28_

Page 1

“Torba” taşeronu meşrulaştırıyor!

“Kamulaştırma” istiyorlar, biz de!

“Kamuda hangi işlerin taşerona verileceğini Bakanlar Kurulu belirleyecek” maddesine göre, önümüzdeki dönemde “taşeron doktor, öğretmen” geliyor. › 08

İş cinayetlerinin nedenlerini sıralarken, “taşeronlaşma ve özelleştirme” öne çıktı. İşçilerce bu iki konuda iki talep ileri sürüldü: Taşerona son verilsin, madenler kamulaştırılsın! › 09

İşçilerin Sesi

İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır

ISSN: 2147-1568 Temmuz 2014 / Sayı 28 Fiyatı: 1.5 TL

Sivas’ı unutan IŞİD’e kapı aralar Aralarında Aziz Nesin’in de bulunduğu pek çok yazar, sanatçı ve fikir insanı dönemin Sivas valisi Ahmet Karabilgin’in özel davetlisi olarak Sivas’a geldi. Ancak bu çağrıya rağmen, Sivas’a gelenler devlet tarafından korunmadı. Kültürel amaçla Sivas’ta bulunan davetliler, İslamo-faşist binlerce kişi tarafından önce taşlandı, ardından yakıldı. Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok ve Hasret Gültekin’in de dahil 35 kişi yanarak yaşamını yitirdi. Aziz Nesin’in de bulunduğu 51 kişi ise, kendi olanaklarıyla ama ağır yaralarla kurtuldu. İtfaiye merdiveniyle kurtarılmaya çalışılan Aziz Nesin, merdivendeki belediye görevlisi tarafından darp edildi. › 05

Dünya Kupası’nı kim kazanacak? FIFA, 2014 Dünya Kupası’nın yaklaşık 4,5 milyar dolarlık bir geliri olacağını öngördüğünü resmi sitesinde açıkladı. Bu gelirde en büyük pay (yüzde 60) TV kanallarından, geri kalanı ise, sponsorlardan (Coca Cola, Hyundai-Kia Motors, Sony, VISA vs.) sağlanıyor. FİFA’nın resmi kârının 2,5 milyar dolar olacağı da öngörülmüş. Brezilya’ya 1 milyar dolar (yatırımları için) veriliyor. Dünya Kupasında kaybeden Brezilyalı emekçiler ve yoksullar olacak, kazanan ise, FİFA başta olmak üzere Brezilyalı sermaye çevreleri ve sponsor olan uluslararası dev şirketler olacak. › 11

Haklar ve özgürlükler mücadeleyle kazanılır!

Halkların Demokratik Partisi üçüncü bir seçenek yaratmak istiyorsa, yüzünü sosyalist sola ve işçi hareketine dönmelidir. Sonuç olarak, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sadece bir seçim olmadığı daha ilk günden belli oldu. Emekçiler bu seçimlere sınıf çıkarlarını ifade edecek bir adayla katılmıyor. AKP ve CHP/MHP adaylarına mahkum olmadığımızı ifade etmek üzere HDP adayı Selahaddin Demirtaş’a oy vereceğiz. › 02

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olabilmek için ileri sürülen şartlara bakıldığında, oy verebilen her yurttaşın, aynı zamanda aday olabilme şansının olmadığı görülecektir. Bu sadece yaşla sınırlı bir engel değildir. Yüksek okul mezunu olmak bir yana en az 20 milletvekilinin imzası ile adaylık başvurusu yapabilme şartı, işçilerin, emekçilerin mevcut koşullarda aday olma ihtimalini ortadan kaldırıyor. › 03

Türkiye sosyalist hareketi uzun zamandır kendine ait olmayan güçlerle sosyalist siyaset yapmaya çalışıyor. Oysa ki, bırakın sosyalist siyaseti eğer işçi sınıfının devrimci siyasi bir gücü yoksa demokratik bir siyaset bile yapamazsınız. Burjuvazinin farklı güçlerine dayanarak demokratik siyaset yaptığımızı sadece sanabiliriz. Çünkü sonuçta başarılı olunsa bile, burjuvazinin bir farklı fraksiyonu güçlenerek karşımıza dikilecektir. › 03


2

İşçilerin Sesi

Biz kimiz? Ne istiyoruz? Ne için mücadele ediyoruz? Bugün dünyaya egemen olan anlayış, sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan ayrımcılıktan uzak yeni xxxxxxxxxxxxx bir toplum olmalı; bu da komünizmdir. Rusya’da 1917 Ekim işçi devriminden kısa bir süre sonra, Doğu Avrupa, Çin ve Küba’da daha en başından itibaren “işçi sınıfı ve komünizm” adına yaşananlar işçi sınıfının çıkarlarından uzak, bürokratik ve yozlaşmış rejim deneyimleri olmuştur. Bu rejimlerle işçi demokrasisinin ve komünizmin doğrudan ilgisi yoktur. Komünizm işçi sınıfı ideolojisidir. Onun tarafından ve dünya seviyesinde inşa edilebilir. İşçilerin Sesi gazetesi, insanlığın kurtuluşu olan komünizmi kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezme-ezilme ilişkisinden ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlar. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını savunur. İşçilerin Sesi gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara, burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır. İşçilerin Sesi gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız demokratik ve şeffaf olmalarını savunur. İşçileri ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişek işçi hareketi eliyle işçilerin öz örgütü haline gelmesine çalışır. İşçilerin Sesi gazetesi işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Tüm işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak enternasyonalist komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir komünist enternasyonalin inşası demektir. İşçilerin Sesi gazetesinin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır. Enternasyonalist komünisttir.

İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi Aylık süreli siyasi yayın Tarih: Temmuz 2014 Sayı 28, Baskı: Yön Matbaacılık, Davutpaşa Cad. Güven San. Sitesi B Blok, No 366 Topkapı İstanbul. Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi (Kemal C. Saraıoğlu) Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Söğütlüçeşme cad. Tulumbacı Asım Sokak Korular İş Hanı No 2/48 Kadıköy / İstanbul web: iscilerinsesi.org email: iscilerinsesi@gmail.com

Temmuz 2014/28

Erdoğan’a cesaret veren bonzai değil, büyük sermayedir!

T

ürkiye tarihinin en siyasi cumhurbaşkanlığı seçimlerinden biriyle karşı karşıyayız. Kuşkusuz her seçimde siyasi tercihlerimiz önem taşıyor. Ancak bu kez, 12 yıllık iktidarını bir 5 yıl daha ve mümkünse ikinci 5 yılla birlikte 22 yıla çıkartmak isteyen bir başbakanla karşı karşıyayız! Tayyip Erdoğan cumhuriyet tarihinde siyasi karar verici olarak tek başına en uzun iktidarda kalan lider unvanını almak üzere. Bu süre, aradan geçen yılları kamuoyuna “demokrasi, sandık, millet iradesi”nin tecellisi olarak sunuldu. Hem AKP iktidarından nemalanan zenginleşen sermaye çevreleri hem de iktidarın himayesine mahkum bırakılan yoksul kitleler seçeneklerini zorunlu olarak AKP’den, Tayyip Erdoğan’dan yaptılar. Her şeyi seçimler ve sandık ölçüsüyle tartan Erdoğan, bize uzattığı ipi kendi ellerimizle boynumuza geçirmemiz konusunda büyük bir ısrar içinde. Bu ısrarın kişisel ihtiras, iktidar düşkünlüğü içerdiği muhakkak olsa da, ona esas gücünü veren son 12 yılda giderek büyüyen sermaye çevreleridir. Bu sermaye çevreleri, basın kuruluşları, ihracatçılar, bankalar ve borsa şirketleri açık ya da gizli her türlü yoldan el birliğiyle Tayyip Erdoğan’a destek veriyorlar. Çünkü onun sayesinde Ortadoğu, Kuzey Afrika, Orta Asya Türki Cumhuriyetler ve Avrupa’da yeni pazarlara kavuşabiliyorlar. Sadece Rıza Sarraf’ın varlığı bile, Türk burjuvazisinin İran ve Ortadoğu’da ne derece deli paralara hükmettiğini, mafya ve hükümet kadrolarının, bakanların bu kişilere nasıl yardımcı olduğu; elde edilen kirli paranın kamu bankaları (Halk Bankası) aracılığıyla akladığını bize gösteriyor. Tayyip Erdoğan’ın Ortadoğu’da ABD dahil kimi Batılı devletlere kafa tutacak cesareti bulmasında 75 milyonluk bir ülke, bu ülkedeki seçmenlerin yüzde 43’ünün desteği ve büyüme hırsıyla yanıp tutuşan ticaret, finans ve sanayi sermayesinin rolü var. Bütün mesele, giderek etkili olan bir cumhurbaşkanını ABD başta olmak üzere Batılı devletler istemiyorlar. Ortadoğu’da kendilerine

kafa tutacak güçte bir devlet veya siyasi figür istemiyorlar. Cumhurbaşkanlığı seçimleri bu nedenle hem ülke içindeki iktidar ilişkilerini hem de uluslararası ilişkileri etkileyecektir. Bu seçimler, Aralık’tan beri dağılmakta olan iktidar bloğunu yeniden düzenleyecek hem de şefini belirleyecektir. Yine bu nedenle seçimler AKP ile muhalefetin beş partisi arasında geçmektedir. Tayyip Erdoğan koalisyonu yeni ve büyüyen sermaye çevrelerini temsil ederken, profilini siyasal İslam olarak seçiyor. CHP/MHP bloğu ise, kaybedenler kulübü olarak geçmiş ulusalcı iktidar ilişkilerini ve kaybettikleri ekonomik gücü geri kazanmak üzere hareket ediyor. Bu seçimlerde ne taşeron yasası, ne asgari ücret, ne işsizlik ne kadın cinayetleri ve Kürt sorunu gündeme alınıyor. Varsa yoksa kimin seçileceğidir. Halkın eğitim, sağlık, ulaşım, konut sorunları hiç dile gelmemektedir. Varsa yoksa seçimin nasıl kazanılacağıdır. İşçilerin, emekçilerin, işsizlerin kadınların, Kürtlerin, ekolojik yaşamın bu seçimlerde kendilerini ifade edecekleri seçenekler, bu nedenle ne Tayyip ne de beş partinin desteklediği Ekmeleddin olabilir. Ekmeleddin İhsanoğlu, yani CHP’nin MHP ile ortak adayı, kültürel ve siyasal olarak CHP’nin çok daha sağında yer alır. İhsanoğlu’nun aday olarak önerilmesinin ardından gelen tepkiler “hem ağlarım hem giderim” kıvamında olacaktır. Bu iki partinin karşısında, esas olarak Kürtlerin çıkarlarını korumak üzere aday olmuş; ancak bu hakları koruyabilmek için işçilerin, emekçilerin de haklarını ifade etmek zorunda olan HDP adayı Selahaddin Demirtaş bulunuyor. HDP, samimi olarak üçüncü bir seçenek yaratmak istiyorsa, yüzünü sosyalist sola ve işçi hareketine dönmelidir. Sonuç olarak, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sadece bir seçim olmadığı daha ilk günden belli oldu. Emekçiler bu seçimlere sınıf çıkarlarını ifade edecek bir adayla katılmıyor. AKP ve CHP/MHP adaylarına mahkum olmadığımızı ifade etmek üzere HDP adayı Selahaddin Demirtaş’a oy vereceğiz.


İşçilerin Sesi

Temmuz 2014/28

3

Cumhurbaşkanlığı seçimleri neden anti demokratiktir? Cumhurbaşkanı ilk kez halkoyuyla seçilecek. Halkın oy kullanarak cumhurbaşkanını belirleyecek olması, yapılacak seçimlerin demokratik olduğunun işareti midir?

1

0 Ağustos’ta ilk turu yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimleri, cumhurbaşkanını ilk kez halkoyuyla seçilmesine olanak veriyor. Halkın oy kullanarak cumhurbaşkanını belirleyecek olması, yapılacak seçimlerin demokratik olduğunun işareti midir? Demokrasi, “eşitlik” rejimi ise, bu seçimler (belediye ve milletvekili seçimlerden daha da bariz biçimde) eşitsizlikler içermektedir. Bu nedenle de demokratik değildir. Örneğin yerel seçimlerde ve milletvekili seçimlerinde (baraj bir yana bırakılırsa) aday olmanın önünde daha az engel bulunuyor. Bir işçi veya bir sosyalist, eğer isterse bir muhtar adayı bazen belediye meclisi üyesi, belediye başkanı veya milletvekili adayı olabilir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bu mümkün değildir. Halk oylaması demokrasinin ölçüsü mü? Çoğunlukla halkın oyuna başvurmak demokrasinin ölçüsü sayılır. Eğer bir konuda halkın oyuna başvuruyorsanız veya halkoyuyla seçim yapılıyorsa, sonucun demokratik olduğu varsayılır. Gerçekten öyle mi? Halkın oyuna başvurmak her zaman ve otomatik olarak demokrasinin ölçüsü değildir. Eğer böyle bir ölçü olsaydı, daha yeni seçim yaparak halkın yüzde 96 oyunu alarak seçilen Beşar Esad’da demokratik bir tercih olmuş olurdu. Ya da Mısır’ın yeni seçilen dar-

zer bir otoriterliği ve üstelik siyasal İslamcı temellerde yeniden inşa edebilmek için halk oylamasına gidiyor. 12 yıllık iktidarının ardından 5 yıllık bir cumhurbaşkanlığı, cumhuriyet tarihinin neredeyse beşte birinde siyasi tek lider olma özelliğini kazanmış olacaktır.

beci generali Sisi veya ondan önce seçilen Müslüman Kardeşler örgütünün lideri Muhammed Mursi ve bir önceki General Hüsnü Mübarek de seçim yoluyla iktidar olmaları sebebiyle “demokratik seçim” tercihleri olarak değerlendirmemiz gerekirdi. Fakat biliyoruz ki, bunlar birer diktatördü. Tayyip Erdoğan’ın da bütün otoriter rejimlerin liderleri gibi, sandıktan çıkana saygı gösterilmesi gerektiğini söylüyor olması hem tesadüf değil hem de demokrasiden yana olduğunun işareti değildir. 2014 seçimleri, 1982 seçimlerine benziyor Türkiye tarihinden örnek verecek

olursak, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden iki yıl sonra, 6 Kasım 1982’de yeni Anayasa için referandum yapıldı ve bu referandum sırasında Cumhurbaşkanı da seçildi. Darbeci General Kenan Evren, Anayasa oylamasıyla birlikte kendisini de oylattı (plebisit) ve yüzde 92 oyla seçtirdi. Anayasa referandumu ile cumhurbaşkanı seçimi bir arada yapılmış oldu. Kenan Evren, hem darbeci kimliğiyle hem de halkoyuyla seçilmiş bir cumhurbaşkanı olarak 2 yıl daha iktidar sahibi oldu ve böylece 12 Eylül rejiminin 9 yıl bekçiliğini yaptı. Şimdi de Tayyip Erdoğan, 12 Eylül gibi bir askeri rejimin otoriterliğinde olmasa da, seçilmesiyle birlikte ben-

Demokratik olmayan bir seçim Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olabilmek için ileri sürülen şartlara bakıldığında, oy verebilen her yurttaşın, aynı zamanda aday olabilme şansının olmadığı görülecektir. Bu sadece yaşla sınırlı bir engel değildir. Yüksek okul mezunu olmak bir yana en az 20 milletvekilinin imzası ile adaylık başvurusu yapabilme şartı, işçilerin, emekçilerin mevcut koşullarda aday olma ihtimalini ortadan kaldırıyor. Hatta parlamento dışındaki partilerin de, bağımsız milletvekillerinin de adaylığını engelliyor. Nitekim sadece 3 aday çıkabilmiştir. Selahaddin Demirtaş’ı saymazsak, iki adayın kişisel servetleri milyon dolarlarla ölçülmektedir! Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlık mevkiini bırakmadan aday çalışması yapabilecek olması ise, söz konusu çarpıklığı artıran bir etkendir. Dolayısıyla eşitsizliğin ve mülkiyetin kol gezdiği koşullarda yapılacak bu seçimler, demokratik değildir; halkın oy kullanmış olması, bir seçimi demokratik İS Haber yapmaya yetmemektedir.

Sosyalist sol ne yapacak?

S

osyalist solun bu seçimlerde işi bir hayli zor. Bir yandan bağımsız siyasi bir gücü yok, diğer yandan ‘kime oy vereceksin’ sorusuna da bir cevap vermek zorunluluğu var. Üstelik diğer seçimlerdeki gibi, şu veya bu biçimde kendini ifade edecek bir adaya da sahip değil. Aday sayısı az ve birinci turda ve ikinci turda giderek daha az tercih yapma şansı var. Üç aday arasından ikinci tura kalma şansı olmayan HDP’nin bu turda nasıl bir siyaset izleyeceğini ise, henüz bilmiyoruz. Bu konuda bir açıklama yapılmadı. Bu durumda sosyalistlerin oylarının rengi ne olmalı? Üç öneri… Her şeyden önce her iki turda da

CHP’nin adayına oy verecek sosyalist ve solcu pek az. Bu olumlu bir gelişme olarak kaydedilmeli. Bunun nedeni de HDP’nin adayının olmasıdır. HDP, sosyalist solun ilk turda rahat nefes almasını sağlayacaktır. Nitekim sosyalist solda karşımıza çıkan ilk seçenek, CHP’nin ‘sol’ muhalefetinde, Alevi çevrelerinde ve muhtemeldir HDP dışında kalan sosyalist parti, grup ve dergi çevrelerinde yaygın olarak tartışılan, CHP’nin adayından memnun olmayan çevrelerde yaygın olarak görülen ilk turda Demirtaş’a ikinci turda ‘AKP’nin karşısındaki adaya oy ver’ (İhsanoğlu’na ‘bas-geç’) eğilimidir. Solda en güçlü eğilim budur. Bu tutumu ileri sürenler, AKP’nin daha da güçlenmesinin önünü kesmek üzere, ikinci turda

AKP’nin karşısındaki adayı tercih ettiklerini söylüyorlar. Sosyalist solda ikinci tutum, ‘ilk turda Demirtaş, ikinci turda boykot’ çağrısıdır (örn. Kaldıraç dergisi böyle düşünüyor). Üçüncü tutum ise, ilk turdan itibaren ‘sandıkları boş bırak’ çağrısıdır. Boykot çağrısı yapan partiler arasında TKP 12. Kongre (bir kısım TKP’liler) var. … bir doğru Türkiye sosyalist hareketi uzun zamandır kendine ait olmayan güçlerle sosyalist siyaset yapmaya çalışıyor. Oysa ki, bırakın sosyalist siyaseti eğer işçi sınıfının devrimci siyasi bir gücü yoksa demokratik bir siyaset bile yapamazsınız. Burjuvazinin farklı güçlerine dayanarak demokratik siyaset yaptığımızı sadece sanabiliriz. Çünkü

sonuçta başarılı olunsa bile, burjuvazinin bir farklı fraksiyonu güçlenerek karşımıza dikilecektir. Bu nedenle de güçlerimizin sınırlarını bilerek siyaset yapmayı tercih ediyoruz. Yani, büyük burjuvazinin kampları arasında sıkışıp kalmadan onlara karşı tutum aldığımızı gösterecek bir adaya oy verebiliriz. Selahaddin Demirtaş’a oy vermenin anlamı budur! İkinci tur içinse, sosyalist olarak bir tercih belirtmek zorunda kendimizi hissetmiyoruz; boykot veya AKP karşısındaki adaya oy ver çağrısı bu nedenle yapmıyoruz. Siyasi olarak ikinci turun sorumluluğunu almak zorunda değiliz. Bugünkü güçsüzlüğümüzde, gücümüzü gösterecek oy tercihi yalnızca birinci turla sınırlı!


4

İşçilerin Sesi

Temmuz 2014/28

IŞİD emperyalizmin ve AKP’nin katliamcı maşasıdır! IŞİD, varlığını ABD emperyalizmine ve Ortadoğu’nun Suudi ve Katar şeyhliklerine, petrol tröstlerine borçludur. Büyük güçlerin izin verdiği koşullarda büyüyen cani bir örgüttür. Yeni hedefi Kobane’dir!

H

er siyasi örgüt, aldığı tutum, durduğu yere göre değerlendirilir. Bugün ABD, AKP ve IŞİD aynı cephede yer alıyor ve Suriye’de iç savaşı kışkırtıyor. Siz, ABD’nin IŞİD liderinin başına 10 milyon dolar ödül koymasına, AKP’nin IŞİD’i terör örgütü listesine almasına bakmayın: Bu güçlerin tamamı Ortadoğu’da yeniden sınırları çizmek, egemenlik alanlarını artırmak ve yer altı zenginliklerinden pay almak istiyor. AKP ve IŞİD, aynı mezhepsel geleneğin temsilcileri olurken, ABD Ortadoğu’da Sünnileri müttefik sayıyor. Sebebi basit: ABD’nin müttefikleri Sünni ve “düşmanı” İran Şii. Şiiler hem merkezi Irak yönetimini hem de Suriye yönetimini temsil ediyor. Lübnan’da Hizbullah Şii ve İsrail’in düşmanı! Kuşkusuz, Sünni ve Şii mezhepleri bu-

Kobane’de IŞİD’e karşı Kürtlerin direnişi sürüyor

günkü siyasal pozisyonları sebebiyle ayrışıyor; ikisi de Allah ve İslamiyet konusunda ortak inanca sahipler. Mezhepleri, yolları farklı. Ortadoğu’da mezhepsel bölünme

yaşanması tek eksen değil. Aynı zamanda (örneğin Türkiye için) Rojava’da Kürtlerin otonomi ilan etmesi de bir sorun ve son zamanlarda IŞİD kuvvetleri Kobane Kantonuna yönelik

ağır silahlarla saldırılarını sürdürüyorlar. Dolayısıyla hem mezhepsel hem de AKP için ulusal çıkarlar sebebiyle IŞİD’e şu veya bu yolla destek verilmesi sözkonusu. IŞİD, eğer bugün varsa, bu varlığını ABD emperyalizmine ve Ortadoğu’nun Suudi ve Katar şeyhliklerine, petrol tröstlerine borçlu. Büyük güçlerin izin verdiği koşullarda büyüyen radikal İslamcı terör örgütlerinin işledikleri vahşi cinayetler, İslam diniyle perdelenebiliyor. “Cihad” kavramı bunu sağlıyor. IŞİD’in yol açtığı cinayetlere ve şiddet eylemlerine insanlığa karşı işlenen suç kapsamında tepki göstermek yetmez; aynı zamanda onu yaşatan ABD’ye karşı gerçekten bir tutum alabilmek ise, işe AKP hükümetine karşı mücadeleyle başlamak, Kobane ve Rojava’ya destek vererek sürdürmek gerekiyor. S.DENLİ

Irak ve Şam İslâm Devleti (IŞİD) kimdir? IŞİD’in Suriye’deki silahlı gücünün 6-7 bin civarında olduğu tahmin ediliyor. Türkiye’de 3 bine yakın militanının olduğu söyleniyor.

1

9 Mart 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgal etmesiyle, işgale tepki olarak kurulan Tevhid ve Cihad örgütü, Irak’ta yabancı rehinelerin öldürülmesi, bombalı saldırılar ve suikastlarla adını duyurdu. Kurucusu Ürdün asıllı Ebu Musab Zerkavi’dir (2003-2006). Genç yaşta Ürdün’de cezaevine adi suçtan giren ve orada radikal İslam’la tanışan Zarkavi, cezaevinden çıktıktan sonra Afgan mücahitleri ile bağlantı kurdu. 1989 yılında Afganistan’a Rus güçleri ile savaşmak için gitti. Rus’ların Afganistan’da çekilmesine denk gelen bu gidiş, çok işe yaramadı. Ülkesine tekrar dönüp Radikal İslamcı hareket içerisinde rol aldı. Yaptığı hücre tipi örgütlenme sonucunda, gözaltına alındı. 15 yıl hapse mahkûm edildi, 3 yıl süren mahkeme sırasında işkence ve tecride maruz kaldığı ileri sürüldü. Kral Abdullah’ın tahta çıkıp genel af ilan etmesiyle serbest bırakıldı. (1999) 2000’li yılın başlarında tekrar Afganistan’a gitti. Kandahar şehrinde Usama Bin Ladin’ile tanıştı. Afganistan’da bin Ladin’le tanışması, Selefi düşünceyi benimsemesine neden olmuştur. İlk başlarda Bin Ladin’le ABD ile savaş konusunda anlaşamadılar. Zerkavi, kendi ülkesi başta ol-

mak üzere, meşru görmediği Arap rejimleriyle savaşarak yerine şeriat rejimini getirme düşüncesindeydi. Ladin’le birçok konuda aynı düşüncede olmamasına rağmen onu benimsedi. El kaide yöneticilerinden (Saif El Adel) aldığı tavsiye üzerine İran sınırındaki Herat şehrine giderek Taliban destekli kendi eğitim kampını kurudu. Amacı Ürdün’de eylem yapacak militan yetiştirmekti. ABD’nin Afganistan’a harekâtı sırasında (7 Ekim 2001) Kuzey Irak’a geçen Zerkavi burada yeni kamplar kurdu. ABD’nin dikkatini çekmesi ve takibe alması bu süreçte başladı. 11 Eylül olayından sonra bütün El Kaide eylemlerinin odak noktasına oturtuldu. Nedeni ise Bu eylemleri planlaması ve yapmasından ziyade, kendisini ABD’ ile mücadeleye hazırlamış olduğuydu. Irak işgal edilince El-kaide ile işbirliğini ilan etti. Örgütünü Usame Bin Ladin’in el kaide örgütüyle 2004 yılında birleştirdi. Bin Ladin Zer kavi’yi El kaide’nin Irak sorumlusu ilan etti. 2 yıl sonra, Irak başbakanı Nuri El maliki yaptığı açıklamada 5 haziran gecesi başkent Bağdat’ın Bakuba bölgesinde, ABD güçleriyle birlikte düzenlenen hava saldırısında

Ebu Bekir El Bağdadi örgütün yeni lideri oldu.

Zerkavi’nin 7 yardımcısıyla birlikte öldürüldüğünü söyledi. Yerine getirilen diğer iki lider yine aynı güçler tarafında Nisan 2010’da Sisar bölgesinde düzenlenen operasyonla öldürüldü. Kuruluşundan itibaren birçok kez isim değiştirdi. Ocak 2006’da”Mücahidîn Şûrâ Konseyi”, aynı yıl Ekim ayında ise, “Irak İslâm Devleti” adını aldı. Nisan 2013’ten beri “Irak ve Şam İslâm Devleti” adını kullanıyor. Irak, Suriye, Filistin ve Ürdün topraklarını içine alan bölgede şeriata dayalı bir devlet kurmak istiyor. Örgüt ABD ve Irak işgaline destek veren güçlere ve Irak yönetimine

karşı intihar bombası eylemleri ve bomba yüklü araçlarla saldırılar düzenledi. Çok sayıda sivilin hayatını kaybettiği intihar eylemlerinin, taktik ve yöntemlerin kuran ve sünnet kaynaklı olduğunu yine bu kaynaklara dayanarak açıklamıştır. Irak’ta savaşın yoğun olarak yaşandığı dönemde, Selahaddin, Kerkük, Babil, gibi birçok ilinde büyük etkinlik gösterdi. Irak topraklarının üçte birinde etkin olduğu bilinmektedir. Devam eden Suriye iç savaşında Halep, Mumbuck, petrol zengini Rakka ve İdlip bölgelerinde varlık göstermektedir. Suriye’’de Eylül 2011 tarihinde kurulan Nusra Cephesi ile 2013’te Irak-Şam İslam Devleti adı altında bir araya geldi. Suriye’nin kuzeyinde hızlı bir şekilde askerî güç kazanarak, en güçlü gruplardan biri oldu. Zaman zaman Nusra Cephesi ile IŞİD arasında anlaşmazlıklar yaşandı. El Kaide Şubat 2013’te Suriye’deki IŞİD’i tanımadığını ve Suriye’yi terk etmesini, Suriye’deki temsilcisinin El Nusra Cephesi olduğunu açıkladı. IŞİD ve Nusra Cephesi arasında, birçok yerde çatışmalar yaşandı. Cephe’nin etkin olduğu Irak sınırına yakın Deyr Ez-Zor kentinde kontrolü IŞİD’in ele geçirmesiyle anlaşmazlık son buldu. IS Haber


İşçilerin Sesi

Temmuz 2014/28

5

TCK:Sözdeceza özde cezasızlık! Türk Ceza Kanunu ile bazı kanunlarda değişiklik yapılması hakkında kanun tasarısı, kadın örgütlerinden gelen tüm itirazlara rağmen Meclis Genel Kurulu’nda AKP oylarıyla kabul edildi.

Sivas’ı unutan IŞİD’e kapı aralar

S

ivas Katliamı, Madımak Katliamı ya da Madımak Olayı, 2 Temmuz 1993 tarihinde yaşandı. Sivas’ta Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından organize edilmiş olan Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli’nin yakılması ve çoğunluğu Alevi 33 yazar, ozan, düşünür ile 2 otel çalışanının yanarak ya da dumandan boğularak hayatlarını kaybetmesi ile sonuçlanan olaylardır. Ayrıca dışarıda toplanan göstericilerden de iki kişi hayatını kaybetmiştir. Aralarında Aziz Nesin’in de bulunduğu pek çok yazar, sanatçı ve fikir insanı dönemin Sivas valisi Ahmet Karabilgin’in özel davetlisi olarak Sivas’a geldi. Ancak bu çağrıya rağmen, Sivas’a gelenler devlet tarafından korunmadı. Kültürel amaçla Sivas’ta bulunan davetliler, İslamo-faşist binlerce kişi tarafından önce taşlandı, ardından yakıldı. Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok ve Hasret Gültekin’in de bulunduğu 35 kişi yanarak yaşamını yitirdi. Aziz Nesin’in de bulunduğu 51 kişi ise, kendi olanaklarıyla ama ağır yaralarla kurtuldu. Öyle ki, itfaiye merdiveniyle kurtarılmaya çalışılan Aziz Nesin, merdivendeki belediye görevlisi tarafından darp edildi. Akşam saatlerinde valilikçe”2 günlük sokağa çıkma yasağı” ilan edildi. Katliamın arkasında kimler vardı? Olaydan 190 kişi gözaltına alındı. 124’ü hakkında “laik anayasal düzeni değiştirip din devleti kurmaya kalkışma” suçlamasıyla dava açıldı. Sivas Davası olarak bilinen davanın ilk duruşması, Ankara 1 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde 21 Ekim 1993 günü yapıldı. 26 Aralık 1994’te karara bağlanan dava sonucunda, 22 sanık hakkında 15’er yıl, 3 sanık hakkında 10’ar yıl, 54 sanık hakkında 3’er yıl, 6 sanık hakkında 2’şer yıl hapis cezası, 37 sanık hakkında da beraat kararı verildi. Yargıtay 9. Ceza Dairesi katliamın

“Cumhuriyete, laikliğe ve demokrasiye yönelik olduğunu” belirterek Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin kararını esastan bozdu. Ankara 1 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi, Yargıtay’ın bozma kararına uyarak yargılamayı yeniden başlattı. 28 Kasım 1997’de açıklanan kararda, 33 sanık Türk Ceza Yasası’nın 146/1 maddesine göre idama ve 14 sanık 15 yıla kadar değişen hapis cezasına mahkûm edildi. Yargıtay 9. Ceza Dairesi 24 Aralık 1998’de hapis cezalarını onadı, 33 idam cezasını ise usul noksanlıkları nedeniyle bozdu. Şubat 1999 tarihinde usul eksikliklerinin giderilmesi için başlayan yargılama sonucunda 16 Haziran 2000’de 33 sanık Devlet Güvenlik Mahkemesi’nce yeniden idam cezasına çarptırıldı. 2002 yılında idam cezasının yürürlükten kaldırılmasıyla idam cezası hükümlülerinin cezaları müebbet ağır hapis cezasına çevrildi. Sanıkların avukatlığını üstlenenler arasında olan Refahyol iktidarının Adalet Bakanı Şevket Kazan, bakanlığı sırasında onları hapishanede ziyaret etti. Geniş avukat listesinde çok sayıda Refah Parti üyesi ve yöneticisi olması siyasi olarak hangi siyasal çizginin desteğine sahip olduklarını ortaya koydu. Bu avukatlar ilerleyen yıllarda AKP’ye katıldılar ve içlerinden üst yönetim görevlerine yükselenler oldu. Geçen bu zaman zarfı içerisinde sanık sayısı tahliyelerle 33’e düştü. Olayın kilit ismi olarak nitelendirilen, dönemin Sivas Belediye Meclisi üyesi Cafer Erçakmak ve Yargıtay’ın 1997’deki bozma kararından sonra firar eden 8 sanık ise halen yakalanamadı. Davanın firari olan 5 sanık ile ilgili kısmı, 13 Mart 2012 tarihinde zaman aşımından düşürülmüştür. Tayyip Erdoğan, davanın zaman aşımına uğramasının ardından “Milletimiz için, ülkemiz için hayırlı olsun” dedi. Yoruma ihtiyaç olmaksızın diyebiliriz ki, bugün IŞİD’i tartışan Türkiye, iktidarda IŞİD’in yoluna taş döşeyen bir hükümetle yönetilmektedir! İS Haber

2

50’nin üzerinde kadın örgütünü çatısı altında toplayan Şiddete Son Platformu, tasarıya tepki göstermiş, tasarının geri çekilmesi için gazetelere ilan vermiş ve sosyal medyada “sözde ceza indirimi, özde cezasızlık” sloganıyla eylemler yapmıştı. Tasarı kadın ve çocuk hakları örgütlerinin görüşleri alınmadan hazırlandı ve kadınların bütün itirazlarına rağmen, AKP’nin her zamanki anti-demokratik tutumuyla bir tek değişiklik yapılmadan meclisten geçirildi. Son zamanlarda özellikle çocuk cinayetlerinden sonra kamuoyunda büyük bir tepki doğdu. Bu tasarıyla “Bakın biz bu ırz düşmanlarının hakkından geleceğiz, ağır cezalandıracağız” gibi bir algı yaratmaya çalışıldı. “Zorla evlilikler değil, akranlar arası ilişki suç sayılıyor” Tıpkı kadına yönelik şiddet yasasında olduğu gibi koruyucu önlemler almaya ya da taciz/tecavüze uğrayan insanların mağduriyetlerini önlemekten çok cezayı arttırmaya yönelik bir yasa çıkmış oldu. Oysa sorun cezaların arttırılması değil, uygulanmaması. Diğer yandan hukuki olarak yasa maddelerindeki boşluklar ve belirsiz tanımlamalara bakıldığında , ‘gerçekten cezalar artıyor mu yoksa tam tersine iniyor mu’ şeklinde soru işaretleri yaratıyor. Zaten cinsiyetçi yargı nedeniyle uygulanamayan bir TCK olduğunu düşündüğümüzde mahkemeler bu kadar düşük cezaları şu anda bile

uygulayamazken bundan sonra da bu kadar yüksek cezaları uygulamayacakları açık. Uygulama sorunlarını görmeyen bir ceza artırımı, aslında daha fazla cezasızlık getirecek. Yasada en büyük sorunlardan biri Adli Tıp raporunun kaldırılması. İyi çalışmayan bir adli tıp süreci düzeltileceğine cinsel saldırılarda son derece önemli olan ve Adli Tıp’tan alınan ruh sağlığı raporunu tamamen kaldırılıyor. Oysa mevcut yargılama sisteminde bile Adli Tıp raporu ağırlaştırıcı bir unsurdu. Ama devletin bir birimi kötü çalışıyor diye yasa maddesi kaldırılıyor. Yapılması gereken devletin kurumlarının iyi çalışmasını sağlanması. Ayrıca yasayla akranlar arası cinsellik açık bir şekilde suç olarak görülüyor ve çocuklara karşı her türlü davranışı “cinsel istismar” olarak düzenliyor. Kadının ruh sağlığının bozulmasının en temel nedenlerinden biri, erken yaşta kişilerin kendi istekleri dışında yapılan evlilikler. Bu yasada, 18 yaşından küçüklerin rızalarıyla girdiği cinsel ilişkiler neredeyse suç kapsamına sokulurken, ailelerin zorla bu çocukları evlendirmesiyle ilgili hiçbir düzenleme yer almıyor. Diğer yargı alanlarında ciddi ve yapısal değişiklikler getiren bir pakette, cinsel suçların da bir vitrin olarak kullanıldığını görüyoruz. Kadına yönelik şiddeti engelleyen hiçbir maddeye yer verilmemesi ise her gün en az üç kadının öldürüldüğü bir ülkede kadın kıyımının hükümet tarafından hiç de önemsenmediğini gösteriyor. Banu PAKER


6

İşçilerin Sesi

Temmuz 2014/28

Asıl “afet” kanunun kendisi Japon Uluslararası İşbirliği Ajansının yaptığı çalışmaya göre, depremde hasar ve can kaybı en fazla olabilecek Bahçelievler’de, riskli alan ilan edilmezken, risk sıralamasında son sıralarda olan Gaziosmanpaşa’ da 11 adet riskli alan ilan edildi. Mezarlık dahil!

A

KP hükümetin 31 Mayıs 2012 tarihinde çıkartmış olduğu bu kanun aracılığıyla rantın yüksel olduğu bölgelerde yaşayan halkı merkezin dışına atmak amaçlanmaktadır. Yani “halkı afet riskinden korumak” adına yasa çıkardık denilse bile, uygulamaların tam aksi yönde olduğunu görüyoruz, göreceğiz. Beyoğlu /Okmeydanı’nda kanun bile yok! Hükümet ve Beyoğlu belediyesi bu kanuna dayanak gösterilerek Okmeydanı’nı “riskli alan” ilan etti. Aslına bakılırsa Beyoğlu Belediyesi o kadar pervasızca hareket etmektedir ki Okmeydanı özelinde bu kanuna dahi uyulmamıştır! Bu kanunun 3. Maddesinin girişi, “riskli yapıların tespiti…” diyerek devam eder. Bu bölgenin yapılarının riskli olup olmadığını dahi araştırmayan bir anlayış, bölgenin zeminini riskli olduğunu söyleyerek önündeki yasal engellerin aşmayı planlıyor. Aynı kanunun 5.maddesinin 2. Fıkrası ise, “üzerinde bina yıkılmış olan arsanın mülkiyet sahiplerine yapılan tebligatı takip eden otuz gün içinde en az üçte iki çoğunluk sağlanamaması halinde taşınmazlar üzerinde kamulaştırma yapılabilir…” diyor. Yani mülk sahiplerine hiçbir hak tanımamaktadır. Tanımayacağını bu kanunla ilan etmektedir. Bu kanun aynı zamanda dönüştürülecek alanların belirlenmesinde ve uygulanmasında tek söz sahibinin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı olduğunu gösteriyor. Kanun ne diyor? Kanuna göre, yaşadığınız bina depreme dayanıklı olsa bile, eğer riskli binaların yoğun olduğu bölgenin içinde veya yakınında yer alıyorsa “uygulama bütünlüğü” gerekçesiyle binalarımız yıkılabilecek. Haksızlığa uğrayanların bu kanuna göre, itiraz etme hakkı fiilen ortadan kalkıyor. Mahalleliyi belediyeyle anlaşmaya zorlayan bir anlayışa sahip. Bu da yetmiyormuş gibi bir de yıllarca dişimizden tırnağımızdan biriktirdiğimiz birikimle sahip olduğumuz evi savunmak dahi TCK’ya göre suç sayılmaktadır. Buna göre işlem yapmak tehdidi savrulmaktadır. Belediye ve hükümet, tek taraflı bir anlaşmayı dayatıyor. Anlaşmadığın takdirde önce elektriğini, suyunu doğalgazını keserek seni evinden çıkmaya zorluyor. Bu da yeterli gelmiyorsa kamulaştırmayı dayatıyor. İşte size, AKP’nin demokrasisi!

Bitmedi. Yıkım ve hafriyatı boşaltma masraflarını da mahalle sakinlerine fatura ediyor. Şimdi hazırlığı yapılan ise, riskli alan ilan edilen sınırlar içindeki tüm yapıların tapu kayıtlarına şerh konularak mal sahiplerinin mülkleri üzerindeki tüm tasarrufları geçici olarak durdurulacak ve 2/3 çoğunluğu aranmadan yıkım kararı çıkartılacak. Bakanlığa, Belediyeye güvenilir mi? Diyelim ki hükümete ve belediyeye güvendik, (bu kanunun yürürlüğe girdiği bölgelerde belediyelerin değil, Çevre ve Şehircilik Bakanlığın yetkisi var. Bugüne kadar belediyelerin verdiği vaatlerin hiçbir yükümlülüğü yok) anlaştık ve evimizi boşalttık. Yıkılan evin yerine yapılacak lüks dairelerden birinin sahibi olduk. Olsak bile (bu gölgede yaşayan insanların gelirleri 800-1300 lira arasında) yüksek aidatları ödeyebilecek maddi olanaklara sahip mi? Ayrıca, yapılacak yeni yapıların yüksek fiyatlarının nasıl ödeneceği ise, başka bir muammadır. Söylendiği gibi, bu bölge riskli alan ise ve buradaki hak sahipleri mağdur edilmeyecekse, kanun neden dayatmacı, zorlayıcı maddeler içeriyor? Kanuna uymayanları neden TCK’ya göre suçlu ilan ediyor? Belediye şimdiye kadar “evinize ev, dükkânınıza dükkân vereceğiz” kampanyası yapıyordu. Hak sahiplerinin cebinden para çıkmayacağı söyleniyordu. Beyoğlu Belediyesi hak sahiplerine 4706 sayılı kanunla hisseli tapu satışına başlandığını açıkladı. 12 bin insan müracaat etti ama hisseli tapu alan sayısı 300 ya var ya yok. Hak sahiplerinin tapu alacak güçleri bile yok. Bu yüzden kanunda banka kredilerin nasıl çekilip, nasıl ödeneceğine kadar ayrıntılı yer veriliyor. Bu kanuna göre yaşadığımız yerin tapusu olsa bile, riskli alan ilan edildikten sonra, imar faaliyetinde bulunulamaz, bankalar kredi vermez. Ayrıca da hak sahipleri bu kanunla banka kredileri tarafından boyunduruk altına alınmış olacak. Asgari ücretle banka kredilerini ödeme şansımız olmadığına göre, kendi yaşam alanlarımızdan kendi kararımızla çıkıp gitmiş olacağız. Onların istediği bu, biz gerçekten bunu mu istiyoruz? Deprem odaklı kentsel dönüşüm kanunu aslında iktidarın yeni rant kapısının anahtarıdır. Asıl “afet” ve “risk” kanunun kendisidir! B.UMUTCAN

Okmeydanı“riskli alan” mı ?

O

kmeydanı’nın Fetihtepe, Kaptanpaşa, Keçecipiri, Piripaşa ve Piyalepaşa mahallelerini kapsayan yaklaşık 1 milyon 600 bin metrekarelik bölgeyi ‘riskli alan’ ilan eden karar, Beyoğlu Belediyesi Meclis’inden oy çokluğu ile geçti. Karar, bölgede binlerce binanın yıkılması anlamına geliyor. Yaklaşık 82 bin nüfusun barındığı Okmeydanı Beyoğlu kısmında 18 bin 800 konut ile 5 bin 500 ticaret alanı bulunuyor. Okmeydanı zemininin olası bir İstanbul depreminde risk oluşturduğu anlamına gelen ve kentsel dönüşümün önünü açan ‘riskli alan’ kararı ile 5 bin 600 binanın bulunduğu bölgenin yıkılarak yeniden yapılanması planlanıyor. Okmeydanı’nın “riskli alan” ilan edilmesi Beyoğlu belediyesi imar komisyonu raporunda şu şekilde yer alıyor. “Plansız bir şekilde, mühendislik bilimi ve kontrolünden uzak, etap etap kat artışı ve eklentiler şeklinde yapılaşan bölgede konut stoku oldukça sağlıksız durumdadır. Günümüz şartlarına göre ekonomik ömrünü yitirmiş ve beklenen İstanbul depremi karşısında risk teşkil eden yapılar niteliğindedir. Bu durum bölge yaşayanları için büyük yaşam riski oluşturmaktadır.” Görüldüğü gibi Beyoğlu Belediyesibölgede hiçbir anlamda bilimsel ve ciddi bir zemin analiz çalışması yapmadan bu kararı belediye meclis çoğunluğuna güvenerek almıştır. Bu ciddiyetten uzak kararı Belediye Başkanı’nın bir TV programında sorulan bir soruda da açığa çıkıyor. Gölgeyi riskli alanı etmek

için zemin etütleri yaptırdınız mı sorusuna Hayır.Cevabı verebiliyor. Okmeydanı halkı ‘riskli alan’ kararına karşı yürüdü Okmeydanı Çevre Koruma ve Güzelleştirme Derneği üyeleri ve çok sayıda semt sakinleri, kentsel dönüşüm projesinin önünü açacak “riskli alan” ilan edilmesi kararını protesto etti. Semt Konağı önünde bir araya gelen kalabalık bir grup, “Rant için değil, halk için plan” pankartı açarak, “Heveslenme Bilal, Okmeydanı’nı yedirtmeyiz” dövizlerini eşliğinde Okmeydanı sokaklarında sloganlı yürüyüş düzenledi. “Okmeydanı bizimdir, bizim kalacak” sloganı atan semt sakinleri bir süre yürüdükten sonra tekrar Semt Konağı önüne gelerek basın açıklaması yaptı. Açıklamada, mahalleleri hakkında “riskli alan” kararı alan Beyoğlu Belediyesi Başkanı Ahmet Misbah Demircan’a seslenerek, “Bir an önce riskli alan kararının geri çekilmesini sağlamalısın” dedi. Kararın kabul edilemez olduğunu belirtildi. Mülkiyet sorunu çözülmeden semtin riskli alan ilan edilmesinin yurttaşlar açısından hak kaybı yaratacağını, bölgeleriyle ilgili alınan kararın kendilerine sorulmadan, Büyükşehir Belediyesi’nin dayatmasıyla zorla kabul ettirilmeye çalışıldığını vurgulandı. Okmeydanı’nda yaşayan yurttaşlarıyla yazılı sözleşme yapılmadan hakları garanti altına alınmadan hiçbir yıkıma izin vermeyeceklerini dile getirildi. Mücadelelerine devam edeceklerinin altını çizdi. Açıklama “Misbah şaşırma, sabrımızı taşırma” sloganıyla son buldu. Okmeydanı İşçilerin Sesi Okurları


İşçilerin Sesi

Temmuz 2014/28

7

HDK “out” HDP “in”

HDK Genel Kuruluna hâkim olan, önceden planlanmış olan gündemi delegelere onaylatmak, hakiki bir tartışmanın yapılmasını engellemekti.

H

alkların Demokratik Kongresi, 4.Olağan Genel Kurulu 21 Haziran’da Ankara’da İnşaat Mühendisleri Odası toplantı salonunda yapıldı. Genel Kurulu izleyenlerin çoğunlukla sorduğu soruyu biz sesli ifade edelim: Bu genel kurul niçin yapıldı? Hangi sorunları tartıştı, hangi kararları aldı ve hangi işleyiş tartışmalarına cevap verdi? Yoksa sadece merkezdeki partilerin ihtiyaçlarını gideren, tepeden ve göstermelik bir genel kurul mu yaşandı? HDK kongresinin makul nedenleri HDK Genel Kurulu’nun yapılmasının birkaç nedeni olabilirdi: İlki, 6 ayda bir faaliyetlerin değerlendirilmesi ve eksikliklerin tespiti, ikincisi, parti (Halkların Demokratik Partisi) program ve tüzüğünde yapılması gereken tadilatların gerçekten tartışılması, üçüncüsü, BDP milletvekillerinin HDP’ye katılması üzerine EMEP’in partide (HDP’de) yer almayacağını açıklaması ve bu nedenle HDK ve HDP ilişkisinin veya işleyişinin konuşulması. Son seçenek ise, genel kurul yapma zorunluluğu ya da kıssadan, hiçbirinin gerçek yapılmak istenmemesi! HDK Genel Kuruluna hâkim olan, önceden planlanmış olan gündemi delegelere onaylatmak, hakiki bir tartışmanın yapılmasını engellemekti. Nitekim eleştiriler ileriki bir tarihe, örneğin HDP İstanbul İl Başkanı Şamil Altan’ın önerisiyle, “Genel Meclis” toplantılarına sevk edilmesine karar verildi. Genel Kurul tutarsızdır Kuşkusuz eksiklikler olabilir. Ancak tutarsızlıklar ve kusurlar göze batar ve düzeltilmesi hayli zordur; düzeltilse bile sırıtacaktır.

Genel Kurulu tutarsızlığı dış kapıdan içeri girildiğinde başlıyor. HDK Genel Kurul delegelerine dağıtılan faaliyet raporları HDK yerine HDP, yani parti imzalı. Ertesi gün yapılacak HDP genel kurulunda ise, zaten bu raporlar dağıtılmadı. Sadece raporlar değil, katılımın azlığı, tartışmaların geçiştirilmesi, HDP genel kurulunun ertesi gün yapılacak olması, bir kez daha HDK’nın HDP’ce ezilmesinin, ikincil hale düşürülmesinin ifadesi olmuştur. Nitekim Ertuğrul Kürkçü “HDK, HDP’nın anasıdır, doğum sırasında güçsüz düşmüştür, şimdi HDP doğduğuna göre, HDK’yı canlandırma zamanıdır” deme ihtiyacı hissetmiştir. HDK’lı olmak ile HDP’li olmak eş anlama gelmiyor; ya da gelmediği hep söylenmesine rağmen, HDP dayatması bariz biçimde görülüyor. Tutarsızlık budur. Söylediğiniz ve yaptığınız aynı olmalı. HDK’lı sosyalistlerin sefaleti HDK Genel Kurulunda sosyalist parti ve kurum temsilcilerinin konuşmaları sadece övgüyle sınırlı kaldığı için, düzeysiz ve boş olmakla sınırlı kalmadı. O kadar çok tekrar edildi ki, adeta bir duaya dönüştü: Ertuğrul Kürkçü’nün abartarak yaptığı değerlendirme ve övgüler öyle bir seviyeye ulaştı ki, Rojava’da yaşanan süreci bir Marksist olarak 1917 devrimiyle karşılaştırdı ve Kürtlerin oynadığı rolü, 1917’de Rus işçi sınıfının oynadığı role benzetti. Her geçen gün buna “daha çok inanmaya başladığını” söyledi. Sosyalist parti başkanları ve temsilcileri (DSİP, Yeşiller ve Sol, SDP, SYKP, SODAP, TÖP) hep beraber “Bizi bugünlere getiren, bize bu olanağı veren, bizi yan yana getiren Kürt özgürlük hareketi”ne boş sözlerle

HDK’lı olmak ile HDP’li olmak eş anlama gelmiyor; ya da gelmediği hep söylenmesine rağmen, HDP dayatması bariz biçimde görülüyor. Tutarsızlık budur. Söylediğiniz ve yaptığınız aynı olmalı. övgüler dizdiler. Boş sözler, anlamsız değil kuşkusuz; neticede gelecek beklentisini ifade ediyor. Delegeler süreci eleştirdi Bağımsız delege olarak genel kurula katılanların neredeyse tamamı ise, tepeden yürütülen ve demokratik, sahici olmayan işleyişi çok açık eleştirdiler. Tabii yanıt alamadılar. Antalya, Bursa, İstanbul 3. bölge, Ankara delegeleri ve özellikle de işçi/emekçi kökenli delegeler genel kurulun ve faaliyet raporlarının ne kadar anlamsız olduğunu, boş olduğunu ve hayata değmeyen, iş yapmayan hareketin başarısız olmaya mahkûm olduğunu açık açık ifade ettiler ve sosyalist yapıların Kürt özgürlük hareketiyle tepede kurdukları ve yürüttükleri ilişkiler üzerinden sahici bir mücadele, birleşik bir mücadelenin mümkün olmayacağını da ifade ettiler. EMEP’in çelişkisi EMEP neden ayrıldığını ne HDK Genel Kurulunda ne de HDP Genel Kurulunda açıkça ifade etmedi. Ancak,

genel kurullar öncesinde açıkladıkları gerekçelere göre, artık HDK içinde kalacaklar ve HDP’de yer almayacaklar. HDP örgütlerinin birçoğunda diğer sosyalist partilerden daha çok EMEP’li üyeler var. Hatta partinin kurulma sürecine katılmayacağını açıklayan kimi dergi çevrelerini (Kaldıraç, İşçilerin Sesi gazetesi, Söz ve Eylem dergisi) bizzat sürecin içinde yer almaları konusunda, HDK programında “parti” hedefinin olduğunu söyleyerek ikna etmek isteyenler arasında EMEP’in sözcüleri de vardı. Üzüm üzüme baka baka kararıyor HDK sürecinin dinamikleri yani “birleşik mücadele” perspektifi, aradan geçen 3 yıllık süreçte, HDP’lileşerek, bir mücadele örgütü inşa etmek yerine, reformist bir sol parti, parlamentocu ve hatta iktidar ortağı olmaya aday (S.Tuncel’in espriyle de olsa söylediği gibi, “2015’te koalisyon ortağı” olmayı uman) bir parti sürecine girilmiştir. Ortaya “birleşik mücadele örgütü olmaktan, müzakere örgütü” olmaya doğru evrilen bir siyasal hareket çıkmıştır. Böyle bir örgüt ne Gezi İsyanına ne de Soma’daki işçi kıyımına tepki gösteren madencilere önderlik yapabilir, en fazla yapacağı rapor hazırlamak, mecliste araştırma önergesi vermek, komisyon kurulmasını sağlamaktır. Kürt halkının barış, özgürlük ve halkların genel demokrasi taleplerine ise, son derece sınırlı yanıtlar verebilir. Birleşik mücadelenin, Kürt özgürlük hareketiyle birlikte yürütülmesi ne kadar doğruysa, sosyalist hareketin “devrimci mücadele” zemininde yürümesi, bir o kadar doğrudur. HDK/HDP süreci göstermektedir ki, sosyalistlerin reel bir gücü yoktur, hiç olmazsa ideolojik mevzilerini savunmaları gereklidir. Seyfi ADALI


8

İşçilerin Sesi

Temmuz 2014/28

Torba yasa taşeronu Kütahya’da 576 işten çıkartma!

“Kamuda hangi işlerin taşerona verileceğini Bakanlar Kurulu belirleyecek” maddesine göre, önümüzdeki dönemde “taşeron doktor, öğretmen” geliyor.

K

ütahya’da işten çıkartılan 18 işçinin geri alınması için 10 Haziran’da tesislerin önünde oturma eylemi başlatan Çelikler Seyitömer Linyitleri İşletmesi’nde çalışan 576 işçinin iş akitleri feshedildi. İşsiz kalan linyit işçileri Valiliğin karşısında, yıkılan belediye binasının önünde oturma eylemi başlattı. Şube başkanınından milletvekillerine eleştiri Bir süre önce özelleştirilen Çelikler Seyitömer Linyitleri İşletmesi’nde çalışan işçiler ‘işi durdurdukları ve işyerini zarara uğrattıkları’ gerekçesiyle işten çıkartıldı. İşten çıkartılan işçiler Kütahya kent merkezindeki Ulu Camii’nde geçen cuma namazını kıldıktan sonra topluca yürüyüşe geçti. Burada konuşma yapan Maden İş Sendikası Şube Başkanı Bülent Aydın, milletvekillerini eleştirerek işçilere sahip çıkmadıklarını söyledi. Aydın şöyle devam etti: “Çalmadığımız kapı, derdimizi anlatmadığımız makam kalmadı. Somut sonuç ne yazık ki yok. Önümüzde duran gerçek Kütahya Cumhurunun 576 bireyi işsiz. 576 kişi, 576 aile demek. Direkt olarak etkilenen 2 binin üzerinde insan demek. Özelleştirmeleri bunun için mi yaptınız? Cumhur’u mağdur etmek için mi?” dedi. 2013’de özelleştirilidi 2014’te 700 işçi çıkarıldı Seyitömer Termik Santrali ve Linyit Kömür İşletmeleri’nin 18 Haziran 2013 tarihinde özelleştirildi. Şirket, esik işçileri işten çıkartmak için bahane arıyordu. İşçilerin, atılan işçi arkadaşlarını geri aldırmak üzere eylem yapmasını bahane eden patron, işçileri tazminatsız işten çıkarttı. Patronun işçi çıkartma politikası sebebiyle 700’e yakın işçi işten çıkartılmıştı. İşyerinde yetkili olan Maden-İş Sendikası, Soma faciasında işçilerin tepki gösterdikleri sendika. Türk-İş’e bağlı Maden-İş Sendikasının işçilerden çok işvereni tuttuğu artık apaçık. İS Haber

T

BMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda bulunan son torba yasa içinde taşeron sistemini “yeniden” düzenleyen maddeler bulunuyor. Yandaş basın tarafından bizzat başbakan Erdoğan’ın sahip çıktığı iddia edilen taşeron sistemi ile ilgili düzenlemelerin yine bir seçim öncesine denk gelmesi tesadüf olamaz. Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Erdoğan kendisine oy getirebilecek çıkışların peşinde koşuyor. AKP, kendisini teşvik ettiği, büyüttüğü ve yaygınlaştırdığı taşeron sisteminin yarattığı sorunların hedefi haline gelince, böyle bir politik manevra yapmak zorunda kaldı. Elbette Soma’da resmi rakamlara göre 301 işçinin, iş cinayetine kurban gitmesinin yarattığı toplumsal öfkenin büyüklüğü, bu yasal düzenlemenin öne çekilmesine neden oldu. Çalışma Bakanlığı verilerine göre “Kamuda çalışan yaklaşık 661 bin taşeron işçisinin 161 bini ‘asıl işi’ yapıyor”. Devlet kadrosuna “temizlik işçisi” ya da “güvenlik” olarak alınan taşeron işçiler, o devlet kurumunun asıl işinde, yani yol yapımında, sağlık teknik işlerinde ya da madende kullanılıyorlar. Muvazaalı çalışma uygulaması karşısında açılan davalar sonucunda Yargıtay, taşeron işçilerinin devlet kurumları tarafından “asıl işte” çalıştırılmalarına karşı çıkmış, bu işçilerin kadroya alınması gerektiği yönünde karar vermişti. Meclis’te komisyonlarda yapılan görüşmeler sırasında, sayıları 161 bini bulan ve “asıl işi” yapan bu taşeron işçilerini geleceğiyle ilgili ola-

rak hükümetin niyetini, Çalışma Genel Müdür Vekili açıkladı. Kanunun çıkması ile birlikte, bu kişilerin “ya kadroya alınmaları, ya da işten ayrılmaları gerektiğini” söyledi! Özellikle sağlık işkolunda çalışan taşeron işçilerinin kadro beklentilerinin aksine, bazı olumsuz sonuçlarla karşılaşabilirler. Kısaca kadro yok! Taşeron düzenlemesi neler getiriyor? a) Kamuda çalışan taşeron işçilerin kıdem tazminatlarını, söz konusu kamu kuruluşu üstlenecek. Bu işçilerin yıllık izinlerinin kullanılması da kamu tarafından takip edilecek. b) Kamuda hangi işlerin taşerona verileceğini Bakanlar Kurulu belirleyecek. c) Hem kamu, hem özel sektörde taşeron işçilerin iş sağlığı ve güvenliği önlemleri işe başlamadan alınacak, bunun gözetim ve denetiminden asıl işveren de sorumlu olacak. d) Taşeron işçinin sürekliliğini sağlamak üzere sözleşmeler en az üç yıllık olacak. e) Taşeron işçiler sendikalı olurlarsa, aradaki ücret farkı kamu kuruluşu tarafından üstlenilecek. f) Yeraltı işçileri için, altı aylık kıdeme sahip olma şartı kaldırılacak; yıllık izin süreleri, diğer işçilere göre dört gün fazla olacak; Yeraltı işçilerinin haftalık çalışma saatleri azami ocakta 36 saat olacak, 45 saati yerüstünde tamamlayacak; yeraltı işçilerinin azami çalışma süresi 6 saati geçmeyecek. Bu değişikliklerin henüz kâğıt üzerinde olduğunu ve komisyonda ve Genel kurul’da değişikliklere uğrayabileceğini de bilelim.

Düzenlemenin tuzak maddeleri! İş Yasası’nın “asıl iş”in tanımı yapan maddede değişiklik öngörülüyor. Halen uygulamada olan mevcut yasada, hangi işlerin taşerona verilemeyeceği açıkken bile, özellikle kamuda asıl işlerin de taşerona yaptırılmasının önüne geçilemiyordu. Yeni düzenleme bunu düzeltmek yerine asıl işleri de taşerona açıyor. Yeni hazırlanan “Asıl iş taşerona verilemez” şeklindeki açık hüküm kaldırılıyor. Böylece ‘asıl işlerin’ de yasal bir engel olmaksınız taşeron işçilere yaptırılabilmesi sağlanıyor. Bu noktada tasarıya, ‘asıl iş’ ve ‘yardımcı işlerin’ neler olduğu sıralanacak. Karayollarında yaklaşık 7 bin taşeron işçisi, yaptıkları işin aslında ‘asıl iş’ olduğunu, dolayısıyla taşeron işçi olarak değerlendirmenin yanlış olacağını iddia ederek dava açtı ve davayı kazanmıştı. Buna karşılık bu işçiler kadroya alınmadılar. Yeni yasal düzenlemeyle taşerona yaptırılacak işlerin alanı genişletileceği için, mevcut yasaya dayanılarak açılan ‘muvazaa’ davaları geçersiz hale getirilecek. İşçilerin yasal olarak haklarını almalarının önüne geçilmek isteniyor. Yasanın nasıl şekillenerek meclisten çıkacağı belirsiz olsa da, hükümetin niyeti açık olarak bellidir. Kontrolsüz bir şekilde büyüyen, iş cinayetlerinin birincil sebebi haline gelen, işçilerin mağduriyetlerinin genelleşmesine hizmet eden taşeron sistemini, denetlenebilir bir duruma getirmek amaçlanıyor. Taşeron sistemi var olmaya devam edecek, buna karşılık işçilerin “canını daha az yakacak!”. AKP hükümeti, yere düşen uyanığın bir avuç toprakla kalkması misali, Soma faciası üzerinden taşeron sisteme müdahale ederken, siste-


İşçilerin Sesi

Temmuz 2014/28

9

nu meşrulaştırıyor! Somalı işçiler “kamulaştırma!” istiyor; biz de!

mi de meşrulaştırmış ve patronlarında taleplerini karşılamış oluyor. Bu yeni düzenleme vesilesiyle bir kere daha ifade edelim. Taşeron çalışma, kapitalist sistem içinde maliyetleri düşürmek, işçilerin örgütlenmesini engellemek ve taşeron olmayan işçileri, işlerini kaybedebileceklerine dair tehdit edebilmek için kullanılan, uluslararası bir sistemdir. Ne bir işkolunun ne de tek bir işyerinin ihtiyaçları için vardır. Bu nedenle genel bir mücadele ile geriletilebilinir. Taşeron sistemine karşı verilecek mücadele, işçi sınıfının “güvenceli iş, güvenceli gelecek” genel mücadelesinden ayrılamaz, onun bir parçasıdır. Elbette taşeron işçilerin yaşadığı sorunları bugün öne çıkarmak doğru bir siyasettir (örneğin, işyerinde sigortasız çalışan işçiler varsa, ücret konusundan önce bu işçilerin sorunun gündeme gelmesi misali). Sendikaların böyle bir yasaya neden gerektiği gibi tepki vermediğine gelince, bu da yine torba yasada yer alan ve sendikaların toplusözleşme imzalamak için işkolundaki işçilerin yüzde 3’ünü üye yapma zorunluluğunun yüzde 1’e indirilmesine bağlıdır. Pazarlık çok açık ki, bürokratların koltuklarını korumaları pahasına, taşeron işçiliğe geçit vermişlerdir. Sınıf bilinçli işçiler, ısrarlı bir şekilde, taşeron çalışma düzeni ile kapitalist sistem arasındaki bağı öne çıkarmalıdırlar. Genel bir sınıf mücadelenin neden gerekli olduğunu anlatmalı ve bu temeldeki sendikal ve siyasi örgütlenmelerin içinde yer almaları için çaba göstermeleri gerekmektedir. Kaya İLHAN

Soma’da maden işçilerinin 301’ine mezar olan facianın ardından, iki temel konu tartışılır hale geldi: Birincisi, işçilerin çalışma koşulları ve taşeronlaştırma. İkincisi, işletmenin özel sermayeye ait oluşu ve özelleştirme. İş cinayetlerine yol açan koşulları sıralarken, “taşeronlaşma ve özelleştirme” öne çıktı ve işçilerce bu iki konuda iki talep ileri sürüldü: Taşerona son verilsin, madenler kamulaştırılsın! Soma maden işçisinin siyasi yapısı düşünüldüğünde (yerel seçimlerde birinci parti AKP ikincisi MHP oldu) bu iki talebin fışkırırcasına su yüzüne çıkışı ve ifade edilmesi, işçi sınıfı hakkında seçimlerdeki tercihlerine bakarak yorum yapanları bir kez daha yanılttı. Çünkü her iki talep de birbiriyle bütünlüklü biçimde ifade edildiğinde devrimci bir anlam kazanıyor. Bu talepleri tamamlayan adeta güvencesi olan ise “işçi denetimi”dir. Doğrudan söylemek gerekirse taşeron sistemine karşı kadrolu çalışma, özelleştirmeye karşı kamulaştırma ve sürecin işçilerce denetlenmesini ifade etmek güncel şiarlarımız olmalı. Geçiş talepleri mantığı Kapitalizmin koşulları altında ileri süreceğimiz talepler, reformlar içerirken, taleplerin mantığı, mevcut düzenle işçi sınıfının çelişkilerini açığa çıkartacak kabiliyette olmalı. Troçki bunu “Geçiş Talepleri” biçiminde formüle ediyor. Geçiş talepleri işçi sınıfının verili bilincinden, mevcut durumundan hareketle işçi iktidarı arasında köprü kuracak talepler olmalı. Bir yanıyla reformcu gibi dursa da öte yandan gerçekleşmesi halinde mevcut sistemi parçalayacak taleplerdir bunlar. Son 35 yıldır neoliberal kapitalizmin dayattığı ve mantığının dayandığı taşeronlaşma ve özelleştirme uygulamalarına karşı “kadrolu istihdam ve iş güvencesi” ile “kamulaştırma ve işçi denetimi” talepleri sistemin emekçiler lehine değişmesini sağlayacağı için, AKP hükümeti ve burjuvazinin katı bir şekilde direnç göstereceği taleplerdir. Geçiş talepleri işçilerin sistemi sorgulamasını ve mücadele içerisinde ulusal ve uluslar arası kapitalizm ile karşı karşıya gelmelerini sağlayacak ve dolayısıyla burjuva iktidarına karşı işçi iktidarını gündeme taşımalarına zemin hazırlayacak taleplerdir. Kamu/özel her koşulda fark eder Marks Manifesto’da ileri sürdüğü “önlemler” arasında, Lenin’in Yaklaşan Felaket’te sıraladığı taleplerde de, Troçki’nin Geçiş Programında başlıklar halinde “ka-

mulaştırma” temel yer tutar. İşçi sınıfının devrimci mücadele tarihi, aynı zamanda üretim araçları üzerindeki “özel mülkiyeti” sınırlama ve nihayetinde sona erdirme mücadelesidir. Özel mülkiyet sebebiyle, üretimin planlanması da dâhil tüm süreçler sermayenin kâr oranlarını korumak amacıyla düzenlenmiştir. Kâr esasına göre düzenlenen bir ekonomi, insanı ve doğayı, dolayısıyla işçi sınıfını ve toplumu, sosyal hayatı ikinci plana itecek, kamusal hizmetleri ticarileştirecektir. Mülkiyetin, işçi sınıfının talep ve mücadelesiyle özel sermayeden kamu mülkiyetine doğru el değiştirmesi, aynı zamanda neoliberal kapitalizme bir müdahaledir. Özel mülkiyetin kamulaştırılması özel sermayeye darbe vurur ve etki alanını sınırlar. Tersinden örneklersek, özelleştirme yoluyla kamu işletmelerinin özel sermayeye devredilmesi sürecinde, 24 Ocak 1980 kararlarından bugüne sermayenin ne kadar zorlandığını gördük ve bunu başardığında ise nasıl başta bu işletmelerin işçilerinin işten atılması, sendikasızlaştırma ve kamu hizmetlerinin pahalılaşması gibi sonuçlara yol açtığına tanık olduk. Kamulaştırma bu işlemin tersi sonuçlar doğuracaktır. Madenler özelinde de böyledir: Özel madenlerdeki işçi ölümleriyle kamu işletmelerindeki işçi ölümleri arasında 7 kat fark vardır; bu bile kamulaştırma talebini gerekli kılar. Öte yandan, “özelleştirme” taşeronlaşma biçimiyle de karşımıza çıkıyor. Kamu işletmelerinin tamamı özelleştirilemediği için, içi boşaltılarak, taşeronlaştırılıyor. Hastaneler, okullar, belediyeler bu durumdadır. Nitekim parasız eğitim, sağlık, ulaşım talebi, dolaylı kamulaştırma talebidir. Öyleyse, taleplerimizi iç içe geçirerek ileri sürülmeli: Örneğin Soma gibi facialardan sonra ya da kâr ettiği halde işçi çıkartan özel şirketler varsa “tazminatsız kamulaştırma ve işçi denetimi” talebini, kamu işyerlerinde “taşerona çalışmaya son ve işçi denetimi” talebini ileri sürmeliyiz. Temel mantığımız, üretim ve hizmet alanlarında özel mülkiyeti sınırlamak, kamulaştırma yoluyla kamu (devlet) mülkiyetine almak ve işçi sınıfının denetiminde işletilmesini sağlamak; nihayetinde işçi sınıfının iktidarına ulaşmaktır. İşte bu son nokta, bizi ulusalcı ve devletçi burjuva ve küçük burjuva siyasetlerden, sosyal demokrasiden ayırır. Bizim için kamulaştırma hedef değil, mücadele sürecinde bir ara aşamadır; onlar için varılması gereken ana hedeftir; sosyal devletle sınırlıdır. Seyfi ADALI

Yatağan’da mücadele sürüyor!

M

uğla’nın Yatağan İlçesi’nde, enerji ve maden işçilerinin mücadelesi geçtiğimiz Eylül ayından beri devam ediyor. İşçiler son olarak Ankara’da Türk-İŞ Genel Merkezi’ni işgal etmiş ve özelleştirmeye karşı itirazlarını tekrarlamışlardı. Yatağan, Yeniköy ve Kemerköy Termik Santralleri ile Kömür ocaklarının özelleştirilme kapsamına alınarak ihaleler sonrasında satılması, işçilerin mücadelesinin temel nedenidir. Mücadele 300 günü buldu… Mücadelenin 292’inci gününde, Yatağan Termik Santrali önüne kurdukları direniş çadırında 24 saat kesintisiz nöbet tutan enerji ve maden işçileri, önce ilçe merkezindeki Madenci Anıtı önünde topladı. Ardından, AKP ilçe binasına yürüyüşe geçti. Yaklaşık 500 işçi ‘Hırsız AKP’, ‘Gün gelecek devran dönecek, AKP halka hesap verecek’, ‘Soma’nın hesabı sorulacak’ sloganı atan işçiler Tes- İş Şube Başkanı seslendi: Ramazan ayında yollarda olduklarını belirten Fatih Erçelik “Ak Parti’nin kapısı penceresi kapalı, yine sesimizi duyan yok. İhanet sadece hükümetten gelmiyor, aynı zamanda içimizde bu partinin üyesi veya yöneticisi olan arkadaşlarımız ve akrabalarımızdan da geliyor. Rekabet Kurulu dün santralimizin taşınmazlarının ihaleye giren firmalara satışına onay verdi. Devletin malına sahip çıkmak suçsa, biz bu suçu işliyoruz” dedi. Yapılan açıklamada “Üç santral ve kömür ocakları bütün halinde varlık satışı yolu ile ihale edilmiş ve 3 milyar 761 milyon dolara satılmıştır. Hatırlayacağınız gibi yerel seçim öncesinde Başbakan Marmaris’te yaptığımız görüşmede bize ‘değerinde teklif verilmediği takdirde santral ihalelerini iptal ederim’ dendiği hatırlatılarak “Başbakana sesleniyoruz bu kurumlar 7’de 70’e herkesin malıdır. Göz bebeğimiz olan santral ve madenlerimizin özelleştirilmelerinden vazgeçilmelidir. Çare Özelleştirme değil kamulaştırmadır” denildi. İS Haber


10

İşçilerin Sesi

Temmuz 2014/28

AKP cam işçisinin grevine 8 gün dayanabildi! Topkapı Şişecam işçilerinin izledikleri yol yasal değildi ama işten atılmaya ve işsizliğe karşı son derece meşru ve vicdanlarda da haklı ve onurlu bir yer edinmişti.

Yeni engel e-devlet şifresi

A

KP hükümeti, sendikacılarla pazarlık yaparak yüzde 10 barajını aşağıya çekmişti. Bunun yanı sıra sendika üyeliğinde noter şartını kaldırmış, E-devlet şifresi ile üyelik sistemini getirmişti. Sendikacılar, eski alışkanlıklarıyla ham hayaller yaymaya başladılar, onlara göre sendikalaşmanın önündeki en büyük engel olan noter şartının kalkması, örgütlenmenin önünü açacaktı. Sendikalar, masa başında işçileri üye yapabileceklerdi. Bu ne büyük bir kolaylıktı! Buna karşılık E-devlet uygulaması tam tersinden işçilerin aleyhine işlemeye başladı. Birkaç örnekle bu gelişmeyi somutlayalım. Türkiye’deki patron örgütlerinin en önde geleni olan TÜSİAD’ın Başkanı Muharrem Yılmaz, patronu olduğu SÜTAŞ’ta Tek Gıda-İş Sendikasına üye olan 26 işçi kapı önüne konuldu. Kalan işçilerin e-devlet şifreleri toplandı, üye olanlar istifa ettirildi, sendikasızlar üye olamasın diye şifreler değiştirildi. Bununla da yetinmeyen fabrika yönetimi, işçilerin e-devlet şifrelerini değiştirip işçilere geri vermedi. Bu yaşananları alt alta koyduğumuzda, e-devlet şifresi ile sendikaya üyeliğin kolaylaştığını söylemek mümkündür! Uygulama, patronların sendikal örgütlenmeyi takip etmesinin ve müdahale etmesinin önünü açtı. İşçileri iradeleri dışında, sendikalara üye yapmayı kolaylaştırdı. Geleneksel sarı sendikacılığı bile aşan “patron sendikalarının”, işçi sınıfının örgütlenmesini içine sokan bir Truva atı işlevi görüyor. E-devlet şifresi ile sendikalara üyelik uygulaması, noter şartına göre bir ilerlemeyi ifade ediyordu. Gelişmeler bunun kendiliğinden sendikal örgütlenmenin önünü açamadığı gösterdi. Gerek sendikacıların gerekse de sendikal örgütlenmeye destek veren devrimci çevrelerin anlamadığı mesele, sendikalaşmanın yalnızca teknik bir süreç olmadığıdır. Taşeronlaşmanın yaygınlaştığı, işletmelerin birçok şirketi içinde barındırdığı ve patronların azılı bir sendika düşmanı olduğu koşullarda, işçilerin örgütlenmesini kolay ve kestirme bir yolu yoktur. Sendikal örgütlenme bir süreçtir, dayanışma, birlik, bilinçlenme ve gizlilik gibi unsurların bir bütün olarak işlemesine bağlıdır. Ufuk DEMİRCİ

2

0 Haziran günü 10 fabrikada 5 bin 800 cam işçisinin toplusözleşmede uyuşmazlığın çözülmemesi üzerine çıktıkları grev, 27 Haziran günkü Resmi Gazete’de Bakanlar Kurulu kararı ve Cumhurbaşkanı onayıyla “genel sağlığı ve milli güvenliği bozucu nitelikte” bulunarak 60 gün ertelendi. Cam işçilerinin grevlerinin “salık” ve “milli güvenlik” ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını, ilkokul öğrencisi bile bilir. Ancak burada amaç, Eskişehir ve Mersin başta olmak üzere binlerce işçinin ve aileleriyle birlikte birkaç onbini bulan bir cam işçilerinin cumhurbaşkanı adayı olacağı bilinen (nitekim adaylığını açıkladı) Başbakan Tayyip Erdoğan’a engel çıkartma ihtimalidir. Abdullah Gül de aday olmayacağına göre, haksız ve hukusuz olduğuna emin olduğumuz bu grev ertelemesinin altına imzasını rahatça atabilmiştir. Böylece Erdoğan/Gül arasından siyaset çıkartmak isteyenlerin de hayallerini dağıtmış oldular. Kristal-İş Sendikası, Türkiye Şişe ve Cam Fabrikaları Anonim Şirketi’ne (ŞİŞECAM) bağlı işyerlerinde başlattığı grevin Bakanlar Kurulu kararıyla ertelenmesine ilk güçlü tepki sendikanın Mersin Şubesinden geldi. Bir yandan Danıştay’a dava açılırken, diğer yandan da AKP ilçe ve il binalarına yürüyüşler gerçekleştirildi. Mersin, Gebze, Eskişehir, Bursa ve Kırklareli

olmak üzere 5 bölgedeki fabrikaların işçileri AKP binalarına yürüdü ve yer yer polisin yürüyüşü engelleme girişimleri sebebiyle çatışmalar yaşandı, Mersin’de barikat aşıldı. Şişecam işçilerinin 2004’teki grevi de aynı gerekçelerle ertelenmişti. Aradan geçen 10 yıl içinde AKP hükümetinin işçi hakları ve grev kararlarının uygulanması konusunda hiçbir ilerleme gerçekleştirmedi de ortaya çıkmış oldu. Topkapı Şişecam fabrikasının kapatılıp işçilerin işten çıkartılmasın kararını fabrikayı 15 gün boyunca işgal ederek yanıtlayan cam işçileri, benzer bir yolu takip etme iradesini henüz ortaya koyamasa da, bine yakın işçi

Ankara’ya giderek Başbakanlığa bir yürüyüş düzenleyerek, protestolarını gerçekleştirdiler. Sendikacılar “Yasalara bugüne kadar hep uyduk, yasalar çerçevesinde iş yaptık” çizgisinde hareket ederken, hükümetin yasal ama gayri meşru ve anti demokratik uygulamalarını bu sınırlar içinde kalarak geriletmesi mümkün gözükmüyor. Topkapı Şişecam işçilerinin izledikleri yol yasal değildi ama işten atılmaya ve işsizliğe karşı son derece meşru ve vicdanlarda da haklı ve onurlu bir yer edinmişti. İhtiyacımız olan fiili ve meşru mücadeledir. Haklar, yasalardan önce gelir! İS Haber

“Sahipsiz Sen” ne yapmalı?

H

aziran ayının son günlerinde, Ankara’da Adalet Bakanlığına ait inşaatlarda taşeron işçi olarak çalışan ve 4 aydır ücretlerini alamayan inşaat işçileri, mukavvaların üzerine taleplerini yazarak, açlık grevine başlayacaklarını açıkladılar. Dövizlerinin altına ise, Sahipsiz Sen imzasını attılar. Sahipsiz Sen bir kurum değil kuşkusuz. Ancak çok anlamlı bir işçi yaratıcılığının simgesidir. İlk sözcük, inşaat işçilerinin ve genel olarak taşeron işçilerinin içinde bulundukları durumu ifade ediyor. İkinci sözcük ise, kinayeli biçimde işçilere sahip çıkmayan sendikaları ve sendikacıları hatırlatıyor. “Sen” Sendika sözcüğünün kısaltması olarak kullanılıyor. Özel olarak taşeron işçileri genel olarak ise, işçi sınıfı bugün her zamankinden daha çok sahipsizdir. Kendi çabalarıyla kendilerine yol açmaya çalışan işçiler, son derece zekice bu-

lunmuş Sahipsiz Sen sözcüklerinde ifadesini bulan durumdadır. Sen’ler ne iş yaparlar? Siyasi gündemin ağırlığı altında kalsa da, medyaya fazla yansımasa da, işçilerin sendikal örgütlenme ve mücadeleleri sürüyor. Emek/sermaye çelişkisinin bir sonucu olarak işçiler, kendilerine dayatılan çalışma düzenini ve asgari ücreti kabul etmiyorlar, sendikaların kapılarını çalıyorlar. “Kapı çalınmasını” ifadesi mecazi olarak kullanılmıyor. Sendikaların artık birer avukatlık bürosu haline gelip, dava açan kurumlar haline gelmesi söz konusu. Sendikacılar, ağlarına oturmuş örümcekler misali, işçilerin sendikaların kapılarını çalmalarını bekliyorlar. İşyerlerinde ise işçiler deneyimli ya da devrimci işçilerin önderliğinde, bazen de dışarıdan destek alarak, sendikalara gidiyorlar. Sendikacıların yaklaşımı standart

oluyor, “işyerinde kaç işçi var, siz kaç işçi olarak bir araya geldiniz?”. Sendikacılar eğer işyerinde birden çok şirket ve taşeron çalışma varsa veya işçilerden bu örgütlenmeyi götürecek bir “izlenim” edinmemişlerse, işi yokuşa sürüp, işçilerin moralini bozarak, sendikadan ayrılmalarını sağlıyorlar. Sendikacılar, işyeri örgütlenmesinin bütün yükünü işçilerin sırtına yıkarak, sorumluluklarını yerine getirmedikleri gibi, işçilerin başarılı olduğu örneklerde de “işin” sahibi oluyorlar. İşçiler, bugünkü sendikalara bakarak kendilerine bir çare aramaya kalkarlarsa, boşuna beklemiş olurlar. Ne yapmalıyız sorusuna ise, yine Ankaralı taşeron inşaat işçilerinin verdiği üçüncü yanıtla bitirelim: Sendikaları beklemeden, örgütlenip hak almak için mücadele etmek. Mücadele için örgütlenmekten başka çıkar yolumuz yok. Ufuk DEMİRCİ


İşçilerin Sesi

Temmuz 2014/28

11

Milyar dolarlık futbol pazarı Kupanın patronu FIFA (Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği). 6 futbol konfederasyonunun en üst örgütü. Merkezi İsviçre’de. Her kupa bir öncekinden daha büyük bütçelere ve organizasyonlara hizmet ediyor.

F

IFA, 2014 Dünya Kupası’nın yaklaşık 4,5 milyar dolarlık bir geliri olacağını öngördüğünü resmi sitesinde açıkladı. Bu gelirde en büyük pay (yüzde 60) TV kanallarından, geri kalanı ise, sponsorlardan (Coca Cola, Hyundai-Kia Motors, Sony, VISA vs.) sağlanıyor. FİFA’nın resmi kârının 2,5 milyar dolar olacağı da öngörülmüş. Brezilya’ya 1 milyar dolar (yatırımları için) veriliyor. Şampiyon milli takıma 35, ikinciye 25, üçüncüye 22, dördüncüye 20 milyon dolar verilecek. Elenen çeyrek finalist 4 takımın her biri 14 milyon dolar, 2.tura çıkıp sonra elenen 8 takımın her birine 9, İspanya gibi ilk turda elenen 16 takımada 8’er milyon dolar verilecek. Kârlar kime gidecek? Brezilya’nın kârı-zararı ne? Bunu bilmek mümkün değil. Ancak, Brezilya halkı, işsizlik ile yüz yüzeyken, büyük yatırımların futbola yapılmasına tepkili olduğu, yaptıkları eylemlerle de bu tepkilerini ifade ettikleri biliniyor. Daha yakından bakacak olursak, Brezilya devleti FİFA’dan 1 milyar do-

lar dışında bir para almayacak. Ama sermaye ve devlet, ulaşım, haberleşme, otelcilik gibi hizmet sektöründen ciddi bir gelir elde edecek. Bunun ne kadar olduğunu bilemiyoruz. Bir fikir vermesi bakımından, Türkiye kupaya katılabilseydi, 550 milyon dolarlık bir gelir (sponsorluk vb.) elde edebileceğini hesaplıyordu. Kupanın o ülkede oynanmış olması, muhakkak ki, bunun kat be kat üstünde bir gelir demektir. Tabii ki, bütün bu hızlı tüketim ve hizmet sağlama işlerinden kazanç sağlayacak olan özel sermaye yani otel ve lokanta zincirlerinin; otobüs ve uçak şirketlerinin sahipleri olacak. Altyapısını Brezilya devletinin yaptığı ve onların

tekbir kuruş harcamadıkları koşullarda, kârlar özel şirketlerin kasalarına akacak. İşte, Brezilyalı emekçilerin itirazları da buna: Devlet yatırımları iş, eğitim ve sağlık gibi acil ihtiyacı duyulan alanlara değil, bir grup sermayedarın kârlarına hizmet edecek yatırımlara harcanmasınaydı. Kuşkusuz, daha çok turist girişi, onların konaklaması, yeme-içme, hediyelik eşya satışı gibi ülke imajının parlatılması gibi sebepler sayılabilir. Ancak, kupaya özel yatırımlar kupa sonrasında işe yaramaz olacak ve kamu kaynakları boşa harcanacak. Nitekim Yunanistan’ın krizinde böyle bir olimpiyat serüveni olduğu bilinen bir gerçektir. Sonuç olarak, Dünya Kupasında kaybeden Brezilyalı emekçiler ve yoksullar olacak, kazanan ise, FİFA başta olmak üzere Brezilyalı sermaye çevreleri ve sponsor olan uluslararası dev şirketler olacak. Seyri güzel, faturası ağır organizasyonların gerçekten spor için yapılabilmesi ise, futbolun bir endüstri olmaktan çıkartılmasına bağlıdır ki, kapitalizm koşulları altında bu mümkün değildir. İS Haber

6,6 milyon çocuk yardıma muhtaç BM Çocuklara Yardım Fonu, Suriye’deki iç savaştan dolayı 6 milyondan fazla çocuğun yardıma ihtiyaç duyduğunu açıkladı. Son bir yılda yardıma muhtaç çocukların sayısı üç kat arttı.

B

irleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) Sözcüsü Simon Ingram, Suriye’de 6,6 milyon çocuğun yardıma ihtiyaç duyduğunu belirterek “Bu gerçekten dudak uçuklatan bir sayı ve çok ama çok hızlı yükseliyor” dedi. Ingram, fonlarda yaşanan sıkıntı sebebiyle yardıma muhtaç çocuk sayısının üç katına çıkmasına rağmen UNICEF’in bazı hayati hizmetlerde kesintiye gitmek zorunda kalabileceğini belirtti. Suriye’de ve komşu ülkelerde kalan Suriyeli çocukların ihtiyaçlarını karşılayabilmek için UNICEF’in yıl sonuna kadar ihtiyaç duyduğu 770 milyon doların henüz yalnızca yüzde 37’si karşılanabildi. Ingram, UNICEF’in özellikle yaz aylarının son derece sıcak geçmesinden endişe ettiğini belirterek yakında Irak, Lübnan ve Ürdün’de su ve sağlık hizmetlerinde kesintiye gitmek zorunda kalınabileceğini söyledi. Ingram, hastalıkların kolaylıkla yayılabildiği bu bölgelerde yaşanması muhtemel sıkıntılara dikkat çekti. Suriye’de özellikle çocuk felci konusunda yaşanan vakalara dikkat çekiliyor.

UNICEF’e göre bu yıl Suriye’de 36 çocuk felci vakasına rastlandı. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’ne göre Suriye’de 2011’de başlayan ayaklanmalar ve devamındaki iç savaşta 162 binden fazla kişi hayatını kaybetti. Birleşmiş Milletler rakamlarına göre, 22 milyonluk nüfusa sahip olan nüfusun yaklaşık yarısı çok kötü koşullarda yaşamakla birlikte insani yardıma ihtiyaç duyuyor. Suriye’nin içinde yardıma muhtaç olanların yarısına yakınını çocuklar oluşturuyor. Yarısının çocuk olduğu 2,9 milyon

Suriyeli ise komşu ülkeler başta olmak üzere ülke dışında sığınmacı durumunda. BM sığınmacı sayısının yıl sonunda 3,6 milyona çıkmasının beklendiğini açıklamıştı. Öyle ki iç savaştan dolayı her ay yaklaşık 100 bin kişi Suriye’yi terk ediyor. Cuma günü ayrıca BM Mülteciler Yüksek Komiseri Antonio Guterres, Ürdün, Türkiye, Irak ve Mısır’da bulunan Suriyeli sığınmacılar için 3.74 milyar doların gerektiğini açıklamıştı. Bu miktarın şimdiye kadar ancak 1.1 milyar doları tedarik edildi. İS Haber

Türkiye’de 4 yılda bin 611 kadın öldürüldü

G

azetelerin açık kaynaklardan yaptığı araştırmaya göre, 2014 yılının ilk 5 ayında ise 200’ün üzerinde kadın öldürüldü. Bunlardan 8’i ise henüz 18 yaşına dahi girmemişti. Öldürülen her 2 kadından 1’inin katili eşleri. Diğer olaylarda ise faillerin büyük bölümü erkek arkadaşları, boşandığı eşleri ya da akrabaları. Hayatını kaybeden kadınların büyük bölümü ayrılmak ya da boşanmak istediği için öldürüldü. En acı istatistik ise ölen 21 kadının daha önce faili hakkında Emniyet birimlerine suç duyurusunda bulunmuş olmasıydı. Kadın cinayetlerine karşı ortak eylemlilik çağrısı İstanbul’da feminist örgütler, kadınlara yaptıkları bir çağrı ile “her gün en az 3 kadını erkek şiddeti yüzünden kaybederken, duyduğumuz gördüğümüz yaşadığımız tüm bu cinayetlere isyan ediyoruz” dediler ve kadınları “Yasta değil, isyandayız!” diyerek kadın cinayetlerine karşı hep birlikte büyük bir eylemlilik örmeye çağırdılar. Çağrıda, “Kürtaj hakkımız için, TCK’da cinsel suçlarla ilgili değişikliğe karşı çıkmak için, karşılıksız emeğimizin görünmesi için, savaşın bitmesi için kadınlar olarak nasıl bir araya geldiysek bu kez de kadın cinayetlerine karşı sokakları dolduralım, hep birlikte öfkemizi haykıralım!” deniliyor. Kadın cinayetlerini önlemek için mücadeleye! IS Haber


12

İşçilerin Sesi

Temmuz 2014/28

Öz İplik-İş sermayenin maşası! Bugün Teksif’in konumu, DİSK Tekstil Sendikasının işçilerce itibar edilmemesi sebebiyledir. Teksif adeta eski DİSK’in hedef olduğu baskılara hedef oluyor ve daha önce Teksif ’in kullanılması gibi, şimdi de Öz İplik-İş patronların maşası haline geliyor.

E

senyurt’ta Örma ve Burcu Tekstil fabrikası önünde sendika nöbeti devam ediyor. Örma Tekstil’in önce Düzce sonra da Esenyurt’taki fabrikalarında Teksif sendikasının örgütlenmeye başlaması üzerine işveren önce 50’ye yakın işçiyi işten attı, ardından sendikalaşmanın önünü kesemeyince bu kez Hak-İş’e bağlı Öz İplik-İş sendikasını devreye soktu. İşverenlerin maşası olmaya gönüllü bu sendikanın yöneticileri, işveren eliyle sendikaya üyelik yapılmasını “sendikacılık” sayıyorlar. Patronlar da Öz İplik-İş’e üyelik ve ardından sendikanın yetki başvurusuna itiraz etmeyerek, yıldırım hızıyla işyerine sendika gelmiş oluyor. Öz İplik-İş işyerinde yetkili olup toplusözleşme masasına oturduğunda ise, hiçbir hak içermeyen sözleşmelere imza atıyor. Sözleşmelerin genelinde yer alan 4 ikramiye (en az 2,5 ikramiye) Öz İplik-İş’te 1 ikramiyeye düşüyor. Başkaca bir hak da bulunmuyor. Aldığı sendika aidatı (ayda bir yevmiye) ile bu bir ikramiyenin yarısını da kendi hesabına alıyor. “Sendikalaşma kaçınılmazsa” Son birkaç yıldır Akbalık Holdinge bağlı Özak ve AKB Tekstil’deki Teksif örgütlenmesinden buyana, işverenler Teksif’e karşı Öz İplik-İş kozunu kullanıyorlar ve bu da etkili oluyor. Patronlar arasında bu çözüm yolu yayılıyor. Örma patronuna da Hak-İş aklını Özak patronunun verdiği belli. Patronlar “sendikalaşma kaçınılmazsa” Öz İplik-İş ile bu keyfi yaşamayı tercih ediyor. Örma işvereni, işçinin tercihinden o kadar rahatsız ki, taşeron şir-

ketlerdeki işyerlerini hızla ana işyerine naklederek, Teksif’in çoğunluğa ulaşmasını önledi. Teksif Sendikası ise, Düzce’de devam eden direnişine, Esenyurt’ta “sendika nöbeti” ile devam ediyor ve Örma’ya ait şirketlerin tümünde sendika üyeliğini sürdürüyor. Teksif için de tarihi bir ders Patronlar, sendikalar arasında her zaman kendilerine yakın olan sendikayı tercih etmeyi bir önlem olarak seçmişlerdir. Mevcut sendikaların yapısal sorunları ve işçiden kopuk hayatları ne kadar gerçek ise, işçilerin kendi sorunlarına duyarsızlıkları ve mücadele geleneğinden kopuklukları o kadar gerçektir. Öyle ki, 20-25 yaşındaki bir işçi hayatının yarısını AKP hükümetleri döneminde, sendikal mücadelenin en dibe vurduğu bir dönemde geçirmiştir. Patronların acımasız ve yasa tanımaz biçimde işçi çıkartmaya gidişi ve işsizlik gibi maddi gerçekler de işçi örgütlenmesinin önünü tıkayan, patronlara da sendikalar arası rekabetten yaralanarak işçileri yönetme fırsatı vermiştir. Hak-İş gibi hükümet ve patron yalakası sendikaların varlığı ise, işverenlerin işlerini bir hayli kolaylaştırmaktadır. Teksif yöneticilerinin tamamı olmasa da büyük kısmının bugüne kadar izlediği sendikal siyaseti değiştirerek, sınıf mücadelesine inanmış sendikacılar olarak işçilerin davasına sahip çıktıklarını söyleyemeyiz. Sendika olarak ayakta kalabilmek için, Hak-İş’e işyerlerini kaptırmamak için mücadele etmek zorunda oldukları çok açık.

12 yılda 18 kattan fazla büyüdü! 4688 Sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanunu Gereğince Kamu Görevlileri Sendikaları ile Konfederasyonların Üye Sayılarına İlişkin 2014 Temmuz İstatistikleri Hakkında Tebliğ Resmi Gazete’de yayımlandı. Tebliğe göre, Memur-Sen 11 hizmet kolunun 11’inde yetkili sendika. KESK tek yetkili bulunduğu Kültür Sanat-Sen’i kaybetti. Sendikalaşma oranı geçen yıla göre artış göstererek yüzde 70 oldu. Türkiye’de 2 milyon 270 bin 558 memurdan 1 milyon 589 bin 964 memur sendikalı. KESK’in 236 bin 700,

Türkiye Kamu-Sen’in 447 bin 641, Memur-Sen’in 762 bin 650 üyesi bulunuyor. Birleşik Kamu-İş’in 50 bin 503 ve Cemaata yakınlığı ile bilinen Cihan Sen’in 24 bin 299 üyesi var. Memur Sen, AKP’nin hükümet kurduğu 2002 yılında sadece 41 bin üyesi bulunuyordu. 12 yıl içinde üye sayısını 18,6 kat artırdı! 2014 yılı için hükümetle imzalanan toplusözleşmede, Temmuz ayı enflasyon farkı sözleşmeden çıkartıldı. Böylece kamu emekçileri enflasyon karşısında ücretlerini koruyamadı.

Unutulmamalı ki, Öz İplik-İş’in bugün sendikal harekette oynadığı uğursuz rol, geçmişte Teksif tarafından oynanıyordu. İşverenler, DİSK’e karşı Teksif’i tercih ediyorlardı. Bugün DİSK Tekstil uzun zamandır izlediği sınıf karşıtı politikalar yüzünden neredeyse devre dışı kalınca, işverenler ve hükümet Hak-İş’i yarattı ve Teksif dünkü DİSK Tekstil Sendikasının konumuna geldi.

İşçi hareketinin ne kadar gerilediğinin göstergesi olan Hak-İş-Türkİş rekabeti, sendikacıların arasındaki rekabettir. İşçilerin çıkarlarını temsil eden bir mücadele değildir. Bu nedenle işçiler önce kendi aralarında, işyerlerinde örgütlenmeli ve sonradan sendika tercihi yaparak, mücadelenin denetimini kendi ellerinde bulundurmayı ihmal etmemelidir. İS Haber

hiçbir güç duramaz. İşçiler kendi gücünün farkına vardıkça, tek tek ücret ve iş saati pazarlığından bütün işçiler için haklar elde etmeye giriştiğimizde, kazanma ihtimalimiz çok daha fazla olacak.

Yüz elli yıl önce Avrupalı ve Amerikalı işçiler, “8 saatlik işgünü” mücadelesinde yüzbinlerce işçiyle grevlere çıkabildikleri için kazandılar. Yüzelli yıl sonra, bugün milyonlarcayız ve kazanabiliriz! İS Haber

Taleplerimiz ne olmalı?

M

ecliste bulunan torba yasa içinde yer alan “taşeron” düzenlenmesi, Soma’da yaşanan maden faciasını bahane ederek esnek çalışmayı yaygınlaştırıyor. İşçilerin Sesi gazetesi, hem taşeronun yasaklanmasını hem de kadrolu iş talebini savunuyor. Bu talepleri afiş çalışmasıyla da dile getirdi. Yine torba yasada yer alan madenciler için 6 saat iş günü değişikliği, patronların baskısıyla son anda “üretimde” ibaresiyle değiştirilse de (maden içinde yaklaşık bir saat süren yolun ardından iş alanına ulaşılıyor ve böylece gidiş dönüş iş günü 8 saate çıkıyor!), bütün işçiler için 6 saatlik

iş günü talebini savunmalıyız. Bunun iki nedeni var: 12 saatlik işgünü her işçiyi yaşamdan bezdiriyor ve hiçbir sosyal yaşam bırakmıyor. İkincisi, zaten patronlar çok fazla kazanıyor! Bu nedenle iş saatleri, ücretlerde kesinti yapılmaksızın düşürülmelidir. Mevcut ücretler ise, iyileştirilmelidir. Patronların yeterince parası var! Bu talepler işçilerin ve işsizlerin acil talepleri olarak ısrarcı bir şekilde gündemde tutulabilirse ve işçi sınıfı bu talepler için mücadeleye ikna olursa, sermayenin ve hükümetin işçi yararına düzenleme yapmaktan başkaca yolu olmayacaktır. İşçi sınıfı milyonlarca üyesiyle ayağa kalktığında, bunun karşısında


İşçilerin Sesi

Temmuz 2014/28

13

Bilinçli, örgütlü işçi olmadan asla...

Esenyurt’taki işyerinde yaklaşık 3 ay önce üç işçi arkadaşla sendikalaşma kararı aldık. İşyerinde çalışma koşulları kötü, maaşlar düşük, yemek saati 30 dakika. İşçi sendikaya üye olunca sendika her şeyi halledecek sanıyordu.

F

irmanı çalışma koşulları şöyle: Sabah 8 akşam 6 paydos, öğlen yemek saati 30 dakika maaşlar asgari ücret. Örme bölümündeki işçilerin hali daha vahim. İki vardiya sabah 8 akşam, 8 cumartesi 5 e kadar çalışma maaşlar1200tl. Ana firmada ütü-paket 40 işçi dikim, 50 işçi kesim model hanede 30 işçi çalışıyor. İşveren dışarıda iki tane dikim taşeronunda 200, 400 işçi çalıştırıyor. Ütü paketin taşeronunda 100 kişi çalışıyor. İhracat çalışan bir firmadır. Düzce’de 700 kişi çalışıyor. Sendikalaşmada işten çıkışta olur. Bunu öğrenen işçiler vazgeçtiler. Biz de bir süreliğine askıya aldık. Ama işveren bir akşam işçileri topladı “arkadaşlar ben size sendika getirdim Hakİş sendikası. Bunu kabul edin, üye olun senede bir maaş ikramiye veririm, onu da 12 aya bölerim. Düşünün kararınızı söyleyin” dedi. İşçiler tabi çok şaşırdı. 3 ay önce işyerinde kime sendika lafını açarız, kim bizi patrona ispiyonlar, işimizden ettir diye düşünürken işverenin kendisi sendikayı getirmişti. Bir işçi “benim bildiğim sendika gelince 3 ayda bir ikramiye olur, kömür parası, erzak parası olur” dedi. Patronun cevabı “sen ne çok şey biliyorsun, yok öyle bir şey” deyip kestirip attı. Başka bir işçi “sendikayı kabul edersek maaşlarda bir düzelme olacak mı” diye sordu. Bu soruya da verilen cevap “ben sizleri vitrin olarak görüyorum, bu işte herhangi bir kârım yok o yüzden maaşlarda herhangi bir artış düzelme beklemeyin; e devlet şifrelerimizi getireceğim benim getirdiğim sendikaya üye olun desteklerinizi bekliyorum” dedi. İşveren insafa mı gelmişti? Sendikanın, sendikalaşmanın bu kadar rahat konuşulduğu bir ortamda işçilerin kafası karıştı. Sendikaya üye olalım mı olmayalım mı, diye tartışıldı. Sendika patron için iyi bir şey değil neden getiriyor? Kesin işin içinde bir şeyler var, dendi. İşçi tereddütte kaldı. Patron sendika getirince akşam Teksif’i aradık örgütlenme sekreteriyle konuştuk 4 işçinin katıldığı bir toplantı yaptık. Öğrendik ki sendikada yana döne bu firmada çalışan işçi peşine düşmüş. Düzce’deki işyerinde Hak-İş ile üye kavgasına tutuşmuşlar. Hemen geldiler hemen üyeliği nasıl başlatırız diye konuştular. Sabah fabrikanın önüne sendika ses aracıyla geldi. Bir yandan işçilere sarı sendikaya üye olmayın gelin bize üye olun dediler, arada müzik yayını yaptılar. İşçilere akşam iş çıkışı toplantıya çağırdılar.

Asgari ücret, azami sefalet!

T

Fabrika müdürlerini panik aldı sendika gelmiş kapıya dayanmış illa da patronun sendikasına değil bize üye olun, diyorlar! İşçiler sendikacının konuşmasını dinlemesinler diye güvenlik vardiyadan çıkan işçileri tek tek servislere bindirdi. Kararlıyız vazgeçmeyiz! Sabah çay paydosunda aşağı inmek istedik. Kapıları kitlediler, dışarı çıkmak yasaklandı. Camları açtık dışarıya bakalım dedik. Güvenlik camları kapattı, o da yasak. İşçiler, burası cezaevi mi diye tepki gösterince “ben bilmem karışmam fabrika amirine sorun” dedi. İşbaşı yaptık öğlen yemek paydosu 30 dakika yemek yedik, bahçeye çıkalım sigaramızı içelim dedik, fabrika müdürü bağırarak “dışarı çıkmak yasak” dedi. Ne çok yasak varmış ya. Bizim hakkımız dedik çıktık dışarıya. 10 dakika molamız vardı onun da yarısını yediler. İşbaşı yaptığımızda şef bir öncü işçiyi odaya çağırdı: “Patron sizin dosyalarınızı aldı çıkışınızı verecek gelin bu davadan çekilin” dedi. Hafiften tehdit salladı. E devlet şifrelerimizi postaneden bizden habersiz aldıkları için akşama 8’e kadar mesai koydular. İşçiler Teksif’e gitmesin üyelik işini bitirmek istediler. Arada 2’şer 3’er işçileri içeri çağırıp Hak-İş’e üye yapmaya başladılar. 20’ye yakın üye yaptılar. İçeri giren işçiye e devlet şifresini verip kâğıt imzalatıyorlar. İşçilerle konuşup akşam mesaiye kalmama kararı aldık. Teksif toplantısına katılma kararı aldık. 40 işçi o toplantıya katıldı. Sendikacı bu firmanın Düzce fabrikasında üyelik çalışması yaptıklarını patronun Hakİş’i getirip taşeron işçileri bünyesine geçirip üye yaptığını anlattı ve “işçiden habersiz şifre almak suçtur, dava açalım, cumartesi otobüs tutup Düzce’de direnişte olan işçileri ziyaret edelim, burada üyeliğe hız verelim”

dedi. 15 işçiyi üye yaptı. Ertesi sabah bir arkadaşı almadılar. Güvenlik “fabrika müdürü çıkısını verdi, birazdan gelir; derdini ona anlatırsın” dedi. Bu olaydan haberimiz olduğunda tüm işçileri aşağı indirip arkadaşı zorla içeri aldık iş başı yaptık. Genel müdür “neden o arkadaşınızı içeriye almadığı mı biliyor musunuz, o arkadaşınızı içerde döveceklerdi içerisi karışmasın diye almadım” dedi. Biz de “onu kimse dövemez arkasında işçiler var” deyince, bu cevabı beklemiyordu çok sinirlendi. Müdür “buraya dışarıdaki sendika gelemez. Biz milleti ekmeğinden etmek istemiyoruz daha önce burada 150 işçiyi kapının önüne koyduğumuzu da biliyorsunuz” dedi. Saat dokuzda işbaşı yaptık saat 12 gibi patron dikim bölümüne “kim o, kim o” diye bağırarak girdi. Müdür bir öncü işçiyi işaret etti. Patron ‘’sen kimsin” deyip adını sordu, işçi adını söyledi. Cevap verilmesine çok sinirlendi, koskoca patrona bir işçi cevap veremez diye düşünmüş olmalı. İşçinin kolundan tutup bir de küfür ederek dışarı attı. Şef işçiyi arayarak, işten çıkartıldığını ve hesabına 3 bin 300 lira yattığını ve “çocuğun olacak işine bak, şikâyetçi falan olma” diye de uyardığını öğrendik. İşçilere de 15, 20 işçinin daha çıkartılacağı korkusu verildi. İşe iade davası açmış. Şu sıra işyerinde işçiler beklemede. İki sendika da bir şey yaptığı yok. Patron üyelikte ısrar ediyor. Teksif üyelikte ısrar ediyor. İki tarafta da mesafeli. Gitse bile ancak arkadaş hatırına gidiyor. Çıkış yok sendikalaşma da yok. İşyerinde işveren işçilere sendikalaşmayı konuşmak için olanak verdi. Ama işçiler arasında bilinçli örgütlülüğü esas alan bir çalışma olmayınca işçi bekleme durumunda kalıyor. İhtiyacımız olan sendika üyeliğinden önce, bilinçli işçi birliğini, örgütlülüğünü küçük de olsa işyerlerinde yaratmaktır. M.YURT

emmuz ayından geçerli olacak asgari ücret belli oldu. Asgari ücretle ilgili “sefalet”i göstermeden önce iki önemli ve bilinçli çarpıtmayı ifade edelim: Birincisi, asgari ücretin Asgari Geçim İndirimi (AGİ) ile birlikte ifade edilmesidir. Böylece asgari ücret gerçek rakamından en az 80 lira (bekar işçiler için) fazla ifade edilmiş olmaktadır. AGİ kıdem tazminatı hesabında dışarıda tutulduğu gibi, altı ayda bir yapılan sözde zam da AGİ’siz ücret üzerinden yapılmaktadır. Burada amaç, asgari ücreti işçiye de kamuoyuna da gerçeğinden fazla gösterme telaşıdır. Örneğin yeni asgari ücret net 891 lira olarak söylenmektedir, doğrusu 811 liradır ve 80 lira AGİ ile 891 liradır. İkincisi, asgari ücretin “işverene maliyeti” hesaplarıdır. Bunu ileri süren patron tayfası, “işçi bu parayı alıyor ama biz de üstüne devlete para veriyoruz” demektedir. İşçinin maliyetinin çok olduğunu söyleyerek, asgari ücretin hep düşük kalması yönünde baskı yapmaktadır. Oysaki bin 134 lira olan asgari ücretin elimize geçen kısmı 810 liradır; işçiden ayda 323 lira devlet kesinti yapmaktadır. Bundan çok az söz ediliyor, işverene maliyet abartılarak söyleniyor. Neden? Çünkü patronlar ve hükümet işçiden güçlü konumdadır ve onların gazeteleri, televizyonları baskın çıkmakta, kamuoyunu aldatmaktadır. Sendikaların yaptığı araştırmalar, TÜİK (İstatistik Kurumu) açıklamaları, 4 kişilik bir ailenin açlık sınırını bin 158 lira, yoksulluk sınırını 3 bin 772 lira olarak belirtmektedir. Asgari ücret her yılın Aralık ayında belirleniyor. Asgari ücretin işçiler için vergi dışında bırakılması halinde bile ücretlerimiz aylık 323 lira artacaktır. Bu kez daha güçlü ses çıkartalım ve insanca yaşayacak ücret talebimizi daha yüksek sesle İS Haber duyuralım!


14

İşçilerin Sesi

Temmuz 2014/28

Hak-İş TGS ve Teknik AŞ’nin peşinde Taşeron ile tanıştık!

Ç

alıştığım şirketin lojistik bölümünün satışı biz çalışanların iş yaşamını daha da zorlaştırmaya devam ediyor. Bu yılki zam verilmedi, işten çıkarılmalar oldu, çıkarılmalar yüzünden mevcut işler kalan işçilere yüklendi. Yani herkes daha fazla yoruluyor. Yaptığımız iş beden işi olduğu için, bir zaman sonra çoğu işçilerde beden ağrıları oluşmaya başladı. Hastaneye gitmeler çoğaldı, bunun üzerine şirket 9 kişiyi işe aldı. Ama kadrolu değil taşeron olarak, yani şirket tarihinde ilk defa taşeron işçi çalıştırmaya başladı. Bu durum işçiler arasında, taşeron denemesiyle alıştırmaya çalışıyorlar diye yorumlandı. İşe alınan işçiler birbirleriyle tanışık, aynı bölgede yaşayan Kürt gençleri, onlarla konuştuğumuzda öyle anlaşılıyor ki ilan verilmeden bir tanıdık vasıtasıyla alınmışlar ve herhangi bir şirket ismi söyleyemiyorlar. Bu taşeron işçiler işe alındıklarında, bize verilen koruyucu iş elbiseleri verilmemiş, kendi günlük elbiseleriyle yükleme ve boşaltma işi yapıyorlar, yakın zamanda bizlere verilen İSG eğitimi, onlar için geçerli değilmiş gibi, İSG uzmanı bu durumu görmezden geliyor. Yakın zamanda yaşanan Soma maden faciasından sonra, TBMM’de ağır ve tehlikeli işlerde taşeron çalışma yapılmamasıyla ilgili görüşmeler yapıldığını televizyondan izledik. Ama sadece tasarı olarak kaldığını, bir gelişme olmadığını ve bu katliamın tepkilerini azaltmak için mecliste bir orta oyunu oynandığını da fark ettik. Ne meclis, ne bakanlık, ne de patronlar biz işçilerin geleceğini ve huzurunu düşünmezler, birbirleriyle konuşup anlaşırlar, biz işçiler kendi kurtuluşumuzu sağlamanın yol ve yöntemlerini geçmiş deneyimleri okuyup öğrenip, hayata geçirdiğimiz oranda hak ve hukukumuzu koruyabiliriz. S.ARIK

Hak-İş’e bağlı Çelik-İş önce HABOM’da yetki aldı. Yeni kurduğu taşımacılık işkolundaki sendika aracılığıyla TGS’de üye yapmayı sürdürüyor.

A

ralık ayında Hava-İş Sendikasında yaşanan genel kurulun ardından, THY bünyesinde çalışma ilişkileri ve sendikanın bu ilişkiler içindeki rolü konusu, işverenin elinde bir oyuncağa dönüşmüş durumda. Hava-İş sendikasının yeni yönetimi işverenin maşası konumunda. Öyle ki, Hak-İş’e bağlı Çelik-İş önce HABOM’da yetki alıp toplusözleşme imzaladı, şimdi de TGS (yer işletme) işyerlerinde yeni kurduğu taşımacılık işkolundaki sendika aracılığıyla üye yapmayı sürdürüyor. THY yönetiminin bu örgütlenmeye bir itirazı bulunmadığı gibi, Hava-İş sendikası da TGS işyerlerinde üye çalışması yapmayarak Hak-İş’in önünü açıyor, işini kolaylaştırıyor. HABOM, geçtiğimiz ay içinde Tek-

nik Aş ile birleşmesi konusunda adım atıldı ve bir protokol da yapıldı. Ancak şu var: Teknik Aş, taşımacılık işkolunda görülüyor ve işçiler Hava-İş sendikasına üye. HABOM işe metal işkolunda ve Çelik-İş yetkili. Teknik Aş’nin işkolu tespitiyle ilgili dava ise, 3 Temmuz’da görüşüldü ve mahkeme hakiminin değişmesi sebebiyle dava Eylül’e kaldı. Teknik Aş’nin yetkisinin metal işkoluna verilmesine kesin gözüyle bakılıyor. İşkollarını düzenleyen ve birleştiren yeni sendikalar yasasında özellikle Teknik AŞ düşünülerek eklenen maddeye göre, “ağır bakım ve telaşlı imalat” yapan bu gibi işyerleri metal işkolunda sayıldı. Bu nedenle gelecekte Hava-İş’in elindeki yetki metal işkoluna verileceği öngörülebilir.

HABOM birleşmesi henüz kâğıt üstünde ve mahkeme sonucuna göre tam bir birleşme gerçekleşmiş olacak. Çelik-İş üyesi HABOM işçileriyle Teknik AŞ’nin birleşmesi halinde, yetkinin Çelik-İş’e geçmesi zor olmayacak. Ancak şu var: Çelik-İş’in imzaladığı toplusözleşme ile Hava-İş’in imzaladığı eski toplu sözleşmeler arasında dağlar kadar fark var. Teknik AŞ işçisinin açıkça hak kaybına yol açacak olan Çelik-İş, bu nedenle işçilerce benimsenmiyor. Ancak, işverenin tercihi de Hak-İş’ten yana. Dolayısıyla işveren ve sendika işbirliği içinde teknik çalışanlarını ileride çok zorlu günler bekliyor. Çaresiz miyiz? Elbette hayır! Ancak çok daha uzun vadeli bir çalışma yapmak gerekli. Y. KURT

Artık her şey kayıt altında olacakmış!

İ

dare açıklama yaptı: artık maaşlar ayın 1’inde değil 5’inde ödenecek. Maaş ve mesailer, tamamı bankaya yatacak, her şey kayıt altında olacak. Nedeni ise, işe girişteki kart makinelerini kaldırıp onun yerine yüz tanıma makineleri getirilmesi, her şey kayıt altında olacak. SSK primleri de aldığımız ücretten yatacak, bordolar da yasal olacak, kısacası her şey kayıt altında olacak. Açıklama yapıldıktan sonra işçiler kendi aralarında yorum yaptılar: Senelerdir düzgün bir bordro vermediler SSK primleri asgari ücretten yatırdı hiç bir hakkımız kayıt altına alınmadı. Patronun neden böyle bir değişikliğe geldiği ise, belli: Kâğıtlardan korkuyor. Kâğıtlarda yazılanları

yapmak zorunda kaldı. Kâğıtları okuyunca bir işçiyi yanına çağırıp “siz yemeklerden memnun değil misiniz, oysa ben en iyi şirketten yemek alıyorum, o yemekten ben de yiyorum” demek zorunda kaldı. İşçi de “evet kimse beğenmiyor” demiş. Patron az para verirse tabi en iyi yemek şirketi bile olsa kaliteli yemek gelmez. Bunu patron biliyor zaten. Kâğıtlarda bir sürü şikayet yazılı sadece onu soruyor. Ustaların baskılarını sormuyor. Yalaka ustalar Gece vardiyasında iş yüzünden ustayla tartışan işçiler, işi bıraktı. Çıkarken de ustaları şikâyet ettiler. Ustanın yalakası olan işçiyi de ida-

reye söylemişler, ustanın adını verip bizi tehdit ediyor demişler, müdür o işçiyi de çıkardı; ama ustayı çıkarmadı. İşçi olunca yalaka da olsan çıkartırlar. İşe giren işçiler kısa sürede işten çıkıyor. İş ilanı hiç kapıdan kalkmıyor. Çıkışların nedeni ise, az para, çok iş, bir de yalakaların baskısı. Bu koşullarda kimse çalışmıyor ama eski işçilerden de hiç bir şeye ses çıkmıyor. Zorunlu mesailer, yıllık izinler, vs. bir sürü haksızlık varken nereye kadar sessiz kalınabilir ki? Patronun işi için yanındaki arkadaşıyla tartışmak yerine birlik olup bütün haksızlıklara karşı çıkmalı, sorunlarımıza çözüm bulmalıyız. Sadece kâğıtlar yetmez! G.KEMERLİ


İşçilerin Sesi

Temmuz 2014/28

15

Taşeron işçilerinin Çapa deneyimi İşçilerin kazanmasının tek yolu “ben merkezci” ve “sekter” politikalar değil, mücadelede birliktir. Birliği engelleyenleri aşmalıyız. İşçilerin bütününe seslenmeli, onların söz ve karar sahibi olmasını ilke edinmeli, işyeri meclislerinde örgütlenmeliyiz.

İ

stanbul Üniversitesi Çapa ve Cerrahpaşa Hastaneleri taşeron sağlık çalışanları 2010 tarihinde dernek çatısı altında örgütlenme çalışması başlattı. Taş İş Der kuruldu. Dayanışma ve Yardımlaşma adı altında bir araya gelen taşeron sağlık emekçileri, ilk iki yıllık süreyi başarılı hukuk mücadelesiyle geçirdiler. Şua izinleri ve yıllık izinlerin kullanılmasını sağlandı. Tazminatsız çıkartılan işçilerin tazminatlarını aldı. Dernek, Rektörlük tarafından muhatap alınmak zorunda kaldı. Neden dernek örgütlenmesi? Dernek tercihinin yerel nedenleri var. Çapa ve Cerrahpaşa’da Belediye-İş Sendikasının taşeron temizlik işçileri arasındaki yürüttüğü ve yarım bıraktığı, dolayısıyla başarısız olduğu deneyim vardı. Sendika, örgütlenme nedeniyle işten çıkarılanlara sahip çıkmadı. Sendika içi koltuk kavgası, çalışanlara olumsuz yansıdı. Yine önemli nedenlerden biri hastane çalışanlarının iş kollarına göre ayırmanın mümkün olmadığıydı. Sendikalar işkollarına göre örgütleniyordu. Belediye-İş temizlik işçileri arasında, Tezkoop-İş büro çalışanları arasında, Sağlık-İş sağlık çalışanları arasında üye yapıyordu. Taşeron işçiler farklı işler yapsalar da esas olarak hastane çalışanıydılar ve birlikte örgütlenmeleri gerekiyordu. DİSK Dev Sağlık-İş bütün işçileri örgütlese de sözleşme yetkisi bulunmuyordu. Dernek gibi hareket edebiliyor, muvazaa raporları alabiliyordu. Başlangıç olarak, Dernek ile başlamak ama sendikalaşmaya ulaşmak (dernek tüzüğünde de bu yazılıydı) mümkündü. Bazı dernek yöneticileri dışında, işçiler dernek örgütlenmesinin sınırlarını görüyorlardı.

Direniş çadırı Aralık ve Ocak ayı içerisinde Çapa ve Cerrahpaşa hastanelerinde 50 yakın taşeron işçi işten çıkarıldı. Dernek varlık yokluk aşamasına geldi: Ya mücadele edecek ya da silinip gidecekti. Dernek yönetimi ikiye bölündü. Çapa hastanesi bahçesine “Bilgilendirme Çadırı” kurdu. Nisan ayı içerisinde 196 taşeron işçi (hemşire, teknisyen) işten çıkartıldı. Temmuz ayına kadar sürecek olan çadır, derneğin hem mücadele olanaklarını hem de sınırlarını ortaya koydu. Başından beri mücadeleyi Çapa ile sınırlamak isteyen anlayışın giderek gericileştiğine tanık olduk. Mücadelenin yayılması için çaba harcamadılar. Çadırın biran önce kaldırılmasını istediler. Diğer yandan ise, mücadeleyi Cerrahpaşa’ya oradan diğer taşeron sağlık işçileriyle birleşmeye varacak bir mücadele hedefi ortaya kondu. Bu bir zihniyet ve siyaset meselesiydi. Mücadeleyi daha güçlü kılacak ve tüm taşeron sağlık çalışanlarına yayacak bir örgütlenme ihtiyacı vardı. Bu da sendika olabilirdi. Dev Sağlık-İş’e üyelik ve sekterizm İşçilerin sendikaya üyeliğe geçişiyle birlikte bu kez sendika içinden bir direniş baş gösterdi. Sendika merkezi, işçiler üzerinde tam hakimiyet sendikada olmadan, birlikte faaliyet yapılamayacağını dayattı. Fiili olarak çadır sürecini yürüten, mücadeleyi yaymak isteyen Taşeron İşçilerinin Sesi bülteninin temsil ettiği devrimci yaklaşımı sendikada istemedi. Yok saydı. Öyle ki, sendika merkezi sendikaya karşı olan Dernek merkeziyle yakınlaştı. Diğer yandan da devrimci işçiler

arasından sendika temsilcisi atayarak “kadro devrişme” siyasetine başvurdu. Nitekim sendika, Dernek genel kuruluna taraftarı olan üyeleri göndermeyerek, dernek merkezine destek verdi. Taşeron İşçilerinin Sesi bülteninin karşısında hem dernek hem sendika merkezi ve SES birlikte çıktılar. Birbirleriyle anlaşamasalar da, birbirleriyle aynı yoldaydılar; işçi bülteninin varlığı her üçünü de rahatsız ettiği için, yan yana geldiler. Taş İş Der’in çizgisi nedir? Taş İş Der’in olağanüstü genel kurulundan sonra “iki” dernek ortaya çıktı. Yargı süreci devam etmekle birlikte, bugün Taş İş Der adıyla faaliyet yürütenler, derneğin ilk dönemine geri dönen “ahbap çavuş” arkadaş tayfasıdır. Taş İş Der’e hakim olan yaklaşım, işçileri politika dışında tutmaya özen gösteren, hastane yönetimi ve bakanlıkla diyalogcu, kişi merkezli bürokratik yönetim anlayışını yerleştirilmiştir. Yani sendikalar için eksik olarak söylenen ne varsa, aynısı Dernek adı altında sürdürülmektedir. Çadır sürecinden 180 derece uzaklaşılmış, en başa dönülmüştür. İşçiler adına bürokratik biçimde karar alan, işçilerin birliğini baltalayan, sendikanın sürece dahil olmasına karşı çıkan tutumlarına geri dönmüştür. Öyle ki, Taş İş Der’in çağrılarına katılarak hastane içindeki mücadelelere katılan işçiler ne kadar samimice bir şeyler yapılacağına inanıyorsa, dernek yöneticileri o kadar işin farkında, buradan bu yoldan bir sonuç alınamayacağının farkında ve samimiyetsizdir. Hak arayan konumdan, yalvaran pozisyona düşülmüştür. Bu tarzın işçileri gerileteceği ve kazanımla sonuçlanmayacağı defalarca görülmüş

olmasına rağmen, tekrar edilmektedir. Dekanla, SGK ile üniversite hocalarıyla, SES ile karşılıklı ilişki içinde. Bu ilişkilerden elde ettiği bilgilere dayanarak, işçilere sahte umutlar veriyor, dekanlıkla görüşüyor, bakanlığın dernek toplantılarına katılıyor, milletvekillerini ziyaret ediyor. İki yıl önce yapılıp bir sonuç alınamamış işleri tekrar tekrar işçinin önüne mücadele diye sunuyor. Bülten ve Taşeron sistemine karşı nasıl bir mücadele? Çapa ve Cerrahpaşa’daki mücadele bugün çok parçalıdır. 9-16 Nisan eylemleri de göstermiştir ki, taşeron işçileri sağlık ve temizlik işçileri olarak bölünmüştür. Yönetim bu bölünmeyi derinleştiriyor. Taş İş Der, Dev Sağlık-İş, Tezkoop-İş, Belediye-İş, SES bu bölünmenin adıdır. Ayrı ayrı varlıkları, işçilerin birliğine engeldir. İşçileri, ayırmayan ve onların birliğini savunan tek zemin, Taşeron İşçilerinin Sesi bültenidir. Bülten bütün işçilere seslenerek, onların hem hükümete hem de hastane yönetimine karşı sesi olabilir. Fiili mücadele yerine, hukuk mücadelesinde ısrar etmek ve hukuk yoluyla mücadeleyi ikame etmek, dilekçe toplayıp rektörlüğe vermek, İstanbul Üniversitesi taşeron işçileri için geride kalmış, denenmiş bir eylem şeklidir. Yeni dönemin ihtiyaçlarını karşılamayan, işçilerin kesilen ücretlerinin ve hak gasplarının karşısında duramayan hiçbir hareket başarılı olamaz. İşçiler durumun farkındadır ama bu süreci tersine çevirecek bir örgütlenmeye sahip değildir. Çapa ve Cerrahpaşa’da işçileri başarıya götürecek olan ne Taş İş Der ne de Dev Sağlık-İş, SES ve diğer işçi sendikalarının uyguladıkları siyasettir. S. DENLİ

Patron göz boyama peşinde Para kaptırmamayı öğrendik

F

abrika tüm kadrolu çalışanlarını restorana yemeğe götürdü. Ucuz olsun diye hafta içi yaptı. Gece vardiyasında çalışanlar yemekten sonra gece 24.00 de işbaşı yaptılar. Bu durum işçilerin moralini bozdu. Gece çalışma olmamalıydı diye söylendiler. Müdür de bir dahakine hafta sonu yapacaklarını söyledi. Patron işçilere çekilişle çeşitli hediyeler verdi. Motosiklet, telefon, televizyon, tablet gibi şeyler. Toplamda 500 çalışan olmasına rağmen hediyelerin sayısı 41 taneydi. Patron büyüdük diyor “Türkiye’de ıslak mendilde üçüncü büyük şirketiz” diyor ama işçilerini asgari ücretle çalıştırıp yalandan üç beş tane hediyeyle göz boyamaya çalışıyor. Ramazan ayı nedeniyle iş fabrika

çalışma saatlerini sabah 07.00 akşam 19.00 olarak değiştirildi. İşçiler kendi aralarında imza toplayarak yönetime “Ramazan’da mesaiye kalmak istemiyoruz, çalışma saati 10 olsun” dediler ama yönetim “işlerin aciliyeti” nedeniyle olmaz dedi. Şirkette kadrolu kadar günlük yevmiye usulü çalışanlar var. O yüzden kadrolaşmak ama asıl önemli olan makine operatörleri olanlar örgütlenirse bir şeyler olabilir. Diğerleri peşlerinden gelir, ama onlar da bilinçsizler ve mücadele etmek yerine işten ayrılıp başka işyerlerine gitmenin peşindeler. Başka işyerine gitseler de başlarında yine patron olacak, sonuç değişmeyecek. Patronların ve sömürünün olmadığı bir dünya için, işçiler olarak örgütlenmeli mücadele etmeliyiz. Onur

İ

ki işçi işvereni SGK’ya şikayet etti. İş müfettişi gelmeyince avukat aracılığıyla noterden ihtar çektiler ve maaşlarının gerçek ücretten yatırılmasını yoksa dava açacaklarını işyerine bildirdiler. İşverenin avukatı anlaşma yoluna gidelim önerisi yaptı. Tüm haklarını verelim işsizlikten faydalan işe iade davası açma, dedi. İşyerinde bu pazarlığı kimseye de söyleme diye anlaştılar. 31 bin lira tutan tazminatı 25 bin liraya düşürdüler sonra da “yanlış oldu” deyip 29 bin liraya çevirdiler. İşçi davadan pek haz etmez 2 yıl sürecek mahkemeye gitgel olmasın diye kabul etti. İşçiler ücretlerle ilgili parasal haklarını patrona kaptırmanın yollarını öğrendi. Geçmiş mücadele deneyimi, patrondan parasal haklarımızı alabileceğimizi

gösterdi. Bu da işvereni öfkelendiriyor ama çaresiz, çünkü yasalar karşısında epeyce açık vermiş durumda. Ben işçiyi çıkartırım, tazminatını istediğim gibi hesaplar taksitle veririm, geçti artık! Şimdi işçiye parayı verirken işçi bankaya yatan parasını önce gidip çekiyor sonra elden verilecek parayı alıp imza atıyor. Yapılan eylemde sınıf yeni yeni şeyler öğreniyor. Şimdi sıra bireysel hak almaktan topluca hak almaya geçebilmekte. Örgütlü olup hak aramayı bireysellikten çıkarmak gerekiyor. SGK primlerimizin gerçek ücretten yatması için mücadele etmek, sendika, toplu sözleşme ikramiye, yeterli ücret gibi mücadeleleri tet tek değil topluca yapmak gerekiyor. Bunu da öğreneceğimize eminim. Başka yolu yok! Murat


İşçilerin Sesi

Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!

İsmail Saymaz:

Devlette kesintiye uğramayan şiddettir

İ

smail Saymaz, www.radikal.com. tr muhabiri. Gerek kapanan Radikal gazetesindeki ve gerekse halen yayınına devam eden internet sitesindeki haberleri ve yayınladığı kitaplarla, muhalif duruşu, “akıntıya karşı” tavrıyla insan haklarıyla ilgili kamuoyunun her zaman dikkatini çeken bir gazeteci. Sözellikle son üç kitabı, Sözde Terörist, Sıfır Tolerans ve Esas Duruşta Cinayet birbiri ardına kamuoyunun gündeminde yerini aldı. “Yargıda, Poliste ve Askerde” yaşanan insan hakları ihlallerinin en çarpıcı örnekleriyle bizi yüzleştirdi. “Esas Duruşta Cinayet”te ve diğer son iki kitabında tek tek örneklerin ele alınması ve gazeteciliğin yol konuların ayrı ayrı haberleştirilmesi, ister istemez bağlamından kopartılarak sunulmuş izlenimi verdiği söylenebilir mi? Seçtiğin örneklerin toplumsal ve siyasal bağlamı var mı? Münferit olaylar mı? Özel bir görüş belirtmesem de olayları genel bir siyasal çerçeve içine yerleştiriyorum. Mesela burada, kitabın girişinde “medeni ölüm” başlıklı birinci bölüm var. Medeni ölüm AHİM’in zorunlu askerliğe yakıştırdığı addır. Medeni ölüm başlığı altında Türkiye’de zorunlu askerlik uygulaması, onun dünyadaki ve Türkiye’deki tarihçesi, Türkiye’deki algılanışı; bu hem ulusal anlamda hem dini kavramlar ışığında algılanışı… Askeri cezaevi ve askeri yargı olgusu, askerdeki intiharlar ve vicdani ret meselesini art arda bağlıyorum. Anlatacak olduğum ölümlerin temel zemininin aslında zorunlu askerlik olduğuna ve bunun kaldırılması gerektiğine işaret ediyorum. Yanı sıra askeri yargının ve cezaevlerinin de sivillerin denetimine bırakılması tespitini yapıyorum. Dolayısıyla daha girişte aslında siyasi ve toplumsal bağlamı çiziyorum. Sözde Terörist’te de aynı. Orada da özellikle 2007 yılından bu yana AKP ve cemaatin oluşturduğu muhafazakar oligarşinin Türkiye’deki siyasal alanı tasfiye edip yeniden inşa etmek için terör davalarını kullandığı tespitinden yola çıkmıştım. Aynı şekilde Sıfır Tolerans’ta ise 2007 yılından bu yana polis vazifesi salahiyetleri kanunu ile beraber uygulanagelen polis şiddeti arasındaki doğrudan ilişkiye dikkat çektim.

Esas Duruşta Cinayet’te konu zorunlu askerliktir. Bu kitabın yazılma maksadı da muradı da zorunlu askerliğin kaldırılmasına katkı yapmaktır. Ya da onların suç varsaydığı şekliyle “halkı askerlikten soğutma” çabasıdır. Dolayısıyla girişte onu tarif ederek ve sonuç bölümünde de benim bütün bu dosyalardan bu görüşmelerden sonra vardığım sonuç şudur diyerek konuyu tamamlıyorum. Kitaplarından çıkan ilk sonuç, yasal mevzuat ve yargılama süreciyle ilgili ciddi bir sıkıntı olduğudur. Şöyle sorsam: mevcut yasalar fırsat vermese bile sözünü ettiğin cinayetler, işkence gerçekleşiyor. Öyleyse, yasadışılığı meşru sayan toplumsal, siyasi ve ideolojik bir sistemin varlığından söz edebilir miyiz? Sadece yasalarla olmaz o ben de o görüşteyim. Bir ölçüde bu söylediğin de doğru. Bu nedenle zorunlu askerliğin kaldırılması talebinin, politik bir talep olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla evet bir yasa değişikliği gerektirir. Zorunlu askerliğin kaldırılması Türkiye’deki militarist yapının altındaki sacayaklarının kaldırılması demek. Militarist yapının daha gözle görülür hale getirilmesi demek ve askerlik meselesinin, askerlik kurumunun TSK’nın gizli yüzünü açması demek. Dolayısıyla zorunlu askerliğin ve askeri yargının kaldırılması önerisinin ya da askeri cezaevlerinin sivillerin denetimine açılması önerisinin bir yasal değişikliği gerektirmekle beraber onu daha aşan ve

Türkiye’nin demokratikleşmesine doğrudan katkı koyan bir mesele olduğunu düşünüyorum. Kürt meselesine de katkısı olacaktır bunun. Darbelerle yüzleşmesine katkısı olacaktır. Askerler tarafından toplumun terbiye edilmesi gereken çocuk olarak görülmesine son verecek bir durumdur. Askeri hiyerarşi içerisinde tertipçilikten tutalım da kötü muameleye kadar bütün bu silsile halindeki şiddet türlerinin ortadan kaldırılmasını sağlayacak bir durumdur. Zorunlu askerliğin kaldırılmasının hiçbir yasa ile tanımlanmamış “cezasızlık kültürü”nün ortadan kaldırılması demektir. O, yasalara tabi değildir. Cezasızlık kültürü şudur: Bir kurumun kültüründe suç işleyen kendi mensubunu koruma davranışı. Eğer askerlerin kendi iç işleyişinde yargıladıkları eylem sivillerin hakim olduğu yargı tarafından yargılamaya tabi tutulursa bu cezasızlık kültürünün ortadan kalkmasına büyük hizmet eder. Elbette şu da doğru: Tek başına yasayla, yasa değiştirilmesiyle her şey düzelmez. Bu yaygın örneklerin varlığı karşısında ne söyleyebiliriz? Bu daha komplike bir siyasal bakışı gerektirir. Kitaplardan bağımsız fikrimi söyleyeyim, temelde demokratik sosyalizme inanan biriyim. Parlementer sisteme inanan biriyim, demokratik araç ve yöntemlerin önemine ve esasına inanan biriyim. Dolayısıyla ancak öneriyi buradan yapmak gerektiğini düşünüyorum.

Ben AKP döneminde bilhassa 2006’dan sonra, ilan edilmemiş bir olağanüstü hal olduğunu düşünüyorum. Anti terör yasaları kullanılarak bütün toplumun terörize edildiğini ve insanların her türlü yasal hakkının, her türlü anayasadan gelen hakkının bir terör suçu gibi ona yakıştırılarak siyasal alandan tasfiye edildiklerine inanıyorum. Öte yandan bu güvenlik rejimi altında muazzam bir serbest piyasanın, muazzam bir kar hırsının sürekli hale geldiğini ve bunun sonucunda dünyanın en büyük adliye binası inşa edilirken taşeron işçinin çatıdan düşüp öldüğüne tanıklık ediyoruz. Bütün bunlara karşı yapılabilecek en güçlü itiraz, Gezi Parkı örneğinde olduğu üzere halkın doğrudan demokrasi talebini bizatihi çıkıp kendisinin savunması ve ilan edilmemiş bu olağanüstü hal rejimine karşı demokrasinin, siyasal sistemin kendisinin en örgütlü biçimde, en demokratik araçlarla, onların bence askıya almak istedikleri araçlarla savunmaktan geçiyor. Yaşadığımız adı konmamış olağanüstü halde artan şiddet münferit olaylar mı? Bunların hepsi süreklileşmiş, devletin cezasızlık kültürünün parçası olan olaylar. Örneğin 2007 yılından sonra Sözde Terörist kitabında anlattığım üzere anti-terör yasaları Ergenekon, Balyoz davaları ile askerler ve laikler üzerinde; ESP, Devrimci Karargah davaları sosyalistlerin üzerinde; KCK Kürtlerin üzerinde uygulanmış olması, bu modelin bir önceki devlet güvenlik mahkemelerinden devralınmış olmasından dolayıdır. Onlar da askeri sıkıyönetim mahkemelerinden devralmıştı. Ve bu silsile halinde Cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana siyasal rejim açısından düşman edilen kim varsa onun tepesine kahredici bir cihaz olarak çökmüştür. Dolayısıyla burada şiddeti de özel yetkili mahkemeler, devlet güvenlik mahkemeleri geleneği de ve askerlerdeki kuşkulu ölümler de bu ülkenin kronik sorunudur. Bu devlet aygıtının ifrazatıdır. Devlet aygıtı tartışmaya açılmadan bu sorunu çözmek çok güç. Bu yapıdaki şeffaflaşma ve demokratikleşme sağlanmadan, ki o da aşağıdan yukarıya basınçla olur, ülkenin demokratikleşmesi mümkün olamaz. Yunus ÖZTÜRK


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.