Şanzelize’de Kamu Yararı Yok!
Troçki’nin vasiyeti
Belediyenin yalanlarına inanan ve gidip hisseli tapu veya borçlanma yapan vatandaşların mahkeme kararına ek bir üst yazı ile itiraz dilekçelerini vermeleri gerekli. › 14
Vasiyet ilk kez Harvard University Press tarafından, Troçki’nin 1935 tarihli Sürgün Günlüğü’nde, Elena Zorudnaya’nın çevirisi ile yayınlandı. › 16
İşçilerin Sesi
İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır
ISSN: 2147-1568 Ağustos 2014 / Sayı 29 Fiyatı: 1.5 TL
İsrail ile her türlü ilişki kesilmeli! İsrail ordusu, yıllardır abluka altında tuttuğu Gazze’ye 7 Temmuz Pazartesi günü havadan, 17 Temmuz günü karadan başlattığı saldırılarını sürdürüyor. Bu yazı yazıldığı (31 Temmuz) günü, 9 milyon nüfuslu Filistin 20 gündür İsrail’in sağcı yönetimince katlediliyor. Büyük çoğunluğu sivil bin 361’e yaralı sayısı 7 bin 680 kişi, çoğunluğu çocuk yaralı var. Bu son yılların en sert bilançosudur. Ortada bir savaş yok. Gazze gibi etrafı İsrail devletince çevrilmiş, dar bir alana sıkıştırılmış Filistinlilerin savaş uçaklarıyla bombalanması söz konusu! Dar bir alanda savaş uçaklarının hedef gözetilmesi söz konusu bile olamaz. Nitekim hastane, okul, Birleşmiş Milletlere (BM) ait binalar, camiler hedef olmuştur. › 06
İş cinayetlerinde sorumlular ceza almıyor! Davutpaşa’da devlet suçlu 21 kişinin öldüğü, 100’den fazla kişinin yaralandığı Davutpaşa’daki maytap fabrikasında yaşanan iş cinayeti sonrası açılan dava 7 yıl sürdü. Yargılama sonrası bu işyerlerine ruhsat veren Zeytinburnu Belediye Başkanı ve denetleme görevini yerine getirmeyen dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bölge müdürü beraat etti. Özal döneminde işyeri açmak isteyenler için “Bürokrasiyi azaltıyoruz” gerekçesiyle ruhsat verme işlemlerinde işyeri sahibinin beyanı yeterli görülmüş işçi sağlığı-iş güvenliği, işletmenin yapacağı işe uygun güvenli teknik donanımının olup olmaması sadece bürokratik bir gereklilik olarak nitelendirilmiştir. › 8-9
İkili oyunu boz! Çare işçi sınıfında...
›
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, devrimci bir işçi aday olmamakla birlikte, Tayyip ve Ekmeleddin’e mahkum olmadığımızı, “radikal demokrasi” sınırları içerisinde kalsa da üçüncü bir seçeneğin sembolik olarak bizi de ifade etmesini mümkün kılan, sosyalistlerin ve Kürt hareketinin de destek verdiği HDP adayı var. Bu ikili oyuna çomak sokmak için, Selahaddin Demirtaş’a oy verilmesi çağrısı yapıyoruz. › 02
›
HDP’nin cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş, “Çağrımız; Türkiye’deki bütün halkların ve inançların birlikte birbirine benzemeden, birbirini benzetmeden, özgürce, yepyeni bir yaşam inşa etmelerinedir” diye konuştu. Siyasi tutum belgesinin başlığı “Yeni Yaşam Çağrısı”. Tutum belgesindeki başlıklar şöyle: Radikal Demokrasi, Barış, Adalet, İnanç Özgürlüğü, Yeşil, Gençlik, Eğitim Hakkı, Kadın, Dünya Barışı, Örgütlenmektir... › 03
›
yolsuzluk ve rüşvet operasyonları gerçekleştiği ile kaldı. Yargı sürecine dair ağırdan alma sürerken, söz konusu operasyonda oğulları da gözaltına alınan, evlerinden para kasaları çıkan dört bakana ilişkin meclis soruşturma komisyonu, AKP’nin engel çıkartması nedeniyle hala kurulamadı, soruşturmaya başlayamadı. Kamuoyunun gözü önünde bir sürecin karartılmasına tanık olmaktayız. › 05
2
İşçilerin Sesi
Biz kimiz? Ne istiyoruz? Ne için mücadele ediyoruz? Bugün dünyaya egemen olan anlayış, sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan ayrımcılıktan uzak yeni xxxxxxxxxxxxx bir toplum olmalı; bu da komünizmdir. Rusya’da 1917 Ekim işçi devriminden kısa bir süre sonra, Doğu Avrupa, Çin ve Küba’da daha en başından itibaren “işçi sınıfı ve komünizm” adına yaşananlar işçi sınıfının çıkarlarından uzak, bürokratik ve yozlaşmış rejim deneyimleri olmuştur. Bu rejimlerle işçi demokrasisinin ve komünizmin doğrudan ilgisi yoktur. Komünizm işçi sınıfı ideolojisidir. Onun tarafından ve dünya seviyesinde inşa edilebilir. İşçilerin Sesi gazetesi, insanlığın kurtuluşu olan komünizmi kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezme-ezilme ilişkisinden ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlar. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını savunur. İşçilerin Sesi gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara, burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır. İşçilerin Sesi gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız demokratik ve şeffaf olmalarını savunur. İşçileri ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişek işçi hareketi eliyle işçilerin öz örgütü haline gelmesine çalışır. İşçilerin Sesi gazetesi işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Tüm işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak enternasyonalist komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir komünist enternasyonalin inşası demektir. İşçilerin Sesi gazetesinin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır. Enternasyonalist komünisttir.
İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi Aylık süreli siyasi yayın Tarih: Ağustos 2014 Sayı 29 Baskı: Yön Matbaacılık, Davutpaşa Cad. Güven San. Sitesi B Blok, No 366 Topkapı İstanbul. Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi (Kemal C. Sarıoğlu) Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Söğütlüçeşme cad. Tulumbacı Asım Sokak Korular İş Hanı No 2/48 Kadıköy / İstanbul web: iscilerinsesi.org email: iscilerinsesi@gmail.com
Ağustos 2014/29
İşçilerin ve halkların kurtuluşu 3’üncü turda gerçekleşecek!
C
umhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turu 10 Ağustos’ta yapılacak. Yüzde 50’yi geçen bir aday ya da olağanüstü bir durum olmazsa, seçimlerin ikinci turu 24 Ağustos’ta. AKP seçimleri ilk turda bitirmek için çalışıyor. Sadece partinin il ve ilçe örgütleri, belediyeler değil, valiler, emniyet, TRT yayınları, büyük medya ve televizyon kuruluşları, kimi işveren örgütleri ve sendikalar yalnızca bir adaya, Tayyip Erdoğan’a çalışıyor. Erdoğan da Başbakanlık gücünü ve yetkilerini seferber etmiş durumda. Tüm seyahatleri, yaptığı açılışlar, il gezileri, mitingler ya Başbakan olduğu için ya da Cumhurbaşkanı adayı olması sebebiyle basının gündeminde. Tayyip Erdoğan, Anayasa’da olmasa da Başkanlık sistemi adını verdiği, otoriter tek adam rejimini, yasalara rağmen uygulayacağını ilan etti: “Bakanlar kurulu toplantısına başkanlık da ederim, köprü, yol da yaparım” diyerek başkanlığın altını çiziyor. Kendini iktidarın merkezine koyan Erdoğan, demokrasi ve hukuku kendi siyasi çıkarlarına bağlıyor. Toplumu “onlar ve ben” diyerek ayrıştırıyor: “onlar yapamaz ben yaparım, onlar anlamaz ben anlarım” diyor. Her türlü ekonomik ve demokratik gelişmenin kendisiyle mümkün olacağını topluma dayatıyor. Güçlü bir lider görüntüsünü aba altından sopa göstererek dayatıyor: “zaten seçileceğim, direnmeyin; direnirseniz ezerim” mesajını eylemleriyle gösteriyor. Ücretleri ve sosyal hakları için greve çıkan Şişe Cam ve Park Madencilik’te çalışan 10 bine yakın işçinin grevini bir imzayla 60 gün erteliyor. Kendisine komplo, darbe yaptığını iddia ettiği emniyetçileri gözaltına aldırıp, tutuklanmalarını sağlıyor. Diğer cumhurbaşkanı adaylarını “monşer”, “omurgasız” ya da “satılmış” diyerek aşağılıyor; alevi toplumunun inancını “Cemevi ibadethane değildir” diğer itibarsızlaştırıyor. Sadece başbakan değil, yardımcısı Bülent Arınç “kadın herkesin içerisinde kahkaha atmayacak” diyecek kadar ileri gidebiliyor; başörtüsünden sonra kadınların toplum içindeki davranışlarını da düzenlemeye, ayar vermeye kalkıyor. Tayyip Erdoğan’ın izlediği siyasi ve ekonomik politikaları durduracak, işçilerin
ve halkların özgürlüklerini genişletecek bir mücadeleye ihtiyaç var. Eşitlik ve adalet sağlayacak; tarafsız değil taraflı, herkese eşit mesafede değil eşitsizliklere karşı, sermayeden değil emekçiden yana devrimci bir siyaset ve mücadele gerekli. Mücadelenin adresi ne tarafsız ne de siyasetler üstüdür. Mücadelenin tarafı liberal ve İslamcı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun temsil ettiği eski, çürümüş “parlamenter ve Anayasal” burjuva düzeni değildir. ABD ve AB gibi çıkarlarına dokunulmadığı sürece, Ortadoğu’daki diğer rejimler karşısında olduğu gibi, AKP karşısında da “izle-gör” politikasını tercih eden, kazanan tarafa oynayan emperyalist güçler de değildir. AKP ve Tayyip Erdoğan rejimine karşı mücadele, seçimler yoluyla gerçekleşemeyeceği gibi, “radikal demokrasi” sınırları içinde kalarak da sürdürülemez. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, devrimci bir işçi aday olmamakla birlikte, Tayyip ve Ekmeleddin’e mahkum olmadığımızı, “radikal demokrasi” sınırları içerisinde kalsa da üçüncü bir seçeneğin sembolik olarak bizi de ifade etmesini mümkün kılan, sosyalistlerin ve Kürt hareketinin de destek verdiği HDP adayı var. Bu ikili oyuna çomak sokmak için, Selahaddin Demirtaş’a oy verilmesi çağrısı yapıyoruz. Eğer ikinci tur olursa ve bu tura HDP adayı kalmaz ise, oy kullanma çağrısında bulunmayacağız. “AKP’nin karşısındaki adaya oy verin” çağrısı da yapmayacağız. Sadece AKP karşıtlığı üzerinden yürütülen bir siyaset, toplumdaki muhafazakârlaşmaya engel olmayacak, halkların ve işçi sınıfının haklarında gelişmeye yol açmayacak. Gericiliğin ve sömürünün kökleri AKP’den çok daha derindedir. 90 yıllık cumhuriyet tarihinde, AKP karşıtı CHP/ MHP’nin izlediği emek düşmanı ve sağcı politikalar, AKP gibi ikiyüzlü bir partinin belediyelerden başlayarak siyasi iktidara gelmesinde, hatta Erdoğan’ın milletvekili olmasında önemli bir paya sahiptir. Bu nedenle biz çağrımızı sadece birinci tur için yapıyoruz. Belirleyici olanın ise, seçimler değil sınıf mücadelesi olduğu gerçeğinden hareketle 3’üncü tura, işçilerin, yoksulların, halkların birleşik devrimci mücadelesine çağırıyoruz.
İşçilerin Sesi
Ağustos 2014/29
Halkların ve değişimin yolu sosyalizm olabilir! Demirtaş birlikte yaşamak üzerine kurulu siyaset felsefesi için radikal demokratik adımların atılmasını istemektedir.
H
DP’nin cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş, siyaset belgesini açıkladı. Şişli Kültür Merkezinde tutum belgesinin sunuşunu yapan Demirtaş “Çağrımız; Türkiye’deki bütün halkların ve inançların birlikte birbirine benzemeden, birbirini benzetmeden, özgürce, yepyeni bir yaşam inşa etmelerinedir” diye konuştu. Siyasi tutum belgesinin başlığı “Yeni Yaşam Çağrısı”. Tutum belgesindeki başlıklar şöyle: Radikal Demokrasi, Barış, Adalet, İnanç Özgürlüğü, Yeşil, Gençlik, Eğitim Hakkı, Kadın, Dünya Barışı, Örgütlenmektir… Görüldüğü gibi, burada işçi sınıfı, mülkiyet meseleleri, sosyalizm
gibi maddeler yer almıyor. Bu nedenle de hem HDP hem de Demirtaş, reformist bir parti programına sahiptir. En fazla Avrupa Birliği standartlarında bir sosyal demokrasiyle kendini sınırlamıştır. CHP’den solda olsa da kapitalizm koşullarında demokratik bir siyasetin mümkün olduğuna inanan bir çizgiye sahiptir. Bu nedenle Demirtaş, Soma’ya madenci ailelerini veya Tekirdağ’da Deva grevcilerini ziyaret ettiğinde “radikal demokrat” gibi konuşmaktadır; ulaştığı işçilere devrimci bir yol göstermemekte, Kürtlerle Türklerin 40 bin ölümün ardından bir arada yaşamaya mecbur olduğunu anlatmaktadır. Birlikte yaşamak üzerine kurulu siyaset felsefesi için radikal
demokratik adımların atılmasını istemektedir. Dolaylı olarak bu talepler işçi sınıfını da rahatlatacak taleplerdir ve bizim de oy desteğimizi bu sebeple hak etmektedir. Örneğin reformist bir işçi partisi olsaydı, işçi sınıfının radikal demokratik haklar elde etmesiyle halkların rahatlığa kavuşmasının mümkün olabileceği gibi… Türkiye İşçi Partisi tam da böyle yapmıştı. İşçi Partisi olarak ilk Doğu Mitinglerini düzenlemişti… İhtiyacımız ve eksiliğini hissettiğimiz ise, enternasyonalist, devrimci işçi partilerdir. Reformist ve radikal demokrat partiler sadece geçici yol arkadaşlarımızdır ve belirli şartlar altında desteğimizi ve işbirliğini hak ederler. Can ATEŞ
Tayyip buyurdu HDP’ye saldırılar arttı…
T
ayyip Erdoğan’ın HDP için “mecliste olmaması gereken parti”, HDP adayına “satılmış” diyerek sözlü saldırısı üzerine, HDP etkinliklerine, stantlarına İstanbul, İzmir, Samsun ve Rize’de eş zamanlı saldırılar oldu. Rize’de emekli öğretmen Nurettin Durmuş’a yönelik saldırının video kaydı isyan ettiriciydi. Tek başına stant açan Durmuş, aday tanıtımı yaptığı sırada yanına gelen
ve çocuğu yaşındaki üç kişi tarafından önce tehdit ediliyor sonra da fiziki saldırıya uğruyor. Bu sırada polis seyrediyor, saldırganlara da “yapmayın, onların istediği de zaten bu” diyerek destek veriyor. Saldırının ardından Demirtaş, Nurettin hocayı arayarak “Yaptığınız bu çalışma çok anlamlı ve değerlidir. Barış için, bir arada yaşam için çok önemli bir çalışma yürütüyorsunuz. Size yapılan bu çirkin saldırıyı kını-
yorum. Her zaman sizin yanınızda olmaya devam edeceğim. Ellerinizden öpüyorum” dedi. Rize’nin ardından Samsun’da da benzer bir ırkçı saldırı yaşandı. Demirtaş için çalışma yürüten HDP yönetici ve üyeleri broşürü dağıttıkları esnada ırkçı bir grubun saldırısına maruz kaldı, partililer bir kahvehaneye sığınmak zorunda kaldı. İşçilerin Sesi olarak ırkçı saldırıları kınıyoruz. İS Haber
3
Sendika üye sayıları açıklandı…
İ
şkollarındaki işçi sayıları ve sendikaların üye sayılarına ilişkin Temmuz ayı istatistikleri 25 gün gecikmeyle, resmi gazetede yayınlandı. Sendika sayısı arttı Sendika sayısı 141 (Ocak’ta 115 idi) olmuş. Bunun bir nedeini, cemaate yakın bir işçi konfederasyonunun Aksiyon-İş adıyla kurulmuş olmasıdır. Ayrıca, çeşitli işkollarında bağımsız sendikalar da kurulmuş. Temmuz 2014 rakamlarında barajı geçen sayı 49’dur (Ocak’ta 47 idi). Barajı Temmuz’da aşan iki sendika Hak-İş’e bağlı Öz Sağlık-İş ile Öz Taşıma-İş’tir. Sendikalı işçilerin konfederasyonlara dağılımı ise Türk-İş’e bağlı sendikalar: 788 bin 388. Ocak ayına göre yüzde 2,33 oranında üye artışı olmuştur. Hak-İş’e bağlı sendikalar: 251 bin 232. Ocak ayına göre yüzde 31 oranında üyesini artırmıştır. DİSK’e bağlı sendikalar: 111 bin 938. Ocak ayına göre yüzde 9, 38 üye artırmıştır. Yeni kurulan Aksiyon-İş’in üye sayısı 11 bin 86’dır. Bağımsız sendikaların tamamının üye sayısı 26 bin 837’dir. Türk-İş’in 33 sendikasından 32’si; Hak-İş’in 19 sendikasından 13’ü, DİSK’in ise 19 sendikasından sadece 4’ü işkolu barajını aşabilmiştir. Aksiyon-İş’in 20 sendikasından hiçbiri, 49 bağımsız sendikadan sadece biri işkolu barajını aşabilmiştir. İS Haber
Hızlı sömürü
A
nkara-İstanbul Yüksek Hızlı Tren hattının tünel inşaatında çalışan işçiler, üç aydır maaşlarını alamadıkları için eylem yaptılar. Sakarya’da Yüksek Hızlı Tren hattının Geyve kesimindeki tünel inşaatında çalışan 30’a yakın işçi, çalıştıkları firmanın şantiyedeki iş makinelerini kaçırmak istediğini ileri sürerek, paraları ödenmeden iş makinelerinin çıkarılmasına izin vermeyeceklerini söylediler. Araçları, anahtarlarını alarak rehin aldılar. Firma yetkilileri, gerginlik üzerine jandarmadan yardım istedi. Jandarmanın şantiyeye gelerek görüştüğü işçiler, araçların anahtarlarını teslim etti. Maaşları ödenene kadar şantiyeden ayrılmayacaklarını ifade eden işçiler, nöbet tutarak araçların çıkartılmasına izin vermiyor. İsmini açıklamak istemeyen firmanın bir yetkilisi, işçilerin 39 günlük alacaklarının bulunduğunu ve işçiler 9 Temmuz’dan bu yana işe çıkmadıkları için “işimiz durdu” diyerek işçileri suçladı.
4
İşçilerin Sesi
Ağustos 2014/29
İlk turda “boykot” taktiğini ileri sürmek siyasi abesliktir “Boykot” gibi bir siyasi tutum almak ise, çok daha farklı politik güçlere ihtiyaç duyar; “fare dağa küsmüş, dağın haberi olmamış” minvalinde bir boykotun ne ideolojik ne de siyasi bir karşılığı olabilir.
S
eçimlere katılma olanağı olsaydı, pekala kendi adaylarına oy isteyecek olan kimi sosyalist parti ve çevrelerin (Halkevleri, TKP –her iki kanadı-, ÖDP, İKP, DİP) seçimleri açıkça veya utangaçça boykot etmesi çok yönlü tutarsızlık içeriyor. Bu tutarsızlığın türlü gerekçeleri olsa da her hangi ortak bir ideolojik zemini yok. Bu nedenle TKP’nin her iki eğilimi (Atılım ve 12. Kongre), Troçkist İşçi Kardeşliği Partisi (İKP) ve halkçı sosyalist Halkevleri bu temelsizlik üzerinden kendilerine bir gerekçe buluyorlar. Bu gerekçelere biz de yenilerini ekleyebilirdik; eğer HDP’nin adayı olmasaydı… Burjuva demokrasisi altında emekçiler için toplusal eşitsizlik varlığını sürdürdükçe, seçimler demokratik karakter taşımayacaktır. Seçimlerin demokratik olmaması veya bizim bir adayımızın seçimlerde yer almaması durumunun yaygın olarak daha uzun süre yaşanacağı düşünülürse, siyasal güçsüzlüğümüzden devrimci bir politika türetmeye çalışmak nafiledir. Tekrar edelim HDP’nin adayı olmasaydı! “Boykot” gibi bir siyasi tutum almak ise, çok daha farklı politik güçlere ihtiyaç duyar; “fare dağa küsmüş, dağın haberi olmamış” minvalinde bir boykotun ne ideolojik ne de siyasi bir karşılığı olabilir. Ne için ve kime oy verdiğimizi biliyoruz Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde devrimci sosyalist, komünist, kadın ve işçi bir aday yer almıyor. AKP ve CHP/MHP’nin (ikisi sol yedi partinin desteklediği) adaylar arasında bir tercihte bulunmaktan söz etmiyoruz. İkinci turda, bu durumda bile AKP karşısındaki adaya oy verilmesi yönünde ciddi bir baskının olduğu düşünüldüğünde, ilk turdan boykot etmenin kitlelerin gözünde bir karşılığı olacak mı? İlk turda üç adayın çıkmış olması, üçüncü adayın hem Kürt hareketi tarafından hem de sosyalistlerin bir bölümünün destek verdiği bir aday varken, oy vermekle sınırlı tutulabilecek bir tercihin yapılmaması, siyasi bir tutum olmayacak. HDP adayı, bizim adayımız değil. Radikal demokrasi perspektifiyle hareket eden bir partinin adayı. Ancak, büyük burjuvazinin iki ana akım adayının karşısında radikal demokratik bir seçeneği ifade ediyor. Mevcut
konumlanışı itibariyle de CHP’nin solundaki kitleyi, Kürt hareketini (Kürt burjuvazisinin çıkarlarını da) ifade ediyor. Ancak bunları biliyoruz ve yeni bir durum da değil. Sosyalist parti ve örgütlerin Demirtaş’ın adaylığına, demokratik muhalefetin ortak adayı olmaması, sosyalizm temelinde değil, radikal demokrasi temelinde bir programa sahip oluşu, Kürt burjuvazisinin desteği ve müzakere sürecinde AKP ile masada olması gibi sebeplerle itiraz etmesini anlıyoruz. Bu sebeple de biz de onlar gibi HDP içinde yer almıyoruz. Ancak bu seçimler Türkiye siyasetinde üç öbeğin oluştuğuna işaret ediyor ve biz de kendimizi seçim sathı mahallinde, kendi adayımızın olmadığı koşullarda HDP etrafında kümelenen siyasal platforma oy desteği vererek aynı cephede yer aldığımızı göstermiş olacağız. Selahaddin Demirtaş ilkin Kürt halk mücadelesinin değerlerini savunduğu (bu bile yeterli bir gerekçe sayılır) ikincisi, düzenin her iki adayına karşı üçüncü bir seçeneği sembolize ettiği, üçüncüsü, ikinci turda diğer adaylara oy vermeyeceğini açıkladığı için sosyalistlerin oy desteğini hak ediyor. Bu durumda ilk turda boykot taktiğinin hiçbir temeli yoktur. Aday çıkartmanın sorumluluğu HDP adayına oy vermeyenlerin samimiyet testine tabi tutacak değiliz ama çok değil dört ay önce, 30 Mart
yerel seçimlerde Ankara’da CHP’li Mansur Yavaş’ı protesto edip (HDP adayına da oy vermeyerek) sosyalist bağımsız aday çıkartan partileri hatırlıyoruz. TKP, Halkevleri, ÖDP ve başkaca siyasi kurumlar, TMMOB eski Genel Başkanı Kaya Güvenç gibi güçlü bir ismi aday göstermişlerdi. Ancak, bin 700 civarında oy aldılar. Yani kendi adayları için bile gereken çabayı göstermediklerini anlıyoruz. Bu yüzden bugün “boykot” taktiğini ileri süren Halkevleri ve TKP önerilerinde hem samimi değil hem mevcut seçimlerdeki kutuplaşmanın farkında değil hem de kendi adaylarının olmadığı koşullarda, ezen ulusun devrimcilerinin alması gereken devrimci tutumdan uzaklar. Ezen ulusun devrimcilerinin sorumluluğu TKP ve Halkevleri’nin siyasi geleneklerinden dolayı, ezen ulus devrimcilerinin sosyal şoven baskısı altında tutum belirlemiş olmaları bir yere kadar anlaşılabilir. Ancak İKP ve DİP gibi devrimci Marksist çevrelerin en temel Marksist ilkelere rağmen, burjuva diktatörlüğü altında demokratik bir seçim olabilecekmiş gibi, seçimlerin demokratik olmayışını ileri sürerek boykot çağrısı yapması kabul edilemez. İKP ve DİP’in, bu sebeple hiçbir seçime katılmaması gerekirdi; oysa ki, geçmişte seçimlere katıldıklarını ve bağımsız aday çıkarttıklarını biliyoruz! Marksistler, kendi adaylarını
her zaman çıkartamayabilirler. Ancak “ezilen ulusun” bir adayı varsa, burjuvazinin ana akımları dışında duran “radikal demokrat” adaylar varsa, devrimci Marksist pozisyonlarını karartmadan bu adaylara oy desteğinde bulunmaları yanlış olmayacaktır. Önemli olan hangi şartlarda ve ne için oy verdiğimizi bilmektir. Halkevleri, TKP’ler ve DİP sokağa, İKP Kurucu Meclis için mücadeleye çağırıyor. Kurucu Meclis, burjuvazinin yönetememesi koşullarında, ön devrimci ortamlarda gündeme gelebilecek, devrimci demokratik bir öneridir. Burjuvazinin yönetememesi gibi bir siyasi durum Türkiye için mevcut değildir. Ezilenden yana ol, burjuvaziye tavır al! Kendi adaylarını çıkartma olanağı olduğunda bile, komünist ve Marksistler seçimlerin çare olmadığını, esas olanın sınıf mücadelesinin örgütlenmesi, güçlendirilmesi ve yükseltilmesi olduğunu söyleyerek tavır alırlar. Cumhurbaşkanlığı gibi iki turlu bir seçimde ise, üçüncü tura yani seçimlerin ertesinde yaşanacak mücadelelere hazırlanmamız gerektiğini açıklamalıdırlar. İlk turda HDP’nin adayına oy isteyeceğiz. İkinci turda kim seçilirse seçilsin emekçilerin sorunlarına çözüm olmayacağını bilerek, mücadele eden tüm kesimleri “üçüncü tura” hazırlanmak üzere birleşik mücadeleye davet edeceğiz! Seyfi ADALI
İşçilerin Sesi
Ağustos 2014/29
5
Tayyip Erdoğan arı kovanına çomak soktu! AKP hükümeti, söz konusu iddiaları yalanlayacak delilleri ortaya çıkartmak yerine soruşturmayı akamete uğrattı.
T
emmuz operasyonu, Aralık operasyonunun misillemesi sayılır. Hem operasyonun hedef aldığı polisler hem operasyonun kamuoyuna sunuluş biçimi, hükümetin intikamcı yaklaşımını hissettiriyor. Erdoğan yolsuzluğu karartıyor! 17 ve 25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonları gerçekleştiği ile kaldı. Operasyonlarda gözaltına alınanlar, tutuklananlar bir ay gibi bir süre içinde serbest kaldı. Yargı sürecine dair ağırdan alma sürerken, söz konusu operasyonda oğulları da gözaltına alınan, evlerinden para kasaları çıkan dört bakana ilişkin meclis soruşturma komisyonu, AKP’nin engel çıkartması nedeniyle hala kurulamadı, soruşturmaya başlayamadı. Kamuoyunun gözü önünde bir sürecin karartılmasına tanık olmaktayız. AKP hükümeti, söz konusu iddiaları yalanlayacak delilleri ortaya çıkartmak yerine soruşturmayı akamete uğratmak, zamana yaymak, seçim süreçlerinin sonrasına atmak, itibarsızlaştırmak üzere çeşitli taktikler izledi. Bunların en etkili olanı Aralık ayında gerçekleşen operasyonları “hükümete karşı yapılmış bir darbe” olarak kamuoyuna yansıtması, hatta ucunu Gezi İsyanına kadar uzatması. Telefon dinlenmelerini de “mahremimize girdiler, Cumhurbaşkanını, Ge-
nelkurmay başkanını dinlediler” diyerek (ortada böyle bir kayıt olmasa da) dinlemeyi yapan polisleri “casuslukla” suçladı. Cemaati, Fetullah Gülen’i “darbeci” mertebesinden hedef aldı. Soruşturmanın yönü saptırılıyor Her vesileyle “inlerine gireceğiz” mesajını veren Tayyip Erdoğan ve hükümet sözcüleri, yetkilerini kullanarak Türkiye genelinde 5 bin polisin yerlerini değiştirdi. Bazı hâkim ve savcıların da yerleri değiştirildi. AKP hükümeti dershaneleri kapatarak, cemaatin önemli bir kadro ve gelir kaynağı kapısını elinden aldı. Cemaate ait şirketlerin yatırımlarını belediyeler eliyle sınırladı, engelledi. Cemaatin bankalarına, ticari kuruluşlarına, kamudaki taraftarlarına yönelik geniş bir tasfiye ve tehdit operasyonu hızlandırdı. Erdoğan, hâkimler ve savcıları göreve çağırarak, siyasi destek ve cesaret vererek, Aralık ayındaki operasyonlarda görev alan veya o dönemde görevde olan polis ve polis müdürlerine yönelik karşı operasyonun düğmesine basılmasını sağladı. Temmuz operasyonu: O kadar basit değil! Temmuz ayının ikinci yarısında emniyette müdür, amir ve memur düzeyinde 100’e yakın görevlinin gözaltına alınarak, savcılığa çıkartılmalarına yol açan “yasal” süreç başlatıldı. Şim-
dilik 20 polisin “örgüt kurmak, casusluk yapmak” gibi suçlarla tutuklandı. Kesin olan şu ki, Aralık ve Temmuz operasyonlarının mimarları ve elemanları, çok değil, beş yıl önce KCK ve sosyalist örgütlere ardından Balyoz, Ergenekon, Devrimci Karargâh davalarına delil bulan ve binlerce dinleme yaparak dava konusu yaratan büyük operasyonların ortak tezgâhlayanları. Bugün daha açık olarak görülüyor ki, ucu Hrant Dink cinayetine kadar ulaşan bir dizi cinayetin bilgi ve belgesine sahipler. İç içe geçen yapı çözülürse… Bir yanda bir dizi yolsuzluk, rüşvet çarkı ve bunların siyasi iktidarla ilişkisi diğer yanda iktidarın devamı için kamuoyu oluşturmaya yönelik bir dizi operasyon yapan polis gücü iç içe geçmiştir. Bunların çıkar ve ikbal kaygıları bir yana, karşılıklı olarak yapacakları itiraflar çok daha değerli olacak. Nitekim Aralık operasyonları bir yan
sonuç olarak KCK ve Balyoz sanıklarının sırayla salıverilmesine yol açtı. Son operasyonlar da Erdoğan’ın bu eylemde siyasi rolünü ortaya çıkarabilir. Tutuklananlar sorumlu olarak Erdoğan’ı gösterebilir! Üstelik gözaltına alınanlar, Aralık’ta olduğu gibi “yere bakmak” bir yana gururlu ve meydan okuyan bir tavır sergiledi. Son operasyonları yapan AKP hükümetinin sanıldığı gibi sürecin üzerini örtebileceği çapta bir başarı elde edeceği son derece şüpheli. Aksine Cumhurbaşkanı adayı Tayyip Erdoğan için çetrefil sorunlar yaratacak politik sonuçları olması da muhtemel. Bugün gözaltına alınanlar, dün Erdoğan için istihbarat toplayıp sahte operasyonlar tezgâhlayan ekiptir. Bu ekibin konuşması halinde, Tayyip Erdoğan’ın Balyoz, Ergenekon, Devrimci Karargâh, KCK gibi davalarda nasıl bir rol oynadığını da öğrenebileceğiz Can ATEŞ
Yoksul mahallelerde ölümcül bir tehlike var: Bonzai 18 ve 30 yaş arasında daha yoğun kullanılan madde kullanma yaşı 13-14 yaş grubuna kadar düşmüş durumda. Son zamanlarda Gazete ve televizyonlarda haberlerini sıklıkla duyduğumuz, özellikle gençlerin sinsi düşmanı yeni bir uyuşturucu var: Bonzai. Bonzai, Bonzai ağacı veya farklı otların yaprakları kullanılarak ve laboratuarlarda üzerlerine kimyasallar sıkılarak üretilen bir uyuşturucu. Sokaklarda genellikle ‘Bonzai’ olarak adlandırılan gerçek adı ise Sentetik Cannabinoid olan uyuşturucunun, Türkiye’de beş veya altı yıl öncesine kadar geçmişi var, ve henüz yeni olduğu için bu uyuşturucu hakkında yeteri kadar araştırma yapılmamış, kulla-
nanlarda yarattığı sağlık sorunlarına karşı nasıl tedavi edileceği bilinmiyor. AMATEM’in (Bakırköy, alkol ve madde bağımlılarının tedavi edildiği bölüm) koşulları bile yetersiz. Uzmanların açıklamalarına göre, şiddetli bağımlılık etkisi olan Bonzai kullanımının kalp, böbrek, karaciğer gibi birçok organ üzerinde zararı var. Bonzai yüksek derecede bağımlılık yapıyor ve kalp krizi, kalp yetmezliği, bir takım dolaşım problemleri, böbrek yetmezliğine yol açıyor. Bonzai kullanan bir kişide karar verme mekanizması ve gerçeği değerlendirme yetisi büyük ölçüde ortadan kalkıyor. Bonzai’ye ilişkilendirilen ölüm vakaları ortaya çıkmaya başladı. Merdiven altı imalathanelerde de üreti-
lebilen uyuşturucu, özellikle yoksul ve emekçi mahallelerinde torbacılar diye tabir edilen aracılar tarafından düşük fiyata 3-5 liraya okul önlerinde, sokaklarda, parklarda satılıyor. 18 ve 30 yaş arasında daha yoğun kullanılan madde kullanma yaşı 13-14 yaş grubuna kadar düşmüş durumda. Genellikle “bir defadan bir şey olmaz” denilerek başlanılan uyuşturucunun pençesinde olan kişiler, para bulamadığında çeşitli yöntemlere de başvuruyor. Uyuşturucunun en ucuzunu almaya çalışan bağımlılar, bazen kurye olarak da kullanılıyor. Uyuşturucu ticareti yapan şüpheliler, çaresiz kalan bu insanların durumundan her fırsatta faydalanmaya çalışıyor. Devletin kurumlarının yetersiz kaldığı bu sorun
karşısında, ölümlerin artmasıyla mahallelerde halkın Bonzai uyuşturucusuna karşı tepkileri artmaya başladı. Bazı mahallelerde satıcıları tespit edip, şiddet yoluyla kovarak, yürüyüşler, paneller ile bilgilenmeye çalışılıyor. Ancak mücadeleyi bir adım ileriye taşımamız gerekli. Bir yandan bu tepkileri ortaklaştırıp daha bilinçli mücadele edilmesi gerekli diğer yandan da uyuşturucuya karşı mücadeleyi, yoksulluğa ve işsizliğe karşı bir mücadeleyle birleştirmek hayati öneme sahip. Sonuçta uyuşturucu vb. zehirler kapitalizmin ürünleri ve onun yaydığı kötü, zararlı alışkanlıklar ise, kapitalizme karşı mücadele edilmeden kalıcı sonuç elde edilemez. Ufuk
6
İşçilerin Sesi
Ağustos 2014/29
İsrail ile her türlü ilişki kesilmeli! Emperyalist hükümetler gibi Suudi Arabistan, Mısır ve Türkiye gibi bölge ülkeleri ise, laftan başka bir şey yapmıyorlar. Antisemitizm üzerinden Hitler’i göreve çağırıyorlar, siyasal İslamcılığı destekleyen açıklamalarda bulunuyorlar
İ
srail ordusu, yıllardır abluka altında tuttuğu Gazze’ye 7 Temmuz Pazartesi günü havadan, 17 Temmuz günü karadan başlattığı saldırılarını sürdürüyor. Bu yazı yazıldığı (31 Temmuz) günü, 9 milyon nüfuslu Filistin 20 gündür İsrail’in sağcı yönetimince katlediliyor. Büyük çoğunluğu sivil bin 361’e yaralı sayısı 7 bin 680 kişi, çoğunluğu çocuk yaralı var. Bu son yılların en sert bilançosudur. Ortada bir savaş yok. Gazze gibi etrafı İsrail devletince çevrilmiş, dar bir alana sıkıştırılmış Filistinlilerin savaş uçaklarıyla bombalanması söz konusu! Dar bir alanda savaş uçaklarının hedef gözetilmesi söz konusu bile olamaz. Nitekim hastane, okul, Birleşmiş Milletlere (BM) ait binalar, camiler hedef olmuştur. Üstelik Beyt Hanun’daki okullarının koordinatları çok önceden İsrail’e resmi olarak iletildiği halde vurulmuştur. BM çalışanları öldürülmüştür. Aradan geçen üç hafta içinde sayılı saatler boyunca ateşkesler gerçekleşse de, her ateşkesin ardından İsrail ordusunun daha ağır bombardımanlara tanık oluyoruz. Bütün bunlar Batılı, “uygar” dünyanın gözleri önünde devam ediyor. Katliamı durdurmak için hiçbir ciddi girişimde bulunmuyorlar. Emperyalist devletler ABD, Almanya gibi, İsrail’i haklı bulurken, Fransa’nın sözde sosyalist hükümeti, İsrail’i protesto gösterilerini yasaklıyor, Amerika’daki gösterilere katılanlar tutuklanıyor. HAMAS’ı dolayısıyla Filistinlileri suçluyorlar. Emperyalist hükümetler gibi, Suudi Arabistan, Mısır ve Türkiye gibi bölge ülkeleri ise, laftan başka bir şey yapmıyorlar. Antisemtizm üzerinden Hitler’i göreve çağırıyorlar, siyasal İslamcılığı destekleyen açık-
için, HAMAS gibi dini referanslı bir örgüt ortaya çıkıp gelişmiş, güçlenerek Gazze’de halk desteğine ulaşmıştır. Bu duruma yol açan ABD ve İsrail politikası olmasına rağmen, HAMAS bahane edilerek Filistin halkının katline zemin hazırlanmaktadır. FKÖ ile HAMAS arasındaki görüş ayrılıkları, Filistin yönetimini bölmüştür. Yaser Arafat’ın ölümünden sonra bu ayrılık derinleşmiştir. Ancak HAMAS da tek başına Filistin halkının güvenini kazanamamıştır. Son İsrail saldırısının bir nedeni de Filistin yönetiminin (FKÖ ve HAMAS) “birlik hükümeti” kurmuş olmalarıdır. İsrail’in sertlik yanlısı politikaları karşısında zayıf düşen FKÖ, İsrail’e karşı silahlı savaşı sürdüren HAMAS’ı öne çıkartmışsa da, HAMAS da başarılı sayılamaz.
lamalarda bulunuyorlar. Tersinden Yahudi düşmanlığı üzerinden gerici politikalarını tahkim ediyorlar. Yine de dünyanın pek çok ülkesinde protestoların arkası kesilmiyor. İsrail ordusunun bombardımana İsrailli barış yanlıları ve ordudaki az sayıda vicdan sahibi asker isyan ediyor. İsrail-Filistin sorunu nedir? 1948’de İsrail’e tarihî Filistin topraklarının yüzde 56’sı verilmişken İsrail, 1967 savaşı ve arkasından gelen işgallerle bunu yüzde 78’e çıkarmış bulunuyor. Hukukî açıdan “Filistin sorunu” dediğimizde akla ilk gelen “işgal”dir. İsrail, BM kararıyla kurulmuş bir devlet olmasına rağmen,
BM’nin ve Güvenlik Konseyi’nin kararlarına uymuyor, BM’yi tanımıyor. İki toplumlu veya iki devletli adil bir çözüm olanaklarının görüşülebilmesi için bile, İsrail’in Gazze ablukasını kaldırması, işgal ettiği yerlerden geri çekilmesi gerekiyor. İsrail ile her türlü ilişki kesilmelidir Filistinliler İsrail gibi güçlü bir desteğe dolayısıyla sermaye gücüne sahip değiller. Ekonomik olarak da askeri olarak da İsrail ile karşılaştırılamayacak kadar zayıftır. Bu zayıflık, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) eliyle bağımsız Filistin devletinin kuruluşu ve yasal güvenceye kavuşturulması sağlanamadığı
İsrail’in barbarlık politikası Bu nedenle birlik hükümeti kurulma zemini doğmuştur, dolayısıyla da İsrail-ABD politikaları fiili olarak çökmüş bulunuyor. İsrail’in bugün içine girdiği barbarlık ve katliam politikası yine başarısız olmaya mahkûmdur. HAMAS hedef alınıyor görünse de hedef Filistin halkı olmaktadır ki, bu katliamlar devam ettiği sürece İsrail toplumu içinden olduğu gibi Avrupa’nın ve Amerika’nın demokratik toplum kesimlerinden gelişecek tepkiler, İsrail devletini abluka altına alacaktır. Bize düşen, Filistin halkıyla dayanışma içinde olduğumuzu açıklayarak, Filistinliler üzerindeki baskıları azaltmak üzere, İsrail ile doğrudan ticaret ve siyasi ilişki kuran kendi hükümetimize, AKP’ye karşı mücadele ederek, tepki göstermek, ilişkilerin kesilmesini sağlamaktır. Enternasyonalist dayanışma için, mücadeleye kendi hükümetinden başla! İS Haber
Nurtepe’de şiddet: Siyasal gelenek meselesi…
İ
şçilerin Sesi gazetesinin Nurtepe olayları hakkındaki açıklamasıdır: 29 Temmuz günü Nurtepe’de HDP adayının standının açılmasını ve cumhurbaşkanlığı seçimlerine dair siyasal propaganda yapılmasını, “burası bizim bölgemiz, seçim çalışması yapılmasına izin vermeyiz” diyerek engelleyen Halk Cephesi taraftarları, günlerce süren karşılıklı çatışmanın fitilini ateşlemiş oldu. Gazi Mahallesinde çatışmanın ortasında kalan 16 yaşındaki tekstil işçisi
İbrahim Öksüz ölmüş, onlarca insan yaralanmıştır. Çatışma sürecinin önce bu çatışmanın içinde yer alanlara, sonra onlara devrimci ve sosyalist olarak inanlara, genel olarak sola ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise, HDP adayına zarar vereceği açıktır. Derhal son verilmeli ve bütün taraflar sorumlu davranarak, bu gerilimin önümüzdeki süreçteki ilişkilere ve eylemlere taşınmamasını tarafların açıklamalarını bekliyoruz. Bu olaylar sadece sorumsuzlu-
ğun, sekterliğin ifadesi değildir; aynı zamanda sol hareketin kadro ve taraftarlarının siyasal düzeyine, toplumsal bileşimine ışık tutmaktadır. Sol, sosyalist, demokrat siyasetlere arasında kendisinden başkasına yaşama hakkı tanımayan, kendisini tek doğru ve merkez kabul eden Stalinizmin eğitiminden geçen, lümpen veya yarı proleter; mahalle örgütlenmelerin tüm iktidar ilişkilerini elinde tutmak isteyen ve fanatizme varan taraftarlığı siyaset sanan kadro yapısı bu çatışmaların motor gücü
olmuştur. Türkiye sosyalist hareketinin yüzüne ayna tutan bu çatışmanın emekçi halklarla, işçi sınıfının çıkarlarıyla, sosyalist demokrasiyle en küçük bir ilgisi yoktur. Başta AKP olmak üzere gerici-faşist güçleri, polisi sevindirecek bu çatışmayı başlatan, daha da sert karşılık veren, ayırmak yerine taraf olup çatışmanın büyümesine ve yayılmasına yol açan tüm tarafları, siyasi parti, dernek, örgüt ve kurumları sağduyulu olmaya çağırıyoruz. İS Haber
İşçilerin Sesi
Ağustos 2014/29
7
Ortadoğu’da “Mülk Allah’ın”… Petrol hariç! IŞİD, Suriye’nin kuzeyinde Kürtlerin hakimiyetlerinin zayıflaması, bir yıl önce oluşan kantonların ve onlar arasındaki bağların kopması için saldırıyor. Hedefi Irak ve Suriye’deki güçlerini birleştirerek, devlet olma aşamasına bir adım daha yaklaşmaktır.
I
rak’ın işgali ve bir milyondan fazla Iraklı’nın öldürülmesinin üzerinden yıllar geçmesine rağmen, Ortadoğu’da istikrar sağlanamadı. ABD ve büyük devletler başta petrol olmak üzere enerji kaynaklarına ulaşma temelinde, Ortadoğu’nun siyasal sürecine müdahale ediyorlar. Türkiye dahil bir dizi Ortadoğu ülkesini etkileyecek olan yeni olgu IŞİD . (Irak Şam İslam Devleti) IŞİD, felsefesi ve inancı gereği mülkleri kendine, petrolü ABD ve diğer emperyalist devletlere bırakarak, askeri işgalini genişletiyor. 2 Temmuz’dan bu yana IŞİD ile Demokratik Birlik Partisi’nin askeri kanadı Halk Savunma Birlikleri (YPG) arasında Suriye’nin kuzeyinde Rojava Kantonu Kobani’de kanlı çatışmalar yaşanıyor. IŞİD, Irak’taki Şii Türkmen köylerindeki katliamlarının ardından, Suriye’de kendisine direnen Kürt köylerini hedef alıyor. Irak-Şam merkezli devlet planına uygun ilerleyişini sürdüren IŞİD, Suriye’nin kuzeyinde Kürtlerin hâkimiyetlerinin zayıflaması, bir yıl önce oluşan kantonların ve onlar arasındaki bağların kopması için saldırıyor. Hedefi Irak ve Suriye’deki güçlerini birleştirerek, devlet olma aşamasına bir adım daha yaklaşmaktır. Aynı zamanda emperyalist güçlerin ona biçtiği yeni statükoyu bozacak gücü Rojavalı Kürtlerin temsil ediyor oluşları var. Böylece büyük devletlerin de bölgeyi denetlemesi daha kolay olacak. IŞİD Savaş planını yaparken korku yaratma ve yaymayı bir araç olarak kullanmaktadır. Kafa kesmek, Sünni olmayan kadınlara tecavüzü hak sayıp sonra da fahişe diyerek infaz etmek, ışık-fosfor bombaları kullanmak, bütünüyle halk üzerinde terör ve korku yaratmaya hizmet etmektedir. YPG, IŞİD’e tek engel Suriye’nin kuzeyinde Kürtlerin yoğun olarak yerleştikleri Rojava’da geçen yılın kasım ayında Kürt, Arap, Çeçen, Hıristiyan toplumları temsil eden siyasi partiler, demokratik örgütler, aşiret temsilcileri bir araya gelerek Kamışlı kentinde 82 kişilik Kurucu Meclis oluşturmuşlardı. Kurucu Meclis kanton tipi bir yapılanmayı model aldı. Afrin, Kobani, Cizre kantonları oluşturuldu. Geçici Demokratik Özerk Yönetim Yasama Meclis, 6-7 Ocak tarihlerinde gerçekleştirdiği toplantıda Rojava’nın Cizire, Efrin ve Kobani kantonlarına bölündü-
ğünü ve her bir kantonun kendi özerk yönetiminin kurulacağını açıkladı. Rojava’daki Kürt siyasi gücü (YPG), Kürtler arasında da (örneğin Barzani’den) farklı bir politika izliyor. Ayrılıkçı değil, bir arada yaşamayı esas alıyor ve özerkliğe dayanıyor. Barzani durumdan memnun Kürt Federe Yönetimi veya esas olarak Barzani, IŞİD terörünü kendisi için siyasi fırsata çevirebilecek bir imkan yakaladı. IŞİD’in Iraktaki katliamları, Türkmen ve Arapları hızla göçe zorluyor. Federe Kürt Bölgesine geçiyorlar. Barzani’nin denetimindeki bu bölge giderek uluslararası düzeyde “meşru”luk kazanıyor. Birleşmiş Milletler geçici mülteci kamplarını bu bölgede kurdu. Barzani IŞİD’in ardından Musul’daki hâkimiyetini güçlendirerek, kenti Kürt askeri güçlerinin denetimine aldı. Hemen ardından ise, bölgede bir devlet kurmayı hedeflemek üzere, ön adım olarak referanduma gideceğini açıkladı. YPG’nin IŞİD’e karşı birlikte mücadele etme çağrısına, henüz olumlu bir yanıt da vermiş değil. Barzani YPG gibi demokratik teamülleri olan bir siyasal hareketi temsil etmiyor. Bölge devleti olabilecek bir hedefi yok. Aşiret temelinde bir devlet ve Musul petrollerinde alacağı yüzde 10, Barzani ailesine yetiyor. Öte yandan uzun süren hastalığının ardından Celal Talabani Almanya’dan Erbil’e döndü ve Irak cumhurbaşkanlığına Talabani’nin yakın çalışma arkadaşı Fuat Masum seçildi. Tüm bu gelişmeler, bölgede Kürtlerin kendi aralarında birlik sağlamaları halinde, bölgede yeni bir inisiyatif (devlet de dahil) geliştirebileceklerini gösteriyor.
KCK’den birlik ve mücadele çağrısı KCK, Kürt siyasal partileri arasında hem ulusal birlikçi bir politika izliyor, hem de bölgelerde burjuva demokrasisi çerçevesinde demokratik rejimlerin oluşması için “radikal demokratik” hareketleri destekliyor. KCK, bir yandan Kürt Ulusal Konferansı’nın en yakın zamanda toplanması çağrısı yaparken, diğer yandan bölgeler arasında demokratik ilişkilerin geliştirilmesini istiyor. Buna engel olacak bir rejimi ifade eden IŞİD’e karşı YPG’nin direnişine destek oluyor, Kobane savunmasına asker gönderiyor. KCK, genel politikasına bağlı olarak, Türkiye’de HDP’nin kuruluşunu destekledi ve ardından BDP’nin yerine Demokratik Bölgeler Partisi’nin (DBP) kurulmasını gerçekleştirdi. IŞİD’in Kobane’ye yönelik saldırılarına da sert tepki gösterdi. “Rojava devrimi, tüm Kürdistan’ın devrimidir’’ ifadesine yer verilen açıklamada, tüm Kürtlerin ‘bu devrimi sahiplenmeleri ve maddi ve manevi destek sağlamaları’’ çağrısında bulundu. AKP IŞİD’den değil özerklikten rahatsız Türkiye, Rojava’daki gelişmelerden rahatsız. Birinci yılını dolduran Demokratik Özerlik denemesinin, Türkiye Kürtlerine moral vermesinden rahatsız ve IŞİD’in ilerlemesinden şikâyetçi değil. IŞİD’in elinde Türkiye konsolosluğu çalışanı 40’tan fazla insanın rehin olarak bulunmasına rağmen, şikayetçi değil. Sadece bu da değil: Suriye’de Özgür Suriye Ordusu, El Nusra gibi örgütlere verdiği siyasi, askeri, ekonomik destek sebebiyle de IŞİD ile aynı safta.
Türkiye, Barzani, ABD gibi farklı siyasi güçler, etnik e dini temelde kurulacak küçük devletçiklerden yana bir politika izlerken, KCK, YPG’nin siyaseti devletle değil, yerel yönetimlerle, bölgelerle ilgilidir. Demokratik Özerklik, her ne kadar Kürtlerin ayrılıkçı siyasetiymiş gibi sunulsa da, esasen Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na uygun bir idare şeklidir. Tıpkı Rojava’daki kantonların İsviçre’dekilere benzemesi gibi… Bu idare şeklinde kimsenin ne aşiretlerin ne de yabancı sermayenin petrol, madenler ve toprak başta olmak üzere mülkiyet ilişkilerine dokunulmuyor. Yalnızca, merkezi devletin gücü kırılıyor. Her bölge kendisini idare etmek üzere yapılanıyor. Merkezi otorite etkisizleşince, yerelin tüm renkleri ve dinamikleri merkezi devletin resmi ideolojisi, merkezi hükümetin baskısını, ayrımcı uygulamalarını daha az hissederek yaşamak mümkün oluyor. Böyle bir model, sadece Kürtler için değil, örneğin Türk bölgelerinde de, Trakya veya Ege Bölgesi için uygulanabilir, bu bölgenin kendine özgü dokusu merkez tarafından baskılanmadan (örneğin laiklik konusunda) kendilerini yönetmeleri mümkün olabilir. Sonuç olarak, Ortadoğu’da petrol hariç tüm mülkler üzerinde yapılacak tasarrufa karışmayan büyük devletler, İŞID gibi çetelerin ya da El Nusra, Özgür Suriye Ordusu ya da İsrail devletinin yoksulları katletmesine ses çıkartmıyor. Ortadoğu’nun tarihi olarak iç içe geçmiş halkları, etnik yapıları ve dini yaşayışlarını ayrıştırma üzerine kurulacak her politika, iç savaşlara davetiye çıkartacaktır. Tüm dinlerden, mezheplerden ve uluslardan bağımsız, insanca yaşamı esas alan, demokratik ve laik bir Ortadoğu için, Demokratik Özerklik ön çözüm olarak bir işlev görebilir. IŞİD ve milliyetçi örgütlerin, AKP’nin Rojava’ya saldırısı bu nedenledir. Saniye DENLİ IŞİD’in kökeni 1979 yılında Afganistan’ı işgal eden Sovyetler Birliği’ne karşı savaşmak için CİA’nın kurdurduğu El Kaide’ye dayanıyor. Selefi İslam görüşü temelinde kurulan bu örgüt, yıllar sonra 2001 yılında İkiz Kulelere yapılan saldırıyla ABD’ye karşı savaşan örgüt haline geldi. Örgüt parçalanarak farklı kollara ayrıldı. El Kaide “Dünya İslam Devletin” kurmayı hedefliyordu. IŞİD ise “Sünni İslam Devletini’’ kurmayı hedefliyor. 1
8
İşçilerin Sesi
Y. Sunta’da patron durmuyor!
K
ocaeli’de kurulu Yıldız Sunta’da 2012’de Türkİş’e bağlı Selüloz-İş Sendikası örgütlenme çalışması başlattı. Patron, öncülük yaptığını düşündüğü 60 işçiyi attı. İşçileri Selüloz-İş’ten istifa etmeye, yine Türk-İş’e bağlı Ağaç-İş Sendikasına üye olmaya zorladı. İşten atılmak istemeyen işçiler Ağaç-İş Sendikasına üye oldu. Ağaç-İş, işveren desteğiyle toplu sözleşme yetkisini aldı. Patron bu kez de toplusözleşme görüşmelerini geciktirdi. İşçi kesimi de işten atılan bir işçiyi şube yönetimine aday gösterdi. Şube Başkanlığına seçildi. İşveren şube başkanını tanımadı. O da Ağaç-İş Genel Kurulunda genel başkanlığa aday olmak istedi. Genel Kuruldan bir gün önce, bu işçi dövülerek burnu kırıldı. Hastaneden çıkıp genel kurula burnu kırılmış olarak gelen bu işçi, seçimleri kaybetti. Bu olaylardan çok kısa bir süre sonra işverenin desteklediği genel merkez yöneticileri işyerine gelip, sendika şubesine haber dahi vermeden işverenle toplu iş sözleşmesi imzaladı. İşçiler halen bu oldu bittiye karşı direnmeye çalışıyor.
Microsoft’ta işçi kıyımı
N
okia ile beraber toplamda 127 bin olan çalışana ulaşan Microsoft, 18 bin çalışanı işten çıkartmaya karar verdiğini duyurdu. Şirket yöneticisi Satya Nadella Nokia şirketinin satın alınmasından sonra aynı işi yapan çalışanların sayısının arttığını ve buradan doğan fazlalığı azaltmak istediklerini kaydetti. İşten çıkarılacak 18 bin kişiden 12 bin 500 kadarını da Nokia çalışanları oluşturuyor. Microsoft’un işten çıkarmalarla yapmayı planladığı ‘yeniden düzenlemenin’ maliyetinin 1,6 milyar doları bulması bekleniyor. Ancak şirket, işten çıkarmalar sayesinde yıllık 600 milyon dolar tasarruf etmeyi planlıyor. Kısacası, kâr etmek için işgücünden başka geçim kaynağı olmayan işçileri çıkartıyor. Kapitalizm budur!
Ağustos 2014/29
İş cinayetlerinde sorumlu
2
014’ün ilk yarısında en az 951 işçi iş cinayetlerinde öldü. Soma maden işçilerinin 301’ine mezar olan madenlerin sorumlularından henüz hesap sorulmadı. Soma’da 1000 yakın maden emekçisi katledildi. Rakamları küçülterek iş cinayetlerini yok edilemez. Diğer iş cinayetlerinde durum farklı değil… Davutpaşa’da devlet suçlu 31 Ocak 2008’de 21 kişinin öldüğü, 100’den fazla kişinin yaralandığı İstanbul Davutpaşa’daki maytap fabrikasında yaşanan iş cinayeti sonrası açılan ceza davaları yargılaması 7 yıl sürdü. Yargılama sonrası bu işyerlerine ruhsat veren Zeytinburnu Belediye Başkanı ve denetleme görevini yerine getirmeyen dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bölge müdürü beraat etti. Turgut Özal döneminde işyeri açmak isteyenler için “Bürokrasiyi azaltıyoruz” gerekçesiyle ruhsat verme işlemlerinde işyeri sahibinin beyanı yeterli görülmüş işçi sağlığı-iş güvenliği, işletmenin yapacağı işe uygun güvenli teknik donanımının olup olmaması sadece bürokratik bir gereklilik olarak nitelendirilmiştir. O “bürokratik” gereklilik 21 işçinin canına mal oldu. Turgut Özal ve ANAP hükümeti ya da ondan önceki ya da ondan sonrası hükümetler, sermayenin çıkarlarına hizmet ettikleri için hep patronları kolladılar, onlar için maliyeti düşüren adımlar attılar. İşçi sınıfı için saldırı niteliğindeki bu adım-
lar işçi cinayetlerine davetiye çıkardı çıkarmaya da devam ediyor. Soma’da sorumlular biliniyor Soma’da resmi rakamlara göre 301, gerçekte ise ne kadar işçinin öldürül-
düğü bilinmiyor. 301 rakamı bile yeterice korkunçtur. Çünkü ölen işçilerin aileleri perişandır. Katliamın hafızalardaki yeri Türkiye’nin hızlı değişen gündemi ile unut-
BELTAŞ işçileri mücadele ediyor
B
eşiktaş Belediye Başkanı Murat Hazinedar tarafından işten çıkarılmak istenen DİSK Genel-İş üyesi BELTAŞ işçileri, iş fesih bildirimlerinin geri çekilerek toplu sözleşme haklarını kullanmak ve başka bir taşeron firmaya geçmeden BELTAŞ işçisi olarak çalışmaya devam etmek için greve başladılar. BELTAŞ A.Ş. adlı belediyenin yan kuruluşunda çalışan park ve bahçeler işçilerinin yanına gelen Beşiktaş Belediye Başkanı Murat Hazinedar “İş garantisinin yazılı olarak verilmesinin söz konusu olmadığını, ihaleyi alan firmanın işçilerle çalışmaya devam etmesi için çaba sarf edeceğini, ancak şirketin kısıtlamaya gitme yolunu seçmesi söz konusu olduğunda yapabilecek bir şeyinin olmadığını ve bu işçilerin tazminat ve diğer haklarının verileceğini” söyledi. İşçilerse bu açıklamanın ardından belediye binası önünde çadır kurarak grev yapma kararı aldılar. Belediye binasının önünde toplanan işçilere bir konuşma yapan Ge-
nel-İş Şube Başkanı, “Yaptığımız görüşmeler sonunda yeterli bir cevap alamadık ve mücadelemizi sonuna kadar sürdüreceğiz” dedi. Daha sonra belediye binası önüne “Sendi-
ka hakkımız engellenemez – Beltaş İşçileri” ve “DİSK Genel-İş Sendikası” pankartlarını asarak grev çadırlarını kurdular. Grev devam ediyor. Haydi dayanışmaya!
İşçilerin Sesi
Ağustos 2014/29
ular cezalandırılmıyor!
turulmak istense de hükümet ve onun destekçisi medya tarafından hasıraltı edilmeye çalışılsa da, biz unutmamalıyız. En son araştırmanın sonucuna
göre katliamın birden fazla nedeni var. En önemlisi, sermayenin ucuz iş gücü sağlaması için taşeronlaştırma sistemine serbestçe geçit verilmesi. Yapılacak her türlü teknolojik yaklaşım taşero-
nun kurulma amacına terstir. Bilimsel ve teknolojik hesaplar, maliyet hesaplarının gölgesinde kaybolur gider. Ki Somada bu gerçekleşti, yaşam odalarının maliyet hesabı ile kömürün daha ucuz maliyet hesabı işçi cinayetlerinin yaşamlarıyla kıyaslanarak kararlar verildi. Sonuç yaşam odalarına kıyasla işçi ölüm maliyeti taşerona patronuna göre makul görüldü. Soma’daki bir diğer sorun ise özelleştirmedir. Yasal düzenlemelere gelince hiç bir önleyici önlem yoktur. Son çıkarılan 6331 sayılı İSGK ile patronlara işçi sağlığı ve güvenliği hizmetlerini ortak sağlık ve güvenlik birimlerinden satın alabilme hakkı verildi. İş kazaları ve meslek hastalıklarının önüne geçilebilmesi için bundan sonra işyerlerinde ’’önce insan, önce sağlık ve önce iş güvenliği’’anlayışı yerleştirilmeli tüm süreçlerde öncelik işçi sağlığı ve iş güvenliğinde olmalıdır. İşçi sağlığı ve güvenliği patronlar için maliyet unsurudur ve kendiliğinden bu önlemleri almıyorlar. Yasalar ise, patronlara bu hayati önlemleri alması için baskı yapmıyor. Geriye sadece bu önlemlerin alınmasının gerekliliğine inana, bunun yaşama haklarıyla ilgili olduğunun bilincine varan, başta tehlikeli işlerde çalışan işçiler (başta maden. İnşaat, tersane işçileri) haklarına sahip çıkarak, ortaklaşa bir tavır içinde olmaları gereklidir. Aksi halde işçi ölümleri son bulmayacaktır. Canan MENGÜL
Kent Gıda’da grev başladı
G
ebze’de bulunan daha önce Kent Gıda adıyla faaliyet yürüten ancak ABD’li Mondelez şirketince satın alınan fabrikada grev var. Türk-İş’e bağlı Tek Gıda-İş Sendikası işyerinde yetkili. Ancak işyerindeki ekonomik ve sosyal haklar sendikalı bir işyerinin çok gerisinde. Fabrikada yaklaşık 800 işçi çalışıyor. Söz işçilerde 21 yıldır fabrikada çalıştığını söyleyen Salih Gümüş, 1300 TL aylık ücret aldığını söyleyerek, ‘Ne yapacağımızı şaşırdık. En eskilerden bir tanesi ben olduğum için arkadaşlarımdan biraz çok maaş alıyorum. Fakat bu maaşla geçinemiyoruz. Ne ev kirama, ne yiyecek içeceğe bu nakit yetiyor. Nasıl geçinelim?’ diye konuştu. Fabrikada 10 yıldır çalıştığını söyleyen Elif Güven ise yaşadıkları ekonomik problem sebebiyle eşiyle boşanma aşamasına geldiğini söyledi. Güven, ‘Eşim de aynı fabrikada çalışıyor. İkimizin de maaşı 870’şer
TL. Evimiz kira ve aldığımız nakit yetmiyor. Borçlarımız her geçen gün artıyor. Eşimle boşanma aşamasına geldik. Bugün greve çıktık umarım şartlarımız düzelir’ dedi. Aldıkları maaşla geçinemediklerini söyleyen Banu Kırmızı ise şunları söyledi: ‘Şans eseri babamdan kalan evde oturuyoruz. Eğer kirada olsaydık muhakkak geçinemezdik. Ev kiramız olmamıza karşın gene de problem yaşıyoruz. Fabrika her sene daha aşırı elde eden bir fabrika olmasına karşın işçilerine sebep bu kadar az maaş veriyor anlamış değilim. İşverenin biraz daha insaflı olmaya çağrı ediyorum.’ Semra Odabaşı, özellikle son 8 yıldır yapılan zamların yetersizliğine dikkat çekiyor. “Ücretin yanında esnek çalışma ve kreşimizin olmaması da önemli ve çözülmesini istediğimiz sorunlar arasında” diyor. İşçileri yoksulluğa terk eden bir sendika yönetimi… Sendikanın verdiği rakamlara göre, ortalama işçi ücreti brüt 1380
TL. Neti, asgari ücretten biraz fazla. Bırakın yoksulluk sınırını açlık sınırının bile çok altında. Sendika başkanı Türkel, bu sonuca gelinmesinin sebeplerini açıklamasa da bir itirafta bulunuyor: “Doğaldır ki biz bir işletmede grev olmasını istemeyiz” diyor. “Bu işyeri nasıl sendikalı”, sorusuna cevap veremediği için ekliyor “Ancak biz bir sendikayız, işçi örgütüyüz. Çalışanların sosyal haklara, insanca yaşanacak bir ücrete ve güvenli bir geleceğe sahip olmalarını isteriz”. Yani greve çıkmaya mecbur kaldık demek istiyor. Bu nasıl bir işçi örgütü ki, üyelerini on yıllardır asgari ücrete talim ettiriyor? Kent Gıda işçileri ne bu ücreti ne de böyle bir sendika yönetimini hak ediyor. İşçiler greve sahip çıkmalı Sendika başkanının açıklamaları ve bugüne kadar izlediği siyaset gösteriyor ki, “Kent Gıda” işçileri, TEKEL işçilerinin, Çaykur işçilerinin, Elit Çikolata işçilerinin deneyimlerini hızlıca öğrenmeli grevlerine sahip çıkmalıdır. İS Haber
Aliağa’da değişen bir şey yok!
İ
zmir’in Aliağa ilçe Belediyesinde taşeron olarak çalışan 104 işçi 7 Mayıs 2014 de, MHP’ li Belediye Başkanı Serkan Acar tarafından, maddi sıkıntılar öne sürülerek işten çıkarılmıştı. Aliağa demokrasi meydanında direniş çadırı kurarak 49 gün işe iadeleri için aileleriyle direnen işçiler çeşitli etkinlikler yaptılar. Her direnişte olduğu gibi destek azalmaya başladı ve polisin sadırısı oldu. Maddi olarak destek göremeyen direniş sürdürülemedi. Haziran ayının sonlarına doğru, direnişe devam eden az sayıda işçi, Belediye başkanı Serkan Acar ve MHP İlçe Başkanı Abdurrahim Aydemir’in işçilerin yirmisini 1 Temmuz’da işbaşı yapacağını ve geri kalanının da 1 aylık süreç içerisinde, zamanla işe alınacağını bildirmesi üzerine direnişlerine son verdiler. Aliağa Belediye Çalışanları Derneği Başkanı Halis Güzeller “Belediye Başkanı yanlış kararında ısrar ediyor, bizler çadırı keyif olsun diye kurmadık. Gerekirse bu alana bedenlerimizi de yatırmaya (açlık grevi) hazırız” dedi. İşçilerin randevu talepleri de belediye tarafından kabul edilmedi, işçiler şimdilerde işe geri alınmayı bekliyorlar.
Madende grev erteleniyor
T
ürkiye Maden İşçileri Sendikası’nın (Maden-İş) yaklaşık 7 yıldır örgütlü olduğu Park Teknik Elektrik Madencilik Turizm Sanayi ve Ticaret A.Ş.’de çalışan işçiler greve çıktı. Ancak Bakanlar Kurulu kararıyla grev akşam saatlerinde 2 ay ertelendi. Maden-İş Sendikası Elbistan Şube Başkanı Adil Bölükbaşı, “Geri adım atmak yok. Hakkımızı alana kadar buradayız.” dedi. Bakanlar Kurulu’ndan grev ertelemesi Birçok yerde grev kararı alan maden işçileri Bakanlar Kurulu’nun aldığı karar ile şaşırdı. Bakanlar Kurulu Çöllolar Kömür Sahası işyeri ile Çayırhan Kömür İşletmesinde Türkiye Maden İşçileri Sendikası tarafından alınan Grev kararının, genel sağlığı ve milli güvenliği bozucu nitelikte görüldüğünden 60 gün süreyle ertelenmesini kararlaştırdı. Ufuk
9
10
İşçilerin Sesi
TKP’nin sorunu sadece yönetim mi?
T
ürkiye Komünist Partisi (TKP) 13 Temmuz Pazar günü iki ayrı kongre topladı, iki ayrı parti ortaya çıktı. Halkın Türkiye Komünist Partisi (HTKP) ile Komünist Parti (KP). Ayrılık ideolojik olmaktan çok, Gezi İsyanı sonrası sürece yaklaşımda siyasal farklılıklara dayanıyor. Tartışmanın aleni yapılmaması, iç yazışma gruplarıyla sınırlı tutulması, Gezi gibi bir konudan Türkiye sosyalist hareketini içine alacak tartışma zemini de ortadan kalktı. Türkiye sosyalist hareketi, 15-16 Haziran 1970 büyük işçi mücadelesini bile siyasallaştıramadığı için, Gezi’yi siyasallaştırmamasını çok görmemeli. TKP’nin K’sı problemli … Siyasallaşma olmayınca, kişisel açıklamalar öne çıkacaktır. Oysaki TKP’nin esas sorunu yönetimden önce, ideolojik ve sınıfsaldır. TKP, ne ismindeki komünist ifadesine denk gelecek biçimde işçi sınıfı zemininde bir faaliyetin ısrarcısı olmuştur ne de kelimenin siyasal anlamıyla enternasyonalist ve devrimci olabilmiştir. Bu nedenle de TKP’nin sorunu yönetim düzeyinde kalan ve iktidar kavgasına dönüşen apolitik zeminde çözülemez. Ortaya çıkan her iki partinin de ısrarla eski geleneklerini devam ettirdiklerini söylemiş olmaları ise, siyasal “geleneği” ile hesaplaşmak ve bu hesaplaşmanın önünü açmak yönünde bir iradenin oluşmadığını gösteriyor. Stalinizm, politika değiştirmek yerine “adam değiştirmeyi” esas alan bir geleneğe sahiptir. Siyasal çizgi hep doğru olduğu için olsa olsa bu çizgiye uygun davranmayan “gevşek”, “itaat etmeyen” kadrolar tek engeldir. Bu nedenle TKP kongresi, siyasallaşmadığı sürece tasfiye kongresi olacaktır. Ayrı ayrı mekânlarda kendileri söyleyip kendileri alkışlayacakları bir kongreden siyasi bir sonuç çıkabilir mi? TKP’nin genç üyeleri kongreler ertesinde tartışmaları ve farklılıkları siyasallaştırıp eleştirilerini sonuna kadar götürebilirlerse, komünist harekete de bir katkı yapmış olabilirler. Umuyoruz ki, kapalı kapılar ardındaki tartışmalardan ortaya çıkan iki partinin genç kadroları arasında yaşanan sürecin esasen TKP’nin komünizm algısı ve anlayışından kaynaklandığını görüp, süreci siyasal olarak sorgulayan, bunu yapabilecek siyasal cesarete sahip olan gençler çıkabilsin… Seyfi ADALI
Ağustos 2014/29
AKP dış borçlanmayı işsizliği de büyütüyor Ekonominin gerçeklerini çarpıtma konusunda “uzmanlaşan” AKP hükümeti, iktidara geldiği günden beri “Türkiye ekonomisi büyüyor” sloganını kullanıyor.
B
urjuva hükümetler ve onların sözcüsü gibi davranan iktisatçılar, “serbest piyasa” ekonomisi diyerek çarpıttıkları kapitalist ekonomiyi ve uygulamalarını, emekçilere pazarlamayı çok iyi bilirler. Burada esas “başarı”, kapitalist ekonominin sınıfsal özelliğini gizlemektir. Ekonomiyle ilgili alınan her kararın ve uygulamanın, emekçiler ve burjuvazi için farklı sonuçları olacaktır. Buna karşılık burjuva iktisatçılar, bu gerçekliği perdelemek için, “milli ekonomi”, “toplumun çıkarı”, “ekonominin gereği” ve “hepimiz aynı gemideyiz” vb. kavramları kullanarak, emekçilerin kafalarının karışmasına neden olurlar. Örnek vermek gerekirse, ekonomide bir kriz mi yaşanmaktadır, öyleyse “gerekli” olan bütün tedbirlerin alınması bir zorunluluktur. Hükümetler eliyle yürütülen ve özel sektör tarafından sonuna kadar desteklenen bu kararların, genellikle fiyakalı ve emekçileri ikna etmeye yönelik isimleri olur. Türkiye”de 2001 yılında yaşanan ekonomik krizin ardından, IMF destekli ve Kemal Devriş’in koordinatörü olduğu program, “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” ismiyle pazarlanmıştı. İçerik olarak “klasik” bir emekçilere kemer sıktırma programıydı. Ekonominin gerçeklerini çarpıtma konusunda “uzmanlaşan” AKP hükümeti, iktidara geldiği günden beri “Türkiye ekonomisi büyüyor” sloganını kullanıyor. Emekçiler de yapılan otoyollara, binalara, lüks konutlara, köprü ve havaalanlarına bakıyor, Türkiye’nin “geliştiğini” ve ekonominin “büyüdüğünü” kabul ediyor. Bunun yanı sıra, ekonomi dünyasında, yalan söyledikçe burnu uzayan pinokyoya benzetilen TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) gibi hükümetin güdümünde faaliyet gösteren işbirlikçi kamu kuruluşları da bulunuyor. Hatırlanacağı gibi, hükümete yönelen, “ekonomi iyi durumda ve Türkiye büyüyorsa, neden kişi başına düşen gelir artmıyor?” eleştirileri karşısında sıkışan AKP, TÜİK silahını çekmişti. TÜİK, birtakım hesaplama değişiklikleri yaparak, kişi başını düşen yıllık geliri 10 bin dolara çıkarmıştı. Bu rakamın bir karşılığının olmadığını da, yıllardır 10 bin dolar ilan edilen gelirin değişmemesinden anlıyoruz. Bu rakam kriz dönemlerin-
de ne azalıyor ne de sözde büyüme dönemlerinde artıyor! Yerinde sayıyor. Türkiye “büyümüyor”, ekonomi daralıyor! Burjuvazi ve emekçiler için ekonomi aynı anlama gelmez. İki sınıf için ortak çıkarlardan bahsetmek ancak düzenin borazanı haline gelmiş burjuva iktisatçıların işi olabilir. Örnek vermeye devam edelim. Ekonomideki gelişmeler üçer aylık dönemler ile ifade edilir. Bir önceki üç aylık dönem ve geçmiş yıl ile kıyaslanır. Hükümet son üç aylık dönemde ekonominin yüzde 3’ün üzerinde büyümesini büyük bir başarı olarak gösteriyor. Hatta Batılı ülkelerdeki daha düşük artışları örnek vererek, kendilerinin ekonomiyi daha iyi yönettiklerini bile iddia ediyorlar. Gerçek nerede? Büyümenin sonuçlarından iki sınıf aynı şekilde mi yararlanıyor? Geçtiğimiz aylardaki bazı gelişmeler bizi aydınlatabilir. Sanayi üretiminin gerilediği, özel sektör yatırımlarının askıya alındığı, stokların büyümesi karşısında (iç pazar da daraldığı için) fiyat kırarak ihraç edilmeye çalışıldığı biliniyor. Faizlerin Merkez Bankası tarafından yüksek tutulması (başbakanın bütün müdahalelerine karşın), öncelikle tüketimin ardından da ona bağlı olarak üretimin daralmasına neden oluyor. Piyasa diliyle söylenirse “ekonomi dönmüyor”. Gel “sıcak para, gel” Ekonomideki yaşananlar iç pazarla da sınırlı kalmıyor. AKP yıllardır, baskı uygulayarak döviz fiyatlarını ve faiz oranları düşük tutan bir ekonomi siyaseti izliyor. Bunun zorunlu sonucu olarak. Dış satım sınırlı bir büyüme gösterirken, dışalım da patlama yaşanıyor. Türkiye ekonomisi, dışarıya sattığından fazlasını, alan bir durumda olduğu için, dövizde açık veriyor. Bu açık, dışarından gelen “sıcak parayla” kapatılmaya çalışılıyor. Yabancı sermayenin daha güvenli ülkelere aktığı son birkaç yıl içinde, Türkiye”ye gelen “sıcak para” miktarı azaldı. Türkiye ile dışarından gelen sıcak para ilişkisi, o kadar belirleyici ki, ekonominin aylık olarak dönmesi bile o ay dışarıdan gelecek dövize bağlı. Sıkışan hükümet bu
parayı bulmak için, Kamu-Özel Ortaklığı “ipine sarıldı”. Çoğu enerji, ulaştırma, liman olmak üzere kamu altyapı yatırımlarının, yerli-yabancı konsorsiyumlara belli bir anlaşma çerçevesinde yaptırmasına dayanan Kamu-Özel Ortaklığı projelerinde toplam tutar 88 milyar doları buldu. Eğer ekonomi sınıflardan bağımsız olsaydı, bu durumu “Türkiye büyüyor” diye pazarlamak mümkün olurdu. AKP hükümetinin bu yeni rant siyasetinin sonuçları burjuvazi ve emekçiler için farklı sonuçlar yaratacak. Bu rant projeleri, hükümetten şu tavizleri alarak gerçekleşiyor: a) Arazi için, kıyı, orman su kaynağı gibi kamu varlıklarının peşkeş çekilmesi; b) Üretilen ürün ve hizmetlerin (elektrik, ulaşım vb.) 30 yıl boyunca devlet tarafından satın alınmasının garanti verilmesi; c) bu rant projelerinin gerçekleşmesi için, Türk devletinin uluslararası bankalara garantör olarak kredi alınması (yeni sıcak para kaynağı da böyle oluyor). Bu projeler İstanbul’a 3’ncü havalimanı, 3’ncü köprü, Gebze-İzmit Otoyol projesi ve özel hastane birlikleri gibi. “yatırımları” içeriyor. AKP, IMF’e olan borcu emekçilerin sırtından kapadıktan sonra halka, “Dış borcu bitirdik” diyerek, yalanın büyüğünü söylüyordu. Kamu-Özel Ortaklığı projeleriyle, sanki devlet borçlanmıyor gibi gözükse de, özel sektör borçları, devlet güvencesi kapsamında olduğu için, bu projeler Türkiye’nin dış borç stokunu büyütüyor. 390 milyar doları bulan dış borçların üçte ikisi özel sektöre ait. Hükümetin bir başarısı da, işsizlik oranının yüzde 9’a düşmesi olmuş! TÜİK verileriyle oynayarak işsizliği düşük tutmaya devam ediyorlar. Mevsimsel nedenlerden dolayı turizm ve tarım işkollarındaki göreceli işgücü artışını, işsizliğin azalması olarak gösteriyorlar. Bu işler geçici olduğu için, bu dönemde iş bulan emekçiler, kışa doğru yine işsizlikle karşı karşıya kalacaklar. Üstelik sanayi üretimindeki ve yatırımlardaki gerileme, özellikle şehirlerde etkili olacak, kentli genç nüfus işsizlikle daha fazla tanışmış olacak. Ekonomide alınan karaların sonuçları işte böyle yaşanıyor, rant ekonomisinin patlamasıyla birlikte AKP ve yandaşı burjuvalar daha da zenginleşirken, genç emekçilerin “alacağı” ise, işsizlik olacak. Ufuk DEMİRCİ
İşçilerin Sesi
Ağustos 2014/29
11
KESK’te “siyaset” sendikayı ezdi! Yönetime gelen gruplar KESK’e toz kondurmazken, yönetime giremeyenler sendika içindeki “ilkesiz ittifaklar”ı gündeme getirerek muhalefet yapmayı bir siyaset haline getiriyorlar.
3
-6 Temmuz günlerinde gerçekleşen KESK Genel Kurulu, yeni yönetimin seçilmesiyle sona erdi. Genel Kurul’da konuşan delegeler, sendikaların üyeleriyle ilişkilerinin giderek zayıfladığına, yerel sendikal platformların giderek güç kaybettiğine dikkat çektiler. Delegelerin, tüzük değişiklikleriyle ilgili olarak şubelerde ve kongrede gerekli tartışmaların yapılmadığı gerekçesiyle eleştirdikleri değişiklikler, Yurtsever Emekçilerin (YE) belirleyici olduğu listesinin oylarıyla, Genel Kurulda kabul edildi. “Tüzük değişiklikleri ile birlikte KESK yönetimine eş başkanlık sistemi getirildi. Basın-yayın ve eğitim sekreterlikleri birleştirilirken, KESK’in tüm organlarında kadın ve erkek sayısının eşitliğine dayanan “eşit temsiliyet” ilkesi kabul edildi. Kadın temsiliyetine yönelik bir adım da Kadın Meclisi’nin kurularak bir karar organı haline getirilmesi oldu. KESK’teki seçim sisteminde de değişikliğe gidildi ve “nispi temsil” yöntemine geçildi”. Değişen sadece siyasetlerin isimleridir KESK’in kuruluşundan bugüne her zaman yönetimde yer almış, iki dönem öncesine kadar KESK Genel Başkanlarını bünyesinden çıkartmış bulunan Devrimci Sendikal Dayanışma (DSD/ ÖDP) grubu ilk kez muhalefette kaldı. “Yeni bir mücadele anlayışının geliştirilmesi ve birleşik muhalefet için yeni bir emek hareketi ve yeni bir KESK’e ihtiyaç olduğu” ve “KESK’in var olan haliyle emek hareketine bir şey sunamayacağını” gerekçeleriyle önümüzdeki
üç yıllık süreçte yönetim organlarında yer almayacağını ifade etti. Kongre salonundaki pankartta “Güçlü örgüt, kitlesel mücadele” şiarı, KESK ‘in mevcut durumu dikkate alındığında temenniden öteye gidemiyor. KESK’in günden güne güç kaybettiği ve sayısal olarak eridiği bir dönemde, Kongrede söz alan delegeler, siyasi ve sendikal krizi gündeme getirdiler. Yapılan tespitler ne kadar doğru olsa da, gidişatı tersine çevirmek için radikal hiçbir önlem alınmadı. Yukarıda ifade ettiğimiz kararların ise, sendikal politikadan çok siyasal alanın sendikal alana yansıtılmasıyla ilgisi vardır. Siyasi pazarlıklar temelinde gerçekleşen yönetimlerin ve “değişikliklerin” bir çözüm olmadığı ortaya çıkmıştı; bu kongrede seçilen yeni yönetimin tabandaki karşılığının hafifliği, KESK’in ihtiyacı olanın siyasal ittifakların ötesine
geçtiğini kabul etmeleri beklenir. Kongrede “önümüzdeki dönemde mücadeleyi yükseltmek” gerekiyor, denildi. Bu nasıl gerçekleşecek? KESK içinde bulunan her siyaset, bunu kendi meşrebince açıklıyor: Bütün anlayışlar, “taban örgütlenmesinin önemi”nden bahsediyorlar, “karar alma sürecinin daha demokratikleşmesi”ni savunuyorlar, “birleşik bir mücadeleden” dem vuruyorlar. Yönetime gelen gruplar KESK’e toz kondurmazken, yönetime giremeyenler sendika içindeki “ilkesiz ittifaklar”ı gündeme getirerek muhalefet yapmayı bir siyaset haline getiriyorlar. Yönetime girerlerse o zaman KESK’de bir sorun yok! HDP KESK yönetiminde HDP etrafında, Kürt hareketiyle ittifak yapan sosyalistler KESK yönetimine taşınırken, bu ittifakın içinde yer
almayan siyasetler (pragmatist Halkevleri dışında) yani ÖDP ve Halk Cephesi gibi yapılar yönetimin dışında kaldı. HDP/HDK bileşenleri arasında ise, yönetime sadece SYKP, Yeşiller ve Sol ile EMEP adayları girebildi. HDP ittifakının (bir kısmının) KESK’e taşınmasıyla sonuçlanan kongrede bir kez daha kamu emekçilerinin gerçek sorunları ya da sendikal işleyiş politikaları üzerinden bir ayrışma olmadığını gördük. KESK’in her toplantısında dillendirildiği gibi, “işyerlerine dönmeliyiz” şiarı, yeni yönetim için de geçerliliğini koruyor. Bu şiarın nasıl gerçekleştirileceğine dair ciddi bir tartışma olmayınca, gelecek genel kurula kadar değişen bir şey olmuyor. İşyerleriyle buluşma iddiasını yeni yönetimle gerçekleştirebilecek mi? Sanmıyoruz… Yine de bekleyip göreceğiz. Kaya İLHAN
Türkiye Kuzey Kıbrıs’ı 40 yıldan beri işgal altında tutuyor
2
0 Temmuz 1974 günü başlayan Türk Ordusu’nun Kuzey Kıbrıs’ı askeri işgali, günümüzde siyasi ve ekonomik bağımlılık ilişkisi olarak devam ediyor. Geçmişte başta Ordu olmak üzere ulusalcı güçler (CHP ve İP vs.), 20 Temmuz’u, Türk milliyetçiliğinin “koçbaşı” gibi kullanırlar, Yunanistan ve Rum kesimine karşı bir güç gösterisine dönüştürürlerdi. Türkiye harekâtın Zürih ve Londra Antlaşması’nın IV. maddesine istinaden gerçekleştirildiğini savunmaktadır. Fakat Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi bu harekâtı işgal olarak değerlendirmektedir. İç çatışmalardan işgale Kıbrıs Rumlar çoğunlukta olmalarını avantajını kullanarak, Kıbrıs’da tek başlarına bir yönetim oluşturmak ve Türk kesimini adadan uzaklaştırmak istiyorlardı.
Rumlar, İngiliz yönetimine karşı kurulmuş olan EOKA’yı, (Kıbrıslıların Millî Mücadele Örgütü), Türklere karşı silahlı saldırılarda bulunmak üzere harekete geçirdiler. Türk devletine geçmiş de boş durmamış, benzer bir askeri milis olan Türk Mukavemet Teşkilatı’nı (TMT), 1958 yılında bizzat Başbakan Menderes’in talimatıyla kurmuştu. EOKA ve TMT, karşılıklı olarak sivillere dönük katliamlara giriştiler: Geçmişte ortak sendikalara örgütlenmiş, birlikte grev yapan, işgalci İngiliz ordusuna karşı birlikte mücadele veren iki halkı, bir arada yaşamaz hale getirecek siyasi ve sosyal koşulları yarattığılar. Rum kesimi kendi yarattığı canavarın EOKA’nın kurbanı oldu. Yunanistan’ın, fiili olarak Kıbrıs’ı ilhak etme sürecine başlatması Türk devletine bir fırsat vermiş oldu. Adada yaşana katliamları ve askeri dar-
be girişimini bahane ederek, 20 Temmuz’da, Türk ordusunun adayı işgal etmesi için harekete geçti. 1974’den beri Kıbrıs, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC, Türk) ve Kıbrıs Cumhuriyeti (Rum) olarak iki devletçiğe bölünmüş durumda. Rum kesimi, KKTC”yi tanımamakta, yasal olarak Kıbrıs Cumhuriyetinin devamcısı olduğun kabul etmektedir. Türk kesimi ise (yalnızca Türkiye tarafından tanınıyor), adadaki fiili durumun resmileşmesini, Rum ve Türklerin iki ayrı devlet olarak varlıklarına devam etmelerin savunuyor. Bizzat KKTC cumhurbaşkanı Denktaş tarafından savunulan, “Kıbrıs’da çözümsüzlük, çözümdür” siyaseti, Türkiye’nin çıkarlarına da ifade eden bir yaklaşım oldu. AKP iktidarı ile birlikte, ordunun siyasi gücünün azalması ve Rum kesiminin AB’ne kabul edilmesi
gibi etkenlerden dolayı, Denktaş’ın partisi ve siyaseti etkisi azaldı, Türk kesimi içinde çözüm yanlılarını sesi daha çok çıkar oldu. Buna karşılık Rum kesini, mevcut durumunu ve uluslararası desteği arkasına aldığı için, Türk tarafına en az tavizi vermek istiyor. Bugün KKTC, maddi ve siyasi olarak tamamen Türkiye’ye bağımlı bir durumdadır, Kıbrıslı Türkler adadan kaçarken, Türkiye’den gönderilen göçmenlerle adanın etnik yapısı değiştirilmek isteniyor. Türk devleti ırkçı ve kanlı elini Kıbrıs’tan çekmeden (elbette Yunan devleti de!), “Kıbrıslıların” arasındaki husumet ve çatışmaların bitmesi mümkün değildir. Komünistlerin ilk olarak adadan işgalci güçlerin (Türk ve Yunan askerleri ile İngiltere’ye ait askeri üslerin kapatılması) çekilmesini talep etmesi, bu yüzden boşuna değildir. Ufuk DEMİRCİ
12
İşçilerin Sesi
Hainlik insan kaynaklarının ayağına dolandı!
B
inden fazla işçinin çalıştığı işyerinde geçtiğimiz yıl bir grup işçinin 12 saat yerine 8 saat çalışarak, işyerini terk etmesinin üzerine patron bir hayli tedirgin oldu. İnsan Kaynakları müdürü ve şefi önce istihbarat topladı, ardından zayıf olan işçilerin arasından seçtiği ajanlarını ortalığa saldı, yaklaşık 200 işçinin çıkışını verdi. Sendikalaşma için henüz erken, hazırlıklı değiliz diyen taraf olmamıza rağmen bizim arkadaşlarımız da işten atıldı. Patronun sendikalaşma sürecini denetimi altına alabileceğini ve bültenin kimler tarafından yayınlandığını öğrenme ve engellemeyi arzu ettiğini biliyorduk. Kimi işçilerde tazminatsız çıkmak istemediklerinde, bu bültenlerden 15-20 adet çoğaltıp fabrikanın çıkışında dağıtıyor ve böylece patronun işten çıkartmasını sağlamış oluyordu. Patron bu yola başvuran işçilerin sayısının arttığını görünce yargıya başvurmaya karar verdi. Yine böyle bir işi yapan bir işçiyi patron tazminatsız çıkardı ve işçiyi mahkemeye verdi. Aynı zamanda ve daha da önemlisi, kapının önünde dağıtılacak her bülteni yargı yoluyla engellemiş de olacaktı. İşçilere de bülten dağıtan veya bülteni dağıtanlardan alan işçi olursa suç işlemiş olur, tazminatsız işten atılır mesajı verilmiş olacaktı. İnsan kaynakları müdürü ve şefi bütün mahkemeye verdikleri dilekçeyi işyerinin yemekhanesindeki televizyonlardan aylarca yayınladı. İşçiler arasında korku yarattı. İşçi de işe iade davası açtı. Dava başladı ve duruşmaya işverenin şahidi olarak insan kaynakları şefi ve gece vardiyası amiri geldiler. İşverenin şahitlerine hakim sorular sordu: Neden bu işçiyi çıkarttınız, çalışmasından memnun değil miydiniz, işçiyi teşhir edecek biçimde işyerinde televizyon yayını yaptınız mı?…vs. Şef, sırasıyla ezberlediği cevapları sıraladı. Bu işçinin işinden memnun değildik, kendisi de işten çıkmak istiyordu, televizyon yayını yapmadık… Peşinden vardiya amirini şahit olarak dinleyen hakim aynı soruları ona da sormuş. Vardiya amiri, işçinin işinden memnunduk, iyi çalışıyordu, televizyonda bir ay kadar yayın yaptık… Bu cevaplar sadece işçiyi değil hakimin de gülümsemesine yol açtı. Peş peşe dinlenen ve işverenin şahitleri birbirinin tam zıddı olan yanıtlar vermiş oldular. İşçiye tuzak kuracakları sırada, yalanları ayaklarına dolandı. Bu durum hem dava açan işçinin kazanmasına olanak verecektir, hem de işyerinde bültenin meşruluğuna yasal bir güvence de sağlayacaktır. Demek ki, bir süredir çıkmayan bültenin çıkması için şartlar oluşmaktadır. Ersin
Ağustos 2014/29
Kamu sendikalarını yıkmalı mı, kurmalı mı? Memur Sen ve Kamu Sen’in etkisinin kırılmasına, KESK’in yeniden kurulmasına ihtiyaç var.
K
amu emekçileri sendikalarının varlığı ile yokluğu arasında bir fark var mı, bunu ölçebilmek zor. Örneğin Memur Sen olmasaydı 6 ayda bir enflasyon zammı alacaktık. 750 bine yakın üyesi olduğu için, bizim adımıza yıllık zam alıp enflasyona emekçiyi ezdiriyor. Bugünkü sendikalar (konfederasyonlar) KESK dahil emekçilerin önüne engel olmasın yeter!
Sözümüz KESK camiasına; önerilerimiz de… Memur Sen ve Kamu Sen’in etkisinin kırılmasına, KESK’in yeniden kurulmasına ihtiyaç var. Bunun için: 4688 sayılı kamu çalışanları sendika yasasının öncesindeki sendikacılığın yeniden canlandırılması gerekir. Fiili meşru mücadele dediğimiz ve uzun süredir göstermelik eylemlerle iğdiş edilen bu anlayışın gerçekten hâkim olması gerekir. Sermaye, işçi ve devlet arasında arabulucu değil işçiden yana tavır alan sendikal anlayış yaratılmalı. Gidersin işçinin, emekçinin haklarını ve demokratik taleplerini söylersin; olmadıysa gerekli mücadeleni verirsin. Bunu yaparken de
seyyar satıcı mantığıyla elliden başlayıp yirmiye fit olmazsın. Hakkı otuzsa otuz dersin başından sonuna. Yasanın cenderesine girmiş sendikalar artık olayın bir aktörü pozisyonundadır. Tüm şubeler lokal havasından çıkmalı. Sözde eğitim çalışması amaçlı lokaller kahvehaneye benziyor. Öğretmenevleri benzeri lokaller halktan kopmanın, kendini üstün görmenin, merkezi halinde. Buralarda işçi emekçi adına yapıldığı iddia edilen tek şey basın açıklamalarıdır. Buralar emekçi öğütme lokalleridir. Emekçinin nasıl burjuva özentisi haline getirilebileceğinin hüzünlü sahneleridir. Bütün şube lokalleri fikir viraneleridir. Daha geniş bir yere daha az kirayla çıkmak bir şube yöneticisi için marifet sayılıyorsa, hele hele koltuklar, kanepeler alınması “buralara ayrı bir hava vermiş” muhabbetleri havada uçuşuyorsa başka nasıl düşünmemizi bekleyebilirsiniz? Abartılı şubeler işyeri sendikacılığını bitirmiştir. Üyelerin şubelere gelmesi beklenmiş, işyerlerine gitmek gereksiz hale gelmiştir. İşyerinde gücünüz yoksa, daha doğrusu gücünüzü işyerinde göstermezseniz şubeler sa-
ray olsa ne çıkar. Gerçi grevlerde bile insanları işyerlerinden çekip şubelerde basın açıklamasına çağırdınız. Ben hep diyorum eski işçiler sizi görseydi döverdi. Bir işyerinde grev olur da işyeri terk edilir mi? Şubede toplanıp basın açıklaması yapılır mı? Grev nedir? İş bırakmalar grev değilse neden grev diyorsunuz? Bir tutturmuşsunuz “üye profili değişti, eski dayanışmacı, eylemci üyeler yok”. Önce üye mi değişti siz mi? Artık her şeyin sanal ortamdan yapılabildiği günümüzde şatafatlı şube binalarına, genel merkezlere gerek yok. Belki koordinasyon amaçlı bir masalı ofisler bu işi görür. Toplanılacaksa ofisin önündeki sokakta toplanılır. Radikal bir kararla tüzük değişikliğine gidip, tüm mücadeleyi törpüleyen mal varlıklarından kurtulup, tüm bürokratik hastalıklardan sıyrılıp, fiili meşru mücadeleyi yeniden yaratalım. Var mısınız? Yapar mısınız? Muhalefete gelir bunları söyler yönetimlere gelince yine susar mısınız? Ya da bizim gibi yönetimlerdeyken bu önerileri söyleyince “sizin ruh haliniz bozuk” deyip “deli” mi ilan edilirsiniz... Ömer YILDIZ
Afyon: Vişne boykotu 20 kuruş kazandırdı!
V
işne Afyonkarahisar Çay, Sultandağı ve Konya Akşehir ilçelerinde yoğun olarak üretimi yapılan bir ürün. Her yıl olduğu gibi bu yıl da alım fiyatı düşük oldu. 1 lira 30 kuruştan ürün alımı gerçekleşti. Zaten piyasada 8-10 liraya satılan Napolyon kirazı en yüksek 3 liradan satılınca girdi maliyetlerini karşılamayan müstahsil zor durumda kaldı. Ortalama kilogram başına 1 lira 50 kuruş ile 2 lira maliyetin oluştuğu üretimde maliyetlerini düşüremediğinden çaresiz kaldı. Alımcılar kendi aralarında fiyat konusunda anlaşıyor ve buna göre müşterilerinden mal istiyor. Rekabet
ortamında düşük satış fiyatı verebilmek için işçi haklarının gasp edilmesinin yanısıra üreticiden düşük fiyatla ürün alımı da önemli bir önlem. Köylü bütün bu şartlarda 1 lira 50 kuruş asgari maliyetli ürününü 1 lira 30 kuruşa satmak istemediğinden “boykot” kararı aldı. Sultandağı ilçe merkezi başta olmak üzere birçok köyde vişne toplamadı. 2 gün hiçbir ürün toplamayan çiftçiler oldukça iyi bir dayanışma gösterdiler. Taze üründe dalda durduğu her gün risktir. Ürünün “geçmesi” dediğimiz olgunluktan çürümeye döner.Ayrıca ürün dalında kalırsa ağacınız kurur. d Boykot sonucunda 20 kuruşluk
bir artış ile 1 lira 50 kuruş seviyesine ulaştıktan sonra toplanmaya başladı. Sürekli olarak alımcılar tarafından işçi fiyatlarının yüksekliği söylentisi ile hedef şaşırtma çalışmaları da çok başarılı olmadı. Çiftçiler tarafından işçi fiyatları yüksek bulunsa da asıl fiyatı düşük tutan alımcıların bu durumdan sorumlu olduğu gerçeği net olarak görüldüğünden işçi ücretlerinde indirme gerçekleşmedi. Boykot oldukça önemli ve amacına kısmen de olsa ulaşmış bir eylem olarak gerçekleşti. Çamözü Tarımsal Kalkınma Kooperatifi Başkanı Ömer YILDIZ
Örgütlenmek gerekli!
İ
ş başı yaptıktan sonra işçi koşulları beğenmeyerek işi bırakıyor. Asgari ücret veriliyor başka sosyal hak yok. İş yorucu ve şefler işçilere hakaret ederek çalıştırıyorlar. Nerdeyse kadrolu işçi kadar taşeron, günlük yevmiyeci çalışıyor. Bayram
öncesi Cumartesi ve Pazar günleri mesai vardı. Şefler, bayramın üçüncü günü gece iş başı yapılmasını istedi. Duyurular asıldı işçiler itiraz ettiler ama değişen bir şey olmadı. Örgütlü ve bilinçli bir kitle olmadığından sadece makine operatörleri itiraz ediyorlar
ama onları dinleyen yok. İşçilerdeki eğilim başka iş bulup gitmek yönünde. Örgütlenme bilinci şimdilik yok. Denemeden başarıp başaramayacağımızı bilemeyiz: Geçmişin deneyimlerinden de çıkan tek sonuç var: Örgütlenmek gerekli! Onur
İşçilerin Sesi
Ağustos 2014/29
13
Tarlabaşı: Danıştay “yerinden etmeye” dur dedi… Tarlabaşı yenileme alanı için kamulaştırmaya onay veren 2. İdare Mahkemesi’nin kararını Danıştay iptal etti. Danıştay: “Bir mülkün ‘yenileme alanında’ kalması kamulaştırmaya tek başına gerekçe olamaz, kamu yararı gerekir” dedi.
T
arlabaşı 2006 yılında 5366 sayılı “Beyoğlu Yasası” olarak anılan kanun kapsamında yenileme alanı ilan edildi ve proje GAP inşaata devredildi. 2007 Ocak ayında başlayan bu süreçte daha önce yaşanan Sulukule deneyimi Tarlabaşı’nda yaşayanlar için örnek oluşturdu. Mart 2008’de geniş bir katılımla Tarlabaşı Mülk Sahipleri ve Kiracıları Kalkındırma Sosyal Yardımlaşma Derneği kuruldu. Dernek, yenileme alanında yaşayanların birlikte hareket etmelerine olanak yarattı. 2012 Mart’ında yıkımlar başladı ama hem proje geciktirildi hem de bugün gelinen noktada Danıştay oturanların leyhine karar verdi. Dönüşüm projesi nasıl uygulandı Kolay bir süreç değildi, hem Beyoğlu Belediye’sinin hem de GAP inşaatın yanlış yönlendiren açıklamaları ve derneğin beyanlarının röportaj yapılsa bile gazetelere yansımaması insanlardaTarlabaşı’nın bir çöküntü bölgesi olduğu ve temizlenmesi gerektiği algısı yarattı. Mesela GAP inşaatın “Tarlabaşı Sosyal Doku Analizi” adıyla yaptığı araştırma sonucunda proje alanının %40’ı boştur, burada 127 çocuk yaşıyor diyordu. Firma araştırma verilerinden kuşku duyan dernek yenileme alanındaki yaşayanların neredeyse tamamı ile görüşerek yeni bir rapor yayınladı. 2008 yılında yapılan bu araştırmada alanda 3 bin 200 kişinin yaşadığı ve 900 çocuk olduğu bilgisine ulaşıldı. Yine derneğin araştırmasında Tarlabaşı’nda toplam 139 iş yeri olduğu ve yaklaşık 500 çalışan bulunduğu bilgisi de vardı. 2010 yılında tamamlanan ve bu verileri bize sağlayan TÜBİTAK araştırmasının sonuçlarında ise burada çoğu 1990 zorunlu göçüyle gelen Kürtlerin yaşadığını, % 64’ünün kiracı olduğunu ve yüzde 50’sinin hane halkı gelirinin 750 liranın altında olduğunu gösteriyordu. GAP inşaat tarafından verilen röportajlarda kiracılara da kolaylık tanınacağı söylendi fakat GAP’ın satın aldığı evlerde kiracıların şansına kolaylık yerine yüklü faturalar çıktı. Kiraları üç dört kat artırıldı ve icra takipleriyle evlerinden zorla çıkarıldılar. Ev sahiplerine sunulan seçeneklerse, evlerine karşılık Kayabaşı’nda bir daire ya da değerinin çok altında bir tutarla ödeme veya proje alanından çok küçük metrekarelerde bir evdi. Proje alanındaki yeni binaların değerini çok yüksek gösterdiklerinden çoğunlukla bir de borç çıkıyordu
karşılarına. Belediye 2009 yılında yaşayanların direnişi sürerken yeni bir kozla çıktı karşılarına ya uzlaşırsınız ya da acele kamulaştırma yetkimizi kullanırız dedi. 2010 Haziran’nında Gayrımenkul fuarında Çalık Gayrimenkul Genel Müdürü Feyzullah Yetgin’in yaptığı açıklamada, Tarlabaşı Kentsel Yenileme Projesi’nde yaklaşık %75’ler seviyesinde uzlaşma sağlandığı açıklarken, dernek ise aynı tarihlerde 444 tapu sahibinden 300’ünün hala satmadığını anlatmaktaydı. Acele Kamulaştırma kararını çıkartma tehdidi çoğu mülk sahibi için dönüm noktası oldu, mülklerini sattılar. 2012 yılına gelindiğinde ise mülk sahiplerinin büyük kısmı evlerini boşalttı, kiracıların bir kısmı Kayabaşı’ndaki evlerine borçlanarak geçti, büyük bir kısmı yakın yerlerde çoğunlukla da Dolapdere’de oturmaya devam etti. Bu yılın Mart ayından itibaren toplu yıkım başladı.
5366 sayılı yasanın dönüşümü kolaylaştırmak için getirdiği en önemli kararlardan bir tanesi, mülk sahipleriyle uzlaşma sağlanamadığı durumda verilebilecek “acele kamulaştırma” yetkisidir. Kamulaştırma kararıTarlabaşı’nda anlaşmayan ve davaları devam eden mülk sahiplerinin evleri için 2009 yılında Tarlabaşı’nda uygulandı. Bir mülk sahibi karar itiraz etti ve karar Danıştay’dan red cevabı aldı. Danıştay, kamulaştırmanın mülkiyet hakkına devlet ya da kamu idarelerinin yaptığı bir müdahale olduğuna vurguladı. Bu yöntemin mülkiyet hakkını ortadan kaldırdığını belirterek İnsan Hakları Sözleşmesi ve AİHM’nin çeşitli kararlarına atıf yapan Danıştay, “Bir alanın yenileme alanı ilan edilmesi ve taşınmazın bu alan içinde kalmasının tek başına kamulaştırma işlemi tesis edilmesine gerekçe olamaz” dedi. Kararda Tarlabaşı Yenileme Projesi’nin kamu hizmeti niteliğinde olmayan ticaret, turizm ve ofisleri içerdiği
belirtildi. Ayrıca yasalara göre sadece kamu hizmeti için ayrılan taşınmazların kamulaştırılabileceğini vurgulayan Danıştay “Yenileme projesi öngörülen kullanımlar dikkate alındığında ticaret, turizm gibi kamu hizmeti niteliğinde olmayan kullanımlara ayrılmış. Taşınmazların da kamulaştırılması kararı alınarak bina sahiplerinin mülkiyet hakkının farklı kişilere devredildiği anlaşılmaktadır” dedi. Bu kararın iki önemli sonucu var. Biri, 5366 sayılı Beyoğlu Kanununun iç tutarlılığının sorgulandı ve derneğin, sivil toplum kuruluşlarının ve akademisyenlerin başından beridir söyledikleri “yerinden etmeye yönelik bir kanun olduğu” Danıştay tarafından da onandı. Bundan sonraki yenileme projeleri için de emsal karar çıkmış oldu. İkincisi derneğin uzun süren mücadelesi kazanımla sonuçlandı, kiracılar için zaman geçmiş olsa da mülk sahipleri için yeni bir dönem başladı. Zehra SELANİKLİ
14
İşçilerin Sesi
Ağustos 2014/29
Şanzelize’de kamu yararı yok! Belediyenin yalanlarına inanan ve gidip hisseli tapu veya borçlanma yapan vatandaşların mahkeme kararına ek bir üst yazı ile itiraz dilekçelerini vermeleri gerekli.
K
onumuz Okmeydanı ama Belediye zokasında, mahalleyi Paris’in ünlü Şanzalize semtine çevirme vaadi vardı. Kulağa hoş gelen bu vaat, Okmeydanı’nın bugünkü sakinlerini kovarak, yerine çıkar çevrelerini yerleştirmeyi amaçlıyordu. Mahalle zokayı yutmadı, mahkeme planları iptal etti! Okmeydanı’nda “afet riski odaklı kentsel dönüşüm” planlaması, 6. İdare Mahkemesinin kararıyla iptal edildi. Böylece, 1/5000’lik planların yürütmesi durdu, 1/1000’lik planları ise tümüyle iptal edildi. Beyoğlu Belediyesi bölge için kentsel dönüşüm projesi hazırlamış, ancak Okmeydanı halkını ikna etmeyi başaramamıştı. Hazırlanan planlar insan odaklı değildi, bölgeyi ranta açan bir içeriğe sahipti. Okmeydanı halkının planlara yaptığı itirazları görmezlikten gelen belediye başkanı süreci tek başına yürütmeye çalıştı. Henüz yüksek mahkeme karar vermedi. Ancak yerel mahkemenin kararında yer alan ifadeler, bölge halkının itirazlarıyla örtüşüyor. “1/1000 ölçekli koruma amaçlı imar planının boş bir alanda mevcut doku ve yapılaşma kentsel yaşam ve geleneksel komşuluk ilişkilerini ele almadan, yeni bir kent yapar gibi ele alınmadığı kanaatine varılmıştır. Planlı alan içinde mevcut yaşam dokusunu bozmadan ve yaşayan taşınmazlarda hissesi bulunanlara ve kiracılara, ayrıca yörede çalışan hizmetli grubuna ve ticari bölgelere de yaşam süreçlerini aksatmadan yeni bir yapı getirmeyen planın planlama ilke ve tekniklerine uygun olmadığı sonuç ve kanaatine varıldığı belirtilen bilirkişi raporu taraflara tebliğ edilmiş olup
davalı idare vekilinin yapmış olduğu itirazlar raporu kusurlandıracak nitelikte olmadığından itibar edilmeyerek mahkememizce hüküm esas alınabilinecek yeterlikte görülmüştür. Bu durumda Okmeydanı Tarihi Sit Alanları Koruma İlkeleri ve kamu yararı ile hukuka uygunluk bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle konusu işlemin iptaline… Danıştay nezdinde temyizde bulunabilineceğinin taraflara hatırlatılmasına oybirliğiyle karar verildi.” Mahkeme planları iptal ederken, şehircilik ve kamu yararının gözetilmemesini gerekçe gösteriyor. Yani, AKP hükümetinin ve taşeronu belediyenin ne kadar rant odaklı hesaplar içinde olduğu ortaya çıkmıştır. Tüm kurumları baskı altına alan hükümet ve belediye “kamu yararı gözetmeyen” planlarını rahatça uygulanabilecekleri hayali için-
deydiler. Bu karar ne anlama geliyor? Mahkemenin vermiş olduğu yürütmeyi durdurma (1/5000) ve iptal (1/1000) kararları, belediyenin bu güne kadar yapmış olduğu işlemlerin (tabu işlemleri için istenen evraklar ve hisseli tapu başvurusu yapanlar veya hisseli tapu için borçlananlar) tümü geçersizdir. Belediye, mahkemenin kararına rağmen işlemlere devam etmesi halinde ise, geçersiz olacak yasadışı işlemler yapılmış olacaktır. Devreye 6306 Sayılı “Afet Riski” girdi Belediyenin yalanlarına inanan ve gidip hisseli tapu veya borçlanma yapan vatandaşların mahkeme kararına ek bir üst yazı ile itiraz dilekçelerini vermeleri gerekli. Geçerli olmayan planların ne hisseli tapusu olur ne de borçlanması.
Belediye acil bir şekilde bölgeyi afet riskli alan ilan ederek belediye meclisinden çıkardığı kararı Şehircilik ve Çevre Bakanlığına yolladı. Önümüzdeki süreçte yeni muhatabımız Şehircilik ve Çevre Bakanlığı olacak. Oradan da bakanlar kurulunda onaylanması ve resmi gazetede yayınlanması gündeme gelecek. Karşımızda devleti bulacağız. AKP’nin 6306 Sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun’u çıkarmasındaki neden, bu gibi “sorun”larla karşılaşması halinde devreye girecek olması. Önümüzdeki süreçte karşımıza bu yasa çıkacak. 6306 sayılı yasa iptal edilmelidir. AKP’nin Türkiye’de estirdiği rantsal dönüşüm projelerine karşı birlikte hareket ederek yaşam alanlarımızı ve barınma hakkımızı koruyabiliriz. B.UMUTCAN
Okmeydanı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği
O
kmeydanı’nda yerel seçimler vesilesiyle muhtar aday çalışması yapan bir grup mahalleli, solun da desteğiyle 2 bin 800 oya kadar ulaştı. Muhtarlık kazanılamadı ama kentsel dönüşüme ve mahallenin sorunlarına yeni bir bakış açısıyla yaklaşan bir derneğin kurulması mümkün oldu: OKDER Temmuz ayında kuruldu. OKDER ile dayanışma amacıyla derneğin tüzüğünde yer alan amaç ve ilkeleri özetleyerek paylaşıyoruz: Mahallenin kentsel dönüşüm alanı içinde ve on yıllarca emek verdiğimiz ve çocuklarımızı doğurup büyüttüğümüz bu mekânları kentsel dönüşüm adı altında hak sahiplerinin elinden almak istiyorlar. Bizler dernek olarak, yerleşim alanlarımızı etkileyebilecek,
resmi ve özel kurumların her ölçekte planlama, yenileme, dönüşüm, rehabilitasyon, restorasyon, inşaat vb amaçlı proje ve çalışmalarını takip ederek hak sahiplerinin bilgi sahibi olmasını sağlamak; üniversite, meslek odaları ve diğer uzman kişi ve kuruluşların görüşlerinden de yararlanmak suretiyle görüş oluşturmayı amaçlıyoruz. Kadınların sosyal yaşama katılımını ve her alanda pozitif ayırımcılığın uygulanmasını sağlamayı önemsiyoruz. Dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasal düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayırımı gözetmeksizin, toplum yaşayışındaki yerini ve önemini kavramış, bu konudaki hak ve görevlerin bilincine varmış insanlar olmak için çalışmayı hedefliyoruz. Hayatımızda sosyal-sportif- kültürel etkinliklerinin artırılmasını amaç-
lıyoruz. Çalışma yaşamından kaynaklı sorunlara birlikte olanaklarımız ölçüsünde çözümler üretmeyi hedefliyoruz. Eğitim-öğretim hizmetlerinin güçlendirilerek ihtiyaç sahibi öğrencilerinin desteklemesi ve teşvik edilmesini hedefliyoruz. Afetlere dair toplumsal duyarlılığı artırarak önlemler almak ve bu amaçla hazırlık çalışmaları yapmayı hedefliyoruz. Toplumda ekolojik (doğal denge) bilinci geliştirerek gündelik hayat alışkanlıklarını kapsar nitelikte etkin kılmayı hedefliyoruz. Doğal felaketler, ölüm, hastalık ve benzeri durumlar veya geleneksel törenler (Düğün, nişan, bayram, festival vb.) sırasında ortaya çıkan zorluklar karşısında geleneklere uygun olarak
üyeler arasında her türlü kültürel, sosyal dayanışmayı sağlamayı hedefliyoruz. Yaşadığımız kenti, mahalleleri, sokakları, konutları yerinde ve sürdürülebilir yaşam alanlarımız olarak korumayı esas alarak uluslararası sözleşmeler, Anayasa, Kanunlar, Temel İnsan Hakları Belgeleri ve diğer belgelerde karşılık bulan temel insan haklarına dayanarak ihtiyaç duyduğu girişimleri, kamuoyu oluşturarak yargı süreçlerine konu etmek de dâhil olmak üzere sürdürmeyi hedefliyoruz. Derneğin amaçları dâhilinde, gerekli olduğunu düşündüğümüz durumlarda dava açmak, açılmış davalara katılma amacını hedefliyoruz. Derneğimize üyelik gönüllülük temelinde olduğu gibi gönüllülük temelinde de ayrılabilinir. İS Haber
İşçilerin Sesi
Ağustos 2014/29
THY’de Hak-İş baskısı ve işten çıkartmalar… İşten çıkartılanların ortak özelliği greve katılmış olmaları, grev süresinde facebook ve diğer ortamlarda eleştirel yazılar yazmalarıdır.
T
ürk Hava Yolları (THY) Temmuz ayının ilk yarısında, çoğunluğu grevden dönen biri 2. Kaptan, diğerleri kabin amiri ve memuru 15 kişi “verimsiz” bularak işten çıkarttı. Konu Mayıs ayının sonundan beri gündemde olmasına rağmen kesin karar verilmemişti. THY yönetiminin işten çıkışlarda kullandığı parola “verimsiz”liktir. İşten çıkartılanların ortak özelliği greve katılmış olmaları, grev süresinde facebook ve diğer ortamlarda eleştirel yazılar yazmalarıdır. Fazlaca rapor almak ya da cemaate yakın olmak gibi araya serpiştirilmiş olanlar varsa da, işin esası, grev ertesinde işe geri dönenleri üzerinde “verimsiz” baskısı kurarak, işten çıkartma tehdidini güncellemektir. Gerçi, THY yönetiminin (özellikle Hamdi Topçu’nun) grevcileri işe almak istemediğini ve alsa bile, 305 işçiye uyguladığı kriterleri (seçerek almak) grevcilere de uygulamak istediğini biliyoruz. THY yönetimi, sendika yönetiminin değişikliğinin bir faturası olarak grevcileri işe geri aldı ve bundan da memnun değil. Geri adım sayıyor ve 305 işçiye uyguladığı kriterleri, şimdi grevcilere de uygulamak istiyor. Daha da ötesinde ve orta vadeli olarak ise, işten çıkış tehdidinin gün-
cellenmesi ihtiyacını duyuyor. Sendika yönetiminin kendi taraftarlarına geçmiş olması, Atilay Ayçin gitsin de kim gelirse gelsin mantığına dayandığı için, bugünkü sendika da işçilerce benimsenmediği için, işçilere bu sendikanın söz geçirme gücü de bulunmadığı için, çok da işverence işlevli bir değişiklik meydana gelmemiştir. Öte yandan, işyerinde her ne kadar ekonomik haklarda bariz bir sıkıntı olmasa da, toplu sözleşmede yer alan “yeni işe başlayanların ilk 2 yıl boyunca yüzde 55 maaş ile çalışmaları” maddesi, yüzde 100 maaşla çalışan kabin çalışanlarının işten çıkartılmasını ve yerlerine yarı maaşa işçi alınmasını kolaylaştırmaktadır. Ayrıca çalışma koşulları ağır (rapor alınmasının bunun ifadesi) ve sendikanın işverenin maşası olarak damgalanması ve eylemsizliği, işçilerce yeni Hava-İş yönetiminin hızla sorgulanmasına yol açmaktadır. İşveren Hak-İş’i istiyor Nitekim son işten çıkışların ardından sendikanın yaptığı açıklama, en geri bir sendika yönetiminin açıklamasından bile aşağı kalır. Kısa açıklamada “şirket bize işten çıkartmayacağını söylemişti, Ramazan’da çıkartarak
ayıp ettiler, gözümüzden kaçmadı, çok üzüldük, yönetimi kınıyoruz, üyelerimizin mağduriyetlerinin giderilmesi hususunda her türlü desteğe hazırız…” deniyor. Karşımızdaki sanki sendika değil de “tüketici derneği”. İşçi sendikadan bir şey yapmasını isterse, o da yapacak. İstemezse yapmayacak… THY’nin şirketlerinden TGS’de ise, Hak-İş’e bağlı Öz Taşıma-İş Sendikası’na üye yapılıyor. Temmuz ayı başında üye sayısının bini geçtiği söyleniyordu. TGS’de 8 bin işçi çalışıyor. Hava-İş yine sessiz. Benzer bir durum da Teknik Aş ve HABOM birleşmesi sürecinde karşımızda. HABOM’de Hak-İş’e bağlı Çelik-İş yetkili. Teknik AŞ’de Hava-İş. Yeni sendikalar yasasındaki değişiklikle, Teknik AŞ artık metal işkolunda olacak. İşkolu yetkisi mahkemede. HABOM ile Teknik Aş’nin birleşmesiyle Hava-İş 2 bin 500’den fazla üyesini Hak-İş’e kaptıracak gibi gözükmektedir. İşte böyle bir dönemde THY yönetiminin grevcilerden başlayarak işçi çıkartması anlamlı. İşçinin hem şirket yönetimine hem de Hak-İş’in baskısına direnişini kırmak istiyorlar. İşçi atıyorlar. Aralık 2013 Genel Kurulunda yapılan hataların faturaları 8 ay sonra daha iyi görülmeye başlanıyor. Serdar
Örgütlenip sendikalı olmalıyız!
4
50 kişilik bir şirkette çalışıyorum. Şirket ihracata dönük çalışan bir firma. Dikimhane, ütü paket, kesim, model hanesi var. Dışarıda 12 atölyede iş diktiriyor. Maaşların düşük olması işçilere yapılan baskı, hakaretler işçiler arasında adil olmayan maaş farkları bazı aylarda 80-90 saati bulan mesai baskıları, müdürlerin keyfi yönetimleri artık canımıza tak ettirmişti. Yılbaşında iki arkadaşla örgütlenip sendikalaşmaya karar verdik. Yapamayacağımızı biliyorduk yinede tüm şartları zorlayarak denemeye karar verdik. Hiç deneyimimiz yoktu. Örgütlü hareket etmeyi bilmiyorduk ve işyerinde patron yandaşı, akrabası neredeyse yarımız kadardı. Sendikal çalışmaya başladık 1 ay içerisinde 30’a yakın işçiyi kazandık, 4 kişilik bir komite kurduk. Sonra iki sendikayla ayrı ayrı görüşmeye gittik. Üyelik çalışması yaptığımız sendika mücadelemizde tüm imkânları ile yanımızda olacağını kabul etti. Biz de hemen 4 arkadaş üye olduk. Bir ay içerisinde 30
işçiyi üye yaptık. Üyelik çalışması sürerken her bölümden 2 arkadaşı sorumlu yapıp komiteyi 6 kişi yaptık. 3 ay içerisinde üye sayısını 60 çıkardık. İş patlak verdi, komiteden tespit ettikleri 2 işçiyi attılar. Bu çıkışlardan sonra tazminatlarını almak isteyenler sendikaya üye olmak isteyenler oldu. Çıkışlardan çekinip üye olmayanlarda oldu tabi. İşçi o kadar borçlandırılmış ki çıkarsam borç nasıl ödenir diye geri çekilen de oldu. Açık sendikalaşma olunca patronun adamları da içimize sızmış isimleri içeriye bildirmişler. Müdürler ikna edebilecekleri işçileri tek tek içeriye çağırıp tehditvari konuşmalar yapmaya başladılar. Hemen “iyi yürekli” patronumuz devreye girdi. “Madem bu kadar haksızlık vardı neden bana gelmediniz bu sorunu birlikte çözerdik. Ben bu şirketi gerekirse kapatırım ama sendikayla asla masaya oturmam” dedi. Baskıları göze alamayan işçiler üyeliğe sıcak bakmadılar. Ama patronun haklı mücadelemizden kork-
tuğunu gören işçiler örgütlenmeye daha sıkı sarıldı. Patrona geri adım attırabiliriz fikri çıktı. Sendikalaşmanın 6. ayında 100’e yakın üye yaptık. İşveren şüphelendiği işçileri atmaya başladı. Arada sendikalaşma ile ilgisi olmayanlar da gitti. Küçülmeye gidiyorum diyerek 20’ye yakın işçi çıkardı. Bazı işçiler işe iade davası açtı bazıları da tazminatı alıp gittiler. İşveren çıkışların devam edeceğini ve bir liste hazırladığı haberini aldık. Bu çıkışlara engel olabilmek için sendikayı fabrikanın önüne çağırdık. Sendikacı fabrikanın önünde ses aracıyla “sendikal mücadeleyi işçi çıkartarak bitiremezsiniz içerdeki ve dışarıdaki işçilere sonuna kadar sahip çıkacağız” diyen bir konuşma yaptı. Çıkışlar bir ay durdu. Bir ayın sonunda komite dahil 30’a yakın işçi çıkarıldı. Şu an 70’e yakın sendika üyesi arkadaşımız içeride bizler de dışarıdan onlara destek vererek mücadeleyi sürdürüyoruz. Biz haklıyız, biz kazanacağız! Sendika komitesinden bir işçi
15
Sömürü ve baskı kayıt altında!
G
eçen ay idare bir açıklama yaparak her şeyin kayıt altına alınacağını, yasal olacağını söylemişti. İlk ay bir yana, ikinci ayda işi doğrulttular. Yıllarca yasal olmayan biçimde ücretlerimiz asgari ücretten gösteriliyordu. Bu da kabul edilmiş oldu. Kayıt altına almak kolay değil! Önce her şey karıştı, maaşlar iki gün geç ödendi, maaşlar ve mesai paraları verildi ama çoğunun ya mesai ya da maaşı eksikti! Muhasebeciye de bir şey sorunca azarlıyor. Hata onların ama fırça işçiye! Herkese tek tek anlatamazmış… Mesai saatini bilen işçiler parasını alabildi. Hesabını bilmeyen işçiye ise “gelmediğin gün vardır ona kesilmiştir” deyip, baştan savdı. Bu nedenle muhasebeye giden her işçiye ayrı şey söyleniyor. Bir deniyor gelmediğiniz gün mesai saatinden kesilmiyor, bir diyorlar mesaiden kesiliyor… Kimin ne dediği belli değil o kadar düzensiz çalışma var ki nerden baksan tutarsız! Ramazan ayı boyunca mesailere isteyen gönüllü olarak kalacak denmişti. Bir kaç gün sonra zorla bırakılmaya başlandı. Bazı bölümlerin işleri çok yoğun olduğu işçin o bölümler gece gündüz 12 saat çalışıyorlar. Gece vardiyasında kadın işçi çalıştırılmasının sınırları var. 12 saate kadınlar itiraz ettiler. Ustalar “iş çok ne yapalım mecbur kalacaksınız” diyor. İşçiler bu kayıt dışı uygulamayı iş güvenlikçiye söyleyip, şikâyet etmişler. O da “biraz idare edin ayarlanacak” demiş. Şimdi 10 saat çalışılıyor ama usta, ayrım yapıyor eski işçileri geceye bırakmıyor. İşçiyi bir biriyle tartıştırıyor. Çoğu işçi eski olsa bile işi bırakıyor. Zaten yeni işçi çok durmuyor. Bu tartışmalar müdüre de söylenince “o zaman üç vardiya yaparım” demiş. Bizi tehdit ediyor. Maaşlar düşük olduğu için mesaiye olmayacak diye çoğu işçi üç vardiyayı istemiyor. İşçi birlik olmayınca, patron her istediğini uyguluyor. Kış ortasında yıllık izine çıkardı. İşler biraz azalınca bayram tatilini 9 gün yapıp izini olmayanın ücretinden kesiyor. Bayramda yarım ikramiye veriliyor o da yılı dolmayan alamıyor. Bu haksızlık. Her işçi çalıştığı sürenin karşılığı olan ikramiyeyi almalı. İşçiler haksızlıkları görerek konuşsalar bile, topluca hak aramak istemiyorlar. Sanki bir kurtarıcı bekliyorlar! Oysa işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacak Bütün işçiler bunu iyi bilmeli! G.KEMERLİ
İşçilerin Sesi
Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!
Troçki’nin vasiyeti
T
roçki’yi Stalin’in ajanlarınca öldürülüşünün 74’üncü yılında (21 Ağustos 1940) saygıyla anıyoruz. Troçki vasiyetini 27 Şubat 1940 tarihinde kaleme aldı ve 3 Mart 1940’ta metne bir paragraf daha ekledi. Vasiyet ilk kez Harvard University Press tarafından, Troçki’nin 1935 tarihli Sürgün Günlüğü’nde, Elena Zorudnaya’nın çevirisi ile yayınlandı. Yüksek (ve giderek artan) tansiyonum yakınlarımı sağlık durumum konusunda aldatıyor. Aktifim ve çalışabiliyorum ancak sonun yakın olduğu aşikar. Bu satırlar kamuoyuna ölümümden sonra açıklanacak. Burada Stalin ve ajanlarının aptalca ve aşağılık iftiralarını bir kez daha çürütme ihtiyacı duymuyorum: benim devrimci onurumun üzerinde tek bir leke bile yoktur. İşçi sınıfının düşmanlarıyla, asla kapalı kapılar ardında, ne doğrudan ne de dolaylı olarak herhangi bir anlaşma ve hatta görüşme yapmış değilim. Stalin’in binlerce muhalifi buna benzer sahte suçlamaların kurbanı oldular. Yeni devrimci kuşaklar onların siyasi saygınlıklarını iade edecek ve Kremlin’in cellatlarına hak ettikleri gibi davranacaklardır. Yaşamımın en güç anlarında bana
sadık kalmış olan dostlarıma içtenlikle teşekkür ediyorum. Burada hepsinin adını sayamayacağım için, hiçbirinin adını özel olarak belirtmeyeceğim. Yine de, eşim Natalya İvanovna Sedova için bir ayrıcalık yapmaya hakkım olduğunu düşünüyorum. Kader bana, sosyalizm davasının bir savaşçısı olma mutluluğunun yanı sıra, onun kocası olma mutluluğunu verdi. O, neredeyse kırk yılı bulan ortak ya-
şamımız boyunca tükenmez bir sevgi, alicenaplık ve şefkat kaynağı oldu. Özellikle yaşamımızın son döneminde büyük acılar yaşadı. Ancak onun aynı zamanda mutlu günler de görmüş olduğunu bilmek beni biraz olsun rahatlatıyor. Bilinçli yaşamımın kırk üç yılı boyunca bir devrimci olarak kaldım; bunun kırk iki yılında Marksizmin bayrağı altında mücadele ettim. Her şeye yeni
baştan başlamam gerekseydi, elbette ki şu ya da bu hatadan sakınmaya çalışırdım, ancak yaşamımın ana ekseni değişmeden kalırdı. Bir proleter devrimci, bir Marksist, bir diyalektik materyalist ve dolayısıyla uzlaşmaz bir ateist olarak öleceğim. İnsanlığın komünist geleceğine olan inancım, gençlik yıllarımda olduğundan daha az ateşli değil; aslında bugün çok daha sağlam. Nataşa az önce avlu penceresinin önüne geldi ve havanın odama rahatça girebilmesi için camı biraz daha açtı. Duvarın dibindeki parlak yeşil çimen şeridini ve duvarın üzerinden açık mavi gökyüzünü ve her yerde güneş ışığını görebiliyorum. Yaşam güzel. Gelecek kuşaklar onu bütün kötülüklerden, baskılardan ve şiddetten arındırsınlar ve tadını doyasıya çıkarabilsinler. L. Troçki 27 Şubat 1940 Coyoacan. Ölümümden sonra kalacak bütün mal varlığı, sahibi oldugum bütün telif haklari (kitaplarımın, makalelerimin vb. geliri) esim Natalya Ivanovna Sedova’nin tasarrufuna verilecektir. 27 Subat 1940, L. Troçki. İkimizin birden ölmesi durumunda [Sayfanın geri kalan kısmı boş bırakılmış.] 3 Mart 1940
Kahverengi Veba: Faşizmin ayak sesleri
F
ransız gazeteci, yazar ve devrimci militan Daniel Guerin’in yakın zaman önce Habitus Yayınlarından Türkçeye çevrilmiş olan Kahverengi Veba, 1930’lı yılların başında ve ortasında Almanya, Avusturya ve Fransa’da bir gazeteci ve gözlemci olarak yaptığı seyahatlerin, bu gezilerde karşılaştığı görüştüğü sıradan insanların izlenimlerini aktarıyor. Nazilerin ve faşizmin iktidara gelmeden önceki yıllarında ve iktidara geldikten sonraki günlere dair halkın görüşlerini, insanlardaki değişime dair gözlemlerini paylaşıyor. Kahverengi Veba, asıl olarak iki bölümden oluşuyor. İlk bölümü Guerin’in 1932 de Naziler henüz iktidara gelmemişken yaya olarak dolaşarak çeşitli kentlerde karşılaştığı insanlara ait izlenimleri, onlarla yaptığı görüşmeleri içeriyor. Karşılaştığı sıradan insanlar yani işsizler, gençler veya işçilerle yaptığı görüşmeler; bu görüşmelerin kendisinde bıraktığı izlenimleri bize aktarıyor. Bir işsiz, bir komünist militan, bir sendikacı veya sosyal demokrat; Nazi
taraftarı bir kahverengi gömlekli, bir fırtına birliği üyesi, SA, Nazi milisleri gibi değişik siyasal akımlardan veya bu akımların militan ve sempatizanlarıyla konuştuklarını, sohbetini, insanların politik görüşlerindeki evrimi gündelik hayatın içinden bize anlatmaktadır. Kahverengi (Nazilerin rengi) Veba (faşizmin tehlike seviyesi) bir roman tadında günlük hayat bilgilerini bizimle paylaşır. Nazilerin nasıl ve neden bu kadar etkin olabildiğinin ipuçlarını göstermeye çalışır. Guerin’in ekonomik krizle birlikte siyasi kutuplaşmanın ve parçalanmanın had safhaya vardığı bir ülkede bilhassa taşrada ve kentlerde Nazilerin artan etkisini, yeni devlet ve yaşam oluşumunu gözlerimizin önüne serer. Hitler’in partisinin kitlelerin zihinlerini solun kullandığı marşların sözlerini (müziklerini değil) değiştirip, farkı marşlara çevirerek, sloganlarını yoksulluğa, işsizliğe, sömürüye karşı kurgulayarak, sosyal demokrasinin ve Stalinci Komünist Partinin kitlelere vaat edip gerçekleştirmediği hedefleri, yeni bir sistem kurarak gerçekleştire-
ceğine dair inancı yayarak büyüdüğünü anlatıyor. Felaketin arifesinde sosyal demokratlar ve bürokratik sendika ağalarının tedirgin edici tutumlarını, komünistler ile sosyal demokratların faşizmin yükselişi karşısında bile birleşmeyişlerini ve bunun yarattığı iktidar boşluğunu
Nazi partisinin doldurduğunu somut olaylarla anlatıyor. Guerin, faşizmin polisiye ve idari baskı yoluyla işçi sınıfının ve ezilenleri sindirecek bir sistem getirmesinin sonucunda, sınıf açısından hangi sonuçlar doğurduğunu sosyal demokratların elinde bulundurdukları bir sendika merkezinde çalışan bir memurun gözünden bize aktarır. Günümüzde AKP’nin izlediği kimi taktik siyasetler ve polis içindeki örgütlenmesiyle karşılaştırdığımızda, bir hayli ortak yanlar bulmak mümkün. Solun değerlerini kullanması, onların içeriğini bozarak eski biçimiyle ifade etmesi, solun gerçekleştirmeyi vaat edip gerçekleştiremediği hedefleri “yeni Türkiye, 2023” gibi hedeflerle yapacağına inandırması vb. örnekler çoğaltılabilir. Hitler rejiminin iktidara geliş serüvenini ve bu süreçte solun, sendikacıların hatalarının Nazilerce nasıl işçi sınıfına karşı silaha dönüştürüldüğünü görebiliyoruz. Kara Veba, işçi sınıfınca okunması gereken çok önemli bir kitap. G.KEMERLİ