Say覺 30, Mart 2009-3,
3 TL, -KKTC 3,25 TL-
RED
hamdolsun!
Damat medyasında onurlu direniş
B
aşbakan’ın damadı, Sabah ve atv’yi devlet bankalarının ve Katarlıların verdiği krediyle kapatan Çalık Grubu’nda CEO olarak çalışıyor - başmüdür gibi bir şey işte. Bundan 14 sene evvel tezgahtarlık yapan Çalık Grubu’nun patronu
Ahmet Çalık, şimdi milyarlarca dolarlık servetin tepesinde oturuyor. Tıpkı, zamanında krampon alacak parayı başkalarından temin ettiği söylenen Tayyip Erdoğan’ın sülalesinin ciddi bir servetin üzerine tünediği gibi...
Ne var ki, arkasına iktidarın kudretini almış Çalık Grubu, bugün 10 emekçi karşısında çaresiz kalıyor. Onurlarıyla giderek devleşen 10 Sabah-atv çalışanı, işyerlerinin kapısına ‘GREV’ yazısını asarak, tüm medya çalışanları için umut oluyor.
RED, tüm okurlarını, her cumartesi saat 19:00’da, Taksim’deki tramvay durağında buluşarak meşalelerle Galatasaray’a yürüyen Sabah-atv grevcileriyle dayanışmaya çağırıyor. Haramilerin saltanatını yıkmak için, bir ışık da siz olun...
LAZ MARKS SAHALARA ÇIKMAYA DEVAM EDİYOR! Laz Marks Emice’nin Maç Programı; Uzun soluklu bir yazım aşaması, prova, çizim ve dekor derken artık o an geldi; krizsiz, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya mümkün diyen Laz Marks sahalarda. LEMAN ve CANŞENLİĞİ ortaklığında gerçekleştirilen çalışma; tamamı alt yapıdan yetişmiş, yazar, çizer ve oyuncunun eseri. Trabzonspor’un üç oligarka yaşattığı hezimetin bilinciyle, bloklar arası bağlantıyı sağlayan ekip, oyunu ‘toplu hücum ve toplu müdafaa’ taktiğiyle sahneye koyuyor. Çalışmalar sırasında görüşünü aldığımız Laz Marks, “Bu maçi alacağuk, başka yoli yok uşağum” diyerek ne kadar kararlı olduklarını belirtti. Laz Marks daha sonra seyircilere de şöyle seslendi; “İşçi sinifi tarihun itici gücidur ve tarihun akişini değişturecek siniftur dedum diye ‘Halkun öteki kesumi yatup, ense yapacak’ demedum. Köylü, memur, genç, öğrenci, sanatkar, kuçuk esnaf... Hayde herkes tribündeki yerini alsun.” Laz Marks Emice’nin Maç programı; 6 Mart Cuma 20:30 Kartal Sanat Tiyatrosu 7 Mart Cumartesi 19:00 Barış İklimi Kültür Merkezi(Gazi Mahallesi) 11 Mart Çarşamba 20:00 Ankara Ekin Kültür Merkezi(Ankara) 12 Mart Perşembe 20:00 Ankara Ekin Kültür Merkezi(Ankara) 13 Mart Cuma 20:30 Su Gösteri Sanatları Merkezi(Aksaray) 14 Mart Cumartesi 18:30 Nazım Hikmet Kültür Merkezi(Kadıköy) 20 Mart Cuma ..................... (Gebze) 21 Mart Cumartesi 18.00-20.30 Uğur Mumcu Kültür Merkezi(Bursa) 22 Mart Pazar 15.00-18.30 İzmir Kültür Merkezi(İzmir) 24 Mart Salı 20.30 Selahattin Akçiçek Kültür Merkezi(İzmir) Not: Laz Marks Emice’nin maç edebıleceuğu olası yerler; Gebze, İzmit, Yalova, Balıkesir… (uşağum sadece illeri yazduk diye ilçedekiler boş boş oturmasunlar oralarada geleceğuk) İlcililere duyurulur… Yazan: Yılmaz OKUMUŞ Sunan: Haldun AÇIKSÖZLÜ Desen: Tuncay AKGÜN Genel Koordinatör: Alper KÜÇÜKDEVLET Bilgi için; 0212 254 89 30-0554 738 36 90 kucukdevletalper@gmail.com, www.leman.com.tr, www.cansenligi.org, http://www.youtube.com/watch?v=wUr4Zz9zhzs
2
ÜMİT DERTLİ
udertli@redciyiz.biz
Aynaya bakınca görülenler...
Hafızamız taze, çok şükür gözümüz kör kulağımız sağır değil, haysiyetimizi de satmamışız, kimin adam öldürmeyi iyi bildiğini çok iyi biliyoruz, bunu söyleyebiliyoruz...
‘D
inime söven Müslüman olsa!..’ mealinde bir açıklama yaptı İsrail Kara Kuvvetleri Komutanı bir uluslararası toplantıda. Türkiye Başbakanı’nın Davos Şov’undaki, “Siz adam öldürmeyi iyi bilirsiniz,” sözüne çok içerlemiş olacak ki, “Sizin de adam öldürme konusunda bizden aşağı kalır yanınız yok, Ermenileri öldürdünüz, Kürtleri öldürüyorsunuz, vesaire, vesaire…” deyip, Erdoğan’a aynaya bakmasını tavsiye etti. Gerçi İsrail resmi makamları ‘açıklama münferit bir hadisedir’ dediler ama bizim tarafta muktedirler, ‘sivil’i ‘asker’i hep bir ağızdan nota falan verip had bildirmeye giriştiler. Tamam, ‘Ergenekon’ bir terör örgütüydü, bir sürü halt yemiş, darbe falan örgütlemiş, hatta adam bile öldürmüş olabilirdi ama bunlar ‘münferit’ti devlet sütten çıkmış ak kaşıktı. Mehmet Ağar’ı, Veli Küçük’ü, İbrahim Şahin’i hatta Kenan Evren’i falan münferiden hareket etmişlerdi; darbeler, faili meçhul cinayetler, Jitem’ler, Susurluk’lar, ‘bin operasyon’lar, Sivas’lar, Gazi’ler devlete mal edilemezdi. Bizim devlet adam öldürmeyi bilmezdi!.. Devletin eski ve yeni sahipleri, esasa ilişkin her meselede olduğu gibi burada da yek vücut oluverdiler. Hükümeti de, bürokrasisi de, akademisi de, askeri de bu hususta mutabıktı. Bu mutabakat, her türlü geçici husumet, yaygara ve tepişmenin üzerindedir, biliyoruz. Ve biz, adam öldürmeyi bilmiyoruz ama kimin adam öldürmeyi iyi bildiğini de gayet iyi biliyoruz. İsrail devletinin yaptıkları zaten ayyuka çıkmış, yeri geldikçe biz de değiniyoruz, ama ‘bizim’ devletin marifetlerini de bilmez değiliz. Bu memlekette yaşayan ortalama zeka ve insaniyet sahibi herkes de bilir bu devlet tarafından işlenen suçları, belki yüksek sesle söyleyemez ama bilir. Burada bu devletin öldürdüğü insanları tek tek saymaya kalksak sayfalar yetmez. RED’in elinizde tuttuğunuz sayısında Mahir Ükünç bunların belli başlılarını çarpıcı bir şekilde koyuyor ortaya. Bir de, bu suçlara doğrudan hedef olanların ve onların yakınlarının tanıklıklarına kulak vermek gerekiyor, ve tabii demokrasi kahramanı pozlarıyla adeta günah çıkartan katil, itirafçı Jitem artıklarının anlatımlarına… Bay Başbakan, Bay General, Bay Parlamenter, Bay Yargıç ve Bay Profesör ne kadar bağırıp yaygara koparsalar da 12 yaşında 13 kurşunla
katledilen Uğur Kaymaz’ın küçük ve ölü bedeninden yükselen çığlığı bastıramıyorlar. Şırnak’ın Lice’nin sokaklarında uçuşan, kapılardan, pencerelerden girip insanların bedenlerine saplanan kurşunların vızıltısı, yüzlerce insanı öldüren devlet bombalarının gümbürtüsü kulaklarımızdadır hâlâ, devletin Başbakan Yardımcısı’nın devletin askeri tarafından Lice’ye sokulmadığı hafızalarımızdadır. Gazi Mahallesi’nde güpegündüz katledilen insanların cesetlerine basarak yürüyoruz hâlâ, cezaevlerinde zehirli gazlarla, alev makineleriyle yakılan insanların bedenlerinden çıkan dumanı soluyoruz. Evlatları, yakınları gözaltında kaybedilen, katledilen Cumartesi Anneleri’nin ağıtlarıyla, onlara bile saldıran polislerin ‘allah allah’ nidaları havada asılı duruyor hâlâ, duyuyoruz. Talat Türkoğlu’nun kanı akıyor hâlâ Meriç Nehri’nden, Hasan Ocak’ların cesetleri kimsesizler mezarlıklarında kımıldanıp duruyor, askerlerce köyünden alınıp kendilerinden bir daha haber alınamayan köylülerin ölü bedenleri petrol kuyularından fışkırıyor. Engin Ceber’in çığlıkları ve Adalet Bakanı’nın ‘özür’ü yankılanıyor hapishanelerde. Mürekkep yerine Musa Anter’in, Metin Göktepe’nin, Hrant Dink’in kanlarıyla basılıyor gazeteler, yerin yedi kat altında grizu patlamasında onar onar, yüzer yüzer can veren maden işçilerinin cesetlerini dağıtıyorlar yoksullara kömür niyetine, mağazalarında işçilerin hayatlarını karartarak beyazlattıkları kot pantolonları satıyorlar, tersanelerinde insan kemiğinden inşa ediyorlar
gemilerinin omurgalarını, evlatlarına satın alıyorlar gemicik diye…
Monşer ve Kasımpaşalı
Hafızamız taze, çok şükür gözümüz kör kulağımız sağır değil, haysiyetimizi de satmamışız, kimin adam öldürmeyi iyi bildiğini çok iyi biliyoruz, bunu söyleyebiliyoruz. Evet, kral çıplak! ‘Ergenekon’un ve ‘Ergenekon Soruşturması’nı yürütenlerin, devletin eski ve yeni sahiplerinin, ‘askeri’ otoritenin ve ‘sivil’ otoritenin, Cumhuriyet gazetesi ve Zaman gazetesinin, TÜSİAD ve MÜSİAD’ın, ‘Monşerler’in ve ‘Kasımpaşalı’ların, hasılı, patronların hizmetindeki bu kurulu düzenin bütün taraflarının, devletin varlığı, tekliği, birliği, imajı ve âli menfaatleri söz konusu olduğunda nasıl da yek vücut olduklarını, nasıl aynı yerde saf tuttuklarını da çok iyi biliyoruz. Ve bunca suçun faili olan devlet aygıtının hâlâ bütün haşmetiyle ayakta olduğunu, hâlâ suç işlemeye devam ettiğini, ve ihtiyaç duyulduğunda çok daha büyük suçları işlemek üzere sahiplerinin emirlerine amade vaziyette bulunduğunu da gayet iyi biliyoruz. Geçmişte yaptıkları ve bugün yapmakta oldukları, yapacaklarının garantisidir. Bakınız, Cumartesi Anneleri eylemlerine tekrar başladı, hâlâ yakınlarının akibetlerini araştırıyorlar, lakin pek demokrat, pek ‘temiz toplumcu’ ‘yetkili’lerden hiçbir ses yok. Kürtlere kendi dillerinde de sövebilmek, inkar ve imha siyasetine Kürtçe’yi de alet edebilmek için Kürtçe televizyon açanlar, seçim vesilesiyle Kürt illerinde
Kürtçe ‘güvercin’ olanlar DTP Genel Başkanı’nın anadilinde konuşması karşısında ‘şahin’ kesiliyorlar. Çoğunluğu ilköğretim öğrencisi 100’ü aşkın sayıda çocuğun eylemlere katıldı diye onlarca yıl hapis istemiyle tutuklu olduğunu, ve hapishanede yakınlarıyla kendi dillerinde konuşmalarının yasak olduğunu ve dahi bunların polis kurşunuyla ya da panzerler tarafından çiğnenerek öldürülen arkadaşlarına kıyasla çok ‘şanslı’ olduklarını hatırlatmaya gerek var mı? Ordunun Jitem’i hâlâ üniversitelerde bile cirit atarken onları tespit ve teşhir eden öğrenciler hükümetin polisi tarafından gözaltına alınıyor, bağımsız yargı tarafından hapse atılıyor. Devleti çetelerden temizlediklerini iddia edenler, bir yandan ‘kadın çocuk farketmez gereğini yaparız’ diye tehditler savuruyorlar, tek bir kontrgerilla katili bile halka karşı işledikleri suçlarıdan dolayı layıkıyla cezalandırılmamışken zamanın kirli savaş ağaları bugün en yüksek makamları işgal ediyor. Tabii, burada suç olarak nitelediklerimiz kılıfına uydurulma gereği bile duyulmayan, devletin kendi hukukuna göre bile ‘suç’ olan eylemler. Ve bu suçlar, devletin işlediği suçların yalnızca küçük bir kısmı. Özelleştirmelerden emperyalizmle ilişkilerine, işçi sınıfının kazanımlarının gaspedilmesinden dış borç ödemelerine, yolsuzluktan ve hırsızlıktan işsizlik ve yoksulluğa kadar daha yığınla suç işlediğini de biliyoruz. Devletin doğası gereği ‘bir suç örgütü’ olduğunu, sömürücü sınıfların hizmetkarı olarak ezilenlere karşı her daim suç işlemekte olduğunu ve kendi koyduğu yasalar çerçevesinde yaptığı eylemlerin de aslında suç olduğunu da biliyoruz. Aklımız basıyor çok şükür. Yani, Mister İsrail Kara Kuvvetleri Komutanı’nın hatırlatmasına hiç ihtiyacımız yok. Zaten, ne İsrail’in yüksek demokrasisi, ne Obama’nın Beyaz Saray’ı, ne Fransız Parlamentosu, ne Avrupa Konseyi, ne Savaş Suçları Mahkemesi bu suçları yargılayıp sorumlularını cezalandıracak makam da değildir, aksine tüm bu suçlara ortaktırlar ve hesap günü geldiğinde sanık sandalyesinde olacaklardır. Yargıç koltuğunda ise bu suçların mağdurları, işçiler, yoksullar, ezilenler yerlerini alacaktır...
3
CUMARTESİ ANNELERİNİN GÖZPINARLARI
B
ir cumartesi vakti öğle saatinde yolunuz eğer Taksim tarafına düşerse Galatasaray’a yol alın. Meydanın orada durun ve solunuza bir göz atın. Bir grup yaşlı kadını yanlarında bir grup kadınlı erkekli çocuklu kalabalığı görürsünüz. Durun durun ve orada konaklayın. Her birinin duruşuna, ellerine kollarına yüzlerine bakın bir de kurumuş göz pınarlarına…. Onlar yıllarca, her cumartesi Galatasaray Meydanı’nı mesken tuttu. İşleri güçleri olmadığından değil ya da öğle saatlerinde gezinmek için değil sinemaya tiyatroya gitmek için hiç değil… Kayıp çocuklarının kayıp bedenlerini aramak için her hafta saatler 12:00’ye durduğunda onlar da orada bir nöbete durdular. Durdular ve hiç yorulmadılar… Rıdvan’ın, Hüseyin’in, Hasan’ın, Savaş’ın… annesi oldular. Zaten tüm çocukların annesiydiler. “Çocuklarımızı neden kaybettiniz?!” diye sordular. “Çocuklarımızın ölü bedenlerini bari verin!” dediler. Dayak yediler, başları dükkan camlarına vuruldu öldüresiye… Bıkmadan usanmadan, “Kayıplarımızı bize geri verin!” dediler. Pinochet’in kanlı elinin stadyumlara tıkıp yok ettiği sonra gebe ve çocuklu kadınların çocuklarını asker ailelerine vererek intikam aldığı Plaza De Mayo anneleri onlara ışık tuttu. Onları tanıdı ve onların umudunu taşıdılar. Şimdi yıllar sonra ara verdikleri nöbetlerini yeniden tutmaya başladılar. Öğle saatlerinin İstiklal nöbeti onların kimseye kaptırmazlar onlar. Onlar KAYIP ANNELERİ… CADDENİN BAŞKA NÖBETÇİLERİ… Öğleden önce İstiklal’i yoksul mahallelerin işçi gençleri tur atmak için basmadan, orta sınıf ailelerin çocuklarına bütçelerinden ayırdıkları sinema tiyatro bileti paraları ortaya dökülmeden önce başka sahipleri var o caddenin. Cadde, markaların dükkanlarını dolduran, süzüle süzüle alış verişlerini yapıp süzüle süzüle orada dolaşan sonra Starbucks’a bir uğrayıp bilmem ne aromalı kahvelerini yudumlayan ve saatler 13.00’ü geçmeden orayı hızlı biçimde terk eden başka dünyanın insanları CUMARTESİ ANNELERİ’ni hiç bilmedi; tanımadı. İstiklal’in dünyası çok. İstiklal’in dünyası karaşık ve renkli. Nöbete duranları çooook… Bayram günleri oraya dolaşan Yenibosna’nın Kuledibi’nin, Ayazma’nın gençleri o caddenin sahibi hiç olamadı. Bayram günlerini güneşinden yakalayan yoksul emekçileri caddeye yürüyüş için çıktı genelde ya da en ucuzundan tavuk dönerli sandviçi düşüne düşüne aldı. Kimi cesaret edip bir simit evinini kapısından giriverdi. Caddeye bakıp, “Allahım insan yığını bu!” demeyin. Kuru kalabalık onlar mağaza sahiplerine göre… Ha bir de dükkanların içinden dışarı gülümseyen ve içeride nöbeti tamamlayanlar var. Onların nöbeti ağır mı ağır... Günde 12–13 saat süreyle hep ayaktalar. Güzelce olanları, azıcık okul tutmuşları, azıcık dil bilenleri mağaza içlerinin ön kısmında nöbetini tutuyor. Satış sorumlusu onlar. Kumu mikrofonik bir sesle müşteri ile ilişki kuruyor. Kimi geç saatlerde sesleri gerçek rengine bürünerek sertleşiyor; yorgunluktan hırçınlaşıyor tınıları. Gece yarısı evin yolu tutulurken onlar tarafından caddede o yoğunluktan eser kalmıyor. Caddenin kuru kalabalığı yerini gecelerin rengine bırakıyor. İstiklal’in gecelerinin sakın boş kaldığını orada kimsenin nöbete durmadığını sanmayın. Gece ondan sonra caddenin ve yan sokakların nöbetçileri değişiyor. Kapıları süslü, bol ışıklı adına bar-mar denen yerlerin kapısını nöbetleyenler var. Adları mı; güvenlik görevlileri… O koca kapılı bol ışıklı bar önleri hep içeriye bir merak uyandırıyor insanda. İçlerinin sahipleri kimi gaylar kimi travestiler kimi lezbiyenler kimisi de (homofobikler korkmasın canım)
4
heteroseksüeller yani karşı cinse ilgi duyanlar. Dışarının kuru soğuğunda bu barların içlerine süzülmek isterseniz kapıda duran o koca cüsseli adamlar yolunuzu kesiveriyor. Dimdik duran, hiçbir yere ve kişiye bakmıyormuş gibi görünen bu adamların karanlık dünyanın ayakçıları olduğunu bilmeyen kalmadı artık. Onların şefleri belki içerideki dünyaya acızık yaklaşmış ama tüm gece nöbet tutanların içerisi ile uzaktan yakından bir ilgisi yok. Uzun saatler soğukta bekleyip bir sigortadan bile yoksunlar. Hastalanınca işten kovuluverirler. En fazla lise mezunu yoksul semtlerin gürbüz çocukları İstiklal’in onun bunun barının kapı önü nöbetindedir işte o kadar… İti uğursuzu silahlısı çakılışı hep onlara bulaşır ve onlar kimi zaman kan revan içinde taksim ilkyardım’a acilinden götürülür. İstiklal’in nöbetçileri bitmez. Tarlabaşı’nın gece nöbetleri öbürlerinden de ağırdır. Geçkin kadınlar, yoksul genç kadınlar sağdan aşağıya konvoy oluşturur. O caddenin beklide en düşkün nöbetçileridir onlar. En acınası ve en yürek burkanları neredeyse… Ha bir de son dönem eklenen yeni nöbetçiler: EYLEM HÖBETÇİLERİ… Sendika, dernek, parti üyesi olup senini duyurmak isteyenlerin yeni uğrak yeri… 2007 1 Mayıs günü “kazanıldı” denilen Meydan’da, barış’tan adalete; krizden yoksulluğa herkes bir arada alana çıkıp seslerini duyuruyor. Onlar genelde gündüz saatlerinin geçici nöbetçileri. Şimdi aralarına Sabah-ATV çalışanları da eklendi. Her hafta aynı saatte buluşuyor ve caddeyi boydan boya yürüyorlar. Etraftakiler onlara kimi anlamadan kimi korkak kimi sevgiyle bakıyor. Bir kısım nisan hep kenarda kalıyor ve konvoya hiç katılmıyor. O bir kısım insan yaşamları boyunca hep kenarda duruyor zaten… İşte böyle bir cumartesi günü sabahtan akşama hatta gece yarısı Taksim’e çıkarsanız, İstiklal’e yolunuz düşerse grup grup nöbete duranları görürsünüz. Ancak illaki yolunuz öğle saatlerinde düşerse oralara; yolunuzu cumartesi günü saat 12:00 civarında düşürürseniz oralara, aman sakın onlara bakmadan geçmeyin. Cumartesi Anneleri’ne yani… Yıllar sonra yine resimlerini kaptılar, mantolarını taktılar sırtlarına. Kışın ayazı soğuğu demeden geldiler ve geliyorlar yine oraya. Sevecen bakışlı ve kırılganlar. Kiraz çiçeği kadar pembe duruşları var. Adlarını çok sekilerden alıyorlar. Roza’lardan Klara’lardan, Arjantin’in Plaza De Mayo annelerinden alıyorlar. Tankların gölgelerinde ezilmiş bedenlerden, özel harekâtçı atıklarının gölgelerine kadar herkesin kirli gölgesini üzerlerinde taşıyorlar. Bu kirli gölgeden sıyrılmak için ellerinden geleni yapıyorlar ve daha yapacaklar… Bahara durmuş güneşli yapraklar kadar ışıltılı ve umutlular. Doğurdular, baktılar, büyüttüler ve kayıplar imparatorluğuna kayıp verdiler… Onların durup ürkeceğini düşünenler çok yanıldılar ve yanılacaklar… Güçlerini yüzyılların gerisinden alıyorlar. Ateşi arayan Promete’den isyan ateşli Spartaküs’e içlerinde yanan isyan dalgası bitmez. İsyanları yok edene ve yok edecek olanadır. İsyanları kör asitli kuyularadır. İsyanları yaşatana karşı duranadır. Gidin bir cumartesi meydana bakın onlara ve ha biraz cesaretle katılın aralarına. Gözlerine bakın; gözlerine iyi bakın. Onların bin yıllık öfkesini içinde duyacaksınız. Nazlı bahar dalları gibi boyunlarına yaklaşın. Onlarda ana olmanın sıcaklığını duyacaksınız. GÖZ PINARINA DOKUNUN; DOKUNUN VE GÜLÜMSEYİN ONLARIN GÖZ PINARLARINA… FiLiZ ARSLAN
“D
aha Davos’a gelmem!” diyerek ‘küstüğünü’ artık ‘oynamayacağını’, ‘one minutes’ın dörtte birine tekabül eden bir süre içinde yerinden kalkıp hışımla salonu terk etmesiyle göstermişti Tayyip Erdoğan. Sağcısından ‘enteresan’ solcusuna kadar çok yurttaşın tüylerinin diken diken olduğuna, göğsünün kabardığına, Türk’ün kırılan gurunun yeniden şahlanışının ne denli büyük bir kıvanç yarattığına, ben de ‘kanaat önderi olma’ sıfatım ve ‘gece görüş’ sistemlerimdeki kusursuzluk sayesinde tanık olma fırsatını yakaladım. Bu milli hissiyatın şahlandığı gece havaalanında Erdoğan’ı karşılamak, ‘Davos Fatihi’ diyerek kendisini ‘en kalbi duygularla’ selamlamak, hâsılı ‘uçucu ve parlayıcı türlü gaz’ alaşımları zerk edilmiş halde sokaklara dökülen kütleler arasında olmak hoş bir duygu olsa gerekti… Sonrasında çok şey yazıldı İsrail tarafının tepkisine dair: Peres, “Ayıp ettim, affet,” demişti; “Bir daha yapmam söz n’olur Davos’a dön,” demişti, özür dilememişti ama çok ağır pişmandı, pişman değildi fakat çok üzgündü, üzgün de değildi sadece muhatabının kendi ülkesinin kamuoyuna bir mesaj vermesinin gerekliliğini anlayabiliyor ve tecrübeli bir devlet adamı tevekkülüyle bu fevri davranışı mazur görüyordu… Gerçekten n’oluyordu? İsrail Kara Kuvvetleri Komutanı General Avi Mizrahi konuşunca anladık ki doğru cevap yukarıdaki şıkların hiçbirinde yoktu. Siyonist tosunlar hiç de yutup yutkunmamışlardı, yer miydi hiç ‘korsan devlet’in, -tek gözü korsan bandıyla kapatılmış Moşe Dayan gibi korsan-katil generallerinin tedrisinden geçmiş- Siyonist çocukları o lafları! “Erdoğan, aynaya baksın… Türkiye yıllar önce Ermenilere dünyanın en büyük katliamlarından birini yaptı. Aynı politika bugün de Kürtler üzerinde sürdürülüyor… İsrail’i Filistin topraklarını işgal etmekle suçlayan Erdoğan’ın ülkesi, Kıbrıs’ın kuzeyini onlarca yıldır işgal ediyor…” ‘Kardeşin kardeşe söyleyeceği sözler miydi bunlar, onca yıllık maddi-manevi hukukumuz vardı, hatta Türkler birkaç kere Nazi’lerin elinden önemli sayıda Yahudi kurtarmıştı ve zaten söylenenlerin hepsi külliyen yalandı’. ‘Öyleydi’. Fakat yine de ağır geldi, ‘âşık atışması’nın kıvamı kaçtı. Kalın kalın ‘nota’lar verdiler, sonra İsrail elçilerini çağırıp, ‘genelkurmaylar arası yanlış anlaşılmaları çözme ve kişisel görüşlerin orduları bağlamaması gerektiği komiteleri’ arasında evraklar, sözler gitti geldi. Hatta milli hisleri incindiği için bu durumdan vazife çıkaran ve kendilerine Türk Eğitim-Sen adını veren, yetiştirdikleri çocuklardan ‘ezbere’ kafasının biraz daha fazla basanlarının
V. MAHiR ÜKÜNÇ
‘Sinirli’ ayna...
üniversite okuyup ileride Alpaslan Aslan ve Erhan Tuncel, kafası basmayanlarının ise Ogün Samast ve Yasin Hayal olma olasılıklarının fazlaca yüksek olduğu bir grup “öğretmen” sıfatlı adam, Mizrahi’nin bu sözlerini protesto etmek için Hitler’in ruhuna Kayseri sokaklarında helva bile dağıttı… “Aynaya baksın!” sözü yetti, kimse kendi aynasına bakamadı. Çünkü her iki tarafın da aynasının ayarı bozuktu, tarihin belli zamanları söz konusu olunca o ayna karanlık gösteriyordu… İçbükey de olsa dışbükey de olsa ve hatta hatta Pamuk Prenses’in üvey anasının sihirli aynası da olsa kâr etmiyordu bazen. Ayna olanca karanlığı gösteriyordu…
Aynalar ve sanrılar
“Sayın Peres benden yaşlısın. Sesin çok yüksek çıkıyor biliyorum ki sesinin benden çok yüksek çıkması suçluluk psikolojisinin gereğidir. Benim sesim bu kadar yüksek çıkmayacak. Bunu böyle bilesin. Öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz…” İnsan bu sözleri duyunca, konuşanın; ülkesinde kontrgerillanın, NATO’nun özel savaş birimlerinin, taşeron istihbarat servislerinin, kokainman faşist katil sürülerinin hâsılı bilcümle kan dökücünün hiç cirit atmamış olduğu İsveç, Norveç, İzlanda, Kanada başbakanı filan olduğunu sanıyor… Sanrılar yıllardır devam ediyor… -Bu kısımda parantez içine alınarak gösterilen durumlar gerçek, gerisi toptan sanrıdır… Bu yazı yayınlandıktan 3-5 gün sonra kendisini külliyen REDDEDECEKTİR…Kim, 11 Kasım 1942 tarihinde yürürlüğe konulan Varlık Vergisi ile binlerce gayrimüslimin haraca bağlandığını, haracını ödeyemeyenlerin sürgün olarak yollandıkları dağ başlarında telef olup öldüğünü sanıyor. Kim, Sabahattin Ali’nin ‘yargısız infaz geleneği’nin ilk kurbanlarından biri olarak resmi unvanlı bir katil tarafından vahşice katledildiğini sanıyor. (2 Nisan 1948) ( 9 Nisan 1948… Kudüs yakınlarındaki Deir Yasin köyüne düzenlenen saldırıda çok sayıda Filistinli sivil katledilir. Katliamın yarattığı dehşet, yüz binlerce Filistinlinin ülkelerini terk ederek Lübnan, Mısır ve Batı Şeria’ya kaçmalarına neden olur… İsrail devlet olarak varlığını henüz
daha 4 Mayıs 1948’de ilan etmiştir... Bir aylık bebektir. Bkz: Bir bebekten katil yaratmak…) 1955 yılının 6-7 Eylül’ünde Demokrat Parti tertibiyle, kim, Rum ve Ermeni kökenli yurttaşların öldürülüp mallarının, mülklerinin yağmalanıp talan edildiği sanıyor? ( 5 Haziran 1967’de başlayan 6 Gün Savaşları ise Ortadoğu’daki tüm dengeleri değiştiren yegâne olaydandır. İsrail, Mısır’da Gazze ve Sina Yarımadası’nı, Suriye’de ise Golan Tepeleri’ni işgal eder ve Ürdün’ün de Batı Şeria ile Doğu Kudüs’teki askeri varlığına da son verir. 6 Gün Savaşları’nda başta Filistinli siviller olmak üzere binlerce insan ölür ve yine 500 bin Filistinli mülteci olarak Mısır, Lübnan, Ürdün ve Suriye’ye göç etmek zorunda kalır.) 12 Mart 1971 sonrası Balyoz Harekâtı adı verilen kitlesel terör uygulamalarıyla, kim, binlerce insanın hapsedildiğini, işkenceden geçirildiğini, katledildiğini sanıyor? Kim, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan’ın asıldığını sanıyor? Kızıldere’de Mahir Çayan ve dokuz arkadaşının öldürüldüğü sanrısını kim yaratıyor? 1 Mayıs 1977’de Taksim’de düzenlenen 1 Mayıs mitingine katılanların üzerine ateş açılması sonucu silahla vurularak 5, çıkan izdihamda ezilerek 28 kişinin öldüğünü sananlar kimler? Katliamı düzenleyenlerin resmi görevliler olduğunu ve hâlâ hiçbirinin tespit edilip yakalanamadığını sanmamıza neden olanlar kim?
23 ve 24 Aralık 1978’de Maraş’ta, 1980 Mayıs-Temmuz aylarında Çorum’da Alevi ve/veya solcu yurttaşlara yönelik gerçekleştirilen katliamlarda yüzlerce insanın öldürüldüğünü sananlar kimler? 12 Eylül 1980… Uçsuz bucaksız katliam ve işkence silsilesi… Cuntacılar tarafından tüm ülkenin bir hapishaneye çevrildiğini, binlerce insanın tutuklandığını, onlarcasının işkencede, gözaltında ve hapishanelerde katledildiğini sananlar kimler? ( 16-18 Eylül 1982’de, İsrail işgali altındaki Lübnan’da, İsrail’in teşviki ve izniyle Hıristiyan falanjistler Filistinlilerin yaşadığı Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında 3000 Filistinliyi katletti… İsrail’in 1982’deki Lübnan işgalinin bilançosu 17 bin 500 ölü oldu.) ( 1987-1993 İntifada: İsrail işgaline karşı başlayan ayaklanma kısa sürede Gazze Şeridi’nden Batı Şeria’ya yayıldı. Boykot, sivil itaatsizlik ve genel grev şeklinde örgütlenen direnişe İsrail, 1987’den 1993 yılına kadar 2000’e yakın insanı katlederek cevap verdi). 2 Temmuz 1993’te, kim, Madımak’ta 33 insanın diri diri yakılarak katledildiğini ve katillerinin halen ellerini kollarını sallayarak serbestçe dolaştığını sanıyor? Kim, 12 Mart Pazar akşamı İstanbul Gazi Mahallesi’nde bir kahvehanenin kontrgerilla unsurlarınca taranması sonucu başlayan protesto gösterilerine polisin müdahalesiyle 34 insanın
yargısız infazla katledildiğini ve resmi unvanlı katillerin yargılanıp cezalandırılmadığını sanıyor? (2000 - İkinci intifada: Ariel Şaron’un Mescid-i Aksa ziyaretine tepki olarak başlayan olaylar ayaklanmaya dönüştü. 2002 yılının Nisan ayında İsrail güçleri Batı Şeria’daki Cenin ve Nablus mülteci kamplarına girerek yüzlerce Filistinli sivili katletti). Kim 19 Aralık 2000 yılında ülke genelindeki birçok hapishaneye düzenlenen eş zamanlı saldırılar sonucu kilit altında tutulan 30 mahpusun öldürüldüğünü ve saldırıyı düzenleyen resmi görevliler hakkında açılan davanın düştüğünü sanıyor? (12 Temmuz-14 Ağustos 2006... Hizbullah Örgütü’nün, 12 Temmuz 2006 tarihinde iki İsrail askerini kaçırması ve sekizini öldürmesine İsrail, bütün Lübnan’ı 34 gün boyunca bombalayarak karşılık verdi. İsrail saldırıları sonucunda üçte biri çocuk olmak üzere 1084 sivil katledildi, 1 milyonu aşkın kişi evsiz kaldı. Yıkımın maddi boyutu ise 6 milyar dolar…) Kim, hakkında yürütülen linç kampanyası sonunda 19 Ocak 2007’de Hrant Dink’in cahil bir tetikçi tarafından göz göre göre katledildiğini sanıyor? Kim, bu saldırıdan devletin asker-polis istihbaratının haberi olup da göz yumduğunu sanıyor? ( 27 Aralık 2008… İsrail Gazze’deki Hamas mevzilerinden atılan roketleri gerekçe göstererek, Gazze’ye yönelik kara harekâtı başlattı… İsrail ordu birlikleri ateşkesin sağlandığı 18 Ocak 2009’a kadar neredeyse tamamı kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan 1200’den fazla insanı katletti… Yüz binlerce insan evsiz kaldı…) Kim, “Bunun gibi 1000 operasyon yaptık,” diyerek gözaltında kayıpların ve yargısız infazların sorumluluğunu üstlenen ve Uğur Mumcu suikastı sonrası, “Bir tuğla çekersek bütün duvar çöker,” açıklamasını yaparak ülkedeki kirli savaşın tüm mazisini bildiğini ima eden eski polis şefi/ vali/milletvekili/bakanın bu sözleri yüzünden ifadesinin bile alınmadığını sanıyor? Ben yazdıklarımın tek bir kelimesinin dahi ‘doğru’ olduğunu ‘sanmıyorum’. Yoksa bile bile Siyonistlerin oyununa mı geliyorum? Ben kendimi ne sanıyorum? Sanıyor muyum, sanmıyor muyum? Olmadığını sanarak göz mü yumuyorum? Neyse, ‘benim için de bundan böyle İsveç, Norveç, İzlanda, Kanada bitmiştir. Daha buralara gelmem’…
5
ANF tarafından 5 Şubat 2009’da yayınlanan söyleşidir...
1974: KAYBOLAN KIBRISLI RUMLARIN FRANKFURT - Her savaşta olduğu gibi, Türk ordusunun 1974 yılında Kıbrıs’ı işgal etmesiyle yaşanan Türk-Rum savaşında da büyük trajediler yaşandı. Özellikle Türk ordusunun esir aldığı binlerce Rum’un akıbeti, uluslararası tüm girişimlere rağmen günümüze kadar ‘sır’ olarak kaldı. Tiyatrocu Atilla Olgaç’ın askerken ‘10 esir Rum’u öldürdüğü’ yönündeki açıklamalarının ardından esir Rumlar’ın akıbeti de yeniden tartışılmaya başlandı. EOKA isimli milliyetçi Rum örgütünün Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleştirilmesi talebi karşısında Türkiye’de de ‘Kıbrıs’ta Türklerin ezildiği, Rumların Kıbrıs’ı Yunanistan’a katmak için fırsat kolladıkları’ şeklinde yoğun propaganda yapılınca Kıbrıs’ta her iki tarafın milliyetçileri karşı karşıya geldi. Ardından kanlı çatışmalar yaşanmaya başladı. 1974 yılı Temmuz ayında Türk Başbakanı Ecevit, “Garantör devlet olarak hakkımızı kullanıyoruz,” diyerek Türk ordusunu Kıbrıs’a çıkardı. Yaşanan çatışmaların ardından Türk ordusunun esir aldığı, çoğu sivil binlerce kişinin akıbeti bugüne kadar belli olmadı. 1974 yılında Rum esirlerden Adana’ya getirilenlerin bir bölümünün akıbetine tanık olan bir kişi gördüklerinin tüyler ürperten açıklamaları... VE TANIK KONUŞTU: “ESİRLERİ GÖRDÜM!” Olaya nasıl tanık olduğunuzu bize anlatır mısınız? 1969 tarihinde Adana’ya gitmiştim. Bir dönem geçici olarak sağda solda çalıştım. Daha sonra ABD’li bir petrol arama firmasında iş buldum.’ ABD’li mi? Bir taşeron firma da olabilir. Ama biz ABD’li diyorduk. İngiliz de olabilir. Türkse bile Shell’e bağlıydı. O firmada dozer operatörü olarak çalışmaya başladım. Firmanın adı anımsadığım kadarıyla INDUS’tu. O firmanın B-l bölümde çalışıyordum. Petrol açmak için çalışılan kuyulara dağlardan yol yapıyorduk. Dört yıl o firmada çalıştım. O firma Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) isimli şirkete bağlı çalışıyordu. Adıyaman-Çatak’ta, Raman dağında petrol arama kuyuları vardı. Hatta o firma ilk kez Raman dağında petrolü bulan firmadır. 1974 tarihinde Kıbrıs harekatı başladığında, yine o firmada kepçe ve dozer kullanıyordum. Aynı firmada bu işi yapan iki kişiydik. Biri ben, diğeri de Temel Çelik isimli Laz bir arkadaştı. Firmanın şantiyesi Adana’nın dışında, İmamoğlu’ndaydı. Zaman zaman Adana’ya gidiyorduk. Bir seferinde Kıbrıs’ta esir tutulan askerleri kamyona doldurup, Adana’ya getirmişlerdi. Çoğu kadın, yaşlı ve çocuklardı. Ama siz ‘esir askerler’ diyorsunuz? Aralarında esir askerler de vardı. İyi anımsıyorum, çıkartmadan bir hafta kadar sonraydı. Hafta sonuydu. Adana’nın Karşıyaka semtine getirmişlerdi. Herkes koşup bakıyordu. Yüzlerce insan bunu gördü o zaman. Seyirciler kendi aralarında ‘Bunları satılığa çıkarmışlar diye konuşup, gülüyorlardı. Adana Numune Hastanesi’nin yanına da Sabancılar’a ait eski bir yağ fabrikası
6
vardı, esirleri daha sonra o yağ fabrikasının ambarına koydular. Halk sürekli olarak esirlerden, onların Adana’ya getirilişlerinden konuşuyordu. Benim gördüğüm esirler 17 askeri cemseye doldurulmuşlardı. Her cemsede en az 60-70 Kişi vardı. Genelde kadınlar, çocuklar ve yaşlılar vardı. Genç erkekleri görmek çok mümkün değildi. Onları nereye götürüyorlar, ne yapacaklar, kendi kendimize soruyorduk. Sonra onlara ne oldu, biliyor musunuz? Aradan bir aydan fazla zaman geçmişti. Yine Laz Temel Çelik’le çalışıyordum. Bu Temel Çelik Adana’nın Kozan ilçesine bağlı Yörük köylerinden birinden evlenmişti. Yeni evlenmişti ama 45 yaşlarında vardı. O da benim gibi dozer kullanıyordu. O zaman firmanın şantiyesi Adana’nın Kozan ilçesinin İmamoğlu nahiyesindeydi. Bizim başımızda ‘kulaksız’ lakabıyla çağrılan bir Amerika’lı şantiye şefi vardı. Bir kulağı olmadığından onu ‘kulaksız’ ismiyle çağırıyorlardı. Bizlere o iş veriyordu. Çok güzel Türkçe konuşuyordu. Onun dışında da şantiyeye yabancılar gelip gidiyorlardı. Bir akşam bize; ‘TIR’lar yanaşacak, dozeri yükleyin başka bir yere taşınacağız’ dedi. Bize daha Önce Raman Dağı’na gideceğimiz söylenmişti. Oraya gideceğimizi sanıyorduk. Bir adet 155’lik kepçe, bir de D-9 dozeri yükledik TIR’lara. Yakıtlarını doldurduk. Gece Adana’ya gittik. Adana’nın girişinde, sonra ‘it adası’ diye isimlendirildiğini öğrendiğim yere gittik. Bizi orada Seyhan Nehri’nin kenarında bulunan bahçede su taşımalarına karşı set yapılacağını söylediler. Set mi? Daha önce bu tür işler yapmış mıydınız? Biz bahçe sahibinin kulaksıza rüşvet verip, gizlice bahçesinde set yaptırdığını düşündük. Çünkü bazen böyle işler yaptığımız oluyordu. Aynı gece nehir kenarında, bahçenin nehire yakın kısmında 80 metre uzunluğunda, 4 metre genişliğinde ve 3,40 metre derinliğinde bir temel açtık. Bu temeli neden açtığınızı size kimse söylemedi mi? Hayır. Sadece bize böyle bir temel açmamız söylendi.
Bu temelin yerine tam olarak hatırlıyor musunuz? Hatırlıyorum. Seyhan nehrinin yanında, bir portakal bahçesinin içindeydi. Oraya ‘it adası’ dediklerini duydum. Temeli kazdığımız yerin karşısında, Seyhan Nehri’nin öteki tarafında Ömer Sabancı’nın eski yağ fabrikası görünüyordu. O gece Temel Çelik’le ben, iki makineyle çalıştığımız halde temeli tam bitiremedik. Ertesi gün öğlene doğru bitirdik işi. Toprağın bir kısmını da nehrin kenarına set gibi yığdık. Çalıştığımız bahçenin için de bir kulübe vardı, adamlar öğlen yemeği için geldiklerinde “Yarın da buradasınız” diyerek bu kulübede kalacağımızı söyledi. Akşam oldu. Sigaram bitmişti, hem sigara almak için hem de çevreyi dolaşmak için çıktım. Bahçelerin kenarlarında tek tük evler vardı. Epeyce bir yol yürüdükten sonra inşaatı yeni bitmiş bir bina gördüm. Ön tarafında balkonları vardı, resmi bir binaya benziyordu. Boyası yeni yapılıyordu. İçeri girdim, içerisinde büyük bir salon vardı. Sinemaya benziyordu busalon. İçeride boyacılar çalışıyordu. Onlarla biraz sohbet ettim. Binanın yeni yapılan halkevi olduğunu söylediler. Hasan ismindeki bir bekçi vardı orada. Kanalı kazdığımız bahçenin İsmet isimli bir MHP’li ye ait olduğunu söylediler. Daha sonra sigara alıp, makinelerin olduğu yere döndüm. Gece yattık. Gece saat 01.00’den sonra sesler duyarak uyandık. Kamyon sesine benziyordu sesler. Kanal için taş getirdiklerini sandık. O arada kapı çalındı. Kapıyı açtığımızda Amerikalı Kulaksız’la bir binbaşı bir de yüzbaşı içeriye girdiler. Önce bize bazı öğütlerde bulundular. Nasıl öğütler? Bir insanın önce vatanına, milletine hizmet etmesi gerektiğini, bunun kutsal bir görev olduğunu, insanların vatanları için ölmelerinin Tanrı katında şehitlik için yeterli olduğunu söylediler. Kıbrıs’ta yaşanan olayları uzun uzun anlatıyorlardı. Bizimle konuşan Binbaşı ismini söylemeden, Kıbrıs’tan geldiğini, her şeyi yakından görüp bildiğini ve orada Türk askerlerine yapılanlara hiçbir Türk’ün sesiz kalamayacağını söylüyordu. Sürekli Rumlara ağır şekilde küfrediyordu. Ayrıca o gece
gördüklerimizi, kimseye söylememiz için bizi sıkı sıkı uyarıp, tehdit etti. Arada bir ‘bu bir esir sorunudur’ diyordu. Bu sözleri duyunca kamyonla getirilenlerin, kimler olduğunu daha iyi öğrendik. Yapılanın vatan için yapıldığını, ölenlerin Kıbrıs’ta Türkleri öldürdüğünü söylediler gelenler. Hainlerden bize fayda gelmeyeceğini, Çanakkale savaşında, İzmir’de Rumların yaptıklarını anlatıyordu. Artık bu işe bizim de karıştığımızı, ne kadar uğraşırsak da kendimizi temize çıkaramayacağımızı söyledikten sonra, ayrıca bize ilerde çok yardımcı olacaklarını söyledi. Sizi Amerika’ya göndereceğiz, dedi. Türkiye’den kurtulursunuz, yeni bir hayata başlarsınız dedi. Bize bir de yemin ettirdiler. CESETLER KANLI TORBALARIN İÇİNDEYDİ Nasıl bir yemin? Namus, şeref, din, iman üzerine bir yemindi. Sonra hep birlikte dışarı çıktık. Kanalın başına gittik. Biz gittiğimizde askeri reolar kanalın başından ayrılmışlardı. Kanalın yanında ve nehrin, bahçenin kenarlarında, uzakta bir kaç asker nöbet tutuyorlardı. Kanalın başına geldiğimizde askeri torbaların içine konulmuş cesetleri gördük. Torbaların üzeri kanlıydı ve ağızlan bağlıydı. Torbaların için de cesetlerin olduğunu nasıl anladınız? Başka bir şey olamaz mıydı? Torbaların duruşundan bile bunu anlayabilirsiniz. Biz köylü insanlarız, torbaların biçiminden bile içindekini seçmekte zorlanmayız. Yumuşak mı, sert mi, falan. Ayrıca torbanın üzerleri kanlıydı. Torbalar yanyana, üst üste dizilmiş. Hatta Temel Çelik kanala kumu doldururken kepçenin tırnağı çuvalın birine değiyor ve yuvarlanıyor. Temel bana çuval yuvarlandıktan sonra kımıldadığını, içindekinin sanki ölmediğini hissettiğini söyledi. Gördükleri için yemin ediyordu. Torbaların hepsini mi koydunuz kanala? Hepsini. Rastgele iteledik kepçeyle, dozerle... Sonra Temelle birlikte kanalı doldurmaya başladık. Benim dozerimde Binbaşı, Temelin yanında da yüzbaşı duruyordu. Binbaşı telaşlıydı, sürekli olarak acele etmemizi söylüyordu. Bizde o korku ve telaşla kanalı dolduruyorduk. Dozerin ışığında kanalı ve torbaları görüyorduk. Binbaşı bir ara kendi kendine konuşurcasına ‘Burası beş seneye kalmaz su alır götürür’ dedi. Kazdığımız yer Seyhan nehrinin hemen yanıydı ve bataklıktı. Bir kanalı doldurduk ve üzerini iyice örttük. Üç üçbuçuk saatte kanalı düzettik. Kanalın içindi çok fazla ceset olduğundan toprak arttı .Binbaşı bize toprağı iyice bastırmamız söyledi. Biz de öyle yaptık, arta kalan toprağı da nehrin yanında set varmış gibi göstermek için yığdık. Aynı geçe dozerleri TIR’lar yükledik, oradan ayrıldık ve çalıştığımız şantiyeye döndük. Bu olaydan sonra ne yaptınız? Öğleden sonra şantiyeye vardığımızda bizi şantiyeye sokmadılar.Kulaksız bizi oradan doğruca Adana’ya getirdi ve Adana’da Kalekapısı denilen yerde Palo ismindeki bir otele yerleştirdi. O otelde şirket oda
Yayına hazırlayan: Soner Golyalı
AKIBETiNE DAiR BiR iTiRAF DAHA kiralamıştı. Bizi o odalara yerleştirdiler. Otele geldiğimizde lobide Binbaşı ve yüzbaşı bizi bekliyorlardı. Doğru bir odaya gittik. Yüzbaşı ve Binbaşı usulünce yine bizi tehdit ettiler. Ağzımızdan bir şey kaçırmamamızı; eğer olay duyulursa bizimde o cesetler gibi olmaktan kurtulamayacağımızı, sadece bizlerin değil, ailelerimizin de onlar gibi yok edileceğini, soyumuzun tüketileceğini söylediler. Hatta Binbaşı; 775 kişi nasıl gömülmüşse, ağzınızdan bir laf çıkarsa, sizlerle beraber sülalenizde aynı şekilde gömülür’ dedi. Bize kimseye söylemeyeceğiz şeklinde şeref, namus üzerine yemin ettirdiler. Ağzımızı sıkı tutmamızı söylediler. Peki siz ne yaptınız bu durumda? Ne yapacaktık? Elbette yemin ettik. Korkumuzdan söyledikleri her şeye evet diyorduk. Sonradan subayların yanına bir adam geldi. Bu adamın isminin Edip Tanrıkulu olduğunu öğrendik. Binbaşını artık benden ve Temel Çelik’ten Edip Tanrıkulu’nun sorumlu olduğunu, bir şeye ihtiyacımız olduğunda onu arayıp, ondan temin edeceğimizi söyledi. Edip Tanrıkulu da bize, Kuzey Irak’a götürüleceğimizi, çalıştığımız firmanın bir kolunun orada olduğunu ve orada çalıştıktan sonra, oradan da Amerika’ya gönderileceğimizi söyledi. Bizlerin Kuzey Irak’ta rahatlıkla alınabileceklerimizi söyledi. Amerika’da mal, mülk ne istersek verileceğini, yeni bir hayata başlayabileceğimizi de söyledi. Bize bu vaatlerde bulunduktan sonra, ikimize de epeyce para vererek her birimize I7’şer gün izin verildi, gezmemiz, eğlenmemiz, hiç bir şeyi kafamıza takmamız söylendi, biz de Edip Tanrıkulu’nun denetiminde gezmeye başladık. Edip bir gün bizi Adana’nın Karataş ilçesine gezmeye gidiyoruz diyerek götürdü. Ama bu gidişin bilinçli bir gidiş olduğunu anlamıştım. Orada bir Albay’ın Çiftliğine gittik. OIaydan kaç gün sonraydı? O olaydan beş gün sonra ayrılıp Edip’le birlikte gittik Karataş’a.Çiftlikte Mardin’li Mehmet adında bir kahya vardı. Orada ben Temel Çelik, Edip ve Mardin’li Mehmet vardık. Binbaşı ve Edip geceleri gidip, sabahları geri geliyorlardı. Korkuyordum, Temel daha beter bir durumdaydı. Bizi öldürebileceklerini düşünüyorduk. Zaten orada kaldığımız sürede bizi ortadan kaldırabilmek için iki kere girişimde bulundular. Nasıl oldu bu girişimler? O çiftliğin arka tarafından nehir geçiyordu. Bir kere bizi ava çıkardılar. Nehrin kenarından avlanırken, ‘daha ileri giden, daha ileri gidin’ diyerek bizi bataklığın derinliklerinde boğmak istediler. Bunu sezdik, hissettik. O zaman bir girişimde bulunamadılar. İkinci seferinde Albayın çiftliği içindeki arazinin bir bölümünü bataklık olduğunu söylediler. Oranın kurutulması için, orayı traktör ve kepçelerle sürmemizi istediler. Bataklık gerçekten de kötü görünüyordu, korkunçtu. İnsan bir kez batsa bir daha çıkamazdı. Bizi oraya sürmeye zorladılar, sürmeye başladık. Ama Temel Çelik’in kullandığı traktör kepçe bir anda bataklığa saplandı ve batmaya başladı. Onu kendi traktörüme bağlayarak zor çekip
kurtardım. Çiftliğin sahibi albay bizi uzaktan seyredip gülüyordu. Bir gece Mardin’li Mehmet bize ‘bunlardan kurtulun, yoksa bunlar sizin başınızı yiyecek’ dedi. Bu sözden sonra daha fazla şüphelenmeye ve korkmaya başladık.” Peki nasıl ayrıldınız oradan? Bir kaç gün sonra izin günümüz doldu. Çalıştığım firmanın şantiyesine gittim. Beni orada yeniden işe almadılar ve başka bir firmaya gönderdiler. O firma da beni Malatya’ya su kuyusu açmak için gönderdi. İki ay kaldıktan sonra Adana’ya geri döndüm. Şantiyeye gittiğimde Kulaksız’ı buldum, o bana eski firmamda işime kesin son verildiğini söyledi ve ‘Git Edip Tanrıkulu’nu bul’ dedi. Ben de gidip onu aradım, ama ben bulamadım. Sonrada Demir Çelik Fabrikası’nda çalışmak için İskenderun’a gittim. Orada çalışırken Temel Çelik’e bir mektup yazdım, gelip yanımda çalışsın diye. Ama Temel’in yerine bir kaç gün sonra Edip Tanrukulu geldi yanıma. Adresimi Temel’den aldığını söyledi. Yanında çalıştığım müteahhitle bir şeyler konuştu, o konuşmadan sonra müteahhit bana daha iyi davranmaya başladı. Daha sonra Edip gitti. Birkaç gün sonra inşaatın duvarlarına devrimci sloganlar yazıldı ve polis orada çalışanların hapsini karakola götürdü. Aynı gece Edip karakola gelip beni oradan çıkardı. Nasıl haber aldı bilmiyorum ben onu aramamıştım. ‘Edip’ onun gerçek adı mıydı? Bilmiyorum, bize kendini öyle tanıtmıştı. Onu nerde, ne zaman arasam o isimle arayıp buluyordum. İriyarı, sansın biriydi. Kendisinin ordu malı olduğunu söylüyordu. Ne iş yaptığını sorduğumda, gülerek ‘ordunun sırlan dışarıya verilmez’ diyordu. Ama içki masasında biraz sarhoş olunca bazen bir şeyler anlatıyordu. Bir keresinde Özel Hareket diye bir şeyden bahsetti. Ben o zaman bu tür şeylerle ilgilenmediğim için ne anlama geldiğini bilmiyordum. Sonra o sözleri hatırladığımda, onun ne iş yaptığını anlar gibi oldum. Sürekli silahlı dolaşıyordu. Bir jipi vardı. Jipin içinde de bir otomatik silahı sürekli taşıyordu. Bir keresinde onunla İskendurun’dan Adana’ya giderken yolda polis kontrolü oldu. Polislere resimli kimliğini gösterirken, kimliğin üzerimdeki askeri damgayı gözlerimle gördüm. Parlak renkli, madalyon şeklindeki bir damgaydı bu. Adamın doğumu 1938 olarak yazılmıştı. İsim yerine Edip Tanrıkulu yazıyordu. Polisler kimliği görünce hemen tavrını değiştirdiler. Hatta bir polis ona “resmi ya da özel bir görevden mi burada bulunuyorsunuz” diye nazikçe sordu. O da hem resmi, hem de özel bir görevle orada olduğunu söyledi. Sonra yolda kontrol yapan polisle Adana-Osmaniye garajında karşılaştık. Beni hemen tanıdı, müthiş bir ilgi gösterdi. Bana ‘sende mi aynı kurumda çalışıyorsun’
diye sordu. Ben de Edip’i tanıdığımı söylemekle yetindim. Edip’le birlikte yiyip, içip, birlikte geziyorduk. Parasız kaldığımda bana yüklü paralar veriyorlardı. Çok sonralaru esirler konusunu bir kez daha açtım ona. Bu adamları vurmasaydınız, bak sonradan anlaşma yapıldı, o esirleri geri verme durumu olurdu, dedim. O da, “öyle icap etti o zaman. Yukarıdan emir geldi, öyle yapalım diye. Kıbrıs’ta vurulan askerlerimizin, şehitlerimizin kanı onlarınkinden daha kıymetli” dedi. Ölen esirlerin sadece o çukurdaki 775 kişi olmadığını, gerçekte toplamının 2500 kişiden fazla olduğunu söyledi. Bu konu açıldığında kendisini hep övüyordu. Ben askerdeyken de yanıma gelmişti, o olayı üstlerime söylediğini, bundan sonra ordu malı olarak askerde kaldığım taktirde neyin ne olduğunu daha iyi anlayabileceğimi söylemişti. Onu aradığınız da hemen bulduğunuzu söylüyorsunuz. Nasıl buluyordunuz onu, nerelerde arıyordunuz? Bana, bir şeye ihtiyacım olduğunda, çekinmeden ara, diyordu. Onu aradığımda Adana’daki 6. Kolordu’da buluyordum daha çok. 6. Kolordu’nun nizamiyesine gidiyor, oradaki nöbetçilerden onu soruyordum. Oradaysa bekletmeden haber veriyorlardı. O da az ilerideki Sabancı Ticaret Lisesi’nin kantinine götürüyordu. Daima sivil olarak geziyordu. Orada olmadığı zaman nöbetçiler not bırakmamı istiyorlardı. İki kez onu Kolorduda buldum, konuştum. Diğerlerinde o beni buldu. Hep yalnız dolaşıyordu.” En son ne zaman gördünüz onu? Olaydan sekiz ay sonraydı sanıyorum. Beni İskenderun’da bir otele götürdü. Daha önce gördüğüm Albay ve yüzbaşı da oraya gelmişlerdi. 20 gün o otelde kaldım. Hep birlikteydik. Bütün masraftarı onlar karşılıyorlardı. Otelin sahibini hep ‘Antikacı’ diye çağınyorlardı. Otel sahibinin geçek adını sorduğumda, ‘boşver’ dediler. Otel eski bir oteldi. Onlar otelden ayrıldıktan sonra otelin sahibi bana ‘Eğer Edip’i aramak istersen beni bul. Ben sana hemen onu bulurum’ dedi. Daha sonra oradan ayrılıp memlekete, oradan da askere gittim. Askerde Temel Çelik’e bir mektup yazdım. Adresi Çukobirlik yanı 125 numaraydı. Neden ona yazmak ihtiyacı duydun? Merak etmiştim ne yapıyor diye. Ondan cevap alamadım, ama bir gün ziyaretçin var dediler, nizamiyeye gittiğimde Edip Tanrıkulu’nu gördüm. Oturup konuştuk, bana “senin üstlerinle konuştum sana rahat bir görev verecekler” dedi. Kademede makina tamircisi olarak çalışıyordum. O beni ziyaret ettikten sonra bana daha iyi davranmaya başladılar. Çok rahat izin alabiliyordum. Ayda bir kaç defa izin alıp dışarı çıkabiliyordum. Edip beni ikinci
kez ziyarete geldiğinde bir teklifte bulundu. “Seni İstanbul-Tuzla jip fabrikasına kadrolu alalım, teskereyi al, ordu malı olarak kalırsın” dedi. Ben de kabul ettim. Bütün işlerimi yaptılar. Hatta bana orada yaşayabilmem için bir lojman bile verdiler. Edip Tanrıkulu’nu en son ne zaman gördünüz? İşten ayrılıp memlekete gitmiştim. Bazı ailevi olaylardan dolayı tekrar işe dönmedim. İşten ayrılırken bana bir mektup vermişlerdi. O mektubu Edip’e vermemi söylemişlerdi. Ben de onunla buluşup, mektubu verdim. O yanında kalmam için çok ısrar etti. Kabul etmedim. En son 1982 yılında onunla görüştüm. Aradan uzun bir zaman geçti. Bu arada benim sıkıntılarım artmıştı. Antikacı’nın yanına uğradım. Yurt dışına gitmek istiyordum. Edip “Ne zaman gitmek istersin, söyle, yardım ederim” demişti. Antikacı’ya Edip’i sorduğum zaman öldüğünü söyledi. Ben de ailesine baş sağlığına gitmek için adresi isteyince Antikacı “su testisi su yolunda kırılır. Halen aklın başına gelmedi mi. Neden onların arkasına takılıyorsun” dedi. Ben de oradan ayrıldım. RÜYALARINDA CESET GÖRÜYORDU Temel Çelik ne oldu? O geceden sonra, yani cesetleri gömdüğümüzden sonra Temel şantiyede çalışmaya devam etmişti. Edip bana onun bir çocuğunun olduğunu söylemişti. Temel Biraz saftı, olay onu çok etkilemişti. Rüyalarında hep cesetleri gördüğünü söylüyordu. Bazı geceler altına kaçırdığı bile oluyordu. Bağıra bağıra uyanıyordu şantiyede kaldığımız gecelerde. Sonra ne oldu bilemiyorum. Yurt dışına ne zaman çıktınız? 1989 yılında Almanya’ya gelip iltica ettim. Olaydan bu yana hiç kimseye bir şey anlatmadığınızı söylüyorsunuz? Aradan 25 yıl geçtikten sonra neden anlatma gereği duydunuz? Özellikle son zamanlarda anlatmak istiyordum. İnsanın üzerine sürekli bir yük gibi duruyor ölüler. Huzursuzdum, düşüncelere dalıyordum. Onları unutamıyordum. Her gece aklıma geliyorlardı. Sinirlerim bozuldu. Yıllarca psikolojik tedavi gördüm, hala tedavi görüyorum. Aslında 1986 yılında beri birilerine anlatmak istiyordum, ama hala onlardan korkuyorum. Ama bir gün birilerine anlatacağımı biliyordum... Kendime bu insan anlatacak cesareti kendinde bulup, her şeyi açıklıyorsa ‘ben bu sırları kendimle mezara kadar mı götüreceğim’ diye düşündüm. Neden her şeyi açıklamıyorum diye kendime sordum.. Bize anlattıklarınızdan nasıl emin olabiliriz? Bu anlattıklarımızı uluslararası bir mahkemede anlatabilir misiniz? Her şeyi anlatmaya hazırım. Bu anlattıklarımı her yerde anlatabilirim. Olanak sağlanırsa benim ve akrabalarımın can güvenliği garanti altına alınırsa, yer tespiti için Adana’ya bile giderim. Oradaki eski Halkevi binasını bulursam kolaylıkla mezarlığı tespit edebilirim. Ellerimle açarım o çukuru, o insanları ben çıkarırım gösterim size. Bu sırrı mezara mı götüreceğim?..
7
kim kime itibar veriyor?
D
ağ dili, “Kart-kurt sesi çıkaran dağ Türklerinin bozuk Türkçesi,” dendi önce. Yıllarca bu sesi çıkaranlar hapsedildi, para cezalarına çarptırıldı. Kimi işkence gördü... Sonra ‘Bilinmeyen Dil’ oluverdi. Öyle geçti Meclis tutanaklarına. Sonra ‘TRT Şeş’ oldu. Bu sıralarda Kürtçe konuştukları için dokunulmazlıları kaldırılması konusunda fezleke hazırlanıyordu DTP milletvekillerine. Son olarak Ahmet Türk mecliste Kürtçe konuşmuş, hayda! Türk değil mi bu adam? “Bu ne yaman çelişki!” diyordur şimdi Ahmet Kaya… Adını anmışken, Ahmet Kaya’ya iade-i itibar diye bir tuhaf geyik dönüyor ortada. Bir yandan muhalif medyaya -nadiren muhalif“Böyle demokrasi olmaaazz!” diye ders verirken bir yandan demokratlık oynayanların geyiği bu. Pardon, ne oluyoruz? Kim kime, ne itibarını, hangi sıfatla veriyor? “Beni burada arama anne, kapıda adımı sorma, saçlarına yıldız düşmüş, koparma anne, ağlama…” diyordu. “Düşleriyle sınırsız, diretmişliğiyle genç, şaşkınlığıyla çocuktu.” ‘Pir Sultan’ın, Şeyh Bedrettin’in, güneşli güzel günlerin’ özlemiydi isyanı. Dışarıda Cumartesi Anneleri coplanıyordu, herkes susmuşken… “Sakallarından çocuk kokusu, ağzından ay ışığı fışkırır benim,” diyordu. “Ceketini yağmurlara asmış tehlikeli şiir okuyor dünyaya sataşıyordu.” ‘Sevgi Duvarı’nı aştık onunla. ‘Ne kadar rezil olursak o kadar iyiydi.’ ‘İçerden çıkacak adamı’ anlattı bize. Cezaevinin rutubetli duvarlarını soluduk. Fişledik, sırt çevirdik. ‘Bir minik kız çocuğu.’ ‘Dalmış bir gün rüyaya, mavi önlük içinde, fabrika değil sanki bir okul bahçesinde, işte o an dişliler kapmış iki elini, böyle ödemiş yavrum rüyanın bedelini...’ diye anlatıyordu bizim çocuklarımızı. Binlerce sigortasız, güvencesiz, yasadışı çalıştırılıyordu çocuklar. Herkesin sustuğu, kulaklarını tıkadığı, gözlerini yumduğu bir zamanda tek başına bir adamdı. ‘Siz Yanmayın,’ diyordu. Oysa ‘Acı çekmek özgürlükse özgürdük hepimiz’ “Artık Susma!” diyerek seslendi ‘Yorgun Demokrat’lara. “Bu yolda dönenler oldu, mum gibi sönenler oldu, yar göğsüne baş koymadan, vurulup düşenler oldu. Bir sen kaldın geride. Ah akıp gidiyor hayat, yüreğim anlıyor seni, artık susma yorgun demokrat…” Çıktı aslanlar gibi konuştu her fırsatta. “Bu şarkılarım Deniz Gezmiş’e Yusuf Aslan’a Hüseyin İnan’adır!” diye, bangır bangır inletti konser salonlarını. ‘Denizin Ardı Özgürlüktü.’ ‘O mahur beste çaldı Müjgan’la biz ağlaştık…’ Başkaldırıyordu. “Eli böğründe analardan, mahpuslardan ve acılardan çokça bahsediyorum çünkü, kan emici yarasadan tiksindim, başkaldırıyorum! Üçkağıtçının, pezevengin, teslimiyetçiliğin adı uğramayacak bana... Ben bir bıçak ucuyum, kavga vermiş halkına, başkaldırıyorum hey varın benim farkıma!” Bu toprakların hikayeleriydi anlattıkları: “Diyarbakırlıymış adı Bahtiyar, suçu saz çalmakmış öğrendiğim kadar...Ne yapsa ne etse üstüne gitmişler, mavi gökyüzünü ona dar etmişler...” Sonra Nazlıcan’ı Bedirhan’ı Suphi’yi…Tezgahtar Nebahat’i sonra. Bazen ‘Kum Gibi’ ezdi geçti yüreğimizi. Efkarlandık. Cigara üzerine cigara yaktık : “Acımasız olma şimdi bu kadar, dün gibi çekip gitme, bırak da sarılayım ayaklarına, kum gibi ezip geçme…” Yetmedi ‘Şiire Gazele’ dedik bir de üstüne… Hepimizin istekleri aynı değil miydi? “Soytarılık etmeden güldürebilmek seni, ekmek çalmadan doyurabilmek, ve haksızlık etmeden doğan güneşe, bütün aydınlıkları içine
8
süzebilmek gibi mülteci isteklerim oldu ara sıra biliyorsun. Şimdi iyi niyetlerimi, bir bir yargılayıp asıyorum. Bu son olsun, bu da benim sana ayrılırken hediyem olsun.” Sevdalarımız, böyle masum böyle mütevazı değil miydi? Ada Sahilleri’yle, Saza Niye Gelmedin’le rakı içtik kimi zaman. Şarabın gazabından korktuk! Hep de ağlatmadı elbet. “Haydi Gül!” diye teselli de etti kimi zaman.’İyimser Bir Gül Açtı’ yanaklarımıza… Baktı ‘karışmış çoluk çocuğa, geçim derdinde demokrat’, ödül aldığı gecede çıktı, ‘ben bir de Kürtçe albüm yapacağım’ dedi. O Kürt deyince, kurtlar uludu. ‘Başım Belada…’ Tam da bahsettiği ‘Entel Magandalar’ doluşmuştu salona. Bir sürü kravatlı, jöleli adam, (adam diyorsam lafın gelişi) çatal bıçak fırlattı üzerine. ‘Hanım’larsa, “Sünnetsiz pezevenk!” diye bağırıyordu arkasından! (Şu bizim Condaliza Düdek!) Sahneye çıkıp manasız bir şekilde 10. Yıl Marşı’nı söyleyen Serdar Ortaç, bir 10 yıl geçmeden askerden kaçmak için sahte belge düzenleyecekti! ‘Bu ne yaman çelişki?’ “Bu İstanbul yakar adamı’ diyecektim, diyemedim. ‘Ne kadar kötü kokarsak, o kadar iyi’ydi ona göre. “Gecelere gidelim, ödülleri alalım, İçelim içelim, ölümüne içelim, DGM’ye düşelim,” diye dalga geçiyordu. Korkunç bir linç kampanyası başlatıldı gecenin ardından. Yalan beyanatlar, ‘photoshop’ resimler, bir yandan tehdit mektupları… Bir sürü faali meçhul cinayetin rahatlıkla gerçekleştiği bir memlekette, böylesi kuvvetli provokasyonlar içinde, bir başına bir adamın, buralarda kalması beklenemezdi elbette. Gidecekti… “Giderim bir gece vakti. Umurunda olmaz bilirim. Ya beni sararsa memleket hasreti?” “Hoşça kalın gözüm. Elimde değil, Susamıyorum.” Ama söz verdiği gibi gelecektir bir gün: “Geçiçi ayrılık benimkisi, ilkyaz çiçeğine gebeyim ağıtlar yakmayın adıma ben ölmedim ölmeyeceğim.” Çünkü o ‘bir anka kuşu gibi kendini külünden yaratır.’ Çocukluğumdan beri dinlerim Ahmet Kaya’yı. Bütün şarkılarını ezbere bilirim. Bundan da gurur duyarım. Anlattıkları bizim hikayemizdir. Bu toprağın kokusu vardır her ezgisinde. Bu toprağın ağıtıdır yaktığı. Buraya has bir kabadayıydı o. Tekti, ve bir şairdi. Ülkü Tamer’in, Yusuf Hayaloğlu’nun, Nevzat Çelik’in, Attila İlhan’ın, Ahmed Arif’in… Daha nice şairin de melodisiydi... Rock’çısı, punk’çısı, hip-hop’cısı, polisi, askeri, ülkücüsü… kendine ne sıfat takarsa taksın, her kesimin yüreğine yüreğine işlemiştir o. Utandırarak bile dinlettirir kendini. “Kişiliğini sevmem ama…” diye başlayan bir veciz söz bile icat olmuştur sırf bu yüzden… Onu bilimle anlamak, felsefeyle anlamak ve tarihle yargılamak gerek. Şarkıları, şiirleri kuşaktan kuşağa, kulaktan kulağa yayılırken, kim kime hangi itibarı veriyor? Bu şerefe erişmeye çalışanlardan geriye ne kalacak? ‘One minutes’ mü?.. BAHTİYAR SİZİ ÇOK SEVERDİ…
16 MART:
1
978 yılı darbenin koşullarını sağlamak için planlı-programlı, CIA destekli birçok suikast ve katliamın, Türk gladyo ve kontrgerilla faaliyetlerinin tüm demokrat insanları kuşattığı, saldırıların hızlandırıldığı bir dönem oldu. Ecevit hükümetinin dönemi... Birçok okul ‘ülkücü’ öğrencilerin denetimine geçti. Bu yıllarda üniversitede ilkokulortaokul mezunu ya da hiç okula gitmemiş ülkücü ‘öğrenci’lerin, ‘bir şekilde’ yuvalandığı tespit edilip atıldığını hatırlamak gerekir. Aynı yuvalanma şu ya da bu şekilde İstanbul Üniversitesi’nde de vardı. Devrimci öğrenciler çareyi 1 Mart 1978’den itibaren okula toplu girme kararı almakla buluyordu... Giriş çıkışlar polisin güvenlik kordonuyla sağlanıyordu. 7 Mart’ta İstanbul Emniyet Müdür Muavini Şükrü Balcı Şube müdürlülerine bir uyarı yazısı yazdı , “Sol guruba mensup öğrencilerin fakülteye gelmeye devam etmeleri halinde 8-10 gün içinde bu grup üzerine dinamit atılacağını” bildirdi. Elbette bu uyarı yazısı ‘gözlerden kaçtı’! Dinamit bir yüzbaşı tarafından Abdullah Çatlı’ya teslim edilmişti. Derken bomba elden ele geçti. Bu iş için Beyazıt’ta ayakkabıcılık yapan ülkücü Zülküf İsot seçilmişti. Sonradan ablasının anlattıklarına göre, “Beni mecbur ettiler. Gitmek zorundayım,” diyordu. Ablasının “Gitme!” ısrarı üzerine, “Gitmezsem öldürülürüm. Vururlar beni,” diyecek ve yola çıkacaktı. 16 Mart 1978 Perşembe günü -uyarı yazısının çekilmesinden tam 9 gün sonra-, Hukuk ve İktisat Fakülteleri’nden 150 kadar devrimci öğrenci dersten çıkmış, üniversite kapısına geldiklerinde, dışarıda, 15-20 kadar faşistten oluşan ülkücü güruhla karşılaşmıştı. “Komünistler Moskova’ya!”, “Beyazıt Meydanı komünistlere mezar olacak!” gibi sloganlar atan grubun başında Mehmet Gül vardı… O gün görev yapan polislerden biri (Yahya Gergin) “olayın gerçekleştiği tarihten önceleri devamlı 30-40 memurun görev yaptığı üniversite kapısında, olay günü sadece 9 memurun olduğunu” söyleyecekti… Polis ‘müdahale etmek üzere’ ülkücü güruha yönelmiş, devrimci öğrenciler korumasız bırakılmıştı. Toplu halde fakat güvenlik kalkanı olmadan yürüyen öğrencilerin üzerine, Zülküf İsot adlı ülkücü, Beyazıt tarafından Eczacılık Fakültesi’ne doğru koşarak gelmiş ve bombayı gruba fırlatıp kaçmıştı. Bomba büyük bir gürültüyle patladı. Bazı öğrenciler yaralanmış, vücutlarında şarapnel parçalarıyla yerde yatıyor, bazıları toz-duman, gürültü arasında, panik halinde etrafa kaçışıyordu. Bu sırada Beyazıt Kütüphanesi tarafında park etmiş arabaların arkasından öğrencilerin üzerine otomatik silahlarla yaylım ateşi açıldı… Ateş kesilince birkaç polis ateş eden saldırganların peşlerine düştü ki, arkadan bir emir geldi: “Geri dönün!” Bağıran kişinin komiser muavini Reşat Altay olduğu öğrenilecekti… Baki Ekiz, Abdullah Şimşek, Murat Kurt, Hamit Akıl, Ahmet Turan Ören isimli beş
ONUR GÖKTEPE
GAYET ‘RESMi’ BiR KATLiAM... öğrenci bombanın patlamasıyla olay yerinde öldü. Ertesi gün hastanede Hatice Özen bir haa sonra ise Cemil Sönmez’le ölenlerin sayısı yediye çıktı. 41 öğrenci yaralandı. Hava yağmurluydu o gün. Beyazıt Meydanı’nın kanı yağmur suyuyla yıkandı… Saldırıların faşist odaklarca gerçekleştirildiği öğrenciler tarafından biliniyordu. Katliamı başlatan katil –maşa- ise cenazedeydi. Sonra Kars’a geri döndü ve her şeyi ablasına itiraf etti. Teslim olmaya karar verdi. Bu kararını kendisi gibi bir ülkücü olan en samimi arkadaşı Latif Atkı’ya açtı. Latif ‘in de kafası öyle afyonluydu ki davasını arkadaşına tercih etti. Örgüt tarafından infazına karar verilen Zülküf ’ün infazı Latif ’e verildi. Gözünü kırpmadan 1,5 metre mesafeden sıktı Zülküf ’ün şakağına Latif. İki yıl sonra itirafçı Ali Yurtaslan’ın itirafları 16 Mart Katliamı’nda kullanılan bombayı Abdullah
Çatlı’nın getirdiğini açıklığa kavuşturdu. Yedi ay sonra Bahçelievler’de TİP’li yedi devrimci öğrenci katledildi… 16 Mart davası ilk kez 1978 de açıldı. Muhiddin
Cenkdağ iddianamesinde sanıklardan biri Mehmet Gül’dü. Sıkıyönetime devredilen davada sanıklar beraat etti. 1988 de dava yeniden açıldı. Davayı açanlar o gün saldırıdan sağ kurtulmuş, şimdi mezun olup avukat olmuş öğrencilerdi. Dava yeniden görüldü. 1996’da Susurluk kazasıyla yeni deliller ortaya çıktı. Abdullah Çatlı’nın MİT tarafından çeşitli eylemlerde kullanıldığı resmen açıklandı. Çatlı’nın telefon kayıtlarında İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde Terörle Mücadele’nin başında bir emniyet müdürüyle beş kez görüştüğü ortaya çıktı: Reşat Altay!.. Mahkeme Emniyet ve MİT’ten Çatlı’yla ilgili bilgi istedi… Fakat bir açıklama yapılmadığı gibi bazı gizli belgeleri açıklayan 16 Mart Avukatı Cem Alptekin hakkında da dava açıldı! Dava avukatları, polisin ve MİT’in gereken bilgileri göndermeyip ve kendilerini dava ettiği gerekçesiyle mahkemeden çekildiler…
Memleketin her bir köşesine birer müze lazım!
M
uhsin Yazıcıoğlu, muhabirlerin, “Madımak müze olmalı mı?” sorusu üzerine, “O zaman her tarafın müze olması lazım!”diyor. Ne dediğinin farkında değil. Doğrudur 30 yıldır bu ülkede katliamların-suikastların meydanı olmuştur. Ortaya çıkan ve hâlâ gizlenmeye devam eden kendisinin bildiği daha bir çok olay vardır. Hangi birine müze yapacağız! Örneğin: 5 kişinin ölüp 41 kişinin yaralandığı Balgat’ın müze olması gerekmez mi? Bahçelievler’e de yapalım mı bir müze? 7 TİP’li öğrenciyi katleden, “Hepsini boğarak öldürelim,” deyip öğrencileri iple boğmaya çalışacak kadar adi, vahşi, eli kanlı faşist katillerin, Haluk Kırcı’nın, Abdullah Çatlı’nın ve diğerlerinin fotoğraflarını asmak gerekmez mi içine? Erdal Şahin’in vurulduğu Piyangotepe Çelik Kıraathanesi’ne bir müze dikilmeli midir, soralım. Ülkücü faşistlerin olayı gerçekleştirmek üzere gasp ettikleri taksinin şoförüne tecavüz edecek kadar akıl hastası-sapıklar olduklarını da unutmayalım ama! Müze yapmak gerek! Mecidiyeköy Pasajı’na, Barbaros kıraathanesine, Yükseliş Koleji’ne müze yapılması gerek. Bu katliamlarda 77 insan öldürüldü. Maraş, Çorum, Malatya’da yine provokasyonlarla gerçekleştirilen gerici hareketlerde ise 129 insan öldü. 1974-80 yılları arasında toplamda 2 bin 109 ilerici, devrimci insan öldürüldü! Hangi müzenin kapısına yazalım bunları? Davadan dönen 16 ülkücünün de vurulduğunu yazalım ibret olsun diye! Altına da Türkeş’in ünlü vecizesini: “Emanet olan davayı kucakladım. Hiçbir şeye aldırmadan yürüyorum. Beni takip edin, geri dönersem vurun.” Altına not da düşelim: “Türkiye çapında 250 bin genci eğittik…” Her komando kampı bir müze olsun! Sonra hazır buna kolları sıvamışken
ibret olsun diye Türkeş’in Fethullah Gülen’e yazdığı mektubu yayınlatalım. Kendine rakip olan Muhsin Yazıcıoğlu’na liderliği kaptırmamak için değişen Türkeş’in partiye yeni katılan üyelere Kur’an-ı Kerim armağan ettiğini de söyleyerek: “Susurluk bahane edilerek zat-ı alinizin temiz isminin gölgelenmek istenmesi çok üzücü olmuştur. Fakat hem milletimiz sizi tanıyor, hem de dünya sizi tanıyor kötü niyetlilerin hiçbir şey yapması mümkün değildir.”* Yaptığınız, yaptırdığınız suikastler için de açalım bir müze. 11 Temmuz 1978’de Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü doçentlerinden Bedrettin Cömert’in eşiyle beraberken bindiği arabada nasıl kurşunlandığını anlatalım. 1. MİT raporuna göre Mehmet Ağar’ın yeraltı adamlarından biri diye geçen Lokman Kondakçı’nın Marmara Köşkü’nde yapılan dinleme bandında Bedrettin Cömert’in öldürülme emrini Muhsin Yazıcıoğlu’nun verdiğini,
söylediğini aktaralım. Buraya da bir müze yaptık mı, gidelim içinden makineli tüfek çıkan ülkücülerin kullandığı Devlet Bahçeli’ye ait 01 FE 994 plaka numaralı beyaz Reno otomobil var ya onu da önüne park edelim… 24 Mart 1978’de Ankara Cumhuriyet Savcılarından Doğan Öz’ün öldürülmesi olayında, İbrahim Çiftçi’nin Doğan Öz’ün katili olarak teşhis edildiğini, 9 Ekim 1978’de 7 öğrencinin öldürüldüğü Bahçelievler katliamının da sanıkları arasında olduğunu söyleyelim. Dört kez idama mahkum olup, davanın dört kez bozulduğunu da ekleyelim… Askeri Yargıtay Daireler Kurulu İbrahim Çiftçi’nin Doğan Öz’ü taammüden öldürdüğünü mahkemece tespit ettiklerini ancak oy çokluğuna dayan bozma kararı nedeniyle beraatına karar verdiğini resmen açıkladığını! Ülkü Ocakları Genel Başkanı İbrahim Doğan ve MHP Gençlik Kolları Başkanı Ali
Güngör tarafından öldürülen Nejdet Güçlü için de bir müze gerek. Sabıkalı İbrahim Doğan daha sonra TBMM’ye doktor olarak girdi ya müzenin kapısına bir heykelini dikelim. Ali Güngör ise 99 seçimlerinde MHP’den İçel milletvekili seçildi. Terörle mücadele kurulunun başkanı oldu kendisi. Onun neyi eksik, onu da sergileyelim. Olaya katılanlardan bir diğeri Sağlık Bakanı Osman Durmuş’tu. O da gelsin! 8. Türk kurultayının toplandığı Samsun’a büyük bir müze gerek. Kafatası ölçümünün yapıldığı bu kurultayın ‘21. yüzyılda yapıldığı’ notu da düşülsün: “Türklerin kafası yuvarlak, teni beyaz, burnu düz. Çenesi değirmi olup saçları hafif dalgalı, sakalı bıyığı orta gürlükte, gözleri parlak, yüzü değirmi, endamı güzel” olarak geçen tanım giriş kapısına yazılsın. Çenesi değirmi olmayanlar içeri alınmasın!** Agos’u müze yapalım sonra! İçeri giriş kapısına iki tane kocaman tablo koyalım. Birinde Muhsin Yazıcıoğlu’nun Çatlı’yla ‘kolbastı’ oynarken çektirdiği, diğeri Hrant Dink’in katilleriyle çektirdiği fotoğraf olsun! Şimdi Muhsin diyecek ki, “Bütün bu müzelere nereden para bulacağız?” MİT’ten Mehmet Ağar’ın emrine verilen 13 trilyonla çalışmalar başlasın. Oral Çelik-Çatlı’nın yurtdışında kaçırdığı uyuşturucuların parası, yetmedi mi, Haluk Kırcı’nın kaçması için verdiği paranın yarısı kadarını bağışlasın. “O zaman her yere müze yapılması lazım.” Evet, kana buladığınız her yere müze yapılması lazım! Ama görüyorsunuz ya kolay değil! Sizin kanlı tarihinizi anlatan koca koca kitaplar yazıldı. Çarşaf çarşaf iddianameler var. Hangi birine yapalım müzeyi? *Rıdvan Akar, Yeni Binyıl, Ağustos 2000 **21 mart 2000 Samsun Daha geniş bilgi isteyenler, Erbil Tuşalp’in Bozkurtlar adlı kitabını okuyabilir.
9
Nazım’a ‘iadei itibar’!..
10
BURAK SÖNMEZER
ŞU BİZİM ‘ÖZGÜR’ BASIN!.. 1
CEZA: Sabah Gazetesinin harika insanı Emre Aköz başbakana soruyor; diyor ki “Doğan grubuna kesilen vergi cezası, grubun siyaseten cezalandırılması olarak değerlendiriliyor. Ne diyorsunuz?” Başbakan da kendinden beklenen cevabı yapıştırıyor. “Bizim bu olayda bir dahlimiz yok.” Başka ne diyecekti, diye düşünmeyin. Bu tür sorulara bu memlekette başka türlü cevaplar da verilmiştir. O mevzua birazdan geleceğiz. Yalnız şimdi Doğan Grubu’nun çıkardığı yaygaradan bahsedelim. Bir kere AKP’nin Doğan Grubuna yaptığı kıyaklar yanında kestiği cezanın devede kulak olduğunu bir kenara yazalım. Doğan Grubu’nun, sadece özelleştirmelerden payına düşen POAŞ’ı daha satın alırken elde ettiği kazanç şimdi kesilen cezayı haydi haydi karşılayacaktır. Bunun borsa spekülasyonunu, satışını falan saymıyoruz. O zaman kıyaklar ‘basın özgürlüğü’ çerçevesinde değerlendirilmiyordu tabii. Ama şimdi Doğan’ın bütün kocabaşları basın özgürlüğünün yılmaz savunucuları oluverdi. Evet, özgür basının olduğu yerlerde bir yayıncıya bu kadar büyük bir ceza asla kesilemez. Ama bakınız bunun nedeni devletlerin basın özgürlüğüne saygısından çok, yayıncının bu kadar büyük çapta iş sahibi olmamasıdır. Açıkça söyleyelim, memleketteki en büyük gazetelerin, en çok seyredilen TV’lerin, kamyonla abuk sabuk derginin sahibiyseniz, finans ve bankacılık dünyasında cirit atıyorsanız, petrolcülüğe ve bilumum başka işe soyunmuşsanız orada ‘basın özgürlüğü’nü sizin savunmanız, kargalarla esprili bir sohbet manasına gelir. Hele memlekette basılan tüm gazeteleri, dergileri dağıtan ve onları satan ağa sahip tek şirket size aitse elinizde basın özgürlüğünün değil sansürün anahtarı var demektir. Bu grubun çeşitli nedenlerle bugüne kadar işine son verdiği gazetecileri, haydi, bir tarafa bırakalım. Ama bugün basın özgürlüğü diye yırtınan kocabaşlar (kurbağa yavrusu manasında) daha birkaç yıl evvel kendi meslektaşlarını, aldıkları talimatla, PKK’nin maaşlı elemanı oldukları gerekçesiyle ‘şerefsizler’ diye kovmamışlar mıydı? Genelkurmay’dan gelen talimatlarla haber yapınca basın özgürlüğü oluyor da AKP’den ricacılar olunca bu özgür basına baskı mı oluyor? POAŞ’dan gelen paralar pek tatlıydı da, doğal lif içermediğinden tıkanıklık yaptı şimdi
asli görevleri iktidar açısından tehlikeli görülen ne varsa hedefe koymaktır. Bu tipler leb demeden leblebiyi yazarlar. Egemenlerin o günkü ihtiyaçlarını yakınen bildiklerinden, bir uyarıya gerek kalmadan, kendiliğinden borazanlığa soyunabilirler. Yalnız arada öyle kafasız müsveddeler çıkar ki, illa gerekli malzemeyi ya telefonla yazdırmak ya da bizzat istihbarat notları şeklinde kaleme alarak bunların ellerine tutuşturmak gerekir. Bu dün nasılsa bugün de böyledir. REJİM MESELESİ: Bu talimatların ve yönlendirmenin yoğunluğu aslında bir rejim meselesine işaret eder. İşin bu tarafı ciddidir. Başta söylediğimize tekrar dönersek, Doğan Grubu’na kesilen ceza için Başbakan, “Bizim bu olayda bir dahlimiz yok,” değil de, “Bu grup memleketin umumî siyasetini, esasından müteessir edecek neşriyata bulunduğu için cezalandırılmıştır,” da diyebilir. Bu basit bir terbiye meselesi değildir. Şunu unutmamak lazım: Her rejim, kendi matbuatını yaratır. Siyasal rejim sertleştikçe matbuat rejimi de sertleşecektir. Önümüzdeki dönemde egemen sınıf içinde zaten iyice görünür duruma gelmiş olan çelişkilerin daha da derinleşeceği, artan işsizlik sonucu toplumsal muhalefetin artacağı, belki emekçi sınıflar içinde hareketliliklerin ortaya çıkacağı bir süreç yaşanması muhtemeldir. Bu tip dönemlerde egemenler kendi gerçek dinlerini hatırlayıp vecibelerini mümkün olduğunca yerine getirmeye çalışır. Egemen sınıf ve onun kesimleri arasındaki çelişkiler ve mücadeleler sonsuza kadar sürmez. Bu çelişkiler, iktidarın ekonomik ve siyasi alandaki başarısızlarıyla da birleştiğinde, eninde sonunda bir bütün olarak egemenlerin kendilerine zarar vermeye başlayacaktır. İş bu noktaya geldiğinde egemen sınıflar tapınacak bir Bonapart bulup çıkartır ve önünde secdeye durur. Ancak, bakınız, böylesi törenlerde kodamanlar, para babaları, ağalar, sanayiciler gibi egemen sınıf mensuplarını ön saflarda görmeniz mümkün değildir. Onlar daha çok gözden ırak yerlerde cemaatin arka taraflarında yer alırken, ön saflara bugünkü gibi her renkten özgürlük düşkünü kocabaş doluşur. Bugün egemen sınıfların farklı kesimlerini temsil eden ve bu nedenle dalaşıp duran kocabaşlar, yarınki kurtarıcıları karşısında kol kola yanak yanağa olacak kadar beyefendidir.
3 2
değil mi?.. TALİMATLA HABER: Oktay Ekşi, hatırlayacaksınız kendi köşesinde hiç sıkılmadan Mehmet Ali Birand başta olmak üzere bir kısım gazeteciye ağzına geleni söylemişti. “Alçaklar!” diye bağırıyordu… Gerekçesi de, Genelkurmay’ın yetkili birimlerinden kendilerine gelen istihbarattı. Söz konusu ‘şerefsiz gazeteciler’ PKK’nın sözcülüğüne soyunuyor, o da yetmiyormuş gibi bunu para alarak yapıyorlardı. ‘O gazeteciler’ işlerinden oldu. Yalnız Ekşi’nin aldığı talimatta, mesela Akın Birdal’ın da ismi geçiyordu. Ona bilmem kaç tane kurşun sıktılar, sonra da kanlar içinde can çekişen adamı televizyonlarda gösterdiler. Ama Ekşi, tabii, kuvvetli karaktere sahip üstün seciyeli biri olduğundan, aradan zaman geçip kendisine gelmiş olan istihbaratın Genelkurmay menşeli bir uydurma olduğu ortaya çıkınca, “Yahu kandırmışlar beni enayiler,” gibilerinden bir özür dilemekten geri durmadı. Saf tabii adam. Ne bilsin bu memlekette birilerinin kimi zaman yalan söyleyebileceğini. Şaka bir tarafa, en azından Cumhuriyet dönemi Türk basını, yönlendirmeyi asla sorgulamayan, açıkça sekreterlik gibi çalışan bir yapıya ve geleneğe sahiptir. Bu yapı kendi içinde süzme tiplerini de yetiştirir. Onların
Güncel politikalar ve ölüye-diriye küfür!..
H
ükümet seçim öncesi popülist yaklaşımını, ses getirmesi için ölü sanatçılar üzerinden yapmaya başladı. Bu anlamda Nazım Hikmet ve Ahmet Kaya’nın yıllarca giremedikleri ülkelerine mezarlarının taşınması isteği mi, yattığı yerde bile rahatsız etmek mi, özür dilemek mi anlaşılamıyor. Nazım usta olacakları bilmiş ki, bir şiirinde kabir sahtekârlarını düşünerek bu konuda vasiyetini yazmıştı zaten. Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında, Ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında. *** Mal varlığını açıklamakta zorluk çeken iktidarın sahipleri bu gidişle, mal varlıklarını Leman ve Cumhuriyet çizerleri sağ olsun şeklinde açıklayabilecekler. Ayrıca el altından sansürlerle cezalandırılan bir sürü sanatçı, hükümete yakın kanallarda, görünen bir takım eller tarafından işten çıkartılıyorlar. Devam eden dizilerde bile, ana kadroda olan muhalifler kriz bahanesiyle beklemeye alınıyorlar ve şarjı bitene kadar bekletiliyorlar. Yeni başlayacak işlerde de isimleri, uygun olmadıkları gerekçesiyle çizilebiliyor. *** Diğer taraftan ülkede sevilen, sürgünde ölmeye mahkûm edilmiş sanatçı ve yazarların mezarlarını ülkeye taşıyabilmenin hesabındalar. Şimdi merak ediyorum, 60 yılı sahnelerde geçmiş bir Gazanfer Özcan ustanın 500 bin liralık vergi borcu, onun utancı olabilir mi?
Ülkenin her yerinde sahnesi olan salonlar yandaş olmayan sanatçılara, olağanüstü paralarla kiralanmaya çalışılıyor. Çok değerli ressamların ‘nü’ resimleri ‘uygunsuz’ bulunup tülbentlerle örtülüyor. Koca bir hayatı bir objede yansıtmayı başararak, dünyanın en zor ve en estetik sanat olaylarından birini gerçekleştirmiş bir heykel emekçisinin sanatının içine tükürülüyor. Tadilata alınan kültür merkezleri bir türlü bitemiyor. Bitenleri de her sanatçı kullanamıyor. Dolayısı ile Devlet Tiyatroları bile! Repertuarlarındaki oyunların yarısını oynayabiliyor. Uygunsuz ve çok uzun çalışma saatleri sonrasında kazada ölen set emekçisi evlatlarımız utanılacak bir suç işlemiş gibi hemen jenerikten çıkartılıyor. Yurtdışında ölen ve sevilen sanatçılarımız, ülkeye taşınılmak isteniyor. (Onlar ki bu ülkeyi kesinlikle mezarlarını getirmek isteyenlerden çok daha fazla hak etmişlerdir.) Seçim öncesi göz boyamacı bu zihniyetler daha önce de cennetin anahtarını vaat etmiyorlar mıydı? Ülkenin (muhalif) sanatçıları siyasi ve ekonomik baskılarla boğuşurken, sanatçılara soruyorlar… Siz bizim onursuzlaştıramadıklarımızdanmısınız? O zaman öldüremediklerimizden olamazsınız. Yazıklar olsun! SERHAT ÖZCAN
11
mantar tarlası
“Geçtiğimiz cumartesi günü ilk kez Başbakan Erdoğan’ın seyahatlerde kullandığı ANA adlı uçağa bindim. Diyarbakır mitingini izleyip döndüm. İşte birkaç izlenim: * Uçak iki farklı alandan oluşuyor. Ön tarafta, kokpitin hemen arkasında, Başbakan’ın kullandığı bölüm var. Burası da ikiye ayrılmış durumda. İlki, Tayyip Bey’in ve Emine Hanım’ın özel bölmesi ki burayı bir evin yatak odası gibi düşünebilirsiniz. Diğeri, evin salonu diyebileceğimiz, Başbakan’la konuşacak kişilerin ağırlandığı alan. Dar koridordan arka tarafa geçtiğinizde kırk kişilik bir başka bölümle karşılaşıyorsunuz. Gazeteciler, Başbakan’la birlikte hareket eden ekip (basın danışmanı, korumalar, vb.) ve diğer misafirler buradaki rahat koltuklarda oturuyor. * Uçakta görevli THY personeli; tavırları, konuşma biçimleri ve servis becerileriyle dört dörtlük. Böyle bir kaliteyi ancak lüks otellerde bulabilirsiniz. * Misafirlere önce çiklet ve sıcak havlu servisi yapılıyor. Sabah kahvaltısı gayet zengin: Peynirler, meyveler, bal-kaymak, börekler, gözleme, yumurta çeşitleri (menemen, omlet, sucuklu), meyve suları, çay, kahve... Tabii bunlar bembeyaz örtüler üstünde yeniliyor. İşte bu kadar! “Başbakan’ın uçağına niye o alınıyor da, ben alınmıyorum” diye kıskançlık krizi geçirerek, meslektaşlarına pislik atanların yapmayı hayal ettikleri seyahat bundan ibaret.” Emre Aköz… Başbakan’ın uçağına niye alınıyor, anlamışsınızdır herhalde… *** “Başbakan Erdoğan’ın uçağında kendine yer bulmayı çoktan hak etmiş Emre Aköz’ün, hakkını aldığını fark ettik… Fakat durun bir dakika! Başbakan’la çektirdiği fotoğrafta Emre’nin yüzüne yerleşen hafif mahcubiyet ifadesini görmek… Memnuniyet verici değil mi?” Ahmet Hakan… Ne uçakmış arkadaş! *** “Kürt kökenli vatandaşlarımız şiddet eylemleriyle araya mesafe koymayı başarmalı. İşte bu noktada, Diyarbakır halkının, DTP’li Osman Baydemir yerine AK Partili Kutbettin Arzu’yu tercih etmesi çok önemli. Diyarbakır’da AK Parti’nin kazanması hayal değil. Seçim neticeleri, halkın barış iradesini göstermesi açısından da büyük önem taşıyacak. Vatandaşın sağduyusuna güveniyorum. Gel kardeşim, sandıkta ‘barış’ için oyunu kullan!” Nazlı Ilıcak… Kadın artık Kürtlerin kime oy vereceğini de söylüyor! AK Partili Kutbettin ha! Eh, eline keçiboynuzu da tutuşturursa tam olacak!.. *** “CHP’liler yediklerinden çok, işbilmezlikleri yüzünden devleti zarara uğratırlar. Onun için de, daha az yediklerinden kendilerini daha namuslu görürler. Yemek için biraz çalışmak gerekiyor. CHP’liler laf üretmekten, kendi aralarında kavga etmekten iş yapmaya vakit bulamazlar.” Abdurrahman Dilipak… Tevfik Fikret ne güzel söylemiş: Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak! / Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak! / Bugünkü mideler kavı, bugünkü çorbalar sıcak / Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak... / Yiyin efendiler yiyin, bu han-i iştiha sizin / Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! *** “Geçen gün bir erkek kankam sordu: Sen ülken için biriyle yatar mıydın? Hiç es vermeden cevap verdim: Evet! Eğer ülkem için birini öldürebiliyorsam gözüm kapalı biriyle de yatarım. Ben bir kadınım, istersem neler neler yaparım. Yeter ki amacım olsun, ülkeme feda olsun...” Ayşe Özyılmazel… Bu vatan-millet-adapazarı edebiyatı gittikçe değişik bir hal almaya başladı… Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda!.. (Hazırlayan: O. Özgen)
12
Ahmet Aydın’ı seeeviiiyooo!
“N
e kadar nazlı olsa, nazenin olamaz,” derdi rahmetli büyükannem. Sanki Ahmet Hakan’ı tarif etmek istermiş… İslami kesimin bir zamanlar alternatif ve marjinal oluşuyla dikkat çeken gazetecisi, AKP iktidarıyla birlikte sınıf atlayıp Hürriyet’e geçtikten sonra yaşadığı metamorfoz akıllara durgunluk veriyor. Biz de kendisini gazetecilik yapmak ister sanırdık; lakin onun derdi başkaymış. O, bir Ertuğrul Özkök, bir Emin Çölaşan veya ne bileyim Can Ataklı filan olmak istermiş özünde. Adı geçenler gibi iyi semtlerde oturmak, en güzel yemekleri yiyip, en kaliteli şarapları içmek, en güzel kızlarla muhabbet edip sağa sola caka satmakmış meğer derdi. “Dün akşam patronla beraberdim,” veya, “Bu sabah beni Aydın Bey aradı,” diye başlayan ‘ben ben ben’ cümleleri kurmak veya, “Bana bak bilmem ne bakanı, sana söylüyorum…” yollu tehdit yazılarıyla yüksek adam imajı çizmekmiş arzusu. Vah ki ne vah… Ablası Nuray Mert her ne kadar, “Ben kendisini iyi tanırım, süper kafa ve muhteşem çocuktur,” yollu yazılarla kankasını savunsa da, gün geçtikçe battıkça batıyor AHC. Geçen ay ‘köşe yazısı’ diye bize yutturmaya çalıştığı yalakalığa bakın aşkına: CUMA günü Aydın Bey aradı... Dedi ki: “Fehmi Koru beni aramış... Eresin Otel’de fasıl yapacaklarmış... Sen de davetliymişsin... Beraber gidelim mi?” Aydın Bey daha cümleyi bitirir bitirmez, kafamda “başlıklar” uçuşmaya başladı: “Aydın Doğan muhafazakár camiaya açılıyor...” Bulduğum ilk başlık buydu... Sonra içimden “Ama davet Fehmi Koru’dan gelmiş” diye geçirdim... Ve başlığı şu şekilde revize ettim: “Muhafazakár camia Aydın Doğan’a açılıyor.” Ben başlıklara dalmışken... Aydın Bey’in sesiyle kendime geldim: “Ne diyorsun?” Kendimi toparlayıp cevap verdim: “Tabii Aydın Bey... Gideriz...” Epey bir süredir aksatmıştım fasılları... Aylar sonra ilk kez gidecektim...” Neremizle gülsek bu satırlara? Fasıllar, eğlenceler, araşmalar filan... Ne o? Ertuğrul’un pabucu dama atıldı galiba... Sevgililer gününde de birbirlerine gül filan göndermişler midir acaba? Eski mahalleye nanik olsun! On yüz baloncuk da yutar bu yakında...
Ergenekon (ETÖ) nelere kadir!
ESRA ARSAN
Peki Akif, Akif peki!..
H
ilton arazisiydi, Deniz Feneriydi, Ergenekon’du, Doğan Grubuna kesilen milyonluk vergi cezasıydı filan derken, medya iktidar ilişkisinde bir saflaşma, keskin duruş, karşıtlık, çatışma filan bekliyoruz. Ve fakat, saflar giderek muğlaklaşıyor, kim yandaş medyanın adamı, kim muhalefetin sesi birbirine karışıyor. Namık Kemal Zeybek ve Hasan Celal Güzel’den sonra Başbakan’ın eski tashihcisi ve yalan makinası Akif Beki’nin Radikal’de yazmaya başlaması, işlerin hakikaten endazesinden çıktığını muştuluyor. Başbakan’ın basın danışmanlığı görevinden ayrılır ayrılmaz, köşelerden köşe beğen misali, Akşam’da mı, Kanal 24’de mi yoksa eskiden olduğu gibi Kanal 7’de mi çalışacağına karar veremeyen ve sonunda Radikal gazetesinde istihdam edilmesi uygun bulunan Beki, geçen ay icraatlarına başladı. Çiçeği burnunda Doğan Grubu yazarı Akif Beki, kaleme
aldığı ilk makalesinde kamusal fayda gördüğü önemli bir meseleye parmak basıyordu. Şöyle bir mevzu: “Emine Erdoğan, rüzgârla şiddeti artan yağmura inat, başbakanı dinlemekten vazgeçmeyen
kalabalıkla özdeşlik kurmak istedi. Islanma pahasına, ‘ben de sizdenim’, mesajı verdi. Bir adım gerideki tentenin altına çekilmeyi de, uzatılan şemsiyeyi de bunun için reddetti. ‘Beraber ıslandı
yağan yağmurda!’ romantizmin hâlâ ölmediğini hepimize gösterdi.” Bir başka değerli makalesinde ise RTÜK Başkanı Zahid Akman’ın Ankara’da bir kahvede arkadaşlarla okey oynadığı haberiyle ilgili değerli görüşlerini öğreniyorduk yazarının: “Eski günlerin hatırına içimi dökmezsem, bana rahat yok. Dostluğumuza binaen soruyorum şimdi Zahit Akman’a: Saatlerce okey masalarından kalkmazsan başına ne gelmesini beklersin ki? Hadi diyelim bu haltı yedin, insan hiç mi tedbir almaz? Böyle de yakalanılmaz ki?” Bu iktidar başımızda oldukça, bu gözler büyük medyaya rotasyonla gelen daha ne büyük yazarlar görecek kimbilir? Ahmet’in sevgili kankası Aydın, yazarlarına yazdıkları yazılar için değil, yazmadıkları bazı başka şeyler için para veriyor, o artık herkesin malumu. Kolay gelsin hepsine.
TRT-i şeşi beş...
B
ianet’te yayımlanan bir haberden: “Demokratik Toplum Partisi (DTP) Eşbaşkanı Ahmet Türk, geçen ay Meclis’teki bir parti grup toplantısında 21 Şubat Anadili Günü nedeniyle, Türkçe giriş yaptığı konuşmasına Kürtçe devam etti. Canlı yayın yapan TRT 3’teki Meclis TV, konuşmanın Kürtçe bölümündeki ilk birkaç cümlenin ardından yayını kesti; ekrana çıkan spiker, “Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu gereğince Meclis kürsüsünde ve toplantılarında Türkçe’den başka dilde konuşma yapılamayacağı hükmü doğrultusunda yayınımızı kesmek zorunda kaldık, seyircilerimizden özür diliyoruz” dedi. Ancak Anayasa’da spikerin söylediği doğrultuda bir madde yok. Meclis İç Tüzüğü’nde de konuşmaların hangi dilde yapılacağına dair belirleyici bir madde bulunmuyor.” Adamlar Kürtçe kanalı kurdu, daha ne istiyorsunuz, belanızı mı? Gidin stüdyoda istediğiniz kadar konuşun kardeşim ana dilinizi!!! Bu arada, aslında Tayyip Erdoğan da Meclis’teki konuşmalarını İngilizce yapmayı deneyebilir. Böylelikle hem aldığı o kadar İngilizce dersi boşa gitmez, hem de dilimize kazandırdığı “Van minüts!” gibi kalıplara yenileri eklenmiş olur...
Küfür ettirttirmeyin lan bana şimdi!..
G
azetelerden: “Başbakan Erdoğan Sinop-Boyabat Tüneli Geçiş Yolu’nun hizmete açılması sırasında video bağlantısı olmadığını öğrenince çok kızdı. Erdoğan, Sinop Uğur Mumcu Meydanı’nda partililere hitap ettikten sonra geldiği Hükümet Konağı önünde Sinop-Boyabat Tüneli Geçiş Yolu’nun hizmete açılması törenine katıldı. Konuşmasının sonunda yaptığı anonsun ardından bir görevli yanına yaklaştı ve bir uyarıda
bulundu. Bu diyalog Başbakan’ı çileden çıkardı.” İşte o diyalog: Erdoğan: Şimdi sizleri şuradaki megaboard’dan tünelin açılışına davet ediyorum. Hep birlikte burayı izleyeceğiz. Ve buradan göreceğiz. Görevli: Bağlantı yok efendim. Erdoğan: Nasıl yok ya? Görevli: Tünelle bağlantı yok efendim Erdoğan: Niye yok olur mu öyle şey ya? Şimdi küfür ettireceksiniz bana... Sanki hiç yapmadığı şeymiş gibi…
13
RED şiirleri
3-
Sokaktayım Sırtımda yara var Kalbim ortada Ateşten çıktım Su veriyorum Damarlarıma… Sokaktayım Ve bir tabancam var Bakırcılar çarşısında -Urfa’daBir kaçakçıdan alınma Ucuz bir paraya. ‘köstebek’in İzini sürüyorum ‘yeraltında’… Sokaktayım Taş taşıdım Çeşme başına Bu yüzden Karakolda kaydım var… Bir rivayete göre Ben ‘adam’ olmam Doğrudur Bir kenar mahalle kızına Karanfil sakladım koynumda Ogün bugündür Yaka-paça kavgalıyım Mahalle esnafıyla… Üniversiteden bir profesör Paşalar İmamlar Gazeteciler Bir rahip Ve Beyaz Saraydan üç yetkili Commer Paul Henze Ve ikinci katip Alexander Pack Ve onların ‘çocukları’ Sorup soruşturdu Rehabilite yapılamadım ‘mahsurlu’yum… Çünkü Çeşmelerden anason akarken Afyonlu ve duman altıyken tekkeler Ve ihanet Etek boyunu aşmışken Ben Dolmabahçe’de Deniz suyu yuttum Bu yüzden Romantik olmayabilirim… Doğrudur Şiirlerim müstehcen Açık saçık Ve tahrikçiler Okul önlerinde kızları ayarttım Şarkılarım sokağa taştı Kondularda dinlenir Bir sabah şehrin duvarlarına yürüdüm Grevci işçiler şiirlerimi okudular Güldüler Fabrika kapıları kaynaklandı Dedikoduya yol açtı kızlar arasında Paşabahçe’de Ve Dokuma’da… Doğrudur Ben ‘adam’ olmam Şiirlerim
14
İtaatsiz Ve ‘kundakçı’dır Tabancamsa Dolu Namluya sürülüyüm Emniyetim açık… Çünkü Adalı’yım İki taneyim On taneyim Çokum… Çünkü Kenar mahalle militanıyım Deniz kokuyorum Çiçeğim burnumda… Çünkü Ateş Su Ve çeliğin izdivacından doğdum Çok soru sordum İntihara meyilliyim… Niksar’da Şeytana uyup Elmalarınızı taşladım Çünkü Şarap tadındayım… Şehrin eski ve yeni fahişeleri Tanımazlar beni Ve tekkelerde esemem okunmaz İman etmedim Bu yüzden Makbul değilim… Doğrudur Şeytana uydum Ve bu yüzden Döküp orta yere Çeyiz sandığımı Şiirlerimi Öfkelerimi Ve aşk mektuplarımı Namluya sürüp Sokağa çıkardım Görücüye…
Ve dolu bir tabancam var Üstelik kanun kaçağıyım… … Beni vurdular Tabutuma sığmadığımdan Taksim’e sokulmadım Ve taş kesildim Çocukların avuçlarında İki yakada… Beni vurdular Öldüm ölecekken Gazi’den taze bir dul Kaldırıp başını yas’ından Sıyırıp beyaz başörtüsünü Bana hamile kaldı -bu yüzden linç edilecek sürüklenecek sokaktaBeni vurdular Bir kömür madeninde ‘yeraltında’ Bir köstebeğin Koynuna sokulup Ete kemiğe büründüm… Biliyorum Münasebetsizim Biliyorum Güleceksiniz Biliyorum Ben ‘adam’ olmam Adalı balıkçılarla bir olup Denize açıldım Şafaklarda… Ağ attım Ay ışığı yakaladım Üstelik Kanun kaçağıyım Amele kahvelerinde Çay içerken fişlendim… Kara denizde Yıkanıp Tazelendim… Yedi karanfilden Ciğerlerimi soludum Beyazıt’ta…
Ben ‘adam’ olmam Doğrudur Çünkü gizli ayinlere katıldım Çünkü ruhuma şeytan girdi Baştan çıktım Bir günahkarım Cennetten kovuldum…
Bir işçi Ellerini verdi Namuslu…
Doğrudur Baş belasıyım Şarkılarım itaatsiz Ellerim tehlikeli…
Bir çocuk Tekmelerini verdi İdam sonrası…
Sorularım var Cevaplarını arıyor Sabırsız Meraklı… Sözüm var Söylenmedi. Tohumunda… Bir hesap var Görülmedi Kanıyor…
Bir kız Yüzünü verdi Bakire…
Bir sorgudan Çığlıklar kuşandım Ketum… Bir şair Düşlerini verdi Hülyalı… Bir Deniz Mavisini verdi Dalgalı… Bir Adalı Öfkesini verdi
Bilge Ve Mahir… Binbaşı Ramona -ComandanteElişi sırt çantasını Ve fişekliğini verdi Farabundo Marti’li Companeros İllegal… La Plaza De Mayo’da -analar meydanıBir sokak şarkıcısı Sesini verdi Militiano ‘beyaz’ Ve inatçı… Bir ressam - Sinyora KahloGüneşi boyadı Gözlerime… Kulaktan kulağa yayılan Şu çığlıklar Ve gündelikçilerin Çoğalan gülüşleri Doğum habercilerimdir… Bolşevikler Kışlık saraya yürüdüler Bolşevik komutan Kürsüye çıktı Smolni’de… ‘…parçalanacak’ ‘…ve yıkılacaktır’ ‘…savaş makinesi’ ‘…ahtapotun’ Ve ‘…ezilecektir başı’ ‘…mütevazi ve gözüpek’ ‘…gözlemciler ve muhasebeciler’ ‘ ...mülksüzleştiriciyi’ ‘…mülksüzleştirecektir’ ‘…demir pençeleriyle’ Tabutumu tekmeleyip doğruldum Koparıp zincirlerini ‘mezar kazıcılar’ Ayaklandılar… Hikayemizin başladığı yer… Kahin -UlyanovHikayemizi yazdı… Barikatlar Ve komüncüler… Bir rivayete göre Kıyamet sokakta kopacak Doğrudur. Sokakların boyu-eni Taşlar ve avuçlar yazılı Das Kapital’de. Çünkü Taşlar Avuçlanacaklar Ve atılacaklar…
S. GÖKTEPE
MAHiR ÇAYAN NEYi TEMSiL EDiYOR? R ED’in geçen ayki sayısının kapağında Mahir Çayan vardı... Tayyip Erdoğan’ın ‘Davos şovu’nun ardından, “Aman yanlış anlama olmasın, kasti bir şey yok, hareket topa, tavrım moderatöre,” açıklamalarına karşılık iç siyasette İsrail’e tavır koyan ‘fatih’ pozlarına girmesi hakikaten çok sinir bozucuydu. İsrail’le milyar dolarlık anlaşmalar, enseye tokat ikili ilişkiler ve müşterek Ortadoğu jandarmalığı gibi gayet mide bulandırıcı bir manzara ortadayken, Tayyip Erdoğan’ın ‘şimdiye dek hiçbir solcunun yapamadığını’ yapıp, ‘İsrail Cumhurbaşkanı Peres’e haddini bildirdiği’ türünden palavralar piyasaya salıverildi. Nazi propaganda yöntemlerine benzer, ‘yaratılmış’ bir yalancı pehlivanlık vakasıyla karşı karşıyaydık. Hele ‘hiçbir solcunun yapamadığını yaptığı’ iddiası... İnsan hakikaten çileden çıkıyor. Son anda derginin kapağını değiştirdik, Türkiye tarihinde İsrail’e tavrı Mahir Çayan’ın koyduğunu yazdık. Ben de kendi yazımın sonuna bir paragraf ekleyerek, Mahir’in o tavrı İsrail Konsolosu Efraim Elrom’un ‘kafasına sıkarak’ koyduğunu yazdım. Bu paragraf iki önemli eleştiri aldı. Birincisi, ‘kafaya sıkmak’ tabirinin esas olarak lümpen bir ifade olduğu ve devrimcilerin böyle kavramları meşrulaştırmaması gerektiği üzerineydi. Bir diğeri ise, devrimci Marksist geleneğin, bir mücadele yöntemi olarak kaçırma, suikast ve genel olarak bireysel ‘yıldırma’ eylemlerini değil, kitle seferberliklerini esas alması gerektiğini, ‘zor’un da kitleler tarafından uygulandığı takdirde bir anlam ifade edeceğini, ancak böylelikle ‘devirici’ ve dönüştürücü olabileceğini vurguluyordu. Hemen belirteyim, her iki eleştiri de doğrudur. İlk olarak, evet, biz RED’de günlük yaşamda hepimizin kullandığı ve ‘argo’ tabir edilen lafları kullanmaktan hiç çekinmiyoruz; sahte bir kibarlık ve ‘ciddiyet’i reddediyoruz. Ne var ki, bu
tavırla, lümpenlerin diline pelesenk olmuş laflar arasına bir ayrım koymak lazım. Hatamı bağışlayacağınızı umuyorum… İkincisi, Mahir Çayan’ın ‘İsrail’e koyduğu tavır’, bir tespit olarak, ‘şimdiye dek hiçbir solcunun yapamadığını Tayyip Erdoğan’ın yaptığı’ iddiasına karşılık hatırlatıldı, bu tür eylemleri yüceltmek için değil. Kaldı ki, RED’in iki buçuk seneyi bulan geçmişinde hiçbir zaman bu eylem yöntemini savunmadık… Her iki eleştiriye ilişkin bir açıklamayı zorunlu bulduğum için bu yazıyı kaleme alma ihtiyacı hissettim ve bundan sonra da okurlarımız ve yazarlarımızın, RED’i sahiplenen herkesin ilerletici eleştirilerini
bizden esirgememesini rica ediyorum. Bu vesileyle başka bir meseleyi de vurgulamak istiyorum. Son dönemde, özellikle liberal sol çevrelerde hakim bir söylem olarak, 70’lerin devrimcilerinin, özel olarak da Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş’in ‘milliyetçi’ oldukları, onları savunmanın ‘bir tür gerilik’ anlamına geldiği dillendirilip duruyor. Mahir Çayan’ın RED’in kapağını kaplamasını, zamanında yükselttiği ‘milli cephe’, ‘milli demokratik devrim’ ya da ‘Bağımsız Türkiye’ sloganı dolayısıyla ‘yersiz’ bulanlar da oldu. İşte burada bir durmak gerekiyor. Mahir Çayan, bu toprakların gördüğü,
göreceği en önemli devrimcilerden biridir. Yarattığı ve savunduğu programatik çizgiden bağımsız olarak böyledir bu. Evet, 20’li yaşlarının müsaade ettiği kadar okuyabilmiş, ‘milli cephe’ siyasetiyle yola çıkmış, bu siyaseti hiç yitirmediği devrimci reflekslerle ‘antiemperyalist, anti-oligarşik devrim’ hattına kadar ilerletmiş, günün koşullarında gerillacı çizgiden etkilenmiş bir gençlik lideriydi Mahir. Bunların tümü bugün eleştirilebilir, hatta eleştirilmeli ve aşılmalıdır. Ancak Mahir Çayan’ı belirleyenler bu programatik-pratik çizginin çok ötesinde bir şeydir. Mahir, o güne kadar Moskova’nın bürokratik devlet aygıtının peşine takılmış, onun memuru gibi çalışan, hatta liderleri bizzat Moskova tarafından atanan geleneksel Türk solundan büyük bir kopuştur. 6. Filo’yu denize dökmelerini engellemek için gençliğin önüne barikat kuran ‘solculuk’ anlayışıyla hesaplaşmadır. O, gençliğinin tüm enerjisini, emperyalizmin sömürgeleştirdiği bu memleketin insanlarının kurtuluşuna hasretmiştir. Bu memleketin koşullarını anlamaya çalışmıştır ve bu memlekette bir devrim yapma iradesini ortaya koymuştur. Bugün Mahir’leri, “Kökenini yabancı düşmanlığından alan bir milliyetçilikle maluldüler,” diyerek değersizleştirmeye, gözden düşürmeye, karalamaya çalışan AB-ABD-Soros fonlaması ‘aydın’ların hiç anlayamayacağı bir cüret, öfke ve bilinçle, dünyayı değiştirmek için ölümü göze aldı Mahir… Büyük bir insanlık kültürüyle donanmıştı. Vietnam’daki direnişçilerle, Zonguldak’taki madencilerle, Kürtlerle, Filistinlilerle atan bir yürekti Mahir.. İşte o yüzden bizim en kıymetlilerimizdendir. Türkiye’nin bugün de, ülkeyi anlayacak, mücadeleyi örgütleyecek, kitlelerle buluşturacak Mahir’lere ihtiyacı vardır… Derin bir sevgiyle anıyoruz...
HAKAN GÜLSEVEN
ZAFER KAYA (1960-...) Aydınlı bir emekçi ailenin çocuğuydu. Dedesinden gelen bir efeliğin, çeteciliğin olduğunu söylerdi. Her halinden belliydi. Aklının daha yeni erdiği çağında devrimci hareketle tanışmıştı. 49 yıllık yaşamına 35 yıllık devrimcilik sığdırdı. TSİP’te başladığı devrimciliği darbe döneminde sahte kimlikle sürdürdü. Devrim ve Maya dergilerinin etrafında şekillenen hareketlerde yer aldı. Son olarak Müdahale dergisinin yazıişleri müdürüydü.Yaşamı boyunca emekçilerden hiç kopmadı. Onların duygularının, düşüncelerinin, arayışlarının sesi oldu. Kaderini birleştirdiği emekçiler gibi yaşadı. Profesyonel devrimciyken dahi devrimci faaliyete hiç yük olmadı; her zaman bir emekçiydi, üretkendi. Ölümü de öyle oldu. Tam, iki üç senedir ayağına dolanan türlü hastalıkları atlattı, kanseri yendi diyorduk oysa. Bir kalp krizi, ardından ailesinin çağırdığı ambulansı masrafını dert edinip geri göndermek –tam Zafer’e, kendi canının derdinden geçmiş devrimciye göre bir inat- ve nihayet SSK hastanesinde gösterilen vurdumduymazlık –bir emekçi kaderi-… Ve Zafer’i kaybettik...
15
Mahir Çayan’ın parkası... Fareli N D ostoyevski’nin, bütün bir Rus edebiyatçı kuşağını anlatırken, “Hepimiz Gogol’ün paltosundan çıktık,” dediği rivayet edilir. Ülkemizde de, gelecekteki devrimci kuşağın Mahir Çayan’ın parkasından çıkacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Mahir Çayan, birkaç yıla sığan yoğun mücadelesi sırasında yazdığı yazılarla, geçmişin bütün sol hareketlerinden belirleyici bir kopuşu gerçekleştirmiş, siyasal ve iktisadi buhranı derinleştirerek devrime yönelmenin özgün teorisini oluşturmuştur. Ancak bu teorinin, bütün mantıksal/eylemsel uzantıları, strateji ve taktikleriyle birlikte 1960’ların dünyasına ait olduğunu ve Türkiye’nin çok özgül ve dönemsel siyasal koşullarına denk düştüğünü unutmamak gerekir. Tarihsel dönemler aynı toplumsal/siyasal özelliklerle tekrarlanmadığı ve tarihin akışı içinde her şey sürekli bir değişkenlik gösterdiği için (panta rei/her şey akar), her döneme uygulanabilecek bir devrim stratejisi düşünülemez. Fakat bu, tarihsel akışın geride hiçbir değer ve düşünce bırakmadığı anlamına da gelmez. Mahir Çayan örneğinde bu değer, teorik düşünebilme yeteneği, dayatılan düzene dışarıdan bakabilme ve onun karşısında eğilmeden durabilme cesaretidir. Bunlara, onun kişilik özelliklerini oluşturan daha pek çok şeyi; pervasızlığı, özgüveni, dostlarla yolunu ayırabilme yeteneğini, sınırsız hayal gücünü, Lenin tarzında bir polemik ustalığını da eklemek gerekir.
Onların kültürü
1960’lı yılların ortasında devrim yapmaya karar veren, henüz 20’li yaşlardaki Mahir Çayan’ın nasıl düşündüğünü, hangi teorik kaynaklardan yararlandığını, okuduklarından nasıl etkilendiğini öğrenmek için, onun Bütün Yazılar’ını dikkatle incelemek gerekir. Bu aynı zamanda, 1960’lı yılların ikinci yarısındaki toplumsal koşulları, sol içi siyasal tartışmaları öğrenmemizi, dönemin sosyalizm imgelemini anlamamızı da sağlayacaktır. Mahir Çayan, bütün 68’liler gibi hayata dönük bir gençti. Daha sonra ortaya çıkan kötü taklitlerinin acımasızlığı, hoyratlığı ve fanatik çileciliği ondan uzaktı. Mahir Çayan ve arkadaşları kültüre açık insanlardı; tiyatroya da sinematek kulüplerine de giderler, roman ve şiir de okurlar (hatta yazarlar), içki de içerler, kızlarla da pek güzel flört ederlerdi. Halkın içine girmekten korkmayan, ölümü küçümseyen, silahların dilinden anlayan çok genç ve yetenekli insanlardı. Kendilerinden önceki yaşlı komünistler kuşağına saygı gösterirler, fakat
16
onların her dediğine kulak asmazlardı. Hiçbir zaman, kopyacı, ahlâkçı, muhafazakâr, alttakini ezmeyi üsttekine tapınmayı gerektiren hiyerarşik bir kültürün temsilcisi olmadılar. 68 gençliği çok farklıydı. 60’lı yıllar Türkiye’nin entelektüel ve siyasal hayatı için bir Rönesans değerindedir. Mahir Çayan, o gençliğin içinden, çok kısa bir sürede edindiği teorik birikimi, polemik yeteneği ve cesaretiyle bir önder olarak ortaya çıkmıştır. Onun önderliği hayatının son döneminde gerçekleştirdiği eylemlere indirgenemez ya da o eylemlerden ibaret görülemez. O eylemler, 12 Mart askeri müdahalesine karşı bir denge sağlamayı, bir savunma cephesi oluşturmayı amaçlıyordu ve ‘politikleşmiş askeri savaş stratejisi’nin daha sonraki evreleri için bir hazırlık ve başlangıç olarak düşünülmüştü. Bütün bunlar, sadece bir kararlılık gösterisi ya da çılgınlık olarak da görülemez. Küba Devrimi’nin güçlü bir etki yarattığı, Latin Amerika’daki gerilla mücadelelerinin devam ettiği, Filistin’de Marksist gerillaların savaştığı, Vietnam Savaşı’nın sürdüğü, İtalya’da Kızıl Tugaylar’ın, Fransa’da Doğrudan Eylem’in, Almanya’da Baader Meinhoff grubunun faaliyetini sürdürdüğü o günün dünyasında, Mahir Çayan ve arkadaşlarının son dönem eylemleri, gayet doğal, akılcı ve özgün bir stratejiye dayanıyordu. Yani bugünden bakıldığında görüldüğü kadar hayret verici ve çılgınca değildi. Küba Devrimi’ni başlatan Granma ekibiyle kıyasladığımızda, Mahir Çayan ve arkadaşlarının birikim ve kararlılık bakımından çok daha üstün olduklarını görürüz. Çıktıkları yolda başarılı olma şansları da eksik değildi. O dönemin ulusal ve uluslararası koşullarını daha iyi değerlendirebilselerdi, en azından önderliği koruyabilselerdi, bir-iki yıl içinde bir devrim sürecini başlatabilirlerdi. Birkaç duygusal biyografi dışında, o dönemin ve Mahir Çayan’ın fikirlerinin gerçekçi bir Marksist analizi henüz yapılmamıştır. Mahir Çayan, devletin gizli servisleri tarafından, tam 36 yıl önce, 30 Mart 1972’de, dokuz arkadaşıyla birlikte, dürbünlü tüfekler, havan topları ve bazokalarla katledildiğinde, sadece 26 yaşındaydı. Yaşasaydı bugün 62 yaşında olacaktı. Büyük bir hınçla, intikam duygularıyla öldürülmüştür. Parkasının nerede olduğu bilinmiyor. Fakat o parkanın içinden yeni bir devrimci kuşağın çıkacağı kesindir. Tarih akış halindedir, fakat bu akış içinde bir kez parıldayan devrim ışığı hiçbir zaman sönmez. Mahir Çayan devrimci bir simge olarak ölümsüzdür. Kızıldere katliamının 36. yıl dönümünde onu ve yoldaşlarını saygıyla anıyoruz.
e zaman seçim dönemine girilse, başımın üstünde alıcı kuş gibi hep aynı soru dönüp durmaya başlar: Demokrasi nedir? Ya da bizim yaşamakta olduğumuz şey demokrasi midir? Çarkları parayla yağlanan bu dolap kimlerin çıkarı için dönmektedir? Her seçim döneminde daireler çizerek dönüp duran bu sorular bana küçük sosyalist partilerin seçim kampanyalarından mirastır. Bu kampanyalar partiler ya da adaylar arasındaki inanılmaz eşitsizliği görmek için eşsiz bir fırsat sağlar. Sizden önce mitingini tamamlamış partinin boşalttığı meydana girersiniz; adamların Babil Kulesi’ni andıran ses düzenekleri sökülmektedir; ortalıkta helikopterlerden falan atılan bildirilerden, broşürlerden, pankartlardan oluşan muazzam kâğıt ve kumaş yığınları vardır; güçlü partinin seyyar propaganda araçlarından hâlâ yükselmekte olan oynak müzik kulaklarınızı sağır eder; adamların kestikleri develerin kanları pantolonunuzun paçalarına bulaşır. Onlara hiç ilişmeyen polis sizi anında kuşatır, pankart sopalarınızı falan toplamaya başlar. Meydanın küçük bir bölümünü zar zor işgal eder, seçim propagandası mitinginizi yaparsınız. Önceki mitingin ucuz ve ajitasyona dayanan nutuklarını, müzikli bir şamatayla birlikte dinleyen kalabalıktan eser yoktur. Sizin yaptığınız siyasal analizleri ilgiyle dinleyenlerin, dikkatle yazdığınız propaganda bildirilerini okuyanların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Mitinge katılanların ‘ana kitle’si uzun zamandır birbirini görmemiş arkadaşlardan oluşur. Onlar da haliyle kendi aralarında sohbete dalarlar. Kürsüyü kimse dinlemez. Elinizde bayraklar, flamalar öylece dolaşır durursunuz meydanda, bir tanıdık görüp de iki laf eder miyim diye. Sonra miting dağılır ve herkes gidip bilgisayar ekranlarının başına çöker. Alacağınız oyun binde birin bile altında kalacağını bilirsiniz. Miting kalabalıkları artmaz, sürekli azalır ya da en iyi durumda sabit kalır. Yaşanan durum bundan ibarettir.
‘Projeleriniz nedir?’
Bu işte bir mantıksızlık yok mudur? Sıradan seçmen aptal değildir. Kafasını toplayıp size kulak verse, hakikatin sesini dile getirdiğinizi anlar. Fakat baraj nedeniyle seçimi kazanamayacağınızı ya da il genel meclisinde falan bir kıymeti harbiye taşımayacağınızı, ona bir şey veremeyeceğinizi düşünür. Sizi ciddiye almaz. Seçim oyununda kitleleri sistemin dışına çekmek, onlara sistemin kendi hayatlarını karartan şeyin ta kendisi olduğunu göstermek imkânsızdır. Sistemin kurallarına bağlı kalarak kitleleri ikna etmek de imkânsızdır. Seçimlerde çok büyük miktarda paralar havalarda uçuşur, çok büyük çıkarlar söz konusudur. Paraların sahipleri, çıkarların ise temsilcileri vardır.
k
Paralar ve çık bir araya gele koparırlar. Bu halka dağıtıla çeki, çeşitli av ilişkin uydur demagoji, rak fetih ruhu, “H kafayı bulma az sayıda bro torbanızda kö soba borusu, okunması ge seçim dönem biçimde okuy Seçim döne görüyorlarsa Sizi gösteren birazcık kafa malum, demo gerekir. Size m partilere soru sorarlar: “Pro …” diye başla sosyalizm içi bunlar sandık sistemin raco saymaya başl sizi sisteme y öykündürür Sahicisi ve m ve imkânsızın iyice koparsın projelerinize palavralarına çok çıkana, g Bunu sağlaya gücüdür. Şu son 20 y seçim macera Yeni devrimc Partilerin üye propaganda g Memleketin d seçim başarıl
Biraz ta
Bazı tarihs imkânların o Aren’in Puslu kitabı (İmge, çalışırken, ke ‘milli bakıye’ taşıyacağını h Neden izin v yaslanıp, deri aynen şöyle d Demokrat P kadar bölün gerçek bir m durum değiş Aslında, 19 Mehmet Ali A “Türkiye’de 3 toprağı Ame gün, durum d
YAVUZ ALOGAN
köyün kavalcısı
karlar ile sahipler ve temsilciler erek büyük bir şamata u şamata, seçim öncesinde an kömür, beyaz eşya, hediye vantalar, müreffeh bir geleceğe ruk ve mantıksız vaatler, abes bir kip partiye çeşitli efelenmeler, Hayda!” nidalarıyla halkın iyice asını sağlar. Oysa siz seçmene oşür ve bildiriyle gidersiniz; ömür, bulgur, mangal, maşa, , çamaşır makinesi değil, sadece ereken kâğıtlar vardır. Ancak mlerinde bunları oturup ciddi yacak kimse yoktur maalesef. emlerinde insanlar kimi ve neyi onu konuşurlar; ona oy verirler. olmaz; sadece kıyıdan kenardan anızı uzatmanıza izin verirler; okrasidir, görüntüyü kurtarmak mikrofon uzattıklarında öteki ulmayan şu tarihi soruyu ojeleriniz nedir?” “Ananızın ayamazsınız ya da devrim ve in oy isteyemezsiniz, çünkü ktan çıkmaz. İster istemez onuna uygun projelerinizi larsınız. Kullandığınız söylem yaklaştırır, öteki partilere ve kendinize yabancılaştırır. mümkün olanı varken, taklidine na yüz vermeyen halktan nız. Geniş halk kitleleri sizin değil, arkada beliren heyulanın a kulak verir. Kulaklar sesi en gözler en renkli olana yönelir. an fikirlerin değil, paranın
yıl içinde sosyalist partilerin aları ne kazandırmıştır? ci kadrolar mı yetişmiştir? e sayısı mı artmıştır? Yaptığınız geniş kitleleri mi etkilemiştir? dört bir yanında ses getiren ları mı kazandırmıştır?
arih
el koşullar denk geldiğinde oluştuğu inkâr edilemez. Sadun u Camın Arkasından başlıklı , Haziran 2006) üzerinde endisine sormuştum: 1960’larda sisteminin TİP’i, TBMM’ye hesap edememişler miydi? verdiler? Hoca, bastonuna inlerden gelen boğuk sesiyle, demişti: “O sırada askerler Parti oylarının mümkün olduğu nmesini istiyorlardı. Fakat TİP mücadele vermeye başlayınca şti.” 965 Bütçe Müzakereleri’nde Aybar, Meclis Kürsüsü’nden, 35 milyon metre kare vatan erikan işgali altındadır,” dediği değişmiştir. Gene de TİP 10 yıl
yalogan@hotmail.com
Kılıçdaroğlu/Topbaş atışmaları, yani bir Karagöz/Hacivat oyunu izlersiniz. Bütün bunlar gerçeklerin karartılmasına hizmet eder. Saz eşliğinde mani söyleyerek içi boş atışmalara alışmış bir halkın kulağı böyle şeylere çok yatkındır. Perde yıkılıp ışıklar sönene kadar halk için bir şenliktir seçimler. Fakat tecelli eden, milletin değil, parayı bastıranın iradesidir. Bu iradenin ipleri de emperyalistlerin ve sermaye sınıfının elindedir. Çeşitli numaralarla ‘gönülleri fetheden’, sahte umut pompalama yarışında ipi göğüsleyenler iktidarı ele geçirirler. Bu mudur demokrasi? Aman bozulmasın diye üstüne titrediğiniz, “Yara alıyor, vah vah!” diye üzüldüğünüz narin demokrasi bu mudur?
‘Kristallnacht’
boyunca aslanlar gibi direndi. Sahi, M. A. Aybar, ABD Elçiliği’ndeki resepsiyonlara, kahvaltılara falan katılır mıydı? Sağ olsaydı, Zaman gazetesine röportaj verir, kendi partisinde Ergenekoncular olduğunu iddia eder miydi? Hiç sanmam. Aybar, Russel Mahkemesi Yargıcı olarak Vietnam’da bulunmuş çok sağlam bir ABD karşıtı, gerçek bir anti-emperyalist idi. Kendisini saygıyla anıyoruz. Fakat ‘parlamentarist yol’ çıkmaz sokaktı. Sınırları özenle çizilmiş parlamento çalışmalarıyla sağlanan kazanımlar sınırlı ve geçiciydi. 68’in devrimci gençliği bunu anlamış, TİP’in sosyalizmi asla kuramayacağını görmüştü. Onlar ‘Filipin tipi demokrasi’ dedikleri oyunun içinde rol almayı reddettiler. 78 gençliğinin ise ‘proje’ gibi bir derdi hiç olmadı. Onlar kendi kararlarını anında alıp hemen uygularlardı. Gecekondu semtlerinde halkın yanında yer alırlar, hem militanlık eder, hem de bütün belediye işlerinde fiilen çalışırlardı. Onların mitinglerine yoksul semtlerin insanları kendi pankartlarının altında kitlesel olarak katılırdı. 12 Eylül tanklarının darbeden haalar önce Fatsa’ya ve Tariş’e (İzmir) yürümesi tesadüf değildir. Darbe öncesinde kitlesel hareketleri ezerek mıntıka temizliği yapmak istediler. 1980’den önce dernek kurmak kolay, parti kurmak zordu. Darbe anayasası bu durumu tersine çevirdi fakat kurulan partileri dört bir yandan çok sıkı denetim kurallarıyla kuşattı. Yeni kurulan sosyalist partilerin sözcüleri ve adayları da takım elbiselerini giyerek öteki düzen partilerini taklit etmeye, ‘proje’ anlatmaya, biraz parladıklarında da o partilere tüymeye başladılar.
Seçimler ve demokrasi
Davos’taki ‘Van minüts!’ kavgası sırasında R.T.E, Hamas’ın seçimle işbaşına geldiği
için meşru olduğunu söylediğinde, Simon Peres’in verdiği karşılık dikkatlerden kaçtı. “Demokrasinin seçimlerle alakası yoktur,” dedi, ihtiyar kurt. “Demokrasi uygarlıkla ilgilidir.” İsrail’in ne kadar uygar olduğu bir yana, adamın söylediği doğruydu. Uygarlık da belirli bir gelişmişlik seviyesini gerektiriyor, kuşkusuz. Kişi başına 15 bin doların altında burjuva demokrasisinin mümkün olamayacağını öne süren teoriler var mesela. Önce halkın asgari ihtiyaçları karşılanacak. İnsanlar kendilerini ve ailelerini sosyal güvenlik altında hissedecekler; işleri güçleri olacak; onurlu ve saygın birer yurttaş olmanın bilinciyle hareket edecekler. Bankadaki paralarının hortumlanmayacağından, geleceklerinin, emeklilik haklarının birkaç yasayla kendilerinden çalınmayacağından emin olacaklar. Can havliyle oy vermeyecekler. Oyları satın alınamayacak; vicdani kanaatleriyle, bilinçli olarak düşünüp oy verecekler. Gerçek ile demagojiyi ayıracaklar. Bunun için gerekli olan maddi koşullara ve evet, eğitim düzeyine, sahip olacaklar. Yani cahil bırakılmış, hurafelerle akıl tutulmasına uğratılmış olmayacaklar. Aksi takdirde, sesi en yüksek çıkan, iki anahtar, bir yeşil kart, cennete transit geçiş, bedava kömür, iki alemde saadet vaatleriyle ekranda en çok görünen, en fazla kalabalık toplayan, en coşturucu nutuklar atan bir Fareli Köyün Kavalcısı’nın peşinden sürüklenip giderler. Buna da demokrasi falan değil, düpedüz Faşizm, Peronizm ya da en hafif deyimle kliyentalizm denir. Bu sonuncu sistemde, sıradan insanlar, hakları olan yurttaşlar olarak değil, birer müşteri olarak görülürler. Devlet ise bir avanta dağıtma ve müşteriyi memnun ederek oy toplama mekanizmasına dönüşür. Seçim dönemlerinde her gece televizyonlarda, Baykal/Erdoğan,
İşte şimdi yine seçim var. Fakat bu kez kantarın topuzu kaçmış görünüyor. En usta demokrasi makyözlerinin bile örtüp düzeltemeyeceği bir yamukluk alenen sırıtıyor. İktidar partisinin karşısında rakip yok. Ama muhalefet partisi iktidar partisinin doğal tabanına kur yapmak için çarşafa rozet taktığından beri kafalar karışık. Liberal aydınlar ve AKP’nin soldan devşirme ideologları, “İnşallah AKP yüzde 50 oy almaz,” diye dua etmeye başladılar. Neden? Rejim tehlikeye girermiş. Bak sen şu işe! Davudi imam sesiyle meydanlarda haykıran iktidar partisinin lideri, karşısında rakip bir siyasal parti bulamadığı için, Aydın Doğan medyası ve TSK ile hesaplaşıyor. Hortumcuların hortumlarını kesiyor, derin devletle savaşıyormuş! Aslında kendi hortumlarını döşüyor ve kendi derin devletini kuruyor. Hegemonik bir ideolojik güç olarak toplumun en ince kılcal damarlarına kadar hükmetmek istiyor (bk. Binnaz Toprak). İktisadi kriz, bütün dünyada, orta sınıfları dinci, ırkçı ve faşist demagojiye duyarlı hale getirir. Yoksullaşma ideolojik kamplaşmayı artırır. Saflar belirlenince diyalog kesilir ve herkes kendi cephesinden haykırmaya başlar. Gözü olan herkes ne olduğunu görüyor zaten. Ankara’da metro istasyonlarına binlerce Sabah gazetesi dağıtan belediye araçlarının ve Bahçelievler semtinde sabahın 6’sında motosikletle evlere, dükkânlara Zaman gazetesi dağıtan o genç adamın ve her eve bir mektup taşıyan genç Ak Gönüllüler fikrinin bana 1933 Almanyası’nı hatırlattığını belirtmekle yetineyim. İktisadi krizle birleşen bu durum bir ‘kristallnacht’la taçlanabilir. Demokrasinin yamuk olduğu ülkelerde seçimler hegemonya mücadelelerinde her şeye rağmen önemli kilometre taşlarıdır. Bu nedenle önümüzdeki yerel seçimlerde, özellikle Ankara ve İstanbul belediyelerinin el değiştirmesi, AKP oylarının yüzde 40’ların altına inmesi hayati bir önem taşımaktadır.
17
ALPER ERDiK
Burjuva partileri, parti burjuvaları Asalak topluluğunun yaşamlarındaki bayağılık hakkında fikir edinmemizi sağlayacak bir olay, ‘devrim’ sloganıyla ‘burjuva partisi’ düzenlemek!
B
urjuva partisi deyince aklınıza ne gelir? Eğer solcuysanız, doğal olarak patronların çıkarlarını, üretim, dağıtım, ticaret vb. ‘özgürlüklerini’ her türlü ‘değerin’ üstünde tutan ve yine patronların “Sömüren biziz, o halde yöneten de biz olmalıyız! Zira sömürmenin en sağlam yolu muktedir olmaktan geçer!” şeklinde yorumlanabilecek gayet ‘insanî’ taleplerini karşılamak ve sonra da korumak, kollamak maksadı ile yanıp tutuşan adamların kurdukları siyasi örgüt… Değil mi? Kusura bakmayın ama uunuz çok dar, ‘Longtable’ isimli mekândan haberinizin olmadığı anlaşıldı! Gazetelerin magazin eklerine bir göz atıp ‘İstanbul gecelerinde’ neler yaşandığı hakkında bilgi sahibi olsaydınız; ‘burjuva partisi’ deyince aklınıza hemen öyle siyasi şeyler gelmezdi! Yoksa siz hâlâ emek-sermaye çelişkisinin sona ermediğini savunan ‘statükoculardan’ mısınız? Şaka bir yana, olay şu; Nişantaşı Sefa Otel’in içinde bir bar varmış. Adı, ‘Longtable Burjuva Bar’! Bu barda, her haa farklı bir ünlünün ‘ev sahipliği’ yaptığı partiler düzenleniyormuş. İşte kimi ‘gazetecilerin’ bunlarla ilgili ‘haber’ yaparken, barın adından kaynaklı, eğlenceden ‘burjuva partisi’ diye bahsetmeleri sonucunda da böyle bir tamlama ortaya çıkmış. Ayrıca, salı geceleri düzenlenen parti serisi tüm hızıyla sürüyormuş. Bu ‘burjuva partileri’ serisinin adı da şuymuş: ‘Revolution’! Şimdi işler biraz karıştı işte. Bunu, şunun için söylüyorum; hem burjuva hem ‘revolution’, yani devrim sözcüklerini yan yana görmek bana biraz ilginç geldi. O sebepten ben de hiç üşenmedim, oturup bu mevzu üzerine birkaç tez ürettim. Doğru olabileceğine zayıf da olsa ihtimal verdiğim bu ilk teze göre, Türkiye’deki burjuva demokratik devrimin yarım kaldığını düşünen bir grup ‘azılı burjuva demokratı’, bu tip dikkat çekmeyecek, daha doğrusu dikkatleri başka yöne çekecek partilerde buluşup gizli gizli ‘revolution’, devrim planları yapıyorlar! ‘Revolution’ kelimesinin bu partiyle ne alakası var diye işkillenip sözlüğe baktım. ‘One minute!’ O da ne? Sözcüğün devrim, ihtilal gibi bildiğimiz anlamlarının yanı sıra, ‘dönme’ diye bir anlamı da var! Yalçın Küçük programları ve kitaplarının müdavimi olduğumdan, olayı anında analiz ettim. Şimdi, bu partilere katılanların hepsi burjuva ve dönme; yani ‘sabetayist’. Her ne kadar bu ‘dönme’, “Bir çark dönüyor,” cümlesindeki anlama haiz ise de, bunun da amacı gizlemek için iyi bir vasıta olduğunu
18
varsayınca olayı tam anlamıyla çözdüm: Bir grup ‘sabetayist’, ne olduğunu tam kestiremediğim bir amaçla ve deşifre olmadan, bu partilerde buluşup yine gizli saklı planlar yapıyorlar! Doğruluğuna ilkinden daha yüksek ihtimal verdiğim ikinci tez de bu. Olabilirliği hakkında yorum yapmayacağım üçüncü tez de şu: Bir grup ‘ilerici eğlencesever’, bu ülkenin parti kültürünü çok sığ bulduğundan, batılı konseptte bir parti kültürü tesis etmeye çalışıyor. Ve bu öyle bir konsept ki, eğlence kültüründe tam bir ‘devrim’ iddiası taşıyor. Bu da ilk etapta toplumda kabul görmeyeceğinden, düzenleyici ve katılımcılar şimdilik yalnızca kendi aralarında takılıyor.
Popçu, topçu, manken...
Tekrar şaka bir yana, gelelim dördüncü teze, daha doğrusu gerçeklere. Popçu, topçu, manken vs. kendilerine aslında hiç gerek olmayan, ama ‘ne hikmetse’ bize en elzem insanlar onlarmış gibi, yedi gün yirmi dört saat, televizyon denen o ‘ultra manipüle’ aracından adları, yaşları, cinsel tercihleri, medeni durumları, çarpık ilişkileri ezberletilmeye çalışılan, kendilerini gerçek anlamda burjuva zanneden ve bu yüzden kendi aralarında lüks mekânlarda eğlenen; fakat aslına bakarsanız, burjuvazinin yazıp yönettiği sefil filmin sadece ve sadece figüranı olan, ekranlarda muhalif, halktan yana, aklı başında tek kelime ettikleri takdirde ipleri gerçek burjuvalar tarafından çekilmeye hazır asalak topluluğunun yaşamlarındaki bayağılık hakkında fikir edinmemizi sağlayacak bir olay, ‘devrim’ sloganıyla ‘burjuva partisi’ düzenlemek! Bu adamlar, yani popüler kültürün seri üretimi olan sünepeler, tam anlamıyla ne halka aitler ne de gerçek burjuvaziye; yeni bir insan tipi onlar! Ülkemizde iktidarlar, kurumlar, politikalar nitelik değiştirse de, onlar hep aynılar. Eğlencelerinden, ilkesiz yaşantılarından, ‘ahlaksızlıklarından’ zerrece taviz vermeden yaşamaya devam edebiliyorlar. Beyaz, yeşil, İslamcı, laik,
doğucu, batıcı vs. sermaye sahipleri arasındaki dalaşma hiç yansımıyor onlara. Biraz çelişik görünüyor değil mi? Örneğin, hâlihazırda yönetim organlarına sahip muhafazakâr kesim, neden bu ‘günahkârların’ varlığına göz yumuyor? Toplumun hemen her kesiminde görülen dincileşme, gericileşme; neden bu kişiler için bir ‘tehdit’ oluşturmuyor? Bunun sebebi ‘parti burjuvalarının’, ‘öz’leri aynı kalmak suretiyle, biçimsel olarak kendilerini her iktidara göre yenileme kabiliyetleri olmasın sakın? Çok ‘tuhaır’, memleketin birçok yerinde, bir grup solcu öğrencinin basın açıklaması, eylem vs. yapması, civardaki milliyetçi-mukaddesatçı kitleyi anında galeyana getirip bunların içlerinde bir linç arzusu uyanmasına sebep olurken; Türkiye’nin üniversitesi olan tüm illerinde mütemadiyen düzenlenen, çok da cüzi bilet fiyatlarına sahip partiler, bu dinine, milletine düşkün vatandaşları hiç rahatsız etmemekte. Yanlış anlaşılmasın, bu rahatsız etmeme konusunda anlatmak istediğim şu: Bu ‘parti burjuvalarının’ yoz kültürü hızla her yere yayılıyor. Ülkenin genç insanlarının bir kısmı da, hızla ‘parti burjuvalığına’ evriliyor ya da evrilmek için çaba sarf ediyor. En doğrusu, öyle olduğunu var sayıyor ve bundan haz alıyor. Bu durum da, solcu olmaktan bin kez daha ‘hayırlı’ sayıldığından, gerçek burjuva partilerince ve sempatizanlarınca tabii ki yeğleniyor! Burjuva partilerinden bahsetmişken, onlar da şimdi seçimlere hazırlanıyor. Küçük büyük, ne kadar belediye varsa kapmaya çalışıyorlar. Devletin imkânlarını sonuna kadar kullanan AKP, bir taraan neo-liberal politikalarla halkın ümüğünü emperyalist kapitalistlere sıktırırken, diğer taraan kömür, bulgur, makarnadan sonra, şimdi de fazla oy alamadığı yerlerde bilgisayar, çamaşır makinesi, buzdolabı vs. dağıtıyor. Halkın yoksulluğunun üstünü bu şekilde örtmeye çalışırken, Deniz Feneri’nin rolünü bir nevi kendisi üstleniyor!
Evet, seçimler yaklaşıyor. Bugüne kadar halkın parasını, halkın gözünün içine baka baka yiyen, bu ortaya konduğundaysa, iğrenç suratlarındaki yavşakça sırıtmaları eşliğinde kendilerini hâlâ savunabilen hırsızlar; kendilerinden hiç de farkı olmayan genel başkanlarınca, belediye seçimleri için tekrar aday gösteriliyor Ve daha fazla yolsuzluğa, daha fazla ihalede fesada, daha fazla yemeye talip olan bu haysiyetsiz adaylar, hiç utanmadan yine vatandaşlardan oy istiyorlar!
Tükürdüğünü yalayanlar
Halkın ‘kötünün iyisi’ diye umut bağladığı partiler, daha düne kadar savunduklarını şimdi inkâr edip insanları salak yerine koyuyor. Laiklik laiklik diye kıçlarını yırtanlar, seçimler yaklaşınca ‘çarşaf açılımı’ yapıyor. Yetmiyor, sanki bu ülkede Kuran kursundan bol bir şey varmış gibi, yenilerini açacaklarını söylüyorlar. Ya rakipleri? Kadınlara ‘mal’ muamelesi yapanlar, aslında ne kadar çağdaş, ne kadar Batılı olduklarını kanıtlamak için başı açık, saçları boyalı kadın adaylar çıkartıyor. Herkes tükürdüğünü yalıyor, yaladığını yutuyor! Bu bir ‘kültür’ teşkil ediyor ve burslar, yardımlar, torpiller bu ‘kültürü’ içselleştirmeyenleri teğet geçiyor! Durmak bilmiyorlar! Burjuva partileri vurguna, talana, yalana, dolana; ‘parti burjuvaları’ efendilerinin icazetiyle kazandıkları paralarla eğlenmeye, yemeye, içmeye devam ediyorlar! Kendilerini yaratan karanlığı daha da koyulaştırarak kazandıklarıyla hayatta kalıyorlar. Ancak… Belki şimdilik bu pis adamları korkutmuyor ama her gün işini kaybetme endişesi yaşayan, açlığa mahkûm edilmiş işçiler bu kış ortasında mitinglere koşuyorlar, kriz gerekçesiyle kapının önüne konan emekçiler fabrikaları işgal ediyorlar, geç de olsa sendikalara gidiyorlar. Mahallesine yardım paketleri dağıtılan bir kısım yurttaş, kameralara, paket değil, paketin içindekileri dilenci muamelesi görmeden almalarını sağlayacak iş istediğini söylüyor, AKP’nin ne yapmaya çalıştığını dünya âleme ilan ediyor; evlerinden uzakta okuyan yoksul üniversite öğrencileri, KYK’nın sağlıksız yurtlarında, yarı aç yarı tok uyuduğu gecelerin sabahında daha yüksek sesle sövüyor muktedirlere. Bu karanlığın ebedi olmadığını ezelden beri bilen devrimciler, yumruklarını artık daha çok sıkıyorlar! Evet, şu an somut anlamda pek etkili olmasa bile bunlar da yaşanıyor memlekette. Nişantaşı’ndan bu yanı, lo kimin yurdu? He canım?..
Ampulcülerin Dersim’e sadakası!
Dersim dayan!.. Sen atalarının yaptığı gibi, bu son seferi düzenleyenleri de eli boş gönderip, onurunla onları acınmaya muhtaç bırakacak büyük bir güce sahipsin… YALÇIN ÇAKMAK
D
evlet denen geminin dümenini eline geçiren AKP hükümeti, hesabını kestiği Ergenekon taifesi üzerinden bir demokrasi şovuna soyunarak, ayakları altındaki tüm zararlı ‘haşere’leri temizleyip, yarın tam anlamıyla başına geçeceği imparatorluğunun temellerini atmaya odaklanıyor. Daha düne kadar solcuları, devrimcileri katlederek devletlerinin bekasını sağlamaya soyunan bu katiller sürüsünü yaratanlar, şimdi ihtiyaç duydukları yeni oluşumları için kendi beslemelerini boğazlamaktan geri durmuyor. Geleceği karartmanın en iyi yolunun geçmişi aydınlatmaktan geçtiğine kanaat getiren bu ‘revizyoncu’lar, kendi leğenlerinde besledikleri liberalleri ve tatlı su solcusu şakşakçılarını da teatral gösterilerine katıp alkış tutturuyor, tam gaz ‘yollarına’ devam ediyor. Ve derken yeni bir kan tazeleme arayışına giren devletimizin bu güzide partisi, parlamenter seçim sistemimizin altı tahtalı sandığında katlettiği demokrasi palavralarıyla, yaşamlarımızın ulu orta yerine tekrar arzı endam etmiş bulunuyor. Yerel seçimlerle startı verilen bu soytarı heveskârlığı, iktidar olmanın kısadan hesabını yapan birçok düzen acuzesi için paha biçilmez bir fırsatı beraberinde getiriyor. Parti yöneticilerinin iki dudağı arasında kalan halkın bu kendi kendini yönetememe tercihsizliği, unutulan bir siyasi fahişelik akrobasisini yeniden zuhur ettirmiş bulunmakta. Ne yazık ki şimdilerde, gözde olan buğday sakallılar ve satılmış liberallerin, yerel yönetimlerde acenteliğini almak için kıran kırana çarpıştıkları bir Ampuller Partisi rezaleti söz konusu. Bin bir türlü hile ve ABD beslemesi hocalarının ıkınma gözyaşlarıyla ıkındığı yerden çıkardığı bu güruh, gerek Türkiye demokrasisi gerekse de Ortadoğu’nun geleceği açısından yaklaşan kıyametin hülle partisi halinde ‘yoluna’ devam ediyor. Kendinden olmayanları bir ahtapot gibi sarıp sarmalayan bu toplu hidayet erbapları, din-iman yalanları ile yola getiremedikleri insanları şimdi de sözüm ona sosyal devlet yalanları ile uyutmaya soyunuyor. Demokratlık kerametleri kendilerinden ve uyuttuklarından menkul olan bu Fethullah dostu taife, anlaşılan odur ki gözlerine kestirdikleri bazı yerel yönetimleri de almayı planlayarak arsız şovlarına bir yenisini eklemeye hazırlanıyor. Adet olunduğu üzere, her seçim öncesinde dağıtılan gıda, kömür, para ve eşya yardımları, bu yerel seçim öncesinde de halkın kapısına gelip dayandı. Son günlerde basından da sıklıkla takip edildiği üzere, Dersim’deki
beyaz eşya dağıtma furyası, dile getirmiş bulunduğumuz bu durumun tipik örneklerinden biri. Bu yardımların dağıtımına Türkiye’nin birçok yerinde devam edilirken, iller arasında özellikle Dersim’e ayrıcalıklı bir önem verildiğine tanık olmamak elde değil. ‘Düşman kalesi’ olarak gördüğü bu kenti bir an önce ele geçirme hesapları yapan AKP hükümeti (devlet olmasına ramak kaldı), her ne pahasına olursa olsun Dersim’i alma hedefine kendini kilitlemiş. Bir taşla iki kuş vurma hesabında üstüne adam tanınmayan AKP’liler ve onların valileri, yaptıkları bu yardımlarla hem kendi yandaşlarını zengin etme, hem de halkın gönlünü fethetmede, yeni bir avanta ekolüne imza attılar. Dersim’de dağıtılan eşyaların alındığı yerin bizzat açılış törenine katılan vali Mustafa YAMAN’ı yaptıklarından ötürü yere göğe sığdıramayan Erdoğan hazretleri, susuz yere çamaşır makinesi, yoksula buzdolabı verilmesini ancak bu kadar ballandıra ballandıra anlatabilirdi, pes doğrusu! İçinden hiç çıkmadığımız krizlerin derinleştiği şu günlerde, hiçbir şey yokmuş gibi davranarak, devlet kasasından kendi parti çalışmaları için harcamalara girişen AKP hükümetinin, seçim sonrasında ne yapacağı ise büyük merak konusu. Zira seçim sonrasına kadar manipüle edilen bu kriz ortamı ve eklenen yeni harcamalar, hükümetin öyle bir yerinde patlayacak ki, artık Tayyip hazretleri kimseye ‘anasıyla birlikte yol gösteremez’ olacak. Çünkü derinleşen krizin faturasını halka yüklemekten başka çıkar yolları olmadığı gibi, naz ederek kızdırdıkları IMF’nin kucağından başka kendilerine sığınacak bir yer de bulamayacaklar… Bugüne değin birçok sefer düzenlenen ama zafer tadılamayan Dersim’i ve
yoksul insanlarını, dünyanın Şark’ında ve Garp’ında açtıkları dillere destan ‘hocaefendi’lerinin afyon kolejleriyle sarmalamaya başlayan bu din bezirgânları, şimdi de yerel seçimler bahanesiyle ablukaya almaya çalışıyor. Kendi parti il başkanları gibi çalışmaya hevesli valileriyle, tepesine tünedikleri devletin olanaklarını kullanıp, girilmedik yer, istismar edilmeyen değer bırakmayan bu hilafet-saltanat heveskârları, yüce şansölyemiz Tayyip’in koltuk dibinde yer edinebilmek için adeta yarışıyor. Halktan topladıkları vergilerle göz boyamaya yeltenen yavuz hırsızlar topluluğu, arsızlıklarına yem etmeye ne yazık ki Dersim’i de ekleyecek kadar pervasızlaştı. Bu edepsizliğin adını, ampulü patlaklar cemiyeti haline dönüşen AKP hükümetiyle gün ışığına çıkan ‘sadaka kültürü’ olarak koymakta bir beis yok. Daha düne kadar dağıttıkları kömürlerin karasına bulanan yüzlerini, beyaz eşya dağıtımı ile aklamaya soyunan iktidar, şimdi hiçbir şey olmamış gibi, yaşananları bin dereden su getirerek makul göstermeye çalışıyor. Ama unuttukları bir şey var; bu konulara mevzu bahis olan yer Dersim ve yalanları için su getirmeye indikleri yer de Munzur suyudur. Hani Dersimliler’in, 37-38’de kadın, çoluk çocuk, yaşlı demeden topluca öldürüldüklerinde kanlarıyla kızıla boyanan o asi ırmak Munzur!
Ve Dersim...
Ey Dersim! Tenine rengini veren toprağın aşkı ve asi gözlerinin yaşıyla büyüttüğü Munzur’unu, zincirlere vurulan yüreğiyle hoyratlığa uğurlayan o mağrur kent, sana sesleniyorum, kulak ver sesime! Bu bezirgânlara, işgüzar din pazarlamacılarına karşı söyleyecek ne kadar çok şeyinin olduğunu biliyorum!
Bugüne değin, çektiğin acının, kederin, akıttığın gözyaşlarının, uğradığın tenkilin, katliamın, tehcirin, işkencenin ve baskının kim tanığı değil ki! Bedenine saplanan kurşunların, başına yağan bombaların, ‘terör’ bahanesiyle yakılıp, yıkılan köylerinin, ormanlarının dile getirdiği vahşeti kim inkâr edebilir? Doğduğun tarih kadar eski olan yaralarını unutmadığımızı bilsin istiyorum cümle alem. Karınları deşilen hamile kadınların, toprağa düşürdüğü bebelerinin sessizliğiyle yazıldı senin kaderin, hıncın ve kinin. O bebeler ki, doğumun bir vahşete dönüştürüp ölüme hediye ettiği bu kirli pazarlığı anlamayacak kadar masumdular. Ve hiç olmamış anlık yaşamlarında hissettikleri ilk ve son soğukluktu belki bedenlerine saplanan süngü uçları. Nice evlatlarını toplayıp bir araya getirenlerin çektirdiği hatıra fotoğraflarından gördük katliamı gerçekleştirenlerin kana susamış yüzünü. Evlerde diri diri yakılanların havada asılı kalan çığlıklarını unutmadığımızı bilsinler diye söylüyorum bunları. Kendini asmaya gelen cellâdın yüzüne baktığında, sahip olduğu haklılıkla onu yerin dibine batıran Seyid Rıza’nın, evladı Kerbela’sı olduğunu unutmadığımızı bil ey Dersim! Ne sana yaşatılanların hesabını sormaya gelen en gençlerimizin, fidanlarımızın, kardeşlerimizin onurlu mirasını unuttuk ne de onları katledenlerin çirkin barbar yüzünü. Biliyorum, bin bir türlü post değiştirerek seni elde etme hesapları yapanların yüzüne gürleyen sesin, şimdi yoksulluğun, yokluğun pençesinde inlemekte. Bu bir tesadüf değil, devletin bilinçli bir tercihinin ürünüdür. Tüm bunlara rağmen yine de sen öğrettin bize, ambargolarda onuruyla yaşamayı, nedamet getirmemeyi, onuru, insanlığı, vicdanı ve direnmeyi. Ve Unutma Dersim! Tarihini yazan haklılığın için sana yapılan zulmü unutma. Kardeşlerin can verirken Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta onları katledenlerin niyetlerini hiç ama hiç unutma. Kuşkusuz ki bu senin ilk sınanışın değil. Bakma onların girdikleri bu yeni donlarına, kardeşlik yalanlarına. Nesimi’nin diri diri yüzülen derisinde, Şeyh Bedreddin’in, Pir Sultan’ın boynuna geçirilen ipte bunların eli vardı. Bizler ki yoksulluk ve öfkemizde, aynı ananın memesinden emmişiz sütümüzü. Şimdi dayan Dersim dayan, dost düşmanın gözü hiç olmadığı kadar senin üzerinde. Sen atalarının yaptığı gibi, bu son seferi düzenleyenleri de eli boş gönderip, onurunla onları acınmaya muhtaç bırakacak büyük bir güce sahipsin…
19
Hitler’in hakkı geçmiş olanlar ve geçmiş olanları sevenler cemiyeti “Bizi köpekle aynı kefeye koymak istemişler. Ama biz elimizde taşıdığımız dövizlerdeki yazılarla köpeklerin bile onlardan daha değerli olduğunu gösterdik.” (Osmangazi Kültür Dernekleri Federasyonu Genel Başkanı Niyazi Çapa) “Hitler Bey rüyamda, ‘Bush’un Irak’ta yapmış olduğu katliamlar, soykırımlar ve insanlık suçu benimkinden daha mı geri? Eğer siz bu şekilde devam ederseniz, hakkımı helal etmeyeceğim. Eğer hayrıma helva dağıtırsanız hakkımı helal ederim’ dedi. Biz de Hitler beyin şerrinden ve gazabından korunmak için helva dağıttık” (Türk Eğitim-Sen Kayseri 2 No’lu Şube Başkanı Ali İhsan Öztürk) “Soykırım yapmadık, vatan savunduk” (Altın Nokta Körler Derneği’nden Bir Slogan)
H
itler için helva da yapıp dağıtıldıktan sonra son yıllarda siyasetin gündemine acayip şekilde düşen ‘Sivil Toplum Kuruluşları’nı (STK) bir bir hatırlamak istedim. STK’lar sosyal devletin anayasal güvencelerini yerine getirmesini birer lütufmuş, imanın şartıymış gibi göstermeye çalışan, özgürlükçü küçük burjuva insanlarının istihdamının lokomotifi haline gelmiş kuruluşlar olarak karşımıza çıkıyordu. Bu çeşit STK’lar AB’nin neoliberal dönüşümün güzellemelerini yapıyordu. Burjuva ahlaksızlığının, Kürt sorununa tek taraflı çözümsüzlüğün ve zekâtrekât anlayışının neferleriydiler. Hâlâ yerlerinde duruyorlar, küresel kriz bağış kaynaklarını da vurmuş olmalı ki susuyorlar. Onların yerine, kendilerine acayip görevler yüklenmiş başka STK’lar daha ucube işler yapıp gündeme geliyorlar. Fakat bu kuruluşlar yukarıda bahsedilenlerden daha farklı amaçlar üzerine, ‘daha canlı bir sivil toplum’, ‘dayanışma’ ve ‘emek örgütlenmesi’ gibi hedefleri olan kuruluşlar. Altı Nokta Körler Derneği, Osman Gazi Kültür Dernekleri ve Türk Eğitim-Sen gibi hicazdan caza bir yelpazenin canlı ve titreşimli Türk sivil toplumu,
20
‘Sivil toplum kuruluşları’mız artık Yahudi ve Ermenileri köpeklerle karşılaştırıyor, Hitler’in ruhuna helva dağıtıyor ya, ölsek de gam yemeyiz. Hatta kim bu cinnet vatanın uğruna olmaz ki feda?! Nazilerin iktidara gelmesinden önceki Almanya’dan çıkmış manzaralar canlandırıyor. Belki de bu yüzden Hitler onlara rüyalarında görünmekten çekinmiyor… “Ne olacak bu memleketin hali?” sorusuna verilen cevapların sivil toplumlara kanalize edilip, emek örgütlenmesinden kaçırıldığı o yılların Alman sivil toplumu, Nazilerin iktidara gelişini hızlandıran, sonrasında da pekiştiren bir unsurdu. Fakat elimdeki haberleri bu tarihsel olgu ile beraber inceleyip, liberal bir hezeyanla tarihin benzer şekilde ilerlediğini iddia etmeyeceğim. Nihayetinde Davos’ta büyük müttefiki İsrail’e haddini bildirirken, anti-Semitizm’in –İran’da eşcinsellerin olmadığı gibiTürkiye’de olmadığını muştuladı Tayyip. Bu yüzden müsterihim!.. Beni daha çok ilgilendiren husus, nasıl oluyor da memlekette görme engellilerin örgütlenmesi ‘milli menfaatleri’ gözetiyor? Hitler’in hakkı bizim sendikacılara nasıl geçiyor? Kültür Dernekleri hangi ara Sosyal Darwinizm’e bulaşıp, Türk>Köpek>Ermeni gibi bir hiyerarşiyle üzerimize üzerimize
geliyor? Sadece bülbül seven sivil toplumculara ne oldu da millet kafayı yiyip iç güveysinden hallice acayipliklere bulaşıyor… İki sene önce kadar, Fransa ‘Ermeni Soykırımı’nın inkâr edilmesini suç sayma yasasını kabul etmeye niyetlendiği zamanlarda, sivil toplumcu ucubeliğin yeni milenyum şekilleri görünmeye başlamıştı. Altı Nokta Körler Derneği üstün bir siyasi irade ve dirayetle Fransız Konsolosluğu’nun önüne siyah çelenk bırakılmasında öncülük etmişti. Kendilerine ADD ve İşçi Partisi de eşlik ediyordu. Bu haberin bir acayiplik miladı olarak aklıma işlemesinin sebebi, tam o tarihlerde izlemiş olduğum Bertolucci’nin Il Conformista filmindeki olay akışıdır. Filmde görme engellilerin bir sivil toplum inisiyatifi olarak Faşist Parti’ye verdikleri desteğin yansıtıldığı kısımlar da vardı çünkü. Sorulabilecek birçok soru arasından ben şunu uygun gördüm: Toplum olarak sivilliğimize nasıl bu kadar yabancılaşabildik? Görme engellilerin artık şovenizmin ötesinde düşünmeye engelli hale geldiği bir anda durup biraz
düşünmek gerek. Belirleyiciliği toplumsal olmayan koşulların örgütlenmeye sevk ettiği sivil bünyeler, üzerlerine milli menfaatleri vazife alarak, kendi yaşamlarından bu kadar uzaklaşıyorsa, gidişatın neresinde bir saptırma olabileceği üzerine kafa yormak gerekir. Hitler’e helva gökten zembille inmedi, bu sivil toplumun çok uzun süredir bunu hakikaten yapabilecek bir insan evladını üretebileceği sinyalini veriyordu. Belki de bu yüzden gerçekten böyle bir insanın çıkıp helva dağıtmış olmasına hiç şaşırmadık–ya da TC Ceza Kanunu bunu bir suç saymıyor ki savcılar bir şey yapmıyor. Tarihsel olaylara çok hâkim gibi ahkâm kesiyor olsam da, esasında Türk Eğitim-Sen üyelerine Hitler’in hakkının geçmiş olabileceği olaylara hakikaten hâkim değilim. Eğer ki ‘Yahudi Soykırımı’nı yaptığı için Hitler’in üzerimizde emeği olduğunu düşünüyorsan, hakikaten Türk EğitimSen’li ‘öğretmen’, sana iki çift lafım var. Birincisi, insanlık suçu işliyorsun. İkincisi Türkiye’de emek mücadelesinin ve sendikal hareketlerin, nelerle meşgul olduğunu ve sivil toplumculuk alametinin nelere yol açtığını daha güzel açıklayamazdın. Kelimenin tam anlamıyla dibe vurmuş ve mücadelesinin ekseninden bilinmezliğe savrulmuş sendikalar ve genel olarak tüm emek mücadelesi, serbest ve vatanına milletine ümmetine bağlı sivil toplumculuk olarak bu şekil çirkinliklerle ortaya çıkıyor. Yabancılaşmanın boyutu ve yoğunluğu emek-birey arasındaki ilişkiden, toplumsal örgütlenme nedeni ve sonucu arasındaki kopukluğa kadar her alanda anlamlandırılamayan yarıklar olarak ortaya çıkıyor. Siyasal eylemler absürt ve banal halleri normal kılıyor, dünün esprisi bugünün gerçeği oluyor –mesela otobanları dahi özelleştiriyorlarmış, sıra sudan sonra havada! Ve hakiki siyasal eylem ve mücadele toplumun bu ‘sivil’ örgütlenmeleri arasından çıkmayacağını da görmek için özrümüzün kalmadığı bir yerde olduğumuzu düşünüyorum... (B.S.)
BiLGESU SÜMER
Yurtta kriz dünyada kriz!
VENEZÜELLA Polis iki işçiyi öldürdü, bir işçi ağır yaralı... Venezüella’nın sanayi bölgesi Barselona’da Mitsubushi ve diğer oto yedek parçalarının üretildiği fabrikalardaki greve polisin biber gazı ve ateşli silahlar kullanarak saldırması sonucu iki işçi öldü, bir işçi de ağır yaralandı. Başka bir işçi de sendikacılar gibi giyinmiş sivil polisler tarafından feci şekilde dövüldü. Anzoátegui bölgesindeki fabrikalarda hükümetin petrol sektöründe çalışan işçilerin mücadelelerini aynı şekilde baskı ve zorbalıkla bastırmış olduğu da olayların nasıl bir siyasal ortamda cereyan ettiğine işaret ediyor. Yaşanın cinayetler ve baskıya karşı, Unidad Socialista de los Trabajadores –Sosyalist İşçi Birliğisuçluların cezalandırılması, yerel hükümetin hesap vermesi ve soruna derhal bir çözüm bulunması için çağrıda bulundu.
KOSTARİKA Özelleştirmelere karşı duran sendikacılar yargılanıyor Nobel Barış Ödülü gibi sahte bir ödülün sahibiymiş gibi davranan Oscar Arias Hükümeti, sendikal mücadelelere karşı yargıyı kullanmaya devam ediyor. Kamu sektörünün özelleştirilmesi yolunu açmak için ABD ile imzalanan antlaşmalara karşı duran sendikalara baskı kurmaya devam ediyor. İşçilerin Genel Merkezi (CGT) örgütlenmesi bünyesinde yapılan eylemleri suçmuş gibi göstermeye çalışan hükümet, iki sendikacıyı, Alicia Vargas Obando ve Luis Alberto Salas Sarkis’i, alakasız suçlarla yargılıyor. Sendikal özgürlüklerin özelleştirmelerin kolaylaştırılması için kısıtlanmasına karşın Arias Hükümetini protesto edilmesi için CGT genel bir çağrıda bulundu. Detaylı bilgi ve destek mektupları için: oupins@hotmail.com
IRAK İki Irak askeri Bağdat Üniversitesi yakınında patlayan bomba sonucu öldü Bağdat Üniversitesi’nin yakınlarında patlatılan bombada iki Irak askeri ve ondan fazla kişi yaralandı. Bununla beraber Nisan 2007’de parlamento binasının bombalanmasıyla ilişkisi olduğu gerekçesiyle Muhammed El Dayni isimli milletvekilinin de yurtdışına çıkışı yasaklandı ve dokunulmazlığı kaldırıldı. ABD işgali sonrasında şiddetin olağan hale geldiği Irak’tan artık ABD’nin de askerlerini çekme hazırlığı içinde olduğu gündeminin ile beraber; kendi askerleri yerine Irak halkından gelen askerleri bombaların önüne atma konusunda eğitimini bitiren ABD’nin geriye bıraktığı ‘barış ve özgürlük’, Irak halkının acılarını ne kadar daha arttıracağı artık eskisinden daha vahim bir konu.
İSRAİL Ateşkes ve seçim geldi ama bombalamalar devam ediyor İsrail uçakları Gazze Şeridi ve Mısır arasındaki yer altı tünellerini bombaladı. Abluka altındaki Gazze’ye ihtiyaç duyduğu malzemelerin ve İsrail’in iddiasına göre roket yapımında kullanılan aletlerin sokulduğu bu tünelleri İsrail sık sık bombalıyor. Bombalama sonucu gene sivillerin yaşadığı evler zarar gördü. Gene bu ay içersinde bir Hamas yetkilisi İsrail’in birkaç ton bombasını ele geçirdiklerini ve İsrail’in saldırgan tutumu karşısında “bombaların iade edilebileceğini” açıklamıştı. İsrail’de seçimlerin bitmesi sonrasındaki bu saldırının ardından neler olacağı konusunda hala derin endişeler var.
PAKİSTAN Şii cenazesinde patlama: 30 ölü Pakistan’ın Kuzeybatısındaki Dera İsmail Han şehrinde patlayan bomba sonucu otuz kişi öldü
altmıştan fazla insan da yaralandı. Bomba, bir önceki gün öldürülen bir Şii Pakistanlının cenazesinde patlatıldı. Başkent İslamabad’a 270 kilometre uzaklıktaki şehirde çoğunlukla Şiiler yaşıyor. Taliban’ın Swat Vadisi ve Pakistan’ın Kuzeybatısında artan gücü nedeniyle şiddet olayları da tırmanıyor. Her ne kadar hiçbir grup saldırıyı üstlenmemiş olsa da, ilk bakışta mezhep ayrılığı nedeniyle yapılmış bir saldırı olabileceği göze çarpıyor. Taliban ateşkes sonrasında hükümet görevlilerinin serbest bıraktı Pakistan’da Taliban’ın süresiz bir ateşkes imzalamasından sonra Swat Vadisinde rehin alınmış ileri gelen bir Pakistan Hükümeti görevlisi ve korumaları da serbest bırakıldı. Geçtiğimiz aylarda giderek daha güçlenen Taliban ülkenin Kuzeybatısında hükümet güçlerine ve merkez otoriteye karşı saldırılarını arttırmıştı. Kontrol ettikleri bölgelerde şeriat hukukunu uygulayan Taliban, bu bölgelerde daha önceden uygulanmak olan İslami Yasalardan daha sert olan Şerri Hukukun uygulanması için ülkenin farklı bölgelerinde eylemlerini sürdürüyordu. İç karışıklığın, Afganistan’ın işgal edilmesi sonrasında giderek arttığı Pakistan’da, Taliban ve hükümet arasındaki ateşkes antlaşması pamuk ipliğine asılı duruyor.
KIRGIZİSTAN Orta Asya’da son NATO üssü de kapanıyor ABD’nin ve NATO’nun Orta Asya’daki son üssünün bulunduğu Kırgızistan da bu üssün kapatılması için gerekli yasayı meclisten geçirdi. Altı aylık bir tahliye süresini tanıyan Kırgız hükümeti ödemelerin yapılmaması ve geciktirilmesinden şikâyetçiydi. Geçen ay Rusya’nın kendi üslerini arttırma karşılığında Kırgızistan’a büyük miktarda para yardımı yapmış olması da bu kararda oldukça etkili olmuş gibi gözüküyor. Afganistan ve Pakistan’da Taliban’a karşı yürüttüğü operasyonların için bölgedeki iki ülke dışındaki son üssünü de kaybeden ABD henüz ne yapacağı konusunda bir açıklama yapmadı. Bundan önce de Özbekistan toprakları dâhilindeki üssü 2005 yılında kapatmıştı.
21
okur-yazarlar...
Tarlabaşı’nın işsiz gençliği
B
en Tarlabaşı’nın ara sokaklarında büyümüş işçi babanın son oğluyum. 1992 doğumlu, Sivaslı Tarlabaşı çocuğuyum. Ama başıma ne geldiyse Tarlabaşı’ndan geldi. Ben semtimi çok seviyorum; insanlarını, daracık sokaklarını yani anlayacağınız her şeyini severdim. Ortaokul dönemlerimde hep bizim semtin çocukları vardı. Ama ne zaman lise hayatına geçtim, olan oldu. Hocalarım ve bazı zengin arkadaşlarım diyeceğim, ama onlar da orta gelirlidir aslında, “Bu semtten doğru düzgün adam çıkmaz, hep hırsız, torbacı çıkar,” diyerek kişilerin yaptıkları suçu bütün Tarlabaşı’nda oturanlara mal ediyorlardı. Bizi de hep ikinci plana atıyorlardı. Tabii şimdi diyeceksiniz, “Bu hangi okul?” O da bende kalsın. Bizim puanımız o okula yetti. Biz de istemez miydik iyi okullarda okumak veya kolejlerde okumak, olmadı. Okuduğum okulda üst katın tuvaletine girerdim, her taraf sigara dumanı. Alt katın tuvaletine inerdik herkes esrar içerdi. Yani anlayacağınız
böyle bir okulda okumaya çalıştık. Yani biz ne kadar derslerimize bakalım desek de bela hep bize geliyordu. Okulda ocak başkanları vardı. Ellerinde tesbih, sürüyle gezen bir hiçler; amaçları, hedefleri olmayan insanlardı. Bir de bunların okul ocak başkanları var, herkesi ocaklara davet ediyorlardı, “Çay ikram edelim”
TAHTARAVALLİ DEMOKRASİSİ VE OYUN PARKINDAKİ SEÇMENLER Yaşadığımız Kapitalist düzenin girdabında boğulmak üzere olan bir genç olarak, değerli görüşlerinizle hayatımda bireysel bir devrim yapmama vesile olan derginizin tüm emekçilerine isyan ateşlerinin sıcaklığıyla teşekkürler, selamlar. Dünyanın dört bir yanında yaşanan finansal, kapital, liberal vahşetlerin, insan bedenine kadar girebilen sömürü anlayışının, yükselen faşizm dalgasının (...) içinde yaşayan alt sınıflar olarak tek kurtuluşumuz sosyalizmdir. Sosyalizmin çöktüğünü ağzının içinde yılan gibi döndürüp duran siyasetçiler, bunu, kısacık ömürlerini açlık ve hastalıkla geçiren çocukların, 18 saat - 20 saat hiç pahasına çalışan işçilerin karşısına geçerek anlatsınlar bakalım. Hak ettikleri cevabı anatomik bir değişiklikle alacaklardır mutlaka. Maalesef siyasetçilerimizin çoğunun genel profili arsız zengin çocuklarıyla eşdeğerdir. Bu düzenin adamlarıdır çünkü onlar. Kasalarındaki yeşillikleri yiye yiye bitiremezler. İşçinin, çiftçinin, köylünün, esnafın, küçük tüccarın, sanatçının, memurun, emeklinin, emekçinin ve bilcümle yoksulun hakkına el koyup ‘bedava’ kömürler, mobilyalar, eşyalar dağıtacak kadar da sosyal devletlerinin sosyal temsilcileridirler. Aslında bu adamlara esip gürleme cesareti veren, kuşku yok ki kendilerine karşı gelişen bir halk muhalefetinin olmadığı yanılgısıdır. (Bundan sonra yazacaklarım tüm burjuva politikacılarına, düzen bezirganlarına ve yurdumun sosyal demokratlarına ithaf edilir.) 12 Eylül darbesi sonrası yetişen gençlik, apolitik olmaktan dolayı sürekli ve haklı olarak eleştirilir. Fakat şunu herkes bilsin ki, dünyada yaşamış olan bütün jenerasyonlar, insanlığı sosyalizme, somut olarak bir adım daha yaklaştırmıştır. Biz ve bizden sonra gelecek olan nesiller de bu adımları devam ettireceğiz. Ve bir şeyden emin olarak yaşayıp öleceğiz: Gün gelecek işçi sınıfı ve halklar, savaştan çıkmış halleriyle, nasırlı, kanlı ellerini havaya kaldırarak “Yaşasın Sosyalizm” diye haykırıp kızıl bayrağımızı dünyanın merkezine dikeceklerdir. 6 Mayıs 1972’de yoldaşları Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan ile birlikte ölümsüzleşen Hüseyin İnan’ın gökyüzüne bıraktığı son sözler: “Ben şahsî hiçbir çıkar gözetmeden, halkımın mutluluğu ve bağımsızlığı için savaştım. Bu bayrağı bu ana kadar şerefle taşıdım. Bundan sonra bu bayrağı Türkiye halkına emanet ediyorum. Yaşasın işçiler, köylüler ve yaşasın devrimciler. Kahrolsun faşizm.” İşte bizim şiarımız da budur. Uğur Altay/Bandırma
22
falan filan işte. Gelmeyen olunca da, zorla, “Geleceksin!” diyorlardı. Beni de çağırdılar, ben de o zaman biraz sevdalıydım ocaklara. Ama çoğu kişi sadece lisede arka yapmak için gittikleri için, sonradan, “Benden uzak Allah’a yakın olun,” dedim. İşte ondan sonra başladı her şey. Tabii şimdi ne arkamız ne de ağabeyimiz
GERÇEĞİN MANİFESTOSU Uzun zaman falan önce de değil, bundan kısa bir süre öncesine kadar sen (az da olsa) insandın “ey halk”. Bu kadar yazıyı okumana da gerek kalmıyor, yukarıdaki yazı her şeyi açıklıyor “ey halk” ama temennim okuman yönünde. Seni öyle bir rezil ettim ki, kendimle ne kadar gurur duysam azdır. Sana bir şey söyleyeyim mi “ey halk” ben aslında seni uyutuyorum. Korkma, ben ecinni falan da değilim. Hatta senden hiçbir farkım olmadığını da söyleyebilirim. Ben de senin güldüklerine gülüyor, sıkıldıklarına sıkılıyor, bilmem ne yaptıklarına bilmem ne yapıyorum. Tabii her güldüğüne gülecek halim yok, ben farklı şeylere gülüyor olabilirim; renkler ve zevkler tartışılmaz dememişler boşuna. Demem o ki, ben de senin gibi İNSANIM! Hatta senden tek farkım içimdeki insaniyeti öldürmüş olmam. Eskiden ben de insanları düşünürdüm “ey halk”. Gel gör ki seni kullanmak, her zaman daha fazlasını kazanmak benim için artık birer tabu halinden çıktı ve tam tersine su gibi ihtiyaç duyduğum şeyler oldu. Bununda tek suçlusu sensin “ey halk” beni bu hale sen getirdin! Sıkıldım ama artık seni uyutmaktan. Karşımda daha güçlü bir rakip istiyorum artık. Sen bunu anlayamadın “ey halk” ve ben anlatmasaydım uzun süre anlamayacaktın da. Hala da anlayacağını sanmıyorum ama... Daha ne kadar dayanacaksın buna? Ya da ne kadar dayanabileceksin, ben her zaman daha fazlasını isterken. Ne kadar sessiz kalabileceksin? Senin yüzünden bu yolu seçtiğimi söylemiştim ya “ey halk”
yoktu. Anlayacağınız tektik; tek olduğumuz için çok ezildik, her gün kavgayla geçti. Lise hayatı böyle geçtiğinden hem yapamayacağımızı hem de olmayacağını anladım ve bırakmaya karar verdim. Gelelim iş hayatına; tabii iş hayatında da ikinci plana düştük. İşe gireceğim, tabii arkadaşlarımızla arıyoruz. Bizim buralarda hep Doğulu çocuklar var. Ben işe giriyorum ama arkadaşım giremediğinden hem bana kırılıyor, hem de ben işe girmiyorum. Bu yüzden çok iş değiştirdim. En son çıktığım iş bir ‘vatansever’ ağabeyimizin yanıydı (ama o en hainin tekiymiş, neden olduğu bende kalsın, toplumu kazıklamanın o da hesabını verecek). Şimdi işçiyim diyorum ama ne işim var ne de gücüm. Bu devletin başbakanı çiftçiye, “Al ananı git!” diyorsa ben o başbakandan bir şey beklemem, sizler de beklemeyin. Ama şu yazdıklarımı okuyanlar bilsin ki hepsinin hesabını soracağız! Mert Karabacak/İstanbul
nedenini de açıklayayım. Dayanamadım artık yaptıklarına. Öldürdüklerine, arkasında durduklarına, koruduklarına baktığım zaman bu yolu seçme kararı aldım ve artık seni kullanmak için elimden gelen her şeyi yaparım, yapıyorum da zaten hiç merak etme sen. Beni bu kadar cidden sen uzaklaştırdın kendinden. Belki ben de DİĞERLERİ gibi mükemmel insan olabilecekken senin yüzünden bu kadar ŞEREFSİZ oldum. Onlar, senin için uğraşırken hiç tasa etme “ey halk” sen yine benim arkamda olup istediklerimi yapacaksın (bu satırları yazarken sana karşı öfkemi de kusuyorum yazılarıma, ufak bir zamla gönlünü alırım merak etme). O kadar bariz şekil de uyutuyorum ki seni, o kadar dalga geçer gibi şeyler yapıyorum ki, hala anlamıyorsun benim sinirlerim altüst oldu artık. Görmüyor musun seni it gibi çalıştırıyorum, karnını anca doyuracak maaş veriyorum, üstüne eve gittiğin de haberlerde benim saçmalıklarımı dinliyorsun ve hala uyanamıyorsun mevzuya çok gülüyorum inan. Ne demek “bu adamı süpürmeyin kullanın, işinize yarar!” Köpeğim bile anladı ama sen tepki göstermedin. Bu kadar mı kapattım algılarını “ey halk”? Kumar oynuyorum dalga geçiyorum ve daimi kazanıyorum sayende “ey halk”. Neden bunları anlattım biliyor musun “ey halk”, çünkü kayıtsız kalacağını biliyorum. Sadece eski günlerden insanlığım geldi biraz aklıma da söyleyeyim dedim ama yine de dalgamı geçtim... Ümit Murat POLAT Çankaya Üniversitesi
Şimdi sıra zindan köleliğinde!..
H
apishanelerin özelleştirilmesi ve mahkûm emeğinin kâr amaçlı olarak kullanılması diye bir süreç yaşanıyor. Bunun ortaya çıkmasındaki temel dinamik, 1970’lerin ortalarından itibaren, kâr oranlarının düşmesine bağlı olarak, kapitalizmin içine girdiği krize ilişkin öne sürülen neo-liberal çözüm önerileriydi. Bu öneriler, refah devleti döneminde toplumsal yeniden üretim alanları olan kamusal faaliyetlerin ve bu alanlarda kullanılan emeğin, sermaye için üretken bir hale getirilmesi, üretimdeki tüm emek gücünün daha sıkı bir çalışma disiplinine tabi tutulması ve emeğin örgütlü gücünün zayıflatılması üzerine kuruldu. Hapishanelerin durumu, emeğin yeniden düzenlendiği diğer alanlara göre emek açısından önemli ve ayırt edici bir özellik taşıyor. Hapishaneler, öncelikle, toplumsal yeniden üretime cezalandırma, gözetim, kapatma ve denetim işlevlerini yerine getirerek, bir disiplin aygıtı olarak katılıyor. Mahkûm emeğinin kâr amaçlı kullanılmasının önünün açılması, hapishanelerde katı disiplin ile emek sömürüsünün birleştiği anlamına gelir. Böylece emeğin en köleleştirilmiş biçimlerinden birini aldığını söyleyebiliriz.
Amerika yine öncü!
Mahkûm emeğinin sermaye tarafından kullanımı, 1979’da Amerikan Kongresi’nin Adalet Sistemini Geliştirme Yasası’nı geçirmesiyle başladı. Bu yasa bağlamında, Hapishane Endüstrisini Geliştirme Programı ile sermayenin, mahkûm emeğini hapishane içinde kullanması ya da dışarıda yaptıracağı işler için kiralamasının önü açıldı. Ayrıca bu yasa ile kâr amaçlı mahkûm emeğinin kullanılmasını yasaklayan, 1935 tarihli Hawes-Cooper ve 1940 tarihli Sumner-Ashurst yasası –bu iki yasa, mahkûm emeğinin yalnızca federal devletlerin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla kullanılabileceğini, yani üretilen malların ticaretin konusu olamayacağını belirtiyorduortadan kaldırılmış oldu. Uygulama, neoliberal politikalarla uyumlu bir biçimde oluşturulan ceza reformu yasaları ile Avrupa’ya ve diğer kıtalara gittikçe yayılıyor. “Örneğin Yeni Zelanda’da özel sektörün hapishane sistemine katılımını maksimize etmek amacıyla 1996’da yeni bir Mahpus İstihdamı Politikası başlatmış, 1998’e gelindiğinde 20’nin üzerinde özel şirket bu ülkede mahpus istihdamı katılmıştır. 1999’da mahpusların yüzde 70’i istihdam etmektedir.” (Aktaran Yasemin Özdek, Ceza Reformunun Görünmeyen Yüzü Hapishanelerde Zorla Çalıştırma, sendika.org) Mahkûm emeğinin sömürülmesini ve hapishanelerin özelleştirilmesini, topluma yararlı bir düzenleme olarak sunan argümanları üç madde de sıralayabiliriz: 1. Mahkûmların hapishane içinde çalıştırılması, onlara mesleki bilgi ve
yetenek kazandıracak ve topluma karıştıkları zaman, iş bulabilmelerini sağlayacaktır. 2. Çalışma, mahkûmların rehabilitasyonuna katkı sağlayacak ve suç işleme güdüsünü aşama aşama ortadan kaldıracaktır. 3. Mahkûmlar çalışarak hem ülke ekonomisine katkı sağlayacaklar hem de kendileri ve aileleri için gelir elde etme şansları olacaktır. İlk argümanda, toplumsal düzenin insanlara sağlamakta yetersiz kaldıklarının, hapishanenin mahkûma kattığı birer değer olarak sunulduğunu görüyoruz. Bu sebeple ilk önce sorulması gereken, hapishanede mahkûmlara bilgi ve beceri kazandırılmasının iyi bir şey olup olmadığı değil, bu bilgi ve beceri imkânlarının neden dışarı da sağlanmadığıdır. Çünkü hapishane sisteminin kendisini üreten tam da budur. Ayrıca, ömür boyu ceza almış ya da çok uzun yıllar hapishanede kalacak bir insanın –diyelim 25 yaşında hapishaneye girdi ve 25 yıl ceza aldı- hapishanede elde edeceği bilgi ve beceri hiçbir işine yaramayacaktır. Dünyada mahkûm sayısı, artan işsizlik ve yoksulluğa bağlı olarak gittikçe artıyor, –hapishanelerin özelleştirmelerin önemli nedenlerinden biri de devletlerin bu yükten kurtulmak istemesidir- bu durumla paralel olarak da ceza yasaları gittikçe ağırlaşıyor. Yani yasalar, mahkûmları olabildiğince içeride tutmak üzerine kuruludur. Cezalar ağırlaştırılırken ve uzatılırken, mahkûmların, hapishanelerde çalıştırılarak, topluma döndüklerinde kendilerine ve topluma faydalı olacak bilgi ve beceriler kazandıkları savı, gerçeği tersyüz etmektir. Amaç, kapitalist sistemin krizlerinin kaybedenlerinin denetim altında tutulması ve onların ucuz emeğinden olabildiğince uzun süreler ve yoğun biçimde yararlanılmasıdır. İkinci argüman, mahkûmların sıkı disiplin altında emek sömürüsüne maruz kalmalarını rehabilitasyon olarak sunmaktadır. Ancak hapishanedeki çalışma sistemleri aksini göstermektedir. Örneğin Avustralya’nın Queensland eyaletinde, “çalışmayı reddeden ya da verilen bir görevi yerine getirmeyen mahkûmlar, 6.30 dolar olan işsizlik yardımından yararlanamazlar. Erken salınma şansları, çalışmayı reddetme halinde azalmaktadır ve hapishane içinde hareket etme sınırlandırılmıştır. Çalışmayı reddeden kadın mahkûmlar, kaldıkları yerlerden güvenliği arttırılmış bölümlere gönderilmektedir. Çalışmayı reddeden kadın mahkûmların, haftalık [buy-up]“ihtiyaçlarını giderme”si (banyo malzemeleri, kahve, sigara) neredeyse, yalnızca bir paket tütün alabilecek olan 20 dolar ile sınırlandırılır.” (Bkz. sistersinside.com.au) “Alabama’da, [mahkûmların ayaklarına takılan ve
onları birbirine bağlayan –Ö. P.] zincir halkalarıyla çalışmayı, engelleyen ya da reddeden mahkûmlar, dış kısımda, elleri üst taraftan bağlanmış bir şekilde bir direğe zincirlenerek disipline ediliyorlar… Mahkûm Larry Hope iki kez direğe bağlandı… İkincisinde tişörtü çıkartıldı ve su ya da banyo molaları olmadan yedi saat boyunca haziran güneşinin sıcağı altında tutuldu.” (Keally McBride, Punishment and Political Order, Michigan University Press) Yalnızca cezalandırma değil, aynı zamanda ödüllendirmede çalışamaya tabi kılınmaktadır. Tabiî ki özgürlüğü kısıtlanmış durumda olan bir insan için, kendini özgür hissedebileceği basit şeyler bile çok büyük bir önem taşır. Örneğin, çalışma arasında sigara molası alabilmeyi ya da yakınlarıyla yüz yüze görüşebilmeyi elde edebilmek, çalışmaya karşı mahkûmlarda bir gönüllülük oluşturabilir. Ancak ödül kazanmak için çalışma, öncelikle çalışmayarak cezalandırılma kaygısı üzerine kuruludur. Çünkü mahkûmların haklarının kullanabilmeleri, çalışmasına ve verimliliğine bağlıdır. Cezaları ve ödülleriyle bu sistemin insanı rehabilite edeceği kesindir: Disipline edip, köleleştirerek. Son argüman ise, söz konusu düzenlemenin ekonomik boyutuna odaklanmaktadır. Burada öne sürülen ulusal ekonomiye katkı yapmayı, tabi ki sermayeye katkı yapmak olarak okumak gerekir. Öncelikle şunu söyleyelim ki emeği sömürülen mahkûmlar, yasal olarak, işçi statüsüne sahip değillerdir. Çünkü hapishane ile mahkûmlar arasında herhangi bir iş akdi yoktur ve mahkûmlar dışarıdaki işçiler gibi toplu sözleşme, grev, sağlık yardımı, tazminat vb. sosyal haklara sahip değillerdir. Bu durum, sermaye açısından mahkûm emeğini çok daha çekici bir hale getirmektedir.
Patronlar gardiyan
Amerika’da mahkûm emeğinin sermayenin kullanımına açılmasına ilişkin düzenlemelerden sonra, özel şirketlerin mahkûmlara asgari bir ücret ödemesi gerektiği kararlaştırılmıştır. Ancak ücretler zaten çok cüzi miktarlarda ödeniyor ve hapishane ya da adalet sisteminin ihtiyaçları, kurban yakınlarına yapılan yardımlar ve mahkûmun masraflarının karşılanması için yapılan kesintiler –yasa yüzde seksene kadar kesinti yapılabileceğini öngörüyor- ile mahkûma elinde çok az bir para kalıyor. Örneğin Amerika’da, günlük olarak, federal devlet hapishanelerinde 1.73 ile 8.63 dolar arası ödeme yapılırken yüzde 50’si kesiliyor; devlet hapishanelerinde 2.26 ile 6.52 dolar arası ödeme yapılıyor ve yüzde 70’ kesiliyor; Hapishane Endüstrisi Geliştirme Programı çerçevesindeki hapishanelerde 27.04 ile 43.23 dolar arası ödeme yapılıyor ve yüzde 64 kesintiye uğruyor. Özel hapishanelerde ise 0.96
ile 3.20 dolar arası ödeme yapılıyor. Özel hapishanelerdeki mahkûmlar devlet hapishanelerinde mahkûmlara göre çok daha ağır şartlarda ve daha uzun saatlerde çalışıyor ve devlet hapishanelerindeki mahkûmlara göre çok daha az kazanıyorlar. (Bkz. Tracy Chang ve Douglas Thompkins, Corporation Go to Prison: The Expansion of Corporate Power in the Correctional Industry, Labor Studies Journal, Sayı:27–1) “Mahkûmlar, kot pantolondan, araba parçalarına, elektronik aletlere ve mobilyaya birçok şeyi üretmektedirler. Honda, bir otomotiv işçisine, yapması için, saat başına 20 ile 30 dolar arasında ödeyerek yaptıracağı bir işi, mahkûmlara saat başına 2 dolar ödeyerek yaptırmaktadır. Konica, mahkûmları, fotokopi makinelerini onarmaları için, saat başına 50 sentten daha az ödeyerek kullanıyor.” (wsws.org)
Köleler artacak
Bugün zorla çalıştırılan mahkûm sayısı, genel mahkûm sayısına bakıldığında azdır. Ancak, bu durumun yapısal olduğunu düşünmemek gerekir, bu durum gelişen sürecin bir uğrağıdır. Sürecin yönü –özel ya da devlete ait hapishanelerde- daha fazla sayıda mahkûmun çalıştırılabilmesi ve hapishanelerin devletten özele devri yönündedir. Devletin bu süreçteki rolü, kamusal hizmet alanlarında olduğu gibi, müdahaleci olmaktan düzenlemeci olmaya doğru evrilmektedir. Mahkûmlar için çalışmayı zorunlu kılan ve çalışmayı engelleyici ya da reddedici hareketleri cezalandıran yeni ceza reformlarını, bu şekilde algılamak gerekir. Mahkûm, devlet tarafından, kamu adına cezalandırılacaktır ama sermaye için çalışacaktır. Artık ‘işe yaramayanlar’ı toplumun dışına itmek yetmiyor, onları yeniden üretken bir hale getirmek gerekiyor. Aslında kapitalizm için, artık üretim ve sömürü ilişkilerinin dışında bırakılacak herhangi bir ‘işe yaramayan’ doğal kaynak, kültürel değer, kamusal hizmet ya da mekân yoktur ve bu çerçeve de şunu söyleyebiliriz ki yaşamın tüm öğeleri bir bütün olarak kapitalist üretim ilişkisine tabi kılınmaktadır. Hapishaneler de, bu bağlamda yalnızca bir dışlama ya da -Foucaultcu anlamda- iktidar pratiği olarak görülemez. Hapishaneler, üretimin yeni mekânlarıdır ve bu durum, ‘işe yarayanlar’/’işe yaramayanlar’ ya da içerisi\ dışarısı ayrımını ortadan kaldırmaktadır. O zaman, burada söylenmesi ve önerilmesi gereken, hapishanelerin yeniden asli işlevi olan disiplin aygıtına döndürülmesi değildir, aksine hapishanenin ve onu üreten kapitalist sistemin ortadan kaldırılması için ‘özgür’ emek ile ‘tutsak’ emeğin güçlerini birleştirmesi olacaktır: Başka deyişle, -içerdeki ve dışarıdaki- dünyanın bütün işçileri birleşin!
ÖZDENİZ PEKTAŞ 23
MURAT KARATAĞ
T
Emeğin değersizliği ve zenginlik üzerine-2
oprağa bağlı olmayan zenginliğin değersizleştirilmesi, sonradan görmenin dışlanmasıdır. Çünkü başlıca zenginliğin ekilmiş toprak olduğu ve aynı şekilde tarımın en önemli gelir kaynağı sayıldığı sürece, zengin olmak, toprak sahibi olmak anlamına geliyordu; evrensel yatırım buydu. Ticaretse, insanın zenginleşmesini sağlayan bir araç, yalnızca bir geçişti; böylece toprak mülkiyeti, mirasçıyla sonradan görmeyi birbirinden ayırıyordu. Ticaret, kazanmanın yoluydu, topraksa kazanılmış zenginlikti. Sonuç: Bir mirasçı, zaten zengin ve toprak sahibi bir kişi, daha sonra ayrıca ticaret yapsa da tüccar olarak anılmıyordu; önemli olan, işe ticaretten başlamamaktı. Şimdi ise önemli olan, hangi işe nasıl başlandığı değil ne kadar servet biriktirildiğidir. Birikim ne ölçüde büyürse, toplumdaki saygınlık da o kadar büyümektedir. Doğal olarak hiçbir bireye servetini nasıl edindiği sorulmaz, yahut bu konuda derin araştırmalara girilmez; önemli olan modern insanın zenginleşmesidir. Cicero, “Ticaret iğrençtir,” diye tekrarlar, “Eğer alınanı doğrudan tekrar satmaya dayalı küçük bir ticaretse; ama eğer yüksek ticaretse, büyük ticaretse, fazla küçümsenecek bir şey değildir.” Ve bütün zanaatçı mesleklerin, iğrenç olsalar da, mimarlık ya da hekimlik gibi serbest mesleklerin saygın olduklarını ekler; bunlar ilk sırada yer alan insanlara uygun düşmeyeceklerdir, ama toplumun üst kesimine dahil olmayan kişilerin bu meslekleri yapmaları uygundur. Ancak serbest meslekler bir ‘iş’ midir? Bu sözcük ne anlama gelmektedir? Latincede de, Yunancada da tam bir karşılığı yoktur. Bir yazar bir işçi midir? Ya bir bakan? Bir ev kadını? Bir köle ‘çalışmıyordu’, itaat ediyor, efendisinin ona buyurduğu şeyi yapıyordu. Aynı şekilde, bizlere gelecek olursak, bir asker bir işçi midir? Emirlere uymaktadır. Platon, “””Yasalar kitabında, gerçek bir yurttaşın çalışmaması gerektiğini yazar. Ama iki sayfa sonra, aynı yurttaşın, “Eğer kamusal bir görev yapıyorsa siyasi işlerini ya da eğer hiçbir görevi bulunmuyorsa, kendi ekonomik işlerini,” yani kölelerin ekip biçtiği topraklarının yönetim işlerini, “tamamlamak için, geceleri birkaç saatini uykusuz geçirmesi” gerektiğini yazar... Filozof ve hekim Galenus, felsefe öğretmeyi bırakmak zorunda kalan bir hocasından şöyle söz eder: “Çünkü artık boş zamanı kalmamıştı. Hemşerileri onu siyasi uğraşları kabul etmeye zorlamışlardı.” Ne biri, ne diğeri işti. Lukianos’un sözünü ettiği “filozofları, retorikçileri, müzisyenleri, dilbilgisi uzmanlarını” ele alalım: yoksul oldukları (yani sözcüğün antik anlamıyla, yeterli bir kişisel servete sahip olmadıkları) gerekçesiyle “ücret karşılığında ders vermek üzere bir zengin evine bağlanmak zorunda olduklarını zannedenleri”… Çalışıyorlar mıydı? Hayır. Keyfine göre, onların ya
24
özgür bir insana gerçekten yaraşır bir meslek yaptıkları ve liberal bir saygınlıkları olduğu söylenecektir veyahut ücretlerini ödeyen efendilerinin dostları oldukları ya da ekmeğini kazanmak zorunda kalmış sefil yaratıklardan başka bir şey olmadıkları ve aslında yaşadıklarının köle hayatı olduğu söylenecektir. Zamanlarını kullanmakta özgür değillerdir ve hizmetkâr köleler gibi, her zengin evinde çalışmaların başlangıcını ve sonucunu belirten çanın çalmasına itaat etmektedirler. “Pek çok çalışma ve yorgunluk getiren” tuhaf dostluk; onların gerçekten özgür kişiler olmalarına, başka bir deyişle, yeterli bir servet edinmelerine bile imkân vermemektedir. “Ücretlerinin kendilerine ve eksiksiz ödendiğini kabul edecek olursak, son kuruşuna kadar harcamak zorundadırlar; bir köşeye hiçbir şey koyamayacaklardır.” Serbest meslek mi, dostluk mu, yoksa ücretlilik mi? Romalıların ve hatta Romalı hukukçuların, temelde bu konuda ne düşündüklerini sormak boşunadır: Temel yoktu ve onlar, derin bilgi kadar liberal bir faaliyetin, serveti bulunmayan sefil bir yaratığı taçlandırabilmesindeki çelişkiye hayret ederek, üç şeyi bir arada düşünüyorlardı; çocuklarının eğitmeni olan dilbilgisi uzmanı hizmetkârlarını aynı zamanda hem küçümsüyor hem de ona saygı duyuyorlardı. Dost mu yoksa ücretli bir çalışan mıdır? Bu toplumda, insan hiçbir zaman emekçi değildi: Bütün ilişkiler dostluk ya da buyurganlık ilişkisinden yola çıkılarak düşünülmüştü. Bu durumun bizdeki karşılığı tam olarak ciddi paralar kazanan, şöhret olmuş kişiler olarak da karşılanabilir; sorulması gereken, medyanın her gün önümüze defalarca çıkardığı, zenginliklerini ve güzelliklerini övdüğü şöhretler, efendilerinin dostları mıdır? Yoksa onların hoş zaman geçirmesini sağlayan köleler midir? Sanırım bunun cevabı şimdiye kadar yazılmış olanlar ile ifade edilmiştir. Devam edelim. Geriye yüksek bir görev ve kişisel görev olan faaliyetler kalıyor; bunlar kamusal işlevlerdir. Ama bunların da tanımları yine, tarihi önyargı ve gelenekler yığınıdır. Eğer kişi senatörse ve muhteşem bir ücretle Afrika eyaletini yönetmeye gidiyorsa, bunda hiçbir sakınca yoktur: Ünlü siyasi hayat ülküsüne uygun olarak, görkemli bir kamusal görev yerine getirilmektedir; ama buna karşılık, aynı ücret karşılığında yönetilecek olan Mısır eyaleti ise, bu artık bir kamusal işlev değildir. Bunun nedeni, Afrika’nın, eski senato’dan seçilmiş valiler tarafından yönetilmiş olması; buna karşılık Mısır valilerinin imparatorluk dönemi başlarında kurulmuş, yüksek mevkili imparatorluk memurları kesiminden toplanmış olmalarıydı. Memurlar, devlete ve hükümdarlarına mı hizmet ediyorlardı? Muhalifleri, bunların, efendileri imparatorun kendi özel topraklarını işlerken olduğu gibi, imparatorluğu idare ederken de yardımlarına başvurduğu kadiri
mutlak kölelerden başka bir şey olmadıklarını ileri sürüyorlardı. Ama bu yüksek makamlı memurlardan biri, Mısır defterdarlığı görevinde bulunmuş olan yazar Lukianus, bu iddiaya hepsi adına karşılık vererek, kendileri ile bir senatör vali arasında hiçbir farkın bulunmadığını söylemekteydi. Haklıydı, ama kolektif yargıları yönlendiren haklılık değildir... Bir imparatorluk memurunu tedavi etmiş olan hekim Galenus’un gözünde bu hastası bir tür köleden başka bir şey değildi, çünkü bu adam bütün gün efendisi imparator için çalışıyor ve “ancak gece olurken, efendisinden ayrılıp tekrar kendisi olabiliyordu.” Aynı kuşku, dönemin önemli görevlerinden biri olan, büyük bir ailenin yönetim vekilliği görevi için de geçerlidir; bu görev genellikle iflas etmiş eski bir ailenin çocuklarından birine emanet edilirdi. Plutarkhos ondan acıma duygusuyla söz eder; aşağı seviyeden bir kardeştir o…
Mezar taşında yazan...
Bir Mısır valisinin, bir kamu görevlisi ya da sadece bir ücretli olmasını belirleyen nedir? Yerine getirdiği işlev mi? Hayır. Senyör gibi yaşamasına ya da boyun eğen tavırlarına göre değişen hayat tarzı mı? O da değil. Sınıflandırma, ne olduğuna ya da ne yapıldığına göre yapılmamıştır, dışarıdan dayatılmıştır. Antikçağ’ın çalışmayı kavrayışında, bütün bir dışarıdan yargılar katmanı bulunur. Antikçağ’da eşraftan biri, bir armatör ya da bir tarım işletmecisi olmasıyla anılmaz: O kendisiydi, bir insandı. Çünkü topraklarıyla uğraşmak, herkesin gözünde basit bir zorunluluktan ibaretti ve insanların tanımlanmasında, her sabah giyinme zorunluluğundan fazla bir belirleyicilik taşımıyordu. Eğer Romalıların yaşadığı zamana dönüp, sokaktaki adama kentine hâkim olan falanca armatör hanedanı hakkında ne düşündüğünü sorsaydık, bize şöyle karşılık verirdi; “Bunlar eşraftandır, güçlü, zengin kişilerdir; kamusal işlerde rol oynarlar ve halka dönük hayırseverlikleriyle sitemiz için çok iyi işler yapmışlar ve muhteşem gösteriler düzenlemişlerdir.” Konuşmanın devamında, hiç şüphesiz, onların birçok gemiyi donattıklarını da öğrenmiş olurduk. Ama asla bu yüzden armatör olarak anılmazlardı. Eşraftan bir kişi ya da bir soylu, ne yaparsa yapsın yaptığı işle tanımlanmayacaktır; bir yoksulsa, tam tersine yaptığı işle tanımlanır, o ya bir kunduracıdır ya da gündelikçidir. Yalnızca kendisi olmak için bir servete sahip olması gerekir; eşraftan bir kişi, mezar taşında ‘iyi çiftçi’ olduğunu ilan ediyorsa, topraklarını iyi ekip biçme yeteneğine sahip olduğunu söylemek istemektedir, mesleğinin çiftçilik olduğunu değil. Tabii bizlerde mezar taşlarına yapılan işler yazılmadığından ölülerin nasıl bir işle uğraşmış olduğunu mezar taşından öğrenmemiz çok mümkün değildir. Ancak yoksulların mezarları dahi, kullanılan malzemeden yahut mezarın
büyüklüğünden az çok tahmin edilebilir; bu mezarlara yazılması gereken, “Gerçek bir köle gibi yaşadım, hiçbir şeye muhalif olmadım ve itiraz etmedim, işte mezarımdan da anladığınız gibi yoksul yaşadım ve yoksul öldüm, tıpkı sizlerin yoksul yaşadığınız gibi. İşte hemen yanı başımda, sizler içinde pişmanlıklarınızla birlikte ölümün sonsuzluğunun tadına varabileceğiniz yerler ayırdım; hadi gelin bana katılın!..” olmalıdır. Ve burada son birkaç söz daha telaffuz ederek yazımızı bitirmek gerekir. Özetle Antikçağ Yunan ve Roma toplumunda çalışmak ancak aşağı sınıftan olan zavallıların yapacağı, hiç de ahlaklı olmayan bir edimdi, eğer ki bir yurttaş kol gücü ile hayatta kalıyorsa o gerçek bir yurttaş değildi; çünkü önemli olan ne kadar iyi aylaklık yapıldığıydı. Ve aylaklık ne kadar sınırsız olursa o vatandaşa duyulan saygı da aynı oranda artıyordu. Ancak burada tehlikeli olan; (özellikle Roma’da) zenginlikten uzak kalan vatandaşların da bir erdem olarak aylaklığı yüceltmeleridir. Aşağı sınıftan oldukları için zaten aşağılık kabul edilen bu insan kitleleri, çalışmadıkları için artık iyice yoksullaşmalarının yanında bir de kent devletinin yoksullaşmasına sebep olmuşlardır. Yoksullaşmanın esas nedeni ise, halkın sevgisini kazanmak isteyen; gerçek aylakların bu kitlelere kent devletinin kasasından yiyecek dağıtması ya da onların gönlünü hoş edecek eğlenceler düzenlemeleridir. Bunlar hiç de kabul edilebilecek ölçüde basit masraflar değildir: zaten halkı memnun etmeye yönelik her türlü faaliyet oldukça pahalıdır; çünkü aylak olmaya çalışan kitleler her zaman verilenden daha fazlasını isterler. Roma’nın sonunu getiren de işte tam olarak bu olmuştur, bir biri ardına düzenlenen pahalı gladyatör oyunları, şenlikler, zafer alayları ve de bedava dağıtılan ekmek. Tarihçilerimizin anlattıkları gibi Roma imparatorluğunun yıkılmasının sebebi, barbar istilaları değil tam olarak budur. Merak ediyorum; pek çok kentimizde yoksullara dağıtılan yiyecekler ve kömür yardımları bizim devletimizin sonunu ne zaman getirecektir? Aslında yaşandığı söylenen küresel mali kriz bu sonun yaklaştığının işaretlerinden birisi midir? Hayır. Elbette ki durum tam olarak bu kadar basit değildir. Aylaklar, bir kriz olsun da iktidarımız, hükmetme gücümüz elimizden gitsin diye düşündükleri için bu kadar uzun bir süredir (artık tüm dünyayı) yönetici konumunda değillerdir. Tam tersine bu kriz ile sarsılmayacak kadar deneyim ve yönetin sahibi olan bu insanlar, bizlere istedikleri gibi oyalayabilecekleri birkaç şey sunmanın ve hükmetmeye devam etmenin yolunu bulacaklardır. Kötü olan artık can çekişen Roma’da olduğu gibi; bizlerde de işsizlerin sayısının artmasıdır. Ama olsun devletimiz kömür ve ekmek dağıttığı sürece hiçbir şey olmaz!.. (Bitti)
AHMET DOĞANÇAYIR
Kendi kendini tüketmek...
H
er geçen gün ABD’den ve AB’den ‘kötü haberler’ gelmeye devam ediyor. İşsizlik oranı ABD’de yüzde 7.2’ye Almanya’da yüzde 7.6, İspanya’da yüzde 13’e tırmandı. Satışlar düşmeye, zararlar artmaya devam ediyor. Talep daralması ithalatın kısılmasını hızlandırıyor. İthalat kısıldıkça ihracata dayalı büyüme modeli uygulayan ülkeler ciddi bir sıkıntının içine yuvarlanıyor. Şu ana kadar alınan önlemler, yani vergi indirimleri, harcama artırımları, çeşitli teşvikler, ‘likidite’ sağlamaya dönük operasyonlar, devletleştirmeler henüz çöküşü durdurmaya yeterli olmuş görünmüyor. Olsa olsa ani bir batışın hızını yavaşlatmış ve dibe gidişi frenleyici bir etki yaratmış bulunuyor. Tek dayanak tüketicinin başka hiç kimseye benzemeyecek kadar tüketim eğilimli olması. Yani ekonomide en ufak bir toparlanma eğilimi görüldüğünde tüketici harcamaya başlayabilir. Yeter ki harcama potansiyeli devam etsin. Zaten ortalığa saçılan paraların nedeni de bu harcama potansiyelini ayakta tutabilmek. Merkez bankaları var olan gidişi gördükleri için enflasyona karşı kullanılan bütün politikaları tersine çevirmiş bulunuyor. Faizler indiriliyor, ‘likidite’ bollaştırılıyor. Yani enflasyonu önlemek için ne yapılması gerekiyorsa tersi yapılıyor…
Nasıl tüketici olduk?
Çok kullanılmaya başlanan ‘tüketici’ kelimesi nedir? Bu noktanın açıklanması için pazar fikrine dönmemiz gerekir. Pazar bazı gerekli malların bulunabildiği çok anlamlı bir yerdir. İnsanlar pazara ve dükkâna müşteri olarak giderlerdi. Ne oldu da tüketici haline geldiler? Kapitalizmde sanayi üretimi geliştiği için, gitgide önceden plan yapmak ve piyasa talebini bilmek gerekti. Piyasa araştırması üretimin düzenlenmesi için talebin keşfedilmesine yönelik bir hazırlık olarak düşünüldü. Ama gerçekte üretim planlanmadığı ve birçok rakip firmanın birbirinden bağımsız kararlarına bağlı olduğu için piyasa araştırması reklamcılıkla iç içe geçti. Bu anlamda seyyar satıcı, firma ile aynı düzeydedir. Ekonomik faaliyetimizin büyük bir bölümü bilinen ihtiyaçları gidermeye yönelmişse de gittikçe artan bölümü, sanayicinin üretmek için uygun bulduğu şeyleri tükettiğimizi düşünmemizi sağlamaya yöneliktir. Toplum ekonomik hayatı denetleyecek yerde, ekonomi hayatı tarafından denetlenir. Tüketici değil de kullanıcı olsak toplumsal düzene farklı bakarız. Çünkü ‘kullanma’ kavramı malzemeleri nasıl ve ne için kullandığımız ve genel hayatımıza etkileriyle ilgilidir. Oysa tüketimin karmaşık kalıpları bu soruları ortadan kaldırma, onların yerine bizim denetimimiz dışında gelişen özerk sistemin ürünlerini benimsetme eğilimindedir. Bireyi öne çıkarttığı için ‘tüketici’ tanımının aynı derecede önemli bir başka sonucu da, ekonomik faaliyetin gerçek kullanım alanını düşünmemizi engellemesidir. Birey olarak
değil de toplumca kullanmadığımız ya da tüketmediğimiz birçok önemli şey var. Ama ‘tüketici’nin vurgulanması, piyasanın varsayılan yasaları ve bu yasalarla kurulan üretim ve bölüşüm sistemi bizi bu yöne iter. Artık bireysel ve toplumsal ihtiyaçların giderilmesi arasında ciddi bir dengesizlik olduğu ve uçurumun giderek genişlediği anlaşılmıştır. Vitrinlere bakan insan bolluk duygusuna kolayca kapılabilir. Ama hastane, yol, konutlara baktığında kısıtlamalarla karşılaşır. Günlük hayatta araba çokluğu ile yol sisteminin gülünç derecede yetersiz oluşu gibi durumlarda bile bölünmüş düşünme tarzımız bozulmaz. Bireysel kullanım kalıplarını olumlu bir harcama ve doyum, toplumsal kullanım kalıplarını ise yoksunluk ve vergi gibi olumsuz çerçevede düşünürüz. Toplumsal amaçlar genellikle bireylerin gelirlerinden alınanla karşılandığı için toplum denen şeyin bizi sürekli sınırladığı, bir şeylerden yoksun kıldığı inancına kapılırız. Bu sistem olmasa daha çok paramız olacakmış gibi düşünürüz. Neden böyle? Ben kendi hesabıma zihnimizi asıl karıştıran şeyin kapitalizm olduğunu düşünüyorum. Kapitalizmin toplum biçimi ancak piyasa olabilir. Çünkü kapitalizmin amacı herhangi bir toplumsal kullanım kavramından çok, tek tek faaliyetlerden kâr sağlamaktır. Mülkiyetin toplumun belirli kesimlerinde toplanması piyasa dışındaki çoğu ortak kararı sınırlar ya da olanaksız kılar. Şu an kapitalizm doyurulmuş hatta mala gömülmüş ‘tüketici’den söz ediyor. Ancak bugün herhangi bir ülkenin ortalama yurttaşları yetişkin hayatlarının büyük bir bölümünde kapitalizmin iddiasının aksine tüketici değil üreticidirler hâlâ. Ortalama olarak günde dokuz veya on saatlerini haftanın beş veya altı günlerini işe gidip gelerek geçirirler. Sekiz saatlerini uyuyarak geçiriyorlarsa tüketim ve boş zaman faaliyeti olarak topu, topu altı saatleri kalıyor demektir. Burada ‘Tüketici özgürlüğü’ şampiyonluğu yapanların önüne bir engel çıkıyor. Çünkü verilmiş bir nüfus içinde karşılanacak ihtiyaçların sayısı ne kadar artarsa, verili bir teknoloji ve emek örgütlenişi sürecinde üreticilerden talep edilen iş yükü o kadar büyüyecektir. Bu iş yükü ile verilen kararlar üreticiler tarafından alınmayıp onlara diktatörce dayatılır. Milyonlarca insanın toplumun yüzde 50’sine veya belki yüzde 20’sine daha çok tüketici doyumu sağlamak için bu tür dayatmalara boyun eğmesi neden doğru olsun.
Piyasa ekonomilerinin yalnız bırakılmak ya da ailelerine ve kendilerine bakamayacak duruma düşmek istemeyenleri yapmaya zorladığı şey tam da budur. Üreticilere bırakılsa temel ihtiyaçlarını tehlikeye atmadan, çok daha az çalışarak (örneğin haftada 10 saat az çalışma gibi) ikinci bir arabadan veya cep telefonundan vazgeçmeyeceğini kim söyleyebilir? Bu kararlar söylediğimiz gibi özgürce alınmaz. Onların arkasından ya da onlar için karar veren işverenler tarafından dayatılır. Kapitalizm ücretlileri tüketici olarak bütünleştirmeyi deneyebilir. Ancak ücretlilerin ‘üreticiler’ olarak uyumunu sağlayamayacaktır. Kapitalizmin doğası üreticilerin özgür ve egemen olmamalarını gerektiriyor. Özgür çalışma kendi kontrol eder, kendi belirler ve burada çalışanlar ne ürettiklerini, nasıl ürettikleri ve kimin için ürettikleri konusunda kendileri karar verir. Bu yalnız özgürce birleşen üreticilerin yönetiminde, sosyalist yönetimde gerçekleşebilir. Ücretli işin kontrolü ile eş anlamda olan sermayenin hâkimiyetinde bu olanaksızdır.
Sosyalistler ve tüketim
Sosyalizmden beklenen insanlığın yalnız temel gereksinimlerle sınırlı kalması değil, gittikçe daha çok sayıda ihtiyacının tedricen karşılanmasıdır. Marx hiçbir zaman çileciliğin ya da kemer sıkmanın savunucusu olmamıştır. Onun sınıfsız topluma bakışının temelinde yatan, tam olarak gelişmiş kişilik kavramı, insan ihtiyaçları ve bunların giderilmesinde büyük çeşitliliği içerir. Marx zengin bir bireysellik için maddi zeminin hazırlanması olarak gördüğü sermayenin uygarlaştırıcı işlevini vurgulamıştır. “Sermayenin zenginliğinin genel biçimine doğru sürekli çabalaması emeği doğal ve değersiz halinin sınırlarının ötesine sürükler ve böylece zengin bir bireyselliğin gelişimi için maddi öğeleri yaratır. Bu bireysellik üretimde olduğu gibi tüketimde de her yönlüdür ve onun emeği de dolayısıyla artık emek olarak değil, fakat bizzat etkinliğin tam gelişimi olarak görülür. Burada doğrudan biçimiyle doğal gereklilik kaybolur. Çünkü tarihsel olarak yaratılmış bir gereksinim doğal olanın yerini almıştır.” (K.Marx Grundrisse s.409-410) Dolayısıyla sosyalistler için tüketim toplumunun reddi bir bütün olarak gereksinimlerin genişlemesi ve farklılaşmasının reddini ya da bu gereksinimlerin ilkel, doğal
durumuna herhangi bir dönüşü ifade etmez. Sosyalistlerin amacı zorunlu olarak tüm insanlık için zengin bir bireyselliğin gelişimidir. Marksistler açısından tüketim toplumunun reddi şu anlama gelir. “İnsanın gelişmesini kısıtlamayı sürdüren dar ve tek yanlı yapan tüm tüketim ve üretim biçimlerinin reddi bu rasyonel ret kapitalizm de meta biçimi tarafından belirlenen malların üretimi ile insan emeği arasındaki ilişkiyi tersine çevirmeye çalışır. Böylece ekonomik etkinliğin ana hedefi şeylerin maksimum üretimi ve her bireysel üretim birimi için maksimum özel kâr değil, fakat bireyin optimum öz etkinliği olur.” (Marks-Engels Alman ideolojisi s.67–68) Malların üretimi bu hedefe tabi kılınmalıdır. Örneğin, önemli olsalar bile insan sağlığına ve doğal çevreye zarar veren üretim ve emek biçimlerinin ortadan kaldırılması demektir. Aynı zamanda maddi ihtiyaçları olan insanın zengin bireyselliğinin tam gelişimini, çilecilik ve kendini sınırlama yoluyla değil, ancak bilinçli olarak denetlenen ve onun kolektif çıkarlarına tabi kılınmış tüketimin gelişimi yoluyla başarabileceği bilinmelidir. Marksist sosyalizmin amacı özgürce birleşmiş üreticilerin maddi ve insan kaynaklarını kimi ‘ölümsüz ekonomik yasalar’a göre kullanma yükümlülüğünden kurtulmalarıdır. Üretici/tüketicilerin hem toplumsal, hem ekonomik önceliklerini özgürce karşılaştırdıkları bir toplumdur bu. Üretici/ tüketiciler daha çok boş zaman ya da daha az yorucu ve monoton çalışma karşılığında ikinci bir televizyon setinden vazgeçmek isterlerse bunu yapma hakkına tamamen sahiptirler. Üretici/tüketiciler kararlarını kendi bilinç ve duyarlılıkları ışığında özgürce verme hakkına sahip olmalıdırlar. İnsan özgürlüğünün bütün içeriği ve amacı budur. Kapitalist insanlık görüşü insanlığın ilerlemesi ya da sağlığını yurttaşların tüketmekte olduğu, gitgide yararsızlaşan alet edevat sayısının artışıyla ölçer. Sosyalizm ise sırf tüketimden çok uygarlık içinde büyüyecektir. Bu anlamlı insan ilişkileri ve faaliyetleri alanı demektir. Çocukların büyütülmesi ve eğitim yaygınlaştırılması, hasta ve sakatlara bakılması, yaratıcı iş pratikleri, sanat ve bilim çalışmaları, dünya ve evrenin araştırılması gibi. Kanser ve kalp hastalıklarıyla savaşa, çocukların karakter ve zekâlarının nasıl geliştirilebileceğinin incelenmesine en büyük önceliği verecek olan bir toplumdur bu. Daha uzun, ruh ve bedence daha sağlıklı yaşamak, iki tane televizyon satın alma özgürlüğünden daha mı az önemlidir? Tartışma insanlık tarihinin merkezi sorunu çevresinde dönmektedir. İnsanlık kendi kaderini biçimlendirme potansiyeline sahip midir? Herkesin kendini özgürleştirmesi ve kendi kaderini belirlemesi gerçekleşmeyen bir rüya olarak mı kalacaktır? Bütün bunların hayal olduğunu iddia edenler, insanlığın koşullar ne olursa olsun ekonomik yasaların ve toplumsal eşitsizliğin diktatörlüğüne mahkûm olduğunu söylemektedir…
25
SITKI DEMiRKAN - KASABA NOTLARI Kelime haznesi üçyüz rakamıyla sınırlı insanlar, his dünyasının aslında ne kadar zengin olduğunu anlatma gayretiyle ıkınınca basenlerinin arasından yeni bir tür doğuyor...
B
Rektal şiirler ve şairlerimiz
ir memleket elinde avucunda ne varsa eziyete dönüştürmek için bu kadar mı gayretli olur ya rabbim?! Az derdimiz varmış gibi her geçen gün başka bir takıntı musallat oluyor bünyeye. Hoş bu takıntı yeni de sayılmaz ya, iflahımızı, soluğumuzu bu kadar kesecek boyuta büründüğünün şimdi farkına varmış olmak üzücü. Bizim kuşağın ortaokul-lise yıllarında iki çeşit deer varıdı. Romantizme yakın duran kesiminki hatıra deeri, realizmi benimseyenlerinki anket deeri. Her iki kırtasiye türünde de rast gelinen ve duygu coşkunluğundan kaynaklanan şiirimsiler, bu noktadan bakıldığında son derece masum kalem atraksiyonları olarak addedilebilir. Bu yüzden o deerdarlardan ve o deerleri çızıktıran amatör müelliflerden gıyaben özür dilemek boynumuzun borcu. Çünkü o ‘Kalbimiz kadar temiz’ sayfalarda tanıdığımız; akrostişli ‘Sepet sepet yumurta’lar ilk edebi kaşınmalarımıza sebebiyet verdiği için idraki bağışıklık sistemimizi güçlendirmiş farkında olmadan. Güçlendirmiş güçlendirmesine de, her sistemin olduğu gibi bizim de dayanma sınırımız bir yere kadarmış. Çin işkencesi misali his sürahimize öteden beri ve öteden beriden tıpır tıpır vuran damlalar artık takatimizi yerle yeksan edecek boyutlara ulaşmış meğer. Yıkıntı yaratacak ilk darbeyi bizim hal içindeki çay ocağına, yağmurdan kaçmak için sığındığımızda aldık. Masanın üstünde duran gazetenin bir tam sayfası ‘Sizlerden gelenler’ adı altında şiire ayrılmış. İnternet diye bir şeyle teşrik-i mesaimiz başladığından bu yana bizi çok da alakadar etmeyen gazetelerle karşılaşmıyorduk. Allah’tan karşılaşmıyormuşuz. Şu, her dışkının maydanozu, uzun kır saçlı seksologun da yazılarıyla tenasül hayatımıza yön vermeye çalıştığı, anlamlandıramadığımız bir tiraj başarısını yakalamış gazeteye kim göz gezdirmişse aliterasyon ishaline tutulmuş. Kimi sevdiceğine saldırmış en melankolik tavırlarla… Kimi vatanmillet sömürmüş ajite ajite… Kimi dağı bayırı güzellemiş… Velakin içlerinde bir amca var ki denk geldiyseniz sizin dudaklarınızdan da, “Yok devenin nalını!” sözcükleri dökülmüştür. Yetmiş küsur yaşındaki bu ihtiyar delikanlı midesindeki bir sorun nedeniyle bir devlet hastanesinde ameliyat geçirmiş. ‘Nereden anladın’ı var mı canım efendim? Şiirin teması bu!.. Operasyon başarıya ulaşmış ve beklenen
26
iyileşme sağlanmış olmalı ki, hazret gastroenteroloji polikliniğini kompile yalayarak sterilize etmiş. Doktorunu, hemşiresini, hasta bakıcısını da kurduğu yakınlık ve duyduğu minnet ölçüsünde iltifata bulamış. Fotoğrafının da bulunduğu, kendisine ayrılan kutucuğun baş tarafında yer alan bir ifade en dikkat kesilecek noktayı içeriyor: “Elli beş senedir şiir yazıyor.” Yahu be dedem, hiç mi eşin, dostun, hısımın, akraban yok senin? Daha tumturaka ilk bulaştığında, yani elli beş sene önce, bir tanesi yüzünü buruştursa anlayacaktın nasıl bir mecradan ve maceradan uzak durman gerektiğini. Sonra televizyonda bir abi denk geldi. Kutucukların içine harf denk düşürüp kelimeleri bulmayı amaçlayan bir yarışma programında. Eleman araya sevda sözleri serpiştirerek programa duyduğu muhabbeti dile getiren bir şiir söyledi, doğaçlama. Emin değilim ama sunucu, dudaklarının kenarında, saklama gereği duymadığı puşt bir tebessümle, öyle bir gaz dayandı ki adama programın süresi yetse, hareketli kamerayı hedef alıp kültür hayatımıza ‘Jimmy-jib Destanı’ diye ulusal bir motif ekleyecek. Bir de şahıs günün galibi olmaz mı? Haa sonundaki finali ben seyredemedim ama dağarcığında bir dünya kafiye getirdiğine eminim. Bunlarla, tam anlamıyla doluluk kapasitesinin en üst noktasına ulaşan katlanabilme gücümüze taşırıcı katreler ise gene televizyondan geldi. Şu meşhur kutulardan parsa çıkarma oyununa geçenlerde meşhur çi küpeli kalkıkçımız katıldı bildiğiniz üzre. Bu kalkıkçı kelimesi, gavurcada stand-up şeklinde anılan faaliyetin sergileyicilerine benim uydurduğum isim. Ecnebi bir kelimeye ek getirip onu, o şekilde telaffuz etmek tuhafıma
gidiyor nedense. Şenlikli, şamatalı birkaç saat geçireceğimizden emin olduğumuz için oturup seyrettik. Kutu açanlardan biri, mührü kırıp, kırıntıları olmazsa olmaz şekliyle elinin ayasıyla temizlerken, “Şimdi de bir şiir okuyacağım,” diyerek kafadan girdi mevzua. Dizlerimin üzerine çökmeme sebebiyet veren an, o andır.
Orhun! Gel buraya!
Edebiyat Fakültesi’nden iki kere atılmış biri olarak hadisenin ne kadar öncesiz ve ne denli sonrasız olduğunu biliyorum bilmesine de, dediğim gibi bende dayanacak derman kalmadı. Durun, hemen vakur sebepler aramayın atılışımıza. Birinde devamsızlıktan, diğerinde de ders limitini doldurduğumuz için şutlandık. Evet, öncesiz bişey bu durum. Bu dilin konuşanları için bulunabilen ve bilinebilen ilk metni baz olarak ele alırsak, ipin ucu Orhun Yazıtları’na kadar gidiyor. O taşlara, o yazıları kakıttıran vatandaşta da göreceğimiz gibi somut olguların aktarımında herhangi bir sorun yok. Yani oradan geldim, şuraya gittim, şöyle yaptım, böyle ettim diye anlatırken hiçbir rahatsız edicilik çarpmıyor göze. Ammaa ne zaman ki iş soyut kavramların aktarımına evriliyor, anında kayış sıyırmaya başlıyor. Hitabını yönelttiği kimseye meramını anlatamama endişesi, ne olduğunu sorgulamadığı duyguları tarif etmeye kalkışma telaşı, ayrıntı gibi, abartı gibi neticeleri doğuruyor. Bunu yaparken de hiç farkında, olmadan kulağı okşama gibi teknik bir hileye başvuruluyor. Oradaki Çince sözcüklerden yola çıkıp, dilimizin tarihsel süreç içerisindeki yolculuğunu incelersek, ne dediğimizi daha net anlayabiliriz.
Arapça, Farsça, Rumca, Frenkçe gibi karşılaşılan her kültürden dile yeni bir etkileşim, hatta evre katmış olmak hatırı sayılır bir özellik olsa gerek. Şimdiki zamanların yaşanılanı olan ‘İngilizce Boyunduruğu’nda sırf evrensel dil yutturmacası mı yatıyor sizce? Ha bu özellik dediğim gibi günlük hayatta, yani çarşı pazarda, pek başvurulmadığı için sorun yaratmıyor da ruhsal dünyanın eşiğinden geçildiği anda durum boka sarıyor. Duyguların sözcüklerle anlatılabileceği gafleti, edebi türler içinde yeni bir alt başlık doğuruyor. Vardır ya işte; Lirik Şiir, Didaktik Şiir, Pastoral Şiir v.s… Az önce anlattığım, örneklerini verdiğim türün adı da Rektal Şiir. Kelime haznesi üçyüz rakamıyla sınırlı insanlar, his dünyasının aslında ne kadar zengin olduğunu anlatma gayretiyle ıkınınca, basenlerinin arasından böyle yeni bir tür doğuyor. İlaveten buna kafiyeydi neyimdi teknik unsurlar da katılınca ilham gelen bişey olmaktan çıkıp, girip çıkan bişey olma suretine bürünüyor. Ben buradan subaşındaki devlere seslenmek istiyorum, kim ise onlar. Bu işin sahibi, ilgileneni, karar vereni kimler ise onlardan rica ediyorum; çıksınlar dikkat çeksinler. Desinler ki: “Ey ahali! Az bi durun!” Bakın bu dilin oyunbazları sizden evvel söylenecek her şeyi söyleyerek, ne kadar az benzetmeyle, ne denli az çağrışımla, ne çok duygusuna ortak etmiş kendinle bir konuşanları. Göstersinler, adamın birinin yüreğini manda gönünden yapılmış bir çarığa benzeterek ne çok diyar dolaştığını. Ve nefesi kadar sevdiği memleketine duyduğu hasretin gözlerine, o yana giden vapurları okşattığını. Bir diğerinin, mendilindeki kandan gelen sesi duyarak, ülkesinin kanayan yerlerini görebildiğini anlatsınlar. Öbürünün, bir karanfilin kırmızılığında, hayata dair ne varsa, hepsini bir çilingir masasına sığdırabildiğini söylesinler. Ki bunlara ilgi duymadan, hayatın yüreğindeki tele vurduğu her titreşimi ilk ve bir tek kendisi duyuyormuş zannına kapılan şiir düzer zevat, anlasın sadece Can Baba’nın fosforuyla aydınlanabileceğini. Yasak edilsin artık her eline kağıtkalem alanın ve alfabetik bilgisini yirmidokuz şekille olgunlaştıranın, duygu okyanuslarına yelken açışı. İndirin kepengi, vurun kilidi, daha da kimse şiir söylemesin…
BURHAN KUM
Yeni bir dil arayışının nedenleri
Önerdiğim, yerelliğe dönüş ya da mahalli konulara eğilme değil, durum tespiti ve onunla uyumlu bir dil geliştirilmesi gerektiği. Bunun sıkıntısını çeken biri olarak soruyorum: Bu ülkede insanlar, başları Avrupalılar tarafından okşanınca neden çocuk gibi seviniyorlar?..
B
ir sanat yapıtı, belirli koşullar altında topluma (dolayısıyla onu kapsayan zamana ve üretildiği mekâna) düşürülmüş bir izdir. Yine de onu fiili durumun bir izdüşümü olarak adlandırabilmek için, sözünün temelini mevcut koşullarda bulup bulmadığına bakmalıyız. Bu yerleştirmeden geriye doğru iz sürerek şu sonuca ulaşılabilir: Görmemiz için ortaya konan bir yapıta, işe ya da düşünceye estetik kaygılarından dolayı sanatsal bir nitelik atfederken, dilinin ve önermelerinin hangi toplumsal durumun karşılıkları olduğunun da çözümlenmesi gerekmektedir. İlk bakışta, hiç ilgisi olmadığı halde, zamanımızın dışında kalmış ‘Sanat, sanat için midir yoksa toplum için mi?’ tartışmasını tekrar alevlendirmek niyetiyle gündeme getirildiği izlenimini veren bu yerleştirme, aslında herkesi sanatın üretilme nedenleri ve işlevi üzerine -yenidendüşünmeye davet amacı gütmektedir. Egzotik bitkilerle dolu 17. Yüzyıl Flaman çiçek-böcek natürmortlarını, dekoratif birer tablo olarak hafife almak, ya da onları yalnızca titiz ve mükemmel taklitçiliklerinden dolayı övmek, bu tabloların o zamanların gelişen bilimleri olan botanik ve zoolojiye yönelik yoğun ilgiyle olan bağlarını ve temsil ettikleri laik yönelimleri görmezden gelmek demektir (Leppert). Ayrıca, uzak diyarlardan getirilen bu çiçekler bir yandan sömürgeciliğin zaferini vurgularken, diğer yandan da bu tabloları ısmarlayan, gelişmekte olan tüccar sınıfın dünya üzerindeki mülkiyeti ele geçirişini ve ‘küresel’ hâkimiyetini temsil ediyorlardı. On dokuzuncu yüzyılda Oryantalistler, Doğu’nun işgalini neo klasik bir dil kullanarak haklı göstermeye çalıştıkları için Avrupalı iktidarlar tarafından himaye edildiler. Van Gogh, modern kapitalizmin en parlak günlerini yaşadığı 1888 yılının Fransa’sında, Richard Leppert’in isabetli tespitine göre, Ayçiçekleri resmini ‘aceleyle’ boyadığında, vazoları süsleme amacı taşıyan herhangi bir çiçek grubunun değil, “endüstriyel bir ürün olarak, yemek veya yağ elde etmek için üretilen bir metanın resmini yapmıştı”. Kübizm biçimleri parçalayıp, farklı görüş açılarını aynı düzlemde birleştirmekle getirdiği yeni önermeyi, Einstein’ın parçalanan atomun çok büyük bir enerji ortaya çıkarabileceğini öne süren ‘İzafiyet Teorisi’nin hemen ardından yaptığı için dikkate değerdir. Picasso’nun Avignon’lu Kadınlar adlı tablosu, Foucault tarafından, rasyonalist bilginin ve üst sınıf ahlâkının sanattan dışladığı erkeksi fahişeleri ‘içeri’ aldığı için önemli bir sanat eseri olarak nitelendirilmişti. Bu örnekler çoğaltılabilir. Ne var ki, bütün bu örneklerden çıkarmamız
Burhan Kum, Suret gereken soru günümüzde dolaşımda olan sanat yapıtlarının toplumsal karşılıklarının ne olduğudur. İktidarın, sanatı toplumu biçimlendirme aracı olarak kullanması ile sanatın buna uygun dil üretmesi ya da sanatın geliştirdiği dili iktidarın kendi amaçları doğrultusunda kullanması arasındaki sınır tarihin hiçbir döneminde günümüzde olduğu kadar bulanıklaşmamıştı. Temelleri Soğuk Savaş yıllarında atılan bu gelişmelerin mimarları bakın ne demişler. İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda CIA Plastik Sanatlar Dairesi Başkanı olan Donald Jameson: “SSCB’deki partinin görüşleri ile sınırlanmış figüratif resim anlayışına karşı en verimli potansiyel, soyut dışavurumculuktu. Biz de bu alanda çalışmaya başladık. En büyük sorun devlete sempatik bakmayan ve hele hele CIA’ye asla yaklaşmayacak olan ve kendilerini New York’tan ziyade Moskova’ya daha yakın hisseden solcu avant-garde sanatçıların faaliyetimize nasıl kazandırılacağıydı.” 1948–49 arasında, CIA’nin görsel sanatlar üssü olan, New York Modern Sanatlar Müzesi (MOMA)’nin Yürütme Kurulu Başkanlığı’nı yapan Thomas W. Braden o güne ait anılarında ise şöyle diyor: “...yazarları, müzisyenleri, sanatçıları toparladık. Bunu başarılı bir şekilde yaptık. Kimse CIA’den şüphelenmedi. Bütün parayı biz koyduk ve tanıtım faaliyetini de yürüttük.” Yirminci yüzyıl başlarında gerçekçilik ve idealizme karşı içgüdüsel isyankâr tavrıyla, ekonomik bunalım ve politik istikrarsızlık içindeki Almanya’da ortaya çıkan dışavurumculuğun, aynı yüzyılın ikinci yarısında emperyalizmin ideolojik propaganda aracına dönüşebilmiş olması,
dilin anakronik kullanılabilirliğinin bir göstergesi değil mi? Ben de, Amerikan soyut dışavurumculuğunun Hollanda kökenli ikonlarından De Kooning’in, 1989 yılında Amsterdam’daki retrospektifinin açılış kokteyline katılmak yerine, kanallarda bot turu yapma tercihini, bir sanatçının statükoya karşı tavrı olarak takdirle karşılamıştım. Şimdi düşünüyorum da, meğer üstat, “Sen resmini yap, gerisini bize bırak,” mesajını doğru almış.
İnsani karşılık
Türkiye’de başlangıcından bugüne dek resme ait, boyadan fırçaya, kuramlardan akımlara varana kadar hepsi Batı’dan, ithal yolu ile gelmiştir ve halen de gelmeye devam etmektedir. Modernleşme sürecini tamamlamamış bir ülkede postmoderni hazmettirmeye kalkışmak kolay olmuyor. Günümüz koşullarında Türkiye için olsa olsa submodern (modern altı) terimi uygun düşer. Batı’dan çok farklı toplumsal dinamikler ve gelenek sürecinden geçerek oluşmuş bir yapıda, hareket (vize!) ve ifade özgürlüğünden mahrum, ekonomik ve siyasal kısıtlamalar altında üreten bizlerin, (bedelini dünyanın geri kalan kısmı ödediği için) bütün bunlarla uğraşmak zorunda olmayan Batılılarla aynı dili kullanarak sanat yapması, ancak İngilizceyi sonradan öğrenen birinin İngilizce şiir yazması kadar imkân dâhilinde. Bu çarpık durum da Türk sanatçısının, aynı soyut dışavurumcular gibi, kolay güdümlenebilir olmasına imkan tanıyor. (Günümüzde Çinli sanatçılardan yalnızca, yerel figürleri ve deneyimleri Batılı sanat araçları ve dili ile ifade edenlerinin Batı’da revaçta olmaları bir tesadüf mü?)
Sanatın ifade aracı olarak dilden kastım, toplumsal bilince muhalif, süreç içinde oluşmuş dolayısıyla toplumsal karşılığını zaman ve mekânından alan anlatım ve iletişim biçimleridir. Batıdan aldığımız ne varsa terk edelim, kendi kabuğumuza çekilelim demiyorum. Batıda üretilmiş hiçbir düşüncenin insani karşılığının olmadığını da öne sürmüyorum. Yaratıcılıktan yoksun ve toplumsal dinamiklerden bihaber zevatın yaptığı gibi, bugün yaşantımızda hiçbir karşılığı olmayan geleneksel Türkİslam motiflerine sarılalım dediğim de yok. (Modern bir ulaşım aracı olan metronun istasyon duvarlarını halen minyatür motifleriyle bezeli çakma İznik çinileriyle kaplıyorsanız, zamanın dışında kaldığınızı daha iyi gösteremezsiniz. Buna ‘geleneğe saygı’ filan demeyin, gelenek anlamını özgün olanda ve değişimde bulur. Bu topraklarda, İslamî öğretiyi çağdaş sanat dili ile ifade edebilecek bir sanatçı yok mudur?) Bir sanat yapıtının, dilinin ve düşüncesinin toplumsal karşılığı olmadan yürürlükte kalması ancak siyasi, askeri ve finansal baskılar ile mümkündür. Toplumsal karşılığı olan, zamanın ruhunu yansıtan bir dilin bulunması ise ancak içinde yaşanılan toplumun kendisini görsel olarak ifade ediş biçimlerinin oluşum dinamiklerinin çözümlenmesiyle. Önerdiğim, yerelliğe dönüş ya da mahalli konulara eğilme değil, durum tespiti ve onunla uyumlu bir dil geliştirilmesi gerektiği. Bunun sıkıntısını çeken biri olarak soruyorum: Bu ülkede insanlar, başları Avrupalılar tarafından okşanınca neden çocuk gibi seviniyorlar? Neden bu kadar çok makam arabası ve koruma ordusu var? Devlet neden özel sektöre ait batık işletmelere el koyarken bünyesindeki kâr eden işletmeleri özel sektöre satıyor? Tuzla’da işçiler aç kalarak da ölebilecekken neden, artık 3. Sayfada ‘haber’ bile olamadan, iş kazasına kurban gidiyorlar? Kadınlar kendilerine seçilme hakkı tanımayan erkekleri neden seçiyorlar? Taşra belediyeleri duyurularını neden elektrik direklerine monte edilmiş megafonlar aracılığıyla yapıyor? Sanatçılar, nasıl oluyor da eleştirmen müsveddelerine para ya da yapıt vererek, kendi haklarında yazdırdıkları övgü dolu yazılara inanıyorlar? ...
Bu, benzeri olmayan baskıya, sahtekârlığa, acımasızlığa, ilkelliğe, güdümlemeye ve işbirlikçiliğe karşı, ortaya benzeri olmayan bir dil çıkarabilmemiz gerekmez mi? Cevabınız: “Ee, n’apalım. Burası Türkiye, burada böyle!” mi? O halde sanatçıların, yeniliklerden haberdar olma bahanesiyle dergileri, katalogları ve interneti karıştırmayı bırakıp, içinde bulundukları durumu karşılayan, özgün bir dil bulmalarına gerek yok! Ben yanılmışım.
27
Kızıl sonbahar “Sararıp dökülmeden önce kızaran yapraklar ki onlar Şan verdiler ortalığa bütün bir sonbahar Mevsim dönüp de yeniden yeşermeye başlayınca rüzgâr Çıplağında o atın yine onlar koşacaklar O çocuklar O yapraklar O şarabî eşkiyalar Onlar da olmasalar benim gayri kimim var?” Can Yücel
S
anat, hayatla girişilen polemiktir… Düzeyi, havası, suyu, olmuşluğu-olmamışlığı bir yana, polemik gayretinden, arzusundan yola çıkar. Sanat ürünü üreticileri, sanat ürünleri üstüne üretenler, izleyici konumundan vaziyet edenler, hayatında sanatın yeri var mı yok mu bilmeyenler bile bir şekilde hayatla polemik yaptıklarından sanattan kaçış yoktur… * Haa: Polemik’ini hep içinde tutmaya kararlı olmuş veya mecbur bırakılmışlardan oluşan toplumun sosyolojisine ve siyasetine yüzümüzü döndüğümüzde orada ne görüyoruz? Orada da hasbelkader üretici, üretilen üstüne üretici, seyirci, şaşkın‘aşkın’ bir sürü figür görürüz… Ölümü (darbe veya AKP’li cemaat demokrasisi) görüp sıtmaya (darbe veya AKP’li cemaat demokrasisi) razı olanlar, lütfen politikayla ilgilenenler, lütfen yaşayanlar, dilenciliğini derin esnaf kültürünün renklerine boyayıp duran çoğunluk, bu çoğunluktan imal edilen/edilecek faşist güruh, rüzgârcılar (yelkenleri için), ‘takoz’lar, mutlakyanılmaz ahlâkçılar, madrabazlar, kaz çevirenler, “uzaktan bakınca küçük görünenler” vs… * ‘Sanat, hayatla girişilen polemiktir’ derken, polemik’i, “yazıyla yapılan tartışma” anlamının ötesine, “savaşa değğin” anlamındaki Yunanca “polemikos”a doğru ittiriyoruz. Bu noktada, “herkesin herkesle savaşı” olan mevcut hayatın içindeki ‘işleyiş’le temas sağlıyoruz… Buradan hareketle ‘sanat formülü’ falan üretecek değiliz. Polemik’in, “münakaşaya ait, tartışmalı, münakaşalı, ihtilaflı, münazaalı” anlamlarına gönderme yapıyoruz. Bütün bunlardan sakınan, başka bir lûgat’la kurulup taşınan sanat mümkün müdür? Bütün samimiyetimle, ‘yapılabilirse olur’ diyorum. Evet; üreticisinin niyetinden bağımsız olarak bir sanat ürününün kendi gerçekliği vardır. Ürün bir çok cepheden
28
kurulabilir-okunabilir-kuşatılabilir ve bazen ve hattâ (velev) ve ‘ne yazık ki’, ‘olmuş’tur… * Durumu gören çok kişi var, bu yüzden bu tespiti ilk ben yapmıyorum, Türkiye’de sinemaya olan (oluşturulan) ilgi şiiri bile kovmuştur. Aziz Nesin, “her üç Türk’ten dördü şairdir” demişti. Türklerin yanına bütün Anadolu halklarını koyarak diyebiliriz ki, bugün cümle ahali sinemayla yatıp kalkmaktadır… Hamdolsun, “bin fikir vuruşmakta, bin çiçek açmakta”dır memlekette, sinema söz konusu olduğunda… Ben, naçizane, sinemayı bahane kılıp birkaç lakırdı edeceğim. * Fatih Özgüven’in sinema yazılarına illâ bakarım. Özgüven’in ikna edici ‘nesnellik’ zemini oluşturma gayreti ve ‘öznelliğini’ dışa vururkenki samimiyeti dikkatimi çeker. Bir de; sanat üstüne yazılırken, fizik/ mühendislik/ kimya meselelerindeki kadar olsun objektiflik ‘had’leri net olan bir alanda yazılıp çizilmediğini, bilirim. Herkesin kalbinin göğsünün bir başka yerinde, kafasının da bir başka yerde bulunduğunu, şahsi tarihlerimizi sırtımızda taşıdığımızı, bir şeylere müsaitken başka bir şeylere müsait olmadığımızı, ‘sevme’ biçimlerimizin sıraladığım şeylerle çok ilgili olduğunu, ‘besleyici’ bulduğumuz akıllarınfikirlerin de bir yere kadar olduğunu falan, bilirim… * Özgüven’in sinema yazılarına tekrar bakmama yol açan, Özcan Alper’in “Sonbahar” filmi üstüne yazdıkları oldu. Sonra. “Sonbahar” hakkında başkalarının yazdıklarına göz attım ve bu okumaların kışkırttığı bu metne
ulaştım. Hemen söyleyeyim; ‘yakın’ bulunmuş, sanılmış hissiyatın ve fikriyatın çatallanma noktasında, çatal’da yollar ayrıldığında, ayrılıp gidenin ürettiği ‘bilgi’yle de düzgün ilgilenmekte fayda vardır. ‘Düzgün’ ilgi, bilgiyi temellük etmeye dair bir disiplin halidir. Bunun gereğini yaptıktan sonra, Nâzım’ın “Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların/ zarurî neticesi bu!/ deme, bilirim!/ O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim/ Ama bu yürek/ o, bu dilden anlamaz pek/ O, ‘hey gidi kanbur felek,/ hey gidi kahbe devran hey’,/ der” tarîk’inden el alup künde için hamle bile, caiz’dir… N’apalım, bazen, sanatsal yetkinlik’in ötesindeki denizin rüzgârıdır kalbimizin yelkenini şişiren… * Özgüven, “Sonbahar” hakkındaki yazısını bir mektup şeklinde, ‘Gürcü kız’a yazmış (“Sevgili kardeşim, Rus fahişe!” 18.12.2008. Radikal): “Bunları sana söylüyorum, çünkü bunu onlara anlatamayacağım, hatta kızacaklar”, diyor. “Onlar” kim? “Onlar”, “buralı okumuş yazmış genç erkekler”dir ve “ister şair ister sinemacı ister devrimci olsunlar, memleketlerine döndüklerinde anacıklarının şeatinden çok da memnun olmalarına rağmen (ya da belki tam da bundan) istiridye gibi kapalı kalırlar.” Ve, “Rus fahişe”ye sorar Özgüven: “Bunlara katlanmak zorunda mıyız?” Kimin neye “katlanacağını” netleştirmek için “onlar”ı böleceğiz önce; şairlerle sinemacıları ve onlara dair filmleri bir kenara koyacağız. “Ketum” devrimci “oğlanlar”a döneceğiz yüzümüzü… Bundan önce, gayet ‘şahsi’ bir şey olarak şunu söyleyeyim: O “ketum”ları
(hattâ şair, sinemacı olanlarını bile); şu, “Nişantaşı boys” veya “Çankaya boys” kıvamındaki gevezeliğe, espri yapmaktan müebbete mahkûm, her daim esprili-külyutmaz-malûmatfüruş ve sıkı ‘itirafçı’ “oğlanlar”a bin kere tercih ederim… Sonra, devrimcilerle “diğerleri”nin suskunluğunu ayıracağız: “Issız Adam”ın ıssız-sessizliğiyle devrimcinin kalabalık-sessizliğini kalın, yüksek bir duvarla ayıracağız. * Özgüven’i; “ruh taşrası (ve) kendine kilitlenmişliği”yle “çok, çok sıkmış” olan ıssız adamları, ketumlukları üzerinden ve sadece ikişer kola, ikişer bacağa sahip oldukları için “Sonbahar”ın Yusuf ’uyla aynı kefeye (suskunluk kefesi ve diğer kefeler) koy(a)mıyorsam, çok mu ‘öznel’ davranmış olurum? Ya da: “N. B. Ceylan’ın film çekmeye, taşralı akrabayı görmezden gelmeye ya da sevgiliyi mat etmeye odaklanmış, ser verir sır vermez erkekleri”ni; Yusuf ’la, “Hayata Dönüş” operasyonlarından geçmiş bütün kadınlar ve erkeklerle, “ser verir sır vermez”liklerinden başlayarak, yan yana koymaya gönlüm elvermiyorsa, çok mu ‘öznel’ olmaktayım(dır)?.. Dahası: Çektiği “Üç Maymun”la, “suç, suçluluk, suçlama, ortaklaşa suçluluk, silkilip atılmaya çalışılan suçluluk…”a “gözlerini dikmiş” ve bu Üç Maymunlar Ülkesi’nin “iliklerine kadar işlemiş suçluluk duygusu”nu meselesi yapmış N.B. Ceylan’ın mesele yaptığı işbu “suçluluk duygusu”ndan ‘su içinde’ muaf bir devrimciyi, ‘suç’la elele suskunlukların bağlam’ından apayrı olan suskunluk bağlam’ıyla apayrı bir yere koyuyorsam, ‘öznel’likten hüküm giyer miyim? * Devrimcinin; hakkının verilmesini bekleyen, filme çekil(e)memiş, şimdiki hayatın uzak göklerinde unutulmuş görünen türden bir ‘suçluluk’ duygusu vardır tabiî: “Tahliye olmak, hele 1980’li yılların başları ve ortalarında olduğu gibi belirli ölçülerde de şimdiki, gibi gericilik dönemlerinde yalnız başına tahliye olmak (çıkınca öleceğin kesin bile olsa) bir ‘suçluluk’ doğurur, çıkıp gidenin üstüne bir mahzunluk örtüsü geçirir; onu, kendisine hak etmediği bir imtiyaz bahşedildiği duygusuyla ezer. Bedeni cismen serbest kalsa da, vicdanı tahliye olamaz. (…) Filmin akışı içinde Yusuf ’un suskunluğunun bu yönünü pek sezemesek de,bence- tahliye olanın ‘durgunluğu’nu, dışarıya ‘yabancı’ kalmasından önce, esasen vicdanının hâlâ içeride ve
ALi OSMAN COŞKUN Yazının başına, Can Yücel’in “Yaprak Dökümü” şiiri yerine, Hafız Divanı’ndan Şirazi’nin şu satırlarını koysam mı diye düşündüm: “Karanlık bir gece… dalga korkusu ve bu derece dehşetli bir girdap. Sahilde rahat rahat yolculuk edenler, halimizi nereden bilecekler?..” içeridekilerle olmasına bağlamak daha isabetlidir.”(Osman Akınhay, Mesele, Ocak 2009, “ ‘Sonbahar’ ve 1990’lı Yılların Devrimcisi: En Güzel Yıllar Sosyalizme”) “Yusuf ’un suskunluğu”nun diğer sebeplerini sıralıyor Akınhay, andığım yazısında. İsteyen bakar. Ondan iki alıntı daha yapmadan duramayacağım: “Yusuf ’un susuşuna dair olarak (…) bir de, öznel olarak, siyasi mahkûmun, daha doğrusu bir ideal uğruna siyasallaşmış herkesin, bireysel dramlarını, hele ki gördükleri ezayı ve işkenceleri başkalarına anlatmamayı tercih ettiği, özel yaşantısını ve fedakârlıklarını kendine sakladığı, siyasi bilincini edinirken gördüğü terbiye gereği, erdemli olmaya ve değerlerine ideolojisi kadar bağlılıkla sadık kalmaya çalıştığı ahlâklı duruşu belirtmek gerekir.” Yusuf, “gaz bombalarıyla, pompalı tüfeklerle, lav silahlarıyla ölümü görmüş, duymuş, tatmıştır. Her ‘iç dil’ gibi bunların ne manaya geldiğini de esas olarak yaşayan bilir. Ondan ötesi bir ‘mesel’dir-kâh bilgece, kâh olabildiğince realist.” * Nazi toplama kampı Buchenwald’dan sağ çıkmış Jorge Semprun, “eğer ben ham, çıplak gerçeği anlatacak olsam kimse bana inanmaz…” demiştir. Semprun’un gerçeği “süzülmüş gerçeğe büründürecek” zamanı vardıoldu. Yusuf ’un zamanı yoktu; zamanı olmadığını da biliyordu Yusuf… “Bazen öe ve ıstırap, dilin üzerine çelik levhalar misali öyle bir istifleniyor ki”, diyor Murat Uyurkulak, “ağız açıldığında bünyeden manasız bir iniltiden başka bir şey çıkmıyor. Kelimeler ağza doluşuyor, insan telaşla kusmak istiyor onları, kusamıyor, boğulacak gibi oluyor ve bütün bu gerilimli gelgit esnasında tek laf edecek mecali kalmıyor.” Bazen, diyor Uyurkulak. “dilin kilitli kapılarını kırıp hakikati şık, zarif ve kuvvetli bir şekilde ifade edebilmek için çok vakit geçmesi, çok gayret gösterilmesi gerekiyor.” * Yusuf ’un zamanı yoktu; yönetmen Özcan Alper’in var. Hayatta geriye dönüş yok, filmi geriye sarma imkânı yok; ama filmlerde var, filmler için var. Geldik, Özcan Alper sinemasına: Özgüven, Gürcü ‘kızı’na yazdığı, ama ‘gelin’in okumasını (ve anlamasını!) istediği mektubunda, “Hayata Dönüş” operasyonuna filmde yer veriliş şeklini kastederek, “ ‘zaten bildiğimizi’
düşünüyorlar. Ama bu bir hikâye Eka, öyle olmamalı. Yeniden tanımlamalı, tarif etmeli, durumu o adamın kılmalı” diyor; “bir iki arşiv görüntüsünden başka bir ipucu vermiyor” diyor. Büsbütün haksız değil. Bu noktada, hayatı sinema salonunda veya sanat galerisinde veya bilmem hangi sanatsal iş’ten öğrenmeye kalkışanlara kafayı takmadan, ‘evet’ diyorum. Akınhay, “bana kalsa, ilk girişte, jenerik başlamadan kurşun sesleri beşaltı saniye daha sürse, ciğerleri iflas etmiş biri olarak Yusuf ’un öksürükleri zaman zaman canhıraş nöbetler halini alsa anlatının etkisi muhakkak artardı” diyor. Ve, “Yusuf ’un sonunun bir ‘hastalık ölümü’ değil, bir ‘devlet katli’ olduğu konusunda istenilir vurgu”nun yapılamadığını ekliyor. Film için bu türden eleştiriler tabiî ki yapılabilir. Tamam: Yusuf da Eka da, “Rus romanlarından çıkma” gibidirler; hattâ, Eka bir Dostoyevski romanı fahişesidir; “aynı zamanda ‘Vesikalı Yarim’ filminden de çıkma”dır; “üzerinde dur(dukları) iskele ‘Sevmek Zamanı’ndan”dır; film, “Rus romanlarına ilaveten başka şeylerin(de)
devamı(dır) ve o şeyler bu filmin kendisinden daha tesirli”dir (tesir’in hassasiyetimizin ‘bağlı değişken’i olduğunu hatırlatarak geçiyorum); esas oğlan’la esas kız’ın “aynı anda televizyonda aynı filmi izliyor” olmaları, “Demirkubuz diye birinin filmlerindeki referanslara referans”tır… “Ama o adam bu referansları, bizi bir sıçrama tahtası olarak kullandığı melodrama yabancılaştırmak için paranteze” almışken Özcan Alper “bunu düz melodram olarak” kullanmıştır; tabiat bile (sınırda olmaktan herhalde!) kahramanlarının “Rus romanından fırlamış”lıklarına katkıda bulunmaktadır; … * Özcan Alper, bizi, “buruk, hüzünlü (ve de “düz”) bir melodram”ın içine hapsetmek istemiş olmasın? Belki; ‘F Tipi’nin anlamını, “Hayata Dönüş”ü, içeri düşmeden ve yaşamadan anlamamızın imkânsızlığını görüp, yapabildiği kadarıyla hiç olmazsa Yusuf ’la “özdeşleşmemizi”, ama fakat Yusuf ’a kesinlikle “yabancılaşmamamızı” istemiştir? Perdede yaşıtları olan bir devrimciyi
gören o kuşağın çoğunluğunun olsun her yaştan milyonlarca Türkiyeli’nin olsun, zaten ziyadesiyle yabancılaşmışlığını gözeterek bir melodramla hepimize tokat atmayı denemiş olmasın? Yoksa, “Brecht’in gerçek buluşunun, seyircinin başkahramanla özdeşleşme yolundaki hanımkızca arzusunu reddetmek olduğunu gayet iyi” bilen Ken Loach’tan haberi yok mu Alper’in?.. * Filme, yönetmene, oyunculara, tabiata, oradaki ‘oğul’ sesine mesafesini (elde olmayan tarihi ve coğrafi sebeplerle başederek) koruyan; özdeşlik kurmaktan imtina eden ve edilmesine çalışan; aktif eleştirel tutum’un mızrağını dik tutan; yabancılaştırma efektlerini titizlikle kullanan; perdedekinin bir film olduğunu hatırlayan; duygulara kapılmak ve “tesir” altında kalmak konusunda yüksek hassasiyet gösteren; velhasıl, Brecht’çi serinlik’le kotarılmış bir yazı değil bu… Çok titizlenen birileri, belki, yazının ruhuna sızmış, kaçınılamamış bir Brecht etkisi bulur, bilemem… Ben “kıpkızıl eşkiyalar”a yazmış olayım bunları; onlar “anlar”… * Sinema notu ne olursa olsun, bir suskun çığlık olan bu “buruk, hüzünlü (ve “düz”) melodram”ı kalbime koydum, ben… Sanatsal bir gerekçeye ihtiyaç duymuyorum. Şu, ucuz melodram olan hayatı gösterimden kaldıracak ‘sıkı’ ve ‘iyi’ filmler de çekilecektir… * Yazının başına, Can Yücel’in “Yaprak Dökümü” şiiri yerine, Hafız Divanı’ndan Şirazi’nin şu satırlarını koysam mı diye düşündüm: “Karanlık bir gece… dalga korkusu ve bu derece dehşetli bir girdap. Sahilde rahat rahat yolculuk edenler, halimizi nereden bilecekler?..” * Can Yücel’in “Yaprak Dökümü” ilk yayınlandığında, “O şarabî eşkiyalar” dizesi “O kıpkızıl eşkiyalar” şeklindeydi… * Güzel günlerde, ben de, Özgüven gibi; “çovçovlar, sürgülü kalem kutuları ve ince ayak bilekleri üzerine filmler” seyretmek istiyorum. Hepsi birden olmazsa, çov çov’lardan ve sürgülü kalem kutularından vazgeçerim, ama ince (kadın) ayak bilekleri için en ucuz melodramlara bile razıyım!..
29
OKTAY GÜZELOĞLU - ARKA SOKAK HiKAYELERi
Hikaye-i Fatma... “O
oy oy oy oy güzel kardeşim benim,” diyerek, boynuma atladı, kucaklaştık, ayrılınca yüzüne baktım, “Vay be Fatma abla, çok oldu görüşemedik, ablam be, gözlerinin altı halka halka olmuş, çok zayıflamışsın,” dedim… “Sorma sorma, çok fena hastalandım, iki ay çalışamadım, kirayı ödeyemedim, çıkardı orospu çocuğu, pansiyoncu, pezevenk, neyse daha bu gün işe çıktım, daha siah yok,” dedi, eli ve kafasıyla arkasına düşen sokağı işaret ederek, “Baksana kimsede iş yok,” diye ekledi. Gösterdiği sokak arasında, genç yaşlı, karışık, ikili, tekli, sıralanmış, çömelmiş, kimisi duvara yaslanmış, on kadın vardı, sokakların alışılmış ‘gece orospuları’, gelene geçene, anlamsız gözlerle bakıp duruyorlar, yalnızca kurulmuş bebek gibi, kafalarıyla gel işareti yaparak, müşteri bulmaya çalışıyorlar… Dalmışım, Fatma’nın sesiyle fotoğraan koptum, “Ben bu duruma düşecek miydim? ‘Düşmez kalkmaz bir Allah’ derler be kardeşim, kimseleri beğenmezdim, şimdi yaş elli sekiz oldu, yeminle iş yapamıyorum, valla hani bir adam diyodum, yetmiş üç yaşında emekliydi, sana getirecektim hani evlenelim diyodu, hatırladın mı?” “Hatırlamaz mıyım ablam, ben de söz vermiştim ya, seni gelinlikle evlendirecektik ya…” Bu sözlerim üzerine Fatma güzel bir kahkaha fırlattı eksik, çürük dişleri ortaya çıktı. Bir an hatırlamış olacak ki, avucuyla ağzını kapatarak güldü; saniyeler içinde bu seferde ağlamaya başladı. “Ulan sokak ortasında sanki tiyatro yapıyoruz, ağlama be ablam ağlama,” diyerek, avucuna iki günlük otel akşamını sıkıştırıp, yürüdüm. O arkamdan güle güle, “Ben buralardayım!.. Haa o yaşlı adam ölmüş!” diye seslendi. Hızlı adımlarla köşeyi döndüm, derin bir nefes alarak rahatladım; şimdi yavaş yavaş ellerim arkamda Tarlabaşı yokuşunu Taksim’e doğru tırmanıyorum, tırmandıkça,
Fatmalar, Ayşeler, Ayseller, Gönüller, dönmeler, dönememiş sürme gözlüler, çoğalarak kaldırımdaki yerlerini almış, tanıdıklarımla selamlaşıp, tanımadıklarımla bakışıp geçiyorum… Bi an kendimi mayın tarlasında gibi hissettim, mor mor korkular sardı içimi, bizim hiç duymadığımız acıyı onların gözlerinden alıyorum, bazen duymayanların üstüne bir bok gibi fırlattığımda, yalnızca duyduğum
şey, “Of be oğlum, bırak bu işleri!” oluyor. Çünkü bu steril arkadaşlar ‘çok önemli’ işler yapıyor. Rahatsız etmeyeceksin, böyle hafif konularla meşgul etmeyeceksin, “Tabii güzel ağabeylerim!” deyip geçeceksin… Neyse, gökyüzü bu akşam çok değişken, yalancı bir kadına benzetiyorum, avuç avuç korkuyorum, bütün korkularımla, şarkısız bir ıslık gibi yürüyorum. O da ne? Bir yıldız kaydı… Gördüm…
Hani yıldız kayınca dilek tutarlar ya, ben de bir dilek tuttum ama söylemem, yalnızlığıma arkadaş olsun… Ah ulan şu hayat var ya hayat, insana acıyı da umudu da bir arada tattırır. Fatma Abla’nın yaşlı acısı, yüreğimde bir domuz kurşununun yarası gibi kocaman… Altı ay kadar önce bir akşam Fatma ablanın çalıştığı birahanede içerken, bana, “Kardeşim be. Ben artık kimseyle sabaha kadar kalamıyorum, üstüme fenalık geliyor, sinir geçiriyorum, bir kere o yaşlı adamın kolunu ısırdım, az daha adamın etini koparacaktım. Gece yataktan attım,” dedi. “Niye böyle yapıyorum?” diye sordu. Fazla bir şey konuşamamıştım, şimdi onu daha iyi anlıyorum. On sekiz yaşında, çalıştığı tekelden evlenme vadiyle çıkarılıp, “Daha çok para kazanırız,” diye pezevenk kocasının pavyona sattığı, sonraları geneleve düşen ve en sonunda geçmiş yaşında sokaklarda ekmek parasına, ucuza, etini satmaya başlayan bu kadının, hayatında güvendiği tüm erkekler kalleş çıkmıştı. Artık katlanamıyordu. Bir keresinde yine sormuştu, “Yaşadığım aşklara n’oldu?” diye… Cevaplayamamıştım… Her gün birbirlerinden farklı, birbirlerine benzeyen şeyler yaşıyorum. Eski bir şarkı gibi unuttuğum umutlarımı tekrardan hatırlamaya çalışıyorum. Bu gece, bir itin ısırışı gibi acılı. Kendime getirdi, benim eskiden kocaman umutlarım vardı, uzun zamandır umutlarıma yabancı olmuştum, Fatma Abla ve diğerlerinin, sönmüş balon gibi silinmiş sevinçlerini, gördüğümde, hatırladım. Bu fukaralar, kendilerine dayatılan boktan, pis hayatın keskin çarkların arasında parçalanarak yaşamaya çalışıyor... Ben bir gün sokaklardan umutlu olacağım. “Ne zaman?” diye sorarsanız, siz de düşünün… Sönmüş bir kömür gibi karanlıktan aydınlığa doğru yürüdüm, evime gelip, yatağıma salyangoz gibi kıvrıldım kaldım...
mSayı 30, Mart 2009, Aylık süreli yayındır mYayımcı: LM Basın Yayın Ltd. Şti. mİmtiyaz Sahibi: Tuncay Akgün mYazıişleri Müdürü: Hakan Gülseven mMüessese Müdürü: Ali Yavuz mTel: 0212 292 95 65 (4 hat) mFaks: 0212 245 38 06 mAbonelik: 0212 292 95 65 mBaskı: İmpress Tesisleri Adres: Tevfik Bey Mah. Tahsin Tekoğlu Cad. No:2 Küçükçekmece Sefaköy-İstanbul. Tel: 0212 540 40 45 Faks: 0212 540 39 99 mGenel Dağıtım: D.P.P. A.Ş. mAdres: İmam Adnan Sok. No: 14 Beyoğlu / İstanbul mMERKEZ İRTİBAT BÜROSU: RED LOKAL, İstiklal Caddesi, Rumeli Han, B Blok No:18, Beyoğlu İSTANBUL me-posta: editor@redciyiz.biz mDağıtımla ilgili sorular: dagitim@redciyiz.biz
30
www.redciyiz.biz
SERHAT ÖZCAN
Y
i.T. ve YTL-be
ani İbrahim Tatlıses ve Yıldız Tilbe... Bir ülkeyi ve zamanlarını anlatan her şey, o ülkenin gündeminde gizli. Gerçek gündem ile dayatılan gündem çok farklı olduğu halde, yaratılan gündem, ünlü insanların gereksiz hayatına odaklanırken, her şeyi önce ranta dönüştüren zihniyet, albüm satışlarına ve ‘ekstra’ diye tanımlanan özel konserlere (özel paralarla) yansıtılır. Böylece polemik ya da bir bardak suda yaratılan fırtına amacına ulaşmış demektir. “Benim şarkımı nasıl kesersin?” diye başlayan tartışma, “Seni pezevenklerin elinden ben kurtardım, bana minnet duymalısın,” şeklinde ‘biat’ kültürüne dönüştüğünde vatandaş tartışmanın düzeyini bir yana bırakıp, kim haklı kim nankör sorusuyla birbirine giriyor. Ana haberden magazin programlarına kadar bu konu haftanın gündemine oturuyor. ‘Sanatçı’ların karşılıklı olarak birbirlerini Allah’a havale etmeleri de ülkenin gerçek gündemiyle bire bir örtüşüyor. - Deniz feneri davası ne olacak? - Biz onu Allaha havale ettik. - İşten atılınca tazminatını alabildin mi? - Allaha havale ettim. - Başbakan, “Bize iftira atıyorlar, ben onları Allaha havale ediyorum.” - Muhalefet liderleri ‘hükümeti, Ergenekon’u ve yolsuzlukları’ Allah’a havale ediyoruz... Herkes Allah’ı evrak memuru tayin etmiş, her şeyi havale ediyor. *** Ülkede hukukun halletmesi gereken işlerden sıyrılmanın iki yolu var. Ya yeni, ‘kılıfına uydurma’ yasaları çıkarırsın, ya da Allah’a havale edersin. Hukuk devletinde demokrasi gemisi, böyle yürütülüyor. Sosyal devlet başlığı altında, sadaka dağıtan iktidarı ne yüksek seçim kurulu kararları ne mahkeme yasakları durdurabiliyor. Hâlâ Deniz Feneri Derneği Gazze’yi, çocukları ve yoksulları kullanarak ‘bağış’ adı altında para toplamaya devam ediyor. İddiaların odağındaki bürokrat ve siyasiler, hâlâ koltuklarında oturmaya devam ediyorlar. Dosya Ankara’ya ulaşmış, bakalım seçimden önce inceleme bitirilip, olay bir karara bağlanabilecek mi? Bağlanabilirse, nasıl bir karara bağlanacak… Hepimiz merakla bekleyip göreceğiz. Cumhurbaşkanı, ‘först leydi’yle birlikte, açlık ve yoksullukla boğuşan Afrika ülkelerinde, ‘Fettullah Gülen’ bağlantılı okulların açılışında boy gösterirken, beraberinde götürdüğü ‘Müslüman’ iş adamlarına milyonlarca dolarlık işler bağlıyor. Bir zamanlar hükümetle kol kola yürüyüp seçim kazandıran ‘amiral gemisi’ medya, çıkarlar örtüşmeyip ters düşünce vatan haini ilan ediliyor.
Partiyi iktidara taşırken üstü çizilen vergi borçları, fikir ayrılığına düşülünce yeniden keşfedilip ortaya atılıyor. Medya iktidar ilişkilerindeki sakatlığa öncelerdeki bazı yazılarımda değinmiştim. İktidarlarla yol alan medyanın, başka iktidarlarca veya çıkar çatışmalarında yok edilişini bu ülke daha önceleri de görmüştü. Onurlu ve bağımsız olamadıkça da bu çark böyle dönmeye devam edecektir. Tek silahı kalemi ya da ‘klavyesi’ ve yüreği olan gazetecilik mesleğinin onurunun ve kurtuluşunun da tek yolu yansız, gerçekçi ve kamu yararını gözeten dürüst bir anlayışı benimsemesidir. Medyanın tekelleşmesi özgür düşünceye vurulmak istenen prangadır. Tek seslilik faşizme özgü bir yöntemdir. Ve hiçbir ülkeye yarar getirmemiştir. Tarih bu ve benzeri örneklerle doludur. *** 29 Mart yerel seçimlerine az bir zaman kaldı. Medyanın çok önemli ve tarihi bir görevi olduğunu düşünüyorum. Göstermelik işler ve seçim yatırımı zihniyetiyle şehirler, kasabalar, beldeler, yıllardır bitmeyen inşaat şantiyeleri görünümünde sinirleri bozmaya devam ederken, siyasiler zaten aylar önce açılmış yerlerin ‘tekrar’ açılışlarını yapmaya devam ediyor. İl başkanı, belediye başkanı zamanında açmış ama parti başkanı ya da başbakanın açmasıyla bir olur mu hiç? Meğer devlet büyükleri bir yerde açılış yaparlarsa, giderleri devlet tarafından karşılanırmış… Eh oralara kadar gidilmişken, sebze halini, kapalı spor salonunu, raysız ‘yer üstü metrosu’nu bir kez daha açarız. Ne olacak, taş atıp da kolumuz mu yorulacak, ince atarız kargalar yer. O kadar ihale verdiğimiz taşeronlar da, bir miting düzenlesinler artık, bedavadan değil mi? Parti kapatma(ma) davasından zaten ekonomik kesik yedi iktidar partisi, doğal olarak da sıkıntıda yani… Bir miting için kaç gemicik, kaç yumurta, kaç ton mısır, kaç villa, kaç özel hastane, kaç kilo pırlanta, ne kadar altın satılması gerektiğini biliyormusunuz? En az umre dönüşü getirdiğimiz zemzem suları ve hurmaların parası kadar para gerekir. *** Ülkenin hukuktan sorumlu Adalet Bakanı açıklıyor: “Yerel seçimde başka partilere
oy vermeyin. Çünkü onlar taleplerini bize, Ankara’ya getiriyorlar, biz de kabul etmiyoruz.” Yani diyor ki; “Bizim iktidarımızda yandaş olmayan vatandaş da olamaz.” Ki söylediğinin kanıtları mesela İzmir’de yaşanıyor. Mahkeme kararlarına rağmen İzmir, Ankara’dan ödenek alamıyor ya da çok zorlanarak alınabiliyor. Bence hukukçular bakanın kendilerini ihbar ettiğini düşünüp bu işin peşine düşmelidir. Benim bildiğim, Anayasa’da karşıt görüşleri açlığa ve ölüme terk edin diye bir madde yok. Onu da bir gizli oturumla Meclis’ten geçirdilerse bilemem. Geçtiyse de en üst makamdan nasıl olsa dönmez. Aba altından sopa göstermek tehdit içerir. Ve bunu kim yaparsa yapsın suçtur. Umutsuz vatandaş yığınlarını, “Oy vermezsen hizmet vermem!” tehdidiyle yıldırmak siyasi ahlakla bağdaşmadığı gibi Faşişt dikta söylemlerini çağrıştırır. Hele ki bunu Adalet Bakanı söylüyorsa konu daha da vahim bir hal alır. Üstelik bir de bakan hukukçuysa… Ne pahasına olursa olsun iktidarda olma hırsı ülkeyi bizden-diğerlerinden ayrımına sürükledi. Arap milliyetçiliğini tarikatlarınızla, cemaatlerinizle, denetimsiz Kuran kurslarınızla, ‘şeyh’leriniz ve de ‘şıh’larınızla, oy deposu olarak gördüğünüz bu millete Müslümanlık adı altında yedirdiniz, yedirmeye de büyüyerek devam ediyorsunuz. Bu aşamadan sonrada halk yalamalığı yapacak bir durum yok. Bu sözlerim de vatandaşlarımıza. Açlık, işsizlik, ekonomik ve sosyal etkilerin hepsi bir yana çıplak birer insan olarak konuşalım. Küçücük menfaatler için kendi ekmek teknelerinize binip niye gemicik hayali kuruyorsunuz kardeşim?! Vatan satılma pahasına verilen sadakaları niye alıyorsunuz? Niye onurlu, insanca yaşanacak bir dünya için birlik olup, “Ne oluyor, benim adıma ne yapıyorsunuz siz?” diye niye sormuyorsunuz? “Ben sizin yandaş müteahhitlerinizi ve sistemlerinizi, düzeninizi, savaşlarınızı desteklediğim için mi vergi verip it gibi çalıştırılıyor ve eziliyorum? Ya da sosyal devletim neden benim it gibi çalışmak istediğim işimi elimden alıyor da, beni sadakayla oyalıyor. Neden ben eğitimden, sağlıktan, yolundan, suyundan, enerjisinden, petrolünden, iletişiminden, gıdasından, barınmasından, dünyadaki en pahalı ülkenin vatandaşı olarak yararlanabiliyorum? Çoğunlukla da
zaten yararlanamıyorum. Neden vergi alırken, hakkımı ararken, soru sorarken, eylem yaptığımda, beni potansiyel hırsız ya da suçlu olarak görüyorsun? Neden benim mahallemi yönetecek adamı Ankara’dan yandaş tavsiyeleri ve kafa kol ilişkileriyle sen seçiyorsun?” Bu soruları, sorulması gereken yerlere neden sormuyorsun? Topluca sorabileceğin oluşumlarda, neden yer almıyorsun? Ama şunu bilmelisin ki korkaklığın ve yılgınlığın çocuklarının, torunlarının ve gelecek nesillerin ekmeğinin çalınmasına ortak ediyor seni. Açlıktan, yoksulluktan ve kandan sorumlu kılıyor. “Tuzu kuru olanlar rahat rahat sallıyor,” diyeniniz varsa kendi adıma yanıtlayabilirim. Hayatını garantiye almış, tuzu kuru bir adam hiçbir zaman olmadım, öyle bir derdim de olmadı. Benim için ‘ucundan tutmaktır’ hayat dediğimiz şey. *** Bize öğretilen her şeyi sorgulamadan hayatımıza sokmaya başladık. İster mahalle baskısı, ister ‘biat’ edebiyatı deyin. Korkaklık en büyük suçtur günümüzde. İT, YTLbe’ye, “Seni ben, seni döven pezevenk’lerin elinden kurtardım sana iyilik yaptım,” diyor. “İyiliğimle seni ezme ve aşağılama hakkına sahibim, manevi borç ödenemez, yaşamın boyunca bana biat edeceksin, bak beni üzersen beni seven arkadaşlarımda sana iş vermeyebilir, bazı kendini bilmezler üzüntüsünden ayağına ateş edebilir. Ben seni düşünüyorum bacım sana yardım ettim hep,” diyor. Ytlbe, “Bana Allah’tan başka kimse yardım etmedi,” diyerek ortak dillere mesajını iletiyor. Bir mekâncı seyrederken, “Helal kıza bak Allah’ı da ağzından düşürmüyor şuna bizim mekânda da iş verelim. Hatta sabah programına başlatalım bir televizyonda,” diye söylüyor adamına. Kahvehanede 30 yıllık arkadaşına bağırıyor, “Ulan şerefsiz geçen hafta aldığın 10 lirayı niye vermiyorsun?” “Görüyorsun iddia kuponu dolduruyoruz oğlum, tutturalım verecez.” “Ohh ölme eşeğim ölme. Balık kavağa çıkınca yani...” Mart sonu seçim var. Balığı kavağa mı çıkartırsınız, kavağı Allah’a mı havale edersiniz bilemem. Ama kesin olan bir şey var. Çalınmış geleceklerin ardından ağlamayın, ağlatmayın. Her kötülüğü de Allah’a havale edip onu da yormayın. Biz dünyada bir şeyleri halledebiliriz. Ezilmek, sömürülmek, açlık, kader değil. İnanın binyıllardır bütün kötüler ve kötülükler mutlaka Allah’a havale edilmişlerdir. Hâlâ dünyada, kötüler, kötülükler ve zalimler varsa havale yanlış işlemdir. Ya da adrese ulaşmıyordur. Ve bildiğim kadarıyla da Allah’ın sopası yoktur...
31
‘cinnet vatanımız’ için
SEÇiM VAKTi...
işten çıkarılan işçiler ağlıyor... yoksulluk derinleşiyor... patronlar dümbelek çalıyor...
israil’e laf eden tayyip, israilli komutandan, “sen git de aynaya bak!” diye fırça yiyor!..
ama kimileri onu ‘padişah’ ilan etmeye hevesleniyor... ve abd marifetiyle koca bir ‘fethullah toplumu’ yaratılıyor...
buyrun şimdi canınızın istediği belediyeyi seçin!