Sayı 28, Ocak 2009-1,
3 ytl, -KKTC 3,25 ytl-
RED
YA iSRAiL’LE iLiŞKiYi, YA DA PALAVRAYI KESİN!..
Bizim sinemamız, romanlarımız,
Ç
oğu kimse bilmiyor Gazze’nin nasıl bir yer olduğunu. Dünyanın her tarafından koparılmış, tecrit koşullarında, Akdeniz’in dibinde bir kıyıya sıkışmış, ve o kıyılarından balıkçıların bile açılamadığı, 365 kilometrekarelik, 1.5 milyon nüfuslu… Üst üste yığılmış bir kan, ter ve yıkıntı deryası, koskoca bir toplama kampı Gazze Şeridi… Elektriği, suyu, ilacı yok… Feryadı çok, duyanı yok… Yeni ‘istatistiki değer’ler olarak kayda geçen birkaç yüz ölü, bir kez daha gündemimize getirdi Gazze’yi ama… O kadar… Ne olacak ki?.. Biz Ortadoğulular, evet biz Ortadoğulular şimdiye kadar neyi birlikte becerebildik ki, Gazze’den yükselen feryatları dindirebilelim? On yıllardır, Filistin toprakları bir zulüm yuvası. Bu sayfaları hemen takip eden sayfada, Nazi soykırımının ardından Filistin’e yerleştirilen Yahudilerin nasıl bir canavar Siyonist devlet yarattığını, adım adım tüm Filistin’i nasıl egemenlik altına aldıklarını ve kendileri dışındakine Nazilerinkinden beter toplama kamplarını reva gördüklerini sadece birkaç haritayla anlayabilirsiniz. Gazze ve Batı Şeria olarak ikiye bölünmüş Filistin’in her köşesi Siyonist tanklarla tutulmuş. Her köşesinden bir füze fırlatılabilir. Evlerinin kapısı postallarla kırılan çocuklar yataklarında öldürülebilir. Ve tüm bunlara ‘terörizme karşı mücadele’ diye, ‘fevkalade haklı’ gerekçeler uydurulabilir… Peki neden? Bir sürü medeniyetin, bir sürü peygamberin, bir sürü zalimin, iktidar şehvetinin, altın, buğday ve deve açlığının tarih kadar eski mücadelesine tanık oldu bu topraklar. Tarih kadar eski, çünkü sınıflı toplumların tarihi burada başladı. Sulama kanalları Sümerlilere tarifsiz bir zenginlik ve fakat açgözlülük ve felaket de getirmişti. Toprağı sulaya sulaya bir tuz deryasına çevirdiler. Körleştirdiler. Ve sonra, bu topraklarda, bizim coğrafyamızda ne medeniyetler kuruldu ve ne medeniyetler çöktü!.. Ortadoğu’da vahşet hâlâ durulmadı. Bizim sinemamız, romanlarımız, resimlerimiz, müziklerimiz, şiirlerimiz hep çekilen acıları anlatır. Bu toprakların bağrından çıkardığı düşünen, sorgulayan, öğreten pek çok isimsiz kahramanın kırılmış gözlükleri öylece kaldırımlara düşmektedir. Bizim topraklarımızda aklıselimin izlerini bulamazsınız, takip edeceğiniz her iz arkaik çağlardan beri kılıçla çizilmiştir zaten. Peki neden? Biz Ortadoğulular, zenginlik dolu bu topraklar üzerinde öylece birbirimize saldırıp duruyoruz. Emirlerin, sultanların,
2
İsrailli Büyükelçi diyor ki, Olmert Tayyip Erdoğan’la buluştuğunda beş saat yapacakları operasyonu anlattı. E, peki Tayyip Erdoğan şimdi neden Ortadoğu’da fır dönüyor? Yoksa Filistin’e Türk askeri göndermenin zeminini mi yaratmaya çalışıyor? şahların ve firavunların peşi sıra dizilip hep kendi öz kardeşlerimizi öldürmüşüz. Kör şiddet ciğerlerimize işlemiş. Binyılların acılarından sonra, sınıflı toplumların yarattığı o derin nefreti yanı başımızdakine saplamakta bir an bile tereddüt etmiyoruz artık. Ulusal sınırları uluslar yaratılarak çizilmiş ve hâlâ çizilmeye devam eden bu dehşet dolu topraklarda, firavunların acımasızlığını birbirimize reva görüyoruz. İşte ondan… Bugün konu petrol ve doğalgazdır. Evet, son derece fanidir ama böyledir. Doymak bilmeyen bir kaynak açlığı içindeki ABD ve müttefiklerinin gözünde,
ne kadar cana kıyıldığı önemsizleşmiştir. Bütün resepsiyonlar, devlet törenleri, ikili görüşmeler, kıvırmalar, bahaneler o kadar kepazedir ki. Ortadoğu’ya bakın. Her bir memleketin başında, havsalaları sadece çalacaklarıyla sınırlı, emperyalist masadan düşecek kırıntılara, komisyonlara, avantalara kilitlenmiş iktidarlar var. Kimi söylesem? Başında bir köpek sürüsü olan Mısır’ı mı? Irak’ta Müslüman kardeşleri çölün kumlarına yüzbiner yüzbiner gömülürken, kendi çöllerini Amerikan askerine alabildiğine açan Mekke ve Medine simsarlarını mı? Yoksa şimdi, o kadar hamasi nutuklar attıktan
sonra Ortadoğu’da İsrail’le Filistinliler arasında ‘arabuluculuk’ yapmak için fırdönen Tayyip Erdoğan’ı mı? Evet, İsrail’in Ankara Büyükelçisi Gabby Levy, İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in son Gazze saldırısı öncesi Ankara’yı ziyaretinde Başbakan Tayyip Erdoğan’a beş saat boyunca bu operasyonla ilgili bilgi verdiğini açıkladı. Şimdi kim, daha neyi konuşacak? ABD, Irak operasyonuyla dünya petrol rezervinin yüzde 10’una, hem de dünyanın en kaliteli petrollerini ihtiva eden Irak milli petrollerine el koydu. Burada 1 milyonun üzerinde Ortadoğulu kardeşimiz öldürdü. Bugün o topraklarda camilerde, mescitlerde, Kürt kahvelerinde, Türkmen mahallelerinde patlayan her bomba, eğer Amerikan askerine yönelmiyorsa, ABD’nin sifonlayarak götürdüğü petrolü gizleyen bir toz perdesi yaratmaktadır, o kadar. Bugün Gazze’de, Batı Şeria’da yaşanan her vahşet, Ortadoğu kaynaklarını zorla koparıp götürmek üzere bölgede tesis edilen emperyalist egemenliğin derinleştirilmesi içindir. Hamas bitirilecek, işbirlikçi Mahmud Abbas’ın denetimi sağlanacak ki, bir direnç noktası kırılsın. Lübnan’da Hizbullah bastırılacak, Suriye’de Esad yönetimi iyice teslim alınacak, Iraklı direnişçiler birbirine kırdırılacak ki, İran saldırısının önü açılsın, cephe gerisi temizlensin!.. Bu balta bizi kesemezdi ya, sapı bizden! Ah, bu bölgedeki işbirlikçilerin hepsi ne kadar da milliyetçi ve Müslüman!.. Bakmayın siz bu memlekette 100 yıldır anlatılan ‘muasır medeniyet’ masalına, biz Ortadoğuluyuz. Dünya üzerinde 138 ülke bizi kendi topraklarına almak için vize ister. Bizim bu vahşet topraklarından geldiğimizi bilirler çünkü. Vahşet kendilerine bulaşsın istemezler. Amerika bu toprakların bağrını delik deşik eder ama bu topraklardan Amerika’ya gidenleri sınır polislere köpeklere koklatır. Bizim gerçeğimiz, emperyalistlerin kapısından girerken köpeklere koklatılmaktır!.. Gözünüzde Ortadoğu’nun sınırlarını şöyle bir çizin, işte bizim vahşet topraklarımızın, Ortadoğu’nun ortasına da bir mızrak saplanmıştır; eğer bu coğrafyada siyaseti anlayacaksanız, bu coğrafyada siyasete doğru yanıtlar bulacaksanız, ekseniniz o mızraktır. Ve emperyalizmin sapladığı mızrağı çıkarıp atmadığımız sürece, bağrımız hep kanayacaktır. Evet, Ortadoğu’da siyasetin ekseni emperyalizmdir. Bir yanda emperyalizme direnenler, diğer yanda emperyalizmin işbirlikçileri, uşaklar, kardeşlerinin kanını satılığa çıkarmış
HAKAN GÜLSEVEN
şiirlerimiz hep acıyı anlatır...
namussuzlar var; ayrım bu kadar açıktır… Esas çatışma alanı Irak’tır. İsrail, emperyalizmin koçbaşı olarak sadece direnç noktalarına kuşatma ve yıldırma harekatı gerçekleştirmektedir. 1 milyonu aşkın kardeşimizin öldürüldüğü Irak’ta, ABD’nin temel yastığı, işbirlikçi Barzani ve Talabani liderlikleridir. Barzani ve Talabani’nin kazandığı her mevzi, Irak’ın geri kalanında öldürülen 1 milyon can pahasınadır, kendi kaderine terk edilmiş yetimler pahasınadır, bütün Ortadoğu’ya yayılan ve bedenini satmaktan başka çaresi kalmayan on binlerce Iraklı kadın pahasınadır. İşte bugün ABD, bölgedeki herkesi Barzanileştirmeye, Amerikan üniforması giydirip paralı askere çevirmeye çalışıyor. Bugün hedee Türkiye’deki Kürt hareketi vardır; Türkiye’deki Kürt hareketini Barzanileştirmek, bölgedeki Amerikan siyasetine yedeklemek, ‘TRT Şeş’lerde çalınan ezgilerle büyüleyip, on yıllara yayılan zorbalığı, adaletsizliği, vahşeti, Rojin şarkılarının arkasına gizlemek istiyorlar. Özcesi, Türkiye’deki Kürt hareketini ehlileştirmeyi, tasfiye etmeyi, önemsizleştirmeyi, Türkiye egemenleriyle Barzani arasında bir şer köprüsü oluşturarak Ortadoğu’daki yeni hedeflere sürmeyi istiyorlar. Ancak Türkiye’deki Kürt hareketi
Barzanileşmeyecektir; kolay sökülüp atılamayacak bir sosyalist bilinç ihtiva etmektedir… Biz, Ortadoğu halkları, bu emperyalist planlara hiçbir dini ve milli direnç noktası geliştiremeyiz. Direncin ruhu enternasyonalisttir. Biz bu emperyalist planlara, Ortadoğu’nun ezilen, horlanan, sömürülen emekçi yığınları olarak, hep birlikte, Şii, Sünni, Alevi, Hıristiyan, Keldani, Yezidi, Süryani, Ermeni ve evet, Siyonistlere karşı çıkan Museviler olarak bilcümle inançtan; Kürt, Türk, Acem, Arap, Yahudi ve bilcümle milletten acılı Ortadoğulular olarak başkaldırabiliriz. Kendi topraklarımızın kaynaklarını savunup, kendi kaderimizi hep beraber tayin edebiliriz. Aksi takdirde önümüzde hiçbir milli/ dini çıkış yoktur. Gazze saldırılarıyla Türkiye’deki doğalgaz sızıntısı arasında rezil bir bağ kuran şu Vakit gazetesinin ettiğine bir bakın: “İsrail’in Gazze’ye yönelik katliamına rağmen yılbaşını kutlayan duyarsız çevreler, çeşitli rezaletlerin yanı sıra facialara da sebep oldu. Ankara’da yılbaşını kutlayan kızlı-erkekli yedi öğrenci, alkol alıp, sızan doğalgazı fark edemeyince gaz zehirlenmesi sonucu hayatını kaybetti.” Evet, böyle rezil lafları sık sık yazmakta
kendi dinsel mantıkları açısından bile bir beis görmeyen Vakit gazetesi, dinciliğin temsil ettiği zihniyetin de sınırlarını göstermektedir. Bu mantığın farklı din ve milliyetlerden Ortadoğu halklarına özgürleştirici bir alternatif sunamayacağı, tersine, yeni kör çatışmaları kışkırtacağı açıktır. Kaldı ki, dünün cevval mücahidi Tayyip Erdoğan’ın bugünkü hali ortadadır. Olmert’le kapalı kapılar ardında beş saat ne yapmışsa yapmış, ardından Ortadoğu’da dört dönmüştür. Para ve iktidar, dünün bu cevval mücahidini uysallaştırmış, palavradan bile olsa tehdit savuramaz hale getirmiştir. İsrail’le ilişkileri kesmeyi aklına bile getirememektedir. İşte İslamcı liderliklerin bir başka son durağı da budur… Bugün Ortadoğulular Denizleşmelidir. Evet, Filistin kamplarında Siyonist İsrail saldırılarına karşı Filistinlilerle omuz omuza dövüşmeye giden Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının hattı, tüm Ortadoğululara örnek teşkil etmelidir. Siz bakmayın liberal şarlatanların Deniz Gezmişler aleyhine yürüttükleri ‘Deniz Gezmiş ve arkadaşları milliyetçidir, ırkçıdır’ kampanyalarına. Bu liberal şarlatanlar, nakit olarak beslendikleri Soros fonlarını, safsata olarak ortalığa
kusmaktadır; Amerikan halkla ilişkiler kampanyasının birer figüranıdırlar. Bugün Ortadoğu’nun gerçeği, bu toprakların emperyalist zorbalardan ve onların uşaklarından temizlenmesi gereğidir. Evet, tam olarak budur. Deniz Gezmişlerin çizgisi, emperyalizme karşı mücadeleyle kapitalizme karşı mücadeleyi birleştirme çizgisidir; milli ve dini ayrımları aşarak tüm Ortadoğulu yoksulları ve emekçileri tek bir bayrak altında birleştirecek yegane mücadele hattı budur. Türkiye’den Mısır’a, Suudi Arabistan’a kadar bütün büyük sermaye, emperyalizmin arkasında hizaya geçmişken, emperyalizmi yenilgiye uğratmak, onların Ortadoğu’daki düzenini yerle bir etmekle eşitlenmiştir… Evet, biz Ortadoğuluyuz… Ortadoğu’da Denizleşmek, bir Ortadoğu devrimciliği geliştirmek zorundayız. 15 yaşındaki Yunanlı Alexis polis kurşunuyla can verdiğinde, Yunan düşmanlığının alabildiğine serbest bıraktığı Yunan konsolosluğu eylemlerini ayıp bellemeliyiz; çünkü 12 yaşında delik deşik edilmiş Uğur Kaymaz’ımızın gözleri hâlâ üzerimizde. Yüz binlerce Iraklı ve Filistinli ölü çocuk gözünü dikmiş bize bakıyor. Biz de onlar gibi Ortadoğuluyuz… Fırtınalar koparacaksak, önce kendi coğrafyamızın fırtınasını koparmalıyız!..
3
Korsan devlet İsrail yıkılmalıdır!.. F
ilistin halkının mücadelesini destekleyen pek çokları İsrail’in ortadan kaldırılmasına karşı çıkıyor. Onlara göre ortada Filistinliler ve Yahudiler diye iki ayrı ulus var ve dolayısıyla iki devletin olması gerekiyor. Biz bu öneriye karşı çıkıyoruz. Bize göre tek çözüm - bir zamanlar FKÖ talep ettiği gibi -Arapların ve Yahudilerin bir arada yaşayabileceği ırk temeline dayanmayan, laik, demokratik bir Filistin’in yaratılmasıdır. Bu amaca ulaşmak için, bölgedeki çatışmaların ana kaynağı olan İsrail devletinin yıkılması gereklidir. 1918 yılında her dört kişiden üçü Araptı. Yahudiler toprakların sadece yüzde 5’ine sahipti ve kendi devletlerini kurmak için hiç de istekli değillerdi. Asırlardır barış içinde Araplarla birlikte yaşayabiliyorlardı. 19 yy. Avrupalı Yahudi Theodore Hertz önderliğinde gelişen Siyonizmle, Filistin’deki Musevilerin halklarının savunulması ve ulusal İsrail anavatanın kurulması savunulur oldu. Zengin Avrupalı Musevi ailelerin ve emperyalizmin kimi kesimlerinin destekleriyle Siyonizm Filistin’e Yahudi göçünü teşvik etti, toprak alımının finansmanını sağladı ve silahlı ‘baskı’ grupları oluşturdu. Böylece 1947’de Yahudi nüfusu yüzde 40’a ulaştı.
İsrail’in doğuşu
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, 1947’de, iki ulus teorisine dayandırılarak, emperyalizmin desteği ve Stalinizmin onayıyla, Birleşmiş Milletler İsrail devletini kurdu. Filistinlilerin hakları ayaklar altına alınarak, Filistin’in yüzde 55’inin denetimi İsrail’in eline geçti. Böylece
4
Araplarda gelişen anti-emperyalist yükselişlere tampon olacak ve bölgedeki petrol yataklarının stratejik öneminden dolayı emperyalistlere yeni bir yerleşim bölgesi oluşturulmuş olacaktı. 1948 yılına gelindiğinde silahlı Siyonist örgütler Filistin’in elinde kalan toprakları da gasp etmeye girişerek topraklardan geri kalanının yüzde 20’sini daha aldı. Örneğin, 700 nüfuslu Der Yasin köyüne yapılan baskında 254 kişi katledildi. Bu katliam ve yağmalarla İsrail devleti nüfusun 800 bin Filistinliyi topraklarından sürdü; bu, Filistinli nüfusun üçte biri anlamına geliyordu. Filistinliler Kudüs’ün doğusuna, Gazze ve Batı Şeria’ya sıkışıp kaldı. Bu bölgeler de, yine İsrail tarafından 1967’de doğrudan işgal edildi. Bu yüzden İsrail devletini kabul etmek İsrail’in tarihteki katliamcılığını, yağmacılığını kabul etmek anlamına gelecektir.
Irkçı bir devlet
Siyonist ırkçılık, kendini açıkça bir ‘Yahudi devleti’ olarak tanımlayan İsrail’in yasalarına sinmiştir. ‘Geri dönüş yasası’ İsrail’e dönen her Yahudiyi İsrail’in kurucusu ve vatandaşı olarak tanıyor. Ortadoğu’daki bu topraklarda doğup doğmadıkları dikkate alınmaksızın milyonlarca Yahudi İsrail vatandaşı olarak kabul edilirken, pek çok Filistinlinin durumunda olduğu gibi, söz konusu topraklarda doğup da Yahudi olmayanlara hiçbir hak tanınmıyor. İsrail devletinin bu karakterini değiştirme hedefi taşıyan herhangi bir eğilimin seçimlere girmesi yasaklanmıştır. Irkçı uygulamalar tarım arazilerinin mülkiyetinde de uygulanmaktadır. Yahudi
olmayanlarıntoprak satın almasına izin verilmemektedir. Bu yolla Arap nüfusun toprak sahibi olması engellenmektedir. Bu uygulamaların benzerleri Güney Afrika’daki ‘Apartheid’ döneminde ve Nazi Almanyası’nda yaşanmıştı. Bu nedenle, Siyonist devletin varlığını kabul etmek İsrail devletinin ırkçı temeline destek vermeyi kabul etmek anlamına gelir.
Bir jandarma devlet
İsrail dünyadaki beşinci askeri güçtür. Savaş uçaklarına, füzelere, en önemlisi 200 nükleer başlıklı füzeye sahiptir. Nüfusa oranla bakıldığında, bu ABD’den bile daha büyük bir askeri güç anlamına gelmektedir. Bu yüksek ateş gücünün yanı sıra, İsrail en önemli silah üreticisi ve ihracatçısı ülkelerden biridir. Tüm bu askeri güç, her yıl İsrail’e milyarlarca dolar ödeyen ABD ile İsrail silah satışının yüzde 80’inin gerçekleştiği Avrupa Birliği ülkeleri tarafından finanse edilmektedir. İsrail’in, ‘düşman Arap ülkeleri ile çevrili olduğu için’ kendini savunmak üzere silahlanması gerektiğini iddia eden eski mazeretler hâlâ öne sürülüyor. Bu mazeretlerin geçerliliği yoktur. 1973’ten bu yana hiçbir Arap ülkesi İsrail’e saldırmamıştır fakat İsrail silahlanmaya devam etmiştir. Silahlanmanın amacı ise Filistinlileri yıldırmak ve 1982’de Lübnan işgalinde, 1991’de Irak’a yönelik füze saldırılarında olduğu gibi, başkaldırmaya niyetlenen Arap ülkeleri üzerindeki tehdidi sürekli kılmaktır. İsrail esas olarak ‘emperyalizmin bölgedeki silahlı kalesi’dir.
Hangi Filistin devleti? İsrail bölge topraklarının yüzde
78’ini elinde bulundurmaktadır. ‘Tek taraflı ayrılma’ planıyla bu oran yüzde 85’e yükseltilmeye çalışılıyor. Bu koşullarda ‘bağımsız bir Filistin devleti’nden söz etmek mümkün değildir: Ortada sadece birbirinden bağımsız, iletişimi bulunmayan adacıklar vardır ve Batı Şeria’nın en iyi toprakları ve su kaynaklarına İsrail tarafından el konulduğu için her türlü ekonomik kaynaktan yoksun Filistin yerleşimlerinde bir ekonomik faaliyetin
temeli yoktur. Birleşmiş Milletler tarafından karar altına alınan 1947 paylaşımı da bir çözüm olmaz. Bunun Siyonist yağmayı meşrulaştıracağı gerçeğini bir an için kenara bırakalım. Bugün Filistin topraklarında 9,5 milyon insan yaşıyor. Nüfusun yüzde 53’ünü Yahudiler, yüzde 47’sini Araplar oluşturuyor. Eğer bu rakama Filistinli göçmenleri eklersek, ortaya 5 milyon Yahudi ve 8,5 milyon Arap rakamı çıkar. İsrail devleti toprakların oransal
paylaşımına izin verecek mi? Elbette hayır. Başka deyişle, ‘iki devlet’ önerisinin bile mantıklı olabilmesi için öncelikle İsrail devletinin yenilmesi zorunludur. Bu durumda bile, emperyalist bir askeri aygıt olan Siyonist devlet, ilk fırsatta kayıplarını telafi etmek için yeni saldırılara girişecektir. Bu anlamda, ‘iki devlet’ siyaseti, emperyalistler tarafından sunulan önerilerin bir ‘sol versiyonu’dur. Barışa ulaşmak için, nasıl ki Güney Afrika’daki ‘Apartheid’ devleti ya da İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Nazi devleti yıkılmak zorundaysa, ne kadar güç olursa olsun, bugün de İsrail devleti yıkılmak zorundadır; bu gerçekleşmediği sürece, Ortadoğu’da barış imkansızdır. Laik, demokratik, ırkçı olmayan, Arap ve Yahudilerin bir arada yaşadığı bir Filistin mümkün olabilir mi? Tarihsel deneyim, bunun tek mümkün alternatif olduğunu gösteriyor; bunun için de Siyonizmin yenilmesi gerekiyor...
Bir halk yok ediliyor!
Ve, yine liderlik sorunu
El Fetih, 1967’de bir politik askeri örgüt olarak Yaser Arafat liderliğinde kuruldu. Programı oldukça ilericiydi: Özgürlüğe kadar savaş, Yahudi ve Arapların bir arada barış içinde yaşayabileceği ırkçı olmayan ve demokratik bir Filistin, Siyonistler tarafından dünyanın dört bir yanına sürülmüş milyonlarca Filistinlinin evlerine dönmesi talep ediliyordu. Tüm bu talepleri gerçekleştirmek için, bölgedeki barışın önünde engel olan İsrail devletinin yıkılması gerekliydi. Arafat Filistinlilerin taleplerini dünya kamuoyuna duyurmayı başardı. Aynı zamanda, Filistin halkının mücadelesini birleştirdi. Böylece, sadece El Fetih’in değil, tüm Filistinlilerin lideri haline geldi. Ardından birçok örgütün katılımıyla Filistin Kurtuluş Örgütü kuruldu. Arafat, 1982’de İsrail ordusu tarafından Lübnan’a sürgün edilmesinden sonra ve daha sonra Tunus’a yerleşmesinin ardından, ileri gelen Filistinli liderlerle yeni bir sürece girdi. Filistin sorununa artık diplomatik çözüm aranmaya başladı. Emperyalizm tarafından ileri sürülen şartlar birer birer kabul ediliyordu. Bu süreç, 1987 yılındaki ilk İntifada’ya rağmen devam etti ve 1993 yılında Oslo antlaşmasının imzalanmasıyla doruk noktasına ulaştı. Arafat ve El Fetih, tarihsel taleplerine sırt dönmüştü. Başlangıçta Filistin halkı Filistin ulusal yönetimini kabul etti. Çünkü Filistin halkının tarihsel lideri Arafat, halkı bu oluşumun bağımsızlık yolunda önemli bir adım olduğuna ikna etmişti. Oyların yüzde 80’ini alan Arafat Filistin’in ilk devlet başkanı olarak seçildi. Ancak, kısa süre içinde Filistin yönetiminin ne olduğu da ortaya çıktı. El Fetih’in Filistin polisi, sanki başka bir ülkenin polis gücüymüş gibi, İsrail’e karşı mücadele etmeye kararlı olan kitleleri baskı altına aldı, kimi durumlarda da tutukladı. El Fetih liderleri, ABD, AB ve Arap ülkelerinden gelen fonları ve yardımları kendi çıkarları için yağmaladı, adları yolsuzluklarla anılır oldu. Aşırı bir nüfus yoğunluğu bulunan Gazze dev bir toplama kampına dönüştü; diğer bölgelerdeki köyler, İsrail’in uyguladığı su kesintileri yüzünden yaşanamaz hale geldi. Tüm bu olumsuz süreçlerin ardından 2000 yılında ikinci İntifada patlak verdi. Arafat’ın ölmesi süreci daha da kötüleştirdi. Dizginlerinden boşanan El Fetih ve Filistin yönetimi, emperyalistlerin denetimindeki Mahmud Abbas’ın eline geçti. El Fetih’in yeni önderlerinden sadece bir örneğe göz atalım. Eski başbakan A. Korci, üretiminin çoğunu İsrail’e satan çimento fabrikasının sahibidir. Ve İsrail’in inşa ettirdiği utanç duvarı bu çimentoyla örülmektedir. Yenilgisinin ardından Abbas, emperyalizme ve İsrail’e dönerek, Hamas İsrail’i yıkma hedefinden vazgeçmedikçe yönetimi Hamas’a bırakmayacağını ilan etti. İşte El Fetih’in taşıdığı zihniyet ve seçimlerde Hamas karşısındaki yenilgisinin nedeni de budur... (RED’in ilk sayısından)
i
srail’in kuruluşu ‘büyük felaket’ Nakba üzerinden 60 yıl geçti. İsrail tüm bu yıllar boyunca Filistinlileri yok edilebilir, gözden çıkarılabilir, gereksiz ve İsrail toprağında birer leke olarak gördü. Aslında aşağı gördükleri sadece Müslümanlar değil, Araplar ve Ortadoğu’da yaşayan diğer halklardı; yani o topraklarda ‘saf İsraillilerin geri dönüşüne kadar’ yaşamış insanlardı. Bu yüzden Siyonizm, Arap Yahudilere uzun yıllar ayrımcılık uyguladı, komşu devletlerle çıkabilecek savaşlarda ilk ve ani tahribatı görecek bölgelere yerleştirdi. Kısacası Siyonizm, bu topraklarda yaşaya gelmiş her halktan, her insandan, isterse Yahudi bile olsun, nefret etti. Ve bu nefret, bu halkların Siyonistlerin kendilerine ‘vaat edilmiş’ topraklardan sürülmeden, Siyonistlerin o topraklardan sürüldüğü dönemlerde bu insanların o topraklara saldıkları her kök temelinden koparılmadan, kısacası bir halk yok edilmeden son bulmayacak. Ve İsrail bu halkın sadece fiilen dünyanın üzerindeki var oluşunu yok etmekle de durmayacak; bu insanların, bu halkın, bu topraklarda bırakmış olduğu her izi, her hatırayı tamamen bir hiçlik ve unutulmuşluk içine gömecek. İşte bu ‘ülkü’nün içinden her vatandaşını bir asker ve Yahudi şeriatının bir neferine çeviren modern İsrail devleti oluştu. Altı aylık ateşkes, bir yıldan fazla süren bir abluka, Gazze’de yaşayan bir milyondan fazla Filistinlinin çektikleri, Hamas’ın saldırgan ve şeriat yanlısı tutumu... Filistinliler arasındaki bölünmüşlük, Fetih-Hamas çekişmesi, Utanç Duvarı’nın inşasının devamı... İsrail’in her şeyi kontrol etme -olmadı yok etmearzusu... Geçen yaz Hizbullah ile yapılan esir değişiminde hükümete azalan güven ve Arap dünyasında direnişe yönelik bir umudun tekrar belirmesi... Başbakan Olmert hakkında yolsuzluk suçlamaları, İsrail’de yaklaşan genel seçimler, yeni ABD başkanının henüz göreve gelmemesi... Belki de tüm bunları bilmek, tekrar etmek, takip etmiş olmak bu saldırının nasıl bir bağlamda, kime karşı, neye karşı olduğunu açıklayacak diplomasi ve savaş uzmanlarının işine yarayabilir. Belki de İsrail’e karşı muhalif bir siyaset gütmek isteyen, bunu daha iyi ifade etmek ve yakın geçmişteki olaylarla bağdaştırmak isteyenlerin de işine yarayabilir. Ama geniş bir açıdan bakıldığında, bu olayların sadece döngüsel bir hale geldiğini ve İsrail’in
BiLGESU SÜMER tüm savaşları kazandığı ama barışı kaybettiği bir dünyayı nasıl yarattığını gösteriyor. Sanki sadece aktörlerin şekillerinin değiştiği fakat sonunun ne olduğu bilinen ama gene de oynanan bir trajedi gibi. “Hamas füze attı 1 İsrailli sivil öldü, İsrail karşılık verdi 300 Filistinli can verdi, aralarında çocuklar da var. Hamas intikam yemini etti. İsrail ise saldırının son teknolojik silahlarla, orantılı bir güçle yapıldığını savundu.” Bunların aynısını 2006’da ve 1996’da Lübnan’da, Kana’da ve şu anda aklıma gelmeyen birçok kıyımdan sonra da, tamamen aynı kelimelerle duyduk. Ama vukuu bulan, tekrar eden olgu Siyonizm’in bitmek tükenmez nefreti ile savaş endüstrisinin emperyalizminin evliliğinden doğan bombaların altında ölmektir. İnsanlık tarihinin İkinci Dünya Savaşı sonrası Siyonizm gibi bir ideolojiye göz yumacak kadar kendinden utanç duyuyor olmasının artık miadı doldu. Çünkü bu yaklaşım tekrar savaş endüstrisinin tavan yaptığı emperyalist sistemle işbirliğinin doruk noktasına geldi. Ve bu birlikteliğin, nefret ve silah endüstrisinin sapık evliliğinin, tek bir hedefi var: Bir halkı yok etmek. İşte bu yüzden ABD’de kimin başkan olacağı, İsrail’de hangi partinin seçimleri kazanacağı sorularının cevabı, kısa vadede Filistinli nüfusa uygulanan vahşetin ya da uzun vadeli bir barış sürecinin yanıtı değildir. İsrail’de askeri kariyeri olmayan birinin siyasetçi olabilme ihtimali bile çok düşükken, aileler arasında kimin çocuğunun daha iyi bir asker olduğu itibar meselesi haline gelmiştir. Aynı şekilde, Yahudişeriatının uygulanması ve bunun dışında kalanların tamamen hukuksuzluk düzleminde her türlü haksızlığa uğramasının önünde engel yoktur; Filistinliler ve diğer halkların üzerinde bitmek tükenmek bilmeyen bir ırkçılık ve ayrımcılık bunun doğal bir sonucudur. Daha altı ay öncesine kadar haberlere yansıdığı şekilde yasadışı İsrailli yerleşimcilerin yüzlerini örterek, yaşlı bir çoban çifti hastanelik edene kadar dövmesini de, beraber yaşama umutlarına bir darbe olarak sayabiliriz. Ama bunu bir ‘darbe’den daha vahim kılan olgu, İsrail’de bazı yaşamların hiçbir değerinin olmamasıdır. Ve bu değersizliğin tek mümessili, adını bir kez daha anmak istemediğim kurban edici ideolojidir. Bu ideoloji hiçbir şekilde kendinden önce o topraklarda var olanı kabul etmeyecektir.
İşte bu yüzden Ortadoğu’da yaşayan tüm halkların bu ideolojiye savaş açması gerekiyor. Fakat bu mücadeleyi sadece emperyalist petrol ve silah endüstrisine karşı vermek de yetersiz kalabilir. Çünkü radikal Yahudiliğe karşı yeşeren ve birkaç farklı mezhep odaklı ilerleyen radikal İslam da, Ortadoğu halklarını birbiriyle tekrar yaşayamaz hale getirebilir. Geçen sene 300’den fazla Yezidi Kürt’ü iki ton bombayla patlatanlar gibi... Bu bağlamda Hamas, El Kaide ve Lübnan’daki El Fetih gibi gruplar kadar İran, Suudi Arabistan gibi devletlerin din çaplı politikalarının da elle tutabilecek, yani, savaş ve petrol emperyalizmine karşı durabilecek yanları yoktur. Ama altını çizerek söylemek istiyorum ki, Hamas’ı Filistin halkından ayrı tutalım gibi bir şey söylemeyi de kati suretle kabul edemeyiz. Hamas’ın bugünkü geldiği noktadan, hem radikal duruşlarında hem de şeriat yanlısı bir kitleyi yaratmalarında, İsrail ve ABD’nin yaratmış olduğu koşullar sorumludur. Bu koşullar, Filistin halkını yok edilebilir ve demokrasiyi sadece emperyalizmle işbirliği içinde sürdürülebilir görenler tarafından dayatılmıştır. Ve bu dayatmayı yapanların, bugün, “Hamas farklı Gazze halkı farklı, biz Hamas’a saldırıyoruz,” diyebilmelerini sağladığı için, “Hamas ve Filistin halkı farklı,” dememeliyiz. Nitekim Hamas’ın Filistin halkı adına yararlı bir şey yapmamış olmasının hükmünü Filistin halkı verecektir. Bizim hükmümüz Hamas’ı ve Gazze halkını abluka altına alan, onu aç, sefil, işsiz bırakan, tepesine bombalar yağdıran emperyalizm ve Siyonizm işbirliğine karşı Ortadoğu halklarının ortak mücadelesinde olabilir. Parça tesirli misket bombalarının en büyük pazarı ve tüketildiği bir numaralı yer haline gelmiş dünyanın bu köşesinde katliamlar ve savaşların en büyük çıkar sahibi, yıllardan beri bu halklara zulümden başka bir şeyi fazla gören emperyalistler ve sömürgeler çağı sonrası bu nöbeti devralmış kukla rejimlerdir. Ortadoğu’da da bunun başını önce İsrail sonra da Türkiye çekmektedir. Gazze şu anda Filistin’de bir yer olabilir, fakat katliamların ne başı Halepçe, ne ortası Kana ne de sonu Gazze’dir. Katliamların sonu Ortadoğu halklarının, Siyonizm ile yüzleşmiş Yahudilerle birlikte, emperyalizme ve onun her türlü şiddet kullanımını meşru görmesine karşı vereceği mücadele olabilir.
5
mantar tarlası
“Bu rezilliğin (kadın sünneti) bir olumlu yanı da, hiç olmazsa bu yaratıkların klitorisin yerini, en azından varlığını öğrenmiş olmalarıdır. İstanbul’da bile bilmeyen çoktur çünkü!.. Kuracakları devlet hayırlı mı olsun? Olmasın.” Engin Ardıç, The Washington Post’un Irak’taki Kürt nüfus içinde kadın sünneti uygulamasının yaygın olduğunu yazması üzerine lafları. Vahim bir uygulamadan yola çıkarak işi Kürtlerin tümünü aşağılamaya vardırması ise, ancak kendisine yakışır… *** “ Büyük Türkiye Partisi generallerin emriyle kapatıldığında gidip karşılarında ‘Nasıl geçirdiler’ diye gösteri yapan CHP’li ‘solcu’ların, askerle birlikte ‘solcu’ asan AP’nin, daha neler, nelerin ülkesi burası. İnsanlara fazla ‘mutlu kutlu gün’ bahşetmeyen bu toplumda bunlar çeşitli kesimlerin ‘felekten bir gece çaldıkları’ okazyonlar; ‘düşmanın cezalandırıldığı’, dolayısıyla ‘bizim’ keyfetmemiz gereken... Aynı zamanda, ‘Komünistler’in, Mahir Çayan’ın ölüm gününde gidip meyhane kapattığı ülke.” Murat Belge… Hangi ‘Komünistler’ Mahir Çayan’ın ölüm gününde meyhane kapattı ya da Murat Belge kafası iyiyken böyle bir halüsinasyon mu gördü de yazıyor bilinmez ama bu ülke Murat Belge gibi kendini ‘solcu’ diye yutturmaya çalışanların Obama’ya alkış tuttuğu, o alkış tuttuklarının da İsrail’in Filistin saldırısını desteklemeleri karşısında dut yemiş bülbül kesildiği bir ülkedir. Utanmaz arlanmazlar ülkesidir bu ülke!.. *** * Çarşaf çağdışıdır. * Bu çağda kurban kesip dağıtmak ihtiyaç değildir * -Tepkiler üzerine- Tabii geçerli olan benim değil, Diyanet’in sözüdür. Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, yüksek hızlı dönüş teknikleriyle fırıl fırıl! Ne güzel… *** “Başkalarına karşı, ‘o çağdışıdır, şu çağdaştır’ derken daha özenli olmak gerekir. ‘Bu çağda kurban kesmek ihtiyaç değildir’ dediğiniz anda, ‘inancı ve geleneği, gereksinimin fonksiyonu’ haline getirmiş olursunuz. Bu da, yanlışlığı defalarca gösterilmiş bir ‘kaba materyalist’ anlayıştır.” Emre Aköz felsefeye de el attı. Hadi, ‘kaba materyalizm’ diye bir şey icat edilmiş olsun, bunun yanlışlığını kim, ne kadar defa gösterdi? Gel vatandaş! Sallama çay gibi köşe yazılır!..
Leman, Muntazar El Zeydi Heykel Yarışması düzenliyor! Heykel çalışması için her türlü malzeme serbesttir... Çalışılacak eserlerde boyut 1.5 metreyi geçmemelidir.. Yarışmaya katılan ve elemeyi geçen eserler LeMan Kültür’de ve uygun bir açık alanda sergilenecektir.. Teslim tarihi 1 Şubat 2009’a kadardır. Yarışmada birinci, ikinci ve üçüncüye halis deriden, altında Bush resmi olan bir ayakkabı, üç adet mansiyona halis deriden, altında Bush resmi olan birer terlik, ayrıca kurumlara farklı özel ödüller de verilebilecektir. Sergilenen eserler açık artırmayla satılarak geliri Irak’ta sakat kalan çocuklara gönderilecektir.. Sergi açılışı için eğer hala sağ ve serbest olursa Muntazır El Zeydi’yi davet etmek için elimizden geleni yapacağız... Not: Çalışacak sanatçılar bizle irtibata geçerse gelişmeleri okurlarımıza ve tüm dünyaya duyurabiliriz Adres: İmam Adnan Sokak, No: 14, Beyoğlu-İstanbul
6
S
alondaki ‘meslektaşlarının’ çoğu Amerikan konvoylarına ‘iliştirilmiş’ (embedded journalist) bir şekilde kameralarınımikrofonlarını paramparça edilmiş bir halkın ve ülkenin üzerine uzatıp, Arapçanın olanca imkânıyla ‘Amerikan işgalinin ne güzel bir şey olduğunu’ defalarca anlattıkları için akredite edilmişlerdi o basın toplantısına… Fakat o, ülkesini yağmalayan ‘barbarlarının şefi’nin kendisini çok güvende hissettiği toplantı salonunda, tam da ‘barbar’, “Irak’ta daha savaş bitmedi,” diye başlayan bir cümle kurarken, “Bu, Irak halkından sana bir veda öpücüğü, köpek!” diyerek ayakkabısının tekini ‘barbar’ın suratına fırlattı. Ne olduğunu henüz ‘barbar’ın kendisi de anlamamışken o ikinci ayakkabıyı da fırlatmış ve, “Bu da dullar, yetimler ve Irak’ta öldürülenler için!” diye bağırıyordu… Tüm dünya Iraklı ‘namuslu’ gazeteci Muntazar El Zeydi’yi işte böyle tanıdı. Görüntüleri izleyenler, ilk salvonun hedefe isabet etmemesinde ‘barbar’ın kıvraklığının etkili olduğu saptayacaktır, ikinci salvoya dair görüntülerin söylediği ise hedefe nişan alma ve isabet kaydetmede Zeydi’nin ‘beceri noksanlığı’dır! Görüntüler o an, ‘barbar’ın tam da yanı başında duran işbirlikçi El Maliki isimli unsurun da ‘efendisini’ korumak için nasıl kendisini siper edip çırpındığını tüm dünyaya gösterdi. Görüntüler, El Zeydi’nin ‘meslektaşı’ olma sıfatıyla orada bulunan o ‘iliştirilmiş’ unsurların, yine El Zeydi’nin üzerine ‘efendilerini koruyan köpeklerin çevikliğiyle’ nasıl atıldığını da kaydetti. Bizim görmediklerimiz, toplantıyı ‘gazeteci’ sıfatıyla o salonda izleyen ‘iliştirilmiş’ sürüsünün ‘barbar’ın yanına gidip, “Irak halkı ve tüm Iraklı gazeteciler adına bu çirkin davranış için özür” dilemesiydi. (Sahibini korumada yararlılık gösteren köpek ödül ister misali!)… İki tip gazeteci, iki farklı yaşam formu; ‘ayakkabısız’ olana tüm dünya dillerinde ‘insan’ deniyor… Olaydan sonra günlerce El Zeydi’nin akıbetine dair bilgi alınamadı, tutulduğu işkencehane açıklandıktan ve abisiyle görüştürüldükten sonra ise; bazı dişlerinin yerinde olmadığı, kulaklarında sigara yanığı izlerinin bulunduğu ve çeşitli işkencelere maruz kaldığı onun hakkında alınan yegâne haberlerdi… Yine alınan haberlerden biri de onun, “Yaptığım eylemden dolayı pişman değilim. Yine yaparım,” şeklindeki açıklamasıydı… Askerinin, polisinin, savcısının, hâkiminin, milletvekilinin, bakanının, başbakanının ABD emrinde ve ABD çıkarları için ülkenin yağmalanması ve 1 milyondan fazla insanın katledilmesi
eylemine gönüllü ortak olduğu Irak’ta, Irak Merkezi Hükümeti El Zeydi’nin eyleminden sonra şu açıklamayı yaptı: “Bu rezil ve barbarca hareketi kınıyor ve Irak medyasını lekeleyen bu davranış yüzünden gazetecinin çalıştığı televizyon kanalını, tüm Iraklı gazetecilerden özür dilemeye davet ediyoruz…” Bitmedi, emperyalizmle işbirliğinde sınır tanımayan ve ülkede dökülen kanın sorumlularından olan işbirlikçi Barzani’nin haber ajansı da olayı, ‘Bağdat’ı ziyaret eden Bush’a çirkin saldırı’ diye duyurmaktan imtina etmedi… Irak’ı yöneten ve kendilerine insan demekte zorlanacağımız bir avuç varlık: Ebu Gureyb’i, Felluce’yi, Basra’yı, bombalan kentleri-köyleri, tecavüz edilip öldürülen anneleri-çocukları, katledilen babaları-abileri hâsılı tüm emperyalist vahşeti, neredeyse El Zeydi’nin üzerine yıkmaya kalktı, onlara göre ‘barbar’ olan El Zeydi’nin kendisiydi… Çalışma arkadaşlarından bazıları El Zeydi’yi “ABD ve Bush karşıtı bir komünist”, bazıları ise “aşırı milliyetçi bir fanatik” olarak tanımladı… İşbirlikçilerin ve çalışma arkadaşlarının dışında artık onu ‘herkesten iyi tanıyan’ Iraklıların ve tüm dünyada emperyalist sömürü altında ‘insan kalmayı başaranların’ ona dair düşünceleri ise muhtelif. Ama önce çeşitli ülkelerin egemen unsurları olay hakkında ne demişler bakalım… Artık Irak’ta asker bulundur(a)mayan İspanya’nın dışişleri bakanı Miguel Angel Moratinos: “Bu olay, bir toplumun, Arap-Müslüman dünyasının ABD yönetimine karşı hissidir. Bu toplumun tümünde bir kaygı var ve kendini bu şekilde gösterdi,” derken, Venezüella devlet başkanı Chavez olay hakkında, “Kimseye ayakkabı atılsın demiyorum, ancak cesurca bir hareket,” diye konuşmuş. Bu konuda da fikir beyan etmekten geri durmayan Tayyip Erdoğan ise, “Bir kere gazetecilik kültüründe ayakkabı fırlatmak diye bir şey var mı? Bir gazetecinin en önemli silahı dilidir, kalemidir. Ben yapılan bu eylemi kesinlikle tasvip etmiyorum. Orada ayakkabı fırlatmak yerine iki soruyla Bush’u köşeyi sıkıştırsaydı daha iyi olurdu?” diyerek tavrını belirtti. Fırlatılan ayakkabının hedefindeki ‘barbar’ın olayın hemen sonrasında, “Sadece ayakkabıları 44 numaraydı,” diye espri yapmaya çalıştığını ise tüm dünya izledi… “Demokratik bir Irak’ta, hür basının sorularını cevaplandırmaya hazırdım. Ama o delikanlı kalkıp ayakkabılarını bana fırlattı. Bu, kendini ifade etmenin değişik ve ilginç bir yoluydu,” ya da, “Bu, başkanlık
V. MAHiR ÜKÜNÇ
‘Ey hacı!.. Senin yaptığın, 2.5 milyon hacının bu yılki ibadetinden on kat daha makbuldür!’ hayatımda karşılaştığım en acayip olaylardan biriydi,” şeklindeki beyanlar da yine ‘barbar’ın kendisine ait… “Allah’a şükür, Muntazar, Iraklıların kalplerini gururla doldurdu. Eminim Iraklıların çoğu, onun yerinde olmak isterdi.” Abisinin bu öngörüsünü boşa çıkarmayan Iraklılar, El Zeydi’ye destek amacıyla düzenledikleri bir eylemde ellerinde taşıdıkları pankartın üzerine şeytan taşlama ritüeline atıfla şunları yazmışlardı: “Ey hacı senin yaptığın, 2.5 milyon hacının bu yılki ibadetinden on kat daha makbuldür”. Bağdat, Necef ve Basra’da da El Zeydi’nin serbest bırakılması için düzenlenen gösterilerde, “Bush! Bush! Dinle bizi! Kafanda iki pabuç izi!” sloganı en çok tekrarlananlar arasındaydı. Necef ’te ise halk bir Amerikan konvoyuna ayakkabılarını fırlattı. Libya lideri Muammer Kaddafi’nin kızı Ayşe’nin başkanlığını yaptığı hayır kurumunun, El Zeydi’ye ‘cesaret nişanı’ takacağını duyurması, Suudi bir işadamının da fırlatılan ayakkabıların bir teki için 10 milyon dolar ödemeye hazır olduğunu açıklaması, magazinel de olsa El Zeydi’ye destek niyeti taşıyan girişimlerden diğer bazıları… Dünyanın 120’den fazla ülkesinde 600 bin gazeteciyi temsil eden Uluslararası Gazeteciler Federasyonu (IFJ) yaptığı açıklamayla “El Zeydi’nin davranışının Irak halkının işgale karşı öesinin bir yansıması olduğunu ve gazetecinin derhal serbest bırakılması gerektiğini” duyurdu. 31 Aralık günü başlayacak ve El Zeydi’nin, “misafir devlet başkanına saldırı girişiminden” yargılanırsa 1 ila 5 yıl, ‘saldırıdan’ yargılanırsa 5 ila 15 yıl arasında değişen hapis cezalarına çarptırılabileceği duruşma öncesi, Türkiye’deki gazetecilik örgütlerinden ve gazetecilerden gelen tepkilere de bakalım…
Basın etiği!
Bol sıfırlı maaş çeklerinin kalemlerinin çevresine ördüğü ‘gayriinsanî’ sınırda; boğaz manzaralı konutlarının çalışma odalarından dünyayı yorumlamaya kalktıklarında, doğal bir bellek yitimi ve çeşitli ahlaki sorunla karşı karşıya kalan bir takım ‘gazeteci’ sıfatlı unsur, El Zeydi’nin davranışının ‘gazetecilik mesleğinin sağladığı olanakları kötüye kullanmak, ziyarete gelen bir konuğa kaba davranmak, basın etiğine uymayan tavır, militanlık (kötü bir şey sanıyorlar tabii bunu, zekâ o kadar!), saygısızlık vs.’ gibi tanımlara karşılık geldiğini savunarak köşelerinden ve ekranlarından günlerce atıp tuttu.
Patron gazetelerinde başyazarkıçyazar gibi bol yıldızlı unvanları; iş takipçiliği-ihale aracılığı-linç kampanyası örgütleyiciliği-tetikçilik-siyasi manipülasyon gibi ‘çokça çaba ve çokça karaktersizlik’ gerektiren uğraşlar sonrası ‘hak edilmiş’ bir şekilde kuşanarak arzı endam eden ve ‘basın etiği’ konusunda ders veren bu kütlenin, zamanında Irak’ın işgalinde pay sahibi olunmasını ‘salyalar saçarak’ savunan, (Bu işi Amerikan lobisi adına para karşılığı yapmışlar mıdır gerçekten?) ve buna karşı geliştirilen eylemleri-tavırları mahkum etmeye kalkanlarla aynı kişiler olması bize hiç şaşırtıcı gelmedi… Buraya kadar olan kısmı anlamakta zorlanmadık da, ülke genelinde kendilerine bağlı binlerce gazeteciyi temsil eden (aralarında çokça ‘namuslu’ gazeteci de vardır!) meslek örgütlerinin yöneticilerinin El Zeydi’yi kınayan açıklamalarını doğrusu anlamadık. Türkiye Gazeteciler Federasyonu Başkanı Nazmi Bilgin’in, ‘’Herhangi bir liderin, bu Amerikan Başkanı da olsa fikirlerine katılmamaya saygı gösteririm. Ancak, bunun yolu ayakkabılar değil, kalemler, kameralar ve düşünceler olmalıdır’,’ açıklamasını anlamadık mesela… Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Başkanı Orhan Erinç’in: “Gazetecilerin o gazeteci sıfatını taşıdığı sürece, kişisel duygularını veya tepkilerini dile getirme hakkı yok… Irak’taki olay da bunun son örneği. Gazetecilik açısından anlaşılır bir yaklaşım değil. Anlaşılıyor ki oraya gazeteci sıfatını kullanarak girmiş. Güvenlik aramalarında yanında bir başka
şey geçirememiş bir protestocu. Oraya protesto için girmiş. Görevli olarak orada bulunan bir gazetecinin böyle bir yaklaşım sergilemesi akıl alacak bir şey değil,” açıklamasını da anlamadık mesela… Açıklamalarını anlamakta en çok zorlandığımız Çağdaş Gazeteciler Derneği (ÇGD) Başkanı Ahmet Abakay oldu. “Bugün ayakkabı fırlatan yarın da taş atar, öbür günde kurşun atar. Gazeteci, gazetecilik yapmalı gazetecilik ölçüleri dışına çıkmamalı… Bu gazetecilik değildir saldırganlıktır. O gazetecinin de dışarı atılması son derece doğaldır. Sonuçta bir saldırı var…” 1 milyondan fazla insanın öldürüldüğü, onun bir kaç katı insanın sakat kaldığı, binlerce insanın kaybedildiği, binlercesinin tecavüze uğradığı ve yine Nisan 2003’ten beri 284 gazetecinin öldürüldüğü bir ülkede, bırakın gazetecilik yapmayı yaşamayı bile hafsalasında canlandırabileceğini düşünmediğimiz bu şahsın; ‘etik-ölçü-arşın-endaze’ diyerek böylesine kifayetsiz açıklamalar yapma cüretini neye borçlu olduğunu hiç ama hiç anlamadık! “İnsanlık onurunun çiğnendiği yerde bu onuru koruma görevi mesleklere göre şu yükümlülüklere tabidir,” diye birilerinin bir yerlerinden uydurduğu bir kural yoksa, (ki yok!-ki olsa da kaç yazar?!) yaşayan en büyük ‘barbar’ın ülkesini talanına o ‘barbar’ın suratına fırlattığı ayakkabıyla karşılık veren gazeteci bizce ‘en namuslu gazeteci’dir. Bu davranış her insana, insan onurunun ve haysiyetinin çiğnendiği her yerde, onu korumak için sosyal sorumluluğu
olan-olmayan meslek ayrımı etiği-metiği gözetilmeden ‘şiddetle önerilecek’ belki de ‘en masum’ davranıştır. Buna karşı geliştirilen; ‘gazeteci kalemle, mefruşatçı tül perdeyle, marangoz suntayla’ karşı koymalıdır şeklindeki çocukça ve aptalca argümanları savunmak en hafif tanımıyla saçmadır ve terbiyesizcedir. Fakat tabii böylesi tartışmaların yeni olmadığı da söylemek gerekir. Columbia Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde felsefe dersleri veren Prof. Dr. Edward Said, 2000 yılında Lübnan sınırından korsan İsrail devletinin işgal ettiği topraklara taş atınca da benzer bir yaygarayı işbirlikçi-kaypak kampüs liberalleri koparmış ve ‘bir bilim adamına yakışmayan böylesi bir hareketi kınamışlardı.’ Sonuçta yıllar sonra belleklerde kalan, o güruhun liberal etikçi saçmalıkları değil, Said’in o taşı atarken çekilen fotoğrafı ve o davranışla verdiği insanlık dersidir. Nazi işgali sırasında işgalcilere ve işbirlikçi Vichy Hükümeti’ne karşı girişilen saldırı-sabotaj eylemlerinde Louis Aragon, Paul Eluard gibi birçok ünlü yazar-şair bizzat aktif eylem içinde yer alıp savaşmış ve yine St. Pol-Roux, Robert Desnos gibi yazar ve şairler bu eylemler sonucu yakalanıp işgalciler ve işbirlikçiler tarafından katledilmişti. Tarih, mesleki etik zırvalar ve başka niyetler arkasına gizlenip bu tür ‘namuslu insanlara’ kara çalmaya çalışanlarla olduğu kadar, o ‘namuslu insanların’ davranışlarını ‘insan olma kıstası’ içinde değerlendirip örnek alan çokça insanın hikâyesiyle de doludur… İnsanoğlunun, fiziki ve düşünsel var olma koşullarının Irak gibi hiçe sayıldığı ve yakın tarihinin -hâlâ gün gün- ABD işgalcileri ve yerli işbirlikçileri tarafından çocuk ve bebeklerin kanıyla yazıldığı bir ülkede, ‘onurlu’ her insanın uygulanan bu teröre karşı direnmesi ‘namustur, insanlıktır’… Politik görüşü, mesleği, yaşı, cinsiyeti ne olursa olsun Muntazar El Zeydi kendi halkına moral veren, direnişin hangi araçla olursa olsun nelere kadir olduğu gösteren örnek bir adamdır, örnek bir ‘gazeteci’dir… Biz RED dergisi olarak kendisinin bir önce serbest bırakılmasını ve ‘ayakkabılarını giydikten sonra eline alacağı herhangi bir araçla’ Irak halkının direnişinde yer almasını diliyor ve umuyoruz… Son söz, kötü bir şiir: Fırlat ayakkabıyı ey Zeydi Sana zincir vuracak hangi basının etiği? (Olmadı, ama olsun!..)
7
B
Yeni yıla direnişle girdiler
S
inter Metal işçileri, yeni yılı fabrika önünde kurdukları direniş ateşleriyle karşıladılar. Direnişteki işçileri her gün gerçekleştirilen dayanışma ziyaretleri ve kumanyalarla emek dostları yalnız bırakmıyorlar. 31 Aralık günü fabrika önünde düzenlenen, DİSK Yönetim Kurulu üyelerinin de katıldığı basın açıklamasında konuşan Birleşik Metal İş Başkanı Adnan Serdaroğlu, “Ey hükümet, ey çalışma bakanı, bu insanlar anayasal haklarını kullandıkları için işten atıldı. Anayasa sizin namusunuzdur. Namusunuza halel getiriyorlar. Gelin namusunuzu kurtarın!” diye konuştu.
Babalar işsiz, çocuklar aç!
K
ocaeli Arslanbey Organize Sanayi Bölgesi’nde faaliyet gösteren Tezcan Galva 2 fabrikasında ekonomik kriz gerekçe gösterilerek 39 işçinin işine 17 Kasım’da son verilmişti. Yeni yılın son günlerinde 80 işçi daha işten çıkarıldı. İşçiler, işten çıkarmalara tepki gösterdi ve fabrikadan İzmit Uğur Mumcu Parkı’na kadar yürüdü. İşçiler elbette karşılarında jandarma ve emniyeti buldu. Yılbaşından önceki cuma akşamı (26 Aralık) 18:00’de paydos eden Tezcan çalışanları işten çıkarılma duyumu üzerine işyerini terk etmeyerek beklemeye başladı. İşçilerin içerden çıkartılması için jandarma kapı önünde hazır bulunuyordu. İşverenden kimsenin işten atılmayacağına dair söz alan işçiler dışarı çıktı. İşçiler servislere bindiklerinde korktukları başlarına geldi; Fabrikanın kapıları kapatıldı, servisler hareket ettirilmedi. Ardından işten çıkarılan işçilerin isimleri megafonla okunmaya başlandı. Sabrı taşan işçiler servislerden inerek fabrika kapısına saldırdı ve karayolunu trafiğe kapatarak Arslanbey’den İzmit’e yaklaşık 24 kilometrelik yolu ‘Babalar işsiz çocuklar aç!’ sloganları eşliğinde yürüdü. 29 Aralık’ta fabrikayı işgal eden ve iki gün direnen Tezcan Galvaniz işçilerine gece yarısı baskın yapıldı. İşçilerin haklarını almak ve işlerine geri dönmek için başlattıkları eyleme, jandarma, saat 24.00 civarında şok baskın yaptı. Cezaevi araçları, itfaiye, ambulans, iki belediye otobüsü ve 10’a yakın jandarma aracı ile yapılan baskında işçiler sendika ile aldıkları ortak karar üzerine fabrikayı boşalttı. Sloganlarla dışarı çıkan işçiler yaklaşık bir saat fabrikanın önünden ayrılmadı. Baskından önce akşam saatlerinde ise içerideki işçilerin aileleri fabrika kapısında yakınlarına destek verdi. Sloganlarla dışarı çıkan işçiler, kapıda bekleyen arkadaşlarından destek aldı. Fabrikada ‘’hasar tespiti’’ yapmak üzere içeride kalan jandarma, işçilerin ayrılmasından sonra fabrikayı terketti.
8
urjuvazinin yaşadığı korkuların tarihi yazılsaydı, en yaman korku romanlarına taş çıkaran, derin psikolojik yönleri olan çok kasvetli bir tarih çıkardı ortaya. Düşünün, çeşitli dümenler çevirerek, nice sıkıntılardan geçerek ve ayrıntılı hesaplar yaparak fabrikalar kuruyorsunuz. Her şey yolunda gidiyor; yazlıklarınız kışlıklarınız, kıymetli arsalarınız, yurtdışında okuyan çocuklarınız, mücevherlere boğulmuş karınız, çeşitli sevgilileriniz, kökü tarihin derinliklerine uzanıyormuş gibi yapan bir aileniz, şirketlerinizin başarılarını övüp duran gazeteleriniz var. Mütemadiyen yönetişiyor, iletişiyor, bilişip bildirişiyor, verip veriştiriyor ve devamlı bir sinerji yaratarak para kazanıyorsunuz. Derken bir gün firmanızın sadık personeli olarak gördüğünüz işçiler ansızın fabrikalarınızı işgal edip kapıları lehimliyorlar ve, “Artık bu fabrikayı biz yöneteceğiz, çıkan ürünü de biz dağıtıp satacağız,” diyorlar. Korkmaz mısınız? Burjuvaziyi şimdilik bir yana bırakalım. Farz edelim ki, üniversite rektörlüğüne adaysınız. Başbakan’ın özel doktoru olduğunuz için seçileceğinizden eminsiniz. Güzelce abdestinizi alıp Cuma’yı edâ ettikten sonra şatafatlı odanıza giriyorsunuz ve koltuğunuza yerleşiyorsunuz. Fakat o da ne? Dışarıda bir bağırış çığırış, slogan, kıyamet, öğrenciler okulu işgal ediyorlar ve ellerine ne geçerse ana kapının arkasına yığıyorlar. Kendinizi kapana kısılmış gibi hissetmez misiniz? Bunlar eylemciler için özgürleştirici, eyleme muhatap olanlar için korku dolu anlardır. Gün Zileli, 1968 işgalleri sırasında DTCF’nin Profesörler Kurulu’nun görkemli toplantı masasının üzerinde nasıl uyuduğunu kitaplarında anlatır. Ya da bir fabrika patronunun odasında, işten atılmış mühendisler ve muhasebecilerle birlikte üretimi planlayan bir işçi olduğunuzu düşünün. Bedeli ne olursa olsun, daha büyük bir keyif olabilir mi insan hayatında? Böyle bir anın keyfi için bütün bir ömür verilmez mi? Nasıl olsa işten atılmışsınız, birkaç yıl iş bulamayacaksınız, çoluk çocuğunuz her daim perişan olacak? Ya da işe yarar hiçbir şey öğrenmediğiniz okulunuzu bitirince işsiz kalacağınızı ya da hiç istemediğiniz işlerde çalışacağınız biliyorsunuz. Belki bu defa başarırsınız. Denemeye değmez mi? İmkânsız da değil, böyle şeyler oluyor dünyada. Uzak geçmişte değil, daha 1990’lı yıllarda Arjantin’in Neuguen eyaletinin tamamında işçiler fabrikaları ele geçirdiler ve üretim hiçbir şey olmamış gibi devam eti. Eyalet halkı patronların yokluğunu bile hissetmedi. Gene Arjantin’de 2001 ekonomik krizi sırasında 200 fabrika işçiler tarafından kooperatife çevrildi. Daha geçenlerde Chicago’daki Kapı Pencere Fabrikası tazminatlarını alamayan işçiler tarafından işgal edildi. Dünyanın her yerinde patron tarafından kapının önüne konulan işçiler ufak ufak fabrikaları işgal etmeye başladılar; en azından tazminatlarını alabilmek için, patronun makineleri kaçırıp daha uygun bir zamanda ve mekânda daha ucuz işgücüyle yeniden faaliyete geçmesini önlemek için.
Yunanistan’daki isyancı öğrencilerin, ülkelerindeki Amerikanizm’e ve serbest piyasa ekonomisine saldırırken, tv binalarını ve üniversiteleri işgal ederken mutlu olduklarını, dayanışmanın tadını çıkardıklarını ve özgüvenle dolup taştıklarını, dünyanın bütün gençlerinin de bedeli ve sonuçları ne olursa olsun aynı yönde mücadele edebileceklerini ve bu hareketin krizin ileri evrelerinde bütün dünyaya yayılacağını, yeni ve çok daha ileri bir 68’i başlatacağını düşünmek size huzur vermiyor mu? Bu türden hareketler on yıllardır iletişim kanallarını tıkayan bütün kültürel pislikleri temizleyebilir, baskıcı sistemleri felç edebilir ve insanlığı barbarlığın kıyısından çekip kurtarabilir; burjuvazinin korkularını artırabilir.
‘Sosyal patlama’
Türkiye’de de kıpırdanmalar var. Eskişehir’de Toprak Döküm Karo ve Seramik fabrikasının iki aydır maaş alamayan işçileri fabrika önünde yatıyorlar. Ümraniye’de Simter işçileri, Kocaeli’ndeki Brisa işçileri, Ümraniye Yukarı Dudullu bölgesindeki Semter Metal işçileri fabrikaları işgal ettiler. Bu işçilerin isimleri, cisimleri, hangi mekânlara gittikleri, ne yedikleri ve içtikleri bilinmiyor. Sözleri topluma duyurulmuyor. Örnek olup yayılmasın diye katı bir sansür uygulanıyor. Söz gelimi Eskişehir denince akla, fabrika kapısında yatan işçi değil, Büyükerşen geliyor; basın eşcinsel mekanı Love Bar’ın katledilen sahibini manşetten görürken, Brisa işçilerini görmüyor; millet nefesini tutmuş ‘Gökçek-Kılıçdaroğlu düellosu’nu, ya da Ermenilerden özür diliyorum/dilemiyorum kampanyalarını izlerken, Sönmez Filament işçilerinin akıbetiyle kimse ilgilenmiyor; Latin Amerika’da mücadele eden kahraman işçi önderlerinin adını bilip onlara selam gönderiyoruz ama Dudullu’da fabrikayı işgal eden 400 işçinin önderlerinin isimlerini bilmiyoruz. Bu bir başlangıç aslında. Ekonomiden anlayanlar, dünyadaki genel trendin aksine, Türkiye’de üretim sektöründe yaşanmakta olan krizin mali sektörü de krize sürükleyebileceğini, 2009 yılının üçüncü çeyreğinde sanayi üretiminin dibe vuracağını ve ‘sosyal patlamalar’ın yaşanacağını söylüyorlar. Aslında sosyal patlama içe doğru yaşanıyor: Ailesini kurşuna dizen babalar, babasını baltayla doğrayan çocuklar, intihar eden borçlular; “Yasinlerle çıktık yola Ogün’ler çok yakında,” diye pankart açan Trabzonspor taraarları; bunaldıkça katledecek ‘öteki’ arayan serseri yığınlar. Peki, burjuvazi ‘sosyal patlama’dan korkuyor mu? Hayır. En son 1990 yılında Zonguldak maden işçilerinden korkmuştu. Aslında bu olayda da korkulacak fazla bir şey yoktu. 1963 yılında, zamanın Çalışma Bakanı, ‘Kissinger’ın öğrencisi’ ve ‘işçi babası’ Bülent Ecevit tarafından Uluslararası Hür Sendikalar Konfederasyonu’nun raconuna uygun biçimde sapsarı bir renkle kurulan sendikalar, hükümet-işveren ikilisinin yakın
YAVUZ ALOGAN Bu havalarda işçileri toplamanın kolay, zapt edip dağıtmanın zor olduğunu en iyi bilenler sendikacılardır. Lakin korkunun ecele faydası yoktur. Krizin şiddeti artıp süresi uzadıkça işçiler fabrikaları işgal etmeye devam edecekler ve sendikaları sorgulamaya başlayacaklar...
yalogan@hotmail.com
Burjuvazinin korkuları işbirliği sayesinde işçi sınıfı hareketini bir kafesin içinde gayet güzel tutabilmişlerdir. İşçi mücadelesinin hafien kızıla çaldığı her durumda, mesela 15-16 Haziran olaylarında, 60’lı ve 70’li yılların bazı grevlerinde ve fabrika işgallerinde bu üçlü kafa kafaya verip işçileri önce aldatmış, sonra dağıtmıştır. 1990 yılında durum, burjuvazinin yüreğine korkular salacak kadar ciddi görünüyordu. İşçiler, ‘Çankaya Özal’a mezar olacak!’ ‘Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı!’ diye bağırıyorlar ve Mengen’de barikatları zorluyorlardı. Asker ve polis işçileri ikna edemeyince hareketin işçi önderleri (201 kişi) sabaha karşı uykudayken gözaltına alındı. Hükümet dişlerini gösterdi; sendikacılar işçileri teskin etti. Hürriyet gazetesi, bir işçi önderi kimliğiyle öne çıkan Şemsi Denizer’in Jaguar marka otomobilinin resimlerini bastı -adet olduğu üzere!- ve zaten bir süre sonra da, sınırları biraz zorlayan bu işçi önderi, bir sarhoş tarafından tabancayla vurulup öldürüldü. (Bütün bunları yazacak, Nobel alma niyeti olmayan, Orhan Kemal gibi bir romancı ya da akademik kariyer kaygısı taşımayan bağımsız bir sosyal bilimci yok mudur bu memlekette?) Neyse, burjuvazi işte en son o zaman işçilerden korkmuştu. Daha sonra, 90’lı yıllarda Türk-İş’in IMF’ye karşı yaptığı büyük mitingler de -mesela Ankara miting ve yürüyüşü- biraz endişe yaratmış olabilir. Lakin DİSK ve KESK’in 29 Kasım’da
(2008) Ankara’da yaptığı miting devlette ve burjuvazide korku ya da endişe değil tam bir ferahlama yaratmış olmalı. Bu gösteri, büyük kriz öncesi tam bir ‘istim boşaltma’ ya da ‘dostlar alışverişte görsün’ mitingiydi. Bir kere Türk-İş yoktu. (Sahi Türk-İş ne oldu? Ne oldu Türk-İş’in ‘Kahrolsun IMF!’ sloganı?) KESK’in ve devrimci grupların geniş katılımına rağmen DİSK’in katılımı sembolik düzeyde bile değildi. Aslında bu mitingde, “Sendikacılar burada, işçiler nerede?” sloganını atmak isabetli olurdu. Bu havalarda işçileri toplamanın kolay, zapt edip dağıtmanın zor olduğunu en iyi bilenler sendikacılardır. Lakin korkunun ecele faydası yoktur. Krizin şiddeti artıp süresi uzadıkça işçiler fabrikaları işgal etmeye devam edecekler ve sendikaları sorgulamaya başlayacaklar. CHP’den milletvekili olmaya, AB fonlarından yararlanmaya çalışan, sendikacılığı kullanarak parti kurmaya soyunan, kravatlı-takım elbiseli devlet adamı bozuntusu zengin sendikacılar! Bu krizden en fazla onlar zararlı çıkacak…
Servet transferi
Peki, burjuvazi neden korkuyor? Dahası burjuvazi ne istiyor? İlkokula giden terbiyeli bir kız çocuğu gibi konuşan TÜSİAD başkanı hükümetten ‘tedbir’ almasını, ‘paket’ hazırlamasını istiyor, ama dilinin altındaki baklayı bir türlü çıkaramıyor. Çünkü çıkarılacak gibi bir bakla değil bu. TÜSİAD burjuvazisinin, uluslararası mali ilişki ve işlemlerde,
yabancılarla kurduğu ortaklıklarda büyük kayıplara uğradığı, borçlarının katlanılamaz hale geldiği anlaşılıyor. Hükümetin gerçekten de yapabileceği bir şey yok. Ümüğünü seçim sonrasına kadar IMF’nin pençesinden kurtarmaya çalışıyor. Fakat kriz önüne eşsiz bir fırsat da çıkarmış bulunuyor. Devlet desteğiyle palazlanan İslamcı sermaye, Anadolu KOBİ’leri, MÜSİAD burjuvazisi ve hükümete yakın patronlar kesimi, kriz koşullarında TÜSİAD’dan bir servet transferi gerçekleştirebilir ve hükümet de bu transferin trafiğini düzenleyebilir. AKP’nin hegemonya mücadelesinde karşısına çıkan bu altın fırsatı fark etmemiş olması mümkün mü? TÜSİAD’ın hiçbir şey söylemeden kıvranmasının altında bu türden korkular yatıyor. Vehbi Koç da yok ki, 12 Mart ve 12 Eylül öncesinde olduğu gibi Genel Kurmay Başkanı’na mektup yazıp derdini anlatsın. Zavallı TÜSİAD Başkanı, o mahcup genç kız edasıyla bir şeyler anlatmaya çalışıyor ama ne istediğini ben anlayamıyorum şahsen. “Onlara verme, bize ver,” ya da, “Borçlarımıza kefil ol, sen olmazsan IMF’yi kefil et,” mi demek istiyor; yoksa, “Bizi batırırsan biz de seni deviririz,” diye tehdit mi ediyor, belli değil.
Demek ki, neymiş?
Burjuvazi işçilerden değil birbirinden, küresel krizin kendi serveti için yaratabileceği yıkıcı sonuçlardan korkuyor. Hükümet yerel seçimlerden sonra IMF
marifetiyle halkın ümüğünü sıkmaya hazırlanıyor. Orta sınıf eridiği, tarımsal sistem çözüldüğü için kentlerde toplanan işsizler ordusu açlık tehlikesiyle karşı karşıya. Tarikatlar kadro toplamaya ve her türlü mafya grubu büyük kentlerin rantını yemeye devam ediyor. Ülkenin güneydoğusundaki iç savaş etnik milliyetçiliği körüklüyor. Memleketin idari, adli ve emniyet kuvvetleri arasında ciddi bölünmeler yaşanıyor. Eğitim sistemi bütün kurumlarıyla birlikte çökmüş ve birliğini tamamen kaybetmiş; yargı kurumları basın aracılığıyla ağız dalaşına girmiş; seçmen kütüklerinin hileli olduğuna dair söylentiler ayyuka çıkmış bulunuyor. Marx, 1850’li yılların ortasında Fransız toplumunun yaşadığı büyük karışıklıklar ve krizler sırasında burjuvazinin, “Sonsuz bir korku çekmektense, korkulu bir sona razıyız,” diye haykırdığını yazar ve şöyle der: “Bonaparte, bu haykırışı anladı.” Fakat her türlü krizle çalkalanan yurdumuzda Bonaparte’ı ara ki bulasın! “Ben Bonaparte’ım,” diye ortaya çıkmaya yeltenenler CIA’dan öyle bir şamar yiyorlar ki felekleri şaşıyor. Vehbi Koç da yok ki, Genel Kurmay Başkanı’na bir mektup döşensin, “Laik devlet adına bizi MÜSİAD benzeri oluşumlardan koruyun, biz batmak üzereyiz, borçlarımıza kefil olup bizi kurtarın,” desin. Bu sefer durumlar farklı. Özgürlük gelecekse işçi ve öğrenci eylemleriyle gelecek...
9
is. te emekçinin hali!..
Güneşli pazartesiler! K
riz döneminde işverenler tarafından en kolay alınan kararlar işçilerin işten çıkarılmasıdır. Benim çalıştığım fabrikada da krize karşı alınan önlemlerde ilk olarak mesailer kaldırıldı. Daha sonra çalışanlar yıllık izin kullanmaya zorlandı. Ücretsiz izne çıkarılmalar başladı. En sonunda da 500 kişilik fabrikada 100’e yakın kişi işten çıkarıldı. İşçi çıkarılmasına ilk olarak emekli ve hamile arkadaşlarımızla başlandı. Başlandı diyorum çünkü işçi çıkarılması toptan bir şekilde değil hergün 5 kişi 6 kişi olarak gerçekleşti. Toptan çıkarılmamasının temel nedeni, tabii ki, tepkiyle karşılaşmamaktı. Fabrikadan çıkarılan işçilerin büyük bölümünü kadın işçiler oluşturuyor. Bunun nedeni de patronlara göre, “Nasıl olsa çıkarılan kadınların kocaları var,” mazeretini kullanmak; ülkemizde kendini ezdirmeyen, kendi alın teriyle parasını
kazanmaya çalışan kadını zorla kocasına mahkum ediyorlar. Patronların tepki çekmemek için işçileri dörder, beşer gruplarda işçi çıkarması aslında halen işyerimizde çalışmaya devam eden işçilerin moralini büyük ölçüde etkiliyor. Çünkü arkadaşlarımız her akşam fabrika çıkışında işten çıkarılan arkadaşlarıyla vedalaşan, ağlayan insanları gördüğü zaman, “Yarın acaba sıra bana mı gelecek?” düşüncesiyle çalışıyor. İşten çıkarılan arkadaşlarımıza hiçbir açıklama yapılmıyor. Muhasebeye çağırılıyor, önüne tazminatı için verilen kağıt imzalatılıyor, o kadar. Ne bir açıklama, ne de bir müdür veya patronun insanlarla konuşması. Yine kriz dönemlerinde işçi çıkarılmasının yanında işverenlerce en kolay alınan kararlardan biri de işçilerin işverence zorla ücretsiz izne çıkarılması… Çeşitli bahaneler uydurularak fabrikamız
cısı!..
is. te tayyip’in sendika
Yazının başlığını Güneşli Pazartesiler koydum, çünkü pazartesi günleri işe başlamanın, yani alınteriyle bir şeyler kazanmanın ilk günüdür. Ancak bizim fabrikada pazartesiler artık boş, sadece güneşli geçiyor; o da güneş yüzünü gösterirse tabii… Hadımköy'den bir işçi
Tespit edilebilen avanta miktarı 10 trilyon!
Malumunuz, Tayyip Erdoğan, “Biz AKP’yi Tes-İş salonlarında kurduk!” diye böbürlene böbürlene nutuklar atmış, ardından da Tes-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu’yu Türk-İş’in başına getirtmişti. AKP’nin bulaştığı pek çok işte ve zevatta olduğu gibi Mustafa Kumlu’da da kum çıktı! Tes-İş’in Aralık ayı sonunda yapılan genel kurulu öncesi açıklama yapan 17 şube başkanı, mevcut yönetimin 250 milyon YTL’lik (250 trilyon TL) harcamasını açıklamadığını dile getirdi. Ayrıca, Genel Başkan Mustafa Kumlu’nun kendisi, eşi ve çocukları üzerinde tespit edilen yaklaşık 10 milyon YTL’lik gayrimenkul dökümü kamuoyuna duyuruldu! Sendika içindeki muhalefet adına bir açıklama yapan Tes-İş Trabzon Şube Başkanı Cengizhan Gündoğdu, mevcut yönetimin, 70 bine yakın Tes-İş üyesini hiçe saydığını, hak ve menfaatlerini yeterince korumadığını savunarak şunları söyledi: “Bu yönetimi kim seçti? Bizler seçtik. Şimdi de onlara ‘Bırakın, gidin’ diyoruz. 10 yıllık Genel Başkan’a ‘git’ diyoruz. Demokratik bir çözüm öneriyoruz. Çünkü Başkan Mustafa Kumlu ve Yönetim Kurulu objektif kıstaslara göre sendikamızı 250 milyon YTL ( 250 trilyon ) zarara uğratmışlardır. İki yılda 250 trilyon nereye gitti, nasıl harcandı? İşçilerden toplanan aidatlarla, sendikamıza ait paralarla hangi akıl almaz harcamalar yapıldı?” Gündoğdu, Ankara Akay Hastanesi, Aydın Didim tesisleri, Mersin Oteli, Ankara Enerji Oteli, Balıkesir Akçay tesisleri ve daha birçok yatırım ve harcamada, sendikanın son iki yılda en iyimser hesapla 250 milyon YTL’ye yakın kayba uğradığını açıkladı. Gündoğdu, “İhalelerde usulsüzlük var, keyfilik var. Çok açık ve kesin bir şekilde sendikayı zarara uğratma var, ihalelerde şirket kayırma var, hesapların ve ihalelerin şube başkanlarından ve teşkilattan gizlenmesi var, açıklanan meblağların gerçeği tutmaması, yalancılık, kamufle var. Yönetim Kurulu üyelerinin, özellikle Başkan Mustafa Kumlu’nun hızla zenginleşmesi, büyük bir servet artışı var, usulüne uygun veya usulsüz yapılan istihkak ödemelerinden sonra her nasılsa kendinin ve yakınlarının banka hesaplarına yönelik afaki kazanımların özellikle 2005 yılından sonra oluşan bu zenginleşmede rolü var mı diye sormak gerekir,” diye konuştu. Bu açıklamanın ardından gidilen şaibeli, basına ve dışarıya kapalı Genel Kurul’da, Mustafa Kumlu türlü ayak oyunlarıyla yeniden başkanlığa seçildi. Ancak Kumlu servetinin kaynağını açıklayamadığı gibi, Tayyip Erdoğan’dan ödünç aldığı mazeretlerle, “11 yaşından beri çalışıyorum. Eşim emekli, kızım, oğlum çalışıyor, elbette mala dönüştürdüğümüz bir birikimimiz vardır. Üstelik, eşime miras yoluyla kalan mallar konu edilmiştir,” türünden pişkin açıklamalar yaptı. İşte ‘işçi-emekçi temsilcisi’ Mustafa Kumlu’nun ‘çalışarak’ kazandığı mal varlığının sadece bir kısmı: 1) Çankaya; 2.bölge Karakusunlar’da daire alım tarihi: 30.12.2005 2) Çankaya Karakusunlar’da henüz bitmemiş ve tapusu alınmamış daire. 3) 2008 model BMW otomobil. 4) Bolu Abant’ta villa (Bakacak Köyü Başyazıcıoğlu Bolu Evleri)
10
ücretsiz izine çıktı. Çeşitli bahanelerle diyorum çünkü kendileri de biliyor, işverenin işçiyi zorla ücretsiz izne çıkartması gibi bir hakkı bulunmuyor. Yargıtay 9,HD 2003/1162 Esas 2003/1182 kararıyla, işçinin açıkça kabulü olmadan ücretsiz iznin geçerli olamayacağını belirtiyor. Yasa kararını vermiştir. Ama patronlar bildiğini okumaktadır. Sonuç olarak, çalıştığım fabrikada şu an 100’e yakın işçi çıkarılmış durumda. Belki de çıkarılmaya devam edecek. Buna rağmen kimilerine göre kriz ülkemizi teğet geçmekteymiş ya da bu kriz psikolojik!
5) Kuşadası Davutlar’da villa. 6) Çankaya İkinci Bölge Karakusunlar’da daire alım tarihi 06/10/1999 7) Çankaya Beşinci Bölge İlker Mahallesinde dükkan alım tarihi 08/12/1992 8) Çankaya 5. Bölge Öveçler’de daire alım tarihi:17/10/2002 9) Melikgazi/Kayseri-İkinci Eskişehir Mah.’de arsa. alım tarihi: 01.08.1996 Eşi Sevim Kumlu’nun mal varlığı: 1) Gölbaşı/Hacılar-İmar Köyü 3 bin metrekare arsa, alım tarihi: 31.03.2008 2) Gölbaşı/Ballıkpınar-İmar Köyü 3 bin 750 metrekare arsa, alım tarihi:02.04.2008 3) Gölbaşı/Ballıkpınar Köyü’nde dükkan daire, alım tarihi:03.12.2004 4) Gölbaşı/Polatlı-Alcı Köyü’nde 5 bin 600 metrekare arsa 5) Kayseri/Melikgazi Osman Kavuncu mahallesinde arsa, alım tarihi:16.02.2007 6) Kayseri/Kocasinan Kalenderhane Mahallesi’nde daire, alım tarihi: 07.02.1991 7) Mersin İkinci Bölge Mezitli Tece Köyü bağımsız ev, alım tarihi: 04.02.1994 Milli Eğitim Bakanlığı’nda müşavir olarak görev yapan öğretmen oğul Bülent Kumlu: 1) Gölbaşı/Hacılar-İmar Köyü’nde 3 bin metrekare arsa. Alım Tarihi: 22.06.2006 2) Gölbaşı/Ballıkpınar Köyü ev. Alım Tarihi:31.03.2006 3) 2006 model BMW X-5 jeep. 4) Kayseri Melikgazi Kanlıyurt Mahallesi’nde ev. Alım Tarihi 16.08.2002 5) Çankaya İkinci Bölge Karakusunlar Mahallesi’nde daire Alım Tarihi: 26.06.2003 Yol-İş’te 1500 YTL’ye çalışan kızı Sibel Kumlu Çiçek’in mal varlığı: 1) Çankaya 2. Bölgede ve Çankaya 6. Bölgede iki daire…
sı!..
ve enf lasyon dalavera
Kağıt üzerinde mutluyuz!..
Müjde! Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜİK), sanki bütün istatistikleri saçma verilerle yapmıyormuş gibi, vida ve pinpon topu fiyatlarının da dikkate alındığı enflasyon hesaplamasında altı aylık temmuz-aralık enflasyonunu 3.84 olarak belirledi! Bu kağıt üzerindeki ayak oyunu sonucu devlet memurları, sözleşmeliler ve emekliler, yılın ikinci yarısı için enflasyon farkı alamayacak! Enflasyon farkı alabilmek için altı aylık enflasyonun yüzde 4’ün üzerinde olması gerekiyordu. Böylece AKP Hükümeti, TÜİK’in yaptığı uyduruk hesaplamalara dayanarak, krizi finanse edecek yeni bir ‘kaynak’ daha yaratmış oldu!..
Mücadeleleri birleştirmemiz lazım...
M
aliye bakanı Kemal Unakıtan meclis kürsüsünden konuşuyor; “Evet bu bizi etkileyecek, ama biz bunu fırsata çevirmenin yolunu bulacağız arkadaş. Kimse enseyi karatmasın. Türkiye’yi iyi günler bekliyor. Dünyadaki bu krizler gelecektir ama bu krizlere biz göğüs gereriz. Aldığımız önlemlerle hazırlıklı yakalandık. Kaptanın iyisi dalgalı, fırtınalı havalarda belli olur. Fırtına gelecek, gemi sallanacak, bazılarının midesi bulanacak ama bunu salimen limana çıkartırız. Ama kaptanın iyisi olacak ha! Kaptanın iyisini de biliyorsunuz. (17.12.2008 Hürriyet) Nedense burjuvazinin ve burjuva siyasetçilerinin her başları sıkıştığında ettikleri laf aynıdır: Aynı gemideyiz! Bunu Başbakan da ezberlemiş olmalı ki, eksik kalmıyor, ‘geminin kaptanı’ olarak ekliyor: “Dayanışma içinde eğer bunu sürdürecek olursak göreceksiniz ki gelecek bu noktada çok çok farklı olacaktır. Ben bunu doğrusu görüyorum. Geçmiş deyimler de bunu gösteriyor. Dünyadaki birçok ülkelerde inandığımız, güvendiğimiz dostlarla yaptığımız müzakerelerde aynı şeyi görüyoruz, aynı şeyi onlardan da dinliyoruz. Dolayısıyla aklıselimin yolu birdir. Ama ‘burada bir kriz var. Ben bunu şahsım veya kurumum için bir fırsata dönüştürelim’ dersek bu haksızlık olur. Bunu yapmamamız lazım. Yapmamız gereken kesinlikle buradan hep birlikte… Bu gemi, hepimizin ortak gemisi ve bu gemi bir yerden su almaya başlarsa hep beraber batarız. Biz bu gemiyi batırmayacağız ve sahili selamate hep beraber çıkacağız.” (28.11.2008 Yeni Şafak) Israrlı uyarılardan sonra artık aynı gemide olduğumuzu fark etmiş bulunuyoruz!.. Ama nedense bu ülkenin üretimini gerçekleştiren işçiler, geminin değil güvertesinden, kamaralarının pencerelerinden bile güneşi bir türlü göremiyor. Sürekli geminin en altına itiliyoruz. Geminin su alması durumunda da en kolay feda edilenler, her zaman olduğu gibi en alttakiler, işçiler oluyor. -Titanik örneğini hatırlayalım hemen!- Kaptan köşkünde olanlar ve güvertede sere serpe uzanmış olanlar; işçilere sürekli dayanışma çağrısında bulunuyorlar. Ama günü geldiğinde kârlarında biraz azalma olsun, kendilerini var eden işçileri bir çırpıda işten çıkarabiliyorlar. Tıpkı Yörsan’da, Desa’da, BriSA, Philips, Sinter Metal ve daha başka işyerlerinde olduğu gibi. Adını saydıklarımız yerlerde işçiler patronlarla dayanışma yerine sınıf kardeşleriyle dayanışarak seslerini duyurabildiler, haklarını alanlar da oldu, sendika bürokratlarınca kendilerine uzlaştırılmalar dayatıldığı da... Yörsan’da sendikaya üye oldukları için işten atılan 384 işçi Aralık 2007 den bu yana sürdürdükleri direnişlerini, mahkemenin kendilerini haklı görmesiyle 24 Kasım 20008 de bitirdiler. İşçiler haklıydı. Tıpkı
anayasal hakkını kullanmak istediği için sendikaya üye olan Desa işçisi Emine Arslan gibi. Emine Arslan da sekiz yıldır çalıştığı DESA’nın Sefaköy’deki fabrikasından sendikalı olduğu ve diğer işçileri örgütlediği için Temmuz 2008 başında işten çıkarılmıştı. Ekmeğini ve onurunu savunmak için her gün fabrika önünde, kimi zaman tek başına da kalsa eylemini sürdüren Emine ablamız da mahkemeden işe iade kararını 24 Aralık 2008 itibarıyla kazanmış oldu. Gelirini kaybetmiş bir işçi için bir yılı aşkın süren mahkeme kararını beklemek oldukça zor. Ama yine de işten çıkarmalara karşı, çıkarılmayan işçilerin mesai arkadaşlarıyla dayanışması oldukça önemlidir. Aralık ayında ise işçilerin tepkisi daha farklı gelişti. Fabrikalar işgal edilerek üretime ara verildi. Bu kez işçiler kapı önüne çıkmaktansa işyerlerini ve işlerini savundular; hem de işten çıkarılmayan diğer işçi kardeşleriyle. İzmit’te bulunan Brisa Lastik Fabrikası’nda işçilerin, işten atmaları protesto etmek için
beş gün süren ‘fabrikaya kapanma’ eylemi sendika tarafından alelacele bitirildi. Kararı alan sendika işçilere bir şey sorma gereği bile duymadı. Sendika yetkilileri işverenle görüşüp sonuç alamadıklarını söylediler ama ne olup da direnişi bitirdiklerini açıklamadılar. Orası sır!.. Bu görüşmelerin sır olarak kalmaması için, patronlarla yapılan tüm görüşmeler işçilere açık olmalıdır. İşçiler bu toplantılarda ne konuşulduğunu, pazarlıkların ne üzerinde döndüğünü bilmek zorundadır. İşçilerin doğrudan seçtikleri temsilciler, bu görüşmelerde işçiler adına söz ve karar sahibi olmalıdır. BriSA Lastik fabrikasında yaşanan olayın bir benzeri de Dudullu organize sanayi sitesinde yer alan Sinter Metal’de gerçekleştirildi. 22 Aralık sabahı fabrikada başlayan direniş ikinci günün sonunda yapılan görüşmelerle sonlandırıldı ve fabrika içindeki direnişin fabrika önüne taşınması kararı alındı. Direniş halen sürüyor... Ülkenin her bir tarafında kriz bahane
Sendikaları aşarak ilerleyeceğiz... İşçi sınıfını burjuvazinin her türlü saldırısına karşı birleştirmek için sınıfın mücadele deneyimlerinden doğan sendikalar bugünün Türkiye’sinde işçi sınıfına yol göstermekten çok uzak. Var olan sendikal yasalarla, sendikaların içinde bulunduğumuz bu süreçte işçilerin taleplerine tam anlamı ile yanıt vermesi mümkün değil. Üstelik yıllardır işçiler sermayeye ve devlete göbekten bağlı bir sendikal anlayış tarafından kuşatılmış durumda. Konfederasyonlar temsilcisi olduğu işçileri bir kenara bırakıp her daim ağızlarına uzlaşma lafıyla dolaşıyor. Bu sendikalar artık işçilerle patronları ayrı taraf olarak görmüyor, işçilere patronlarla uzlaşmayı dayatıyor. Buna itiraz edenler ise, ‘ideolojik davranmakla’ suçlanıveriyor. Her daim ‘sosyal diyalog’ ve ‘uzlaşma’ naraları atan bu sendikalar işçileri temsil etmiyor. İşçi sınıfı eyleminin önünde engel olan bu bürokratik kuşatmanın kaldırılması gerekiyor. İşçilerin taleplerine karşı mazeret olarak öne sürülen yasal düzenlemeler, tüzükler, işçi sınıfının meşru mücadelesi ile çok rahat aşılır. Bunu 15-16 Haziran, 4–5 Mart Kızılay direnişleri bize göstermiştir.
edilerek işçiler işten atılıyor, üretime ara veriliyor, çalışma saati uzatılıp mesai ücretleri ödenmiyor, fabrikalar kapanıyor. Kendi aralarında örgütlülük geliştirmiş olanlar mücadeleye devam ederken, her türlü örgütlülüğün uzağında kalan yüzbinlerce işçi ise dertleri ile baş başa. Son süreçte işten çıkarmalar daha fazla rastlanacak bir olgu olarak karşımızda. Ve işçi mücadeleleri de… Manifesto’da ifade edildiği gibi, “Mücadele şurada ya da burada başkaldırılar biçiminde patlak verir. Ara sıra işçiler galip gelir fakat sadece bir süre için. Savaşımların gerçek meyvesi, dolaysız sonuçta değil, işçilerin giderek genişleyen birliğinde yatar… Hepsi de aynı nitelikte sayısız yerel mücadeleyi sınıflar arasında bir tek ulusal mücadelede merkezileştirmek için gerekli olan tam da bu ilişkidir. Fakat her sınıf mücadelesi siyasal bir mücadeledir…” Bu mücadelelerde sendikalar belirleyici bir rol oynamaktan şimdilik ne yazık ki uzak. Özellikle organize sanayi bölgelerinde örgütlü sendika yok denecek kadar az ya da sendikalar metal sektöründe olduğu gibi her koşulda patronlarla uzlaşabiliyor. Bu nedenle işçiler birbirinden farklı işkollarında örgütlenmiş sendikaları tek bir birlik içinde yer almaları konusunda tabandan zorlamalıdır. Fiilimeşru mücadelelerimizle kendi yerel işçi birliklerimizi organize sanayi bölgelerinde ve yerellerde oluşturmalıyız. Mücadeleci sendikalar da bu sürece dahil edilmelidir. İşçiler sorunlarının çözümlerini ‘profesyonelleşmiş’ sendikacılara havale etmemeli. Son sözü kendileri söylemeli!. İşten çıkarılmalara, dayatılan düşük ücretlere ve her türlü kuralsız çalıştırılmaya karşı işçilerin verdikleri mücadeleler mutlaka birleştirilmeli ve koordine edilmelidir. Yalıtık eylemler ve direnişler aynı sorunları yaşayan diğer işçilerle ortaklaşmalı, ortak talepler ve mücadele programı oluşturulmalıdır. Bu özellikle de sendikaların uzak tutulduğu organize sanayi bölgeleri için zorunludur. Bu bölgelerde işçi örgütlülüğünün zayıf olması, patronlara her türlü kolaylığı sağlıyor. Saldırılara karşı fabrika ve tüm işyerlerinde bir an önce işçi komiteleri yaratmamız, mücadeleleri kazanmamız için büyük önem taşıyor. Fabrikalarda, atölyelerde oluşturulacak işçilerin birim örgütlülükleri sadece işyerindeki sorunlara müdahale etmenin aracı olmamalıdır. Aynı zamanda işçi sınıfı örgütlülüğünü iş yerinden çıkarıp tüm sanayi bölgesine taşımayı hedeflemelidir. Organize sanayi bölgeleri ile atölye ve fabrikaların yoğun olduğu bölgelerde oluşturulacak, işçilerin doğrudan katılımına açık olan bu örgütlenmeler, zaman içinde diğer bölgelerle hatta diğer illerdeki benzer örgütlenmelerle bir koordinasyon oluşturabilir.
ÖZGÜR ALTUN
11
İşçilerle öğrencilerin birleşiminden oluşan formül:
BOYKOT, GREV ve iŞGAL!..
U
zun süredir devam etmekte olan Ankara Üniversitesi yemekhane işçilerinin mücadelesi üç eksikle kazanıldı. Yaşanan ekonomik krizde işten çıkarmaların yoğunlaştığı ve kriz bahanesiyle sömürü koşullarının katmerlendiği bu günlerde yemekhane işçilerinin kazanımı çok önemliydi… Ankara Üniversitesi (A.Ü.) yemekhane işçilerinin çalışmış olduğu taşeron Tadal firması memleketin çeşitli yerlerindeki fabrika, üniversite, hastane, emniyet ve ordu kurumlarının toplamda 1200’den fazla işçi çalıştırıyor; A.Ü. yemekhanesinde de 120’ye yakın işçi ile faaliyet yürütüyor. Memleketin her yerinde taşeron firmalar nasıl çalışıyorsa, taşeron Tadal da aynı kaideler üzerinden işliyordu: Ücretler düzenli yatmıyor, kanunsuz uygulamalar işçileri canından bezdiriyor, işçiler her daim iftira ve aşağılamalarla karşılaşıyordu… Bütün bunlara dur demek için, emeklerinin onurunu korumak için, A.Ü. yemekhane işçileri geçen bahar ayında DİSK Oleyiş’te başarısız bir örgütlenme çalışması yürüttü; taşeron Tadal patronu okulların kapanması ile karşı saldırıya geçti. Oluşmaya başlayan birliği ücretsiz izinlerle bozmaya çalışan taşeron Tadal patronu, sendikal faaliyet yürüten öncü işçileri iftira ve aşağılamalarla işten çıkartıp, kalan işçiler üzerinde baskı ve sömürüyü artırdı... Patronun, okullar açılınca daha rahat sömüreceği işçilerle yola devam etme kararını duyurması bardağı taşıran son nokta oldu; devrimci öğrencilerle bağlantıya geçen öncü işçiler bir eylem planı çıkartıp diğer işçi arkadaşlarla görüşmeler yapılırken, ramazan bayramından iki gün önce A.Ü. Cebeci Kampusu’nda başlayan boykot mücadeleye yeni bir adım kattı. Yemekhane işçilerine destek veren öğrencilerin başlattığı boykottan, işçi ve öğrencilerinin katılımıyla oluşturulan A.Ü. Meclisi çıktı.
12
(Elbette bu Meclis’i ‘domuz ağılı’yla karıştırmamak lazım; bu Meclis, katılanların doğrudan temsiline dayanıyor.) Boykot sonucu geri adım atmak zorunda kalan taşeron Tadal firmasının müdürleri ile A.Ü. Meclisi’nin görüşmeleri sonuçsuz kalınca A.Ü. meclisi aşağıdaki istemlerini kamuoyuna duyurdu: 1) İşten atılan işçilerin geri alınması, 2) İşçilerin sürgün edilmesine son verilmesi, 3) Fazla mesai ücretlerinin ödenmesi, 4) İşçilere yönelik hakaretlere son verilmesi, 5) Rektörlüğün sorumluluklarını yerine getirmesi, 6) Kaliteli, sağlıklı ve doyurucu yemeklerin çıkması… Cebeci Kampus’unda başlayan boykottan korkan taşeron Tadal patronu, ödenmeyen maaşlarının bir kısmını bayramdan önce ödeyip boykotu kırmanın hesabını yapadursun, A.Ü. Meclisi mücadeleden almış olduğu güçle, bayramda yapacaklarını konuşuyordu. Konuşmalardan çıkan kararla boykotu diğer fakültelerdeki yemekhanelere yaymak için harekete geçen A.Ü. Meclisi Gölbaşı’ndaki hazırlık okulunun uzak olması, ilahiyat fakültesinin dekanlığının engellemeleri gibi nedenlerle diğer fakülteler boykota farklı derecelerde katıldı. Ama Cebeci’de işçilerin iş bırakması ile boykot yerini fiili greve bıraktı. Fiili grev Tıp, Morfoloji ve DTCF’de de gerçekleşti. Buradaki işçilerin seferberliği sayesinde fakültelerdeki boykot hızla yayıldı. İşçilerle beraber hareket eden öğrencilerin DTCF ve Cebeci’de etkin olmaları önemliydi; ancak işçilerin boykotu greve dönüştürmesi sonucu görüşmek zorunda kalan ‘üst işveren’ konumundaki A.Ü. Rektörlüğü, A.Ü. Meclisi’nin katılımıyla gerçekleşen toplantıda işçilerin tüm taleplerini kabul etti. Bunun ardından işçiler işbaşı yaptı. Ne var ki, ertesi gün Tandoğan’daki Fen Fakültesi yemekhane işçilerinin
başındaki müdür işçileri bölmeye çalışıp hakaretler savurunca diğer fakültelerdeki işçi ve öğrenciler müdahalesi sonucu müdürün uzaklaştırılması fakültedeki kazanımları korudu. Ücretlerin ödenmemesi, yemeklerin kalitesiz malzemeler kullanılarak çıkarılmaya başlaması, ardından taşeron Tadal’ın iflas ettiğini duyurmasıyla boykotlar yeniden başladı. Bu sırada, A.Ü. yemekhane ihalesini alan Tamsofra ile yapılan görüşmeler sonucu önce taleplerin kabul edilmesi, sonra vazgeçilmesi, ertesi gün de A.Ü. Rektörlüğü’nün grev kırıcı gibi davranıp Tadal işçilerini fakültelere almaması ve yemekhane kapılarının kilitlerinin değiştirilmesi, Tadal işçilerinin kilitleri değiştirilmeyen Cebeci yemekhanesini işgal etmeleriyle sonuçlandı.
Rektörün özü, sözü!
Tadal işçileri, işgal sırasında işçilerden, öğrencilerden ve kitle örgütlerinden gelen destekle yemek çıkarmaya başladı. Dışarıdan yemek malzemesi alımları rektörlük tarafından durdurulmaya çalışıldı ama işçi ve öğrencilerin direnci sayesinde engellendi. İşgal sırasında işçiler ve örgenciler yemekhaneyi terk etmedi, çeşitli etkinlikler düzenlendi... Basının Cebeci Kampusu’na gelmesi, güvenlik ve kapıda bekleyen polislerin engeline takıldı; işçi ve öğrencilerin kapıya gitmesini fırsat bilen Rektörlük güvenlik elemanlarına mutfağı kilitletti; bu yemek verilmesini sekteye uğratsa da, işçi ve öğrenciler kendi çabalarıyla yemek çıkarmaya devam etti. Rektör öğrencilerle görüştü ve bu işin çözüleceği ve kendisinin de işçilerden yana tutum alacağı sözünü verdi. Sözünün üzerinden 24 saat bile geçmemişti; sabaha karşı Rektör Yardımcısı, hazır kıta 600 polisle beraber Cebeci Kampusu yemekhanesini basıp işçi ve öğrencileri gözaltına aldırdı; böylelikle R’ektörlük ne kadar sözünün eri ve güvenilir olduğunu bir kez daha
gösterdi. Baskın sırasında yemekhane işçilerinden birinin komiser gibi davranıp 600 polisin elinden kurtulması, polislere, “Sakin olun, zarar vermeyin,” demesi ve aradan kurtulması enteresandı. İşçi ve öğrencilerden toplam 42 kişi, ki bunlardan ikisi 18 yaşın altında, adliyeye sevk edildi. Polis baskını ve gözaltılara karşı hemen harekete geçildi; kent merkezinde basın açıklaması yapıldı, Eğitim-Sen’li hocalar Cebeci’de oturma eylemli yaptı, ardından Adliye önünde beklendi… Gözaltına alınan işçi ve öğrenci arkadaşlar gece geç saatlerde salıverildi. Sendikada yapılan görüşmeler sonucu belirlenen eylem planıyla bayram tatilinde işçilerin diğer işçilerle görüşmeleri ve boykotun diğer fakültelere yayılmasını sağlama kararı alındı. Bayramdan sonra boykot sürdü, işçi ve öğrenciler kendi imkanları ile kumanya dağıtmaya devam etti. İşçilerin mücadeleci tavırları sonucu, Rektör Tamsofra yetkilileri ve işçilerle yapılan görüşmeler sonucu üç kişi hariç işçilerin tümünü işe geri aldırdı. A.Ü. Meclisi, işçilerin yaşadığı maddi sıkıntıları hafifletmek amacı için İnşaat Mühendisleri Odası’nın ev sahipliğiyle bir etkinlik düzenledi. Etkinliğe işçilerin aileleri, ögrenciler, çeşitli parti ve dernekler katıldı. Mücadele sürecindeki izlenimlerini anlatan işçi ve öğrenciler bundan sonra da birlikte mücadele etme kararlılıklarını belirtti. Bu süreç, üç işçinin işe alınmamasına rağmen, kazanımla sonuçlandı. Hem mücadele edildiğinde kazanılabileceğini göstermesi açısından, hem de işçilerle öğrencilerin birlikte örgütledikleri uzun bir eylem süreci olmasından dolayı, çok önemli bir örnek teşkil etmektedir. Elbette yaşanan eylemler patron medyasında hiç de hak ettiği önemi bulmamıştır; özellikle gizlenmiştir ya da çarpıtılmıştır. Ancak bu örnekleri çoğaltmak ve genelleştirmek bizim elimizdedir…
SERKAN KAPLAN
İşte biz bunları istiyoruz:
• IMF defol! Dış borç ödemelerine son! IMF memurları ülkeye gelip ekonomiyi inceliyor, talimatlar veriyor ve çekip gidiyorlar. Bizim aklı evveller hiç itiraz etmeden talimatları uygulayıp yasaları çıkarıyorlar. Çıkarılan bu yasalar emekçiler için hep ‘acı reçete’ anlamına geliyor. Bize, “Sıkın dişinizi biraz,” diyorlar, “Az kaldı, düzlüğe çıkıyoruz.” Ama ne hikmetse bir türlü o ‘düzlüğü’ göremedik. IMF’nin talimatları daha fazla sömürü, daha fazla vergi, daha fazla anlamına geliyor hep. Dış borç ödemelerinden takatimiz kalmadı. Ama ödedikçe daha da büyüyor bu borçlar… Kaynakların dış borç faizlerine değil, emekçilere ve eğitim, sağlık gibi kamu hizmetlerine aktarılması temel hedef olmalıdır. Hortumculara milyarlarca dolarını kaptıran, AB’ye gireceğiz masalıyla Gümrük Birliği kapitülasyonunu uygulayıp 100 milyar doların üzerinde zarara uğrayan bu ülkenin, dış borç faiz ödemeleriyle her yıl milyarlarca dolarlık kaynağını yurtdışına akıtma lüksü yoktur. Dış borç ödemeleri derhal durdurulmalı, ulusal kaynaklar işsizlerin ve emekçilerin yaşam koşullarını iyileştirmeye, eğitim ve sağlık gibi yararlı kamu hizmetlerine aktarılmalıdır. Alınan borçlar biz emekçiler için kullanılmamıştır. Bir avuç parababasının bankalarını, işletmelerini kurtarmak, ülkenin kanını emen bir avuç patron ailesine para akıtmak için kullanılmıştır. Bu borç emekçilerin değildir. Ve emekçiler bu borçları ödemeyecektir. IMF’ye de tekme basılacaktır. • IMF’nin emrettiği tüm ekonomik tedbirler, ücretlilere konan vergiler kaldırılmalıdır! Asgari ücretten vergi kesintisine son! Ekonomik krizlerin faturası emekçilere değil, burjuvalara çıkmalıdır! Ülkemizde vergiyi hep emekçiler ödüyor. Hem de peşin peşin. İşçiler daha maaşı eline almadan kesinti yapılmış oluyor. Patronlara, hayali ihracatçılara, işletme sahiplerine vergi afları çıkarken biz vergimizi onlardan fazla ödüyoruz. Üstelik asgari ücretten bile gelir vergisi kesiliyor. Patronların bir gecelik yemek masrafından daha az olan asgari ücret, IMF’ye ve patronlara hâlâ sıkıntı veriyor, daha da düşürülmesini istiyorlar. O kadar yüzsüzleştiler ki, ‘bölgesel asgari ücret’ uygulamasına geçilmesini istiyorlar. Böylece işletmelerinde çalışan işçileri tehdit etmeyi planlıyorlar. Karşımıza, “Bu ücrete çalışmazsan bizde işletmeyi daha ucuz olan bölgeye taşırız,” gibi bir kozla çıkmak istiyorlar. Gözlerini cebimize dikmişler, nasıl daha fazla çalabileceklerinin hesabını yapıyorlar. Ekonomik krizler en çok işçi sınıfına zarar veriyor. Yüzbinlerce ücretli işsiz kalıyor, kimi başını sokabileceği tek varlığı olan evini kaybediyor... Ekonomik kriz gerekçesiyle işçi çıkarmalarına, maaşlarda kesintilere son verilmelidir. İşçi çıkarmaya kalkan patronların bankalardaki paraları, mal varlıkları işçilere verilecek kaynaklar olarak görülmelidir. Çünkü patronlar tüm mal varlıklarını zaten işçileri sömürerek edinmiştir. • Emperyalist ekonomik anlaşmalar,
uluslararası tahkim, gümrük birliği, ülkeyi çöplüğe evirecek ihaleler iptal edilmelidir! Türkiye’nin başında IMF’nin memurları var. Küreselleşme sihirli sözcük! ‘Artık sınırlar kalktı’ diyorlar. Doğrudur. Uluslararası tekellerin önünde hiçbir güç duramıyor. Diledikleri özelleştirme ihalesine girip, tek tek ülkelerin ulusal kaynaklarını yağmalayabiliyorlar. Tabii sadece bu kadar değil. Uluslararası tekeller tek tek ülkelerde doğabilecek pürüzleri de düşünmüş. Bu yüzden, herhangi bir ihtilaf çıkarsa, ihtilafı o ülkelerin mahkemeleri değil, ‘Uluslararası Tahkim Kurulu’ çözüyor. Daha ötesi, ‘küreselleşme’ ve ‘serbest rekabet’ naralarına rağmen, dünyada kimin nasıl ticaret yapacağına Dünya Ticaret Örgütü karar veriyor. Bu örgüt, öyle büyük bir güce sahip ki, hormonlu sebze-meyveyi ya da ‘deli dana’ hastalığından etkilenmiş etleri satın almayan bir ülkenin tüm dış ticaretine uluslararası ambargo koyabiliyor. Kanada, Almanya, kendi ülkelerinden söktükleri nükleer santralleri ülkemize kurup memleketi nükleer çöplük yapmak istiyor; kanserli zehir taşıyan gemiler denizlerimizde sökülmek için sıra bekliyor, zehirli variller evlerimizin hemen yanı başında. Binlerce ailenin göç etmesine yol açacak bir o kadar da çevreye zarar veren inşaat faaliyeti yürütülüyor. Ülkemizde, kendi yasalarımızı uygulamaktan bile aciz kalmışız; olsun, uluslararası tahkim bizim adımıza karar verir! Emperyalist şirketler Türkiye pazarını paylaşmakla meşgul. Bizim uşak siyasetçiler pijamayla bile satıyor, emperyalist tekeller de halkın mülkiyetindeki işletmeleri, arazileri, limanları ve ormanları yok pahasına kapatıyorlar. Kendi ülkelerinde sattıkları bir gömlek fiyatına bir ay işçi çalıştırıyorlar. Üstelik ne sendika var, ne de kendilerini sınırlandıran yasalar. Başları sıkıştığında uluslararası tahkim yardımlarına koşuyor. Bu emperyalist anlaşmaların tümünden çıkılmalıdır. Uluslararası Tahkim, Dünya Ticaret Örgütü gibi emperyalist kurumlar hayatlarımız üzerinde söz sahibi olamaz. • Yolsuzlukları açığa çıkmış tüm patronlar ve devlet görevlileri tutuklanmalıdır! Borsa kapatılmalıdır! Yerli-yabancı tüm para spekülatörlerinin fonlarına el konulmalıdır! Her kriz ve spekülasyonun ardından ‘Paranın ateşi düşmüyor’ diye manşet atıyor gazeteler... Dolar ve avro fırladı, borsa bir anda dibe vurdu. Küçük miktardaki birikimini borsaya yatıranlar yine büyük balıklara yem oldu, büyük para spekülatörleri yeni vurgunlara yelken açtı. İşte buraya dikkat: Patronlar bir yandan ‘Aman kriz!’ diye feryat ederken, bir yandan da ellerini ovuşturuyorlar. Nasıl mı? Tekstil patronları değil miydi, “Türk parası döviz karşısında aşırı değerli, başka ülkelerle rekabet edemiyoruz” diye ağlaşıp duran? Ekonomik kriz sırasında dolar da, avro da aldı başını gitti. Peki, Türk parası çok değerliydi de ne oluyordu? İşçilik maliyeti yüksekti! Köle emeği kullanan Çin’le, Pakistan’la rekabet edemiyorlardı! O yüzden işçilik maliyetleri düşürülmeliydi! Nitekim dolar ve avro karşısında
eriyen, sadece ve sadece işçi ücretleri oldu. Kriz, ihracatçıların önünü açtı, işçileri, emekçileri biraz daha yoksullaştırdı. İşte yaşanan tamı tamına budur. Utanmaz patronlar, beş kuruş vergi vermedikleri gibi, dolaylı yoldan işçilik maliyetlerini düşürmek ve kârlarına kâr katmak için her türlü yöntemi deniyor; ülkenin bütün yükünü çeken emekçilerin sofrasından bir lokma daha çalmanın hesabını yapıyor. • Özelleştirme değil, işçi denetimi! KİT’leri işçiler yönetsin! Ülke açısından stratejik önem taşıyan limanlar, ormanlar, yeraltı ve üstü kaynakları özelleştirmenin öncelikli hedefleri arasında. Bu özelleştirmeler, bildik hikayenin tekrarlanması anlamına geliyor. Pek çok işçi işinden olurken, sendikasızlaştırma ve ücret gaspı başta olmak üzere pek çok saldırı yaşanıyor. Kısacası, kaybeden hep işçiler oluyor. Bu işletmelerde ‘verimsizlik’ bahane gösteriliyorsa, söz konusu verimsizlik bu işletmeleri yönetemeyenlerin verimsizliğidir, işçilerin değil. Dolayısıyla, kamu işletmeleri işçilerin denetimine açılmalıdır. • İşsizliğe son! 6 saatlik işgünü, 4 vardiya! İflasını ilan eden fabrikalara işçilerin el koyması gayet meşrudur! Üretim kapasitesi çok yüksek olan Türkiye’de, emperyalistlerin dayatmasıyla tarım ve hayvancılık bitme noktasına geldi. Özelleştirilen fabrikaların çoğunda üretim durdu, birçok devlet işletmesi yine IMF memurlarının telkinleriyle ‘zarar ediyor’ diye kapatıldı. Bu uygulamalar işsizliği artırırken, ithalatı iyice kamçıladı. İşsizlik ve sefalet yaygınlaştı. Oysa bu bir kader değildir. Özelleştirmelere son verilmelidir. Özelleştirilen ve fakat arazisi için kullanılan ya da üretime devam etmeyen tüm kuruluşlar yeniden kamulaştırılarak üretime sokulmalıdır. Kamulaştırma için tazminat ödenmemelidir. İthalat sınırlandırılmalı, ülkede üretilen ürünlerin ithalatına son verilmelidir. İş günü 6 saate düşürülmeli, vardiyalı işyerlerinde dördüncü vardiya konulmalı, böylelikle ücretler
düşürülmeksizin mevcut işler çalışabilir nüfus arasında paylaştırılmalıdır. İflasını ilan eden işletmelere ise işçilerin el koyması gayet meşrudur. Yüz binlerce işçinin işini kaybettiği koşullarda, işçiler yeni iş bulamayacağına göre, patronların işletemediği fabrikalara elbette el konulacaktır • Eğitim ve sağlık haktır parayla satılamaz! Çocuklarımızın eğitim masrafları asgari ücreti aşmaktadır. Bir yandan okullarda bağış yok diye televizyonda ahkâm kesenler, diğer yandan her kayıt döneminde yaşanan rezillikler. Bu para sadece kayıtla da bitmiyor. Çeşitli kalemler altında defalarca para toplanıyor. Bu paraları ödeyemeyen çocuklarımız mahcup duruma düşüyor. Durum sağlık alanında da hiç iç açıcı değil. Yoksullar hastane hastane dolaştırılıyor, ölüme terk ediliyor. Muayene olmak için gece beklemek, ilaç almak için birilerine bel bağlamak. Üstüne birde sosyal güvenliğin tasfiyesi ve mezarda emeklilik… Emekçilerin eğitim ve sağlık hakkı gasp edilemez. Parasız sağlık, parasız eğitim! • Sendikasız ve taşeron çalışmaya hayır! Mücadeleye engel yasal düzenlemelerden arınmış mücadeleci sendika! Sermayenin ve devletin işçi sınıfını ve sendikaları denetime almak için kullandığı en önemli araçlar tüzükler ve yasal düzenlemelerdir. Sahte sendikalarla ve sendika bürokratlarıyla işçi sınıfının hak alma mücadelesine engel olmaktadırlar. Bu sendikalar en son metal işkolunda yaşanan toplu sözleşmeyle bir kez daha suçüstü yakalanmıştır. Üyelerinin rızasını almadan, patronlarla anlaşıp komik ücret artışlarına teslim olmuşlardır. Tüm ücretli çalışanlar sendika kurma, üye olma ve örgütleriyle aldıkları eylem kararlarını uygulama, duyurma hakkına sahip olmalıdır. Sendika yöneticileri, üyelerin oylarıyla her an görevden alınabilmeli, böylelikle sarı sendikacılar işçileri alışıldığı gibi kolay satamamalıdır.
RED
13
YÖK ve rektörlük komedisi...
Çapa Tıp öğrencileri açlık grevinde!
Merhaba, İstanbul Tıp Fakültesi’nde yarı zamanlı çalışan tıp öğrencileri olarak Türkiye’deki 20000 öğrenci gibi işten atıldık. İşten atılma sebebimiz SSGSS yasasının eklenmesi unutulan bir maddesidir. Son çalıştığımız ayın maaşlarını da alamayan öğrenciler olarak hakkımızı aramak için bir MUHATAP, bir yetkili kurum aradık. Dekanlığa ve rektörlüğe gittik... Ama bir türlü MUHATABIMIZI bulamadık(!) Kime gitsek baştan savulduk… KOVULDUK BİZ! AÇLIK GREVİNE GİDİYORUZ.... Biz ÖĞRENCİLER olarak bu belirsizliğe, bu umursamazlığa ARTIK YETER diyoruz! MUHATABIMIZ her kimse ortaya çıkıp bizi dinleyene kadar, gasp edilmiş maaşlarımızı ödeyene kadar, işimizi geri verene kadar AÇLIK GREVİNDEYİZ! Parasız eğitim için AÇLIK GREVİNDEYİZ! Geleceğin doktorlarını açlık grevine götüren bu duruma karşı sesinizi duymak istiyoruz. Yanımızda olmanızı, desteklerinizi bekliyoruz…
Plaza önünden mektup var! Sevgili dostlar, Her Çarşamba Yapı Kredi Plaza IBM şirketi önünde dayanışma için toplandığımızdan belki bazılarınız haberdar, bazılarınız değil. Bizler kimiz? Neden her çarşamba ısrarla bir araya geliyoruz? Neden bunu Plaza önünde yapıyoruz? Bizler de sizler gibi beyaz yakalı çalışanlarız. Bizler de sizin gibi beyin emekçileriyiz. Bazılarımız IBM, Sun, HP gibi bilişim çalışanı. Bazılarımız Vodafone, Netaş gibi telekom çalışanı. Bazılarımız Akbank, Yapı Kredi Bankası gibi bankacı. Bazılarımız yerel şirketlerin çalışanlarıyız. Bizler de müşteri temsilcisi, proje yöneticisi, kanal yöneticisi, pazarlama sorumlusu, iş geliştirme yöneticisi, teknik destek elemanı, uygulama geliştirici ve daha birçok örgütlenememiş beyin emekçileriyiz. Hiçbirimiz bireysel endişe ya da bireysel beklentiden dolayı plaza önünde değiliz. Bizler örgütlü çalışmaya, adaletli ve iş güvencemizin örgütlü çalışma ile korunacağına inanan çalışanlarız. Bugün işlerimiz iyi giderken hepimiz mutlu resim veriyor olabiliriz. Ama iyi bildiğiniz
14
...Ve AKP iktidarı, sonunda Türkiye’nin en köklü üniversitesi olan İstanbul Üniversitesi’nin rektörlüğüne de kendi adamlarından birini yerleştirmeyi başardı: Prof. Yunus Söylet... Peki rektörlük seçimlerinde bu süreç nasıl işledi? Şimdi durum şöyle ki, üniversitede yapılan seçime yaklaşık 2 bin 500 öğretim üyesi katılmıştı. Öğretim üyelerinin oyları sonunda, YÖK’e gönderilen listede yer alan ilk 3 rektörün isimleri ise şöyleydi: 1) Prof. Ali Akyüz, Çapa Tıp Fakültesi (483 oy) 2) Prof. Yunus Söylet, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi (467 oy) 3) Prof. Melih Boydak, Orman Fakültesi (365 oy) Buraya kadar bir anormallik yok, anormalliğin başladığı nokta, AKP’ye yakınlığı ile bilinen, hatta Tayyip’in aile doktoru olduğu söylenen Prof. Yunus Söylet’in, öğretim üyeleri tarafından en fazla ikinci oyu almasına rağmen, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün tercihine sunulmak üzere YÖK’te yapılan sıralamada, birden birinci sıraya yükseltilmesi! Bundan sonraki süreç ise, bildiğiniz gibi gayet normal! Zaten YÖK’ün kendisinden de anti-demokratik bu kararından sonra, Cumhurbaşkanı Gül’ün rektör olarak Prof. Yunus Söylet’i belirleyeceği herkesin malumuydu... Şimdi bu durumdan sonra, YÖK’ün niçin var olduğunu anlatmanın zaten bir anlamı yok. Bildiğiniz gibi birkaç ay önce, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan resmen açıklamıştı! YÖK Başkanı için, “İsterse bizim istediğimiz gibi konuşmasın!” demişti, mikrofonların açık olduğunu fark etmeyerek… Fakat biz üniversite öğrencileri niçin varız? Siyasi iktidarın güdümünde giden YÖK’ün, bizim düşüncelerimize saygı göstermeyişine, düşünen, sorgulayan, tartışan, kısacası üniversitelerin birer bilim yuvaları olduğunun farkında olan öğrenciler üzerindeki baskılarına, memleketin her yeri olduğu gibi, üniversitelerdeki her şeyi özelleştirmelerine ve daha sayılabilecek onlarca anti-demokratik uygulamalarına daha ne kadar sessiz kalacağız? Bu üniversitelerde biz mi okuyoruz, yoksa onlar mı? Üniversitelerimizde rektörlük seçimine kadar her şeye biz mi karar vereceğiz, yoksa onlar mı? Eğer bu üniversitelerde bizler okuyorsak, üniversiteler bizim olmalıdır. Bizim olması için de, üniversite öğrencilerinin kendilerine sürekli bir şeyler dayatan bu zorbalara sesini yükseltmesi şarttır. Dilerim ki, üniversitelerimizde yaşanan tüm bu olumsuz gelişmeler, beraberinde gelişmesi umulan güçlü öğrenci hareketlerine de ortam hazırlar. Çünkü hepimiz biliyoruz ki, güzel bir ülkede ve dünyada yaşamak için, ilk önce fethetmemiz gereken yerlerden biri de üniversitelerdir. (O. Özgen)
gibi, en küçük olumsuzlukta ilk gözden çıkarılacak ve hak gasp’ına uğrayacak olanlar sizler-bizler olacağız. Örgütlü çalışma ve örgütlü yaşam ülkelerin çağdaşlık ve gelişmişlik düzeyleri ile doğrudan ilişkilidir. Bizler uygar ülkeler ile aynı seviyede uygulamalara layık olduğumuzu düşünüyor ve bu kültürü, bu bilinci hep beraber oluşturmak istiyoruz. Geleceğimizin, çocuklarımızın daha iyi koşullarda çalışması için lütfen sizler de sorumluluk alın ve Plaza önünden hep birlikte seslenelim: Yaşasın örgütlü iş, örgütlü yaşam!
AHMET DOĞANÇAYIR Her şeyin ötesinde kârın gereklerine göre değil, insanların gereklerine göre düzenlenmiş bir toplumsal sistemi olanaklı kılmak için çaba göstermemiz gerekir. Bizim çözümümüz buradan çıkacaktır...
Küresel kapitalizmin krizi O
bama’nın seçimi kazanmasını takip eden günlerde dünyadaki tüm önemli gazetelerin başlıkları büyük bir sevinç havasının yanı sıra sanki Obama’nın seçilmesi yaşanan krizi bitirecek veya hafifletecekmiş gibi iyimser bir hava yansıtıyordu. Ancak bu iyimser havayı bozan da yine kendisi oldu. Gündeminin başına ekonomik durumun kötülüğünü koyunca sevinç havası yerini yeniden sıkıntılı ve kötümser havaya bıraktı. Seçimi takip eden ikinci günde ABD’nin iki önemli otomotiv şirketi, General Motors ve Ford 16 milyar dolar zarar ettiklerini, yaşayabilmek için 25 milyar dolar nakit desteğe ihtiyaç duyduklarını belirttiler. Bu şirketlerin kurtarılmayı ve hükümet parası bekledikleri gün ABD’de beklenen istihdam verileri açıklandı. Bu veriler Ekim 2008’de ABD de 240 bin işin yok olduğunu, iş sayısının yarıdan fazlasının son üç ayda olmak üzere 1,2 milyona ulaştığını, 14 yıldan beri ilk kez ABD işsizlik oranının yüzde 6,5’a yükseldiğini belirtiyor. Dünya ekonomisi çok uzun süre para bolluğu içinde yaşadı. Hatta bu para bolluğu içinde aslında batması gereken şirketler yaşamlarını devam ettirebildi. Ama bugün para içinde yüzülen dönemin sonuna gelindiği anlaşılıyor. Alınan krediler, geri dönmeyen batık krediler haline dönüşüyor. Bugün batık kredilerin trilyonlarla ifade edildiğini biliyoruz. Dolayısıyla şirketler geçmişteki gibi kolay ve bol finansman bulamayacaklarını biliyor. Onun için hükümetlerin kapısını, “Bizi kurtarın!” diye çalıyorlar. Tüm bu gelişmeler krizin finans sektörünü vuran bir kriz olmaktan çıkıp reel sektörün, dolayısıyla küresel kapitalist ekonominin krizi haline dönüştüğü bir dönemin başladığını gösteriyor. Bütün bu gelişmeler kapitalizmin krizlerini yaratan nedenin yönetimsel değil yapısal olduğunu gösteriyor. Kapitalist üretim tarzı hem genelleşmiş meta üretimi, hem de birbirinden bağımsız olarak işleyen şirketlerin kâr için yaptıkları üretimdir. Biri olmazsa diğeri de olmaz. Kâr kapitalistin kalbidir, ruhudur. Kapitalistler daha çok kâr etmek için iki cephede savaş verir. Emek sürecinden mümkün olduğunca yararlanmak için emek üretkenliğini artırmak, pazardan istifade edebilmek için birim maliyetleri düşürmek. Kâr güdüsünün uygulamada aldığı biçim budur. Bu sistemin işleyişi, hem artı emek kitlesinin üretilmesine hem de bu sistem içinde artı değerin gerçekten ele geçirilmesi için bu değeri içeren ortalama kâr oranını getiren ya da en üst kârın gerçekleşmesini sağlayan fiyattan satılmasına bağlıdır. İşte bu nedenle, kapitalist krizleri yaratan, ürün azlıkları değildir. Gereğinden fazla malın ortalama kâr oranını garanti eden bir fiyattan satmanın imkânsız
hale gelmesidir. Kapitalist ekonomik kriz, daima bir aşırı üretim krizidir. Krizi ateşleyen olay yaşandığı gibi mali bir skandal ya da ani bir banka paniği olabilir. Kapitalizm burada bir çıkışsızlık yaşar. “Satış durgunluğu varsa ücretler artırılır, şirketlerin durumu düzeltilirse sorun çözülecektir,” diye düşünen cahiller olabilir. Kapitalistler açısından bunun kabul edilemez olduğunu biliyoruz çünkü ücretlerin artması kâr oranlarındaki düşmeyi hızlandıracak, yatırımlarını azaltacaktır. Düşmesi ise toplam talebi azaltacak, piyasa satılamaz durumda olan mallarla dolacaktır. Aşırı üretim krizi kâr oranlarında düşmeyi hızlandırır. Krizler yatırımların arttığı büyüme dönemlerinde olur. Çünkü onların üretkenliği artırma çabası her şeyin ötesinde üretimin makineleşmesine yol açar. İşçilerin yerini makineler alır, canlı emeğin yerini ölü emek. İşçi başına düşen sabit sermaye miktarı yükselir. Ama makineleşmenin diğer kapitalistlere karşı bir silah olarak kullanabilmesi için birim maliyetleri düşürmesi gerekir. Daha büyük ölçekli daha çok makine ve teçhizat kullanan kapitalistlerin birim maliyetleri düşük olacağından cari fiyatlar üzerinden daha yüksek kâr marjı elde etmeleri doğaldır. Ama tuzak buradadır. Daha ileri sermaye yoğun üretim yöntemleri daha yüksek kâr marjı sağlar ama kâr oranları
düşüktür. Kâr marjı birim ürün başına kârdır. Kâr oranı ise yatırılmış birim sermaye başına düşen kârla belirlenir. Bu durum kâr oranının temel eğilimini ortaya koyar. Üretimin makineleşmesi ve sermayeleşmesi gerçek ücretler sabit kalsa da kâr oranında bir düşüşe yol açacaktır. Ama ücretlerin yükselmesi kâr oranlarındaki düşüşü sadece hızlandırır. Dolayısıyla ekonomi büyüdükçe iki şey olmaktadır. Bir yandan kâr oranlarındaki düşüş, konulmuş sermaye stoku karşılığı elde edilecek kâr miktarını azaltır. Diğer yandan yeni yatırımlar sermaye stokunu büyütür ve ek sermayeden elde edilen toplam kârı arttırır. Sonuçta toplam kâr bu iki etkinin ağırlıklarına bağlıdır. Yani düşen kâr oranı, toplam kârı azaltıcı etki yapar, yatırımlar ise artırıcı. Ancak yatırımın kendisi kâr oranına bağlıdır. Bu kâr oranı düştükçe yatırımların zayıflayacağı anlamına gelir. Böylece yatırımların toplam kârı artırıcı etkisi düşen kâr oranlarının olumsuz etkisini karşılayamaz hale gelir. Toplam kâr yerinde saymaya hatta azalmaya başlar. İşte o zaman bunalım evresi açılmış olur. Bu günlerde yaşandığı gibi bunalım bir kez patlak verdiğinde durum tümden değişir. Yatırım kısılır, eksik kapasite kullanımı yaygınlaşır, stoklar dağ gibi yığılır, kârlar şiddetli biçimde düşer. Firmalar krizlerini
aşmak için borçlanmaya başvurur. Bu, faiz oranlarını yükselterek firmaları daha zor duruma düşürür. Bankalar buna sevinecektir. Ancak şirketler iflas etmeye başladıkça borçlarını ödeyemez hale gelirler. Bu bankaları tehlikenin eşiğine getirir. Yükselen şirket iflasları banka çöküşlerine yol açmaya başlar. Sermaye piyasası indeksleri düşüşe geçer. Bunalım beraberinde sermayecilerin büyük çapta katlini ve emekçilere karşı yaygın saldırıları getirir. Büyük toplumsal çalkantılara ve geniş çaplı kurumsal değişikliklere yol açar. Sistemin bunalım yönünde sürekli eğilimleri olduğu gibi bunalımdan toparlanma yönünde de mekanizmaları vardır. Bunalımın doğurduğu bütün sefalet, acı, yıkım tamda kapitalist sistemin kendi iç çelişkilerinin ortaya döktüğü sorunları çözüşünün yollarıdır. Bir dahaki sefere kadar… Günümüzde tekelci sermayenin stratejisinin bunalımın yükünü çalışanların sırtına yıkmak ve böylece sistemi, karlılığı büyük ölçüde artırmaya yönelik biçimde yeniden yapılandırmaya çalışmak olduğu açıktır. Bunun için de bizleri sorunun ücretlerin yükselmesinden ya da işçilerin yeterince çalışmayarak üretkenlik artışını yavaşlatmasından ya da sosyal hizmetler için yapılan harcamaların aşırılığından vb. kaynaklandığına inandırmaya çalışacaklardır. Tabii bu arada çalışanların yaşam standartlarına karşı girişilen yoğun saldırılar yükselmeye devam edecektir. Bunalım derinleştikçe işçi sınıfını bölme, işsizleri işi olanlarla karşı karşıya getirme çabaları artacaktır ve geri planda savaş olasılığı her zaman nefesini hissettirecektir. Eğer bu taktiklerin bir bölümü veya tamamı başarıya ulaşırsa ve bunun sonunda ortaya çıkacak olan yıkım ve imha varlığını sürdürebilen kapitalistlerin kârlılığını yeniden yükseltecek kadar büyük olursa, o zaman sermaye bir kez daha dünyayı yağmalamak, emeğin sömürüsünü yeni doruklara çıkarmak ve bütün bir büyüme ve çöküş dinamiğini yeniden başlatmak için ellerini serbest bulacaktır. Ama buna boyun eğmemiz gerekmiyor. Bir kez sorunu kâr güdüsünün doğasından, sermayenin kendisinden kaynaklandığını kavrayabilirsek Keynesçi politika reçetelerinin, bizi bir şekilde bunalımdan koruyacak olan her şeye kadir devlet efsanesine yaslanmanın, bireysel ve yerel olarak verilecek savunmaya yönelik mücadelenin ötesine geçebiliriz. Bu her şeyin ötesinde kârın gereklerine göre değil, insanların gereklerine göre düzenlenmiş bir toplumsal sistemi olanaklı kılmak için çaba göstermek demektir. Ya sosyalizmi olanaklı kılarız, ya da tekelci sermayenin çözümünü kabullenmek zorunda kalırız. Yaşadığımız onların bunalımıdır. Ama çözüm bizim çözümümüz olabilir.
15
Emperyalizme karşı durmanın bir çeşit ‘yurtseverliği’ zorunlu kıldığına inanmam. Ülkemi ve halkımı içtenlikle severim; ama dertlerini dert edinirim; bu yüzden acı çekerim, mutsuz olurum. Bilenler bilir, ‘Kıllanan Adam’ gibiyimdir. Ancak, ‘bizim taraf
ED’in geçen sayısında ‘Komünist Manifesto’nun 160. yılı nedeniyle yazdığım bir yazı yayımlandı. Yazıyı yazmak için yıllar sonra ‘Manifesto’yu tekrardan okuduğumda, gerçek anlamda yol gösteren metinlerin, aradan yaklaşık iki asır da geçse yaşamaya devam ettiklerini bir kere daha anladım; ayrıca öyle ‘Manifesto’ya kuru kuruya övgüler düzerek veya onu ‘kalbimizde yaşatarak’ bu işlerin yürümediğini de! Bu etkileyici metnin, şahsen beni ne şekilde etkilediği üzerine düşünürken kendi kendime, “Hadi, kısa bir manifesto da sen yaz; bakalım okuduklarından bir şeyler anlamış mısın?” dedim. Tabii öyle Marx’ın, Engels’in Manifestosu gibi metinler yazmak ne haddime, benimki daha çok kişisel bir ilan; hani gazetelerdeki o ‘küçük ilanlar’ misali. Olsun idare edin artık! Bakarsınız aziz milletimizin, milliyetçiliğin ‘sek’ veya ‘sosyal’ biçimlerine bu derece sardırdığı, faşizmle ulusalcılığın bazen neredeyse ‘enseye tokat…’ durumları yaşadığı bu kötü devirde bir işe yarayıverir. Malûm, artık cümleten bir krizin içindeyiz!
R
Bir zamanlar Rusya’da…
Şubat 1917’de Çar’ın alaşağı edilmesinden kısa bir süre sonra, Rus burjuvazisi, emperyalist savaşa kaldığı yerden devam etmek ve işleri kontrol altına almak amacıyla, geçici hükümetin Dışişleri Bakanı Milyukov’un ağzından bir açıklama yapar. Bakan, gazetecilerin önünde büyük bir özgüvenle programını, daha doğrusu burjuvazinin savaş programını açıklar: ‘İstanbul’un ilhakı, Ermenistan’ın ilhakı, Avusturya ve Türkiye’nin parçalanması, Kuzey İran’ın ilhakı…’ Bakan’a göre bütün bunlar elbette barışçı amaçlarla ve ‘Rusya’nın ulusal çıkarlarının’ gereği olarak yapılacaktır.
B
MANiFESTO niyetine:
Ortalık birbirine girer. 14 Mart’ta (eski takvim) Sovyet’in tüm dünya halklarına hitaben açıkladığı ‘ilhaksız, tazminatsız barış’ kararının ardından savaşın sona ermesini bekleyen asker ve emekçiler öelenirler. Sovyet yönetimindeki uzlaşmacıların ve hükümetteki sosyalistlerin bütün yatıştırma çabalarına rağmen, mart ayından beri Çanakkale Boğazı’na yeni bir çıkartma tasarısını hortlatmaya çalışan Milyukov’a tepki büyür. 18 Nisan’da Milyukov, -yeni takvime göre tam 1 Mayıs günü!- müttefik hükümetlere ‘Rusya’nın eski şartlarla zafere kadar kendileriyle birlikte savaşacağına’ söz veren bir nota gönderir. Üstelik bir gün önce sargılar içindeki çok sayıda savaş gazisi, savaşın sürdürülmesi için son derece ‘yurtsever’ bir gösteri yapmışlardır. Rus burjuvazisi, Dışişleri Bakanı’nın ağzından emperyalist amaçlarını açıkça ifade etmiştir. Savaşa devam edilecektir. Artık iş askerin ve halkın ‘yurtseverliğine’ kalmıştır. Ancak ‘dava bir hiç yüzünden başarısızlığa uğrar: askerler yola çıkmayı reddederler!’ Ayın 20’sinde ünlü ‘Nisan Günleri’ başlar. Dışişleri Bakanı’nın açıklamasına sinirlenen Linde adlı bağımsız devrimci bir bilim adamı, büyük bir öeyle Finlandiya Alayı’na giderek alay komitesini toplar ve alayın hükümetin toplandığı Mariinskiy Sarayı’na yürümesini önerir. Öneri kabul edilir. Finlandiya Alayı askerleri, süngülerinin ucuna taktıkları hükümet aleyhtarı pankartlarla yürüyüşe geçerler. 180. Yedek Birlik’in, Moskovskiy, Pavlovskiy ve Kegolmskiy alaylarının askerlerinin ve Baltık Donanması 2. Tümeni’ne bağlı denizcilerin de silahlı olarak eyleme katılmasıyla asker sayısı 25-30 bini bulur. Aynı anda işçi mahallelerinde ajitasyon başlar, fabrikalar boşalır ve
u memlekette mesele Kürtler olunca, geri kalan her şey teferruattan ibarettir. Sağcılık, solculuk, laiklik, İslamcılık, liberallik, demokratlık, Atatürkçülük… falan… Yaklaşan yerel seçimlerle ilgili siyasi tutumlardan, esas olarak da ‘Doğu-Güneydoğu’ mevzularından söz ediyorum. Hakkını vermek gerekir, Kürt düşmanı seçim siyasetini, hiç öyle gizlisi saklısı olmadan açıkça ortaya koyma ‘şerefi’ Türk Solu dergisine aittir. Dergi, geçen yerel seçimlerde yayımladığı Yerel Seçimlerde AKP ve DEHAP’a karşı Türk Barikatı başlıklı yazıda, Türk Solu çizgisinde milliyetçi bir aday yoksa, AKP ve DEHAP adayına karşı en güçlü Türk adayın desteklenmesini; öyle etnik kökenli birilerine,
işçiler de askerlere katılır. Üyesi olduğu Kadet partisinin düzenlediği büyük çaplı ‘yurtsever’ gösterilere rağmen işçi ve köylülerin sırtından savaşmaya niyetlenen Dışişleri Bakanı, sonunda istifa etmek zorunda kalır. ‘Rusya’nın çıkarları uğruna’ Boğazları ele geçirmeyi, İstanbul’u, Doğu Anadolu’yu ve Kuzey İran’ı ilhak etmeyi, Avusturya ve Türkiye’yi parçalamayı reddeden Rus askerleri ve emekçileri ‘yurtseverliğin’ yüzüne çarptıkları kapıyı devrim için aralarlar. Zaten 1 Mayıs kutlamalarında Alman ve Avusturyalı (muhtemelen ‘Osmanlı’) savaş esirleriyle birlikte yürümüşler ve bazı marşları ve şarkıları farklı dillerden birlikte söylemişlerdir. ‘Bu ne sevgi ah!’
İnsan evladının, üzerinde maddi ihtiyaçlarını ürettiği, ev kurduğu, çoluk çocuk sahibi olduğu, tarih yaptığı topraklara olan o çok köklü bağlılığından söz etmiyorum, o başka. Sözünü ettiğim, burjuvazinin kendi iktisadi, sosyal ve siyasal ihtiyaçlarının sonucunda yarattığı, modern anlamdaki ‘yurt’un ‘tabii’ bir ürünü olan ‘yurtseverlik’ kavramı. Kendisine yüklenen moral-duygusal anlamların ötesinde modern burjuva ‘yurtseverliği’, son derece sınıfsal ve ideolojik bir kavram olup doğrudan doğruya siyasal bir konumu ifade eder. Aynı Türkiye solunun bir bölümünde olduğu gibi. Bizim memlekette solun bir bölümü, vatanına, doğduğu topraklara olan doğal ve insani sevgi bağının yanı sıra, maddi temelleri burjuvazi tarafından belirlenmiş ‘ideolojik’ bağlarla da bağlıdır. Bakın CHP’ye, ‘sosyal demokrat’ bir parti olarak iyi kötü emek-sermaye, işsizlik, sömürü gibi mevzularla uğraşacağına, ‘vatanmillet’ mevzularına öylesine dalmıştır
yani Laz, Gürcü, Kürt, Çerkez gibi potansiyel bölücülere oy verilmemesini; ve en önemlisi de DEHAP ve AKP’nin çekiştiği yerlerde AKP’ye oy verilmesi gerektiğini savunuyordu. Tabii bu durumun Atatürkçüler için zor olmakla birlikte bölücülüğe karşı çıkmak için bir zaruret olduğunu da belirterek… Aklın yolu!
Bu, elbette Türkiye soluna değil, ama Türk Solu’na yakışan bir tutum. Ancak ‘Aklın yolu birdir!’ diye bir atasözümüz vardır. Bu nedenle Türk Solu’nun geçmişteki bu seçim politikası, şimdilerde vatanını-milletini seven her Türk’ün ortak seçim tavrına dönüştü. Hemen her kanattan
Memlekette acayip kavşak noktaları oluşuyor, acayip buluşmala ki, bu nedenle sadece seçimleri değil kendini bile kaybetmiştir! Yürüttüğü bütün ‘yurtseverce’ faaliyetler, şoven milliyetçilik olarak MHP’nin, hatta siyasi olarak daha ‘halkçı’ ve ‘sosyal demokrat’ görüntüler vermeyi başaran AKP’nin hanesine yazılmaktadır. Önce vatan!
Aynı ‘yurtseverce’ yaklaşım ‘enternasyonalizm’ iddiasındaki sosyalist solda dahi görülür. Ulusal çapta Kemalizmin, uluslararası planda da ‘bürokratik sosyalizmin’ Türkiye solu üzerindeki güçlü etkisinden
sıklıkla söz edilir. An etki, bütün ideolojik ‘maddi koşullarımızı zihniyetimizdeki bir Bu yüzden ‘yurtseve nedenini, çok güçlü etkilerine rağmen, ga ekmeği misali, ‘Kema veya ‘yozlaşmış işçi b fikriyatından evvel, t konumumuzda, o kü dünyamızda ve sınıf içindeki o ‘acayip’ ye gerekir. Dünyaya bak pratiğimizin temeli b
Neşe’nin kep köşe yazarımız ‘Bölge’de başta Diyarbakır olmak üzere, AKP’nin ‘fethetmeye’ çalıştığı her yerde DTP’ye karşı AKP’nin desteklenmesi gerektiğini söylüyor. Hadi, şimdilerde liberal hayal dünyalarına lapa lapa karlar yağdıran AKP’yi yine de diğerlerine tercih edebilenleri anlarız, ama bu partiyi, sabah akşam ‘Atatürk düşmanı, gerici, dinci, şeriatçı, devlet düşmanı, bölücü, Amerikancı, peşkeşçi, emperyalizm uşağı, özelleştirmeci vs.’ olmakla suçlayan çok farklı siyasi eğilimlerdeki şahıslara ne demeli.
Yerel seçimlerde, Fırat’ın d destek. Yani kendimize ya ettiğimiz, iğrendiğimiz ne üzerine… ‘Türk’e layık gö Kürt’ün başına. Ne âlâ me Kürt, bütün belalara, mus bir şeyler talep etme cüret ya mesele Kürt olunca, Tü sayılan her şeyden, kolayc bölge dincilerin, hatta bir Hizbullah’ın kontrolüne d
HAKKI YÜKSELEN -BABA HAKKI-
bu sevgiyi hiçbir zaman bir ideoloji, bir siyasi meslek haline getirmem. Dünyanın, insanlığın ve bu toprakların fa’ intisap ettikten sonraki ilk birkaç yılı saymazsanız hiç ‘yurtsever’ olmadım; şimdi de değilim...
: ilanen duyurulur! bir sakınca kalmaz. Neticede, bütün askeri birliklerde yazılı ‘Önce Vatan’ sloganı, aynı zamanda bir kısım ‘yurdumuz sosyalizminin’ de ana fikri haline gelir. Zaten ‘vatan için iyi olan, işçi sınıfı ve emekçiler için de iyidir!’ Nalıncı keseri!
ar gerçekleşiyor... Yurt sevgisi insana tuhaf şeyler yaptırıyor...
ncak bu ideolojik k etkiler gibi ın’ zihnimizdeki, r yansımasıdır. erliğimizin’ temel fikri ve siyasi az yapan çavdar alizmin’ ve/ bürokrasisinin’ toplumsal üçük burjuva f mücadelesi erimizde aramamız kışımızın ve siyasi budur. Türkiye
solunun, bazı istisnalar dışında, her zaman ‘millici’, ‘yurtsever’ bir damarı olmuştur. ‘Enternasyonalizmi’ bile yurtseverliklerin toplamına, yani sıfıra eşittir. Bizim küçük burjuva dünyamızda, kapitalizm eşitsiz ve birleşik bir dünya ekonomisinden, bir dünya pazarından, sadece eşitsiz ‘milli’ yapıların aritmetik toplamına dönüşürken, emperyalizm de çoğu zaman sınıfsal temeli unutulan dışsal ve şeytani bir kötülük olarak ‘milli bünyemize’ nüfuz eder! Bu durumda sosyalizmin bir çeşit ‘yurtseverlik’ ve ‘milli’ bir mesele olarak ele alınmasında
Solun ‘yurtseverliği’nin en önemli özelliklerinden biri, ‘nalıncı keseri’ gibi hep kendine yontmasıdır. Türkiye solunun birçok kolu, kendi öncelikleri arasında ‘toplumsal kurtuluşu’ değil ‘ulusal kurtuluşu’ sayıp varlığını ‘yurtseverliğe’ adarken, Kürt ulusal hareketine ‘proleter enternasyonalizmini’ şart koşar. Oysa Kürt işçi ve emekçilerini Türkiyeli ve Ortadoğulu diğer kardeşleriyle ‘ortak mücadeleye’ çekecek olan, burjuva milliyetçiliğinin ‘amca çocukları’ ‘yurtseverlik’ ve ‘ulusalcılık’ söylemi değil, eylemle kanıtlanmış toplumsal kurtuluş ve kendi kaderini tayin hakkını da içeren enternasyonalizm fikridir. Bölgenin ‘yumuşak karnını’ emperyalizme karşı korumanın başka bir yolu da yoktur Yurtsever solumuzun bu ‘ulusalcı’ hallerinin yol açtığı önemli sonuçlardan biri de dört yıllık bir işgal döneminin ardından 1920’lerde siyasi bağımsızlığını kazanmış, dünya ekonomisinde şu sıralar 17-20. sıralarda yer aldığı söylenen, G-20 üyesi; azgelişmiş, bağımlı, ancak dallı budaklı kapitalist bir ülkede, ‘emperyalizme bağımlılık’ veya ‘ulusal egemenlik’ vb. gerekçelerle ‘ikinci milli kurtuluş savaşı’ türü fikirlerin ortaya atılmasıdır. Oysa emperyalist zinciri ‘gerçekten’ kırabilmenin tek yolu, ‘ikinci milli kurtuluş savaşı’ falan değil, bir ‘sosyal kurtuluş savaşıdır’. Ancak, Türkiye solunun epeyce bir bölümü, asıl mucidi kapitalistlerin
pek sorunu!..
doğusunda AKP’ye akıştıramadığımız, nefret varsa hepsi Kürtlerin örülmeyen her şey emleket değil mi? Çünkü sibetlere layıktır. Çünkü tini göstermiştir. Dedim ürk için vazgeçilmez ca vazgeçilebilir; zamanlar olduğu gibi dahi devredilebilir. Ve
karşı tarafın laiklik yanlısı ve ilerici olmasının hiçbir kıymeti harbiyesi kalmaz… ‘Ya sev..!’
Seçim hazırlıkları, seçim öncesi kavgalar, çatışmalar bütün hızıyla sürüyor. Devletimizin her türlü uzantısı, dört koldan harekete geçti. Kısa süre öncesine kadar liberallerin gözbebeği olan Başbakan, bazen MHP’ye bile ‘Çüş artık!’ dedirten bir söylem tutturup devletiyle bütünleşiyor. Amaç, Kürt meselesini, hata ve
sevaplarıyla, gerçek bir mesele olarak tarihin ve toplumun gündemine taşıyan güçleri devre dışı bırakmak ve tasfiye etmek… Yani, DTP’siz, PKK’siz bir Kürt sorunu. Dikensiz bir gül bahçesi veya en fazla ‘Neşe’nin’ veya mesela ‘Rojin’in kepek sorunu’ kıvamında bir dert. Hadi bakalım, hayırlı başarılar!
gerektiğinde dert etmediği ‘vatanmillet’, ‘ulusal egemenlik’ mevzuunun derdine düşmüştür. Tabii kimi hiç greve gitmeyen, kimi en zor grevlerin ortasında bile ‘kendi derdini’ unutup ‘vatanını, milletini, devletini düşünen’ sendikacılarla ve maliyetleri düşürmek amacıyla olsa gerek, kendileri için epeydir ‘zincir’ masrafı bile yapılmayan, bu nedenle ‘donundan başka kaybedecek bir şeyi kalmamış’ işçilerle birlikte… Çalış senin de olur!
Oysa insanın bu kadar ‘vatan-millet’ derdine düşebilmesi için önce bir ‘vatan’ sahibi olması gerekir. ‘Manifesto’nun yazarları, ‘İşçilerin vatanı yoktur’ derken, sadece kapitalizmin işçi sınıfında ‘ulusal karakterin bütün izlerini silmesinden’ bahsetmezler. Aynı zamanda onların ‘mülksüzlüğünden’ de söz ederler. Malum, ‘mülk’ün bir diğer anlamı da ‘bir devletin yönetimindeki ülke’dir. ‘Mülk’ kimdeyse devlet de, millet de, vatan da onundur. Yani her şeyden önce bir ‘mülk’ sahibi olmak gerekir; yani ‘Manifesto’ yazarlarının, ‘kendisini ulusun yönetici sınıfı durumuna yükseltmek, bizzat ulus olmak’ dediği şeyi başarmak… Kuşkusuz, ‘ulus’ adlı ‘deli gömleğine’ bir düğüm daha atmak için değil, önce ulus devleti ve ulusu, sonra da her türlü devleti aşıp insanlığın önünü açmak için. Kardeşini boğazlamak
Sözünü ettiğimiz ‘ideolojik yurtseverlik’, insanı önce içine kapar, sonra da kendisine en fazla benzeyene, yani sınıf kardeşine düşman eder. Sosyalizmin tarihi bunun örnekleriyle doludur. 1. Dünya Savaşı’nda, emperyalist ülkelerin sosyal demokratları, hükümetlerin
istediği savaş kredilerine ‘yurtseverce’ duygularla oy verirken, aynı zamanda ‘düşman’ ülkelerin emekçilerinin birbirlerini ‘yurtseverce’ duygularla boğazlamasına da onay veriyorlardı. Sosyal demokratların ‘yurtseverliği’ savaştan sonra da sürmüştür. Mesela 1918-19’da Alman sosyal demokrasisi o çok sevdiği ‘yurduna’ kıyamadığı için olsa gerek burjuva güçleriyle birlikte bir işçi devrimini boğazlamıştır. Sonraki İspanya, İtalya, Fransa ve Yunanistan örneklerini veya kimi ‘sosyalist’ devletlerin arasındaki savaşları saymıyorum bile! Onun için çok dikkat etmeli; insan, ‘vatanı’ savunurken kendini bir anda farklı milliyetlerden sınıf kardeşlerini boğazlarken bulabilir. O nedenle, kapitalizmden başka bir şey olmayan emperyalizme karşı savaşta, gerçek solculara, sosyalistlere ve yaşadığı toprakları ‘kan dökerek’ değil, ‘ter dökerek’ hak eden emekçilere yakışan bir tutum almak zorundayız. Aynı 1917’nin üniformalı ve üniformasız Rus emekçileri gibi… İlan!
Birçok insan ‘yurtseverliği’ kimselere kaptırmak istemez. Ben de tam tersi, ‘yurtseverlikten’ uzak dururum. ‘Yurtseverliğin’, şovenizmin sola düşmüş gölgesi ve ‘sosyal’ hali olduğunu bilirim. Emperyalizme karşı durmanın bir çeşit ‘yurtseverliği’ zorunlu kıldığına inanmam. Ülkemi ve halkımı içtenlikle severim; ama bu sevgiyi hiçbir zaman bir ideoloji, bir siyasi meslek haline getirmem. Dünyanın, insanlığın ve bu toprakların dertlerini dert edinirim; bu yüzden acı çekerim, mutsuz olurum. Bilenler bilir, ‘Kıllanan Adam’ gibiyimdir. Ancak, ‘bizim tarafa’ intisap ettikten sonraki ilk birkaç yılı saymazsanız hiç ‘yurtsever’ olmadım; şimdi de değilim. İlanen duyurulur!
Çocuk olmak...
‘Yerde yatan kadının kafasına tekme atan polis’in, ‘kendine kimlik soran avukatın burnunu kıran polis’in hesabı soruldu mu ki, ‘Hakkari’de yakaladığı çocuğun kolunu kıran polis’ten sorulsun?! Ekranlardan resmi, soysuz bir kelime uğuldadı sadece, “Münferittir…”
B
alkon askısında elbiselerin, sokakta su birikintilerinin donduğu bir akşamı hatırlıyorum. Dışarıdaydım. Şapkamı başıma geçirmiş, ellerimi cebimden bile çıkartamadan eve doğru hızlı hızlı ilerlerken üç çocuk çarpmıştı gözüme. Üzerlerinde penye ya da ona benzer bir kumaştan uzun kollu giysiler, yine altlarında kot pantolonlar, ayaklarında bir iki numara büyük olduğu her halinden belli yırtık ayakkabılar, paytak paytak, ‘Daltanlor’ gibi yürüyorlardı. En büyüğü dokuz yaşında var-yok. Kısa olanı, elindeki sigarayı art arda çekiyor, soğuk havayla beraber kocaman beyaz bir bulut bırakıyordu geriye. Kafasında upuzun siyah bir bereyle grubun en şanslısıydı. En kabadayısı olduğu da belliydi. Derken çocuğun gözü,- ardında bıraktığı kocaman beyaz dumanla paytak paytak ilerlerken-, yanından geçtiği son derece lüks, ışıl ışıl bir lokantaya takıldı. Saniyeler içinde tüm insanları incelediğini, makyajlı yüzlerine ve kravatları kahkahalarına baktığını gördüm; bir ağzından çıkan buğuya, bir sıcak çorbaların dumanına… Sonra birden sigarasından birkaç dolu duman daha alelacele çekip, lokantanın camına öyle bir nefret, öyle bir güçle fırlattı ki izmaritini, sanırsınız bütün camlar patlayacak. Tüm lokanta ateşle kavrulacak. O anı, o isyankar bakışı, o nefreti hiçbir şair anlatamaz eminim… Camın öte yanında bastı çığlığı bir kadın. İçeridekiler korktular. Ve onlara dünyanın en aşağılık, en iğrenç mahluklarıymış gibi, yüzlerini buruşturarak, mideleri bulanarak, korkarak, iğrenerek baktılar… Ortanca olanı ‘kaç yetimin hakkı var’ diye koştu hemen ardından.İzmariti alıp içmeye devam etti… İşte o çocuğu gözündeki o kin, tüm aklını alıp götüren o isyan duygusu, o sünger parçasını sigaranın bitmesini bile bekleyemeden cama, -hiçbir fizik kuralıyla ölçemeyeceğiniz- adlandıramayacağınızkuvvetle çarpışı, isyanın simgesidir. Romanlar gezer buralarda genelde. Bir Roman çocuğuydu o da. Hiçbir ağabeyinin, hiçbir örgütün, hiçbir ideolojinin kulağına fısıldadığı değildi yaptığı. Derler ya hani… Hiçbir şey de değildi o, çocuk olmaktan
18
başka. Soğuğu, açlığı, adaletsizliği gören gözlerdi onunkiler. Çocuklar kurnazdır. Her şeyi görür.
Soysuzluk
Memleketi, sözleri, ve yüzleri yalan insanlar, ikiyüzlülüklerle dolu maskeli bir baloya çevirmiştir; her 23 Nisan’da bir çocuk Başbakan’ın koltuğuna oturur, şiir okur. Ardından çocuk korosu çıkar sahneye falan. En az üç tane yapılmasının ‘sevap’ olduğu açıklaması yapılır en resmi ağızlardan… Bir baktık ki polis, çocuklara muz-çikolata dağıtıyor, sonra ekim ayında ‘örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek’, ‘terör örgütü propagandası’, ‘toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefet’ suçlamalarıyla Diyarbakır Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’nde 1314 yaşlarında 6 çocuğun 1 ay 15 gün cezaevinde kaldığına şahit olduk. O çocuklardan biri sara hastasıymış. Ve Adli Tıp, ilaçlarını kullandığı takdirde gözaltında kalmasında sakınca olmadığı raporunu verebilmiş, utanmadan!.. Ama 12 yaşındaki çocuğun canına 13 kurşunla kastedenlerin beraat ettiğini de gördük, öyle ya. Önlüğü kısa gelmeye başladığından beri, babasının muavinliğini
yapıyordu Uğur. Babasını yolcu edeceği sıra, sokakta tarandılar baba-oğul Kaymaz ailesi. Gazeteler iki teröristin ölü ele geçtiğini yazıyordu… Sonra, Hakkari’de yakaladığı bir çocuğun, üstelik çocuk öylece dururken, birden kolunu çevirip kırdığını, bunu ekran karşısında böbürlene böbürlene, çekinmeden yaptığını, alemi cihanmış gibi kasılışını izledik. Sonra ‘kırma falan değil bükmüş sadece’, ‘kırılsa acıdan yerinde duramazmış’ gibi en pervasız, en aşağılık savunmaları okuduk. Ama öyle ya, ‘Yerde yatan kadının kafasına tekme atan polis’, ‘1 Mayıs’da kafede oturan adamı tokatlayan polis’, ‘kendine kimlik soran avukatın burnunu kıran polis’in hesabı soruldu mu ki, ‘Hakkari’de yakaladığı çocuğun kolunu kıran polis’ten sorulsun?! Ekranlardan resmi, soysuz bir kelime uğuldadı sadece, “Münferittir…” Kolu polis tarafından bükülen; cezaevlerinde küfürlerle, işkencelerle karşılaşan çocuğun nasıl bir travma geçirebileceğini kimse aklına bile getirmedi.
Adımı yazmayın. Yoksa...
M.D. (14): Ağabeyim geldiği için ben de geldim. Ağabeyim liseyi bitirdi, şimdi
oto tamircisinin yanında çalışıyor.” Ben okudum da ne oldum?” diyor. Herkes taş attığı için ben de atıyorum. A.Ç. (15): Ablam şimdi hapiste. Onun kötü biri olduğunu düşünmüyorum. Neden hapiste olduğunu da anlamıyorum. Daha önce de taş attım. Bir defasında beni yakaladılar, çok dövdüler. Anama, bacıma küfrettiler. Ben onlara niye acıyayım. M.(13): Ağabeyim İstanbul’da üniversitede okuyordu. Dağa gitti. TC öldürdü onu. Şimdi ben bir tamircinin yanında çalışıyorum ama az para veriyorlar ve sürekli bağırıyorlar. Orada çalışmak istemiyorum ama babam işsiz. Adımı yazmayın. Yoksa beni de abim gibi öldürürler... Bunlar Van’da polise taş atan çocukların düşünceleri. Hani propaganda geyiği dönmesin diye belirtmeden geçmeyelim, Radikal Gazetesi’nden alındı bu satırlar. Aydın Doğan’ın gazetesi yani. Yoksa oraya da mı sızmış ‘dış mihraklar’? Daha çok çocuk lüks lokantaların yanlarından geçerken gözlerini kırpıştırıp, esrarla kendinden geçerken, bir tur dikenli tel daha eklenir bir evin bahçesine. Her gün daha gelişmiş bir alarm sistemi keşfedilir, daha çok tel, daha çok kamera. Sokakla giderek bağlantınız kesilecek. Giderek daha fazla gömüleceksiniz evlerinize. İnternetten yapacaksınız alışverişlerinizi, sohbetlerinizi. Siz, çocukları erken büyütenler, onları birer yetişkin sistem artığı ilan edip, ıslah etmeye çabalayanlar gidin kendinizi ıslah edin! Asma kilitlerle tıkanacak boğazlarınız! Hiçbir çocuğun dünyası bir yetişkininki kadar zengin değildir. Kanalizasyon borularında kendi ‘Aquapark’larını inşa ederler söz gelimi. Darağaçlarına salıncaklar kurarlar! Doya doya gülmesini de bilirler her şeye rağmen. Diğer yanda yetişkinler, yasalarını çocuklara göre düzenleyemeyecek kadar aciz, gömülmüşlerdir koltuklarına. Dolsun ıslahevleri, giderek daha çok çocuk düşsün bakalım sokağa. Gün gelecek perdeyi açmaya bile korkacaklar o yetişkinler. Ve merak edecekler, “Acaba dışarı da hava nasıl?..”
ONUR GÖKTEPE
Katillerin hükümetini devirmek için,
işgal, genel direniş, politik grev! i syan dalgası 16 yaşındaki bir gencin vahşice öldürülmesiyle şiddetlendi. Binlerce genç hayatlarını karartan rejime karşı, “Alex içimizden biriydi!” diyerek ayağa kalktı. Hükümetlerin süregelen politikalarının ölümcül sonuçları işçilerin gözleri önüne serildi. Krizden çıkış yolu bulamama endişesi arttı. Gelişmelere kitlesel ve militan bir biçimde müdahale etme yolu için arayışlar başladı. Baskıcı devlet aygıtlarının holiganlıklarına son! 16 yaşındaki Alex’in öldürülmesi, ‘cinnet geçirme’, ‘eğitim eksikliği’ veya ‘orantısız güç kullanımı’ gibi bahanelerle gizlenecek ‘istisnai bir vaka’ değil. Özel kuvvetler polisinin ve onu koruyanların tahrik edici savunmaları tetiği polisin ve baskıcı devlet aygıtının çektiğini açıkça gösteriyor. Kaldırım taşları göstericilerin kafasını kırıyor ve suçlular hâlâ cezalandırılmıyor. Polis memurları, silah, uyuşturucu, insan kaçakçılığının içinde. Ayrıca, göçmenleri aşağılıyor, işkence ediyor ve alçakça öldürüyorlar. Bağnaz polis mangaları göz yaşartıcı gazlarla ‘terörist’ öğrencileri dağıtıyor, tekmeliyor ve ayrım gözetmeksizin önüne geleni tutukluyor. Motosikletli özel kuvvetler ve polis memurları silahları ile caka yapıp ateş ediyor. Çocuk yaştaki kızlar ve erkekler yasadışı çete kurma suçlamasıyla nezarethanelere atılıyor. İçişleri Bakanı MAT güçlerini preator-muhafız* ilan etti ve, “Siz devletsiniz,” dedi. Yüzlerce militanı mahkemeye çıkaran, grevleri yasadışı ve kanunsuz ilan ederek yasaklayan bunlardır. Pakistanlıların kaçırılmasının ve yasadışı dinleme skandalının sorumlusu bunlardır. Özel polis kuvvetleri tepeden tırnağa silahlı. Bu yetmezmiş gibi hükümet, özel güvenliklerin de silah taşımasına izin veriyor. Bankalara para, işçilere ve gençliğe yoksulluk ve kurşun! Karamanlis, ne ölen genç için, ne de hükümetinin ölümcül sonuçlar doğuran politikaları için bir özür diledi. Bunun yerine, kendisini dev aynasında gören bir tutumla, işçilere ve gençliğe korkudan titremeleri ve kendilerini eve kilitlemeleri için uyarı yaptı. Hükümetin, 10 Aralık’ta mitingleri ve gösterileri iptal etme çabası, demokratik özgürlüklerin askıya alınması ve baskının artırılması yönünde çok tehlikeli politik bir tutum aldığını gösteriyor. Bu tutumu alanlar boğazlarına kadar yolsuzluğa batmışlardır. Siemens ve Vatopedi yolsuzluklarının sorumluları aynı kişilerdir. Sözde iş gezilerinde hükümet şürekası har vurup harman savurmaktadır. Ücretler ve kamu harcamaları için para bulamayan hükümet, milyarlarca avroyu bankacılara aktarmaktadır. Hükümet
elinde kalan herşeyi satıyor (Olimpic Havayolları, limanlar, trenler vs.) Sosyal güvenlik fonları iflasa sürükleniyor. Sağlık ve eğitim sistemi çökme noktasına geldi. Çalışma koşullarını daha esnek hale getiriyorlar. İkiyüzlü medya tarafından ancak son dönemde farkına varılan ‘700 Avro’ nesli bunlarla büyüdü. Şimdi herkes işsizliği, güvensizliği, umutsuzluğu alevlendiren mevcut durumun arka planındaki bu olguları itiraf ediyor. Hareketin çatışmalar ve tahribat karşısındaki tutumu Şimdikine benzer her sosyal krizde, Paris’in banliyölerinde gördüğümüz gibi kontrol edilemeyen olaylar olur. Hükümet, bütün düzen partileri ve medya olayların gerçek amacını örtbas etmek, en gerici refleksleri seferber etmek ve baskıyı artırmaya yönelik adımlar atmak için ‘çatışmalar’a özel bir vurgu yapar. İşçi ve gençlik hareketi burjuva meşruiyetinin çığırtkanlığı karşısından boyun eğmemelidir. İşçileri ve gençliği yıkıma sürükleyenlerin ‘tahribat’tan söz etmeye hakkı yoktur. Bankalara 28 milyar avro verenlerin, çalışma şartlarını, kamu sağlığını tahrip edenlerin, ücretleri ve kamu kaynaklarını yağmalayanların tahribat ve yağma üzerine konuşma hakkı yoktur. Bu kadar ikiyüzlük yeter. Yoksul göçmenler, sokakta yaşayan genç insanlar, yoksul işçiler ve emekliler ‘serbest pazar’ın kendilerini yoksulluğa sürüklemesine, sefalete ve umutsuzluğa karşı zor kullandıkları için suçlanamaz. Medyanın provakasyon söylentilerine, “anarşistler bir yerden başka bir yere gidiyor”, “dış mihraklar” gibi yalanlarına karşın çatışmaların yaygınlaşması sosyal krizin derinleştiğini doğruluyor. Polise karşı haklı öfke, kör dövüşünden başka bir yol bırakmıyor. İşçiler ve gençlik hareketi kendi yanıtlarını yükseltmelidir. Düzen ve
güvenliğin sağlanmasını, çatışmaların mahkum edilmesini isteyenlerin safında değiliz. Yolu kitle hareketinin kendi talepleriyle, kendi mücadele yöntemleriyle döşemeliyiz. Kör bir öfkeden ibaret olmayan kitle seferberliklerinin kendi karakterini korumak için polis şiddetine ve baskısına karşı kitlesel öz savunmayı inşa etmeliyiz. Düzen partilerine ve hükümet yardakçılarına artık yeter! Resmi politikanın ne kadar çürümüş olduğu açığa çıktı. PASOK (Sosyal Demokrat Parti) seçim çağrısı yapmaktan ve iktidarı talep etmekten başka birşey yapmıyor. LAOS (Ortodoks Halk Birliği Partisi) sağ çetelerin ve Chrysi Avyi’nin** sözcülüğünü yapıyor. KKE (Yunanistan Komünist Partisi) krizin nedenlerini göstermek ve hükümetin karşısına dikilmek yerine hükümetin yanında saf tutuyor. ‘Provakatörler’den söz edip ölçüsüz biçimde anti-kapitalist sola vuruyor. Aynen SYN/SYRIZA (Radikal Sol İttifak Partisi- Sol Liberaller) gibi bel altına çalışıyor. En gerici argümanları kullanarak isçilerin ve gençliğin cephesini hükümet karşısında zayıflatıyor. Sendika bürokrasisi, işçilerin yanıtını örgütlemek için hiçbir şey yapmadığı gibi 10-12 Aralık grev ve gösterilerini iptal ederek hükümetin ve parlementonun oyunlarına boyun eğiyor. Bu karar SYRIZA tarafından verilmiştir ve politikalarının sınırını göstermektedir. Tek yol, kitle mücadelesi İle hükümeti devrimek! Önemli bir kavşaktayız. Mevcut krizi biraz olsun rahatlatacak tek çözüm, hükümetin devrilmesidir. Hareket, bu çok önemli anda kendi yanıtını vermelidir ve hükümetin kendini yeniden inşa etmesi için gerekli zamanı bulmasına kesinlikle olanak vermemelidir. Hükümetin (şimdiki hükümet ya da devamı) mevcut duruma düşmemize neden olan politikalarına
devam etmesini engellemelidir. Bunları yaparsak hükümet baskıyı artırma girişiminde bulunacak. Bahaneler üreterek bizi gangsterler gibi göstermeye çabalayacak ve demokratik özgürlüklere, kitle hareketinin mücadelesine ve örgütlerine saldıracak. İşçiler hükümetin karşı saldırısına izin vermemelidir. Bu saldırıları püskürtmek için tek yol, kitle hareketinin bunlara karşı mücadele etmesidir. Üniversitelerde ve okullarda işgalleri örgütlemek için mücadele etmeliyiz ve buraları mücadelenin örgütsel merkezleri olarak kullanarak, mücadelenin her yere sıçramasını sağlamalıyız. İşçilerin, üniversitelerin ve liselerin birleşik eylem komitelerini inşa etmeliyiz. İşyerlerinde canlı konuşmalar yapmalıyız. Bu konuşmalarda sadece krizin nedenlerinden değil aynı zamanda işçi mücadelesine olan ihtiyaçtan, işçi ve halk düşmanı politikaları ve katil Karamanlis hükümetini devirmek için harekete geçmekten söz etmeliyiz. Genel meclis çağrıları yaparak ve grev kararları alarak sendika bürokrasisine dünyayı dar etmeliyiz. “GENEL GREV! İŞSİZLİĞİN VE YOKSULLUĞUN SORUMLUSU KATİL HÜKÜMET İSTİFA!” taleplerini yükseltmeliyiz. İşçilerin ve gençliğin taleplerinin yerine getirilmesi için yürümemiz gereken yol budur. Krizin faturasını bize kesmeye çalışan burjuvazi ve hükümete karşı bizim çözümümüz ve kurtuluş yolumuz budur. KATİL HÜKÜMET VE POLİTİKALARI ÇÖPE! -Pavlopoulos ve Chinofotis istifa! Suçlular hemen cezalandırılsın! -Polis hemen silahsızlandırılsın! Gösterilerde Baskıcı Güçler Bulunmasın! MAT ve Özel Kuvvetler Dağıtılsın! -Tutuklananlar Serbest Bırakılsın! -Krizin Bedelini Sermaye Ödesin! İşçilerin ve Gençliğin Politik Ve Sosyal Hakları İçin Mücadelesinin Önündeki Engeller Kaldırılsın! OKDE (Yunanistan Enternasyonalist Komünist Örgütü), 12.12.2008 *Preator: Eski Roma’da Sezar’ın muhafizlarina verilen isim. Sözcük olarak “ülkeyi yöneten” anlamına gelmesi muhtemel sıfat. Birden fazla ülkeyi yöneten modeli için Eski Roma’da vatandaşlar arasındaki uyuşmazlıkları çözen yargıç ve yönetici konumunda olan şahsiyetlere verilen isim. Bunlar kuralları yargılamalarla belirleyip genel geçer hale getirme yetkisine de sahiptiler. ** Chrysi Avyi: Yunanistan’da faaliyet gösteren milliyetçi politik bir örgüttür. 1980 yılında Chrysi Avyi adlı dergi, eski bir komando ve matematikçi olan Nikolaos Michaloliakos tarafından kuruldu. Daha sonra gazete yayın hayatına başladı. Aşırı ırkçı ve şiddet yanlısı protestoları Kıbrıs Rum Kesimi, KKTC ve Yunanistan’da olaylara neden oldu. Gazete ve dergi politik organizasyonlarının ideolojisini genele yaymayı amaçlamaktadır. Parti, ulusal seçimlerde yalnızca yüzde 0.5 oy oranına ulaşabilmesine rağmen, gerilimlere ve şiddet dolu protestolarına her fırsatta devam etmektedir. Nasyonel Sosyalizm yanlısı parti sempatizanları Antisemitist, Nazi veya Neo-Naziler olarak adlandırılmaktan rahatsız değillerdir.
19
Dizi: Bizim toprağın isyancıları CENGiZ YOLCU
BALKANLARIN YİĞİT KOMUTANI: ARİS
İkinci Dünya Savaşı’nda, Yunanistan’da, faşist işgalcilere karşı akıl almaz bir kahramanlıkla savaş verildi...
“6
Aralık 2008 tarihinde Atina’nın Eksarhia semtinde 15 yaşındaki bir anarşist genç polisin ateş etmesi sonucu hayatını kaybetti.” Bu veya buna benzer birçok cümle olayın meydana geldiği günden itibaren haber ajanslarınca dünyaya duyuruluyordu. Atina’da yakılan ateş çok geçmeden tüm Yunanistan’ı, adalar da dâhil olmakla üzere, yangın yerine çevirdi. Şimdi yaşananların arka planında daha farklı etkenler ve şartlar varsa da ‘suyun öbür tarafı’ndaki isyanlar yeni değil. Lafı binlerce sene öncesine uzatıp Antik Yunan’a dair bir güzelleme yapmak niyetinde değilim. Çünkü hemen yanı başımızdaki topraklarda tanıkları halen hayatta olan ve bizim kıskançlıkla takip edip takdir ettiğimiz direnişler ve mücadeleler yaşandı. İkinci Dünya Savaşı’nda İtalyan ve Nazi işgaline karşı başlayan direnişte, sonrasında ise İngilizlerin el altından destekledikleri kral taraarlarına karşı mücadelede binlerce komünist militan bilfiil cephelerde savaştı. 1973’teki Politeknik işgali ve sonrasındaki ayaklanmalar ise tam manasıyla ‘ibret-i alem’ olması lazım gelen olaylardır. Yunan halkı, “Örgütlü güç nelere kadirdir, cuntalar nasıl devrilir?” sorularının cevabını tüm dünyaya ilan etmiştir. Bugün ise kimilerinin ‘bir grup kendini bilmez anarşist’ diye tanımladığı öğrenciler, gayet bilinçli bir tavırla kapitalizmin sembollerini hedef alıyor. Hem öğretmenlerinin, hem de işçilerin omuz vermesiyle gerçekleştirilen boykotlar ve grevler ‘ultra liberal’ Karamanlis hükümetini sarsıyor; sözde sosyal demokrat muhalefet partisi PASOK’un ise hakiki yüzünü meydana çıkarıyor. Atina’da başlayan yangın tüm dünyayı ateşe verir mi, bunu zaman gösterecek. Geleceğe biraz olsun umutla bakabilmemiz için ise bu ateşin sönmemesi gerekiyor. Yarım asırdan biraz fazla bir zaman önce, İtalyan ve Alman işgalcilerin Yunanistan’ı teslim almaları aynı zamanda bambaşka bir ateşin ilk kıvılcımlarını yakıyordu. İsyanın eski bir gelenek adeta bir alışkanlık olduğu Yunanistan’ın çıplak ve sarp dağlarında, eski bir geleneğin simgesi ‘kapetanios’ların bir mensubu olan Kapetan Aris’in 1942 Temmuz’unda yaptığı şu konuşma hem ELAS’ın (Yunanistan Ulusal Kurtuluş Ordusu) kuruluşunu ilan ederken hem de Kapetan Aris’i direnişin ve isyanın önderlerinden biri yapıyordu: “Yurtseverler! Ben, Topçu Albayı Aris Velouchiotis. Bugünden itibaren
20
aziz ülkemizi işgal eden güçlere karşı isyan bayrağını yükseltiyorum. Burada bulunan bir avuç adamın binlerce kişilik bir ordu olduğunu göreceğiniz yakındır. Biz şimdilik sadece bir çekirdeğiz...” Peki, kimdir bu Kapetan Aris? “Afişte polisin aradığı kişinin üç ayrı fotoğrafı görülüyordu: biri tam cepheden, geniş ve sert, diğer ikisi zayıf ve kartalsı görünümleriyle profilden. Kalın bir sakalla karartılmış, bir avcının keskin bakışlı ifadesine sahip güçlü bir yüz. Resmin altında Yunanistan’da demokratlara karşı 1936’dan beri sürdürülen sürek avı sırasında polisçe verilmiş ve kalın harflerle yazılmış bir seri numarası. ARANIYOR anasis Klaras
Namıdiğer Miserias Namıdiğer ARIS VELOUCHIOTIS Başına yüz binlerce drahmi ödül veriliyordu…” Kapetanios’ların efsanevi lideri, ELAS’ın yaratıcısı Aris’n gerçek adı anasis (Athanasios) Klaras’tır. Takma adını ise, doğduğu yer olan Veluçi dağlarından ve Yunan savaş tanrısı Aris’ten almıştır. 1905 senesinde orta Yunanistan’daki Lamia’da doğan Kapetan Aris’in ailesi Cumhuriyetçi muhalefette yer alan liberal burjuvaziye mensuptu. Aris, Rumeli’nin vahşi topraklarında yetişir, köylü hayatını yaşar ve tarım öğrenimi görür. Okuldayken, yeni kurulan ve henüz olgunlaşmamış KKE (Yunanistan Komünist Partisi) çevresinde gruplaşan devrimci unsurlarla
ilişkiye geçer. 1925’te, General Pangalos’un askerî diktatörlüğü dönemindeki askerlik hizmeti sırasında ilk defa resmî baskıyla karşılaşır; ancak Kalpaki’deki askerî hapishanede kendisini inatçı ve baş eğmez bir isyancı olarak yetiştirir. 1929’da Genç Komünistler’in lideri olduğu sıralar birkaç kez tutuklanır. Polisle çıkan bir çatışmada yaralandıktan sonra ise, Girit’in güneyindeki ıssız ve bataklık Gavdos adasına sürülür. Gavdos’ta tutuklu bulunduğu dönemde Andrea Cimas ile tanışır ve aralarındaki dostluk, daha sonra, KKE içinde bir ‘Dağ Klanı’nın oluşmasında ve ELAS’ın yaratılışında önemli bir rol oynar. Aris 1932’de döndüğü Atina’da çok az kalır, gelecek dört yılın çoğunu çeşitli hapishane ve sürgün adalarında geçirir. 1936 sonunda yeniden tutuklanır. Atina’ya nakledilirken yolda kaçar; yakalanır ve dört yıl daha ceza alarak Aegina hapishanesine geri gönderilir. O sıralar Metaksas diktatörlüğünün Güvenlik Bakanı Manyadakis’in yürürlüğe koyduğu ‘Pişmanlık Belgesi’ uygulaması KKE içinde büyük karışıklıklara neden olurken, Aris de 1939 Temmuz’unda bu belgeyi imzalayarak bir ‘dilosias’ (dönek) olur. Onu, belgeyi imzalamaya zorlayan nedenler, hiçbir zaman öğrenilemese de, belgeyi imzalayarak dışarı çıkmanın bir ‘formalite’ olduğu ve pek çok komünistin bu belgeyi bizzat partini talebiyle imzalayıp dışarı çıkarak mücadeleye katıldığı bilinmektedir. Ancak Aris’in KKE lideri Zaharyadis’in emriyle böyle bir iş yapıp yapmadığı meçhuldür. Ancak şu bir gerçektir ki, Aris serbest kalır kalmaz yeniden mücadeleye atılmıştır. anasis Klaras, Aris adını almadan önce ise kendisini bir süre Miserias (sefil) olarak tanıtır. Tekrar mücadeleye atılan Aris, Ekim 1941’de İtalyan-Alman işgali sırasında, parti gazetesi Rizospastis’i Atina yakınlarında gizli bir matbaada, kendi çaldığı baskı makinesi ve daktilo ile basıyor, diğer yandan da Politbüro üyesi Cimas’ı, kendisini dağlara göndermesi için zorluyordu: “Neden beni Atina’da tutuyorsunuz? Buradaki işin bana göre olduğuna inanmıyorum. Beni dağlara gönderin.” Rumeli köyleri çevresinde bağımsız hareket eden birçok çete, işgalcilere karşı verilecek savaş için iyi bir potansiyeldir, fakat bunları yönetecek bir lidere gereksinme vardı. Sonunda Cimas Parti liderliğini ikna etmeyi başarır ve Aris’i dağlara gönderir. Aris, Kapetan Perikles ile birlikte 1941-
Ermeni sorunu ve özür i
1942 kışının başında, surlarla çevrili ve Termofil geçidinden itibaren Rumeli’ye hâkim konumdaki Lamia kentine, oradan da silahlarını temin edecekleri Goulina dağına giderler. ELAS çekirdeği yavaş yavaş oluşuyor ve Aris’in ‘dehşet verici’ görünüşü, kendilerini ‘dağların kralları’ olarak ilan eden başıbozuk çeteleri, Halk Mahkemesi’nin reisi unvanıyla yola getirmeye başlıyordu. Aris’in silahlı mücadeleyi örgütlerken kullanmak zorunda kaldığı şiddet, liberal burjuvaziyi korkutmak isteyen KKE Merkez Komite’sini bile ürkütmeye başlamıştı. Dağa inanmayan ‘ortodoks’ parti liderliği, kapetanios’ların yarattığı direnişin başarısına inanmıyordu. Ayrıca İngilizlerin KKE’yi Aris aleyhinde sürekli kışkırtması, Cimas’ın da dağlara çıkmasını gerektirdi. Sarafis’in de kendilerine katılmasıyla oluşan üçlü, ELAS’ı yönetir ama kurtuluşa doğru parti liderliğiyle aralarında çıkan anlaşmazlıklar sonucu önce Cimas, sonraları diğer ikisi etkisizleştirilir.
‘Komünist’ Parti’nin ihaneti
Bu arada, Varkiza Anlaşması gündeme gelir. Yalta ve Potsdam görüşmelerinin neticesinde Stalin, Churchill ve Roosevelt arasında anlaşma sağlanmış, hakimiyet alanları belirlenmiş, Yunanistan ‘Batı’ dünyasına terk edilmişti; bu sebeple, komünistlerin silah bırakması ve oluşacak burjuva hükümete katılması gerekiyordu. Yunan direnişinin teslimiyeti anlamına gelen Şubat 1945 tarihli Varkiza Anlaşması’nı tanımayan Aris, kendisine bağlı az sayıda andarte’yle (savaşçı) birkaç ay dağlarda dolaşır. Aris bir süre önce kapetanios’larla yaptığı toplantıda yalnız kalmıştır, ama haklı olduğu Ocak ayındaki ateşkesle birlikte ortaya çıkmıştır. Geleceğe yönelik görüşlerini içeren birer mühürlü mektubu önde gelen kapetanios’lara yollayıp, kendisinden haber gelmedikçe bunların açılmamasını emretmesine rağmen, KKE liderliği, Varkiza görüşmeleri sürerken, bunların imha edilmesini ister. Böylece Aris ile kapetanios’ların arasındaki bağ koparılmış olur. Aris, Merkez Komite’nin zorlamasıyla ELAS’ın dağıtılması emrini imzalamakla beraber silahlarını bırakmayı reddedip yüz kadar savaşçıyla birlikte Lamia yakınlarında bir köye çekilir. Merkez Komite, eğer Atina’ya dönmek istemiyorsa, yurtdışına çıkmasını istediklerini resmen bildirince, Aris adamlarıyla birlikte İngilizlerle dövüşerek
Arnavutluk sınırını geçer. Silahlı olarak oraya kabul edilmeyince yaralıları bırakıp geri dönerler. Zaharyadis’in sağ olduğunu öğrenince, bir ay boyunca dövüşerek Mayıs’ta Trikala’ya gelirler. Aris Merkez Komitesi’ne haber gönderip Atina’ya dönmek istediğini bildirir ve cevabı beklemek için dağlık bölgeye çekilir. Fakat Aris’in yeri fark edilince, Haziran başından itibaren sürek avı başlar ve ayın ortasında Aris ve yardımcısı Cavelas, Açelyos ırmağı yakınında Mesunda köyünün dışında bugün bile tam olarak aydınlatılmış olmayan bir biçimde öldürülürler. Kimileri ise düşman takibinden kurtulma imkanları kalmadığına inandıklarından dolayı kendilerini öldürdüklerini söylemektedirler. Kapetan Aris’ten bahsetmişken ELAS’ın ve EAM’ın tüm direnişçileri bir araya getiren programlarını da belirtmeden geçmeyelim: 27 Eylül 1941’de kurulan Kurtuluş Cephesi (EAM) ve Kurtuluş Ordusu (ELAS), Yunan halkının yalnızca Nazi zulmüne karşı direnişini değil, bu cephede birleşen bütün siyasal parti ve inisiyatiflerin temsil ettiği Yunan halkının özgür bir toplum umudunu ifade ediyordu. 28 Eylül 1941’de yayınlanan EAM Kuruluş Bildirgesinde kurtuluş programı şöyle ifade edilmişti:
1) Yunanistan faşist işgalcilerden temizlenecek ve tam bağımsızlık ve egemenlik sağlanacaktır; 2)Kurtuluştan sonra gerçek antifaşistlerden oluşan bir geçici hükümet kurulacaktır; bu hükümetin görevi, halkın demokratik haklarına kavuşturulması, herkese ekmek ve iş sağlanması, siyasal hükümlülere af çıkarılması ve serbest seçimlerini düzenlenmesi olacaktır; 3) Vatan hainleri ve savaş suçluları cezalandırılacaktır; 4) Serbestçe düzenlenecek bir plebisit yoluyla halkın vereceği karara kadar Kral’ın Yunanistan’a dönüşü engellenecektir; 5) Halkın dilediği rejimi seçmesini engelleyecek gerici davranışlara karşı etkin tavır takınılacaktır. Bundan yaklaşık altmış sene önce ülkelerini istila eden işgalcilere karşı, gözlerini kırpmaksızın silahlarını kuşanıp dağa çıkan Yunan devrimcileri Kapetan Aris’in komutasında ve önderliğinde çok önemli başarılar elde ederler. Fakat İngilizlerle işbirliği yapılması, sarf edilen tüm çabaları neredeyse bir ‘hiç’ seviyesine indirmiştir. Belki de o günlerden bugüne kaybedilmeyen tek bir tavır vardır ki, bilmem söylemeye gerek var mı? Yunan direniş ruhu, önce 1973’te Cunta devrilirken ve de 2008 Aralık’ında bu sorunun cevabını bizlere en açık haliyle veriyor...
Kapetanios Yunan İç Savaşı 1943-1949 Dominique Eudes
Belge Yayınları / Tarih Dizisi, Çeviren: Yavuz Alogan - 427 sayfa Yunanistan’da İtalyan ve Alman işgaline karşı başlayan direniş daha sonra içsavaşa dönüştü. Bu dönemde ülkenin nüfusu 7 milyondu ve çağımızın en kanlı çatışmalarından biri olan bu savaşta 600 binden fazla insan öldü. II. Dünya Savaşı sonrası dönemde büyük devletler arası denge yeniden oluşurken ödenen hayli yüksek bir faturaydı bu. “Yunan direnişinin bütün gerçeklerini çok iyi sergileyen, son derece değerli bir çalışma...” New Statesman “Yunanistan’ı denetimi altına almak için İngiliz erkinin giriştiği sinsi ve acımasız deneyimin çarpıcı anlatımı...” Observer “Son derece iyi yazılmış, capcanlı bir döküm... Yunanistan üzerine ciddi bir çalışma yapmak isteyenler bu kitabı elinden bırakamaz.”Books and Bookmen “Trajik ve unutulmaz.” Times Lit. Supplement
ktisadi krizin emekçileri ve yoksulları sefalete sürüklediği, büyük emek mücadelelerinin verildiği şu günlerde, ‘aydınlar’ olarak anılan kesim içinden bir ‘Ermenilerden özür dileme kampanyası’ yükseliverdi. 1300 işçinin BriSa’yı işgalini haber olarak görmeyen medyada, her gün özür dileme, dilememe ekseninde tartışmalar yapılıyor. İki taraftan da bize dayatılan aydın isimlerini ve onların görüşlerini tartışmak zorunda olmadığımız için kendilerinden özür dileriz. Ermeni meselesine ilişkin görüşlerimiz şöyledir: Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideolojisi ve resmi tarih anlayışı, Ermeni halkının Anadolu toprakları üzerindeki varlığının silindiği gerçeğini yok sayarken, emperyalist ülkeler ardı ardına ‘Ermeni soykırımı’ kararlarını neredeyse 100 yıl gecikmeli olarak kendi yasama organlarından geçiriyor. Her iki kutbun da karşısında net bir devrimci tutum belirlemek gerekiyor: Birincisi, tarihsel olarak Anadolu topraklarında yaşanan en büyük trajedilerden biri, hiç kuşkusuz büyük Ermeni katliamı ve tehciridir. Birinci emperyalist paylaşım savaşı sırasında milyonlarca Ermeni yurdundan edilmiş, yüz binlercesi katledilmiş veya asimilasyonla ‘Türk’ ya da ‘Kürt’ haline getirilmiştir. Nihayetinde, Anadolu topraklarında bir ulusal varlık, Ermeni varlığı, kazınarak yok edilmiştir. Bu gerçekliğin kabulü ve bugün Ermeni halkıyla barış şarttır. İkincisi, Ermenilerin katledilmesi, sürgün edilmesi ve asimilasyonu, Osmanlı/Türk egemenlerin iradesi ve Kürtlerin taşeron olarak kullanılması sonucunda gerçekleşmiş bir toplu kıyıma indirgenemez. Bu, gerçekliğin sadece bir parçasıdır; gerçekliğin diğer parçası ise, emperyalistlerin halkları birbirine kırdırdığı bir savaşın varlığıdır. Yaşanan trajedide, Alman, Fransız, İngiliz ve Rus emperyalistlerinin payı unutulmamalıdır. İşin bir diğer tarafı ise, ‘soykırım’ kararlarının esas olarak emperyalist Birleşmiş Milletler hukuku çerçevesinde alındığıdır. Birleşmiş Milletler hukuku ikiyüzlü bir hukuktur. Filistin ya da Irak’taki büyük katliamları ‘soykırım’ olarak değil, ‘özgürleştirme’ olarak tanımlamayanların, ‘soykırım’ tanısı koyma hakkı olamaz. Bugün asıl olan, yaşananları inkar etmek değildir; Ermeni halkıyla Türk ve Kürt halklarının barışması ve her milliyetten Anadolu halklarının geçmişte yaşanan trajedileri lanetleyerek bir bilinç sıçraması gerçekleştirmesidir.
RED
ALPER ERDiK Yüzlerce farklı etnik grubun, dilin varlığını dinen açıklamak için uydurulan efsanenin benzeri, bin yıllar sonra tekrar yaşanıyor...
K
Yeni Babil Kulesi
utsal kitaplarda anlatıldığına göre, bir zamanlar oradan oraya göçen âdemoğulları, kendilerine bir kent, etrafında yaşayacakları bir kule inşa etmek istediler. Bu ‘kutsal’ amaç uğruna birlik oldular, bir oldular, el ele verip yedi katlı bir kule yaptılar: Babil Kulesi. Kulenin ilk katı taşı, ikinci katı ateşi, üçüncü katı bitkiyi, dördüncü katı hayvanı, beşinci katı insanı, altıncı katı gökyüzünü, yedinci katı da melekleri temsil ediyordu. Böylece insanlar bir sonraki aşamada Tanrı’ya ulaşacaklardı. Fakat bu iş Tanrı’nın hiç de hoşuna gitmedi, ceza olarak o güne dek aynı dili konuşan insanların dillerini farklılaştırdı. İnsanlar artık birbirlerini anlamaz, birbirleriyle iletişemez oldu. Bu yüzden kentin yapımı durdu. İnsanlar dünyanın başka yerlerine dağıldı. 2 bin 500 metrelik Babil Kulesi, Tanrı’nın estirdiği kuvvetli rüzgârlarla yerle bir oldu. Yeryüzündeki yüzlerce farklı etnik grubun, dilin varlığını dinen açıklamak için uydurulan bu efsanenin, öykünün benzeri, bin yıllar sonra tekrar yaşanıyor. Evet, Babil gerçek oldu! Fakat şimdiki Babil’de roller, amaçlar ve olaylar biraz daha farklı. Tanrı, insanlar ve kule arasındaki ilişki biraz daha değişik. Yeni Tanrı ile Nietzsche’nin öldüğünü söylediği eski Tanrı’nın ortak noktaları da yok değil tabii ki. Örneğin ikisi de bu dünyada kimini vezir, kimini rezil ediyor. İkisi de yüzünü bazılarına gösteriyor, bazılarına göstermiyor. İkisinin de bir sürü elçisi var.. İkisinin de sağı solu belli değil. İkisi de acımasız… Eski Tanrı’nın elçileri vardı dünyada, şimdikinin de var; hem de çok. Bu elçiler, kendilerini yaratan, esirgeyen ve sakınan bu yeni Tanrı’yı çok seviyorlar. Öyle çok ki, tıpkı eski Tanrı’nın elçilerinin dinlerini yayarken yaptıkları gibi, masum insanların ölmesine göz yumacak, hatta buna sebep olacak kadar!.. İnsanlar… Her devirde sıradan önadıyla nitelenen, bugün de ‘sokaktaki vatandaş’ diye çağrılan insanlar… Onlar hep aynı. Yeni Tanrı ile ilişkileri de aynı. Tanrılar onları hiç görmüyor. Ve kule… Kulede epeyce değişiklik var. Eskisine kıyasla yeni kule çok ‘modern’, çok ‘çağdaş’. Kaç katlı bilmiyorum, sürekli yükseliyor. Kırk-elli yılda bir, yaşanan ‘doğal afetler’ kuleye zarar veriyor; ancak kulenin sahipleri bir şekilde bunu telafi etmeyi becerip yollarına devam ediyor. Kulenin ilk katında fabrikalar var. Ondan sonraki katta bankalar. Sonrakinde holdingler. Sigorta şirketleri, medya merkezleri, borsa… Yukarı doğru yükselip giden kulenin katlarını oluşturuyorlar. Kule dedim başta ama aslında doğrusu kuleler olacaktı. Çünkü artık dünyanın
22
farklı yerlerinde çok sayıda kule var. Tabii kapısı, camı, penceresi dışında pek de farkları yok bu kulelerin. ‘Öz’ünde hepsi aynı… Bu kulelerin hepsini insanlar inşa etti. Ama bu kez eskiden olduğu gibi Tanrı’ya ulaşmak için yapmadılar bunu. Belki de vardı öyle bir istekleri, ulaşmak istiyorlardı onlar da yeni Tanrı’ya; fakat bunun olamayacağını bildiklerinden, kendilerini için değil, elçiler adına yaptılar bu kuleleri. Karşılığında da yeni Tanrı’nın, kendisiyle vahdet-i vücut halindeki elçilerine sunduğu lütfun binde, on binde birini aldılar. Bu durum kafalarını biraz karıştırdı ama bunun haksızlık olduğunu bilseler de bir şey yapamadılar, haklarını arayamadılar. Arayanlar oldu zaman zaman, fakat başlarına kötü şeyler geldi. Bu da onları önce düşündüğünü söylemekten, sonra da topyekûn düşünmekten uzaklaştırdı. Bilahare, dünyanın bir yerlerinde, bu kulelerden birini ayağa kaldıran insanların, kuleyi kuşatıp elçileri kovdukları haberleri geldi. Oralardaki insanlar, kocaman kulelerle Tanrı’ya ulaşmaya çalışmanın anlamsız olduğunu, kulelerin ilk katını oluşturan fabrikalar dışında tüm katları yıkarak ve böylece daha az çalışarak, fakat buna rağmen daha tok, onurlu, kavgasız, savaşsız; barış içinde mutlulukla yaşamanın mümkün kılınabileceğini söylediler.
Bunlarla yeniden umutlanan başka yerlerdeki insanlar; tekrar düşünmeye, düşündüklerini söylemeye, söylediklerini yapmaya başladılar. Fakat bu durum elçileri çok kızdırdı. Tanrılarından aldıkları güçle çok acı çektirdiler insanlara. Bazılarını öldürdüler, bazılarını sürgüne gönderdiler. Bir daha da bunlar yaşanmasın, yani insanlar bu tip şeyler yapmaya kalkışmasınlar diye, eski Tanrı’nın verdiği cezayı onlara hatırlattılar. İnsanlara, farklı diller konuştuklarını, farklı renklere ve farklı kültürlere sahip olduklarını söyleyip, asıl çelişkiyi bunun yarattığını, onların aslında bu yüzden mutsuz olduklarını anlattılar. Kendileriyle uğraşmamalarını, sonra elçileriyle uğraşıldığını gören yeni Tanrı’nın buna çok kızacağını söylediler. İnsanların çoğu korktu ve buna inandı. Elçilerden değil, kendisiyle aynı dili konuşmayanlardan rahatsızlık duymaya başladı. Oysa ki, bu bir cezaydı ve bu ceza birlik oldukları için eski Tanrı tarafından verilmişti. Ama insanların hafızası zayıı. Ve gözleri bürüyen kin, insan kardeşlerin birbirlerine duydukları düşmanlığın, elçilerin işine yaradığını görmelerine engel oluyordu. Kulelerin olduğu her yerde, bu olaylar durmaksızın yaşandı. Savaşlar çıktı, çok insan öldü. Bunlar olurken, elçiler keyiflerine baktılar. Kulelerin en üst katında yediler, içtiler, eğlendiler. Aşağıdaki
kavgayı gördükçe zevke geldiler, daha çok eğlendiler. Başka elçilerle dost oldular, birlikte başka yerlere yeni kuleler diktiler. Daha doğrusu diktirdiler. Bazen çıkarları çatıştı, yaka paça birbirlerine girdiler. Fakat çok uzun sürmedi bu. Ne de olsa, aynı barınağın kayıkçılarıydı onlar. Bu kavgaları esnasında kulelerinde meydana gelen hasarları da insanlara ödettiler. Baktılar gördüler ki bu iş epeyce kârlı; arada bir dalaşırmış gibi yaptılar, insanlara da, “Bu kule hepimizin, bakın onu yıkmaya çalışıyor başka elçiler, gelin kuleyi birlikte savunalım,” dediler. Başka çaresi olmayan zavallı insanlar, en azından yabancı elçilerin gazabından korunmak için kendi elçilerine sarıldılar. Elçileri de onlara sarıldı, hem de öyle sıkı sarıldı ki; insanların kemiklerinden ses geldi… *** Burada anlatılan yeni Tanrı PARAdır! Çok katlı ‘modern’ Babil Kulesi, tüm ekonomik ve politik kurumlarıyla KAPİTALİZMdir! Elçiler, kapital sahibi PATRONlardır! Ve insanlar, onlar eken, biçen, üreten, çalışan; yani alnının teriyle yaşayan İŞÇİLER, KÖYLÜLER ve MEMURLARDIR! Bu öykü ise burada bitmemektedir. Dahası bu sadece girizgâhtır. En son tahlilde yeni Tanrı’nın kaypaklığı ve dengesizliği ve kafaları çok da çalışmayan elçilerin yaptırırken malzemesinden çalmaları ve planını yanlış çizdirmeleri nedeniyle Babil Kulesi’nin ilk katı haricindeki tüm katları çatırdıyordu. Tam da bu esnada, yeni Tanrı’nın ve elçilerinin hiç sevmedikleri, çok korktukları şeytanlar geldi. (Aslında onlar öykünün her yerinde vardı!) Hani kuleleri yıkmak istedikleri için öldürttükleri insan görünümlü şeytanlar! Elçiler, sayıları az olmasına rağmen şeytanlardan içten içe çok korktular, kulelerinin ‘güvenli’ katlarına kaçışıp, perdelerin arkasından gizlice bakmaya başladılar. Gerginleşti elçiler, öyle ki aralarında, “Şeytan görsün yüzünü!” deyimini bile kullanamaz oldular. Bunlar yaşanırken, eskiden aşağıda şimdi ise yukarıda olan bazı eski şeytanlar, yüzleri dahi kızarmadan, pencerelerden kafalarını çıkartıp; şeytanlara kulenin çok rahat olduğunu, artık şeytanlıktan vazgeçmelerini, elçilerden özür dilerlerse kulenin en üst katlarından birine yerleştirileceklerini söylediler. Şeytanlar, eski şeytanlara s.ktir çektiler. *** Bu öykünün sonunu, yani yeni Babil Kulesi’nin akıbetini merakla bekleyenler… Final henüz yaşanmadı… Her şey, insanların şeytanların aklına uyup uymamasına bağlı; sabırla bekliyoruz. O ana dek, hepiniz şeytana emanet olun!..
ALi OSMAN COŞKUN
Ofsayt kokan yazı...
Neyse; (Orhan) Pamukist, (Ali) Akayist, (Çağan) Irmakist kadrolarla “kara kamu” arasındaki ıssızlıkta boşa konuşuyoruz zaten!
“S
on zamanlarda” diyor, Fatih Özgüven, “sosyal konulara eğilen bazı filmlerle ilgili şöyle bir sorun var; sadece eğiliyorlar. ‘Sosyal’ kelimesi ‘izm’ ekinden ayrıldıktan beri de (ve ikisini birleştirmenin yeni bir yolu bulunana kadar) sosyal konulara daha çok laboratuar deneyi muamelesi yapılıyor”… ‘Çark’ın içinde ve illâ görünür yerinde, muhtelif meselelere sanatlarıyla ‘eğilip’ duranlar: “Mutlu”… “Günümüzde birkaç metre kırmızı halının ve medya şamatasının dindiremeyeceği ne sorun var ki?” Özgüven, ‘damardan’ teşhisi koyuyor: “ ‘Sosyal’in arkasına ‘ist’ ya da ‘izm’ koymak ve bunu günümüz için anlamlı olacak biçimde yapmak (…) önemli görünüyor. Yoksa sosyal konulara eğile eğile bir hal olacağız”… * Bir zamanlar; yani, dinozorların ortalıkta dolaştığı zamanlar kadar eski olmayan, hattâ tüfeklerin ağızdan doldurulduğu zamanlar kadar bile eski olmayan eski zamanlarda; sosyalist parti’ler, hareket’ler, siyaset’ler tıklım tıklım sanatçı doluydu… Gerçi o zamanlarda da, o sanatçı kalabalığının, o kalabalıkta ‘sosyal’i alıp alıp arkasına türlü şekillerde ‘ist’ler ‘izm’ler eklemesinden o zamanın biz çoluk çocuk tayfası serseme dönerdik! Şiir, şairin ‘siyaset’ini okumak/bulmak üzere okunurdu yahut ‘siyaset’inden şiirine gidilir/girilirdi (gidilemezdi/ girilemezdi!) şairin. Bazen, ‘ifrat’ ve ‘tefrit’ten müebbete mahkûmmuşuz gibi geliyor bana… * Günümüz ise, ‘birey’ partisi/hareketi/ siyaset’ini kurmuş-oturtmuş-çalışır kılmış ‘kara delik’lerin ‘kara delik’ olarak vaziyet etme günüdür… Herkes, köşeciğinde sosyal meselelere eğilip eğilip kalkmakta, önde giden batılı kaynaklardan (ruhunu ferahlatmak için de doğulu olanlarından) feyz alarak deliğini derinleştirmektedir. Bu topraklarda deliğin derinleşmesinin de bir haddi var tabiî… O zaman, adliye kapısındaki arzuhalciler türünden bir ‘bilen’e, bir ‘yazan’a başvuruluyor ve hakikaten ‘besleyici’ olanlarından kat be kat kalabalık geveze bir ‘metin’ denizinde, “çimiliyor”…’Solcu’ ruh, çöle benzeyen bir ‘text’ denizinde boğuluyor… Şimdi, tartışmalı bir pozisyon yaratacağız, ofsayt kokan bir gol denemesi yapacağız.Yazarının meramını meşrebe göre ‘çoğul’ okutan, niyete göre ‘açılımı’ mümkün bir alıntıyla ‘ortamızı yapıyoruz’… Nihat Behram: “Evet, ne çok kabuk var. Örgüt kabuğu söz gelimi.
Örgütü ki, insanın çoğalıp çelikleştiği en yüce kalkanı değil midir? Okyanusta her damlanın okyanus gücü taşıması gibi. Öyle olması gerekir yani. Eğer, kalkansa tabi. İnsandan damlalarına, zindan olmamışsa. Hayata kapalı her şey gibi, kabuğuna gömülen, yaşamdan kopan örgüt de can taşımaz! Ya kabuğuna gömülmüş şiir; kabuğundan çıkamayan öfkeler, acılar, özlemler? Hayat taşımayan bir şarkı neye yarar?”.. Ben, sadece şunu söyleyeceğim: Şair ‘ince sancı’yı görür… Neyse; (Orhan) Pamukist, (Ali) Akayist, (Çağan) Irmakist kadrolarla “kara kamu” arasındaki ıssızlıkta boşa konuşuyoruz zaten! * Yalçın Küçük, bir zamanlar, Kemal Tahir’i ‘verip’ Peyami Safa’yı ‘almak’tan bahsetmişti. Ben bu alıp verme oyununa böyle katılmayacağım; ama, ‘ist’i ‘sosyal’den zinhar ayırmayan bizim cenaha, bu ‘birleştirme’ işlerinden epey uzak görünen iki isim fısıldayacağım. Bir: Beckett’ı ‘alıp’ ruhumuza saralım derim. Bir portresini edinelim sanat çevrelerinden başlayarak ve o portrenin önünde istihare’ye yatılmasını önerelim, insanlara… Merak buyuran, Beckett’ın hayatına ve sanatına da göz atar. Ve herhalde ‘bir şeyler’, bulur… İki: Rothko’yu da ‘alalım’. Rothko ressamdır ve resimlerinden başlanacaktır Rothko’ya elbette… Hayatına yürününce de şununla karşılaşılır: New York şehrindeki Seagram binasında bulunan Four Seasons restoranı Rothko’ya resimler sipariş eder. Sanatçının eşi (1959 yılında) bu restoranda bir yemek yer ve mekânın şatafatı karşısında dehşete düşer. Restoranın elitlere hizmet veren bir yer olmasından rahatsız olan Rothko, kendisine ödenen parayı iade eder ve resimlerini geri alır… İki isim işte… Hatırlamakta zorlandığımız şeyleri hatırlatmak gibi pratik faydaları dışında, her türlü birleştirme/ekleme/toplama/çıkarma/ çarpma/bölme girişiminde, hayatın ‘kenar’ından ortasına doğru bir görüş açıklığı edinmede ‘işe’ yarayabilecek iki isim… (Doz aşımı konusunda dikkatli olmakta fayda var!) * “Psikolojizm”den uzak durayım, uzak duralım diyorum; bir ruhsal (evet, ruhsal!) ketlenme görüp, kalakalıyorum… ‘Sol’un hangi kanadına baksam; o kelimelerin, ‘teori’nin arkasındaki nabzı, tansiyonu, siniri, sindirimi, solunumu, ruhu, kabuller silsilesini vs görüp, oradan ‘okuyorum’, çaresiz!..
‘İyi Fenerbahçeli’yi de göreyim, hakkını vereyim istiyorum… ‘Liberal solcu’ olmayı, böyle adlandırılmayı çok da ‘takmadan’ işimize bakalım diyen; ‘liberal solcu’ olmayan, ‘ulusal solcu’ da olmayan tarafa (ki, bizim taraf oluyor), aynı dergiyi paylaştıkları başkaları türünden öfkeyle, nefretle, en azından sevgisizlikle bakmayan (ki, öfkelilerin kapitalizm içindeki bariz ofsayt hallerinden bu yüzden uzak duran) ve belki tam da bu yüzden gerçekten ‘tartışan’ları gözden kaçırmayayım istiyorum. İsim seçiyorum… Niye seçiyorum, niye çabalıyorum? Önce eşeğimi sağlam kazığa bağlayayım; Marx’ı konuşturayım: “Bugüne kadar filozoflar bütün bilmecelerin anahtarını yazı masalarında buldular; salak dış dünyanın yapması gereken tek şey, mutlak bilginin pişmiş armutları içine düşsünler diye ağzını açmaktı. Bugünse felsefe dünyevileşti/sıradanlaştı, bunun en çarpıcı kanıtı da felsefi bilincin kendisinin yalnızca dışsal olarak değil, içsel olarak da mücadelenin girdabına çekilmiş olmasıdır. Ama eğer geleceği inşa etmek ve gelecek tüm zamanlar için tüm sorunları çözmek bizim işimiz değilse, şu anda yapmamız gereken şey iyice açıklık kazanır: Kastettiğim, var olan her şeyin acımasız eleştirisi; hem kendi sonuçlarından hem de egemen güçlerle çelişkiye düşmekten korkmaması anlamında acımasız.” Bakın, bu alıntıda da ‘pusu’ var: “ Geleceği inşa etmek ve gelecek tüm zamanlar için tüm sorunları çözmek bizim işimiz değilse” ifadesini ilelebet tatile çıkma fırsatı sayacak olanlar hemen bavul hazırlamaya koyulmasın… Burada, en fazla, “mühendislik”i fazla abartacak olanlara bir uyarı görüyoruz. Geleceği inşa etmeyi “işi” sayanların, ‘tatilci’ olmayacakların imtina etmemeleri gereken de şu: “Var olan her şeyin acımasız eleştirisi; hem kendi sonuçlarından hem de egemen güçlerle çelişkiye düşmekten korkmaması anlamında acımasız.” * İmdi, buradan; ‘sol-liberal’ ve ‘liberalsol’ ayrımından başlayarak, kendilerini(n) dışında saydıkları ‘sol’a yönelik hassasiyetleriyle/nezaketleriyle temeyyüz eden ve sosyalizmle ‘meselelerindeki’ samimiyetleriyle dikkati çeken Şükrü Argın ve Tanıl Bora’dan alıntılara geçeceğim. Şunun için çabalıyorum: “Sosyalistler, yanı başındakilere ‘kelle koltukta gezen fedailer’ gibi görünmekten vazgeçip, ‘bakın bizde başka ve daha iyi bir yaşantı var’ kapsayıcılığıyla yaklaşabilmelidir.”
Zira; “solun, yol, çeşme, okul, köprü vb. yaparak değil, ama ‘yeni bir toplumsallık’ yaratarak ve buraya insanlar çekerek çıkış yapması mümkündür.” Papağan türü için hemen söyleyeyim; bu son alıntı, Argın ve Bora’ya nazaran öbür ‘uç’ta sayılan Metin Çulhaoğlu’ndan! Tabii, Çulhaoğlu’nun kayıtları var ve bunları isteyen “Sol Haber Portalı”nın 16.8.2008 tarihli sayfasından okuyabilir. * Argın bir “fark” tanımlıyor: “Kendi ‘dil alemi’ne kapanmış, dünyayı o alemin havz-ı hayâlinden seyreden ve orada gördüğü ‘temsiller’ ile ‘gerçeklik’ arasında -şu ya da bu biçimde ve ölçüde- bir örtüşme olduğuna inanan romantik ile kendi ‘dil alemi’yle ‘gerçek dünya’ arasındaki -hiçbir surette kat edilemez- mesafenin farkında olan ve tam da bu farkında olma hali sayesinde o alem ile kendisi arasına -elbette ancak dil içinde kat edilebilen- bir mesafe koyabilen; dolayısıyla, kendisi aracılığıyla dünyayı seyretmek zorunda olduğu dil aleminin kendisini de seyredebilen ironist arasındaki fark…” Meraklısı yazının bütününe bakar (Birikim-234, Ekim 2008), fazla uzatmayacağım. O uzun yazının uzun ve karmaşık meselesine, Argın’ın da tümüyle yabana atamadığı noktadan kısa ve kestirme bir not yazacağım sadece: Argın “imkânsız gibi” görse de, ‘romantik-ironist’ ya da ‘ironist-romantik’ pozisyonlara ‘yazılmalıyız’ derim!.. “İmkânsız gibi” ile “imkânsız” arasındaki fark adına; buradan türeyecek “fark” adına… Evet; “hiçbir surette kat edilemez” mesafeleri, “ancak dil içinde kat edilebilen” mesafeleri ‘yabana atan’ ve bu durumda haliyle romantik olan bir öneri!.. Malûm; teorik sorunun teorik çözümü yok… * ‘Provokatif’ bir alıntıyla bitiriyorum; alıntı Tanıl Bora’dan: “Evet, teorik-politik berraklaşmaya ihtiyaç var; lâkin bu, geniş mezhepli bir sol tanımının lüzumunu ve hayatiyetini ortadan kaldırmıyor, ‘en geniş kitle içinde en dar kadro çalışması’ düsturunu akıl-fikir düzlemine uyarlayarak düşünün!”
23
MEHMET GÜRSAN ŞENALP - ATILIM ÜNİVERSİTESİ Gerici-liberaller, solun her kesiminden yükselen ağır eleştirilere cevaben tam bir ahlaksızlık örneği sergileyerek Türkiye solunun köklerine, 68’e, Deniz’lere, Mahir’lere küfür ediyor. Bu türden bir mahalle çirkefliği ise 15 yıldır halvet oldukları Amerikancı-İslamcılardan bulaşmış olsa gerek.
Liberal ‘sol’ Ergenekon’dan çıkabilir mi?
B
eş, altı ay kadar önceydi. ‘Ergenekon’ daha henüz doğmamıştı; yani Türkiye’de Ergenekon dendiğinde akla ilk gelen isim hâlâ DYP’li eski devlet bakanı Gökberk Ergenekon’du. O zamanlar hayatımızda Taraf diye bir istihbarat bülteni de yoktu. Ankara’da Tunalı Hilmi caddesindeki çok katlı şık D&R mağazasını geziyordum. Gidenler bilir, orada büyükçe bir ‘en çok okunanlar’ tezgahı vardır, girişte hemen solda... Büyük kitapçılar en çok satan kitapları kolay ulaşılabilecek yerlere koyuyorlar, kapının hemen girişine örneğin. Müşteri okumak istediği kitabı aramasın, kolayca bulabilsin diye. Popüler eserlerin okuyucusu pek öyle raf karıştırmayı sevmez. O nedenle bu tip okura kolaylık sağlamak gerekir. Ne yazık ki, kişisel gelişim, psikoloji, limit-sizsiniz, düşünce gücü, krizlerden yükselerek çıkın, liderlik, para-psikoloji türünden tuhaf kitaplarla dolup taşar en çok okunanlar rafları. Yani insanımız kitap okusa bir dert okumasa başka bir dert. Neyse, bu kitaplar içinde onlara benzemeyen bir tane görmüştüm. Adını şimdi hatırlamadığım bu kitabın kapağında Deniz’lerin resmi vardı!..
Tatlı sulardan...
O güne değin atv’de yayınlanan Hatırla Sevgili’nin tek bir bölümünü bile izlememiş ama etrafında kopan tartışmaları bildiğimden Deniz Gezmiş ve arkadaşları ile ilgili bu kitabın çok satanlar arasında olmasını dizinin etkisine bağlamış ve bunun hayırlı bir şey olduğunu düşünmüştüm. Diziyi izleyen arkadaşlarım da kurguyu samimi bulduklarını, herhangi bir saptırmanın olmadığını söylemişlerdi. Sonuçta halkımız kendi yakın veya uzak tarihine dair pek çok şeyi ya hiç bilmiyor ya da yarım yamalak biliyordu. En azından bu dizi vesilesiyle artacak bir ilginin zararı olmaz diye düşünmüş, fazla üzerinde durmamıştım. Ancak, aradan geçen süre zarfında ortaya çıktı ki, herkes benim gibi düşünmemiş ve düşünmüyor. 68’e yönelen bu ilgi, halkın bu gecikmiş sevgi gösterisi bazılarını ciddi anlamda ürkütmüş olmalı ki, iktidar tetikçisi istihbarat bülteni, entel-liboşların ve CIA ajanlarının ‘aşk gemisi’ Taraf, bir defa daha katletmeye kalkıştı Türkiye devrimci hareketinin güzelim fidanlarını. Taraf gazetesi Deniz Gezmişlerin aziz hatıralarına saldırıyor, yağlı urganın yapamadığını yapmaya uğraşıyor. Onları kolektif hafızalarımızdan, bilincimizin derinliklerinden sökmeye çalışıyor. İlginç olan bu Taraf’ı bazı solcuların da okuyor oluşu. Ömründe 1 Mayıs eylemi görmemiş tatlı su solcuları. Solda olmayı sadece entelektüel/
24
Ahmet İnsel
“Ben Soros’un parasıyla özgür bir sol muhalefet yaparım, bildiğimi okurum. Soros’un parasını da bir güzel yerim, bu beni bozmaz!” mı diyorsunuz? Öyle ise ortada, en azından öğrencilerinize açıklamakta zorlanacağınız türden, son derece ciddi ahlaki bir durum var demektir. Eğer öyle değilse de yaptığınız şeyin ne tür bir solculuk olduğunu ya da solculukla bir ilgisi olup olmadığını sormak gerekmektedir... akademik bir egzersiz zanneden bir kafa, bir zevat oturmuş solculara, “Bağnaz olmayın”, “Özeleştiri yapın”, “Tarihinizle yüzleşin” buyuruyor; “Deniz’lerin yolu Ergenekonculuk’tur uyanın!” diyor. Türkiye’deki sol hareketin entelektüel birikimini ve mücadele geleneğini hiç beğenmeyen bu çevre, bugünlerde her ne hikmetse ‘Türkiye sollarının’ (Ahmet İnsel böyle diyor) ulusalcı, milliyetçi, yabancı düşmanı, içe kapanmacı hatta ‘Ergenekoncu köklerini’ keşfetmiş bulunuyor. Önceleri kendileri gibi yazmayı reddeden yazarların okurla buluşma imkanlarını ellerinden almayı siyasal liberalizmle ve sol/sosyalist düşünceyle ne ölçüde bağdaştığını umursamadan kendilerine hak olarak görenler, şimdilerde kendilerini eleştiren sol yazarları, politik grupları ve partileri ya da ‘Türkiye sollarını’ Ergenekoncu ilan ediyor. Hemen söyleyelim; burada gerçekleşen sola karşı entelektüel bir terör eylemidir. Darbe ‘sivil’ olunca, ortalığa çeki düzen verme işi, burjuvazinin askerine ya da polisine değil organik aydınlarına düşmüştür. Radikal İki ve Taraf’ta başlayan ve bir takım düşünce kuruluşları tarafından sürdürülen sola saldırı kampanyası nedensiz değil tabii. Ancak belirtmek
gerekir ki bu saldırı solun tamamına yönelmiyor. 90’lardan bu yana özellikle bazı belli başlı Birikim dergisi yazarlarının başını çektiği, çok-kültürlülük, milliyetçilik, bir arada yaşamacılık vs. türlü eğilimlerle bezeli, kendine has bir jargon da yaratabilmiş (bu anlamda başarılı olduğu söylenebilecek) ve siyasal liberalizme yedeklenen akademik bir sözüm ona ‘sol’ anlayış bütün bu saldırı ve iira kampanyasından muaf tutuluyor. 1990’ların başlarından bu yana önce siyasal İslam’la flört eden, bunu hoşgörü ve çoğulculuk adına yapan, entelektüel konumunu doğrudan doğruya ceberrut devlet-sivil toplum çelişkisi düzleminde belirleyip, liberal sağla aynılaşan ‘Açık Toplum’cu bu zihniyet ve bunun taşıyıcısı olan yazarlar güruhu, belki de Türkiye’de farklılıklara ve kendisi gibi düşünmeyenlere karşı en tahammülsüz odağı oluşturuyor. Bu bağlamda, kanımca ‘Türkiye solları’ dedikleri toplama saldırılarının ardında birincisi ‘kişisel’ diğeri ‘konjonktürel’ olmak üzere iki temel neden bulunuyor. İlkin, son birkaç yıldır solun önemli bir kesimi bu liberal yazarların alışılmış ‘dokunulmazlıklarını’ sorgulamaya başladı. Solda her geçen gün artan alternatif yayınların ve yayınevlerinin sağladığı
zemin, on küsur yıldır siyasal İslam’dan başka hiçbir düşünsel formasyona hoşgörüyle yaklaşmayan bu kaprisli güruhu bir hayli ürkütmüşe benziyor. Bu liberal anlayışın akademik çevrelerdeki cazibesi de giderek zayıflamaktadır. Yabancı dil becerileri giderek yükselen, dünyada ne olup bittiğini, nelerin tartışıldığını günü gününe takip edebilen, dünya ve Türkiye algısı sadece ‘içeriden-dışarıya’ bir yerelcilik veya ‘dışarıdan-içeriye’ bir kozmopolitizm tarafından belirlenmemiş, ‘evrensel’i içselleştirmiş, akademik yayın, puantaj veya kariyer telaşında olmayan, ezilen halk sınıflarıyla ve onların gündelik mücadeleleriyle bağlarını kopartmayan ve sol görüşünü liberalizmle sulandırmayan sağlam bir akademik-politik damar gelişiyor. Zaten böyle de olmak zorunda. Bu damarın çok yakın gelecekte Türkiye solu içindeki ulusalcı/liberal/sosyalist ayrımını sona erdirerek solun potansiyel tabanını toparlayacak, halkın Tayyip Erdoğan gibi bir figürde cisimleşen somut tepkisini sola, yani ait olduğu yere, yönlendirecek bir kolektif mücadelenin ortaya çıkma sürecinde çok önemli rol oynayacağını düşünüyorum. Özetle söylemek gerekirse gerici-liberaller, solun her kesiminden yükselen ağır eleştirilere cevaben tam bir ahlaksızlık örneği sergileyerek Türkiye solunun köklerine, 68’e, Deniz’lere, Mahir’lere küfür ediyor. Adeta, “Açtırmayın kutuyu!” diyorlar. Bu türden bir mahalle çirkefliği ise on beş yıldır halvet oldukları Amerikancı-İslamcılardan bulaşmış olsa gerek. Belki hatırlatmanın tam da yeri ve zamanıdır; Hüsamettin Çetinkaya bundan 13 yıl önce Umutlarımızın Celladı Kimliklerimiz’de M. Belge, Ö. Laçiner ve A. İnsel gibi liberallerin saldırılarına solun cevabının ne olması gerektiğini -hem de onların anladığı dilde, Arapça- ifade etmiş ve Birikim’cilere ‘Yallah!’ demişti… İkinci olarak, bu isimlerin ve bağlantılı oldukları birtakım kurum ve kuruluşların başta AKP hükümeti olmak üzere Türkiye’de bir çok sivil oluşumu destekleyen yerli ve/veya yabancı vakıflarla ve düşünce kuruluşlarıyla maddi ilişkileri mevcut. Böylesi ticari bağlantıların olduğu bir ortamda liberal solda öne çıkan söz konusu isimlerin sola yönelik değerlendirmelerinin iyi niyetli olduğunu düşünmek saflık olacaktır. Örneğin A. İnsel geçtiğimiz yıl Açık Toplum Enstitüsü’ne bir Kamu Harcamaları Araştırması yaptı (Seyfettin Gürsel ve Asaf Savaş Akat ile birlikte). Şüphesiz ki insanlar bu tür projelerde görev alabilir; bu işlerden para kazanabilirler. Bu bir suç değildir. Ancak, bu durum solcu bir yazar olarak söylediğiniz sözün inandırıcılığı zedelemez
Muhafazakar-İslamcı damarla eklemlenen liberal sol kaderini küresel kapitalizme ve serbest piyasalara, yani düzenin kendisine endekslemiştir. Bu nedenle artık ‘liberal sol’ bitmiştir. Ergenekon süreci Türkiye’de ilk olarak liberal solu bitirmiştir. Liberaller Ergenekon’dan çıkamamıştır... mi? Bu türden ilişkiler, verdiğiniz düşünsel mücadelenin ‘ne için, kimin için’ olduğu konusunda kamuoyunda şüphe yaratmaz mı? Bu kadar çıplak ve açık bir maddi ilişkinin sizler için mantıki açıklaması eminim ki vardır. Hemen her şeyin olduğu gibi bu tür ilişkilerin de ‘liberal’ bir kılıfı eminim bulunmaktadır. Zaten Soros’cu ya da Açık Toplum fedaisi olmakta ‘utanılacak’ bir şey de yoktur. Ancak, izniniz olursa, dünyada pek çok ülkede Soros ve benzeri spekülatörlerin neden bazı ‘muhalif ’ toplumsal hareketleri desteklemekte olduğunu ve bazı sivil toplum kuruluşlarına ciddi paralar yatırdığını düşünmek lazımdır. “Ben Soros’un parasıyla özgür bir sol muhalefet yaparım, bildiğimi okurum. Soros’un parasını da bir güzel yerim, bu beni bozmaz!” mı diyorsunuz? Öyle ise ortada, en azından öğrencilerinize açıklamakta zorlanacağınız türden, son derece ciddi ahlaki bir durum var demektir. Eğer öyle değilse de yaptığınız şeyin ne tür bir solculuk olduğunu ya da solculukla bir ilgisi olup olmadığını sormak gerekmektedir.
Kalpakla suçlamak!
Ahmet İnsel, 27 Temmuz tarihli Radikal İki’deki yazısında anti-emperyalist solu kalpaklı Kemalizm devrimciliğine sarılmakla eleştiriyor. Ergenekon soruşturmaları sürecinde sessizliği ve taraf olmamayı seçen (artı kendisini ve kendi gibi düşünen/davranan liberalleri şiddetle eleştiren) solu Kemalist, kapanmacı, içe dönük olmakla ve Ergenekoncu ‘gerçek köklerine’ sarılmakla suçluyor; daha doğrusu kışkırtıyor. Neden? Çünkü, “Bazı insanlarda,” diyor İnsel, “bunalım dönemlerinde köklerini arama ve bildik olanı, kulağın çok eskiden beri duymaya alışık olduğunu arayıp, bunlara sarılarak güven bulma ihtiyacı bastırır.” Gerçekten de İnsel haklıdır. Bir sabah uyandığımızda aniden bir güven bulma ihtiyacı bastırdığı içindir ki ‘Türkiye solları’ olarak kökenlerimize dönmeye karar vermiş; öğleden sonra dört sularında da Ergenekoncu olmuşuzdur. Aslında İnsel sıradan bir sosyal bilimci değildir. İyi bir akademisyen olup, parlak bir kariyerin sahibidir. Peki neden bu kadar saçmalamış, bilim-dışı ifadelere başvurmuştur? Ben bunu aslında inanmadığı şeyleri yazmak durumunda kalmasına bağlıyorum. Öte yandan İnsel’e göre Türkiye’nin sollarının bazı Radikal ve Taraf yazarlarını eleştirmesinin nedeni (ki darbecilere verilen primin nedeni de budur) öteden beri Ergenekoncu oluşlarıdır. Ona göre bu eğilim sol hareketin genlerinde vardır. Kaldı ki tesadüfe bakınız; habercilikten başka her şeyi yapan Sabah gazetesi de aynı gün (27 Temmuz) konuyu sürmanşetten ‘Ergenekon’un Derin Solu’ başlığını altında ‘incelemektedir’. Hükümetin ve ‘Açık
Toplum’cuların beslediği medya, İslamcılar, tarikatçılar velhasıl ülkede ne kadar gerici varsa emeğe ve emek güçlerine (Açık Toplum Düşmanları’na) saldırırken, İnsel, Türkiye solu gibi ‘bunalıma girmemek’ için neye ve nereye sarılmaktadır? Yılana tabii ki!.. Ahmet İnsel ve ona benzeyen diğer liberal yazarlar, günümüzün kriz ortamında ‘eskiye bağlanmamak’ adına ulusötesi sermayenin demokrasi havariliğine sarılmışlardır. Bu nedenle artık bu kişiler için ‘liberal sol’ tabirini kullanmamak gerekmektedir. Bu duruma çok yakınlarda liberal sol ile bir tartışma zemini talep eden Sungur Hocamız ne kadar üzülür bilemem; ancak Ergenekon olayı ‘derin devlet’in ve ‘gladyo benzeri çeteler’in değilse bile Türkiye’de liberal solun kesin sonu olmuştur. Artık gün gibi ortaya çıkmıştır ki, bu isimler, Türkiye’de küresel/ulusötesi sermayenin hakiki ‘organik aydınları’ konumundadırlar. Yani, ulusötesi burjuvazi en etkili organik aydınlarını soldan devşirmiştir; bence bu çok önemli bir olgudur. İronik bir biçimde bu yeni sınıfsal konumları, aynı gün aynı gazetede Ertuğrul Kürkçü tarafından kaleme alınan makalede net bir biçimde ortaya çıkarılmaktadır. Kürkçü’ye göre Ergenekon sürecinde çatışan tarafları küresel piyasada rekabet avantajını Avrupa Birliği ile bütünleşmekte gören büyük sermayeyle ve ‘Anadolu Kaplanları’nın AKP ekseninde oluşturduğu çelişkili ittifak ve kendisine devletin göreli özerkliğinin sağladığı bir alanda varlık koşulları bulunan, gücünü askerin politik nüfuzunu kullanmaktan alan karmaşık bir yapı oluşturuyor. Kürkçü, haklı bir şekilde, bunların dışında emeğin, ezilenlerin, yoksulların, Kürtlerin, Alevilerin, kadınların ve gençlerin oluşturduğu bir kutbun daha olduğunu ifade ediyor. Adeta insanları bu kansız iç savaşta bir taraf olmaya çağırmayın diye haykırıyor. Kürkçü’ye göre “1 Mayıs’ta Taksim’e yürüyenler, SSGSS yasa tasarısına karşı ayağa kalkanlar, çevresel yıkıma, kentsel dönüşüm haydutluğuna meydan okuyanlar, nükleer santrallere, siyanürlü altın madenciliğine direnenler, barış ve halkların kardeşliği için on yıllardır mücadele edenler bu kampta”dır. İşte kalın kafalı ‘Türkiye solları’ hâlâ bu ezilenler kampında kalmakta direndiği için İnsel, Çalışlar, Belge ve Laçiner gibi isimler çileden çıkmaktadır... Bu saflaşma bize sermayenin farklı fraksiyonlarının siyasallaşmış bir hukuk zemininde verdikleri mücadeleyi anlatıyor. Liberaller çok iyi bilir ki, sermayenin kendi içinde giriştiği kapışmalar, daha kuvvetli olan, ileriye dönük bir vizyonu olan sermaye unsurunun zaferiyle sonuçlanır ve onun önderliğinde tarihsel blok ya da hegemonya bloğu pekişir. İlki demokratik diğeri otoriter kapitalist devlet yapısına
meyleden bu iki gücün arasındaki iktidar mücadelesinin, tarihsel olarak, ilki lehine sonuçlanmaya yakın olduğu açıktır. Bu safları uluslararası politik ekonomi yazınında kimileri Lockecu/liberal merkez bölge ve Hasım (contender) devlet toplum kompleksleri arasındaki mücadele olarak görmektedir. Kimi bazı yazarlar ise süreci, neredeyse tüm ülkelerde, ulusal ve ulusötesi sermaye fraksiyonları arasında süregiden bir mücadele olarak okumaktadır. Diğer bir yandan, dünya sosyalistleri arasında yeniemperyalizm ve imparatorluk tartışmaları almış başını gitmektedir. Metin Özuğurlu, 25 Temmuz tarihli Sendika.Org’daki yazısında çok önemli bir tespit yapmıştır. Gerçekten de bu liberal cenah en az 1015 yıldır Marksist yazını takip etmeyi bırakmış olmalı ki sosyal bilimlerde Marksizm’in nasıl bir açılım kazandığını; anaakım sosyal bilimlerin açmazlarının sosyolojiden iktisada, uluslararası ilişkilerden siyaset bilimine değin pek çok alanda Marksist çalışmalara ilgiyi nasıl da arttırdığını bilmemektedirler. Bilgi ve finans kaynaklarınız AB, Dünya Bankası gibi bir takım uluslarüstü siyasi forumlar, Açık Toplum Enstitüsü gibi ulusötesi STK’lar olunca da doğal olarak ezilenlerin dünyasından uzaklaşırsınız. Aslında durum çok karmaşık değildir. Elbette bir organize suç çetesini çökertmek ya da terörizme bulaşan kişileri yakalamak (eğer bugün olan buysa tabii) önemlidir. Yani Ergenekon operasyonu önemli bir olaydır. Ancak bir yandan da Türkiye’de ABD ve AB kontrolündeki yeşil sermaye ve ulusötesi sermaye unsurlarının başını çektiği bir hegemonya bloğu, bir ‘ulusötesi tarihsel blok’ kurulmaktadır. Bu anlamda devletin kurucu ideolojisi Kemalizm’in ve ulusalcılığın tasfiyesi büyük önem taşımaktadır. Bu da bir olgudur ve bu olgunun önemi tarihseldir. Suç işlediği iddia edilen bazı kişilerin mahkum olması ya da olmaması bir yana Türkiye tarihiyle yaşıt bir kadro/zihniyet/ ideoloji tasfiye edilmektedir. Bugüne değin Kemalizm’le doktrine olan Türkiye Cumhuriyeti ordusu artık bir NATO oluşumudur ve bunu AKP hükümeti sağlamamıştır.
Kürkçü’nün isabetle hatırlattığı gibi Milli Güvenlik Siyaset Belgesi 1997 tarihlidir. Bize göre bu dönüşüm/entegrasyon süreci 1990’ların sonunda ivme kazanmıştır.
Bir ağızdan ‘Yallah!’
AKP hükümeti dünyadaki en azgın ve sömürücü neoliberal politikaları uygularken halkımız, “Allah Tayyip’ten razı olsun!” demektedir. Sadaka niyetine damla damla verdikleri karşılığında geleceğimiz gasp edilirken, Türkiye’de sürekli büyüyen büyük sermaye (Koç’lar, Sabancı’lar, TÜSİAD, İslami sermaye) halinden çok memnundur. Sadece belirsizlikten biraz ürkülmekte; ama onlar da tıpkı halkımız gibi, “Allah yine de razı olsun, buna da şükür!” demektedir. Bizlerin liberal sol diye bildiği bazı yazarların safları da bu süreçte netleşmiştir. Muhafazakarİslamcı damarla eklemlenen bu kesim kaderini küresel kapitalizme ve serbest piyasalara, yani düzenin kendisine endekslemiştir. Bu nedenle artık ‘liberal sol’ bitmiştir. Ergenekon süreci Türkiye’de ilk olarak liberal solu bitirmiştir. Liberaller Ergenekon’dan çıkamamıştır. Takke düşmüş, altından burjuvazinin organik aydınları görünmüştür. Türkiye’nin sosyalistleri, biraz geç de olsa, bugün bu arkadaşlara hep bir ağızdan ‘Yallah!’ demektedir… (28.09.2008)
25
Kalem yazmak ister ama... B
ir toplumun gelişmesinde dürüst eleştirinin kesinlikle şart olduğu konusunda herkes hemfikir olmasına rağmen, görsel sanatlar alanında spor sayfalarında karşılaştığımız kadar eleştirinin bile olmaması nedendir acaba? (Genç Sanat dergisinin Kasım sayısında yer alan bir araştırmaya katılan 38 sanatçıdan 32’sine göre Türkiye’de sanat eleştirisi yok!) Eleştiri kurumunun oluşabilmesi için gerekenlerin başında yer alan yazılı basının görsel sanatlara ayırması gereken alanın azlığı ve genelde bu alanlarda yer alan yazıların yüzeyselliği herkesin ortak şikâyeti olsa da, tek başına bu durum, sanat eleştirisinden öte, bir eleştiri kültürümüz olmamasının nedenlerini açıklamaya yetmiyor. O halde görsel sanat dünyamızda eleştirel bakışın geliştirilebilmesi için, bu bakışın eksikliğinin nedenleri üzerine daha derin bir araştırma yapmak gerekiyor. Okuyacağınız yazı, Türkiye’nin önde gelen iki eleştirmeni olan Radikal gazetesi yazarları Ayşegül Sönmez ve Ahu Antmen’in cevapları ışığında, bu alanda bir denemedir. Ahu Antmen: “Eleştiri yok deniyor ama nedeni üzerinde pek durulmuyor. Bence Türkiye’de sergileri izleyen kesim son 10–15 yılda gençleşti ve çoğaldı. Dolayısıyla artık gazeteler de sanat eleştirisinin bir gereklilik olduğunu görmeye başladı. Yakın bir dönemde daha çok sayıda eleştirmen yazarsa, sanatçılar da belki daha memnun olabilir. Ya da olmayabilir! Öte yandan, aranan ‘sanat eleştirisi’ mi yine de ondan emin değilim. Sergiler tanıtılsın isteniyor ama eleştirel yaklaşımlara toplum olarak gerçekten çok kapalıyız. 1990’larda Cumhuriyet gazetesindeki tecrübelerimi de sayarak yıllardır izlediklerim ve yaşadıklarım sonucunda diyebilirim ki pek çok sanatçı yalnızca duymak istediği yazılsın istiyor o zaman eleştirmeni gereksiz bir pohpohlamayla yere göğe sığdıramıyor, aksi durumda ise yalnızca kendisini küçük düşüren aşağılama biçimlerine başvuruyor.” AICA (Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği) Türkiye başkanı Ayşegül Sönmez’in son derce haklı tespitine göre de: “Türkiye’de eleştiri yok çünkü eleştiriyi ve eleştirelliği kaldıracak zemin ve sanatçı yok! Sanat camiasındaki herkes gibi, sanatçılar da fazlasıyla uzlaşmacı. Ben, kendi kuşağım olan genç sanatçılardan umutluydum ama onlar da hemen bir galeriye kapak atıp, resim satma peşindeler. Bu uzlaşma ortamında eleştirmen neyi eleştirecek? Suya sabuna dokunmayan yazılar yazdığımda bir sorunla karşılaşmıyorum, ancak yapıtları buranın tarihine, geleneğine ve görme biçimlerine göre okumaya çalıştığım, yani eleştirel olduğum zaman sanatçı ona garezim olduğunu
26
düşünüyor. Çocuk gibi alınıyor. Cinsel ayrımcılığa kadar varan tepkiler alıyorum.” Demek ki sanatçılarda eleştirel aklın eksikliği, eleştiriyi kabullenmenin de önündeki en büyük engel. Yalnız, burada ‘uzlaşmacılık’ üzerinde durulması gereken, kilit bir kavram ve ne yazık ki günümüz Türk sanatçısının duruşunu en iyi tanımlayan kavram olma özelliğini de koruyor. Bugün sanatçı olmak direnmeyi, muhalif olmayı gerektirirken, güncel sanat pratiği, kendisini kavrayan burjuva salonlarında, içerden geliştirdiğini iddia ettiği eleştirel dil aracılığıyla, gerçekte, muhalif tavrı sıfır noktasına taşımıştır. (Geçen bienalin ‘muhalif ’ sanatçısı extramücadele, Kasım ayındaki ‘Index’ sergisinde yer alan bir yapıtını, Viyana’daki Türk Büyükelçiliği’nin uygun bulmaması üzerine, kuzu kuzu sergiden çekmiş ama kendisi sergiden çekilmemişti. O tarihten beri adı Viyana Büyükelçimiz tarafından extraitaat olarak değiştirilmiştir, bilgisine… Not: Ne mutlu extraitaatim diyene.) Devamla, devlet mekanizmasının baskıcı işleyişini ve adaletsiz paylaşımı Coca-Cola sponsorluğunda protesto eden bir sanatçının, devletin bizzat Coca-Cola’nın sömürü çarklarının işleyişini garanti altına almak için var olduğunu bilmemesi ihtimali olmadığına göre, bu topraklarda uzlaşmacılıktan daha vahim bir durum olan işbirlikçilikten söz etmek yerindedir. Savaş endüstrisinden aslan payını kapmak için, Türkiye dâhil, tüm dünyada yüz milyonlarca avro rüşvet dağıtan Siemens’in İstanbul’da sanat merkezi kurması da boşuna değil! Tüm modern sanat müzelerinin, güncel sanat merkezlerinin, yayınevlerinin ve medyanın (yakında bütün üniversitelerin de) büyük sermayenin mülkiyetinde olması sanatı ve sanat eleştirisi nasıl etkilemektedir? Bu şartlar altında bir eleştirmen özgürce yazabilir mi? Ahu Antmen: “Sanat eleştirisi günümüzde etkisi giderek zayıflayan bir yazın türü, buna kuşku yok. Sanat eleştirmeni de artık soyu tükenmişler arasında sayılıyor. Birkaç yıl önce AICA’nın Paris’teki genel kongresinde, sanatçılık-eleştirmenlik-küratörlük işlerinin giderek iç içe geçmesinin sakıncalarına değinen bir bildiri sunmuştum, salondaki bütün eleştirmenler pek memnun oldu ama gerçekte hemen hepsi eleştirmenlikten ziyade küratörlük yapar olmuştu zaten ana sorun da biraz buydu! Bu tabii günümüzün kültürel ve ekonomik koşullarının bir sonucu. Günümüzde artık yalnızca yazınsal eleştirmenlikten değil, küratöryel eleştirellikten söz edebiliyoruz, dolayısıyla sanatla ilgilenen bir insan, bugün eleştirel tavrını yazarak, sanat yaparak ya da
sergi düzenleyerek ortaya koyabiliyor. Bunun böyle olduğunu görebilmek için seçilen sergi kavramlarına ve üretilen işlerin içeriğine bakmamız yeterli. Ne var ki bence bu, küratörler belli kurumlarla çalışmak ve geçinmek, ayrıca sponsor bulmak durumunda oldukları için, ayrıca kurumların halkla ilişkiler ağının bir parçası oldukları için bu eleştirel tavırlarını sürdürmeleri ya da en azından bu konuda ikna edici olabilmeleri zorlaşıyor. Yani ‘sermaye’ sanata neden yatırım yaptığını çok iyi biliyor, küratör de o yatırımın ister istemez bir parçası oluyor. Bu şartlar altında özgürce yazabilmek mümkün mü? Bu şartlar altında özgürce yazabilmek her zamankinden de daha önemli, önce onu belirtmeliyim. Ve mümkün, ama bir seçim yapmak, öncelikle eleştirmen olmaya karar vermek gibi... O zaman özgürce yazabilmenin koşullarından biri olarak kurumlarla aranızdaki ilişkiye özen göstermeniz, belli bir mesafeyi korumanız mümkün oluyor. Özgürce yazabildiğimi düşünüyorum ama şunu da belirtmeliyim ki bazı kurumlar ya da kurumsallaşmış sanatçılar/küratörler, genellikle arkalarına kurum yöneticilerini de alarak kulak çekmeye çalışıyorlar. Çalıştığım gazetede (Radikal) ise böyle bir sorun hiç yaşamadım.” Ayşegül Sönmez: “Adsız Alkolikler diye bir kurum var. Biz de AICA’da kendimizi ‘Adsız Eleştirmenler’ olarak adlandırıp, alkolikler gibi el ele tutuşarak çok ciddi bir biçimde direnmeye çalışıyoruz. Çünkü üzerimizde inanılmaz sorumluluk var. Bütün bunlara rağmen de mecrasız kalma korkumuz yok. Zaten yazacak yer bulamam endişesiyle veya ‘ya gazete beni atarsa’ endişesiyle eleştiri yapılmaz.” Antmen eleştirel olabilmek için kurum ve kişilere karşı mesafeyi korumak isterken, Sönmez ise eleştirelliğin ancak bu mesafeyi ortadan kaldırarak gerçekleşebileceğini düşünüyor. Sanat eleştirmenlerinin sanatçılarla ve küratörlerle olan yakın ilişkisi ne dereceye kadar doğru, bu ahlâki bir sorun olarak görülebilir mi? Ayşegül Sönmez: “Bir eleştirmen olarak sadece sergilere giderek Türk sanatı -ve sanatçısı- hakkında bilgi edinilemez. Ben arkadaşlık ilişkisini tercih ediyorum. Yani işin içine özel hayatı da katarak, sanatçıyı en çıplak halinde, üretim süreci içinde tanımayı… Ne okuduğu ve ne tartıştığı ile yakından ilgiliyim. Bazı sanatçılar zamanın ve sergileme pratiğinin dışında kalmayı tercih ederek de çok önemli işler üretiyorlar. Ben de bu insanlarla dost olarak, atölyelerinde kahve içerek üretimleri ve ne düşündükleri hakkında bilgi sahibi olabiliyorum. Bu benim seçimim ve kesinlikle nesnel kalabildiğime
inanıyorum.” Ahu Antmen: “Aynı ortamı, aynı ilgi alanlarını soluyan insanların birbiriyle yakın ilişkisi doğaldır, mesele bu ilişkileri nereye ve nasıl taşıdığınız, o noktada gözettiğiniz ya da gözetmediğiniz ahlâki değerlerdir. Diyelim ki bağımsız bir sanat eleştirmenisiniz, kendi derginiz var ve bu dergide kendi dost çevrenizin sanatını yaymak gibi bir misyon edinmişsiniz. Veyahut bağımsız bir küratörsünüz, yalnızca bir iki sanatçıyla çalışmayı tercih ediyorsunuz, sponsor buluyorsunuz, kurumlarla anlaşıyorsunuz, o sanatçıların sergilerini açıyorsunuz sürekli... Burada bir şey yok. Ama diyelim toplumsal bir kaygıyla sanata hizmet verdiğini iddia eden bir sanat kurumunda daimi küratörsünüz veya daimi danışman, her neyse ve yalnızca kendi sınırlı çevrenizin sergilerini yapıyorsunuz, o zaman bir ahlâki sorun var demektir. Ama tabii burada kurumlar da sorumluluk taşıyor. Toplumsal bir kaygıyla sanata hizmet veriyorsanız, kişilere o mekânı özel galeri gibi kullandırmamaya özen göstereceksiniz... Herkes bu tür konularda ahlâki kaygı taşımıyor çünkü.” Antmen’in ima ettiği durum bana Akbank Sanat’ta küratör olarak görev yapan Prof. Ali Akay’ı hatırlattı. Bu şahıs yıllardır düzenlediği -sıradan- sergilere kız arkadaşı Seza Paker’i mutlaka dâhil eder. (Akay’ın sergilerin sıradan olmasının tek nedeni Paker’in mevcudiyeti değildir. Akay, bu güne kadar düzenlediği sergilerde hiçbir özgün problematiği ortaya koyup, tartışmaya açamamıştır). Ne var ki Akay’ın bu feodal tavrı ile ilgili bu güne kadar hiçbir eleştirmenin tek bir satır yazmamış olması içler acısıdır. Buradaki asıl sorun da bence kamusal ilişkilerde toplumsal bilincin belirleyici olmasıdır. Toplumsal bilincin ilişkilerimizi bu denli belirlediği günümüzde, dürüst eleştiri yapmanın olasılığı nedir? Ahu Antmen: “Günümüzde ilişkilerimizi ‘toplumsal bilincin’ yönlendirdiğini düşünmüyorum açıkçası. Burada anladığım anlamıyla ilişkilerimiz toplumsal bir bilinç temelinde gelişiyor olsaydı, çok daha duyarlı, dayanışmacı, eşitlikçi ilişkiler ağı içinde olurduk. Bu anlamda toplumsal bilinç, dürüst eleştiri yapabilmenin de başlıca koşuludur bana göre; çünkü eleştiri kamusal alanda yapılır ve kamusallığı olan meselelerde toplumsal bir bilinç taşımak önemlidir.” Sanıyorum Antmen ve ben ‘toplumsal bilinç’ kavramından farklı şeyler anlıyoruz. Bana göre toplumsal bilincin en önemli kıstası, bu bilincin belirlendiği alan olan iktidar ilişkileri içinde, konumumuzdan bağımsız olarak sergilediğimiz tavırdır.
BURHAN KUM Görünürde her türlü hoşgörüsüzlüğün ve baskıcı yapıların yılmaz savaşçısı olan Radikal gazetesi Santralİstanbul’daki gelişmeleri, aynı durum -örnek olsun diye söylüyorum- bir sol örgütün içinde cereyan etse, üç gün manşetten indirmez, İsmet Berkan ve Perihan Mağden BU olayı, EL ve kolbirliğiyle, Birrr güzel, son damlasına kadar, somura somura ‘deşifre ederler’di, artık...
Çevresel Sanat, 40x40, 2008, Burhan Kum (Solda)... Dılo Dılo KavRam-Sal, 40x40, 2008, Burhan Kum (Sağda) Günümüzün ekonomik ve siyasi yapılanmasına bakıldığında, iktidar ilişkilerinin hiç de demokratik bir biçimde yürümediği, bireyin kendisini ifade ediş biçiminin siyasi ve ekonomik statüsüyle koşutluk sergilediği görülmektedir. Meclisteki tüm siyasi partilerde, devlet örgütlenmesi içinde veya mali oligarşik yapılarda iktidar kendini hangi bilinçle teşhir ediyorsa, iktidarın söz konusu olduğu en ‘liberal’ ortamlarda da aynı bilinçle hareket eder. Yani: Güçlüysem ezerim, güçsüzsen de ya işbirlikçim olursun ya da sonuçlarına razı olacaksın! Sanatın toplumsal bilince şiddetle muhalif olması ve sanatçının ve sanatla ilgilenen kurumların kendilerini hayatın her alanında toplumsal bilinçten arındırma gayreti içinde olmaları gerekirken, durum şu anda tam tersi yönde hareket halindedir. Sanat toplumsal bilinci dönüştürmek işlevini yitirdiği anda ilerici karakterini de kaybeder, araçsallaşır. Zaten geldiğimiz nokta da odur. Toplumsal bilinçten arınma ise ancak eleştirel bir bakış ile mümkündür. Bu şartlar altında, eleştiri dozu oldukça düşük olan röportaj biçimiyle nereye kadar eleştirel olunabilir?
Bilgi’nin liber-feodal faşizmi
Ayşegül Sönmez: “Birgün gazetesinde 52 haa boyunca bir sergiye ya da yapıta odaklanan (Batı’da review denilen cinsinden) eleştiriler yazdım, fakat gördüm ki okunmuyor. Almak istediğim tepkiyi alamıyorum. O zaman soru-cevap biçiminde röportajlar yapmaya karar verdim. Ve inanılmaz iyi gidiyor. Eleştirinin alması gereken tepki mekanizmasını çok hızlı çalıştırıyor, bu da hayattan beslenmemi sağlıyor. Herkes okuyor, herkes yorum yapıyor, herkes taraf oluyor. Ben de taraf oluyorum, yansız değil eleştirel sorular soruyorum. Sert ve gerçek diyaloglar kuruluyor. Demek ki bu coğrafyada röportaj daha etkili bir eleştiri formatı.”
Türkiye’de yalnızca eleştiri değil kuramsal yazı da az okunuyor, burası doğru ancak röportaj tepki mekanizmasını gerçekten çok hızlı çalıştırıyor mu? Tepki de toplumsal bilincin bir ürünü değil mi? Ayşegül Sönmez’in 15 Aralık tarihinde Renata Papsch ile yaptığı söyleşide okuduğumuz -tüyler ürperten- şu pasaj, bana göre, iktidar ilişkileri içinde toplumsal bilincin nasıl rol oynadığının ve tepkisizliğin açık bir göstergesi. Papsch: “Bir kişi var en tepede... Bu kişi, her şeye karar veren... Organizasyon yapısına müdahale edebilir her an... Kendi kararını bu yapıya bir emir gibi sunabilir. Her an her şey değişebilir. Dolayısıyla üzerinde çalıştığınız projeye siz kendinizi ne kadar adarsanız adayın, o proje çerçevesinde ne işinizin, ne görevinizin, ne de statünüzün net bir tanımı var. O kişi istemezse işiniz çöpe gidebilir. Bence buradaki (Türkiye’deki) en büyük sorun bu... Birkaç özel zengin ailenin oluşturduğu kurumlarla yarışabilecek devlet kurumları yok çünkü... Gerçekten danışma kurullarının aktif olduğu non-profit çalışan vakıflar da yok... Bu durumda o tepedeki hep üstün durumda çünkü güçlü. Gücünü de kamudan değil özel olmasından alıyor. Çok ironik... Sonuçta ben Santralİstanbul Residence (dünyanın çeşitli ülkelerinden sanatçıların Bilgi Üniversitesi çatısı altında belli bir süre kalarak üretim yaptıkları yer) programında yönetici olarak çalışırken tesadüfen bir arkadaş meclisinde, buradaki residence programından çoktan vazgeçildiğini, buranın bir butik otele dönüştürülmesine karar verildiğini öğrendim. Ve istifa ederek buradan ayrıldım. Program için tüm emeklerim de sekiz ay boyunca yaptığım da çöpe gitti... Şu anda burası butik otel olarak misafirleri ağırlıyor.” Buyurun Bilgi Üniversitesi’nin liberfeodal faşizmine… Tek kelimeyle SKANDAL olarak tanımlanabilecek bu davranışla ilgili -yukarıdaki satırlar hariç çünkü eleştiri değil- basında tek
eleştirel kelime yer almamış olmasını nasıl açıklayabiliriz? (Bu arada, Ayşegül Sönmez’in parantez açarak belirttiği gibi, müdür David Elliott’ın Eczacıbaşı hanedanının bakkal dükkânı (bu deyim bana ait) olan İstanbul Modern’den apar topar kapıya konmasına da ses çıkaran olmadı.) Görünürde her türlü hoşgörüsüzlüğün ve baskıcı yapıların yılmaz savaşçısı olan Radikal gazetesi Santralİstanbul’daki bu gelişmeyi, aynı durum -örnek olsun diye söylüyorumbir sol örgütün içinde cereyan etse, üç gün manşetten indirmez, İsmet Berkan ve Perihan Mağden BU olayı, EL ve kolbirliğiyle, Birrr güzel, son damlasına kadar, somura somura ‘deşifre ederler’di, artık. Bu olayı görmezden gelmelerinin nedenini birçok Radikal yazarının aynı zamanda Bilgi Üniversitesinin öğretim görevlisi olmasıyla açıklıyorum. Çıkar ilişkilerinin bu denli içi içe girdiği bir ortamda insanlardan cesur eleştiri bekleyebilir miyiz? Bir eleştirmenin sorumluluğu nedir, sanat ortamındaki olumsuzluklar ne dereceye kadar eleştirmenlerin tavrından kaynaklanmaktadır? Ahu Antmen: “Bir eleştirmenin sorumluluğu, özellikle eğer günlük bir gazetede yazıyorsa, sanata meraklı okuru her anlamda ufuk açıcı olduğuna inandığı sanata yönlendirmektir. Günlük gazetede eleştirmenliğin okura zaman kazandırmak, sıradan olanın ötesindekine yöneltmek gibi bir işlevi olduğuna inanıyorum. Ama belki de en önemli sorumluluğu, sanatseverin kafasında gördüklerine ilişkin yanıtlar vermek kadar, soru işaretleri uyandırmaktır. Yani bir düşünce pratiğine girmesini sağlamak.” Bu kadar olumsuzluğun cereyan ettiği bir ülkede yalnızca olumlu yazılar yazarak soru işaretleri oluşturulabilir mi? Sanat eleştirisinin tartışma ortamı oluşturabilmesi için dengeli bir bakış
sergilemesi gerekmiyor mu? Ahu Antmen: “Evet, genellikle beğendiğim sergiler hakkında olumlu yazılar yazıyorum. Ama dikkat ederseniz eleştirmenler zaten genellikle kendi inandıkları sanatı savunan kişilerdir. Baudelaire’in dediği gibi, eleştiri eğer varlığını meşru kılmak istiyorsa partizan olmalıdır, tutkulu olmalıdır, politik olmalıdır, yani belli bir bakış açısından yazılmış olmalıdır ama o bakış açısı, bir yandan da olabildiğince geniş ufuklar açabilmelidir. Eleştiri ancak bu şekilde hem öznel hem nesnel olabilir. Bana göre sanat eleştirisinin amacı, tam anlamıyla genel bir ‘tartışma ortamı oluşturmak’ değil, ele alınan yapıtın tartışılmasını, yani farklı biçimlerde okunmasını sağlamaktır. Ve bir yapıtı değil, diğerini seçmek de eleştirel bir tavırdır. Öte yandan, ben beğenmediğim sergiler hakkında da yazıyorum, ama bunlar da genellikle zaten benim sanata ilişkin ölçütlerim dâhilinde olumsuz yönlerine değinmeyi gerekli gördüğüm sergiler oluyor. Diyelim bütün işlerini izlediğim bir sanatçının çok iddialı, ama açıkçası iddiadan da başka bir şey sunmayan bir sergisini yazıyorum. Ya da ne bileyim, adına retrospektif denmiş ama retrospektifin gereklerini yerine getirmemiş bir sergiyi veya kurumların sergi politikalarını da eleştiriyorum. Uzatmayayım, izleyicileri aptal yerine koyan, kamusal sorumluluğunu yerine getirmeyen, büyük iddiaların arkasını dolduramayan sergileri olumsuz anlamda eleştirmenin gerekli olduğunu düşünüyorum. Yaratıcı zekâya dayanan çağdaş yaklaşımları ve sorgulayıcı, düşündürücü sanatı savunduğum için, bu özellikte olduğuna inanmadığım sanatçıları zaten izlemiyorum.” Bir yapıtın farklı biçimlerde okunmasını sağlamak ancak o yapıtın görünür olmasına ait (üretim nedenlerinden diline, sanatçının toplumsal duruşundan yapıtın -küratöryel ya da mekânsal-sergilenme bağlamına kadar uzanan) tüm ilişkiler ağının irdelenmesi ile mümkündür. Benzer ölçütler bu farklı okumayı sağlamakla yükümlü olan eleştirmen hangi kurumlar ve yapılar içinde yer aldığının sorgulanması için de geçerlidir. Bir insan hem sanatçı monografisi yazıp (monografi eleştirel yaklaşımın tam karşıtı bir yazım biçimidir) hem de partizan bir eleştirellik sergileyebilir mi? Kaldı ki partizanlık kulağa kahramanca gelse de, kime hizmet ettiği üzerinde durulması gereken bir noktadır. Türkiye’deki en büyük eksik, eleştirmenin bir sanatçının olumlu ve olumsuz yönlerini bir arada görememe zaafıdır. Bu da ancak, diyalektiğe tabi her yapı gibi, kişinin kendi bulunduğu noktaya ve bakış açısına da eleştirel yaklaşabilmesiyle aşılabilir. Böyle olursa, kim bilir “eleştirmenler de belki daha memnun olabilir. Ya da olmayabilir!”
27
‘Oha!’ derler, ‘Çüşşş!’ derler...
Ö
nder Aytaç adlı bir ‘akademisyen’, AKP iktidarı döneminde parlatılıp medya semalarına füze gibi fırlatıldı... Kendisi, TRT’de eğlence programı hazırlayıp sunmaktan, Taraf Gazetesi yazarlığına; polis akademilerinde ‘halkla ililkiler’ dersi vermekten, düzenli olarak televizyon kalanlarına konuk olmaya kadar bilumum işle iştigal ediyor. Bir de bu arkadaşın ekürisi Emre Uslu var ki, ikisi genellikle birbirine karıştırılıyor ve bu ikili, neoliberal entelijansiyanın son gözdelerinden. Neden? Cevabı çok basit, emniyet teşkilatını yücelten, orduyu ise döven yazıları, yorumları... Ne zaman birisi gözaltında işkenceden, kötü muameleden söz açsa, bu arkadaş hemen atlıyor: “Ama asker de zamanında köylüye bok yedirdi!” Alakaya çay demle! Ne zaman birisi ‘dur ihtarına uymadığı’ gerekçesiyle öldürülen yakının hakkını aramaya kalksa, bu arkadaş yine celalleniyor: “Efendim, polis öyle her önüne geleni gözaltına almıyor ki...” Alsaydı be!.. Bu liste böyle uzar gider... Geçenlerde, Mehmet Ali Birand’ın sunduğu 32. Gün programında, polisin insanlara karşı kullanıldığı kuvvet tartışıldı. Programda konuk olarak Avukat
28
Uğur Poyraz, Avcılar’da polis tekmesiyle öldürülen Feyzullah Ete’nin abisi Fettullah Ete, İzmir’de dur ihtarına uymadığı için polis tarafından vurularak öldürülen Baran Tursun’un babası Mehmet Tursun ve Metris Cezaevi’nde işkence sonucu öldürülen Engin Çeber’in arkadaşı Aysu Baykal, Polis Akademisi Öğretim Üyesi ve Taraf Gazetesi yazarı Önder Aytaç ile birtakım emekli emniyet müdürleri vardı. Taraf yazarı Önder Aytaç ve iki emekli emniyet müdürü, son günlerde gündeme gelen polis infazlarını savunmalarıyla dikkat çekti. Programa iki emekli emniyet müdürünün polisin
insanları vurmasını ‘iş kazası’ olarak değerlendirmesi ise izleyen milyonlarca insanın kanını dondurdu. ‘Adamımız’ Önder Aytaç’a göre de “Olaylar söylendiği kadar vahim değildi, münferitti, amacını aşan olaylardı, iş kazasıydı.” Taraf yazarı Önder Aytaç’ın, insanı buz gibi ekran karşısına mıhlayan ve dumur eden ifşaatıysa Baran Tursun’u vuran polisleri savunurken, Mehmet Tursun’u gösterip “Bu baba Diyarbakır’dan göç ederken niye göç etmiştir?” diye sormasıydı. Mehmet Tursun, Aytaç’a, “Oğullarımı çocuklarımı İzmir’de yaşatmak için, Paris’te yaşatmak için, New York’ta Londra’da yaşatmak için göç ettim,” dedi. Ne deseydi yani? Nereye göç edeceğini Aytaç’a mı soracaktı? Bir Kürt’ün İzmir’e göçü, polisler tarafından öldürülmesine bahane mi olacaktı?.. ‘Oha!’ydı, ‘Çüş!’tü, ‘Yuh!’tu... Daha ne diyelim? Bu insanları ekranlara çıkaran, konuşma süresi veren, köşe yazarı yapan zihniyete de helal olsun!..
ESRA ARSAN
Her şeyi bilen adamdan, ‘Tısssss!’
G
azeteci Sanem Altan, Ahmet Hakan Coşkun’la bir söyleşi yaptı geçenlerde Vatan Gazetesi için. O Coşkun ki, maaşallah, tramisu yapmaktan AB diplomasisine kadar her konuda söyleyeceği lafı olan, o lafı da evirip çevirmeden langadank söyleyebilmesiyle tanınan bir arkadaş... Lakin, iş Kanal 7 ve ‘Deniz Feneri’ yolsuzluğuna gelince, susuvermiş aniden. İşte o söyleşiden bir bölüm: “Altan: Merak ediyorum. Herkesle her şeyle ilgili yazan, üstelik iyi yazan bir adamın bazı şeyleri niye yazmadığını ben merak ederim açıkçası. Bu, size karşı olan bir tavır değil. Bunu sizi rahatsız etmek için sormadım. Çok farklı konulardan yazıyorsunuz ama bazı şeyleri
yazmıyorsunuz. Bunu gerçekten merak ediyorum? Coşkun: Deniz Fener’i konusunu gerçekten bilmiyorum. İçeriden özel bir bilgiye sahip değilim. Deniz Feneri tartışmalarında ortaya çıkan şirketlerin hiçbirinde ne yönetici, ne işçi, ne pay sahibi oldum. 2002 yılında ayrıldım Kanal 7’den. Tüm bu tartışmalar 2002 yılında başlar, yani ben ayrıldıktan sonra bu tartışmalı işlemler gerçekleşmiş. Bilmiyorum yani ben. Altan: Anlamadım ben bu cevabı. Oranın eski çalışanı olarak sormadım ki ben bunu size, gazetecisiniz. Özel şeyler bilmenize gerek mi var? Sadece çok iyi bildiklerinizi mi yazıyorsunuz ki? Zahid Akman’la tanışıyorsunuz, telefon edip sorabilirdiniz mesela?
Coşkun: Tercih etmedim yazmayı. Özel ve farklı bir şey söyleyemeyecektim. Ama ısrarla soruyorsunuz. Anlatıyorum size: Bilmiyorum, bilmiyorum, bilmiyorum. Zahid Akman’ı arayıp ‘Sen yolsuzluk yaptın mı?’ diye mi soracaktım? Yakın bir tanışıklığım yok zaten.” Düpedüz kıvırtmışsın hocam... Gazeteci, her haber kaynağını yakinen tanır, her yazdığı konuyu derinlemesine bilir diye bir kural mı var?... Alt tarafı merak edicen, soru sorucan... Ama belli ki bu konu seni pek açmamış. Biz buna ‘tercihte seçici algı’ diyelim, istersen...
Basınımızın ‘taş atan çocuk’ alerjisi...
i
ster Güneydoğu’da, ister Filistin’de, isterse Yunanistan’da olsun, basınımız güvenlik güçlerine taş atan çocuklara karşı ortak bir tavır sergiliyor. Hak ihlallerine, işkenceye, devlet zulmüne karşı tepki veren, isyan eden gençler, basınımızda alerjik reaksiyona sebep oluyor. Atina’da, 17 yaşındaki Alexis’in polis kurşunuyla öldürülmesiyle tetiklenen isyanda da durum değişmedi. Kısa sürede Yunanistan’ın pek çok iline yayılan eylemler, ‘bir grup zibidinin durduk yerde kamu malını yağmalaması’ şeklinde habere dönüştü. Gazetelerde yazılanlara bakarsak, bu gençler polis memurlarını ateşe veriyor, lazerle hedef alıp güvenlik güçlerini vuruyor, zavallı esnafın işyerlerinin camlarını indirip haylazlık yapıyor... Zaman gazetesi yazarı Herkül Milas bile, kendisinden beklenmeyen bir yorumla, bu gençleri ‘fazla demokrasiden ne yapacağını şaşıran eylemseviciler’ gibi tasvir ediyor. Gelin görün ki, kazın ayağı öyle değil. Bu yakınlarda Türkçe yayımlanmaya başlayan
haftalık Newsweek dergisi, ‘700 Euro Kuşağı’ başlıklı haberinde, Türkiye’de pek çok gazetecinin yapmadığı işi, yani gazeteciliği yapıp, olayların özünü bize anlatıyor. Okuyamayanlar için haberin özü şöyle: Yunanistan’da çok iyi eğitim almış gençlerin yüzde 20’si işsiz. İşi olanlar da ancak bizdeki asgari ücrete tekabül eden
700 euro’luk maaşlara talim ediyor. Sosyologlar, ‘önceki nesilden daha kötü koşullarda yaşayan ilk kuşağın’, bugünkü Yunan gençleri olduğunu söylüyor. Ülkede siyaset rüşvet ve yolsuzlukla yapılıyor. Bakanlar verdikleri sözleri tutmuyor. Kısacası, devlet kurumlarına güvensizlik ve sürmekte olan skandallar, gençlerin gelecek umutlarını kırıyor. Bütün bunlar olurken, ülkede güvenlik güçlerinin giderek artan şiddet eylemleri, polisin muhafazakar ve sert tutumu, gençleri çileden çıkarıyor. Ayrıca, gençler sıradan esnafın dükkanına filan zarar vermiyor, ülkede uzun zamandır uygulanan ve bıktıran neoliberal politikalara karşı çıktıkları için Starbucks veya Zara gibi küresel ekonominin zincir mağazalarına zarar veriyor. Newsweek yazarları, bu özetini verdiğim bilgileri toplamak için Yunanistan’da sosyologlarla, iktidar ve muhalefet partilerinin gençlik kolları başkanlarıyla, gençlerle konuşmuş ve OECD rakamlarına filan da bakmış... Dediğim gibi, gazetecilik, yapmak isteyen için çok kolay... Yapamayan ise, ‘bir grup zibidi yine eylem yapmış’ deyip, geçiştiriyor. Yerseniz!..
Kafa kalmadı, yerine tas versek?
T
BMM Dışişleri Komisyonu’nun CHP’li üyesi Arıtman, önceki gün, bir grup aydının 1915 olayları nedeniyle Ermenilerden özür dilemek için internette başlattığı imza kampanyasını eleştirirken, Cumhurbaşkanı Gül’ün kampanyayı annesi Adeviye Gül’ün Ermeni kökenli olduğu için desteklediğini iddia etti. Arıtman Radikal Ankara Temsilcisi Murat Yetkin’in bu konudaki sorularını telefonda şu şekilde yanıtladı: - Cumhurbaşkanı’nın ailesinin etnik kökeninin sizce ne gibi bir önemi var? - Etnik aidiyetin hiçbir önemi yok. - Neden gündeme getirdiniz? - Bu bilgiye uzun süredir sahip olmama rağmen dile getirmedim. Hatta ‘dindar cumhurbaşkanı kampanyasında’ bile dile getirmedim. Ama şimdi getiriyorum. - Nedir sahip olduğunuz bilgi? - Anneannesinin Ermeni olduğu... - Nereden biliyorsunuz? - Kendi aile bireyleri söyledi. Dayısı doktor Ahmet Satoğlu benim meslektaşımdır; meslektaşların bulunduğu ortamda söylemiştir. - Diyelim ki bu doğru, ne alakası var Cumhurbaşkanı’nın tutumuyla anneannesinin etnik kimliğinin? - Hiçbir alakası yok, hiçbir ayırıma tabi tutulmamalıdır. Ama Cumhurbaşkanı olarak bu milletin haklarını korumalıdır. Etnik aidiyetini koruyor. - Bu tutumunuz ırkçılık değil mi? - Irkçılık olarak algılanmamalı. Soykırım iddialarının tanınmasına yol açacak, toprak taleplerine yol açacak bu imza kampanyasına karşı çıkmayarak Türkiye’nin geleceğini tehlikeye atan kim olsa ‘Sen Ermeni misin?’ derler. Cumhurbaşkanı da olsa derler. Ben kafatasçılık yapmıyorum...
29
CAFER KARATEPE Beyazıt Meydanı’nda katlettiği gençlerden birisi benim öğrencim Hatice Özen’di. Gülünce yanaklarında gamzeler açar, gözleri menevişlenirdi. Diğerlerinin de pek farklı olduklarını sanmıyorum. 12 Eylülcülerin kanlı elleri o gülücükleri ve parıltıları hoyratça parçaladı.
Darbeci Başı, sus artık! “B
azı yerlerde kurbanların ‘vahşet halinde’ kesildiğini belirten Darbeci Başı, bu durumu ‘hunharlık’ (zalimlik, kan dökücülük) kelimesiyle niteledi.” (Hürriyet Gazetesi, Ege Eki, 10 Aralık 2008) Haber bu. Darbeci Başı yazılan yerde ‘paşamızın’ adı yazılıdır. Şimdi onun ‘erdemli’ davranışlarına kısa bir göz atalım ve bir kez daha tanıyalım: 70’li yılların ortası... Darbeci Başı Paşamız ülkemizde gerçek iktidarı elinde bulunduran birkaç üst düzey generalden biridir. Süleyman Demirel başkanlığındaki Milliyetçi Cephe Hükümetleri zamanında iyice güçlendirilen (Demirel’in polisin yardımcısı dediği) paramiliter güçler (Ülkücü Gençlik adı altında) sahneye çıkmıştır artık. Sendikacılar, gazeteciler, öğretmeler… Seri halinde öldürülmeye başlanır. Günde bir iki olan ölü sayısı giderek artar, 77lerde 5’e, 6’ya, sonralarına doğru 10’un üzerine çıkar. Sırada kitle katliamları vardır, meyvenin olgulaşması için… Artık insanlar değil geceleri, gündüzleri bile sokağa çıkamaz olmuşlardır. Kentler mahalle mahalle, sokak sokak işgal edilmiştir. Köylerde bile kahvehaneler ayrılmıştır. Hayır! Bunlar kaotik bir ortamda gelişen kendiliğinden olaylar değil. Bunlar zamanın ABD hükümeti -temsilen Pentagon ve CIA-, Türkiye yerli burjuvazisi, en tepedeki generaller, MİT, Polis ve kimi medyanın ortaklaşa hazırlayıp uygulamaya koydukları faşist planının aşamalarıdır. Katliamlar 12 Eylül Askeri Darbesi’ne giden yolun istasyonlarıdır. İşte bu planın uygulayıcılarının en başında yukarıda beyanatını okuduğunuz darbeci başı vardır. Bireysel cinayetlerden kitlesel kıyımlara geçilmeden önce Darbeci Başı Türkiye Gladio’sunun başındadır. 1 Mayıs katliamından sonra kara kuvvetleri komutanlığına getirilir. Genelkurmay başkanlığına gelişinden 9 gün sonra ordu malı bombalarla 16 Mart’ta İstanbul Üniversitesi katliamı gerçekleştirilir. Bombaları atanları takip eden polislere şefleri engel olur. Hunharca boğazlanan 7 TİP’li öğrencinin katillerine darbeden sonra yurtdışında görevler verilir. Kahramanmaraş ve Çorum katliamlarının CIA ve MİT öncülüğünde, paramiliter güçler tarafından gerçekleştirildiği konusunda bugün kuşku yoktur artık. Ülkede gerçek iktidarı elinde bulunduran generaller, ellerinde CIA ve MOSSAD’la ortaklaşa çalışan MİT ve diğer istihbarat örgütleri olduğu halde gerçek katilleri bir türlü yakalamamaktadırlar. (İnsanın kendi
30
kendini yakalamasını beklemek düşüncesi abesle iştigaldir kuşkusuz.) Darbeden sonra birkaç bireysel cinayetin katili elle konmuş gibi yakalanıvermişti. Kuşkusuz bunlar çizmeyi aşan katillerdi ve göstermelik olarak tutuklanmışlardı. Darbeci başının iktidarı süresince 650 bin kişi gözaltına alınıp günlerce, aylarca, hatta yıllarca işkence edildi. O işkencelerden dolayı hala tedavi gören ve sakatlanan insanlara çevrenizde sıkça rastlayabilirsiniz. Hapishanede işkence ile öldürülemeyenlerin bir kısmı darağacına gönderildi. Yaşı yetmeyenlerin yaşı büyütülerek kanuna -hukuka değiluyduruldu.
İkiyüzlülüğün böylesi
Öldürdükleri insanların yakınlarının gözlerinin içine baka baka ve işkence mağduru on binlerce insan hâlâ yaşıyorken, Darbeci Başı’nın kimi kurban kesenleri vahşi ve hunhar olarak nitelemesine verilecek bir ad bulamıyor ve ‘Pes!’ diyorum ikiyüzlülüğün böylesine. Öyle ‘kargaşalık vardı, müdahale ettik’ havasını kimse yutmuyor. Darbenin biçimlendirdiği toplumsal yapı, içinde bulunduğumuz şu anki yapıdır ve ta o günlerden hesaplanarak kotarılmıştır. Bugün özgürlüklerin kısıtlılığının, sendikaların ve derneklerin işlevsizleştirilişinin, ılımlı -kime göreİslam’ın iktidar olmasının, yolsuzlukların, dolar milyarderlerinin çığ gibi büyümesine karşılık 15 milyondan fazla insanın açlık sınırının altında yaşamasının, Kürt sorununun yaratılması ve çözümsüz bırakılmasının, ABD’ye ümüğümüzden bağlı olmamızın, eğitimin yozlaştırılması ve apolitik bir gençliğin inşasının, her şeyi üreten emekçinin her şeyden mahrum olmasının, lüks caddelerde çöp bidonlarını karıştıran insanların yanından hızla gelip geçen 300 beygirlik, kalın tekerlekli ciplerin ve daha birçok pisliğin, mafyalaşmanın, ahlaksızlığın, çürümüşlüğün ve her türlü melanetin ardında 12 Eylül Askeri Darbesi ve onun elebaşları bulunmaktadır… Zenginin, güçlünün muteber sayıldığı; fakirin, garibin potansiyel suçlu görüldüğü toplumumuz 12 Eylülcülerin eseridir. Dünyada gelir dağılımının en adaletsiz olduğu ülkelerden birisi olmamız da bu generallerin eseridir. Şeref duysunlar eserleriyle. Şe-ref-liler… Tüm bunlar ortada iken inancı gereği kurban kesen, bunu yaparken de bazı kurallara uymayan kimi insanlarımızın yaptıklarının milyonlarca katını
kendi insanına yapmış olan birinin erdem dersi vermesi insanın kanını donduruyor. Üstelik o bunları hayvanların çektiği acılar ve çevre kirlenmesi nedeni ile değil, daha çok Avrupa’ya ayıp olacağı için söylemiş; demecin bütünü okununca bu sonuç çıkıyor. Darbeci Başı son günlerde sık sık kendini aklamaya çalışıyor. 8.11.2008 tarihli Hürriyet gazetesinde Vahap Munyar’ın yazdığına göre, Hürriyet’in sorularını şöyle yanıtlamış: “İşkenceyle bir insan öldürülmüşse, o derece bir eza, cefa görmüşse çok korkunç bir şey. Bunu onaylamak mümkün değil. Ama ne yaparsınız ki, oradaki insanlar bunu yapabiliyorlar… (12 Eylül döneminde) İşkence olmamıştır diyemem, olmuştur. Bu bizim kontrolümüzde değildi ki. Orada cezaevlerinin başında görevliler aynen duruyordu. Biz onları alıp da yenisini vermedik. Polis, aynı polis. Yapmışlarsa onları ilgilendirir. Oradaki idarecilerin, sıkıyönetim komutanlarının bunu takip etmeleri lazımdı…” Yalanları birbiri ardına sıralamış, inanacak var gibi. Geçmişini bilmeyen onu hümanist bile sayabilir. Polisler aynı polisse neden kendileri zamanında böyle yoğun bir işkenceyi başlattıklarını soracağımızı akıl edemiyor. Suçu kendisinden aşağıdaki komutanlara atıyor. Darbe yaparak koskoca ülkeyi tir tir titreten generale yakışır mı böyle bir iira? “Yaptımsa ben yaptım, size ne?!” dese ne olacak sanki? Şunu dese belki biraz anlayabiliriz: “Yahu biz CIA ve büyük patronlar ne dediyse onu yaptık. Sizin efendilerinizdik; ama onların emir kuluyduk. Yaptıklarımızda bir kusur olup olmadığını ben bilmiyordum, suç varsa onlara sorun. Netekim özür dileyecekse onlar dilesin…” Bir türlü kabuk bağlamayan yaralarımızı o kanlı elleriyle hâlâ deşeliyorlar. Onlar zaten pentagon generallerinin çavuşu, patronların bekçisiydi. En azından benim ve birçok insanın gözünde öyleydi. Beyazıt Meydanı’nda
katlettiği gençlerden birisi benim öğrencim Hatice Özen’di. Gülünce yanaklarında gamzeler açar, gözleri menevişlenirdi. Diğerlerinin de pek farklı olduklarını sanmıyorum. 12 Eylülcülerin kanlı elleri o gülücükleri ve parıltıları hoyratça parçaladı. Biricik suçu insan olmak, kokuşmuş düzeninize karşı durmak olan bir arkadaşıma 1,5 yıl işkence yaptılar. Hâlâ doğru dürüst yürüyemiyor ve çok acı çekiyor. Düşündükçe onlarla beraber her gün ölüyor ve acı çekiyorum. Hapiste yatan insanların aç ve açıkta kalan çocuklarına komşuları ve yakınları ekmek götürmekten korkardı onların… (Yazacak sözcük bulamıyorum…) Ahlak yoksunu insanların kendilerini temiz göstermek dürtüsüyle durmadan başkalarının ahlaksızlığından dem vurmaları gibi, onlar da başkalarının vahşet ve hunharlığından söz ediyor iki de bir. Onları hiç mi hiç unutmayacağız, unutturmayacağız…
SERHAT ÖZCAN ‘İt gibi çalışmak’ deyimi, it gibi önüne atılan artıklardan beslenip, buna şükredip, biat etmeyi içermez...
O
Üçbuçuktan dört!..
laylar karşısında şaşkınlıklarını üzerinden atamayıp algıları ve refleksleri zayıflayan kişi ve toplumlar, halk arasında ‘üzerine ölü toprağı serpilmiş’ deyimiyle tanımlanır. Toplumun dinamiklerini etkisiz hale getirmeye çalışan kapitalist sistem, topluma sürekli dehşet, korku, çaresizlik, karanlık bir gelecek pompalarken, emekçi kitlelere de maneviyat, kadercilik, biat, öngörür. Sosyal, sendikal, bütün haklarından yoksunlaştırılmış ve tamamen işadamının iki dudağı arasına bırakılmış gelecekleriyle, emekçi yığınlar sürekli tavize zorlanmış, böylece yoksullaştırılarak, onursuzlaşmaktan başka seçenek bırakılmamıştır. Verilen sözüm ona yardımlar, gelecek seçimlerin garantisi olarak görülürken, en acı olanı da bütün bir toplumu, bu kişiliksiz oluşumun bir parçası olarak görmeleridir. Oysa dalga dalga ufukta beliren emekçi direnişlerinin, Tsunami’ye dönüşebileceği olasılığına kahkahayla gülüp dalgasını geçenler, ezilenlerin öesini algılamayanlar, kıvılcıma dünyanın bedeli en pahalı benzinini döktüklerini göremeyenlerdir. *** İşçinin çığlığını duymayan kulaklar, biat ettikleri emperyalist güçlerin seslerinden rahatsızlık duyup programlarını iptal etmektedir. Bu arada kayıtsız şartsız, tek amaçları seçim kazanmak olan sermayedar iktidar, eline geçirdiği kamu kurumlarını ve kendi çıkarları doğrultusunda siyasallaştırdığı bir kısım yargıyı da kullanmak suretiyle, ülkenin dört bir yanında kan dökülmesini de göze alarak amacına ulaşmak için, durmadan, durdurulamadan yoluna devam etmektedir. *** Hep yeni yıla girerken geçen yılların analizleri yapılır. Ve bu ülkede analizler pek değişmez. Hortumlar, soygunlar, engellemeler, cezaevleri, yargı, derin
devlet, eğitim, sağlık, açlık, işsizlik, iş cinayetleri, mafya hesaplaşmaları, muhalefet baskıları, şıklar-rüküşler ve de yılın sporcuları. Günler demlenir gündem olur yani. *** Yıllarca hiç bir şey değişmez. Her siyasi memnuniyetsizdir. Ama her siyasi de taliptir yönetime. Ülke büyük bir değişim içinde. Değişimi gelişim gibi gösterme çabaları boşunadır. Yurdun her tarafını ele geçirmiş tarikatlar ve cemaatlerdeki yaşam, Özal dönemi arsızlığını katlamış, uzaktan kumandalı mobilyalardan, bir düğmeyle havuza dönüşebilen yatak odalarına ve çılgın iç çamaşırı fantezilerine kadar sapıtmaya başlamıştır. ‘Arap modeli’ yaşamı benimseyen yeni dönem zengini dolar milyarderleri, pervasız çok kadınlı yaşamlarını dinlerinin bir gereği sayarken, parkta el ele oturan gençleri de, belediye militanı görevlilere ve ele geçirmeyi başardıkları güvenlik güçlerine acımasızca dövdürtmüşlerdir. Özellikle Anadolu’da kültür merkezlerindeki etkinliklerin belirleyicisi sanatçılar değil, yandaş gazetelerin patronları ve yazarları olmuştur. Anadolu’nun birçok kentlerinde çok yıldızlı otel, lokanta ve lokallerde, sözüm ona ‘mahalle baskısı’yla içki yasağı başlatılmıştır. *** Kendileri dışında ‘öteki’lerin hiç birinin yaşam hakkı kalmamıştır ve dahi katli vaciptir. Muhalifler üzerindeki korkunç baskı, yeni emniyet yasalarıyla, yolda,
vapurda, takside, vatandaşa potansiyel suçlu muamelesini reva görürken, aslında gösterilen, aba altından sopadır. Ergenekon davasına boncuk bulmuş gibi atlayan yandaş dinci medya, ‘Deniz Feneri e.v.’ davasını iiracılara mal etmeye çalışırken, iira atmaktan da, dinen ve vicdanen en ufak bir rahatsızlık hissetmemişlerdir. *** Tuzla cinayetleri yapanın yanına kâr kalırken, ‘slikozis’ hastaları yok sayılmaya devam edilmiştir. Jet dolandırıcılar jet yasalarla servetleriyle kavuşturulurken, neden yattığını bilmeyen bir sürü muhalif vatandaşın davaları da henüz kaplumbağa hızına ulaşamamıştır. Cezaevlerinde siyasi mahkumlar, çağdışı bir yaşama, baskıya, işkenceye ve ölüme direnmeye çabalarken, mafya koğuşlarındaki oturak alemlerini sağır sultan bile duymuştur. Filistinli çocukların yaşamı hiçe sayarken, din tacirleri Gazze’de ölen yüzlerce insanın ölümünü bütün dünya gibi seyrediyor. Ilımlı açıklamalarla büyüklerini kızdırmamaya gayret gösteren ve Büyük Ortadoğu projesinin (BOP) eşbaşkanı olmakla övünen yetkililer, İsrailli iş adamlarıyla kol kola yeni projelere imza atıyor. İsrail’in ‘savunma hakkı’ dediği, ‘güç dengeleri tek taraflı savaş’, egemenlerce alkışlanırken, Irak’ın savunma hakkı ve gittikçe artan direnişi görmezden geliniyor. *** Dizi setlerindeki çalışma koşulları
artık geliyorum diyen cinayetlere, iş kazalarına yol açmaya başlamıştır. Sanat emekçilerinin sanatın tüm dallarında entelektüel tartışmalar dışında, çalışanların hakları konusunda bir araya gelip, acil önlemler geliştirmeleri zorunludur. Çünkü ülkeler zor dönemlerden geçerken, sanatçılar hep muhalif konumlarını koruyarak, kitlelerin umudunu hiç söndürmeden geleceğe taşımak görevini üstlenmişlerdir. *** Ve bu gün o gündür. Şarlatanlık, dalkavukluk sanatın ve sanatçının işi değildir. Sanatın toplumsal rolü, emekçilerle omuz omuza ateşleyici bir hak ve özgürlük mücadelesi içinde yol alınması gereken bir zorunluluktur. Yanında yer almadığınız yığınlar, ‘saray soytarısı ve burjuva yalakası’ ilkesiz sanatı ve sanatçıyı gün gelip dışlayacaktır. İşimizi ülke gerçeklerinin dışında ve kendimizi yıldızlarda görmeyi sürdürürsek, alçak gönüllülüğünü yitirmiş her birey gibi, bizler de bitmeye mahkumuz. Farkında olan olmayan tüm dostlarımı uyarmayı borç bilirim. Ve gelelim üç buçuktan dörde. *** Üç buçuktan dörttür yaşam. Ya korkudan üç buçuk atarsın. Ya da dört dörtlük yaşarsın. Neyzen Tevfik. *** Onur ya da onursuzluğu kabullenebilmektir artık çözüm. Ve hiçbir insana yakıştıramam onursuzluğu. ‘İt gibi çalışmak’ deyimi, it gibi önüne atılan artıklardan beslenip, buna şükredip, biat etmeyi içermez. Alınıp satılan maldır, insan olmamalı. Herkesin, her kesimin, karar verme zamanıdır. Üç buçuk mu?.. Dört mü?.. Yeni yılı umduğunuza dönüştürmeniz umuduyla. Sağlıkla, sevgiyle, barış ve mutlulukla yaşamanız dileğiyle!..
Duyurular...
Dergimizde yeni bir editoryal düzene geçiyoruz. Dolayısıyla, bundan sonra RED’e yazı yollamak isteyen dostlarımızın, editor@redciyiz.biz adresini kullanmasını rica ediyoruz... Bu editoryal düzenle birlikte, çıkışı zaman zaman geciken dergimizin daha düzenli bir biçimde, her ayın başında bayilerde olacağını umuyoruz... Dağıtımla ilgili de pek çok şikayet alıyoruz. Pek çok okurumuz, RED’i merkezi bayilerde bulamadığını söyleyen mesajlar yolluyor. Dergimiz her kente ulaşıyor; ancak zaman zaman, bizim yazdıklarımızdan hoşlanmayan bayilerin dergiye ‘Yok’ dediğini biliyoruz. Aslında bu bir suç teşkil ediyor. Dolayısıyla, her okurumuzun dağıtım konusunda bize yardımcı olmasını, kentlerde dergimizin bulunmadığı ama bulunması gereken en merkezi bayileri ve tabii dergimizi inatla saklayıp ‘Yok’ diyen bayileri dagitim@redciyiz.biz adresine bildirmelerini rica ediyoruz. Dostlukla... mSayı 28, Ocak 2009, Aylık süreli yayındır mYayımcı: LM Basın Yayın Ltd. Şti. mİmtiyaz Sahibi: Tuncay Akgün mYazıişleri Müdürü: Hakan Gülseven mMüessese Müdürü: Ali Yavuz mTel: 0212 292 95 65 (4 hat) mFaks: 0212 245 38 06 mAbonelik: 0212 292 95 65 mBaskı: LeMan Matbaası, Alüminyumcular Sanayi Sitesi C-5 Blok No: 7-8 Hadımköy/İST. Tel: 0212 858 00 93 (Pbx) mGenel Dağıtım: D.P.P. A.Ş. mAdres: İmam Adnan Sok. No: 14 Beyoğlu / İstanbul
31
ÜMİT DERTLİ
udertli@redciyiz.biz
Müthiş bir öfke mayalanıyor ezilenlerin bağrında, bir enerji birikiyor ki, bin atom bombası kuvvetinde, bu köhnemiş patronlar düzenini yerle yeksan edecek ve yepyeni bir dünya kuracak bir enerji…
Umudumuzu besleyen cevahir i
stanbul Küçükköy’de yıkık dökük bir gecekondu. Silikozis hastalığına yakalanmış bir kot kumlama işçisinin, Murat Abi’nin evi burası. Murat Abi, artık çalışamıyor, akciğerleri iflas etmiş, ölümcül bir hastalığın ve dahası yoksulluğun, çaresizliğin pençesinde. Aynı durumda pek çok hasta işçi var, ve bunlar bir araya gelmiş, haklarını aramak için, bu lanet hastalığa yakalanmalarına sebep olan patronlardan hesap sormak için mücadele ediyorlar. Biz de bu mücadeleye destek olmak ve hasta işçilerin acilen ihtiyaç duydukları oksijen tüpü ve solunum cihazlarını tedarik etmek üzere başlattığımız faaliyet çerçevesinde, Gaziosmanpaşa Emek Platformundan bazı sendika, kitle örgütü ve parti temsilcileriyle birlikte Murat Abi’yi ziyaret ediyoruz, ona solunum cihazı ve oksijen tüpü getirdik. Oturma odasının duvarında ‘üç hilal’li, ‘bozkurt’lu, ‘Ezan Dinmez, Bayrak İnmez’ yazılı, çerçeveli bir MHP bayrağı asılı. Hepimizin dikkatini çekiyor bu bayrak, DTP ilçe başkanı da aramızda ve ilk o giriyor konuya. Türk, Kürt bütün emekçilerin kardeş olduğundan, milli ve dini ayrımların emekçileri bölerek patronların elini güçlendirdiğinden söz ediyor. Murat Abi mahcup bir şekilde “Keşke indirseydim bayrağı,” diyor. Mahcup olmaması gerektiğini, bunun bizim için sorun olmadığını söylüyoruz. “Türk Kürt, Alevi Sünni, hatta ‘sağcı’ ‘solcu’ ayrımlarının ötesinde esas ayrım ezenler ve ezilenler yani patronlar ve işçiler arasındaki ayrımdır. Biz her zaman ezilenlerin, işçilerin tarafındayız. Sen de o vahşi sömürü düzeninin sahibi patronlar tarafından hayatı karartılmış bir işçisin ve seni bu hale koyanlardan, en temel sağlık giderlerini bile karşılamayan devletten, patronların devletinden bunun hesabını sormak istiyorsun, esas olan da bu.” diyoruz. Duygulanıyor Murat Abi, “Bu lanet hastalığa sevineyim mi üzüleyim mi bilmiyorum,” diyor, “Bu hastalık olmasaydı, sizi düşman bilmeye devam ederdim, değil evime almak mahalleye bile sokmazdım. Onca yıl birlikte olduğum MHP’liler ben bu hale düştükten sonra kapımı dahi çalmadılar ama düşman bellediğim sizler, solcular, devrimciler destek veriyorsunuz bizim mücadelemize, terörist bellediğim DTP destek veriyor, gözüm açıldı, Allah razı olsun…” Hasta ziyareti kısa olur, kucaklaşıp ayrılıyoruz.
Kot işçilerine destek amacıyla düzenlenen dayanışma gecesinde tekrar karşılaşıyoruz Murat Abi’yle. Anlatırken utanıyor, MHP’ye götürmüş gecenin biletlerinden, destek istemiş. Biletin görsel tasarımına ‘Türkiye’nin bölünmüş hali’ demişler ve almamışlar. “Şimdi daha da iyi anlıyorum,” diyor Murat Abi, “İşçiler ve patronlar var, işçilerin yanında olanlar var ve patronlara hizmet edenler var, geri kalan her şey kandırmaca.”
Öğreniyorlar...
Evet işçiler hayattan öğreniyorlar. Kum torbası yerine filikalara bindirilip denize atıldıkları tersanelerde, kullanılan kum ziyan olmasın diye daracık percereleri bile kapalı tutulan ve ciğerlerine yapışan kumlarla ölüme sürüklendikleri izbe kot taşlama atölyelerinde öğreniyorlar sermayenin gözünde kum kadar değerleri olmadığını. Sabahın alacasından gecenin karanlığına dek çalıştıkları toplama kampı gibi fabrikalarda öğreniyorlar. Aldıkları üç kuruşu kira ve faturalara dahi yetiremediklerinde, bebelerine süt, çocuklarına defter alacak parayı bulamadıklarında öğreniyorlar. En küçük hak taleplerinde dahi işten atılmayla, polis copuyla, jandarma dipçiğiyle karşılaştıklarında öğreniyorlar. İşsizlikten kırıldıklarında, çaldıkları her kapı suratlarına kapandığında, akşam eve ekmek götüremeyip de çocuklarını aç yatırdıklarında öğreniyorlar. Okul kapılarından, hastane kapılarından geri çevirildiklerinde öğreniyorlar. Öğreniyorlar ve bir daha unutmuyorlar. Sineye çekiyorlar belki şimdilik, dişlerini, yumruklarını sıkıp
kahrediyorlar. O sıkılı yumruklarını patronların ve onların düzeninin tepesine balyoz gibi indirmiyorlar henüz, ‘taç bir yana taht bir yana’ savrulmuyor. Ama öğreniyorlar ve kollektif hafızalarına yazıyorlar ve unutmuyorlar ve biriktiriyorlar. Müthiş bir öfke mayalanıyor ezilenlerin bağrında, bir enerji birikiyor ki, bin atom bombası kuvvetinde, bu köhnemiş patronlar düzenini yerle yeksan edecek ve yepyeni bir dünya kuracak bir enerji… Ve fakat patronlar ve onların hizmetkarları, kâr hırsıyla gözleri dönmüş, alttan alta biriken, büyüyen bu muazzam öfkeyi görmüyorlar. Görseler bile pek dikkate almıyorlar, çünkü emekçilerde biriken öfkeyi bugüne dek bir şekilde boşaltıp savuşturmuşlar. Ezilenleri saçma, tali, çoğu zaman sahte bir takım ayrımlar üzerinden bölerek, birbirlerine düşürerek, sendikacı dedikleri siyasetçi dedikleri bir takım dalavera ve ihanet şebekeleri aracılığıyla işçilerin bir kesimini adeta sus payıyla satın alarak, hedef saptırarak, yoksulları düşkünleştirerek, dilencileştirerek, haysiyetsizleştirerek biriken büyük öfke ve enerjinin örgütlü ve bilinçli bir şekilde doğru hedeflerin tepesinde patlamasının önünü almışlar. Gerçi hâlâ tepelerinde bir ‘sosyal patlama’ heyulası dolanıyor, bir güvenlik kaygısı baş göstermiş ama bunu da çok uzak ve küçük bir ihtimal olarak görüyorlar. Bu yüzden bu kadar rahat, bu kadar pervasız insan eti yeyip insan kanı içmeye devam etmekteler. O yüzdendir Başbakan’ın ‘hamdolsun’ları, ‘kriz bize teğet geçti’leri. Kriz şimdilik teğet geçiyor onlara, şimdilik yükü
emekçilerin sırtına yükleyebiliyorlar. Lükslerinden, konforlarından, ayrıcalıklarından feragat etmiyor patronlar. Sıpalarına yüz milyarlık cip hediye edebilmek ve hafta sonu Paris’e alışverişe gidebilmekten, geri kalmıyorlar. Ekonomi dendiğinde akıllarına borsa endeksleri, döviz kurları, büyüme rakamları falan geliyor. Yaygın açlık bir ekonomik gösterge değil zira bu obez vampirler için. Siyaset dedin mi de seçimde aldıkları oy oranları geliyor, saçma sapan ‘rejim tartışmaları’ geliyor, Obama geliyor, emekçilere söylenecek yalanlar, komplo senaryoları, kardeşi kardeşe düşürme planları geliyor bunların aklına. Ve onları teğet geçen kriz, sefalet ücreti olup, işten atılma olup, açlık olup gelip yoksulların ortasına düşüyor bir ateş topu gibi. Ve eğer emekçiler ilk şoku atlatıp çabucak derlenerek, patronlara ve onların düzenine karşı işçi sınıfı ordusunun saflarını sıklaştırabilirlerse, kollektif bilinçlerinde birikip mayalanan o öfkeyi direnişe, barikata, greve dönüştürebilirlerse, bu kriz dönüp patronları bu kez değil teğet geçmek, iki kaşlarının arasından vuracak. İşlerini ve ekmeklerini kaybetmeme mücadelesinin işgal, barikat ve direnişleri fabrikalardan işçi havzalarına, oralardan varoşlara yayılabilir ve bütün bir baldırıçıplaklar ordusu ayağa kalkabilirse, asıl kriz işte o zaman başlayacak patronlar için. Ve o zaman, ne resmi ve gayri resmi güvenlik teşkilatları, ne evlerinin çevresine yaptırdıkları yüksek duvarlar, dikenli teller, ne Kuran’a el basmaları, hakikatin üzerine örttükleri ‘türban’lar, ne can korkusuyla pencerelerine asacakları bayraklar, vatan millet nutukları… Hiçbir şey hafifletemeyecek ‘krizin etkileri’ni. Sosyal patlama neymiş o zaman görecekler. Dedik ya, bin atom bombası kuvvetinde olacak o patlama... Çok mu iyimseriz? Hayır, ama fazlasıyla umutluyuz. Murat Abi’nin ölümcül bir hastalık pahasına öğrendiği, işçilerin iliklerine dek sömürülerek, iş cinayetlerinde can vererek, işsiz kalma korkusuyla kölelik koşullarında çalışarak, işsiz kalarak, aç kalarak öğrendikleri, yaşayarak öğrendikleri o en temel hakikat, biriktiriyor o öfkeyi biliyoruz. Sınıf kini diyoruz buna. Umudumuzu ve inancımızı besleyen cevahir budur. Dahası ilk kıvılcımlar da çakmaya başladı…