sesi olmayanlar, özel arazilerde yabancı olanlar, her zaman ölü olanlar, tarihin mülksüzleri, vatansızlar, geleceksizler, taze öfkenin sahipleri, keşfedilmiş hakikatin sahipleri, nefretin uzun gecesine uzanmış olanlar, sahici kadın ve erkekler, en küçükler, en onurlular, en sonuncular, en iyiler”le değil de Obama gibi ‘gelişi gecikmiş bir
mesih’le mümkün olacağına inandığı… (Eduardo Galeano) Makûs talihimizi sayesinde yenebileceğimiz, bizim gibi ‘ömür boyu horlanmış, hırpalanmış, derisinin rengi ve etnik kimliği nedeniyle zulümlerden zulüm beğendirilmiş; kan kardeşimiz, kirvemiz, can dostumuz, abimiz, yiğidimiz, şahanımız, yağızımız, hatta
ve hatta özgürlük mücahidimiz’ Barack Obama’dan çok şey bekliyoruz! Ağzının içine bakıyoruz, ‘He’ dese zincirlerimizden boşanacağız, o denli hazırız! Mehmet Ali Ağca… Hasan Mezarcı… Ve Barack Obama, bu insanlık olarak hepimizin son şansı: Acınası bir halde kurtulmayı bekliyoruz…
T ürkiye’deki Kürtler senin için 44 koyun kesmiş, Kenyalılar senin için sabahlara kadar dans etmiş!.. Sen ABD Başkanı olmadın mı Hüso? N’oluyo bunlara kuzum?!
Nasıl olsa Buş’un ekibini kompile işe aldım, Ortadoğu’yla Afrika’yı, hatta dünyanın geri kalanını da onlar bi güzel halleder!..
united colors of
EMPERYALiZM Yahu Mişel, sen önce şu koyunları bi kavurma yap, yanına da bi 70’lik aç da, neşemizi bulalım...
Birkaç ay sonra...
Koyunların eti tükenmiştir. Hüso Van’daki bütün koyunları getirmesi için Ortadoğu Birlikleri Komutanı’na talimat vermiş, Kenyalıların ise hoplayıp zıplayıp gürültü yapmamaları için Somali’deki hava kuvvetlerini harekete geçirmiştir... Dünyanın geri kalanında da bombardımanlar sürmektedir... 15
united colors of
EMPERYALiZM “Bu gece bir kez daha kanıtladık ki ülkemizin gerçek gücü silahlarımızın kuvvetinden ve servetimizin miktarından değil, ideallerimizin kalıcı kudretinden kaynaklanıyor” dedi Obama ve bu idealleri şöyle sıraladı: “Demokrasi, özgürlük, fırsat ve yenilmez bir umut.” Bu idealler üzerine kurulacak bir Amerikan siyaseti, ABD’nin kuruluş felsefesine dönüş anlamına gelecek ve Bush Amerikası’nın antitezini oluşturacak. Ülkesinin gücünü, Wall Street ve Pentagon üzerinden değil de, Bağımsızlık Bildirgesi’nin ve Amerikan Anayasası’nın özünü oluşturan idealler üzerinden tanımlayan müstakbel başkan, siyasetini de bu idealleri hayata geçirme çabası üzerine kuracak. (Yasemin Çongar... İmkansız aşk...)
Bugün Obama dış politikadan başlayarak içe dönecek bir yeni bakışın taşıyıcılığına soyunuyor. Farklılık, sözden eyleme uzanan ve aralarındaki tutarsızlıkları da ortadan kaldıran bir nitelik arz edecek. Esas değişen ise, zaten sürmekte olan bir değişimin tescilini ifade edecek... Bu değişim zihniyet alanında oluyor ve ilk kez küresel bir ‘doğru’ algı olarak demokratlığı öne çıkarıyor. Obama’lı bir ABD’nin varlığı diğer ülkeleri de kaçınılmaz olarak etkileyecek. Çatışmaya, güce, efelenmeye dayanan politikaların gülünç hale geldiğine; milliyetçilikten beslenen söylem ve eylemlerin düpedüz insanlık için zararlı bulunduğuna tanık olacağız. (Etyen Mahçupyan... Neydi o falcı teyzenin adı?)
yaşamaktayız. (Mehmet Barlas... İşte tespit budur!)
Umarım Obama dönemi, dünyanın ihtiyaç duyduğu iyileşme ve yara sarma dönemini başlatır. (Zülfü Livaneli... İşte sevgi insanı da budur!.. Efil efil esen yele merhaba!..) Öncelikle “siyah” dedik, onun için seviniyoruz; Demokrat taraftan olduğu için mutluyuz. Bunların ötesinde, bu uzun ve yoğun kampanya içinde bize bir insan imgesi sundu; bunu da beğendik. (Murat Belge... ‘Demokrat’ olsun, isterse eşek partisinden olsun!..) Artık ne ABD eski ABD, ne de dünya eski dünya... İki gündür Roma’daydım ve Barack Obama’nın seçilişini gece sabaha kadar TV’nin başında bekleyerek yarı uyur, yarı uyanık şekilde izledim. Konuşmasını heyecanla dinledim. Jesse Jackson’un kameralara yansıyan yaşlı gözleri, 400 yıldır ezilen, hor görülen siyahların mutluğunu dünyaya yansıtıyordu. (Oral Çalışlar: ‘Değişim’in tadı!.. Diyecek çok laf var ama... Sonra...)
Türkiye halkı da büyük çoğunluk olarak, tıpkı diğer dünya halkları gibi, Obama’nın lider seçilmesinden ortak sevinç duyuyor. (Hadi Uluengin... 44 tane deve kesmiş diye duyduk... Mesaj da yollamış...)
Demek istediğim, Türk tatlı su ilericileri fazla sevinmesinler. Hele hele “Amerika sosyalist oldu” falan gibi, güdük gazetecilerimizin dangalak yorumlarına hiç kapılmasınlar. Obama dönemi, “Amerikan emperyalizminin şekere bulanıp yutturulduğu” bir dönem olacaktır. O kadar. Eskisi sert keseliyordu, bu yumuşak sabunlayacaktır. Hamam aynı, su aynı, sabun aynı, tas aynıdır. Tellak değişmiştir. (Engin Ardıç!.. Hah! Tellaklardan anlar o! Bazen doğru da konuşabiliyor...)
“Globalleşme” ve “Bilişim Devrimi” gibi olguları biz Türkler, Amerikalılarla aynı anda ve aynı biçimde etkilenerek
Pezevenk olabilseydim krizden daha rahat çıkacaktım. (Serdar Turgut... Tüy böyle dikilir...)
16
Şirin yurdumuzun liberalleri nasıl da co dedi: “Barack Obama’nın seçim başarıs bıraksalar, Obama’yla birlikte ‘çatı part
E
rken dönemini anlatan tanıtım filmlerinde ne kadar da farklı görünüyordu. Tom Amca olmaya evrilen bir Kunta Kinte bozuntusu; hafien yavşak bir tebessüm (yoksa sakız da mı çiğniyordu?); Müslüman atalarını unutturmak için Kilise faaliyetlerine katılan inançlı Hıristiyan; parmak arası şıpıdık terlikleri ve ‘t-shirt’üyle seçmen kaydeden Demokrat partizan; senatör olmak için Chicago mafyasına yanaşan kıvrak siyasetçi. Adaylığı kesinleşip de başkanlığa doğru ilerlerken bambaşka bir surete büründü. Dünyanın bütün sorunlarını omuzlamış, derin düşüncelere gömülmüş karizmatik lider duruşları ve bakışları. Sureti kayalara nakşedilmiş Abraham Lincoln pozları. Yükseldikçe Hollywood koreograflarından mizansen dersleri aldığı şüphe götürmez. Sanki siyaha boyanmış bir J. F. Kennedy. Bir sonraki kitabının başlığı ‘Fazilet Mücadelesi II’ olursa şaşmamak lazım. Kaderi de benzeyebilir. Zira senatör seçildiğinde, Bush ona şöyle diyor: “Fazla öne çıkmasan iyi edersin. Yoksa seni indirirler.” Bush bu ilk görüşmede onunla tokalaştıktan sonra elini özel bir spreyle dezenfekte ediyor. Beyaz Amerika’nın bütün dünyayı aldatmak için yüzüne taktığı siyah maske; suyu çıkmış Amerikan Rüyası’nın son numarası!
Amerikan rüyası
Amerikalıların zor durumlardan başarıyla sıyrılma, krizden imkân yaratma ve her duruma uygun imajlar üretme yeteneğine hayran olmamak elde değildir. Amerika’nın yaptığı her hareket dünyanın başka yerlerinde tuhaf sonuçlar yaratmıştır. Orada bir kelebek kanat çırpar, dünyanın başka bir yerinde fırtına kopar. Franklin D. Roosevelt’in 1929 Krizi’nden kurtulmak için uyguladığı ‘New Deal’ programı Nazilerin ünlü Ekonomi Bakanı Dr. Hjalmar Schact’a ilham vermişti mesela. Alamo Çölü’ndeki bir patlama, dünyanın her yerinde atom bombasına sahip olma ihtirasını tutuşturmuştu. Amerikalı uyanık, iki kuru ekmeğin arasına salçalı ve mayonezli bir köe sıkıştırmış; ya da kahvenin içine akla gelebilecek her türlü zımbırtıyı katmış ve bütün dünya McDonaldlaşmış, Starbuck kafeler gelişmiş gelişmemiş her ülkenin sokaklarını doldurmuştur. Dolar Bretton Woods’dan beri Amerikan kapitalistinin, silah teknolojisi ise Amerikan emperyalizminin motorlarını ateşleyen başlıca yakıt olmuştur. Onlar için vakit nakittir; üretim sürecini saniyelere kadar planlamışlar; Taylorizm ve Fordizm’le makineyi insanın iradesinden kurtarıp, insanı makinenin bir parçasına indirgemişlerdir. Her şeyi başka ülkelerden araklamışlar, başkalarının icatlarını geliştirerek ilerlemişlerdir. Onları uzayın derinliklerine
götüre (Verg bozm Arsen mühe işleri bile A Hitler bulun Heise ekibin adı Ö örgüt Ordul borçlu istihb almışl Werew Çağda Adolf Avr ve Sim bakm Chica pragm saçma hüma Adorn temel ampir gelişti fikird Am diziler konud değer yaratm tüketm Amer
Kı
Her başka Aslınd silah k ve em kız ka Exxon kız ka Amer Amer (Bu k yayın karde Shell ( kan d devlet dağıtı Irak S gülme Rus, Ç petrol Rus v
YAVUZ ALOGAN
oştular; Obama’yla birlikte ‘Yes, we can’, ‘Oh nihayet, we did!’ falan bile dediler. Hatta adı Fuat olan birisi aynen şöyle sından, Türkiye’de özellikle en geniş anlamı içinde solun çok önemli dersler alması gerekiyor.” Bak sen şu işe! Adamı tisi’ kuracak!..
Köpek yarışı!
ren roket teknolojisi, Nazilerin V-2 geltungwaffe) roket teknolojisinden maydı mesela. Alabama’daki Redstone nal’in başına Almanya’dan ithal ettikleri endis Wernher von Braun’u getirerek hızlandırmışlardır. Atom bombasını Almanlardan araklamışlardır. Başında r’in Silahlanma Bakanı Albert Speer’in nduğu, aralarında Otto Hahn ve Werner enberg gibi teorik fizikçilerin bulunduğu n planlarını çalıp geliştirmişlerdir. İlk Özel Büro olan CIA’nin uluslararası bir haline gelmesini bile Hitler’in Doğu ları Komutanı General Reinhard Gehlen’e udurlar. Sovyetler Birliği’ne karşı ilk barat bilgilerini Gehlen örgütünden lar, Hitler’in savaş sonrası direniş hareketi wolf teşkilatının üyelerini devşirmişlerdir. aş Amerikan militarizminin temellerinde f Hitler ve ekibinin imzası vardır. rupa’da Marx, Durkheim, Weber mmel’in klasik geleneğine uzaktan mışlar; bu muazzam geleneği çarpıtarak ago Okulu’nun uygulamalı sosyolojisi, matizm ve sembolik etkileşimcilik gibi alıklar üretmişlerdir. Auguste Comte’un anizmini, Marx’ın siyasal iktisadını, no ve Horkheimer’in eleştirel teorisini l alan Avrupa sosyolojisine karşılık, risizm ve pragmatizmi, sosyal psikolojiyi irmişler, pratik faydası olmayan her den uzak durmuşlardır. merikan kültür emperyalizmi, filmleriyle, riyle, müziğiyle, bütün dünyada her da olumlu düşünme, her olguyu yüzeysel rlendirme, her şeye razı olma eğilimi mıştır. Obez, aptal, iyimser, her şeyi meye hazır ve her şeye razı insan: işte rikan rüyası!
ız kardeşler
rkes ABD’de seçim yapıldığına, seçilen anın da ülkeyi yönettiğine inanmak ister. da Amerika’yı yöneten petrokimya ve kartelleridir. Ülkeye gelişmiş kapitalist mperyalist karakterini kazandıran, beş ardeşten başkası değildir. İsimleri, n, Mobil, Socal, Gulf ve Texaco olan bu ardeşlerin maceraları, mükemmel bir rikalı ve Marksist olan Jon Dos Passos’un rikan Üçlemesi’nde uzun uzadıya anlatılır. kitapları topluca basacak babayiğit bir ncı yok mudur?) Aslında bunlara iki kız eşi daha eklemek lazım: BP (İngiliz) ve (İngiliz-Felemenk). Bunlar dünyanın damarlarını kontrol ederler. Kırk yıl önce tleştirilen Irak petrollerinin üretimi, ımı ve satışı artık bunların elindedir. İki Savaşı, idam sehpasında dünyanın haline ekten kendini alamayan Saddam’ın, Çin ve Fransız şirketleriyle yaptığı l anlaşmalarını iptal etmek, özellikle ve Çin petrol şirketlerini bölgeden uzak
makyajla vitrine yerleştirilirler ve çok değişik, pembemsi bir ışık altında, Ava Gardner, Kim Novak ya da Jennifer Lopez gibi görünmeleri sağlanır. Buna ‘vitrin etkisi’ diyoruz, ki burjuva siyasetinin bütün mümtaz temsilcileri için evrensel düzeyde geçerlidir. Buna, daha kibar bir ifadeyle, ‘imaj imalatı’, yapanlara da ‘image maker’ deniyor.
Şahsiyetsizlik ve artistlik
tutmak için yapıldı. Yıkılan Irak’ın imarıyla da bu şirketlerin kârları katlandı. Cheney’in Helliburton’ı da onlara katıldı. Üstelik bu savaş sayesinde ABD’nin savunma harcamaları 360 milyar dolara çıktı; silah tröstleri bayram etti; bölgenin her yanı üslerle donandı. (Yoksa siz de ABD’nin Irak’ta savaşı kaybettiğine, zora girdiğine mi inanıyorsunuz? Sahiden mi? Gazeteler mi yazıyor?)
‘Vitrin etkisi’
Neyse, konuyu dağıtmayalım. ABD’nin yönetimi başkanlarla ilgili değildir. Bu işten anlayanlar, Başkan’ın stratejik kararlardaki payının yüzde 5 olduğunu söylüyorlar. Peki ya seçimler, onca toplantı, miting, konfeti, eğlence, dans, gürültü, kıyamet? Ya 21 ay süren seçim kampanyasına ne demeli? Aslında bu bir köpek yarışıdır. Fil ve Eşek partilerinden yarışa katılacak greyhound’lar (tazılar) özenle seçilir; aykırı tiplerin kalbi kırılmaz, onların da piste çıkıp havlamalarına izin verilir. Fakat Kurulu Düzen esas yarışçıları parti mekanizmalarının içinden süzerek ve senato arenasında bin bir denemeden geçirerek seçer. Yarış başladığında henüz kararını vermemiştir. ABD dışta olduğu gibi içte de asla tek bir ata oynamaz. Onları grup halinde yarış pistine sürer. Performanslarına bakar; halkı ne derece etkilediklerini ölçer. Yarış sırasında bahisler artırılır, tercihler sürekli değişir. Bağış kampanyaları tıpkı rulet topu gibi zıplar, gelip gider ve sonunda bir adayın üzerinde durur. Artık burada parti farkı gözetilmez. Öyle bir an gelir ki Cumhuriyetçi ve Demokrat bütün parasal kaynaklar tek bir adaya doğru akmaya başlar. Ve aday gerek Amerikalılara gerekse bütün dünyaya bambaşka bir ışık altında gösterilir. Buna ‘vitrin etkisi’ de diyebiliriz, pekâlâ. Özellikle Batı ülkelerinin genelevlerinde, yaşlı ya da göze pek hoş görünmeyen fahişeler, sıkı bir
Amerikan Başkanı’nda aranan iki vasıf vardır: şahsiyetsizlik ve bunu gizlemek için gerekli olan artistlik. Aslında o Başkan değildir; Kurulu Düzen’in, kız kardeşler ve ortaklarının, silah kartellerinin sekreteridir. Amerikan burjuvazisinin ortak çıkarlarının vektörüdür; siyasetin ana yönünü ifade eder ve uygular. Fakat şahsiyet gösterirse ne olur? O zaman Bush’un sözleriyle ‘indirilir’. Amerikan halkının ‘dürüst Abe’ dediği Lincoln, köleliği kaldırdığı için tiyatro seyrederken öldürüldü. J.F. Kennedy ‘Fazilet Mücadelesi’ni abarttığı ve Vietnam halkının bağımsızlığından fazla söz ettiği için öldürüldü. Nixon, ülke içinde istikrarı koruyamadığı için Watergate skandalıyla tasfiye edildi. Kennedy’nin Oval Ofis’te Marliyn Monroe’yu defalarca öptüğünü yıllar sonra öğrenen Amerikan halkı, Neocon’ların engel olarak gördükleri Bill Clinton’un stajyer Monica’yla ilişkisini en ince ayrıntılarına kadar anında öğrendi. Amerikan sistemi acımasız ve çok dikkatlidir. O muhteşem Amerikan demokrasisi, yargıçlarını, senatörlerini, başkanlarını en alttan başlayarak dikkatli bir elemeyle seçer, her aşamada çeşitli süzgeçlerden geçirir ve ortalığa salmadan önce sıkıca bağlar; bağlarını gevşetenin de anında icabına bakar. Bu kadar karanlık bir imparatorluğu bütün dünyaya gerçek bir demokrasi diye yutturmak da büyük bir yetenek gerektiriyor. Bu büyük yutturmacayı Amerikalı tarihçi Howard Zinn, kıtanın keşfinden Vietnam savaşına kadar anlatmış (ABD Halklarının Tarihi, İmge, 2005, çev. Sevinç S. Özer); Noam Chomsky de yutturmacanın medya kanalını incelemiştir (Rıza’nın İmalatı, Aram Yayınları, 2006, çev. Ender Abadoğlu).
“Saf olmayın kardeşler!”
Peki, Obama’yla sistem ne kazandı? Her şeyden önce adamın ismine dikkat: Barak Hüseyin! Tarihinde ilk kez ABD’nin insan hakları ihlalleriyle bu kadar ağır biçimde suçlandığı bir dönemde, Martin Luther King’in varisi gibi davranan birinin başkan seçilmesi, özellikle kriz koşullarında ülke içindeki göçmenlerin ve siyahların umutlanmasını ve yatışmasını sağlamış ve Amerikan halkı ile Müslüman âlem arasındaki yabancılaşmayı azaltmıştır. Vietnam gazisi McCain seçilseydi, bunun tam aksi olacak, neocon siyasetine ülke içinden gelen tepkiler artacak ve ABD’nin
yalogan@hotmail.com
dünya çapında yarattığı tepki yeni boyutlar kazanacaktı. Adamı, Ahmedi Necat bile tebrik etti; ABD’den yüzde 90 oranında nefret eden Türkiye’de bile Vanlı köylüler davul zurna çalıp kurban keserek yeni başkanı kutladılar. Kenya’da halk sokaklara döküldü; sevinçlerinden resmi tatil ilân ettiler. Herkes çok umutlandı. Şirin yurdumuzun liberalleri nasıl da coştular; Obama’yla birlikte ‘Yes, we can’, ‘Oh nihayet, we did!’ falan bile dediler. Hatta adı Fuat olan birisi aynen şöyle dedi: “Barack Obama’nın seçim başarısından, Türkiye’de özellikle en geniş anlamı içinde solun çok önemli dersler alması gerekiyor.” Bak sen şu işe! Adamı bıraksalar, Obama’yla birlikte ‘çatı partisi’ kuracak. Bu tatlı su Frenkleri Tony Blair’in ‘Üçüncü Yol’ stratejisinden de solun çok önemli dersler alması gerektiğini söylemişlerdi. Ders ala ala gidiyorlar herhalde. Özetle görüntü mükemmel. Hele Guantanamo toplama kampını kapatmak gibi bir iki jest de yapılırsa, Fidel Castro’nun, “Bu kadar saf olmayın, kardeşler,” demesine rağmen, umutlar şaha kalkacak. Fakat aynı şeyi içerik bakımından söylemek mümkün değil. Göstergeler gayet sağlam. Bill Clinton’un, “Bunca silahı kullanmayacaksak niye ürettik?” demesiyle ünlü eski Dışişleri Bakanı Madeleine Allbright G-20 zirvesine Obama’nın özel temsilci olarak gönderildi. Ve daha da önemlisi, Medeniyetler Çatışması görüşünün mimarı Samuel Huntington’ın çalışma arkadaşı ve yakın dönem ABD emperyalizminin en ünlü teorisyenlerinden Zbigniev Brzezinki yeni başkanın dış siyaset danışmanı oldu. Küresel ‘satranç tahtası’nı birlikte düzenleyecekler. Bu adamın Büyük Satranç Tahtası adlı kitabını (İnkilap, 2005, çev. Yelda Türedi) mutlaka okumak gerekiyor. ABD, Obama eliyle önce iktisadi krizin faturasını kendi burjuvazisinden uzak tutmaya çalışacak; daha genel planda, krizin ağır maliyetini G-7’ler eliyle G-20’lerin üzerine yıkacak ve bu krizden, tıpkı daha önceki krizlerde olduğu gibi güçlenerek çıkmaya çalışacak. İkincisi, militarist/emperyalist siyasetini şiddetlendirerek sürdürecek; öncelikle Afganistan-Pakistan sınırı ve İran’la, ikinci olarak da Gürcistan ve Ukrayna’yla ilgilenecek; dünyanın çeşitli yerlerinde bölgesel savaşlar çıkararak ve mevcut çatışmaları alevlendirerek silah sanayini ayakta tutacak. Kendi tarihinin bütün sayfalarında kanla yazılı olan şeyi daha da cüretkâr bir tutumla sürdürecek: Başka halkların felaketi pahasına, her türlü savaşı göze alarak kendi refahını sürdürmek için savaşacak. ABD, başkanın rengiyle değişmez. Obama’nın Amerikasına, Amerikalı demokratın, siyah ya da Hispanik Amerikalının gözüyle değil, Che Guevara’nın gözleriyle bakmalıyız.
17
rs of united colo EMPERYALiZM
ALi OSMAN COŞKUN
Kabarcıklı, baloncuklu yazı...
“Yine de, yeniden başlamak ürkütücü geliyor insanlara. Merak ve ilginin ipliği, emek ve zorlanmanın iğnesi, yaşamak ve paylaşmanın dikişi, taşımak ve çoğalmanın ipeği olmak; zor, çok zor geliyor kolaydaki insana!” Namık Kuyumcu
S
oralım, bakalım: Uzayın kokusu olduğunu hiç düşündünüz mü? Ben, idrak boşluğumla baş ettikten sonra, burnuma dolan yanmış et ve erimiş metal kokusuyla kalakaldım… Kavrulmuş organik ve inorganik hayat kokusu… NASA dili, astronotlarının ağzından, ‘kızarmış biftek’ ve ‘sıcak metal’ gibi koktuğunu ilân ediyor uzayın. Ve, astronotlarına eğitim verirken, onları uzayın kokusuna alıştırmak için harekete geçiyor. Tabii, çağdaş dünyamızda çağdaş sanata çarpmadan dolaşılamadığından, “bir sanat enstalasyonu için Mir Uzay İstasyonu’nun kokusunu yarattığını” öğrendikleri bir İngiliz kimyagere ulaşıyorlar. Bu zat, laboratuarında NASA için uzay kokusu üretmeye çalışmaktadır… * Einstein, ‘bükülmüş’ bir kâinattan söz eder. Bunu kafada canlandırmak, ‘yanmış et’ ve ‘erimiş metal’ kokusunu hissetmek kadar kolay değil. Ancak, insan düşünmeden yapamıyor: Kâinattaki ‘bükülme’, insanın dilsel/zihinsel/ruhsal bükülme’sinden daha karmaşık olabilir mi?.. Yanmış, kavrulmuş et’ten ‘kızarmış’ bifteğe; erimiş, kaynayan, fokurdayan metal’den ‘sıcak’ metale geçivermek ne ki? Dil’le yapılan ‘düzenleme’nin küçük ve masum bir örneği… Biliyoruz ki, hayatın ve kâinatın ‘adını koymak’ bizatihi siyasi mücadeledir. En küçük ve masum olanından en kocaman ve korkunç örneklerine kadar her düzeyde dil itişmeleriyle yürür siyasi kavga. * Dünyanın bir yerlerinde, 16 yaşında bir kız çocuğu, istemediği yaşlı herifle evlenmek zorunda kalsın diye, anası babası eliyle bir odaya kapatılıp, ‘nişanlı’ sıfatı taşıyan bir yaratığın tecavüzüne maruz bırakılmaktadır… Zaman, bir insan takvimi türünde, milâdî 2008’dir… Mekân, şairin deyişiyle, “Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” ve uzaydan da aynen böyle görünen bir hazin memlekettir… Bu zamana uzanan zaman içinde; o tecavüzcü yaratığın, o kız çocuğunun, onun maalesef biyolojik manada ana-babası olan mahlûkatın fiilen ve maalesef hemcinsi olanlar, o iştah açıcı ve de ılık bahar kokulu kara uzaya, fırlattıkları yüzlercesinden biri olan bir uydu daha fırlatmışlardır… Hâlâ tepemizde dolanıp durmakta mıdır bilmiyorum, bu uydu, “genç evrenden kalma artık bir ışınım belirtisi” yakalamıştır… Yakalamış da, ne olmuştur? Genç kâinatın (genç bir ruh gibi?) henüz galaksi-malaksi ‘yapmadığı’; fokurdayıp genişleyen bir düzensiz hareketler bütünü olduğu anlaşılmış ve kâinata kesin bir yaş biçilmiştir: 13,7 milyar yıl; artı eksi 200 milyon yıl. Sonra, sonra; büyük patlama’nın bir başka
18
biçimi olan ‘kozmik şişme’ fikrine varılmış. ‘Kozmik şişme’ bir teori; bilimseldir denemiyor… Bu teoriye göre, kâinat aniden şişmiş, saniyenin bilmem kaçta kaçında inanılmaz derecede büyümüş. Bu, şu demek oluyor: Teori doğruysa kâinatın ucu bucağı yok! Dahası, hayal gücünü kışkırtan, ancak ruh da karartabilecek bir ihtimal şu: Şişme kuramının “bir biçimi, evrenimizin sakin bir kabarcık olduğunu; bu kabarcığın sonsuz büyüklükte, kaotik, sürekli şişen bir ‘çoklu evren’ içinde bir çeşit ‘şişme yasaklı bölge’ olduğunu ve bu çoklu evrenin sayısız kabarcık evren içerdiğini, bu evrenlerin bir kısmının mutlaka kendi çılgın evrenlerine anlam vermeye çalışan akıllı gözlemciler barındırdığını” ileri sürmektedir. Eyvah ki, eyvah! Bu demektir ki, şu lânet dünyamızdan en az bir tane daha olabilir kâinatın biryerlerinde!.. * Ufoculuğu bırakıp yeryüzüne dönüyoruz. Şu kara bahtlı kara Afrika’nın orta yerinde, milâdî 2008’de, Kongo Demokratik Cumhuriyeti namlı coğrafyada, okul çocuklarının üçte biri okullarını terk ederek sınırı-mınırı kalmamış ülkenin doğusunu işgal altında tutan Uganda ve Ruandalı paramiliter güçlerin emrinde koltan madenlerinde kan kusmaktadır… Bu koltan, “cep telefonlarında voltajı düzenleyen ve enerji depolamaya yarayan kapasitörlerin yapımında kullanılan” bir lânet maden… Dizüstü bilgisayarlar ve lânet ‘Yıldız Savaşları’ projesi gibi projeler de çook koltan istiyor… Dünyadaki koltan’ın yüzde sekseni Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nden geriye kalan ‘şey’in topraklarında. Kelimenin tam manasıyla ‘savaş baronu’ ya da ‘savaş ağası’ olan çeşitli milliyetlerden çakallar ve akbabalar, koltan ticaretinin savaşın motoru olduğu gerçeğinin BM raporlarına geçmiş bulunduğu bu coğrafyada insan etiyle beslenip dünyayı da koltan’la beslemektedir. Ordular maden işletiyor burada… Ruanda ordusunun koltan ihracatından 18 ayda 250 milyon dolar kazandığı söyleniyor… Kongo’da, 1998-2003 arasındaki iç savaşta 5 milyon 400 bin kişi ölmüştür… Che’nin bile yenildiği yerdir Kongo…İnsan denen yaratığın külliyen yenildiği yerdir… Johann Hari adlı gazetecinin yazdıklarını unutamıyorum. Hari, doğu Kongo’da dolaşırken, “peşi sıra tıpış tıpış yürüyen dört minik
çocuğu” olan Marie-Jean Bisimwa’ya rastlar. Kadının köyü yakılmıştır. Kocasını kargaşada kaybetmiştir. Kız kardeşine tecavüz edilmiştir ve kardeşi bu yüzden delirmiştir… Kadın ve çocuklarıyla bir süre yürüyen Hari, çocuklarda tuhaf bir şey olduğunu fark eder: “Öne doğru eğilmiş yürüyorlardı, bakışları birbirlerinin arkasına dikilmiş haldeydi. Etraflarına bakmıyor, konuşmuyor ya da gülmüyorlardı. ‘Onları besleyemedim bile, savaş yüzünden’ dedi Marie-Jean. Beyinleri gelişmemişti; hiçbir zaman gelişmeyecekti de. ‘İyi olacaklar mı?’ diye sordu Marie-Jean. Goma eteklerindeki bir köyde ondan ayrıldım, çocukları onun ardından tökezliyordu, ifadesiz bir şekilde.” Lânet olsun!.. Lânet olsun!.. Lânet olsun!.. * Marie-Jean’ın çocukları fena takıldı içimdeki keder oyuğuna… En üstleri çizilmişlerin, en diptekilerin kıtası Afrika: En uzaktaki ‘kabarcık’… Sermayenin, “yerelliklerle (ulus devletlerle değil) bütünleşmesi ve bu bütünleşme sonucunda dünya ekonomisinin uluslararası bir yerellikler ağına oturtulması” stratejisinin/kurgusunun en pis ve ibretlik fotoğraflarının çekildiği coğrafya… Etiyopya Somali’yi işgal ediyor, ABD özel birlikleri Somali içinde insan avında! Somali topraklarından vaziyet eden korsanların hükümet güçlerinin sözünün geçmediği ya da hükümetin ‘ticarete bağlandığı’ müstakil limanları var ve haraç yoluyla ‘serbest’ ticaretin içindeler! Katliamın, yağmanın, kaosun içinden, en büyük korsan sermaye, dünyanın tuzukurularına istediklerini temin ediyor… * Geçen yıl ABD’de 50 milyon cep telefonu çöpe atılmış. 18 ay falan kullanıp, çalışır durumdayken atıyorlarmış… Yeni modeli almak için sabahın köründe kuyruklara giriyorlar. Bu teknoloji salaklarının dünyanın dört bir yanına dağılmış olduğunu gayet iyi biliyoruz… Cep telefonlarına, dizüstü bilgisayarlara, içinde koltan olan içinde benzin olan bütün lânet eşyalarına tapınan; kapitalizmin ardından zombiler gibi yürüyen eşşek kadar beyin özürlülerden, Marie-Jean’ın özürlü çocukları adına hesap sormaktan imtina edenler kadar hesap soranlar da olacaktır… Kimse merak etmesin; illâ ki olacaktır… Zira, hayatın kıyısını gerçekten tanımış, ölümden ötede köy olmadığını öğrenmiş olanların hepsini kendine ikna edecek kudreti yok kapitalizmin ve ‘pazarlığa’ bile otur(a)madığı
milyonlar var… ‘Sakin bir kabarcık’ içinde değil büyük çoğunluğun hayatı. * ‘Kozmik şişme’ teorisi kâinatı açıklama konusunda bir halta yaramasa bile, günümüz dünyasına ‘cuk’ oturuyor. Sayısız ‘kabarcık evren’ yan yana duruyor dünya üstünde… Koltan Afrikası’ndan bir sayfa sonra, “Günde 135 üzüm tanesi kalbinize ve tansiyonunuza iyi gelir,” haberini okuyorsunuz gazetede… Sağlıklı yaşasınlar diye, birileri birilerine fil ve suaygırı porsiyonlarıyla sebze tavsiye ediyor!.. ‘Balon’ metaforuna göbekten isabet eden kriz analizleri dolu ortalık: Dünyadaki finans sistemi sayesinde, “reel sektörle finans sektörü arasındaki fark 1100 katına çıkmış durumda. Yani finans sistemi, gerçek ekonomiyi bir balon gibi, 1100 kat şişiriyor.” Zaten literatürde, “sanal değerle reel değer arasındaki farkın sanal olanı lehine giderek büyümesine balon ya da köpük deniyor.” Beyinleri açlıktan gelişmemiş bebeciklerin sarsak balonunun yanı başında, bir ‘ferahlama’ balonu size: Bir İngiliz üniversitesinde birileri oturmuş bir ‘oda’ icat etmiş; bu oda, “rahatlatıcı bir renk, ses ve koku kombinasyonuna” sahipmiş. “Yumuşak minderlere uzanan insanlar, ormanlık alandaki gibi yeşil bir ışığa maruz kalıyor ve flu bir mavi ekrana” bakıyormuş. “İçeride lavanta kokusu ve bulutumsu bir duman hissedilirken, bir yandan da soprano sesler” duyuluyormuş. “Odadaki kalp monitörü, katılımcıların bu kombinasyonla rahatladığının işaretlerini” veriyormuş… Bir köşede, genetik şifrelerin okunmasından yazılmasına; yeni türler yaratma imkânına yürünüyor, “ilk yapay yaşam biçimini açıklamaya” hazırlanıyor birileri… Diğer köşelerinde hayatın, insanlar, tabiat, mahlûkat tükeniyor… Bir yanda ‘kişisel genom haritası’ olanlar, öte yanda haritası da hayatı da olmayanlar… * Sanatçı takımına bulaşmadan yazıyı bitirmek bize yakışmaz. Üstelik ‘baloncuk’ muhabbetine en çok yakışacak âlem, ister şampanyaya ister gazoza benzetin gayet köpüklü olan bu âlemdir! Alıntımız Ömer Türkeş’ten ve arif okura sunuyoruz: “Diyelim ki Ankara ya da İzmir yönünden İstanbul’a ilerliyorsunuz; ilk karşınıza çıkan yerleşim yerleri Pendik, Kartal, Maltepe, Sultanbeyli olmalı ama hiçbiri roman konusu değil. Oradaki fabrikaların, tersanelerin, yoksul insanların yaşadıkları mahallelerin, gecekonduların, iç içe geçmiş evlerin, bütün bir hayatı boyunca onlardan birine sahip olmak hayalleriyle yaşayan insanların, bir yazarın öfkesini olmasa bile hiç değilse merakını ve yaratıcılığını kamçılaması beklenirken, ilgilenilen toplumun dar bir kesiminin İstanbul’un merkezindeki varoluş meseleleri, ilişkileri, cinsellikleri ve aşkları oluyor.” Artık kim ruhunu, enerjisini; kim sopasını kapar gelir bilmiyorum… Sloganım şu: Dünyanın bütün kabarcıkları, patlayınız!..
SITKI DEMİRKAN-KASABA NOTLARI Müslüm Baba Amaral’dan Pascal’a kadar koyu esmer kimselere meftun olan Çarşı’nın gündemin gözünü çıkarma alışkanlığıyla bu mevzuda da bişeyler söyleyeceği telaşım vardı ama olmadı çok şükür...
S
USAin Üzmez!
onunda bu da oldu ya, artık gözlerimizin açık gitmesi ihtimali kalmadı. Bir gönül köprüsü tesis edip kendimizden addedeceğimiz bir başkanımız var artık. Yok yok bizim Vanlıların tutup 44 tane kurban kesmelerinden, ya da Malatya İl Genel Meclisi’nin plaka numerosundan hareketle fahri hemşehrilik beratı düzenleyip cülusun hemen ertesinde iadeli taahhütlü göndermeyi düşünmelerinden bahsetmiyorum. Mevzu o kadar lokalize değil. Orlon Kazak Morales’den rahmetli Benazir Abla’nın kocasına kadar tam manasıyla bi dünya insan neredeyse timsah yürüyüşü yapacak kadar sevindi bu ‘Vote for America’ neticelerine. Şimdi peşin peşin itiraf edeyim daha aday adayı iken bile benim gönlüm Hüseyin Abi’den yana idi. Lakin benim gerekçem renginden dolayı yüklendiği misyon ya da seçim sloganı olan değişim vaadi gibi ulvi doneler içermiyor. Sadece ve sadece adına takıkım ben. Öyle ya dünyada hiçbir dile nasip olmayan bi özelliği var abinin. Çok R ile telaffuz edildiği vakıt ‘koskoca’ başkanı bile geyik malzemesi yapıp aşağılayabilme imkanımız var. Yurdum insanının ‘turkey’ kelimesinin hindiye denk düşmesinden kaynaklanan ezikliğinden midir, nedir böylesi bi özelliği var işte. Ben bunu ilk Lüküs Hayat’ın Rıza’sının Faust’u duyduğunda gelişen muhabbetin bi yerinde okuduğu, “Göethe mi yazmış, kağıt bulamamış mı?” repliğinde farkettim. Sonrasında özellikle futbol tarihimize bi yerinden dahil olan Amokachi, John Benjamin Toshack, Falko Götz gibi isimlerin çevresinde gelişen söz şakaları tespitimi ziyadesiyle doğruladı. Misal kabzımal bi hakem eskisi var hani, futbolu gözünden anladığını 70 milyona ifşa ettiği programlarında buradan çok ekmek yemiştir. Dediğim gibi benim gerekçem buradan öteye gitmiyor işte. De sevgili yurdum medyasının yarattığı havayla tabanından ta Van’ına kadar dört bir yanda mevzuya ilgi uyandırıldı. Hüseyin’liğine atfen Recep’lerde oluşan, “Elemana atmamalıyım, ne de olsa din kardeşiyiz,” hissiyatından tutun da, bizim Giritlilerin, “Ha Kenya, ha Konya, Ha Yanya,” zorlamasıyla ilinti cımbızlamalarına varasıya sahiplenmelerden sahiplenme beğen. Elliikinci eyalet olduğumuza ciddi ciddi inanan güzide medyamız da handiyse, “Gidin muhtarlıklardan seçmen kayıtlarınızı kontrol edin,” diyecekti. Hele ki seçim ‘demokratlar’ın zaferiyle neticelenip herkesler muradına vasıl
u n it e d c o lo rs o f
EMPERYALiZM olduğunda ben caddeye çıkıp konvoy yapılıp yapılmayacağını dahi merak ettim. Hakkat yav bu neden olmadı ki? Ben harbi harbi böyle bi’şey bekledim vallahi. Düşünsenize yarı bellerine kadar araba camlarından sarkmış yurdum eşşekleri, özdeşlik kurdukları demokrat partinin sembolü eşşekli bayraklarıyla, aralıksız korna gürültüsü eşliğinde asfalt aşındırıyor. Bize has sevinç gösterilerinin olmazsa olmazı havaya sıkma unsuru nedeniyle sevince balkondan iştirak eden kekliklerden birkaçı vuruluyor. Ertesi gün Amerika’nın en kitsch özelliği olduğunu unutan gazetelerimiz, televizyonlarımız bireysel silahlanma karşıtı kampanyalar açıyor. Yemin ederim benim arabam olaydı bunu yapacaktım. Bir kıvılcıma bakıyor çünkü bu memlekette böyle şeyler. Sonrasında şenliğin bini bir para. Durun hemen sevinmeyin öyle bunlar olmadı diye. ‘Yok artık’ın bokunun çıktığı yer değil midir işte şu kurban kesme hadisesi? Sade koyun boğazlamakla kalsaydı, “Hadi neyse,” deyip geçiştirilebilirdi. Velakin her türlü teferruat düşünülüp hazırlanan pankartlar dikkatinizi çekti mi bilmiyorum? Benim en takıldığım, irice bir ‘bay başkan’
resminin altında yer alan ‘İçimizden birisin’ ifadesidir. Nasıl bir duygu yoğunluğu, nasıl bir coşkunluktur anlatabilir mi bana birisi lütfen? Altını üstünü bilmesek köyden gönderdikleri bir aşiret mensubunun uğraşıp didinerek kainatın dümenine oturduğu fikrine kapılacağız. Ve o dümen suyundan da kendi insanlarını yol, su, elektrik gibi nimetlerle ihya edeceğini düşüneceğiz. Ama gayet net farkındayız böyle olmadığının. Burası biraz iç burkucu işte. ‘Bizim’ dediğimiz insanlarımızın elin ‘gavur’unun en tepesindekinden medet umması ister istemez kanına dokunuyor en duyarsızımızın bile. Aslında işin püf noktası da burada işte. Az evvel bahsettiğim gibi bu mevzunun böyle yedi düvel, dört iklimde yankı bulması malumun ilamı oluyor sanki. Buna dair cümleler kurduğumuzda komplo teorisi üretmekle suçlanıp, yel değirmenlerini dev zannederek saldırmaya çalışan meczuplar diye küçümseniyoruz ya vizyonu geniş global şahsiyetler tarafından. Neyin ne olduğunun anlaşılması için bundan daha net gösterge mi olur buyurun işte? Adamlar, “Yeryüzünün tek hakimi biziz,”
hissine kapılmasınlar da ne yapsınlar? Şeyh uçmaz müritler üfüre üfüre şeyhin gözünü kaldırır derler ya, o hesap. Wall Street’te biri aksırsa biz burada inceden inceye kıllanır olduk ya iyice. Kendi kendimize kaygılar üretip, “Şimdi acaba benzine mi yüklenecek bunun neticesi yoksa ekmek mi zamlanacak?” türünden endişeler yumurtluyoruz ya. Birazcık buna kulak kabartan elin coni’si de ister istemez, “Bi üfürsem taş üstünde taş bırakmam,” hissiyatına kapılıyor tabii ki. Ve soğumuyor insanın içi aşağıya yukarıya bakıp yetmişiki milletin sırtında Yanki görmekle. Öyle bi tarafı vardır ya insanoğlunun, “En azından sadece ben değilim bu muameleye maruz kalan” diye düşünüp sırtındaki keneyi kabullenilebilir bi’şeymiş gibi görür. Fakat ense kökünde acı duyan birkaç kendini bilmez durumdan rahatsız olup itiraz ediyor işte. İnsanı daha da bi kıllandıran bu duruma bu şekilde katılmaması gerektiğini düşündüğün kimselerin sergiledikleri tavır oluyor. Baksanıza koca Fidel bile açıklama yapmış sonuçtan duyduğu memnuniyeti dile getirir doğrultuda. Kocamışlıktan kaynaklanan hoşgörüyle öyle söylemiştir deyip sindiremiyor insan ne yaparsa yapsın. Navajo’lardan bu yana adam kırmayı alışkanlık haline getirmiş bir kültürün günahını, en yakın örnektir diye zavallı buş’a yükleyip, “Ulan en azından bunun kadar merhamet yoksunu değildir,” demek safdillikten başka bi’şey değil bence. Yok yok zavallı sıfatını laf ola beri gele kullanmadım, eleman dürbünün kapaklarını açmayı düşünemeyecek kadar zavallıydı gerçekten. ‘Siyahi başkan’, bilmemne diyerek pozitif ayrımcılık yaptığını zannedenler de, kondoliza’yı, pavıl’ı göz önüne getirip bi kez daha düşünsünler lütfen. En birinci seçim vaadi değişimmiş ya öğrendiğimiz kadarıyla, hiçbi’şeyin değişmediğini üç günde anlayacağımızdan adım gibi eminim ben. Neyse ki en korktuğum şey gerçekleşmedi. Müslüm Baba Amaral’dan Pascal’a kadar koyu esmer kimselere meftun olan Çarşı’nın gündemin gözünü çıkarma alışkanlığıyla bu mevzuda da bişeyler söyleyeceği telaşım vardı ama olmadı çok şükür. Onlar daha derinlikli olduklarını bir kez daha ispat edip, insanı insanlığından tiksindiren, adamı kendi cinsiyetinden soğutan bir mevzuda son noktayı gayet net biçimde koydular. Kocaeli maçının seksenbeşinci dakikasında bütün kapalı şu şekil bağırdı: “Ondan bundan çocuğu USAin üzmez!”
19
DÜNYA TURU
VENEZÜELLA
2
5 Kasım günü, devrimci örgüt Unidad Socialista de Izquierda (USI-Sosyalist Sol Birlik) ve sendika la Unión Nacional de Trabajadores (UNT) üyesi devrimciler Richard Gallardo, Luis Hernández ve Carlos Requena katledildi. Üç devrimci, UNT sendikası adına Aragua eyaletinin Cagua kentinde ‘Alpina’ gıda tesislerinde direnen 400 emekçiyle birlikte mücadele ediyordu. Üç devrimci, Venezüella polisinin Alpina emekçilerini işgal ettikleri fabrikadan çıkarmak için gerçekleştirdiği saldırıdan sadece birkaç saat sonra ölü bulundu. Öldürülen devrimcilerden Richard Gallardo UNT’nin Aragua eyaletindeki başkanıydı. Luis Hernandez’le birlikte yerel seçimlerde USI adına aday olmuştu. UNT, yaptığı açıklamada, öldürülen devrimcileri, “İşçi hakları için mücadelede yeri doldurulamaz militanlar,” olarak tanıtırken, “Patronlardan, hükümet
Luis Hernandez (solda) ve Richard Gallardo (sağda), Carlos Requena ile birlikte, Alpina gıda tesislerindeki direnişte öldürüldü. Üç işçi lideri, tehditlere rağmen direnişleri yönetiyordu...
ve devlet içindeki işçi düşmanlarından ve bürokratlardan aldıkları ardı arkası kesilmeyen tehditlere bir an için bile
URUGUAY/KOSTARİKA
Orta Amerika’da muz plantasyonlarıyla ünlü çok küçük bir ülke olan Kostarika’da serbest ticaret anlaşması TLC’ye karşı düzenlene miting ve gösterilere dev kalabalıklar katılıyor...
Uruguay Küresel krizin getirdiği sorunların biri olarak sağlık sorunu Uruguay’da yapılan sağlık forumunda ele alındı. 1100 sağlık emekçisinin büyük çoğunlukla vardığı sonuç, grevin devam etmesi yönünde oldu. Sağlık emekçilerinin
20
talepleri, maaşların derhal ödenmesi ve emekçi denetimi altında kamulaştırmaların yapılmasıydı. Kostarika Kostarika’da üniversitelerde, öğrenci hareketi tekrar yükseliyor. Eğitimin parasız olması gerektiği ve neo-liberal politikalardan korunması gerektiğini savunanların mücadeleleri devam ediyor. Hedefleri, eğitimin sosyal ve adil yönünün tekrar yaratılması, parasız ve herkese açık olması olan Movimiento Estudiantil – Öğrenci Hareketi, Kosta Rica’nın en önemli üniversitesi olan Kosta Rika Üniversitesi’nde yapılan seçimlerde Arias hükümeti yanlılarına karşı bir zafer kazanmış durumda.
boyun eğmemişlerdi,” ifadelerini kullandı. Venezüella’da son iki yıl içinde USI üyesi toplam yedi devrimci
ARJANTİN
A
rjantin, Emekli Sandığı’nı kamulaştırdı. Hükümet 13 yıldır yolsuzluklarla boğuşan kurumu uluslar arası iktisadi kriz nedeniyle tekrar kamulaştırdı. Uluslararası İşçi Birliği – Dördüncü Enternasyonal’in Arjantin örgütü Sosyalist İşçi Cephesi (FOS - Frente Obrero Socialista) halkı, emeklileri soyanların soruşturulması ve cezalandırılması için mücadele ederken, gerçekleştirilen kamulaştırma nedeniyle kapitalistlere tazminat ödenmemesini, küresel krize karşı dış borç ödemelerine son verilmesini, tüm banka ve finans kurumlarının da,
sendikacı öldürüldü. Şimdi UNT sendikası hayatlarını devrimci mücadeleye ve patron rejimine karşı savaşa adayan yoldaşları için adaletin yerini bulmasını istiyor. Venezüellalı emekçiler ve Latin Amerika kıtasına yayılmış pek çok devrimci parti, hem yerel hem de ulusal otoritelerden derhal bir soruşturma başlatılması ve sorumluların cezalandırılması çağrısında bulundu. Venezüella’da Başkan Chavez’in sol söylemine rağmen işçi sınıfının durumu giderek daha da kötüleşiyor; işçilerin kapitalist işletmelere karşı giriştiği mücadeleler ve eylemler ise polis saldırısıyla karşılaşıyor. Latin Amerikalı devrimci örgütler, işçilerin iktidarda olmadığı, dahası devrimci işçi liderlerini öldüren bir rejimin sosyalist olamayacağını vurgulayarak, Venezüella’da işçi sınıfı iktidarı için mücadelenin esas olduğunu savunuyor…
Emekli Sandığı gibi kamulaştırmasını talep ediyor. Emekçiler ve halkın, bu skandallar ve hortumlamaların bitmesiyle, hayatları boyunca verdikleri emek karşılığında emekliliklerinde ellerinde hiçbir şey kalmaması riskinin sona ermesinden duydukları memnuniyet dikkati çekerken, hükümete olan güvensizliğin son bulmadığını ayrıca belirtmek gerekiyor. FOS, mecburiyetten, lütfederek kamulaştırmayı yapan hükümetin bu gibi eylemlerinin devam etmesi için mücadeleye de devam etme gerekliliğini vurguluyor.
Hazırlayan: BiLGESU SÜMER
PORTEKİZ
1
5 Kasım’da Lizbon’da yaklaşık 120 bin öğretmen yürüyüş yaptı. Hükümetin öğretmenlerin performanslarının değerlendirmesinin değerlendirilmesi için (!) sınav yapılması önerisine karşı farklı eğitim emekçilerinin oluşturduğu gruplar miting kararı almıştı. Açıkça öğretmenlerin aleyhine bu türden uygulamalar dayatmak isteyen hükümete karşı eğitim sendikalarının çalışmaları ve eylemleri devam ediyor. Eğitim emekçilerinin kurduğu APEDE üyelerinden biri yaptığı açıklamada, “APEDE birliktelikten yana; fakat birlikte hareket etmek öğretmenlerin mücadelesini bitirmemesi ve onları yasalara uymaya zorlamaması gerekli. Birlikteliğin içeriği emekçilerin ve Portekiz’deki eğitim kalitesinin çıkarlarını savunmak olmalıdır,” diye konuştu.
ORTADOĞU
Filistin Hamas kontrolündeki Gazze Şeridi, Hamas-İsrail çatışmalarının tekrar alevlenmesi ve ateşkesin bozulması nedeniyle, tekrardan İsrail tarafından abluka altına alındı. Tam anlamıyla bir insanlık suçunun işlendiği bu engellemelerle, Filistinliler en basit gıdalardan bile mahrum bırakılıyor. Hamas’ın ve İsrail’in birbirlerini karşılıklı suçlamaları arasında sıkışıp kalan Filistinlilere, ne çevredeki ülkeler, ne de dünya kamuoyu somut bir çözümle gelemiyor. Yıllardan beri güttükleri emperyalist ve savaşkan tutumlarının sonucu olarak, Amerikan-İsrail işbirliği koskoca bir halkı cezalandırma hakkını hâlâ kendinde görüyor. Mısır İsrail’in, Mısır’dan 20 yıl boyunca ithal edeceği doğalgaz anlaşması, Mısır’da bir mahkeme tarafından iptal edildi. Sabit fiyattan satılması planlanan doğalgaz antlaşması bir hayli tartışmalıydı. İptal kararı, İsrail’den sonra Gazze Şeridine girişlerin mümkün olduğu tek yer olan Mısır’ın, “İsrail’e var da, yakıtsız, elektriksiz ve gıdasız bırakılan Filistinlilere yok mu?” dedirten ikiyüzlü ve işbirlikçi politikalarına karşı büyüyen muhalefetin bir zaferi olarak görülüyor. Yemen Yemen’in başkenti Sanaa’da muhalefetin yaptığı gösteriye polisin müdahale etmesiyle polisler de dâhil olmak üzere birçok insan yaralandı. Nisan’da yapılacak seçimlere kadar muhalefet ve iktidarın anlaşmaması ve iktidar partisi başkanı Ali Abdullah Salih’in vaat ettiklerini yerine getirmemesi durumunda ülkenin daha vahim sorunlara sürükleneceğinden korkuluyor. İslamcı El-İslah Partisi ile Yemen Sosyalist Partisinin başını çektiği ‘Ortak Forum’ isimli muhalefet uzun süredir Yemen’deki gösterilerin başını çekiyor. İsrail Livni, İsrail Dışişleri Bakanı, hakkında yolsuzluk iddiaları ve suçlamaları bulunan Olmert’in artık başbakanlığı bırakması yönünde çağrı yaptı. Olmert’in geri çekilmesiyle başbakanlığa geçeceğine kesin gözüyle bakılan Livni’nin önünde yeni bir koalisyon kurma sorunu duruyor. İsrail Başbakan’ın akıbeti ve koalisyonun belirsizliği, Gazze Şeridi’nin ablukası ve genel olarak Filistin otoriteleri ile yapılan müzakerelerde çözümsüzlüğü üzerinde büyük etkisi var.
SONER GOLYALI
Dolaştığım toprak, özlediğim yer: FAMAGUSTA
A
radan 34 yıl geçti, dilde kolay! Sokaklarında ne bir çocuk oynadı bu sürede, ne de kediler sığınacak bir yuva buldu kendilerine. Yaseminler, limon ağaçları kaderlerine terk edildi. Tıpkı koca kenti boydan boya kuşatan beton binalar gibi. Akdeniz’in en güzel sahillerinden biri Türk Ordusu’nun özel bir plajı; otelden bozma orduevi, hayalet kentin simgesi haline geldi. Otellerdeki tüm eşyalar birer ikişer kaçırıldı, on yıl süresince. Bizzat ordunun himayesinde binaların kapıları, pencereleri söküldü, mağazalar soyuldu. Ganimet olarak addedilen kap-kacak, çatalbıçak, yüksek rütbeli subayları için düzenlediği ‘seçkin’ davetlerde onyıllar boyunca kullanıldı. İnsana ve insanlığa ait ne varsa onyıllar boyunca talan edildi. İnsana ve insanlığa ait ne varsa bu kentin içine girmesine izin verilmedi. Tahmin etmeniz zor değil, bu kentti. Dünyada var olup olmadığı bilinmez ama bir eşi, adı Varoşa. Şimdilerde ona Maraş deniyor. Ama kahramanlığı eksik. Kendisine sorulma fırsatı bulunsaydı, eminim kendisi de kahraman olmak istemezdi. Deniz ve turunç çiçeklerinin kokusu arasında, tüm dünyadan gelen sevgililerin, en mutlu günlerini geçirdikleri yer olarak kalmayı, verilecek her türlü payeye ve ‘şeref ’ madalyasına tercih ederdi. Yine eminim sokaklarında çocukların oynamaya devam etmesini; ocaklarında aşların pişmesini; okullarda, sokaklarında, evlerin yatak odalarında, oturma odalarında, mutfaklarında, bodrum katlarında, tavan aralarında,
balkonlarında, kavşaklarında, kahvehanelerinde, bakkallarında tilkilerin, farelerin, yılanların değil, insanların dolaşmasını tercih ederdi. Binalarının harabeye dönmesini, her köşesine mevzi yapılmasını, çepeçevre her yanını dikenli tellerle kuşatılmasını değil, herkesin her köşesini özgürce dolaşabilmesini tercih ederdi. Yaşananlar, kadim çağlardaki muzaffer kralların kendilerine karşı çok direnen kenti tamamen yıkıp lanetlemesi, tüm çevresi ile kenti tanrılara kurban etmesi, toprağa yaban otları ekerek yerleşimi yasaklamasını anımsatıyor. Kadim vahşetlerin üzerinden, binlerce yıl geçmiş olsa da liberallere kulluk eden general ve kompradorlar, vandallıklarını, kan emiciliklerini kutlamaktan da bir an olsun geri kalmıyorlar. Dilde kolay, aradan 34 yıl geçti. Kalkmadı, sürüyor hala Varoşa kentinin laneti. Peki her şey yolunda giderken ve sözde pazarlıklar için koskoca bir kent rehin alınmışken, 27 Kasım,2008 gecesi, AnorthosisWerder Bremen maçında 2 bin apartmanı simgeleyen 2 bin pankart açılması ve 22 bin kişinin hep bir ağızdan, “Dolaştığım toprak, özlediğim yer Famagusta,” diye şarkı söylemesi, niçin birilerini rahatsız etti? Olay, spor müsabakalarına siyaset karıştırıldı diye bir kaç protesto ile geçiştirilmeye çalışılmışsa da, Kıbrıs’taki işgalin gerçek yüzü ya da ölü kentin hayaleti kendini bir kez daha gösterdi. Böylece ölü kent Türkiye’nin Kıbrıs politikasının ve adadaki 34 yıllık geçmişinin simgesi haline dönüşüverdi…
21
VESiLE ÖZDEM
1
1973, Politeknik Üniversitesi, Atina...
973 17 Kasımı’nda, Yunanistan’ın başkenti Atina’nın göbeğinde bulunan Politeknik Üniversitesi’nde, önce işgal ve ardından da ayaklanmalar patlar verir. Çünkü ülkede 6 yıl süren bir askeri yönetim, yani cunta vardır. Aşağıdaki yazıdan da anlayabilirsiniz olanları. O zamandan bu zamana her yıl Politeknik Üniversitesi çevresinde 14 Kasım’da anmalar ve kutlamalar başlar. Örgütler ve gruplar stantlar açar. Dergiler, gazeteler, broşürler satılır, dağıtılır. 17 Kasım’a gelindiğinde, herkesin katıldığı devasa bir kortej oluşturulur. Buradan hareketle, aşağı-yukarı 7 kilometre uzaklıktaki ABD konsolosluğu önüne kadar sloganlar atılarak yürünür… Aynı coşku ve heyecanı yaşarlar ve yaşatırlar. Bu arada anmadan geçemeyeceğim bir anımı paylaşmak isterim. Bir gerekçeyle
İşgal edilen üniversitelerin tepelerine ÖZGÜRLÜK yazdı öğrenciler...
1986 Kasımı’nda oralardaydım. Böyle bir olaya tesadüf de olsa tanıklığım var. İnsanı hemen içine çeken bir coşku ve heyecan havası… Onca kalabalık içinde
unutamadığım görüntü ise; epeyce yaşlı, yürümekte bile zorlanan ve sık sık yol kenarına oturup dinlenerek ama hep ilerleyen bir amca… Gözleri ışıl-ışıl… Kısa
bir mesafeden onu izliyorum, gözlerimi alamadan… Sık sık takma dişlerini çıkarıyor ve o zamanlar anlayamadığım dillerinde sloganlara eşlik ediyor avaz avaz… Sonra tekrar yerleştiriyor dişlerini ağzına… Sonra, tekrar ve tekrar… Gidip öpesim geldiydi… Yapamadım tabii… Ama bu dili öğrenme isteğime katkısı kocamandır. Bildiğimi bile söyleyemem Yunancayı… Bu nedenle çeviri dili kötü gelebilir kimilerine. Niyetim, içindeki özü aktarmak sadece. Başlangıçtaki birçok şey nasıl bildik ve tanıdık… Ama özeti şu: Yunanistan, cuntayı devirdikten sonra, cuntacıları yargılayıp hapseden ender ülkelerden biridir. Darısı bütün ülkelerin başına! *Yazı, Yunanistan’da 15 günde bir çıkan Ergatiki Aristera (İşçi Solu) adlı dergideki Katerina Pandali’nin yazısından çeviridir.
17 Kasım bize yol gösteriyor...
1973, Yunanistan’da askeri diktatörlüğün altıncı yılıydı. Tüm politik ve sendikal özgürlükler kaldırılmış; grevler, yürüyüşler ve gösteriler yasaklanmış; sendikalar ve partiler kapatılmıştı. Dönem, terör, tutuklamalar, işkenceler ve askeri sorgulamalarla geçti. Hapishaneler ve ıssız adalar, solun ve mücadelenin militanlarıyla dolduruldu. Resmi güvenlik, fabrikaları, okulları ve mahalleleri gözü gibi ‘kolladı’! Dönem, aynı zamanda ABD emperyalizminin, yönetim olarak kendine en iyi ‘yandaş’ bulduğu dönemdi. Cuntacıların en büyük hatası bu oldu. Özellikle bu nedenle hiçbir zaman toplumun tüm kesiminden destek alamadı. 1970-72 ve 73 yıllarında baş gösteren ekonomik krizlerle halk da kıpırdanmaya başladı. Önce troleybüs, elektrik idaresi ve matbaalarda olmak üzere ufaktan grevler başladı. İnşaat ve banka sektörleri de kaynıyordu. 1973’de, kimi bölgelerde artık çiftçiler de başkaldırıyordu. Bu arada cunta yönetimi, gençlikle de çok büyük sıkıntılar yaşıyordu. Genele bakıldığında durum pek iyi görünmüyordu; özellikle burjuvazi ve cunta destekçilerinin canını çok sıkan bir görüntü ortaya çıkmaya başlamıştı. Cunta meclisi, kendi denetiminde bir ‘rejim değişikliği’ için, kötünün iyisi bir politik oyuna kalkıştı: Halka küçük küçük özgürlükler sunmaya başladı; burjuva muhalefetle diyaloglar kurmaya çalıştı. Bu arada, bu diyaloglara Yunan iç ve dış komünist partileri de (KKE ve KKEes) katıldı. İşte bu cunta denetimli ‘rejim değişikliği’ Politeknik ayaklanmasının gerçekleşmesine vesile oldu. Bu da gelecekteki bütün mücadelelerin ‘temeli’ anlamına geliyordu. 1973 yılı cunta ve şürekâsı için çok kötü başladı. Öğrenci hareketleri mücadeleyi hızlandıran en büyük etkendi. Hukuk
22
Fakültesi’nde 21 Şubat ve 20 Mart’ta iki işgal yaşandı. Bu işgaller cuntayı devirmeye yönelik hareketin dönüm noktalarıdır. Binlerce öğrenci, Atina’nın göbeğindeki Solonos binasını işgal ederek, ‘Kahrolsun cunta!’ diye bağırmaya başladı. Polisin ve faşist örgütlenmelerin saldırılarından hemen önce binlerce sivil insan, öğrencilere destek vermek amacıyla, Hukuk Fakültesi önünde toplanıyordu. Bu iki işgal üzerine çeşitli baskılar uygulandı elbet! Ama önemli olan, mücadele açığa çıkmaya başlamıştı.
Sıcak saatler!..
Hukuk Fakültesi’ndeki olaylara paralel olarak Politeknik ayaklanması da Çarşamba, 14 Kasım 1973’de başladı. Öğle saatlerinde,
Hukuk Fakültesi’ne, Politeknik Üniversitesi’nin önüne polis barikatları kurulduğu haberi gelir. 500’ün üzerinde öğrenci, cuntaya ve teröre karşı sloganlar atarak yürüyüşe geçer. Politeknik Üniversitesi’nin önüne vardıklarında, polisle çatışma çıkar. Bu çatışmaya rağmen göstericilerin en azından yarısı, polis barikatlarını aşıp Politeknik’in içine girmeyi başarır. Cunta yönetimi, herhalde, “Nasıl olsa kısa sürede pes ederler,” düşüncesiyle hemen harekete geçmez. Lakin tam tersine, akşam saatlerine doğru 20 bin kişi Politeknik etrafında toplanmaya başlar. Attıkları sloganlardan göstericilerin kim oldukları bellidir: ‘Kahrolsun cunta!’, ‘Faşizme ölüm!’, ‘ABD, defol!’, ‘Halkım açsın, neden onları asmıyorsun!’, ‘İşçiler-çiftçiler-öğrenciler…’, ‘Ekmek-eğitimözgürlük…’, ‘Dayanışma ve devrim!’... Ve
akşam saatlerindeki işgal görüntüleri: Otobüs ve troleybüslerden yükselen devrimci sloganlar; arabalar ve yayalar, dağıtılan binlerce el yazımı bildirileri alıp heyecanla okuyordu… 17 Kasım’ın tohumlara atılmaya başlamıştır. Bu ilk adımda en önemli rolü elbette örgütler ve devrimci sol oynadı. Onlar, işçi sınıfına ve gençliğe kendilerindeki güce inanmalarını sağladı. Birlikte, Politeknik ayaklanmasını, bir öğrenci işgalinden, uzun yıllar boyunca kendisini hissettirecek olan bir politik yapılanmaya taşıdı. Olaylar, aşağı-yukarı bu şekilde, Cumartesi 17 Kasım’a kadar sürdü. Ülkenin her yanından yüz binlerce insan, Atina merkezine doluştu. Öncülük işçiler, öğrenciler, gençlikteydi. Daha da önemlisi, yollara kurulan barikatlarda cuntayı devirecek olan ilk mücadeleyi onlar başlattı. Bu başlangıçta kendine güven, birliktelik, cesaret, umut ve heyecan en önemli rolü oynuyordu. Elbette ki bütün bunları geriye püskürtmek için tankların saldırısı ve birçok ölü vermemiz; bunun yanı sıra da gençliğin çatışmaları sokak aralarına kadar taşıması gerekecekti.
Beklenen son…
17 Kasım 1973’den sonra cunta direnemedi… 1974 Temmuzu’nda düştü... Devam eden sürecin gidişatını Politeknik direnişi belirledi… Yükselen işçi sınıfı mücadelesi sermayedarları birçok alanda ödün vermeye zorladı: Çalışanların ücretlerine zam yapıldı; oy kullanma, sol hareketin legalleşmesi, özgür sendikacılık, sosyal haklar ve özgürlükler… Politeknik ayaklanması olmasaydı bu rejim değişikliği hiçbir zaman gerçekleşemezdi… Hatta bugün bile bize, kapitalizmin ve liberalizmin saldırılarına nasıl cevap vereceğimizi gösteriyor hâlâ: Diyalogla ya da onların koydukları sınırlar içinde değil; yukarıdan denetlenmeyen ama örgütlü ve sola dayalı bir hareketle…
AHMET DOĞANÇAYIR Dünyanın belli bölgelerinde işçi sınıfı hareketinin iktidara geldiğini ve emperyalist saldırıları savuşturduğunu varsaysak bile, tek tek ülkelerde mutluluk adaları yaratılamaz çünkü bir dünya sistemi olan kapitalizmin çılgın işleyişi, bir bütün olarak gezegendeki canlı hayatı hızla yok oluşa doğru sürüklemektedir...
Enternasyonalle kurtulur insanlık!.. D oğuşundan itibaren kapitalizm dünya pazarına yöneldi. Uluslararası ticaretin uzmanlaşması, manifaktür üretiminin sanayileşmiş ilk kapitalist ülkelerce dünyanın geri kalanına taşınması, azgelişmiş ülkelerden mal ithalatı, bu ülkelerde pazarın fethi, kapitalist üretim tarzının her adımına eşlik etti. Kapitalizmin emperyalist aşaması ise bu eğilimi daha yüksek bir düzeye çıkardı. Başka deyişle, kapitalizm bir dünya sistemi yarattı. Dolayısıyla, onun yerini alacak olan bütün üstün toplumsal sistemler bu konuda emperyalist sistemden daha enternasyonal karakterde olmak zorundadır. Bu nedenle, tek tek ülkelerde devrimler gerçekleşebilir ama sosyalizmin tek bir ülkede tamamlanması mümkün değildir; bu anlamda, ‘tek ülkede sosyalizm teorisi’ yalnızca siyasal açıdan değil, doğrudan doğruya ekonomik açıdan da hayalidir. Geçtiğimiz yüzyılda yaşananlar bunun kanıtıdır… Çokuluslu şirketler kendi içlerinde uluslararası bir iş bölümü örgütlüyor. Yedek parçaları bir kıtada üretiyorlar ve bir başkasında montaj zincirini ellerinde bulunduruyorlar. Bir diğerinde ise ‘call center’ kuruyorlar. Ürünlerinin imalatını bir ülkeden ötekine, olmazsa bir kıtadan ötekine aktarıyorlar. Birçok sanayi dalı bugün öylesine bir teknoloji düzeyine ulaşmış bulunuyor ki, aynı anda birçok ülkeyi kapsayan bir pazar için çalışmadıklarında bir tek makineyi bile kârlı bir şekilde kullanamıyorlar. Doğası gereği, yani özel mülkiyet ve rekabet, sömürü ve eşitsizlikle olan bağları nedeniyle kapitalist sınıfın, insanlığın sorunlarına dünya çapında bir çözüm bulma imkanı, dahası niyeti yoktur. Üretici güçlerin nesnel uluslararalılaşması ile ulusal devletlerin yaşamaya devam etmeleri arasındaki çelişki, uluslararası mekanizmalar ve uluslararası kurumların bütün türlerince kısmen doldurulmuş olsa da, bu kurumların çalışma biçimleri ve mekanizmalarının işleyişi genelde sermaye yararına ve dünyanın bütün sömürülen ve ezilenlerinin aleyhinedir. Üretici güçlerin ve sermayenin uluslararalılaşma düzeyi yükseldiği ölçüde sınıf mücadelesinin kendisi de o denli uluslararası olmak zorundadır. Henüz 19. Yüzyıl yarısında patronlar ya yabancı ülkelerdeki siparişleri transfer ederek, ya da yabancı el emeği ithal ederek grevleri
kırmaya çalıştı. Grevciler tarafından bir milliyetçi tepki olarak gelişen ‘yabancı’ları düşman ilan etme eğilimi patronlar lehine rol oynuyordu. Grevlerde ise tam anlamıyla ters tepiyordu. Uzun vadede bu ‘yabancı’ düşmanlığı, ancak farklı milliyetten emekçiler arasında mücadeleye yol açan, işçi sınıfı içinde rekabet yaratan, işçi sınıfını sürekli bölmeye çalışan kapitalist sınıfa daha çok avantaj sağlayan bir işlev görüyordu. Farklı milliyetlerden emekçiler arasındaki rekabet sermayenin işine yarıyor, emeği ise bölüyordu.
sınıfının dünyanın her tarafındaki ileri atılımlarına karşı, başta ABD olmak üzere emperyalizmin doğrudan ya da dolaylı müdahalelerine sahne olmuştur. Devrimlerin ve karşıdevrimlerin bu uluslararası niteliği, bir devrimci enternasyonalin gerekliliğinin siyasal temelini oluşturur. Ulusal bir devrimin başarısı yalnızca ulusal unsurlara bağlı değildir. Her ülke milyonlarca bağla uluslararası ekonomiye ve siyasete, hatta askeri ilişkilere bağlıdır. Bu nedenle, devrimci bir hareket, sırf ulusal durumu değil, uluslararası durumu da hesaba katmak zorundadır. Toplumsal kurtuluş için ayaklanan işçi sınıfı ve yoksullar, dünya çapındaki emperyalist ittifaklara ve onların iktisadi, siyasi, askeri saldırılarına dağınık bir biçimde ve yalıtılmış olarak karşı koyamaz. Bu durum, bir kez daha, işçi sınıfının devrimci örgütlenmesinin enternasyonal bir nitelik taşımak zorunda olduğunu ortaya koyar…
Marx’tan beri...
Yaşanan deneyimler emekçilere bu kapitalist manevralar karşısındaki en iyi cevabın sendikal örgütlenmeleri ve grevleri uluslararası düzeye yaymak olduğunu hızla öğretti. Marx ve Engels’in 1864’te Uluslararası İşçi Birliği’ni (Birinci Enternasyonal) örgütlemelerindeki temel neden de buydu. Kapitalist sınıfın aksine, özel mülkiyetin varlığı ile bağlantılı olan rekabetle işçi sınıfının hiçbir bağı yoktu. Emeğiyle çalışması ve sınıf düşmanına karşı kendini koruması tarafından belirlenen temel çıkarları, dayanışma ve işbirliği üzerine kurulmuştu. Sermaye gitgide uluslararası ölçekte yaygınlaşırken, sınıf mücadelesini de gitgide uluslararası hale getiriyordu. İşçi sınıfı, bütün iplerin sermayenin elinde olduğu hileli bir oyunda önceden yenik düşmemek için işbirliği ve dayanışmayı uluslararası düzeye yaymak zorundaydı: Proletarya enternasyonalizmi!.. Bu nedenle, işçi sınıfının devrimci örgütlenmesinin olmazsa olmazı, Birinci Enternasyonal’den beri, işçi sınıfı mücadelesinin uluslararası birlik ve dayanışmasıdır. Elbette tarih, doğrusal gelişen bir süreç değildir. Enternasyonalizm zaman zaman işçi sınıfı içinde zayıflayan bir eğilim oldu; milliyetçilik, şovenizm yükseldi. Bugün de, Sovyetler Birliği’nin önce bürokratikleşmesi, ardından da dağılması işçi sınıfı bilincini sınıf mücadelesinin nesnel ihtiyaçlarının oldukça uzağına itti. Burjuvazi ve ona hizmet eden işçi bürokrasileri emekçileri bölmek için ortak sınıf düşmanlarına karşı birleşmeleri yerine birilerini ötekilerin karşısına dikerek milliyetçiliği, şovenizmi, ırkçılığı, etnik ve dinsel farklılıkları kullanmayı başardı. Ama bunun böyle olduğu her
İkilem değişti
durumda, işçi sınıfının uluslararası görevlerini başaramadığı her seferde, yalnızca kapitalistlerin kârlı çıktıkları ve emekçilerin ise büyük kurbanlar verdikleri tecrübeyle sabittir. Bugün çokuluslu şirketler üretimi dünya ölçeğinde örgütlerken, siyaset her şeyden önce dünya siyasetiyken, işçi sınıfının acil ekonomik çıkarlarının savunulması ile ilgili sorunları bile ulusal planda çözme girişimleri gitgide çok daha güç hale gelmektedir. Proleter enternasyonalizminin zorunluluğunun nesnel nedeni çok basittir: Sınıf mücadelesi öyledir ki, bir sınıfın her bozgunu ötekinin zaferi haline gelir. Bu yalnızca ulusal olarak değil, uluslararası olarak da doğrudur. Burjuvazi bunun çok iyi farkında. Burnjuva siyasetçileri son derece gelişkin bir ‘enternasyonal bilinç’ geliştirmiş durumda. Onların karşıdevrimci örgütleri ve hareketleri tamamıyla uluslararası bir nitelik taşıyor. Farklı kesimleri arasındaki çelişkiler ne kadar derin olursa olsun, mesele işçi sınıfına karşı birleşmek olduğunda hemen yekvücut olabiliyor, karşıdevrimci saldırılarda elbirliğiyle çalışabiliyorlar. İşçi sınıfı ise, tersine, önce sosyal-demokrat, sonra da bürokratik liderlikler
tarafından bölünerek ulusallığa hapsedilmiş, mücadeleleri ciddi bir biçimde frenlenmiştir. Ve emekçiler enternasyonal yükümlülüklerini yerine getiremediği her seferde büyük yıkımlarla karşılaşmıştır.
Karşıdevrime bakın!
Elbette işçi sınıfının enternasyonal bir örgüte gereksinimi yalnızca dünyanın ekonomik gerçeklikleri üzerinde temellenmez. Aynı zamanda sınıf mücadelesinin bütün gerçekliği üzerinde temellenir… En azından 20. Yüzyıl başından itibaren kapitalizmin iç çelişkilerinin artması, derin krizleri ve şiddetli patlamaları beraberinde getirdi. Kapitalizmin emperyalist evresi, bir devrimler ve karşı devrimler çağını başlattı ve savaşlar gibi devrimler ve karşıdevrimler de gitgide uluslararası bir nitelik kazandı. 20 Yüzyıl’da önemli hiçbir devrim uluslararası gelişmelerce etkilenmeksizin meydana gelmedi ve her devrimci gelişme başka ülkelere de yayıldı. Aynı şekilde karşıdevrim de uluslararası ölçekte örgütleniyor. Hitler’in İspanya iç savaşı sırasında Franko’ya olan desteği bunun en tipik örneğidir. Yakın dönem de, işçi
Enternasyonalin zorunluluğu, aynı zamanda insanlığın yaşadığı krizin çözümü için sosyalist bir dünya devrimine olan ihtiyaçtan da kaynaklanır. Dünyanın belli bölgelerinde işçi sınıfı hareketinin iktidara geldiğini ve emperyalist saldırıları savuşturduğunu varsaysak bile, tek tek ülkelerde mutluluk adaları yaratılamaz çünkü bir dünya sistemi olan kapitalizmin çılgın işleyişi, bir bütün olarak gezegendeki canlı hayatı hızla yok oluşa doğru sürüklenmektedir. Buna yine gezegen ölçeğinde bir yanıt verilebilir. Başka deyişle, eskiden insanlığın önünde ‘ya sosyalizm, ya barbarlık’ olarak duran ikilem, bugün geldiğimiz aşamada ‘ya sosyalizm, ya ölüm’ olarak güncellenmiştir. Lenin’in, “Kapitalizmi yıkmak gerekir. Eğer yıkılmazsa her zaman bir çıkış yolu bulabilir,” sözünü hatırlayalım ve o ‘çözüm’ün zamanında Nazi toplama kamplarında ve büyük emperyalist savaşta ölen 100 milyon insan, Afrika ve Asya’ya yayılmış açlık ve salgın hastalıklar ya da tüm dünyayı saran savaş ve iç savaşlar olduğunu bir kez daha gözümüzde canlandıralım. Kapitalizmi dünya ölçeğinde yıkacak bir Enternasyonal’e, yani işçi sınıfının uluslararası devrimci partisine olan ihtiyacı bu manzaradan daha iyi hiçbir şey gösteremez…
23
G
enç bir devrimci namzetinin duyduğu coşku, farklı motivasyonlarla, farklı gerekçelerle, açığa çıkmış olabilir. Ama bu coşkunun içinde, adaletsizliğe, zorbalığa, sömürgenliğe karşı öe, özgürlük ateşi, eşitlik arzusu vardır. Genç devrimcilerin, sola ilgi duyan genç işçi ve öğrencilerin çoğunluğu, Marksizme masa başı okumaları, kolejli değerlendirmeleri ve entelektüel sohbetlerden değil, bu öeden ve içlerindeki özgürlük ateşinden dolayı ilgi duyar. Hemen hepimiz, devrimcilerle ilk temasımızı, önümüze ilk çıkan ve bizim coşkumuza yanıt veren, olumlu örnekler olarak gördüğümüz abilerimiz, ablalarımız aracılığıyla kurmuşuzdur. Peki ya sonra?.. Sonra ne yazık ki sola bulaşmış ve bizim adaletsizliğe, zorbalığa, sömürgenliğe karşı öemizle, özgürlük ateşimizle, eşitlik arzumuzla hiç de ilgisi olmayan davranış biçimlerinin kronik birer hastalık olduğunu fark ettik hepimiz: Sol içi çatışmalar, ayrılanları dövmeler, eleştirenleri tasfiye etmeler… Devrimci dayanışmanın en yoğun yaşanması gereken cezaevlerinde gerçekleştirilen cinayetler, örgüt içi infazlar… Bütün bunlar nasıl girdi işin içine? Hemen söyleyeyim, tüm bu saydığım davranış biçimleri Marksizme yabancıdır; ve dahi, Rusya’da 1917’de Büyük Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren Bolşevikler, aynı zamanda işçi sınıfı içinde üstün bir ahlak da geliştirmişti. Bolşevikler, Çarlığa, Çarlığa göbekten bağlı sömürücü patron sınıfına, toprak ağalarına ve onların karşıdevrimci hizmetkarlarına derin bir öeyi besleyip büyütürken, işçi sınıfı, emekçiler ve devrimciler arasında tam bir demokrasiyi savundular ve dahası bunu uyguladılar da. Çarlık istibdadının en ağır yaşandığı günlerde bile, Bolşevik Partisi’nde sürekli zengin tartışmalar yaşanıyordu. Bolşevik Partisi Merkez Komitesi, iktidarı almak için düzenlenecek ayaklanma kararı da dahil olmak üzere hiçbir kritik kararı oy birliğiyle almadı. Bolşevikler arasında, devrim öncesinde, devrim günlerinde ve iktidara geldiklerinde tartışmaların bastırıldığı, farklı eğilimlerini ifade edenlerin bırakın öldürülmeyi, dövüldüğü, itilip kakıldığı tek bir örnek bile yoktu. Bolşevik gelenek buydu. Bolşevik gelenekte ‘yoldaş’ dediğin adamları ertesi gün parti çıkarları doğrultusunda doğramak falan yoktu. Bu uğursuz gelenek, 1920’lerin ikinci yarısında başlayan tasfiye süreciyle birlikte dünya işçi sınıfı hareketinin içine ‘komünizm’ adına sokuldu ve hâlâ bu belayla cebelleşiyoruz. Evet, devrim sonrasında Sovyetler Birliği’nde Bolşevik Parti’ye her türden menfaatçi doluşmaya başladı. Ekonominin ve sanayinin işlemesi, zorunlu
24
ayrıcalıklarını pekiştirme yoluna gitti. Bizim talihsiz kuşağımız, o bürokrasinin nasıl bir evrim geçirdiğini, bir zamanların şanlı Sovyetler Birliği Komünist Partisi içinden Saparmurat Niyazov ‘Türkmenbaşı’ gibi bir manyağı, Jirinovski gibi bir deli-faşisti, Putin gibi bir mafya-kapitalisti bile çıkardığını gördük…
Yenilginin başlangıcı
Stalinci bürokrasi Troçki’yi fotoğraflardan bile silerek, tarihi tamamen çarpıtma yoluna gitti. Hedef, bürokrasiye karşı işçi sınıfının devrimci iktidarı fikrini ortadan kaldırmaktı... devlet görevlerinin yerine getirilmesi için bir bürokrasiye ve teknokrasiye ihtiyaç vardı. Ne var ki, teknokrasiyle bütünleşen bürokrasi, işçilerin elinde olması gereken iktidar üzerinde giderek daha fazla söz ve etki sahibi olmaya başladı. 1924’te ölen Lenin, yaşamının son dönemini, ciddi bir tehlike arz eden bürokratikleşmeye karşı mücadeleyle geçirdi; Moşe Levi’nin ‘Lenin’in son mücadelesi’ kitabını okuduğunuzda, kısa dönemde devlet görevlerine ve hatta parti içine doluşan menfaatçiler güruhuna karşı Lenin’in ne kadar kaygılandığı görebilir ve durum karşısında hayrete düşersiniz… Lenin’in bürokrasiye karşı başlattığı mücadeleyi onun ölümünden sonra
sürdürme görevi Lev Troçki’nin omuzlarına yıkılmıştı; Troçki, Ekim Devrimi sırasında Askeri Devrimci Komite Başkanı, Petersburg Sovyeti Başkanı ve Bolşevik Parti’nin Lenin’den sonra en önemli lideriydi. İşçi iktidarını yıkmayı hedefleyen karşıdevrimci ordulara karşı, Kızılordu’yu kuran ve komutanlığını yürüten isim de Troçki’ydi. Ne var ki, bürokrasi hiç yabana atılamayacak bir güç kazanmış ve kendisine bizzat Bolşevik Parti’nin liderliği içinden temsilciler bulmuştu: Stalin… Stalin bürokrasi musibetine karşı savaşmak şöyle dursun, musibetin lideri haline geldi. Devrimci işçileri ve pek çok eski Bolşevik lideri tasfiye ederek, bürokrasinin
Evet, iş daha 1920’lerin ikinci yarısında kopmaya başlamıştı. Bürokratikleşmeye karşı mücadele gelişirken, kendisini bir işçi muhalefeti biçiminde örgütlerken, bürokrasi de kendisini örgütlüyor ve iktidarı adım adım fethediyordu. Alman devriminin yenilgisinden kan alan ve Muhalefet’e karşı bir kuşatma harekatına girişen bürokrasi, Muhalefet’in en önemli lideri olan Troçki’yi önce partiden atarak Alma-Ata’ya sürgüne gönderdi, ardından bunu yeterli görmeyerek ülkesinden sürdü. Açıkça ifade etmek gerekirse, bu ciddi bir yenilgiydi. Troçki’nin bu yenilgiyi önceden haber verdiğini de eklemek gerekir: “Devrimci harekette 1923 sonu itibarıyla, yani Alman devriminin yıkılışıyla birlikte başlayan gerileme uluslararası bir boyut kazanmıştı. Rusya’da Ekim Devrimi’ne karşı gericilik en azgın dönemindeydi. Parti teşkilatı günden güne sağa yatıyordu.” Troçki, bu koşullar altında zaferin ‘olgun bir yemiş gibi’ Muhalefet’in ayaklarının dibine düşeceğini beklemenin ‘çocukluk’ olduğunu belirtiyordu. O halde, Troçki salt onurunu kurtarmak için umutsuz bir savaşa mı girmişti? Kesinlikle hayır! Troçki’nin mücadelesi, yükselmesi kaçınılmaz olan yeni bir devrimci dalgayı zafere taşıyacak olan devrimci mirası, yani Bolşevizmin ve Ekim Devrimi’nin ilkelerini, geleneğini uzlaşmaz biçimde savunma ve uluslararası bir örgütlenmede yaşatarak geleceğe aktarma mücadelesiydi. Bu yüzden, “Uzağa nişan almalıyız” diyordu, “Ciddi ve uzun süreli bir savaşa hazırlanmalıyız.” Bürokrasiye karşı mücadelenin ikinci saası da bu temelden hareketle başlamış oldu... Troçki Türkiye’ye sürgüne gönderildiğinde, Komünist Sol Muhalefet de Sovyetler Birliği’nde oldukça ciddi darbeler almıştı; Muhalefet önderlerinin sesi bastırılmıştı, pek çoğu sürgüne gönderilmişti. Stalin’in gizli polisi GPU, zaten İstanbul’da iyice yalıtılmış durumda bulunan Troçki’nin tüm faaliyetlerini yakından izlemeye çalışıyor, öte yandan Sovyetler Birliği’nde Muhalefet’e yönelik terör ve bastırma kampanyasını aralıksız sürdürüyordu. Birkaç yüz bin kişi, ‘emperyalizmin ajanı – Troçkist’ olarak yaalanıp öldürüldü ya da sürgüne gönderildi. ‘Karşıdevrimci’
DÖRDÜNCÜ ENTERNASYONAL 1938-2008: 70. YIL ve ‘Troçkist’ diye yaalananların içinde, devrimi gerçekleştirmiş Bolşevik Parti Merkez Komitesi’nin çoğunluğu da vardı! Böylelikle, ‘komünizm adına’ kardeşkanı dökme geleneğinin de adımları atılmış oldu… Dahası var, olayların gidişatı Troçki’nin sürgün yeri ile Sovyetler Birliği’ndeki Muhalefet çevreleri arasındaki ilişkilerin ötesinde, Üçüncü Enternasyonal’e bağlı Komünist Partilerde (KP) yaşanan tartışmaların sonucuna da bağlıydı; Stalin ve yandaşları bunun bilinciyle, Sovyetler Birliği’ndeki tasfiye ve bastırma harekâtının benzerini tüm KP’lerde uygulamaya koydu. Troçki’nin önünde, yenilmiş ve darmadağın olmuş Komünist Sol Muhalefet’i toparlamak, çeşitli ülkelerde birçoğu belli tutarlılıktan uzak, tepkisel ve dağınık olarak duran muhalefet gruplarını Bolşevik ilkeler ve disiplin tepelinde bir araya getirmek gibi hayati görevler duruyordu. Troçki, 1933’te, Üçüncü Enternasyonal Almanya’da faşizme karşı hiçbir ciddi direniş göstermeden, hatta tek kurşun atmadan teslim bayrağını çektiğinde, bürokrasinin Bolşevik Parti’yi ve Üçüncü Enternasyonal’i artık iflah olmayacak ölçüde tahrip ettiği, yozlaştırdığı tespitinde bulundu. Bu tespitin politik sonucu, Sovyet bürokrasisinin devrimci proletarya tarafından bir politik devrimle alaşağı edilmesi ve işçi demokrasisi kurumlarının işletilmesi gereğiydi. Elbette söz konusu tespitin bir de örgütsel sonucu vardı; Buna göre, bürokratik yozlaşmaya uğramış olan Üçüncü Enternasyonal, ne o sırada yükselen gericiliğe karşı mücadele görevlerini, ne de ileride yükselmesi kaçınılmaz olan devrimci dalganın gündeme getireceği görevleri yaşama geçirebilirdi. Oysa, uluslararası proletaryanın, gelecekte yükselecek devrimci dalgayı doğru kanallara taşıyacak uluslararası devrimci önderliğe, dünya devrimine önderlik edecek uluslararası bir karargaha ihtiyacı vardı; bu karargahın, yani yeni bir enternasyonalin inşası zorunluydu. Yani örgütsel görev, Dördüncü Enternasyonal’in inşasıydı. Dördüncü Enternasyonal’in kuruluş çalışmaları 1938’de tamamlandı ve kuruluşu ilan edildi. Peki diğer taraa neler yaşanıyordu? Stalin, bir yandan Troçki’nin kafasına baltayı vurup öldürecek bir ajanın temin edilmesi talimatını veriyor, bir yandan da Naziler’le masaya oturuyordu. Almanya’da Naziler’in ekmeğine yağ süren ve tek kurşun atmadan teslim olan Stalinci Komünist Enternasyonal’in (Üçüncü Enternasyonal) liderliği bu kez Naziler’le masaya oturmuş, hatta Stalin Hitler şqerefine kadeh kaldırmıştı!.. Molotov ile Ribentrop Paktı (Hitler-Stalin Paktı da denir), Polonya’yı paylaşmayı da içeren
Fotoğraflardan silinen sadece Troçki de değildi. Bürokrasinin kurşuna dizdiği, sürgüne gönderdiği Lenin’in mücadele arkadaşları teker teker çıkarıldı o fotoğraflardan... bir işbirliği anlaşmasıydı; ardından Hitler anlaşmayı bozup Sovyetler Birliği’ne saldırınca, Stalin yüzünü diğer emperyalist dünyaya döndü. Bu yeni sürecin ilk adımı, Komünist Enternasyonal’in kapatılması oldu. Stalin Enternasyonal’i kapattıktan sonra yaptığı açıklamasında, “Böylelikle Hitlercilerin, Sovyetler Birliği’nin bütün dünyayı Bolşevikleştirmek istediği yönündeki iirasına bir son verilmiştir,” diyordu! Evet, doğruydu, Stalin bütün dünyayı Bolşevikleştirmek istemiyordu hakikaten. Eğer öyle bir niyeti olsaydı, Yalta ve Potsdam’da Churchill ve Roosevelt ile pazarlık masasında Yunanistan devrimini satmaz, İtalyan ve Fransız komünistlere silah bırakıp burjuva hükümetlerde yer almaları talimatını vermezdi. O ‘Bolşevikleştirme’nin
değil, bürokratik denetimi sağlamlaştırmanın peşindeydi. Bütün dünyayı ‘Bolşevikleştirmek’ isteyenler, Stalinci bürokrasinin Üçüncü Enternasyonal’i kendi basit bir uzantısı haline getirmesinden sonra Dördüncü Enternasyonal’i inşa etmişti. Üçüncü Enternasyonal’in kapatılması basit bir şey değildir. Lenin liderliğindeki Bolşevikler, Ekim Devrimi’nin hemen ardından, ilk iş olarak ikinci dünya savaşında dünya işçi sınıfına ihanet ederek kendi ülkelerinin burjuva iktidarlarını destekleyen Sosyal Demokrat partilerin oluşturduğu İkinci Enternasyonal’den kopmuş ve dünya devriminin merkez karargahı olacak yeni bir Enternasyonal inşa etmişti. Enternasyonal’i kapatmak, devrimi dünyaya yayma hedefinden, aslında komünizm hedefinden
tamamen feragat edildiğinin ilan edilmesi anlamına geliyordu. Dördüncü Enternasyonal ise, Komünist Manifesto’dan başlayarak, bugüne kadar yürütülmüş mücadelelerin birikiminden oluşan devrimci Marksist geleneğin gelecek devrimci kuşaklara aktarımı açısından vazgeçilmez bir araç oldu; Dördüncü Enternasyonal’e büyük tarihsel önemini kazandıran da, esas olarak bu niteliğidir. Marksizmin ve onun emperyalist çağdaki devamcısı olan Bolşevizmin yarattığı tüm düşünsel kazanımlar, ifadesini bir sentez olarak Dördüncü Enternasyonal ve onun programında buldu. Dördüncü Enternasyonal kurulmamış olsaydı, karşıdevrim belki de tüm bu düşünsel birikimi işçi sınıfının ve öncüsünün tarihsel hafızasından tamamen silmeyi başaracaktı. Oysa Dördüncü Enternasyonal’in inşasıyla birlikte, kendi ulusallıkları içinde tamamen yalıtılmış olan tek tek devrimci Marksist örgütler uluslararası bir çatı altında birleştirildi. Bir avuç öncü komünistten müteşekkil çevreler bugün bir dizi ülkede büyük devrimci partilere dönüşebilmiş ve devrimci Marksizmin uluslararası ölçekte örgütlü yegane gücü haline gelebilmişse, bu Dördüncü Enternasyonal’in kuruluşu sayesinde gerçekleşti. Dördüncü Enternasyonal, elbette çok ciddi güçlüklerle savaşmak zorunda kaldı. Ancak Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte koca koca komünist partiler de çözülürken, Dördüncü Enternasyonal uluslararası ölçekte örgütlü bir güç olarak varlığını koruyabildi ve büyüdü. Nazi idam mangalarının önünde, “Yaşasın dünya devrimi! Yaşasın Dördüncü Enternasyonal!” diye haykıran devrimci militanların çizgisi, 1979’da Nikaragua devrimi sırasında, dünyanın dört bir tarafından 1500 enternasyonalist savaşçının oluşturduğu ve Somoza diktatörlüğüne karşı devrim için savaşan Simon Bolivar Uluslararası Tugayı’nda devam etti; bugün de bu bayrak Uluslararası İşçi Birliği – Dördüncü Enternasyonal’in ellerinde, dünyanın dört bir yanında, sınıf mücadelelerinin, devrimci kavgaların en ön saflarındadır... Bu bayrak, Marx ve Engels’in liderlik ettiği ilk Enternasyonal’den bu yana, işçi sınıfının yüzbinlerce yiğit evladının kanı pahasına da olsa, yere düşürülmemiştir. Tümünün anısını bilincimizde yaşatıyoruz… Ve son olarak, kasım ayı sonunda, Venezüella’da sınıf mücadelesinde yitirdiğimiz yiğit Dördüncü Enternasyonal militanları Luis Hernandez, Richard Gallardo ve Carlos Requena’nın anıları önünde saygıyla eğiliyoruz…
HAKAN GÜLSEVEN
25
KOMUNiST MANiFESTO: 160. YIL
KOMÜNİST MANİFESTO: ‘K omünist Manifesto’, burjuva devleti tarafından dünyanın çeşitli ülkelerinde ve çeşitli zamanlarda politik nedenlerle birçok defa yasaklandı. Gerekçe her defasında ‘toplumun huzur ve sükununu korumak’ ve ‘sınıf kavgasını önlemek’ti. Oysa ‘Manifesto’nun sadece politik nedenlerle değil, ‘müstehcenlik’ nedeniyle de yasaklanması gerekirdi! Evet ‘Manifesto’, son derece açık saçık, müstehcen bir metindir! Çünkü daha önce hiçbir teorik ve politik metin, hiçbir program, kapitalizmi, üzerindeki bütün ideolojik, felsefi, hukuki, ahlaki ve politik örtüleri sıyırarak, böylesine ‘çırılçıplak’ bırakmamıştı. Burjuvazi, Marx ve Engels’in bu ‘anatomik’ (‘nü’ de diyebiliriz.) çalışmasını bugüne kadar müstehcenlik suçlamasıyla yasaklamadıysa bunun nedeni, bir bilim veya ‘sanat’ eserine gösterilen ‘hoşgörü’den ziyade, dikkati başka bir yere çekerek, bu çıplaklığı gizleme çabasıdır. Evet ‘Komünist Manifesto’, ‘kapitalizm’ gerçeğini tarihsel olarak çırılçıplak bırakan politik bir metindir. Marksizmin tüm metinleri gibi devrimci bir ‘eylem kılavuzu’dur. ‘Manifesto’, ‘komünizmin öldüğü’ ve ‘sınıf mücadelesinin sona erdiği’ dönemlerde bile sağlam, son derece dayanıklı ve sınıf mücadelesi deneyimi tarafından olumlu veya olumsuz, doğrudan veya dolaylı olarak kanıtlanmış; temel önermeleriyle, son 160 yılın en çok bilinen, okunan, tartışılan, sevilen ve belki de en çok nefret edilen siyasi-programatik metnidir. Bir hayalet hikâyesi
Komünizmin bu ilk açık ve evrensel programı bir ‘hayalet hikâyesi’ ile başlar: “Avrupa’da bir heyula (korkunç hayal) kol geziyor; komünizm heyulası.” Bu heyula, ‘eski Avrupa’nın bütün devletlerini, kutsal bir bağlaşma kurmaya iten ortak bir korkunun ürünüdür. Herkes birbirini ‘komünistlikle’ suçlamaktadır. (Her zaman olduğu gibi!) ‘Manifesto’, metnin yazarları tarafından da belirtildiği üzere, ‘Komünistlerin, tüm dünya önünde, görüşlerini, amaçlarını, eğilimlerini, yazılı olarak açıkça ortaya koymaları ve bu komünizm heyulası masalına, Komünist Partisi’nin kendisinin yayımladığı bir manifesto ile son vermeleri’ amacıyla yazılmıştır. Komünizmin bu büyük ve tarihsel bildirisinin metodolojik temeli, Troçki tarafından ‘insan düşüncesinin en değerli araçlarından biri’ olarak tanımlanan bir kavrayışa, ‘materyalist tarih anlayışı’na dayanır. Tarihi, egemen sınıflar tarafından kurgulanmış bir hikâyeler yığını, bir
26
pek çok şey anlatılır. Manifesto, doğal olarak o zaman için ‘güncel’ olan, fakat bütün zamanlar için geçerli olmayan ve kendi tarihsel bağlamında ele alınması gereken; veya eğilim olarak var olan, ancak günümüzde Marx ve Engels’in öngördüğü biçimde gerçekleşmemiş bazı öngörüleri de içerir. Yine doğal olarak, o zaman için henüz tarihin uunda belirmemiş, ancak sonraki dönemlerde ortaya çıkan ve esas olarak teoriyi daha da evrensel kılacak olan kimi olgulardan ve sorunlardan söz etmez. Zaten bunların dönemsel politikalara ilişkin bir bölümü, kitabın sonraki baskılarına yazılan önsözlerde belirtilir. Ancak, eğer bize ‘dünya cenneti’nin yolunu gösteren kutsal bir kitap arayışında değilsek; Marx ve Engels’in şahsında birer ‘âhir zaman peygamberi’ yaratmamışsak, her satırı materyalist bir tarih anlayışının ürünü olan ‘Manifesto’nun ‘güncelliğini’ kavrayabiliriz. Taştan bir heykel olarak Marx!
mitolojik metin olmaktan çıkaran bu anlayış, ‘Manifesto’nun her satırında karşımıza çıkar. Manifesto’daki, “Günümüze dek bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir,” önermesi, o güne kadar tarihin üzerine örtülmüş bütün ‘çulları’ çekip atan, bir tür ‘Kral çıplak!’ çığlığıdır. O sözün söylendiği andan itibaren burjuvazi bir daha hiçbir zaman tam anlamıyla ‘örtünmeyi’ başaramamıştır; ‘tesettüre girdiği’ dönemlerde bile! En büyük suç!
‘Manifesto’ bir ‘suç metni’dir; ezenle ezilenin, “sürekli bir çatışma halinde, bazen gizli, bazen açıkça, ya toplumun devrimci bir biçim değiştirmesiyle ya da çatışan sınıfların birlikte çöküşüyle sonuçlanan kesintisiz bir mücadele yürüttüğü” tarihsel gerçeğini ortaya koyarak, burjuvazinin egemen olduğu topluma ilişkin yaydığı bütün hayalleri yıkma suçunu işler. Marksizmi egemen güçler nezdinde ‘affedilmez’ kılan da budur; zaten sınıflı toplumların tarihi boyunca var olan, ancak tarihin her döneminde egemen güçler, yani ‘Manifesto’nun sözünü ettiği ‘ezenler’ tarafından, ‘ezilenlerin’ gözünden saklanmaya çalışılan bir gerçeğin açıkça ortaya konması… Hem de burjuva toplumunu yıkmak amacıyla. ‘Manifesto’, kapitalizmin, kapitalist üretim tarzının, tabiri caizse ‘ciğerini okur’. Bu nedenle ‘yanıldığını, modasının geçtiğini, iflas ettiğini, tarihte kaldığını’ söylese bile, burjuvazi, kapitalizmin özsel ve tarihsel gerçeklerini deşifre eden devrimci komünizm heyulasının dehşetinden
sıyrılamaz. Çünkü ne yaparsa yapsın, ‘tarihin bir sınıf mücadelesi tarihi olduğu’; geçmişteki sınıflı toplumlar gibi kapitalist toplumun da bir gün yıkılacağı; kendisi geçmişi nasıl yok etmişse, geleceğin de kendisini yok edeceği gerçeğini bir türlü aklından çıkaramaz. ‘Manifesto’, tarihin en ‘tehlikeli’ metinlerinden biridir. Çünkü ‘sadece dünyayı tanımlamakla kalmayan, aynı zamanda dünyayı değiştirmeyi de amaçlayan’ devrimci bir düşünce ve eylemin ürünüdür. ‘Manifesto’, meydan okuyan, ‘tehdit dolu’ bir metindir. ‘Kutsal’ burjuva mülkiyetinin iç yüzünü, bu mülkiyetin temelinde yatan ücretli emek sömürüsünü ve bu mülk edinme türünün ‘sefil karakteri’ni anlattıktan sonra, açık açık, “Bu anlamda komünistlerin teorisi tek bir tümcede özetlenebilir: Özel mülkiyetin ortadan kaldırılması” der. Marx’ın, daha sonra ‘Kapital’de kapsamlı bir biçimde geliştirdiği kapitalist üretim tarzının anatomisinin temel çizgilerini ve çelişkilerini ortaya koyan bu devrimci eylem programında, sermayenin uluslararası karakteri, dünyayı fethi, kapitalist ekonominin zorunlu sonucu olan ‘dünya pazarı’ gerçeği, sermayenin çelişkilerinin kaçınılmaz sonucu olan ekonomik krizler; proletaryanın var oluşu, mücadelesi, bu mücadelenin temel nitelikleri, komünistlerin proletarya ile ilişkileri; devletin niteliği, burjuva toplumunun kutsal kavramları özel mülkiyet, ulus, aile, vatan ve birey; sınıflı toplumun, dolayısıyla politik iktidarın ortadan kalkması; düşünce ve bilincin maddi temelleri ve değişimi üzerine
Manifesto, bütün açık seçikliğine ve devrimci metoduna karşın, tarihin bazı dönemlerinde, Marx ve Engels’in kimi ‘takipçileri’ tarafından ‘eski eser’ muamelesi görmüş, hatta yok hükmünde sayılmıştır. Burada söz konusu olan şey ‘teorik bir hatanın’, ‘yanlış bir anlamanın’ çok ötesindedir. ‘Marksizmin geliştirilmesi’, ‘o zamandan bu zamana değişen şartlar ve gerçekler’ adı altında yürüyen bu ‘revizyonizmin’ temeli, her zaman sınıf mücadelesinin inkârına ve burjuvaziyle uzlaşma eğilimine dayanır. Kim sınıf işbirliğine niyetlenirse önce ‘Manifesto’nun dile getirdiği gerçekleri, yani Marksizmin özünü inkâr etmek zorundadır. Marksizm ile birçok şeyi yapabilirsiniz, ancak onunla karşıdevrimci amaçlarınızı gerçekleştiremezsiniz! Bu nedenle işçi sınıfını bir önderlik krizine mahkûm eden ‘Marksizm Papaları’nın, ‘Sosyalizm Güneşleri’nin veya ‘yolumuzu aydınlatan’ kimi ‘Yanılmaz Önderler’in, bürokratik çürüme süreçleri içinde ilk yaptıkları şey, bir taraan her yeri Marx’ın heykelleri, sözleri ve Marksizmin sembolleriyle donatırken, öte yandan onun devrimci düşüncesini ve metodunu yok saymak olmuştur. Aksi halde 1914’te emperyalist savaş kredilerinin sosyal demokratlar tarafından onaylanması ve ‘majestelerinin muhalefeti’ne dönüşmeleri mümkün olamayacağı gibi, daha sonraları, gerici ‘tek ülkede sosyalizm teorisi’ de işçi sınıfının ve sosyalist hareketin başına bela edilemezdi. Bürokrasinin Manifesto ile imtihanı!
Marksizmin revizyonu, daha doğrusu ‘bürokratik tasfiyesi’, sözünü ettiğimiz
HAKKI YÜKSELEN -BABA HAKKI-
Çırılçıplak kapitalizm! ‘bürokratik yozlaşma’nın nedeni değil, sonucudur. Sovyetler Birliği’nde iktidarın karşıdevrimci bir bürokrasi tarafından ele geçirilmesi teorik bir hatadan, bir yanlış anlamadan veya Bolşevik teorinin ilerisi için tehlikeler içeren herhangi bir maddesinden değil, tecrit edilmiş bir işçi devletinin ölümcül çelişkilerinden ve işçi sınıfının devrimci öncüsünün yenilgisinden kaynaklanır. ‘Tek ülkede sosyalizm teorisi’ bürokrasinin ekonomik, sosyal, politik ve uluslararası çıkarlarının bir ifadesiydi. Aynı zamanda, bürokratik kastın, sonunda işçi devletleriyle birlikte kendisinin de tasfiyesine yol açan iç çelişkilerini simgeliyordu. Marx ve Engels, durmadan yeni sürüm pazarları peşinde yeryüzünü istila eden, her yere girmek ve yerleşmek, her yerde ilişkiler kurmak zorunda olan bir sınıan söz eder. Bu sınıf, yani burjuvazi, “dünya pazarını sömürmekle… bütün ülkelerin üretim ve tüketimine kozmopolit bir karakter vermektedir. Sanayii, ulusal temelinden yoksun bırakması, tutucuların mutsuzluğu olmuştur… Eskiden ulusal ürünler tarafından karşılanan gereksinimler, artık karşılanması uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni gereksinimler doğuruyor. Eski ulusal ve yöresel yalıtıklık ve kendi kendine yeterlilik yerine, her yönde ilişkilerle ulusların birbirine evrensel bağımlılığı görülüyor… Ayrı ayrı ulusların entelektüel eserleri ortak servet haline geliyor. Ulusal tek yönlülük ve dar görüşlülük gün geçtikçe daha da olanaksızlaşıyor… Üretim aletlerinin hızla gelişmesiyle ve ulaştırma araçlarının her gün daha yüksek bir düzeye ulaşmasıyla burjuvazi en barbar kavimleri bile uygarlığın seline katıyor… Burjuvazi bütün ulusları yok olma olasılığıyla karşı karşıya bırakarak burjuva üretim biçimini kabullenmeye zorluyor. Tek sözcükle burjuvazi, kendisine tıpatıp benzeyen bir dünya kurmaktadır.” Bu satırlar 1848 yılında yazılmış ve bu uzunca alıntı da bir bilimkurgu eserinden değil, ‘Komünist Manifesto’dan yapılmıştır! (Gençliklerinde ‘Manifesto’yu okuyan, ancak okuduklarını unutan ‘küreselleşme budalalarına’ hatırlatılır!) İşte, içi boşaltılarak kuru bir kabuk haline getirilmiş bürokratik ‘Marksizm’in ardına saklanan Stalinci bürokrasi ve takipçileri, ülkelerin ve ulusların tepeden tırnağa birbirine bağımlı hale geldiği böylesine bir dünyada ‘tek ülkede sosyalizm’in kurulabileceğini öne sürer. Üstelik bunu da, ‘Marksizm adına’ (!) yaparlar. Oysa Marx, üretici güçlerin düşük gelişme düzeyi temelinde kurulacak ‘yerel bir komünizmin’ yoksulluğun genelleşmesinden, “sadece
en gerekli şeyler için mücadele edilmeye başlanmasından, eski rezilâne işlerin yeniden tekrarlanmasından başka bir sonuç vermeyeceğini” ve bu ‘mahalli komünizm’in ‘herhangi bir ticari ilişki genişlemesi’ sonucunda ortadan kalkacağını, Engels ile birlikte ‘Manifesto’yu kaleme almadan iki yıl önce ‘Alman İdeolojisi’nde söylemiştir. Aynı yerde, gelişmelerin, ‘her milleti, öteki milletlerin yapacağı ihtilallere bağlı hale getirdiğini’ de belirtir, sonraları da defalarca yapacağı gibi. Bu metnin ancak 1932’de basılabilmiş olmasını Stalinci bürokrasi adına bir mazeret olarak kabul etme durumumuz yoksa, ortada ‘teorik’ değil ‘pratik’ bir sorun olduğu ve bu sorunun da bürokrasinin karşıdevrimci pratiğinden ve ‘pratik’ çıkarlarından kaynaklandığını kabul edebiliriz. Stalinizm, devrim ve sosyalizm konusunda, Marx’ın tasvir ettiği dünyanın geçmişin serbest rekabet dünyası olduğunu öne sürerken kasıtlı olarak gelişmenin sadece ‘eşitsiz’ yönünü vurguluyordu. Oysa kapitalizmin Marx tarafından sergilenen başlıca çelişkileri ve eğilimleri emperyalizm, yani tekelci kapitalizm çağında daha da şiddetlenirken, gelişmenin ‘birleşik’ ve ‘bağımlı’ karakteri de güçlenmişti. Ancak Stalinizmin, devrimci Marksizmin ‘dünya devrimi’ ve ‘sürekli devrim’ anlayışının en önemli temeli olan ‘eşitsiz ve birleşik gelişme yasası’nı kabul etmesi, temsil ettiği bürokratik kastın çıkarları açısından mümkün değildi. Bütün bunların sonucunda bürokrasi, Ekim Devrimi’nin sağladığı bütün kazanımlara rağmen, tarihteki ilk işçi
devletinden bürokratik bir ‘ucube’ yaratmayı, sonunda da devrimin bütün kazanımlarıyla birlikte işçi devletini (devletlerini) de yok etmeyi ‘başardı.’ Şimdiki zamanlar
Şimdi başka bir dönemi yaşıyoruz. Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi ülkemizde de artık ‘Manifesto’dan ziyade Hitler’in ‘Kavgam’ı satılıyor. Bunun suçunu sadece, orta sınıfların proleterleşerek yok olacağını söyleyen Marx’ın tam olarak gerçekleşmeyen öngörüsüne veya Marksistlerin başarısızlığına bağlamak mümkün müdür bilemem, ancak ortada bir yenilgi olduğunu kimse inkâr edemez. Şimdi önüne gelen sosyalizme saldırıyor, hatta sosyalizmle alay ediyor. En çok sözü edilen de ‘Marx’ın ve Marksizmin gerçekleşmemiş kehânetleri’. Her şeyden önce Marx’ın bir kâhin olmadığını söyleyelim. Ancak illa ki bazı kehânetler aranıyorsa, bir peygamberin değil, ama toplumların analizinde tarihsel materyalizm metodunu keşfeden kişinin kapitalizm üzerine yaptığı çözümlemelere ve kapitalizmin bugünkü haline şöyle bir bakılsın. Son 150 yılın tarihi ‘Marx’ın yanıldığını’ söyleyenlerle doludur. Ve her seferinde, “Artık o günler çok geride kaldı; kapitalizm çok değişti!” diyenlerin karşılarına kapitalizmin o bildik, çelişkilerle, krizlerle, ‘mutlak yoksulluk’larla dolu, insanı aşağılayan sefil yüzü çıkar. Bir daha geri gelmeyeceği söylenen geçmiş, tarihin bütün dönemeçlerinde yeniden hortlar.
Onlar ‘işlerin yolunda gittiği’ bütün dönemlerde ‘vahşi kapitalizm’in, periyodik ekonomik krizlerin, kapitalizmin hastalık ve çelişkilerinin geçmişte kaldığını iddia eder. Oysa bazen ufak bir sarsıntı dahi -ki çoğu zaman uzun süreli etkileri olan ciddi sarsıntılar yaşanır- sistemin ‘içini dışına çıkarmaya’ yeter. Bildiğimiz kapitalizm, bütün o sofistike hallerinden sıyrılarak, en ‘vahşi’, en savaşçı görüntüsüyle zuhur ediverir. Bunun en son örneği içinde yaşadığımız zamandır. Uzun bir yükseliş döneminin ardından derin bir yapısal krize giren kapitalizm, işçi hareketini, sendikal mücadeleyi önemli ölçüde gerilettikten sonra bütün ‘bayramlık’larını, cephaneliğindeki en aşağılık ve acımasız silahları ortaya çıkarmıştır. Kapitalizmin ‘kibar’ ve ‘demokratik’ yüzü, bir anlamda, örgütlü ve mücadeleci bir işçi sınıfının eseridir. Sınıf mücadelesindeki dengeler radikal bir biçimde işçi sınıfı aleyhine değiştiğinde, kapitalizmin de suratı kararır ve işçilere gerçekte ‘ücretli köleler’den başka bir şey olmadıklarını hatırlatır. Manifesto’da proletaryanın bir sınıf, dolayısıyla bir parti olarak örgütlenmesinin gelişimi anlatıldıktan sonra, bu örgütlenmenin işçilerin bazı çıkarlarının yasama organınca tanınmasını sağladığı belirtilir. Bu haklardan biri de İngiltere’de on saatlik işgünü yasasının çıkarılmasıdır. İnsan bu satırları okurken, bugünü düşünür ve diğer birçok konuda olduğu gibi ‘işgünü’nün süresi konusunda da, sanki ‘en başa’ dönülmüş olduğu hissine kapılır! Tabii, bir de, “Marx ekonomi konusunda haklıydı da (teorik olarak) bir tek işçi sınıfı konusunda yanıldı,” diyenler var. Bu, bazen bir yenilginin ardından ortaya çıkan ve işçi sınıfının devrimciliği konusunda yaşanan bir hayal kırıklığının ürünü olabileceği gibi, bir ‘taraf değiştirme’nin ilk adımı da olabilir. (İleri noktalarından biri emeksiz sermaye, proletaryasız kapitalizm hayalidir!) Ne geçmişte ne de günümüzde, burjuva toplumunun ideolojik, politik bütün etkilerinden tamamen ‘münezzeh’, gündelik hayatında sabahtan akşama kadar devrimi düşünen, eylemden eyleme koşan bir işçi sınıfı olmadı. İşçi sınıfının devrimciliği, tek tek işçilerin devrimciliğinden değil, sınıf olarak kapitalist sistem karşısındaki konumundan; sınıfların varlık koşullarını ortadan kaldırarak, kendi üstünlüğünü de ortadan kaldırmak zorunda olan tek sınıf olmasından kaynaklanır. Bu, gündelik değil tarihsel bir konumdur. Üstelik sınıf mücadelesi, maddi gerçeğin genelleştirilmiş bir ifadesi olan teoriden farklı olarak, hayatın çok karmaşık yollarını izler. Örgütsüz veya devrimci
27
KOMUNiST MANiFESTO: 160. YIL bir önderliğe sahip olmayan bir işçi sınıfı devrim falan yapamaz. Sınıfın ‘fiili’ devrimciliğinin koşulu örgütlenme, eylem ve devrimci önderliktir. Zaten devrim, işçi sınıfının günlük hayatın uyuşturucu etkilerinden kurtulduğu, insanların başka şeyleri düşünmeye başladığı, olağanüstü koşulların, büyük kırılmaların ve altüst oluşların eseridir ve çoğu zaman bizim devrimciliğe merak sardığımız dönemlere denk gelmeyebilir! Marx’ın eleştirmenleri arasında bir de ‘küfürbazlar’ vardır ve bunlar gerçek bir ‘sınıf kini’yle davranırlar. Bunlardan biri olan Metin Münir, Milliyet’teki köşesinde, kendisinin ve özellikle de patronlarının tepesinde hâlâ dolanan ‘komünizm hayaleti’ni geldiği yere geri göndermek için olacak, Marx’a küfrediyor. Gorbaçev’in rol aldığı, ‘Yolculuklar bizi kendi kendimizle yüz yüze getirir’ sloganının kullanıldığı Louis Vuitton reklamıyla ilgili yazısında, komünizmin, Marx’ın mülkiyeti ortadan
kaldırıp insanları eşit yapma ideolojisini (ücretli emeğin sömürüsünün ürünü olan özel mülkiyetten söz ediyor olmalı) hayata geçirmek için kurulduğunu ve ‘bu yalanı’ gerçek yapmak için dünyayı nasıl bir cehenneme çevirdiğini; komünizmin, “seyircisi kalmamış bir tiyatro eserinin oynandığı sahne gibi sökülüp çöp tenekesine atıldığını” anlatıyor. Sonunda da, “Umarım Gorbaçev’in yolculuğu herkesi bu gerçekle yüz yüze getirir,” diyor. Üstat, yazısında betimlediği dünya manzarasına bakıldığında, herkesten önce emperyalist kapitalizmin işlediği suçları, “soğuk savaş’ın, silahlanmaya harcanan milyonlarca doların, dünyayı birkaç defa ortadan kaldırabilecek nükleer silah ve füzelerin imal edilmesinin” suçunu komünizmin üzerine yıkıyor. Aynı, istilacılara karşı yürütülen Vietnam ve Angola savaşlarının suçunu direnenlere yüklediği gibi... Yani komünizm olmasaymış bütün bunlar da olmazmış.
Üstelik ‘komünizm’in yarattığı ‘esaret ve sefillik’ten söz ederken, bunların ilk defa ‘komünizm’in yarattığı sefillikler değil, işçi devletlerinin aşmayı başaramadığı, hatta bürokrasinin kendi çıkarları için kullandığı, ‘eski rezilâne işlerin yeniden tekrarı’ olduğunu da, sınıf çıkarları elvermediği için söyleyemiyor. Bu sefilliklerin kapitalist dünyanın birçok yerinde gündelik hayatın bir parçası olduğunu; kendisinin ‘komünizm’ dediği şeyin başarısızlığının dünyaya egemen olan sefil kapitalizmi aşamamasından kaynaklandığını söyleyemediği gibi… Aslında Metin Bey’in derdinin halkların komünizm musibetinden ve onun yarattığı ‘sefillik’ten korunması değil, ‘kapitalist özel mülkiyetin korunması’ olduğu çok açık; zaten kendisi de bu hususu peşinen belirtiyor. Ha, sayın yazardan söz etmişken, Marx’tan bir alıntı daha yapalım. “Burjuvazi o zamana dek saygınlık gören ve kutsal bir saygıyla karşılanan
mesleklerin nişanelerini koparıp attı. Hekimi, hukukçuyu, papazı, ozanı, bilim adamını, hepsini, kendisinin ücretli hizmetlileri durumuna getirdi.” Tabii köşe yazarlarını da! Şimdi söyleyin 1848’den bugüne nelerin değiştiğini ve nelerin neredeyse aynı kaldığını. Kapitalizm bu, ‘can çıkar, huy çıkmaz!’ Siz burjuvazinin, “bugünkü üretim biçiminden ve mülkiyet düzeninden doğan sosyal ilişki biçimlerini-üretimin akışı içinde ortaya çıkan ve ortadan kaybolan bu geçici ilişkileri- doğanın ve aklın sonsuz yasaları payesine yükselten” ve bütün egemen sınıflarda ortak olan anlayışına bakmayın. O da yeryüzünden çekip gidecek. Yeter ki ‘Manifesto’nun sonundaki o büyük çağrı gerçekleşsin: ‘Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!’ ‘Manifesto’nun ilk baskısı yayımlanalı 160 yıl olmuş. Kutlu olsun… Not: Bu yazı 2008 baharında kaleme alınmıştır...
Friedrich Engels’in Marx’ın mezarı başında yaptığı konuşma
1
4 Mart günü, öğleden sonra üçe çeyrek kala, yaşayan düşünürlerin en büyüğü artık düşünmez oldu. Ancak iki dakika yalnız bıraktıktan sonra, odaya girince, onu koltuğunda rahat rahat, ama sonsuzluğa dek, uyumuş bulduk. Avrupa ve Amerika militan proletaryasının bu adamda yitirmiş bulunduğu şey, tarihsel bilimin bu adamda yitirmiş bulunduğu şey, ölçülemez. Bu devin ölümü ile bırakılan boşluk, kendini duyumsatmakta gecikmeyecek. Nasıl ki Darwin organik doğanın gelişme yasasını bulduysa, Marx da insan tarihinin gelişme yasasını, yani insanların, siyaset, bilim, sanat, din, vb. ile uğraşabilmelerinden önce, ilkin yemeleri, içmeleri, barınmaları ve giyinmeleri gerektiği; bunun sonucu, maddi ilksel yaşama araçlarının üretimi ve, böylece, bir halk ya da bir dönemin her iktisadi gelişme derecesinin, devlet kurumlarının, hukuksal görüşlerin, sanatın ve hatta söz konusu insanların dinsel fikirlerinin üzerinde gelişmiş bulundukları temeli oluşturdukları ve, buna göre, bütün bunların şimdiye değin yapıldığı gibi değil, ama tersine, bu temele dayanarak açıklamak gerektiği yolundaki, daha önce ideolojik bir saçmalıklar yığını altında üstü örtülmüş bulunan o temel olguyu buldu. Ama hepsi bu değil. Marx günümüz kapitalist üretim tarzı ile onun sonucu olan burjuva toplumun özel hareket yasasını da buldu. Artı-değerin bulunması, sonunda, bu konuyu aydınlattı; oysa, burjuva iktisatçıların olduğu kadar sosyalist eleştiricilerin de daha önceki bütün araştırmaları,
28
karanlıklar içinde yitip gitmişlerdi. Bu türlü iki bulgu koca bir yaşam için yeterdi. Kendisine böyle bir tek buluş yapma nasip olana ne mutlu! Ama Marx araştırmada bulunduğu her alanda (bu alanlann sayısı çoktur ve bir teki bile yüzeysel irdelemelerin konusu olmamıştır), hatta matematik alanında bile, özgün buluşlar yaptı. Bilim adamı olarak, buydu. Ama onun etkinliğinde asıl önemli olan, hiç de bu değildi. Marx için bilim, tarihi etkinliğe geçiren bir güç, devrimci bir güçtü. Pratik uygulamasının düşünülmesi belki de olanaksız olan herhangi bir teorik bilimdeki bir bulgudan duyabileceği sevinç ne denli katıksız olursa olsun, sanayi için, ya da genel olarak tarihsel gelişme için doğrudan doğruya
devrimci bir önem taşıyan bir bulgu söz konusu olduğu zaman duyduğu sevinç bambaşkaydı. Böylece Marx, elektrik alanındaki bulguların gelişmesini ve, daha şu son günlerde, Marcel Deprez’in çalışmalarını çok dikkatli bir biçimde izliyordu. Çünkü Marx, her şeyden önce bir devrimciydi. Kapitalist toplum ile onun yaratmış bulunduğu devlet kurumlarının yıkılmasına şu ya da bu biçimde katkıda bulunmak, kendi öz durumunun ve gereksinmelerinin bilincini, kendi kurtuluş koşullarının bilincini kendisine ilk onun vermiş bulunduğu modern proletaryanın kurtuluşuna yardımda bulunmak, onun gerçek yönelimi işte buydu. Savaşım onun en sevdiği alandı. Ender görülür bir tutku, bir direngenlik ve bir başarı
ile savaştı o. 1842’de birinci Rheinische Zeitung’a, 1844’te Paris’teki Worwärts’a, 1847’de Brüksel’deki DeutscheBrüsseler-Zeitung’a, 1848-1849’da Neue Rheinische Zeitung’a 1852’den 1861’e değin New York Tribune’e katkı, ayrıca, bir sürü kavga broşürünün yayınlanması, tüm yapıtının doruğu olan büyük Uluslararasi İşçi Birliği’nin kuruluşuna değin Paris, Brüksel ve Londra’da çalışma, işte, eğer başka hiçbir şey yapmasaydı bile, yapıcısının gurur duyabileceği sonuçlar. Marx, işte bu yüzden zamanının en sevilmeyen ve en çok karaçalınan adamı oldu. Mutlakiyetçi olduğu kadar cumhuriyetçi hükümetler de kovdular onu; tutucu burjuvalar ile aşırı demokratlar onu karaçalma ve kargışlara boğmakta birbirleri ile yarışıyorlardı. O bütün bunları, hiç aldırmaksızın, örümcek ağları gibi yolunun dışına atıyor ve ancak çok zorunlu durumlarda yanıtlıyordu. Sibirya madenlerinden Kaliforniya’ya değin, Avrupa ve Amerika’nın her yanına dağılmış, tüm dünyanın milyonlarca devrimci militanı tarafından ululanmış, sevilmiş ve aklanmış olarak öldü o. Ve ben çekinmeden söyleyebilirim ki, onun birçok karşı-düşüncede olan hasmı olabilirdi, ama kişisel düşmanı pek o kadar yoktu. Adı yüzyıllar boyunca yaşayacak, yapıtı da! 17 Mart 1883 günü Highgate’de Engels tarafından İngilizce yapılan konuşma Almanca olarak, 22 Mart 1883 günlü Social-Demokrat’ın 13. sayısında yayınlanmıştır... (Marks-Engels: Seçme Yapıtlar, Cilt: 3, s:196-198, Birinci Baskı, Sol Yayınları, Aralık 1979)
Ö
ncelikle emin olunması gereken, Yunan ve Roma ekonomilerini birbirlerinin aynısı olarak kabul ederek buna göre değerlendirmenin mümkün olmadığıdır. Yunan ekonomisinin en yukarı seviyesinde olduğu dönemde dahi Pers ekonomisinin gölgesinde kaldığı (hatta savaşlarının finansmanı için bile Perslerden para aldıkları) somut bir gerçektir. Oysa Romalılar bir ‘dünya devleti’ olarak o zamanki bilinen dünyanın tüm zenginliklerini Roma ana yurduna taşımakta bir sakınca görmedi. Ancak konu her iki ekonominin de dayanak noktası olduğunda, birbirlerinin aynısı oldukları söylenebilir, çünkü gerek Yunan gerekse Roma ekonomileri tartışılmaz bir biçimde köle emeğine dayanıyordu ve aslında da tüm belirleyici üretim ilişkileri köle emeği üzerine şekilleniyordu. Doğal olarak köle emeğinin bu kadar önemli olduğu bir dünyada kölelerin isyan etmeleri ya da grev yapmaları gibi bir durumun olduğunu dahi düşünmek mümkün değil. Bundan dolayı da tarihteki tüm köle ayaklanmaları inanılmaz bir acımasızlıkla bastırıldı ve her iki uygarlık da köle isyanı korkusuyla varlığını devam ettirdi. Bu noktada Spartaküs isyanını incelemek gerekir. Öncelikle tarihte sanıldığı gibi sadece bir Spartaküs isyanı yoktur, o isyanın önemi Roma tarihindeki ikinci büyük köle isyanı olması ve kölelerin neredeyse Roma kentini ele geçirecek kadar güçlenmeleridir. Romalılar bu isyanın izlerini o kadar uzun yıllar belleklerinde taşıdı ki Spartaküs isyanından sonra gerçekleşen tüm köle isyanlarını Spartaküs isyanları olarak adlandırdılar. Her iki uygarlıkta da kölelerin hiçbir şeye hakkının olmadığı zaten bütün bilim adamlarınca kabul ediliyor. Ancak önemli olan kölelerin bir takım haklara sahip olup olmamaları değil, her iki uygarlıkta da kölelerin alınıp satılabilen mal olarak değerlendirilmeleridir. Bu o kadar dramatik bir durumdu ki, Yunanlılar kölelerini andrapodon olarak adlandırırlar. (Andrapodon taşınabilir köle anlamına gelir ve sözcük dört ayaklı sığır anlamına gelen tetrapoda sözcüğüyle benzeştirilerek oluşturulmuş bir sözcüktür; insan ayaklı yaratık anlamına da gelir.) Ve yine her iki uygarlıkta da genel geçerli durum, aileniz köle ise sizin de köle olmanızdır. Ha, ayrıcalıklı köleler olduğu da bilinen bir gerçektir; özellikle Roma’da az çok hesap yapan veya Yunan şairlerden birkaç şiir okuyan köleler diğerlerine göre çok daha değerliydi ve tarlalarda çalıştırılanlara göre ayrıcalıklı bir konumları vardı. Ya da imparatorluk Roma’sında imparatorun sarayındaki köleler pek çok özgür yurttaştan daha ayrıcalıklıydı. Yine de kölenin konumu ne olursa olsun efendisi için iyi yetiştirilmiş bir İspanyol atından daha değerli değildi. Şimdi, bir parça Yunan ve Roma’daki ekonomiyi anlamaya çalışmak doğru olacaktır. Yunanistan’ın ilk dönemlerinde bilinen ‘polis’ (kent) devletlerinden söz etmek mümkün değildir. Genel olarak birbirinden bağımsız, kopuk bir biçimde organize olmuş köyler ve çok küçük krallıklar vardır -bu krallıklar yakın zamanın veya 300 sene sonraki Yunanistan’ın krallıkları gibi değerlendirilmemelidir; sözü edilen krallıklar daha çok sağlamlaştırılmış bir köy, kale ve benzeri bir yapı etrafında toplanmış 15–20 aile ve bir kraldır. Doğal olarak bu minik krallıkların
MURAT KARATAĞ
İnsanın insana köleliği...
egemenlik sahaları da kendileri gibi oldukça küçük ölçeklidir. Bu kadar küçük krallıklarda da tam anlamıyla organize olmuş üretim ilişkileri ya da arz talep dengesinin olması mümkün değildir; çünkü egemenlik sahasının sınırlarının, sınırlı olması gibi üretim sahaları da oldukça sınırlıdır. Belki bu sınır günümüz köylülerinin sahip oldukları tarlalar kadar da küçüktür; bu kadar sınırlı bir alanda yapılan üretim de sadece yurttaşların ihtiyacını karşılamaktadır. Savaş aletlerinin kendi içinde (duyulan ihtiyaç nedeniyle) gelişim göstermesiyle birlikte söz konusu minik krallıklar da savaş güçlerini kullanarak ciddi bir evrim geçirir ve bilinen ‘polis’ler çok ağır adımlarla olsa da oluşmaya başlar. Yapılan ilk iş herhangi bir krallığın, kendisine en yakın olan krallığı egemenlik altına alması ve bu egemenlik sayesinde kazandığı insan gücünü de kullanarak bir sonraki krallığı ‘fethetmesi’dir. Bu noktada dikkat çeken husus şudur ki, her kim bir başka kentte yaşayan insanları egemenlik altına alırsa alsın kesinlikle o kentin (köyün) insanlarını köleleştirme yoluna gidilmez; tam tersine galip gelenler, yenilenleri kendileriyle eşit haklara sahip ilan ederek egemenlik sahalarını ve nüfus yoğunluklarını artırır. Ne zaman ki lise tarih kitaplarında eşitlik ve demokrasinin kaynağı olarak gösterilen ‘polis’ler (kent devletleri) oluşmaya başlar, işte o zaman egemenlik altına alınan kentlerin halklarının da köleleştirilmesi uygulaması gündeme gelir ve yine örnek demokrasi olarak gösterilen bu kentler, tüm üretim ilişkilerini köle emeğine dayandırmaya girişir. Bu durumun devamında ise çok iyi organize olmuş; efendilerinin sözlerinin dışına çıkamayan bir köle sınıfı (burada sınıf tanımını özellikle kullanıyorum) ortaya çıkar. Ancak Yunan kent devletlerinde toprağa bağlı üretimin dışında; bir de madenlere bağlı üretimden kaynaklanan gelir ve zenginlik vardır ki, mevzu bu noktada ilginçleşmeye başlar. Sparta kent devletinde, tarihçilerimizin bildiği iki, ancak gerçekte üç sınıf vardır, fakat bu çok önemli olmayan son sınıftan herhangi bir bilim insanı söz etmez; orada yaşanan esas konu helotlar (toprağa bağlı yaşayan köleler) ve efendileri arasında emeğin getirileri üzerine yaşanan çatışmadır. Ne zaman ki Sparta’da yeni bir ‘ephor’ seçilir, işte tam
da o zaman beraberinde helotlar için acı ve ölüm gelir… Sparta devleti, sayıları kendisinden çok fazla olan bu insanlardan her zaman korkmuş ve onların kazara bile olsa isyan etmelerini önlemek için, her iktidar değişikliğinde üzerlerine acımasız seferler düzenlemiştir. Ve Sparta, tam anlamıyla toprağa bağlı, toprak ile varlığını devam ettiren bir devlet olmuştur. Zaten tarih sahnesinden umulandan daha erken silinmesinin esas sebebi; toprak dışında herhangi bir üretim ilişkisini veya biçimini benimsememiş olmasıdır. Atina kent devleti ise Sparta’nın tam tersine (toprağı önemsemekle birlikte) toprağa bağlı kalmadı ve Atina’nın esas bağımlılık biçimini denizcilik ve donanma oluşturdu. Larion, gümüş madenleri ise bu inanılmaz gücü finanse edecek maddi kaynağı sağlamanın dışında, uzun bir süre Atina halkına ciddi bir refah seviyesi getirdi. Atina ne zaman ki bu madenlerden gelen kaynakları donanmaya harcamaya başladı, işte tam o zaman Atina imparatorluğu ortaya çıktı.
Şu ‘servet’ dedikleri...
Peki zenginlik bu kadar sorunsuz mu geldi? Zenginliğin kentlere ulaşmasını sağlayan insanlar haklarını alabildi mi? Elbette hayır... Hem donanma inşa edilirken, hem de madenler ve tarlalar işlenirken, burada sarf edilen enerjinin ve gücün kaynağını, kusursuz bir biçimde kullanılan köle emeği sağladı. Hem de acımasız kırbaç darbeleri altında!.. Bu kadar yoğun ve aracısız sömürü, evet, zenginliklere ulaşmak isteğinden kaynaklansa da, asıl konu insanın kendi türünden olan başka birini nasıl araç haline getirebildiğidir. Sorunun özünü ve çözümsüzlüğünü oluşturan da işte budur. Güçlü olan, güçsüzün varlığına devam edebilmesi için kendince ‘geçerli’ ve ‘doğru’ bir yöntem bulmuştur: Çok az masrafla ölümüne çalıştırmak! Kuşkusuz bu bizler için kabul edilebilir bir durum değildir. Ancak günümüz koşullarının 2 bin 500 sene önceki koşullarla ilgisinin olmadığını, üretikm ve yönetim biçimlerinin inanılması imkânsız derecede değiştiğini düşünürsek durumu da normal karşılarız. (Kaldı ki, bugün dünyada hâlâ kölelik türleri ve ‘ücretli kölelik’ olarak andığımız yoğun bir kapitalist sömürü mevcuttur, orası ayrı konu…)
Roma kent devleti ise daha kuruluşunun ilk anından itibaren nasıl bir politika izleyeceğini kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ifade etti: Roma’nın kuruluş efsanesinde esas konu Romalı erkeklerin ‘kadınsızlık sorunu’nu gidermek için Sabin kadınlarını kaçırmasıdır. Ve hemen bu kadınları, ‘sağlıklı ve güçlü Romalılar’la evlendirerek, onlardan çocuk sahibi olurlar. Artık güçlü Sabin halkı ile akraba olunduğundan aralarındaki ilk ciddi savaşta, kaçırılan kadınlar, gayri meşru kocalarını korumak için Sabin mızraklarının ve kılıçlarının önüne bedenlerini serer. Bunun hemen sonrasında Sabinler Roma’ya taşınır ve kent yeni katılanlarla birlikte bölgedeki gücünü, diğer kentlere göre olağanüstü artırır. Devamında da diğer kentlerin işgal edilmesi, yakılması, halklarının köleleştirilmesi veya Roma yurttaşı yapılmaları gelir. Ancak ilk kuruluş yıllarında tıpkı Yunanlılarda olduğu gibi her insanı köleleştirmek pek tercih edilmez; daha çok tercih edilen, Roma nüfusunun artırılmasıdır. Nüfus yeteri kadar arttıktan sonrada kolonileşme faaliyetlerine hız verilir. Tüm İtalya anakarasına hükmeder duruma geldikten sonra da ‘Roma emperyalizmi’ ortaya çıkar. Özetle, istedikleri devletin yaşamasına, istemediklerinin de yok olmasına karar verecek kadar güçlenirler. Bu andan sonra ise bilinen dünyanın her yerinden binlerce köle Romalıların işlerini yapmak için Roma’ya getirilir (Hatta öyle tuhaf görevler icat edilir ki, insan şaşırmadan edemez. Efendisi banyo yaparken saçlarını vücudundan uzak tutmak, yemek servisi sırasında etleri yutulabilecek büyüklükte lokmalara kesmek veya sadece cinsel ihtiyaçları gidermek ve şiir okumak gibi…) Bu kadar fazla iş, beraberinde çok fazla köleye ihtiyacı da doğurur. Köle nüfusu o kadar artar ki, neredeyse bir ‘özgür yurttaş’a karşılık beş-altı köle vardır. Roma ilk başlarda bu orantısızlığı çok önemsemez, ne de olsa kölelerinin de insan olduklarını düşünmekte ve ona göre davranmaktadırlar. Kölelerin yemesine, çiftleşmelerine ve doğum yapmalarına, ibadet etmelerine ve benzeri başka şeylere izin verilir. İ.Ö. 134 yılında Sicilya’da başlayan köle isyanı ise Romalılara kölelerden korkmaları gerektiğini hatırlatır, İ.Ö. 132 yılında bu isyan bizzat konsül tarafından bastırılsa da, artık her şey çok değişmiştir. Bu isyandan sonra uzun süre kölelerin sesleri çıkmaz, ta ki Spartaküs isimli gladyatörün isyanı başlayana kadar. Bu isyan da bastırılır ancak Roma artık yatak odalarına kadar aldıkları bu ‘insancık’ların ne kadar tehlikeli olduklarını anlar. Ve köleler eskisi kadar rahat olmayan koşullarda yaşamaya devam eder. Roma İmparatorluğu ikiye bölünüp her ikisi de ortadan kaldırıldıktan sonra, Ortaçağ, Rönesans, Aydınlanma çağı ve sanayi devrimi gerçekleşirken bile, kölelik ve kölecilik ortadan kalkmaz, 1800’lü yılların sonuna kadar varlığı devam eder. Kuramsal olarak ortadan kaldırıldığında ise yerini modern insanın çok iyi bildiği; işçilik olarak adlandırılan kölelik alır. Yunan ve Romalı kölelerden farklı olan tek şey, az da olsa mülk edinebilme ve özgür olma hakkıdır. Ne mi değişti? Bilmem…
29
Dizi: Bizim toprağın isyancıları CENGiZ YOLCU
YOKSULLAR CELALLENDİĞİ ZAMAN...
Ve ‘Türk oğlu Türk’ Osmanlı, Anadolu halkının iliğini, kemiğini emmek istediğinde yoksullar celallendi. Celali oldu!..
B
ir önceki sayıda, Osmanlı Devleti ve Anadolu tarihinde ‘Celâlî İsyanları’ olarak bilinen ayaklanmaların hangi tarihlerde ve nerelerde meydana geldiklerini özetler halinde nakletmeye çalıştık. Bu sefer, XVI. Yüzyıl genel manzarasına bir göz atmak ve de Osmanlı nizamının neden bozulduğunu, ayaklanmaların hangi şartların sonuçları olduklarını anlamak niyetindeyiz. ‘Celâlî İsyanları’, adını Yavuz Sultan Selim döneminde merkezî devlete karşı başkaldıran Alevî dervişi Bozoklu Celâl’den alan; yaklaşık yarım asır boyunca, toplumu oluşturan bütün sınıfları, katmanları, tüm toplumsal grup ve çevreleri, tüm ideolojik yapıları ve tüm devlet kurumlarını bağrına çekerek çatışma içine sokan bir alt-üst oluşu ifade eder. Bu ayaklanmaların önderleri, yeni bir toplumsal düzen talebiyle mücadele ediyor ve eşitlikçi bir ütopyanın gerçekleşmesini amaçlıyordu. Osmanlı toprak düzenine karşı bir başkaldırı ihtiyacı ile yanıp tutuşan yoksul köylülerin ve göçebelerin özlemlerinin bir ifadesi olarak, mal ortaklığına dayalı, yeni bir toplum tasarımını zaman zaman dinsel biçimler de alan isyanlarda açığa vuruyorlardı ve hedefleri her seferinde doğrudan doğruya ‘Sultan’ın iktidarıydı. Bu ayaklanmalar ve iç kavgalar dizisini tek bir genel nedene -Osmanlı toprak düzeninin yozlaşması- bağlamak pekâlâ mümkündür. Gerçekte Osmanlı Devleti’ni sarsan büyük buhran, Osmanlı devlet ve toplum yapısının kendi özgül gelişmesinin sonucu olarak ortaya çıkmış değildi. Osmanlı Devleti’nin de dâhil olduğu Akdeniz ülkelerinin tümünün XVI. yüzyılda bir genel buhrana sürüklenişlerinin gerisinde yatan esas neden, Portekiz ve İspanya imparatorluklarının Doğu ticaret yolunun ve Afrika altınının denetimini ellerine geçirmeleri ve Akdeniz ticaretini gerileterek bölgedeki tüm devletleri genel bir sarsıntıya sokmalarıydı. Bu gelişmeler, Osmanlı Devleti’ni elden kaçan deniz egemenliğini yeniden kazanmak ve Anadolu limanları üzerinden Akdeniz’e aktarılan ipek ve baharat yollarını yeniden denetim altına almak üzere kara sınırlarını ve donanmasını durmaksızın takviye etmesini gerektiren seferlere zorladı. Nihayet Hollanda ve İngiltere’nin de devreye girmesiyle birlikte gerileyen İspanyol ve Portekiz deniz egemenliğinin yeniden Doğu ticaret yollarının önemini artırması üzerine Osmanlı Devleti ve İran arasında artan rekabet Osmanlı Devleti’nin doğu sınırlarının genişletilmesi eğilimini doğurunca, İran’la bitmek tükenmek bilmeyen savaşlar dönemi açıldı. Bütün bu gelişmelerin özü şu manaya geliyordu: Osmanlı Devleti’nin askerî harcamalarının, bürokrasinin ve sarayın masraflarının olağanüstü büyümesi, sürekli seferberlik ve savaş halinde yaşanmasının tımar sistemini ve halktan alınan vergileri aşırı zorlaması ve çöküntülere yol açması; içeride hammadde girdilerinin
30
durmaksızın pahalılaşması ve Batı Avrupa’da gelişen kapitalizmin yüksek kaliteli ve ucuz mallar üretimini mümkün kılması, dolayısıyla Osmanlı pazarına Batı’dan giren mamul malların Osmanlı zanaatlarını çökertmesi…
Döngü aynı: Kriz ve sömürü
Bu genel ekonomik durumun dolaysız sonuçları, bir yandan malî bir bunalımın ortaya çıkması idiyse, öte yanı yöneten sınıfın bu bunalım ve sıkıntı koşullarına uygun yeni sömürü biçimleri bularak bunları uygulamaya girişmesiydi. Devlet hayatını bu şekilde iyice yozlaştıran buhran, bir anlamda da toplumsal ve iktisadî hayatın ve ilişkilerin altını üstüne getirdi. Kendi gelirlerini çoğaltmak için para değerini düşüren devlet, zanaatkâr üretimi üzerinde ‘narh’ koyma yetkisini elinde tuttuğundan, kumaş fiyatlarını örneğin 20 yıl boyunca sabit tuttu. Oysa Batı ticaretine iyiden iyiye açılan Osmanlı iç pazarına bir yandan büyük miktarda Avrupa altını girerken, pazar için yeterli üretimi olmayan piyasadan yüksek miktarda hammadde topluca
Avrupa tarafından emildi. Bu koşullar altında bir yandan üretim mallarının fiyatları artarken, öte yandan, mal kıtlığı baş gösterdi. Bunun sonucu, daha nitelikli Avrupa mallarının piyasayı istila etmesi, yerli zanaatkârın bunların rekabetiyle başa çıkamayarak batmaya başlamasıydı. Ancak ekonomik keşmekeşin sonunda ‘Celâlî İsyanları’na götüren asıl etkisi, toplumun ve devletin tüm temel ilişkilerinin dayandığı toprak sistemi üzerinde oldu. Tımar sistemi bir yandan ekonomik sıkıntıların etkisiyle aşınmaya uğrarken öte yandan demografik bir baskının da altında kaldı. Anadolu’da XVI. yüzyıl boyunca nüfus sürekli olarak artmış, topraktaki üretim tarzı üzerinde çift yönlü bir baskı doğmuştu. Bir yandan hane başına bir çiftliğin altına düşen işlenebilir arazi miktarı artan nüfusa yetmez olur ve reaya son derece büyük bir hızla ‘çift bozma’ya girişirken, öte yandan tımarlar bölünmeye ve küçülmeye başladı. Bunun sonucu yalnızca toprakta çalışanların değil ona devlet adına tasarruf eden ve gelirlerini ‘ikta’ olarak devralan sipahilerin de gelir ve servetlerinin ufalması demekti. Beri yandan, nakdî vergilerin
ödenebilmesi bakımından üretim yetersizliği, paranın değerinin sürekli düşmesi ve nüfus artışı dolayısıyla içine düşülen para darlığı reayanın tefecilere sürekli borçlanmasını ve böylelikle kırda bir ‘ribâhur’ (tefeci) zümresinin teşekkül etmesini beraberinde getirdi ki, çoğu zaman ribâhurlar, bizzat tımar sahipleri ve mültezimlerin kendileri oluyorlardı. Bunun bir toplumsal sonucu, aynî vergilerin giderek neredeyse topraktan elde edilen üretimin tamamına yaklaşması ve böylece, toprağa bağlı tüm askerî sistemin işlevsizleşmesi idiyse, bir başka sonucu da tımarlı sipahi sisteminin gözden düşmeye başlaması ve kapıkulu ordusunun devletin silahlı gücünün temeli olmaya başlamasıydı. İlginç olan bir başka yan da devletten nakit ücret almakta olan yeniçerilerin, ücret ve maaşlarını faize vermeleriydi. Böylelikle bütün Anadolu bozkırına yayılan sonsuz esneklikteki bir faizcilik şebekesi yoluyla tarımsal üreticiler iliklerine kadar soyulurken, düzenli kapıkulu ordusuna yazılmak ya da medreselere girmek, topraktan savrulan çift bozan leventlerin gözünde kurtuluşun başlıca aracı olarak görülmeye başlıyordu. Böylece ‘Celâlî İsyanları’nın başlıca iki toplumsal dayanağı, leventler ve ‘suhte’ler kırdan koparak kentlerin içine ve çevresine yığılmaya başladı. Büyük ekonomik ve toplumsal bunalım Osmanlı’da iki büyük sosyo-kültürel topluluğun oluşmasına yol açtı: Köyde geçimlerini sağlamakta güçlük çeken aileler için genç çocuklarını medreselere yollayarak hem eğitim görmelerini ve devlette yükselmelerini sağlamak, hem de medrese imaretlerinden beslenerek hiç değilse bir ya da birkaç kişinin geçim yükünden kurtulmak doğaldı. Topraklarını terk ederek kentlere gelen ‘levent’ler ise, ya kapıkulu askeri olarak orduya yazılıyor ve düzenli bir gelire sahip oluyor, ya da herhangi bir iş bulamayarak 15–20 kişilik çeteler halinde örgütleniyor, yağmacılığa ve yol kesmeye girişiyorlardı. ‘Suhteyân’ (medrese öğrencileri), XVI. Yüzyıl’da Osmanlı’nın tüm medreselerini tıka basa doldurmuş yoksul köylü çocukları kitlesinden oluşuyordu. Başlangıçta, kadılık, naiplik, müderrislik, imamlık ve benzeri ‘vazife’ler edinerek devlette görev almanın ve böylece sınıf atlamanın bir imkânı olan medreseler, XVI. Yüzyıl başlarında artık böyle bir imkân oluşturmaktan çıkmıştı. Medrese öğrenimi, ne maddî ne manevî hiçbir gelecek temsil etmeyen, öğrencilerin huzursuz topluluklarını barındıran birer isyan ocağına dönüşmeye başladı. Sonunda devletin giriştiği acımasız bastırma hareketlerinden hiçbir kalıcı sonuç elde edilemeyince III. Murat döneminde bir yandan kapıkulu ocakları devşirmeler yerine Müslümanlara açılmaya başladı, öte yandan medreseler hiyerarşisi içinde dikey yükselme kanalları genişletilip yeniden düzenlendi. Fakat Anadolu’daki tüm nüfusu yeniçeri ya da ‘suhte’ yazmak mümkün olmayacağından, yaygın ve genel toplumsal
ve ekonomik nedenlerden kaynaklanan alt-üstlük durulmadı. Reaya ayaklanmaları da ‘suhte’ ayaklanmalarıyla sarsılan düzenin temelini dağıttı. Çözülen tımarların, giderek bedeli ağırlaşan savaş yüklerini kaldıramayışı, sipahilerde artan bir savaştan kaçma eğilimi doğmasına yol açtı. Osmanlı ordusu İran ile savaşmaya giderken geride düzeni koruyacak bir güç kalmayacağı endişesiyle, savaşa gitmekten kaçınan sipahilerle mahalli milis güçlerinin takviye edilmesi kararı verilince, asker kaçağı sipahiler 1578’de ordunun sefere çıkmasıyla birlikte ‘suhte’lerle birleşip ülkede ‘temizliğe’ girişti. Sancakbeylerinin bu seferleri askeriye ile derin bir çelişme içinde bulunan kadıların onlara karşı reayayı silahlandırmalarına ve kendi milis birliklerini kurmalarına yol açınca bu kez topraklarından koparılmış yoksullar iki devlet gücü arasındaki çatışmanın temel gücü halinde birbirlerini kırmaya girişti ve Anadolu kırları devletin ayaklanmaları bastırmak için gönderdiği ama bizzat kendileri Anadolu’yu talana girişen askerler, ‘suhte’ler, reayanın herkese ve birbirlerine karşı bir savaşına sahne oldu. 1594’te bizzat hükümdarın yöneteceği bir yeni sefer açıldığında silâhaltına alınmaya karşı askerler çok daha ciddi ve kararlı bir direnç gösterdi. Sipahiler ve kapıkulları sefere katılmadıklarında başlarına geleceği bildiklerinden sayıları durmaksızın artan Celâlîlere katılmakta tereddüt göstermedi. Her türlü verginin soygunla eşdeğer olduğunu bilen halk kitleleri de savaş için istenen avarızı ödemeyi reddederek ayağa kalktı ve Anadolu kentlerinde ve bozkırlarında sürüler halinde gezen leventlerin saflarına yeni bir kaçaklar dalgası yüklendi.
20 bin isyancı kılıçtan geçirildi
‘Celâli İsyanları’ denilen ayaklanmalar ve iç savaş dalgasının en büyüğünün Anadolu’yu kasıp kavurması 1598 yazındadır. Bu tarihe kadar iki-üç yüz kişilik çeteler halinde gezen Celâli başları Karayazıcı’nın önderliğinde birleşerek 20 bin kişilik bir güç oluşturdu. Ancak Karayazıcı’nın bağımsız bir güç olarak düzeni tesis etmek yerine kendi egemenliğini pekiştirmeye girişmesi üzerine yeniden üzerine birlikler gönderildi ve kendisi Samsun dağlarına sığınan Karayazıcı’nın ordusundan 20 bin kişi kılıçtan geçirilerek yok edildi. Karayazıcı’nın ortadan kaldırılması daha küçük ve birbirinden bağımsız birlikler halinde durmaksızın Anadolu’da isyan halinde yaşayan levent ve ‘suhte’lerin, sipahi ve kadıların, kapıkulları ve sancakbeylerinin birbirleri ve devletle yürüttükleri savaş insan kaynakları ve maddi kaynaklar tükeninceye kadar karşılıklı kırım biçiminde devam etti. 1610’da karşılıklı kıyımın kurduğu denge devlet lehine bozulduğu anda Osmanoğulları hâlâ elde tutmayı başarabildikleri merkezî devlet aygıtının gücüyle amansız bir biçimde yüklenerek ‘Celâli İsyanları’nın sonunu getirdiler. ‘Celâlî İsyanları’ bastırılmış olsa da kendisiyle birlikte Osmanlı Devleti’nin tımar sistemine dayalı merkezî yapısını dağıtarak uzayan bir can çekişme içinde sonunu getirdi. Ancak, dünya sistemine giren ve genel değişmenin darbeleri altında sarsılan, pazar için üretimin yasasına tabi olan Osmanlı Devleti’nin geri dönüş çabaları herhangi bir sonuç vermeyecek Selçuklulardan devralınan ‘ikta’ sisteminin yerini toprakta pekişen özel mülkiyet dolduracaktı. Son sözlerimizi de geçen sayıdaki gibi söyleyelim: ‘Celâlî İsyanları’ Osmanlı Devleti’nde görülen son büyük köylü ayaklanmalarıdır; bundan sonrası taze güçlerini yitirmiş ve bozguna uğratılmış halkın, kapitalist üretim tarzının yeni temeli üzerinde bir kere daha ayağa kalkmasına kadar süren sessizliğiyle belirlenir. Bununla birlikte Baba İshak ayaklanmasıyla başlayıp ‘Celâlî İsyanları’ ile süren köylü savaşları, Anadolu halkının kendisini sömüren ve ezen devlete sadık, uysal bir cemaat geleneğine sahip olduğu efsanesini ortadan kaldıran tarihsel kanıtlar olarak hak ettikleri nispette takdir edilmeyi ve hatırlanmayı bekliyor... mSayı 27, Aralık 2008, Aylık süreli yayındır mYayımcı: LM Basın Yayın Ltd. Şti. mİmtiyaz Sahibi: Tuncay Akgün mYazıişleri Müdürü: Hakan Gülseven mMüessese Müdürü: Ali Yavuz mTel: 0212 292 95 65 (4 hat) mFaks: 0212 245 38 06 mAbonelik: 0212 292 95 65 mBaskı: LeMan Matbaası, Alüminyumcular Sanayi Sitesi C-5 Blok No: 7-8 Hadımköy/İST. Tel: 0212 858 00 93 (Pbx) mGenel Dağıtım: D.P.P. A.Ş. mAdres: Firuzağa Mah. Defterdar Yokuşu No: 19 Beyoğlu / İstanbul
SERHAT ÖZCAN 14 yaşındaki yavrumuzun bedeninde dolaşan, mitingde işçiyi coplayan, tehditkar bir biçimde parmağını havada sallayan, öğrenciye tokat atan ve hatta zikir sırasında hocaya çaktırmadan arkadaşına parmak atan eller hep aynı eller.
Kapkara! M
edya haberlerinden biri: “Otuz kişinin alınacağı maden ocağına 30 bin başvuru.” Müjde, bir sürü üniversitelinin arasından sınavı kazanan ‘biyoloji öğretmeni’ ‘akciğer kanserinden’ ölen babası gibi madenci oldu. “Yaşasın!” diyerek Türkiye ağladı televizyon başında. Sadaka toplumunda iş bulan öğretmen kardeşimiz, “Kaderimiz böyleymiş, bu imkanı sağlayanlar sağ olsun,” dedi. Soma’da, aylar öncesinden parası yatırılan kömürleri almak üzere, yurdun dört bir yanından gelen kamyoncular, kömür satışları ikinci bir emre kadar durdurulduğu için, günlerdir kamyonlarında yatıyor. Çünkü sadaka kömürleri yetişmediği için madenlerde seferberlik ilan edilmiş ve herkes seçim paniğiyle fazla mesaide. Vatandaş ise, doğalgaz zamlarından sonra, kömür dağıtan belediye başkanlarına minnettar. Ve göğsünü gere gere meydan okuyor ekranlardan: “Tabii ki oyum yardımı yapanlara, yani başkanımıza!” Ama okumuyor kömür çuvalının üzerini. Ne yazıyor peki orada? TC Başbakanlık. 25 kg. Çuval yapım: Gaziantep, bilmem ne tesisleri. TKİ Soma işletmesinde çıkarılmıştır. Yine ‘deniz feneri’nde olduğu gibi tesadüfler ve iftiralar birbirini kovalıyor yandaş medyaya göre. Şimdi kabaca bir hesap yapalım. Kömür Manisa Soma’da çıkıyor. Çuvallar yirmi saatlik kamyon yolculuğuyla GAZİAntep’ten geliyor. Oysa Denizli, Bursa ve Manisa bu işi yapacak ve sinek avlayan atölyelerle dolu. Maliyeti yükseltmenin kimseye bir faydası olur mu bilmem ama bizden çok acı çıkarılacağı kesin seçim sonrası. Bu arada devlet 100 milyon civarı borçlu görünüyor TKİ’ye. TIR’lara yüklenip yurdun dört bir yanına sadece AKP’li belediyeler ve diğer yandaşlarca dağıtılıyor. Tesadüf bu ya, çuvalı yapan arkadaş da AKP’li olmasın mı? Yine tesadüf bu ya, çuvalı kapan da AKP’ye oy veren olmasın mı, Allah’ın izniyle? Ama bir Müslüman evladı da yok mu çuvalı tartacak. Biz tarttık. En babası 24 kg. Yani her çuvaldan en az bir kilo çalındığını hesaplarsak, milyon çuvalın hesabını siz düşünün artık, tesadüfen. Bu kömürlere oy veren de, kömürü çalan kadar suçludur ve sorumludur, senin benim emeğimizden… Kimse kendi servetinden bir şey lütfetmiyor neticede. Sabah şekeri ablalar gibi ‘sponsor’dan aldığını kendi malıymış gibi dağıtıyor. Fakat bu kez sponsor bizleriz. Bu yazıyı yazan. Basan. Matbaasında çalışan. Okuyan ve de özellikle okumayan.
Hepimiz kendi kömürlerimizin mali kaynağıyız zaten bir şekliyle. Zonguldak’ta ‘Karaelmas’tır kömürün adı. Ve katilidir, bir bakıma nimeti Zonguldaklının. Çok az yaşlı dede görürsünüz orada. Genç ölümlüler kentidir Zonguldak. Demokrat ve aydın. Kapkara çıkarlar maden ocaklarından ama hiç dolanmamışlardır kara çarşafa oy verdikleri partileri kadar. Ama yine de suçludurlar dünyanın en ağır işini yaparken bile. Krizleri işçiler yaratır. Farikaları, sermayeleri onlar batırır. Ekonomiye hep yük olanlar onlardır. Bu durumdur işte yavuz hırsızın ev sahibine ettiği. Eskiden, bir atölyeye girdiğinizde şöyle yazardı duvarında: “Emek en yüce değerdir.” Madenlerden, tamir atölyelerinden simsiyah suratlarıyla çıkan emekçiler gururunu taşırdı ürettiği değerin. Şimdi de olduğu gibi. Şimdilerde kendilerini, ‘nükleer bomba bulmuş katiller’ gibi hissettiğini söyledi bir madenci dostum. Nedeni ise gayet basit: “Mercimekten bile fazla ‘oy’u var ürettiğimiz kömürün,” diyor. Utanması gereken oymuş gibi. Kriz bize teğet geçiyor ama biz salak olduğumuz için hep teğetin güzergâhında duruyoruz. Yoksa teğetin suçu ne? Bakın Meclis’ten geçmiyor bile. Ankara Belediyesi’ne, Taşyapı’ya, ‘medikal park’lara, Kızılcahamam’a, kamp merkezlerine falan uğramıyor ama üniversiteler, fabrikalar, cezaevleri, Ergenekonlar, kriz fay hattının üzerinde. Her kriz de soldan vurmaz ki! Sol kriz olup vurmadan bunlar da düzelmez ki!
Hep aynı el!
Kapkara eller geziniyor yurdumun üzerinde, alın terinde arıtılmış kömürlere uzanıyor eller. Bir bakıyoruz ki, 14 yaşındaki yavrumuzun bedeninde dolaşan, mitingde işçiyi coplayan, tehditkar bir biçimde parmağını havada sallayan, öğrenciye tokat atan ve hatta zikir sırasında hocaya çaktırmadan arkadaşına parmak atan eller hep aynı eller. Yani bu eller kurmak istedikleri düzende kesmeleri gereken, bugün ise bile bile öpülen eller. (Bu arada Manisalı gençler davasında yargılanmasıyla tanıdığımız ve ergenliğini cezaevinde dünyanın en uzun ergenliği olarak geçiren Özgür kardeşimiz Aralık’ta evleniyor. Hak edilmiş mutluluğunu gönlünce yaşasın diyoruz. Tüm REDcilerin sevgi ve selamını iletiyoruz…)
31
durmak yok! yola devam!
www.redciyiz.biz