30_

Page 1

Kadın cinayetlerini engellenmiyor!

100 milyon insan öldü? Neden?

Kadınların çoğu şiddet gösteren erkekler engellenmediği için öldürülüyor. Mahkemeler ise şiddet gösteren erkekleri tutuklamak için kadınların öldürülmesini bekliyor! › 5

İşçi ve emekçileri, “vatan savunması” adı altında savaşa ikna edip dünyayı paylaşanlar, büyük para babaları bunca insanın ne için öldüğünü açıklamalı... › 16

İşçilerin Sesi

İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır

ISSN: 2147-1568 Eylül 2014 / Sayı 30 Fiyatı: 1.5 TL

Yoksullar öldü siyasetçiler pazarlıkta İsrailli üç gencin Hamas’ın silahlı kanadı İzzettin Kassam Tugayları tarafından kaçırılıp, öldürülmelerinin ardından başlayan, Gazze’ye yönelik askeri operasyonun, siyasi sorumluğunu kim alacak? İsrail yönetimi, Hamas’ı destekleyen “Gazze halkına bedel ödettik, Hamas’a ders verdik” diyerek, kendisini zafer kazanmış gibi gösteriyor. Hamas’ın sorumsuz eylemi, sivilleri hedef alan devlet terörünü meşrulaştırmış ve İsrail emperyalist devletlerin desteğini almıştır. Hamas ise, “direndik ama ezilmedik, İsrail devletini geri adım attırdık” propagandasını yaparak, hangi “zaferi” kutluyor? › 10

Eğitimde iflasın belgesi: TEOG Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş (TEOG) sistemi ile liselere yerleştirme sonuçları açıklandı. Liselere kayıtta büyük bir kargaşa başladı. 1 milyon 57 bin öğrenci ve ailesini etkileyen yerleştirme sonuçlarına göre, 155 bin 305 öğrenci hiç tercih yapmamasına rağmen, 134 bin 788 öğrenci ikamet adreslerine göre evlerine en yakın okula yerleştirildi. Bu sonuçlara göre 20 bin öğrencinin hiçbir okula kaydının yapılmamış oldu. On binlerce veli, okul okul gezerek boş kontenjanı olan okul bulup, çocuğunu kayıt ettirmek için koşturuyor. Medya da bu insanların haklı öfkelerini gündeme getirmek zorunda kalıyor. Herkesin sorduğu soru şu, “bu duruma nasıl geldik?” › 6

Yeni Türkiye işçi sınıfı eliyle kurulacak!

1970’TE 15-16 HAZIRAN’DA, 1989’da Bahar Eylemleriyle, dün Gezi İsyanıyla milyonlar harekete geçerek, ne Demireller, Özallar devirdiler, egemenlerin korkulu rüyası oldular. Erdoğan-Davutoğlu’nun mezhepçi, ırkçı, cinsiyetçi, sömürücü, anti demokratik rejimi de emekçilerce alt edilecektir. Yeter ki, işçi sınıfı kendi program ve talepleri için mücadeleyi işyerlerinde, fabrikalarda, mahallelerde örgütlesin, kendi gücünün farkına varsın…› 02

TAYYİP ERDOĞAN’IN yemin töreni esnasında Selahaddin Demirtaş’ın usulen alkışlaması kimi sosyalist çevrelerde tepkiyle karşılandı. Biz, Demirtaş’ın sözcüsü değiliz; Üstelik konuyla ilgili olarak kamuoyuna açıklamada bulundu ve tutumunu savundu. Bizim dikkat çekmek istediğimiz sosyalist solun Kürt ulusal hareketine yaklaşımındaki çarpıklıktır. Demirtaş’a yükledikleri anlam ve misyonun yanlışlığıdır. › 03

BU DÜZENDE İŞÇİLERİN yaşamları, patronlar ve onların siyasal temsilcileri için anlam taşımıyor. Patronların aç gözlülüğü ve kâr hırsı önlenmeden, insanca bir düzen kurulamaz. “Kâr”ın değil “insan”ın merkezde yer aldığı bir ekonomi ve siyasete ihtiyacımız var. Bu aynı zamanda haksız savaşları, bireysel cinayetleri, uyuşturucu tekellerini, kadınlara yönelik cinayetleri de önleyecek toplumsal zeminin yaratılması demektir. › 08


2

İşçilerin Sesi

Biz kimiz? Ne istiyoruz? Ne için mücadele ediyoruz? Bugün dünyaya egemen olan anlayış, sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan ayrımcılıktan uzak yeni xxxxxxxxxxxxx bir toplum olmalı; bu da komünizmdir. Rusya’da 1917 Ekim işçi devriminden kısa bir süre sonra, Doğu Avrupa, Çin ve Küba’da daha en başından itibaren “işçi sınıfı ve komünizm” adına yaşananlar işçi sınıfının çıkarlarından uzak, bürokratik ve yozlaşmış rejim deneyimleri olmuştur. Bu rejimlerle işçi demokrasisinin ve komünizmin doğrudan ilgisi yoktur. Komünizm işçi sınıfı ideolojisidir. Onun tarafından ve dünya seviyesinde inşa edilebilir. İşçilerin Sesi gazetesi, insanlığın kurtuluşu olan komünizmi kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezme-ezilme ilişkisinden ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlar. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını savunur. İşçilerin Sesi gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara, burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır. İşçilerin Sesi gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız demokratik ve şeffaf olmalarını savunur. İşçileri ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişek işçi hareketi eliyle işçilerin öz örgütü haline gelmesine çalışır. İşçilerin Sesi gazetesi işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Tüm işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak enternasyonalist komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir komünist enternasyonalin inşası demektir. İşçilerin Sesi gazetesinin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır. Enternasyonalist komünisttir.

İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi Aylık süreli siyasi yayın Tarih: Eylül 2014 Sayı 30 Baskı: Yön Matbaacılık, Davutpaşa Cad. Güven San. Sitesi B Blok, No 366 Topkapı İstanbul. Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi (Kemal C. Sarıoğlu) Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Söğütlüçeşme cad. Tulumbacı Asım Sokak Korular İş Hanı No 2/48 Kadıköy / İstanbul web: iscilerinsesi.org email: iscilerinsesi@gmail.com

Eylül 2014/30

Yeni Türkiye işçi sınıfı eliyle kurulacak!

E

rdoğan, halkın seçim tercihinin yeterli olduğunu, Anayasa ve yasalarda yer aldığı gibi bir cumhurbaşkanı olmayacağını söyleyerek seçildi. Burjuva politikacıları hatta askeri darbe yapan generaller bile, “ince” bir gözboyama işçiliğiyle, iktidarlarını göstermelik de olsa yasal mevzuata dayandırma ihtiyacı duyarlardı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi bile “iç tüzüğün filanca maddesinin orduya verdiği yetkiyle” diyerek cümle kurmuş, diktatörlüğünü mevcut yasalara dayandırma ihtiyacı duymuştu. Erdoğan 21 milyon oy aldı, “halk beni seçti, sandıktan üstün yasa yoktur” diyerek kendisine oy vermeyen yüzde 48,3’lük seçmeni, seçimlere katılmayan 15 milyona yakın vatandaşı, 34 milyonu elinin tersiyle bir kenara itti. Son derece kaba ve hoyrat biçimde, önce seçim sonuçlarının resmi gazetede yayınlanmasını erteletti. Böylece resmen cumhurbaşkanı olmasını geciktirdi. Ardından partiyi kendi istediği gibi düzenledi. Parti kongresinde konuştu. Halktan aldığı desteği, kendisi gibi düşünmeyenlere karşı bir silah olarak kullanacağını, hiçbir muhalefete izin vermeyeceğini belli etti. AKP ve Erdoğan arasındaki ilişki, demokrasilerdeki parti-lider ilişkisinden çok, otoriter, baskıcı rejimlerdeki siyasi partilere benziyor. Yeni Türkiye’den çok “ikinci eski Türkiye” ile karşı karşıyayız. Adam olacak “Yeni Türkiye” kuruluşundan bellidir. “Yeni” diye bize sunulan rejim, öyle ki eskiyi bile aratacak; en geri demokrasiden uzak olacak. Nitekim, 1 Eylül Barış mitingi İstanbul’da yasaklandı bile… Hele Ahmet Davutoğlu gibi Ortadoğu’nun kan gölüne çevrilmesinin siyasi mimarlarından biri başbakan olurken, daha barışçı, komşu halklarla daha demokratik ve eşitlikçi bir ilişki kurmak mümkün mü? Ya da daha çok bireysel özgürlük ve işçi hakkı olması beklenebilir mi? Tam aksine, yeni rejim kendi suretine benzeyecektir. Daha mezhepçi, siyasal İslamcı, kadın düşmanı, tekçi ve ırkçı olacaktır. Yeni Türkiye kendi burjuvalarını daha da büyütecektir. Hızla büyük inşaatlar, büyük ihaleler yandaşlara gidecek; onlar da Soma’da olduğu gibi sömürüyü yoğunlaştıracaktır. Esnek çalışma, taşeronlaşma, güvencesizlik, düşük ücretler, uzun çalışma saatleri, sendikasızlaştırma ve grev yasakları peş peşe gelmesi beklenir. Kendi basını var. Kendi polisini güçlendirecek, yargı üzerinde kesin denetim sağlamak isteyecektir. Erdoğan, Gezi’nin yükünü hep sırtında hissedecek. Turgut Özal’ı “Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı” diyerek köşküne kitleyen işçi sınıfı olmuştu, yine olacak. Davutoğlu şimdiden düşmanı en çok

başbakanlardan biridir. Nitekim Erdoğan’ın yemin törenine katılan devlet başkanları arasında stratejik ortağı ABD’den veya AB’den bir tane yoktu. “Yeni Türkiye” söylemine kendi taraftarları, basın kuruluşları dışında itibar eden yok ama, “istikrar sürsün Türkiye büyüsün” söyleminin gizlediği açık şantaja, boyun eğen milyonlarca banka borcu olan yoksul insan var. Bizim meselemiz de bu! İş bulma, işe girme, belediyede işini halletme, yardım alabilme, memur olma, memuriyette tayin olabilme hatta eş bulabilmeye kadar, kitlelerin gündelik ilişkilerinde AKP’li olarak işlerini çevirdikleri bir düzen, bir zincir var. Kredi kartı borçlarını 10 yıl, 15 yıl günde 12-14 saat çalışarak ödemekten başka bir ihtimalin olduğunu bilmeyen işçiler var. Borç faizlerinin anapara kadar yüksek olmasına “yeter, ödemiyorum” demeyi göze alamaya cesaret edemeyen milyonlar var. Türkiye’nin büyümesi, emekçilerin yoksulluktan kurtulmasına yol açmıyor, böyle bir Yeni Türkiye’den bize ne, demeyi kolaylaştıracak, emekçilere güven verecek bir seçeneğe ihtiyaç var. Çünkü insanca yaşamak için AKP’ye, bankalara, patronlara mahkûm değiliz; geçinmek için 12 saat çalışmak zorunda değiliz. Çünkü bankalarda, patronlarda, devlette 77 milyonun insanca yaşamasına yetecek para, kaynak, iş olanağı var, ama bunları onlardan alacak ve emekçilere verecek bir siyaset yok! Onlara baskı yapacak örgütlü bir işçi-emekçi gücü yok. Eğer olsaydı, programında en azından şunlar yazacaktı: Tüm para ve kaynaklar insanca yaşamak için kullanılmalıdır. Farklı inanç, ulus, cinsiyetler arasında eşit ve demokratik ilişkiler, barış sağlanmalıdır. Eğitim, sağlık, ulaşımın ticari kâr güdüsüne bırakılmadan, kamusal hizmet olarak yapılmalıdır. Asgari ücret, emekli aylıkları insanca yaşanacak seviye yükseltilmelidir. Taşeron sistemine son verilmeli, iş saatleri kısaltılarak herkese iş olanağının sağlanmalıdır. Madenler, inşaat ve tersaneler başta olmak üzere, işgüvenliği önlemleri işçi denetiminde olmalıdır. Doğanın kâr için tahribatı, HES, baraj inşaatları derhal durdurulmalıdır… Yeter ki, milyonlarca işçi sınıfı harekete geçmeye karar versin. 1970’te 15-16 Haziranlarla, 1989’da Bahar Eylemleriyle, dün Gezi İsyanıyla milyonlar harekete geçerek, ne Demireller, Özallar devirdiler, egemenlerin korkulu rüyası oldular. Erdoğan-Davutoğlu’nun mezhepçi, ırkçı, cinsiyetçi, sömürücü, anti demokratik rejimi de emekçilerce alt edilecektir. Yeter ki, işçi sınıfı kendi program ve talepleri için mücadeleyi işyerlerinde, fabrikalarda, mahallelerde örgütlesin, kendi gücünün farkına varsın…


İşçilerin Sesi

Eylül 2014/30

3

Evet, Demirtaş Tayyip’i alkışladı… Demirtaş birlikte yaşamak üzerine kurulu siyaset felsefesi için radikal demokratik adımların atılmasını istemektedir.

yalizm mücadelesini örgütlemeye, geliştirmeye çalışıyoruz. Bu nedenle Kürt meselesine politik yaklaşıyoruz ve Demirtaş’ın tutumunu, sözcüsü olduğu hareketin taktiklerini benimsemesek bile, buradan hareketle Kürt hareketiyle mesafe koyacak bir eksen değişikliğine gitmiyoruz.

C

Radikal demokrasi Şunu biliyoruz: Demirtaş ve Kürt hareketi çok uzun zamandan beri Türk egemen sınıflarıyla uzlaşmak, Türkiye’yi birlikte yönetmek istiyor. Bunu da açıklıyor. Kürtler, bir ulus olarak tarihleriyle, mücadeleleriyle inkar edilmiş bir halk olarak 30 yıllık isyanın sonucunda Türkiye egemen sınıflarına bu topraklara ortak olduklarını ve birlikte yaşamı dayatıyor. Ve bu mücadele haklı ve meşru olduğu gibi, 90 yıllık Türk rejimini de demokratikleşmeye zorluyor. Türk devleti de Kürt hareketini terbiye edip, sıkıştırarak teslim alıp, kimliksizleştirmek, tarihsizleştirmek isityor. Mücadele bu eksende iniş ve çıkışlmarıyla sürüp gidiyor. Enternasyonalist komünistler için bu durumda öncelikli görevimiz Demirtaş’ı eleştirmek olabilir mi? Biz, Türkiye işçi sınıfının sosyalizm mücadelesinde enternasyonalist yani şovenizmden arınmış, ulusal temelde bölünmemiş güçlü bir işçi harekti yaratmak için çalışmalıyız. Enerjimizi ve olanaklarımızı bunun için kullanmalıyız. Can ATEŞ

umhurbaşkanı seçilen Tayyip Erdoğan’ın yemin töreni esnasında Selahaddin Demirtaş’ın ayağa kalkıp usulen alkışlaması (kabul edersiniz ki tezaharuat yapmadı), başta CHP olmak üzere kimi sosyalist çevrelerde tepkiyle karşılandı. “Katil Erdoğan alkışlanır mı” dediler. Seçimlerde Demirtaş’a oy vermeyen sosyalist çevreler bu olayı, boykot tavrının doğruluğuna kanıt saydı. Daha geniş bir sosyalist çevre ise, Kürtlerle AKP’ye karşı tutarlı mücadele yürütülemez diyerek “sosyalistlerin sosyalistlerle birleşik bir mücadele örgütlemesi”nin zamanı geldiğini yüksek sesle ifade ettiler. Böylece geniş bir sol kamuoyu Demirtaş’a yüklenmek için fırsat buldu. Enternasyonalizm ve ulusal hareket Biz, Selahaddin Demirtaş’ın sözcüsü değiliz; bu hem bize düşmez hem de buna ihtiyacı olduğunu sanmıyoruz. Üstelik konuyla ilgili olarak kamuoyuna açıklamada bulundu ve tutumunu savundu. Bizim dikkat çekmek istediğimiz (CHP’nin istismarcılığı bir yana), sosyalist solun Demirtaş vesilesiyle Kürt ulusal hareketine yaklaşımındaki çarpıklıktır. Demirtaş’a yükledikleri an-

lam ve misyonun yanlışlığıdır. Kuşkusuz biz olsak, usulen de olsa Erdoğan’ı alkışlamazdık. Şu ayrımı yapalım artık: Sosyalistler Kürt halkının taleplerine ve mücadelesine destek vermeli. Bu, ulusal hareketin siyasi çizgisi, programı, stratejisi ve taktiklerinden bağımsız olarak verilen bir destektir. Kürt halkının mücadelesi 90 yıllık Türk rejiminin asimilasyoncu ve ilhakçı siyasetini yenilgiye uğratmayı öngörmesi sebebiyle demokratik bir karaktere sahiptir. Bu, ulusal hareketin liderliğinin siyasi strateji ve taktiklerini benimsemek anlamına gelmez. Aynı zamanda Kürt hareketini yönlendirmeye ve belirlemeye de kalkmıyoruz. Onlara akıl vermek bizim işimiz değil. Bizim siyasetimiz, Kürt ve Türk işçilerinin birliğini savunur, sınıfın ulusal temelde bölünmesine karşı çıkar. Eğer bugün Kürt işçileri, sınıfsal değil de ulusal mücadeleyi tercih etmişlerse, bu bizim eksikliğimiz. Yani hem şovenizm-

den arınmış bir devrimci işçi hareketi yaratamadık hem de işçi sınıfı arasında belirli bir güce ulaşmış değiliz. İki yanlışa düşmeyelim Birincisi, Kürt siyasi hareketinin Türkiye siyasetindeki etkisinin, gücünün cazibesine kapılarak, Kürt hareketinin bir uzantısı haline gelmektir. Yüzde 10 oy, bu “uzantı” için epeyce kışkırtıcı bir sonuç oldu. Böyle bir durum, bizi demokratizme (Demirtaş’ın söylemiyle radikal demokrasiye) sürükler ve işçi sınıfının nihai hedeflerinden uzaklaştırır. HDP’li sosyalistleri bekleyen tehlike budur. İkincisi, sınıftan kopmamak adına Kürt mücadelesine mesafeli tutum takınmaktır ki, ileri sendikalarda, HDP dışındaki sosyalistler arasında yaygın bir tutumdur. Biz, demokratik talepler bağlamında Kürt hareketiyle birlikte mücadele ederken; HDK bu nedenle anlamlıdır, diğer yandan işçi sınıfının birliği ve sos-

Bu konudaki görüşlerimizi gazetemizin Aralık 2012 tarihli (yeni seri) 9. sayısında açıkladık.

Kürtler, her halk gibi değerleriyle vardır

1

5 Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli eylemleriyle başlayan silahlı ayaklanmanın 30. yıldönümünde, bu baskınların komutanlarından Mahsun Korkmaz’ın (Agit) Diyarbakır Lice’deki ‘Şehit Harun Şehitliği’nde, anıt heykelinin açılışı da yapıldı. Heykel, yaklaşık sekiz ay önce yapılmıştı ancak açılışı yıldönümü tarihine denk getirildi. Açılış ve ertesinde hiçbir olay olmadı. Güvenlik güçleri müdahalede bulunmadı. Ancak birkaç gün sonra, Posta, Aydınlık, Oda TV gibi ulusalcı yayın organlarının yayınları, savcıları ve güvenlik görevlilerini harekete geçirdi, AKP’nin onayıyla, mezarlığa giren askerler heykeli yıktılar ve postallarıyla heykelin başına basarak fotoğraf çektirdiler. 1990 yıllara ait görüntülere benzeyen bu fotoğraf, “Yeni Türkiye” sloganını benimseyen 13 yıllık AKP hükümetinin, “Eski Türkiye”de olduğu gibi pis işlerini yine askere, orduya yaptırdığını gösterdi. Dolayısıyla “yeni” Türkiye’den söz etmek için çok erken.

Heykel ile mukabele Mahsun Korkmaz heykeli elinde kaleşnikof tüfeğiyle resmedilmişti. PKK, silahlı mücadeleyi stratejik olarak terk etmiş, siyasal mücadele dönemini başlatmış olmasına rağmen, neden silahlı bir komutan figürünü kullanmıştı? Kimileri için bu bir militarizm örneğiydi. Tıpkı, Türkiye’nin her yerinde gördüğümüz silahlı asker heykelleri gibi… Kürt hareketini yatkından takip eden gazeteci İrfan Aktan’a göre, Agit’in heykelinin dikilmesi, 90 yıllık Türkiye Cumhuriyetine egemen olan Atatürk, İnönü ya da asker heykellerine bir mukabeledir. Kürtlerin bu topraklarda bir tarihi olduğunun hatırlanmasına yönelik çok ciddi bir girişimdir. Kürtler, bu heykeli dikerek, bu topraklarda kendilerinin de kahramanları olduğunu, bir zamanlar silahlı gerillalara sahip olduklarını ve bu sayede bugün siyasi bir varlık sahibi olabildiklerini tarihe kaydetmek istediler. Tarihlerini unutmayıp hatırlamak istediler. Hatta belki de artık silahlı bir mücadele yürütme-

meye karar verdikleri için, silahlı gerilla komutanının heykelini dikerek, bu mücadele biçimine nokta koymuş olduklarını simgeleştirmek istediler. Mahsun Korkmaz’ın heykelinin yıkılmasının ardından Türkiye’nin dört bir yanında Atatürk heykellerine yönelik saldırılar oldu. Yine ulusalcı basın (bu kez Sözcü gazetesi), Rusya’da yıkılan bir Lenin heykelini “Atatürk heykeli” diye takdim ederek fotoğrafı manşetten yayınlamayı görev bildi! Bu zihniyetin Kürtlerle bir arada aynı topraklar üzerinde eşit bir şekilde yaşamak gibi bir tahayyülü olabilir mi? AKP barış istiyor mu? Bir liderin veya sembolün“heykel” ile ifade edilmesine dair görüşlerimiz farklı da olsa, Mahsun Korkmaz’ın heykelinin siyasal anlamı kavranmadan, Kürt halkıyla toplumsal bir barışı inşa etmek mümkün olamaz. Bunu başta AKP hükümeti ve devlet idrak etmek zorundadır. Bir yandan Mahsun Korkmaz’ın lideri Öcalan ile görüşme yapa-

caksın diğer yandan ölmeseydi müzakere heyetinin içinde yer alacak olan bir gerillanın heykelinin yıkılması emrini vereceksin! Barış söz konusu olacaksa, Kürtleri gerillasıyla, isyanlarıyla, kahramanlarıyla birlikte içinize sindirmek zorundasınız. Yine İrfan Aktan’ın ifadesiyle, siz heykelleri yıkabilirsiniz ama neredeyse her köyde, her evde bir Mahsun, bir Agit ismi varsa bu ismi Kürtlerin gönüllerinden, bilinçlerinden söküp atamayacağınızı göreceksiniz. Barış istiyorsanız, size düşen, Kürtleri oldukları gibi kabul etmektir. AKP ise, Kürtleri tarihleri, eylemleri, direnişleriyle kabul etmek yerine onları, Ortadoğu’daki büyük emelleri için ihmal edilebilir bir güç, birkaç kırıntıyla başından savuşturabileceği bir halk seviyesine düşürmek istiyor. Oysaki Kürtler, böyle bir halk olmayı reddettikleri için bugün sadece Türkiye siyasetinde değil, Ortadoğu siyasetinde de etkin ve iradi bir siyasi rol üstlenmekte, bölge halklarının desteğini kazanmaktadır. Can ATEŞ


4

İşçilerin Sesi

Eylül 2014/30

Muayene ücretlerine yüzde 100 zam

AKP Hükümetinin sağlığı özelleştirme adımları devam ediyor. Şimdi de devlet hastanelerindeki muayene ve özel hastanelerde hastalardan alınan fark ücretleri yüzde yüz artırıldı.

A

KP Hükümetinin “sağlığı iyileştirdik, artık istediğiniz hastaneye gidebiliyorsunuz” söyleminin arka planında sağlığı özelleştirmek ve kar eder hale getirmek hedefi var. 01.10. 2008 tarihinde yürürlüğe giren 5510 sayılı kanunla kamu ve özel sağlık kuruluşlarına SGK ile sözleşmeler yapmak kaydıyla SGK’ya bağlı hastalara sağlık hizmeti verme izni tanınmıştı. Bu uygulamayla hastalar istedikleri sağlık kurumuna sevksiz giderek sağlık hizmeti alabilirler gibi görünüyor, sağlık hizmeti kolaylaşmış ve kalitesi artırılmış olarak reklamı yapılıyor. Oysa başlatılan uygulamalar sağlığı iyileştirmek yerine özelleştirdi, hastaneleri kar ile çalışan ticarethaneler haline getirdi. Başlangıçta özel hastaneye hastalardan 12 lira fark ücreti alınırken 2009 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile ücretler artırıldı, uzman doktor, doçent, hoca farkları isimleri altında 25 lira ile 200 lira arasında ücret alınmaya ve hasta odaklı değil, müşteri odaklı çalışmaya başlandı. Puan sistemi sayesinde de doktorlar daha çok puan alıp maaşlarını yükseltmek için yarış haline girdiler ve sağlık hizmetinin kalitesi daha da düştü. Özel hastane ve dispanserlerin yanık tedavisi, onkoloji, yenidoğan anomalileri, organ doku nakli gibi sağlık sorunlarında tedavi ve tahlil dâhil ücreti almaması gerekiyordu fakat bu pratikte uygulanmıyor. Hasta kabulde ücretleri kabul etti-

ğinize daironama formu imzalatılıyor, hukuken ödenmesi zorunlu olmayan bu ücreti kabul etmeyen hastaların tedavisi yapılmıyor, iki ucu keskin bıçak. Organ ve doku nakli gibi kronik hastalıklarda uzun süreli olduğu için hastaya çıkartılan yüksek faturalar özel hastanelere gidilmesini imkânsız kılıyor. Kamu ve üniversite hastanelerinde de durum çok farklı değil. Onlarda da katkı payı artırıldı. Üniversite hastanesinde muayene ücreti SGK’lılara 15 lira, günlük yatış 18 liraya hiç kuruma bağlı değilseniz dan 50 lira, özel hoca muayenesi bölümlere göre değişmekle birlikte 60 liraya yükseltildi. Burun spreyleri, ortopedi malzemeleri, ameliyat-

larda kullanılan tıbbi malzemeler gibi ilaçların birkısmıyavaş yavaş ödeme kapsamından çıkarıldı. Diğer taraftan üniversite hastanelerinde hastaların belli bir süre içinde alabilecekleri hizmetlere limit konduğundan poliklinik hizmetiveya ameliyatlarda yapılması gereken tahlillerde çoğunlukla limit aşımına giriyor. Hastaların limiti aşan tahliller için 10 gün sonra tekrar gelmesi gerekiyor, tedaviler gecikiyor ve daha çok fark ücreti alınıyor. Performans sistemi ayrı bir sorun, doktorlar ne kadar çok hastaya bakarsa o kadar fazla ücret alıyor, doğru teşhis ve tedavi uygulanması imkânsız hale geliyor. Sağlık bakanlığının Ağustos

ayında yaptığı düzenleme ile devlet hastanelerindeki SGK’sız muayene ücreti 15 liradan 30 liraya, sağlık raporu ise 3 liradan 20 liraya yükseltildi. Herkes SGK kapsamına alındı dense de Sağlık Bakanlığından yetkililerin de söylediği gibi SGK prim borcu olanlar SGK’sız gibi değerlendirilecek ve zamlardan etkilenecektir. Özel hastanelerde ise hastalardan alınan fark ücretine de yüzde yüz zam geldi. Daha önce çocuk hastalıkları poliklinik hizmeti için en fazla 22,50 lira ek ücret ödenirken yeni düzenleme ile bu rakam 50 liraya çıktı. Muayene fark ücreti kadın doğumda 28 liradan 62 liraya, kardiyolojide 31 liradan 68 liraya, dâhiliye ve genel cerrahide 25 liradan 56 liraya yükseldi. SGK son 7 yıldır özel sağlık kuruluşlarına ödediği ücretlere çok ciddi bir artış yapmadı. Ancak vatandaşın ödediği fark ücretleri önce yüzde 30’dan yüzde 70’e, sonra yüzde 90’a, en son da yüzde 200’e çıkarıldı. Sağlık sistemi sağlıklı işleyebilir. Özel hastanelerin sayısını artırmak yerine kamu ve üniversite hastanelerinin sayısını artırarak bu sayede hasta insanlarınsaatlerce sıra beklemesi engellenir ve sağlık hizmeti yeterli hale gelir. Koruyucu hekimlik ve halk sağlığı işler hale getirilmeli, hastaneler kar üreten zihniyetten arındırılmalıdır. Sağlık kamu hizmeti olarak görülmelidir. Herkese eşit ücretsiz kaliteli sağlık hizmeti istiyoruz. Yasemin E.

Yatağan’da özelleştirmeye karşı barikat

Yasağa inat, Kadıköy’de binler barış için buluştu…

M

İ

uğla’nın Yatağan ilçesindeki, Termik Santrali ve Kömür İşletmeleri’nin özelleştirilmesi üzerine, santral ve maden işçileri işletme girişini barikatlarla kapattı. Yatağan Termik Santrali ve Güney Ege Linyitleri İşletmesi bünyesinde çalışan Tes-İş ve Maden-İş sendikalarına üye işçiler, dün (20 Ağustos) kömür işletmesi ve santralin özelleştirmesine tepki göstererek iş yerlerinin önünde toplandı. Güney Ege Linyitleri işletme girişini kapatan işçiler, kapıların önünde iş makineleriyle de barikat kurdu. İşyerlerinin özelleştirilmesine karşı çıkan Yatağan işçileri, daha önce “özelleştirmecileri içeriye almayacaklarını”

ve “işyerlerini terk etmeyecekleri” de kararlı olduklarını belirtti. Maden-İş Sendikası Yatağan Şube Başkanı Süleyman Girgin, 16 Ağustos itibariyle Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun Yatağan Termik Santrali ve maden ocaklarının ihalesini onayladığını hatırlattı. Ardından yaptığı açıklamada şöyle konuştu: “Uzun yıllardan bu yana özelleştirmeye karşı halkımızla birlikte mücadele yürütmekteyiz. Özellikle 11 aydan bu yana meşru zeminden, barışçıl eylemlerden ayrılmayarak demokratik hakkımızı sonuna kadar kullanarak her yolu denedik, her eylemi yaptık ve haklı davamız Türkiye kamuoyunda da yerini almıştır.”

stanbul Valiliği’nin araç trafiğini engellediği gerekçesiyle 1 Eylül Dünya Barış Günü etkinliğinin yasaklanmasını binlerce kişi protesto etti. Bir araya gelen binlerce kişi, barış sloganlarını haykırmak için Kadıköy’de buluştu. 1 Eylül Mitingi Tertip Komitesi adına bir açıklama yapan TTB İstanbul Şubesi Dr. Deniz Mardin, “Emperyalist güç odaklarının emellerini hayata geçirmek için IŞİD gibi çeteleri kullanıyor” dedi. Toma, Akrepler ile OHAL manzaralarının oluşturulduğu Kadıköy’de toplanan binlerce kişi hep bir ağızdan emperyalistler eliyle Ortadoğu’yu kana bulayan IŞİD’i lanetledi. “Şengal’den Gazze’ye dayanışmaya çağırıyor”, “IŞİD dostu, halkların

düşmanı AKP’yi susturalım, akan kanı durduralım”, “Ortaoğu’daki katliam emperyalizmin eseridir”, “Gazze’den Şengal’e katliama sessiz kalma” pankartlarının taşındığı etkinlikte, IŞİD ve destekleyen AKP’ye lanet yağdı. Kitle yürüyüş boyunca Şengal’de göçe ve zulmün anlatıldığı fotoğraflar da taşıdı.


İşçilerin Sesi

Eylül 2014/30

5

Maceracı bir proje: Yüksek Hızlı Tren Apar topar açılışı yapılan yüksek hızlı tren şimdi de göçmen kuş kıyımına başladı. Kuşların göç yolları düşünülmediğinden her gün yaklaşık 600 kuşun hayatına maloluyor.

C

umhurbaşkanlığı seçimlerinde bir seçim yatırımına dönüşen yüksek hızlı tren macerası tarihsel sürecine bakıldığında Haydarpaşa Garı ve çevresini bir rant alanı haline getirecek Haydarpaşa Port projesi için bahanedir. Acelecilik ve plansızlık hakim Proje çok çabuk hayata geçirilmelidir. Ağustos ayında hat inşaatı hala devam ettiği halde, hızlı tren Sarakya’nın Pamukova ilçesinde 150 yıllık eski demiryolu hattında geçmek zorunda kalır. Hattın Geyve İlçesi Ali Fuatpaşa Mahallesi Mevkii’nde de hemzemin geçitteki bariyerler kaldırılınca da burada görevlendirilen bir kişi YHT geçeceği zaman düdük çalarak bölgede bulunanları uyarır. 24 Ağustos’ta ise hızlı trene binenleri kabus gibi bir gece beklemektedir. Elektrik arızası nedeniyle Köseköy istasyonu yakınlarına geldiğinde yerleşim merkezi dışında durmak zorunda kalır. 22.30 sıralarında da arızanın giderilerek trenin hareket ettiğini söylenir ancak daha sonra bu trenin motorinle çalışan lokomotif tarafından Köseköy İstasyonu’na kadar getirildiği ortaya çıkar. Doğaya, canlıya zarar bir proje En son basına yansıyan kuş ölümleri için TCDD yetkililerinin verdiği açık-

lama da plansızlığın göstergelerinden biridir: Kuş ölümleri “artık azalmaya başladı. Çünkü kuşlar da YHT’ye alıştı ve göç yollarını değiştirmeye başladılar. Ancak zaman zaman göç eden kuş sürüleri YHT’ye çarpıyor. Kuş sürüsü yüzünden YHT hızını düşürmeyecek, 250 kilometre hızla seferlerine devam edecek. Zaman içerisinde kuşlar YHT’ye alışıp göç yollarını tamamen değiştirecektir.” Oysa göçmen kuşların göç yolları değişemez ve yapılması gereken o güzargahın seçilmemesidir. 22 Temmuz 2004 hızlı tren macerası 41 yolcunun hayatına mal olmuştu. Yetersiz alt yapıya rağmen acele ile açılan hatta hızlandırılmış tren aşırı hızdan dolayı raydan çıkar, 230 yolcunun 80’i yaralanır ve 41’i ölür. 2012 yılında da açılan davalar zaman aşımına uğrar ve dava düşer. Aynı tarihler Haydarpaşa Garı için de değişim başlamıştır. Anadolu’nun İstanbul kapısı 1908 yılında hizmete başlamış olan Haydarpaşa Garı ile ilgili olarak 2004 yılından itibaren gar ve liman fonksiyonunun değiştirilerek rant yaratıcı projeler uygulanabilmesi için yapılan bazı çalışmalar göze batmaktadır. 2004 yılında Gar ve Çevresindeki 1 milyon m2’lik alana inşaatlar yapılmasının önü açılır.

2007 yılında inşaat alanı 2.2 milyon m2’ye çıkar. Selimiye Kışlasından Moda’ya kadar bir alan yerli ve yabancı sermayeye açılır. 28 Kasım 2010’de Gar Binasının çatısında yangın çıkar. Dönüşüm hızlanır. 25 Kasım 2011’de Gar Alanının, Kadıköy Meydanı ve Harem Otogarının bulunduğu bölgenin kültür, turizm, ticaret alanına dönüştürüldüğünü ifade eden 1/5000 koruma planı hazırlanır. Son aşamada hızlı tren devreye girer ve TCDD, Gebze Köseköy arasındaki Yüksek Hızlı Tren projesi çalışmalarını gerekçe göstererek 1 Şubat 2012 tarihinden itibaren de Haydarpaşa Gar’a gelen

ve giden tüm anahat trenlerinin seferlerini sonlandırır. Hızlı tren sadece güvenliği, alt yapısı olmayan macera olmakla kalmaz, Haydarpaşa Port projesini tetikleyerek Anadolu’nun İstanbul’a giriş kapısını ortadan kaldıracaktır. Hedeflenen taşı toprağı altın denen bu şehre tasını tarağı toplayıp gelen işçiler yerine metrekaresine binlerce dolar ödeyen zenginlere pazarlamaktır kenti. Yaşam alanlarımız hızla elimizden alınmaya çalışılırken, hızlı trenin tehlikelerine dikkat çekmek ve 100 yıldır hizmet eden Gar’ımıza da sahip çıkmak bu nedenle önemlidir. Zehra SELANİKLİ

Devlet kadın cinayetlerini engellemiyor!

Ç

ağlayan Adliyesi’nde koruma altındaki bir kadını ve koruma polisini öldürenlerle ilgili davada, avukatlar Kadın ve Aileden sorumlu Bakan Ayşenur İslam hakkında suç duyurusunda bulunmak istedi. Mahkeme talebi reddetti İstanbul Adalet Sarayı’nın giriş kapısında annesi Hanime Arslan ve koruma polisi Emrah Taşdemir’i öldüren, bir özel güvenlik görevlisini de yaralayan Dursun Zehir ile babası Hızır Zehir’in yargılandığı dava sürüyor. Kadın örgütlerinin oluşturduğu Kadın Cinayetlerine Karşı Acil Önlem Grubu’nun izlediği duruşmada, savcı cinayete azmettirme suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istemi ile tutuklu yargılanan baba Hızır Arslan’ın tahliyesini istedi, mahkeme reddetti.

Koruma altındayken öldürüldü! Öldürülen Hanime Arslan’ın ailesinin avukatları, devletin sorumluluğunu yerine getirmediğini, Arslan’ın korumasının yanında öldürüldüğünü ve bu nedenle Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam hakkında suç duyurusunda bulunmak istediler. Mahkeme bu talebi reddetti. Duruşma öncesi Kadın Cinayetlerine Karşı Acil Önlem Grubu yaptığı basın açıklamasında: “5 günde 8 kadının öldürüldüğü Temmuz ayında Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam, devletin korumasında hiçbir kadının öldürülmediğini ‘şükrederek’ açıkladı. Bir gazeteci adliye önünde öldürülen Hanime Arslan’ın hatırlattı. Aile bakanı bu soruyu, ‘O durum farklı’ diye yanıtladı. Durumu farklıymış. Çün-

kü Hanime bakanlık tarafından değil, emniyetin görevlendirdiği polislerce korunuyormuş. Oysa Hanime hakkında çağrılı koruma kararı bakanlık inisiyatifi ile çıkarılmıştır”, dendi. Karısına “boşanma” cezası! Son aylarda tırmanarak artan kadınlara yönelik şiddete vahşi bir örnek de Çekmeköy’de yaşandı. 16 yaşında evlenen Hasret’e, kocası Yakup Kara 15 yıllık evliliği boyunca şiddet uyguladı. Hasret şiddete karşı susmayarak onlarca kez karakola başvurdu. Hasret iki kez Yakup Kara’dan korunma kararı aldırdı. Bir keresinde Yakup Kara 120 gün hapis cezası aldı, ama şiddet durmadı. Hasret boşanmaya karar verince Yakup Kara, 8 Ağustos’ta Hasret’in 43 yerine tornavida saplayarak ağır ya-

raladı ve bir hafta sonra teslim oldu. Teslim olduğunda YakupK. Verdiği ifadede, “Eşim başka erkeklerle görüşüp mesajlaşmıştır. Nerelerinden yaralandığını bilmiyorum. Kafamı toparladığımda daha ayrıntılı savunma yapacağım” dedi. Ne yazık ki mahkeme Yakup K’yı serbest bıraktı. Yakup Kara durmuyor ve Hasret’in evinin karşısındaki işyerinden gözlüyor. Hasret’in başına bir şey gelmemesi için mahalleli ve kadınlar dayanışma içinde korumaya çalışıyor.Kadınların çoğu şiddet gösteren erkekler engellenmediği ve kadınlara verilen koruma kararları uygulanmadığı için öldürülüyor. Mahkemeler ise şiddet gösteren erkekleri tutuklamak için neredeyse kadınların öldürülmesini bekliyor! Banu PAKER


6

İşçilerin Sesi

Soma’da Kartal ve Aksu’ya saldırı Soma İmbat Madencilik’te gerçekleşen iş cinayetinde kaybettiğimiz Metin Keskin’in ailesine bir grup işçiyle beraber taziye ziyaretinde bulunmaya giden arkadaşlarımız Kamil Kartal ve Başaran Aksu saldırıya uğradılar. Saldırıya uğrayan arkadaşlarımız, İmbat Madencilik ve Demir Export yetkilileri ile Türk-İş’e bağlı Madenİş sendikasının yönetici, temsilci ve delegelerinden oluşan grubun gün boyunca süren çeşitli kışkırtma ve yönlendirmeleri sonucu bir güruhun kendilerine linç girişiminde bulunduğunu belirttiler. Saldırıyı yara, bere, ezik ve çatlaklarla atlatan arkadaşlarımızın sağlık durumları şu anda iyi ve moralleri yüksek. Bölgede gittikçe üye ve güç kaybeden Türk-İş sendikası ve sermaye, DİSK örgütlenmesi ve komite-meclis çalışmalarını bu şekilde baltalamaya çalışmaktadır. Bir işçinin ölümünden sonra gerçekleştirilen bir taziye ziyaretinde bile böylesi bir alçaklığa başvurmaktan çekinmeyenlerden hesabı inanıyoruz ki Soma işçileri soracaktır.

İşten atılan işçiler kendini fabrikaya kitledi Düzce Birinci Organize Sanayi Bölgesi’nde promosyon ve reklam sektöründe faaliyet gösteren fabrikadaki işçiler DİSK’e bağlı Birleşik Metal Sendikasına üye olduklarından dolayı 4 işçi işten atıldı. 4 aydır işe geri dönmek için mücadele veren işçiler en sonunda kendilerini giriş kapısına demir zincirle bağladı. İşçilerin işyerinde sendikal çoğunluğu sağladıkları ve sendikanın çalışma bakanlığından yetki almalarına rağmen patron sendikayı tanımıyor. İşçilerin mücadelesi devam ediyor. Hatırlanacağı gibi 2010 yılında yapılan referandumda işçiler iki sendikaya üye olabiliyorlar. Bırakın iki sendikaya üye olmayı, patronların bir sendikaya tahammülleri yok.

Eylül 2014/30

Eğitim sisteminde iflasın belgesi: TEOG

T

emel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş (TEOG) sistemi ile liselere yerleştirme sonuçları açıklandı. Liselere kayıtta büyük bir kargaşa başladı. 1 milyon 57 bin öğrenci ve ailesini etkileyen yerleştirme sonuçlarına göre, 155 bin 305 öğrenci hiç tercih yapmamasına rağmen, 134 bin 788 öğrenci ikamet adreslerine göre evlerine en yakın okula yerleştirildi. Bu sonuçlara göre 20 bin öğrencinin hiçbir okula kaydının yapılmamış oldu. On binlerce veli, okul okul gezerek boş kontenjanı olan okul bulup, çocuğunu kayıt ettirmek için koşturuyor. Medya da bu insanların haklı öfkelerini gündeme getirmek zorunda kalıyor. Herkesin sorduğu soru şu, “bu duruma nasıl geldik?” İstikamet, İmam Hatip! 134 bin öğrenciden 40 bini imam hatip liselerine, 94 bini meslek liselerine Bakanlık tarafından otomatik olarak kaydedildi. Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) yetkilileri kamuoyundan gelen tepkileri azaltmak için “bu öğrencilerin kayıtlarını başka okullara aldırabileceklerini” açıkladı. Her hafta okullarda kontenjan taraması yapılacak, kontenjanlar dolarsa, başka okula kayıt yaptıramayacaklar. Bakanlık tarafından kaydı imam hatip liselerine yapılan öğrenciler kontenjan olması halinde kaydını başka liselere almaya çalışacak, olmaması durumunda özellikle yoksul ailelerin çocukları farklı bölgelerdeki okullara gitme olanakları bulunmadığı için, açık liseye yönelerek örgün eğitimin dışına itilmiş olacaklar. AKP iktidara geldiği ilk dönemde, çocuklarını imam hatip okullarında okutmak isteyen ailelerin mağduriyetinden siyaset üretiyordu. Devletin ailelerin tercihlerine müdahale edemeyeceğini söylüyor, sözde özgür-

lükçü bir söylem tutturmuştu. Aradan 12 yıl geçip, devletin bütün kurumlarını kendi politik ve ideolojik çıkarları doğrultusunda dönüştürdükten sonra, bu liberal söylemleri duyulmaz oldu. Bakanlık velilerin ve öğrencilerin tercihlerine değil saygı duymak, çok eleştirdikleri CHP’nin tek parti dönemindeki gibi “tek tip öğrenci” yetiştirmek istiyor. Başbakan’ın, “Dindar gençlik yetiştireceğiz” lafının karşılığı şimdi daha iyi anlaşılıyor, eğitim alanında yapılan yasal düzenleme ve uygulamalar söz konusu amaca hizmet ediyor. Kız öğrenciler kapı dışarı Her yıl sayısı onbinlerle ifade edilen kız öğrenci, muhafazakârlık, yoksulluk gerekçelerle, okul hayatının dışına çıkıyordu. Bulunduğu ilçede istediği okula yerleşemeyen kız öğrencilerin okul dışında kalmaları için yeni bir gerekçe TOEG sistemi olacak. Bugün TOEG sonuçlarından ve yaşanandan dolayı Bakanlık eleştiriliyor, burjuva medya bazı yerleştirme örneklerini öne çıkartarak (Türkiye Musevileri Hahambaşı’nın torunun imam hatip lisesine kaydedilmesi gibi) ortada büyük bir “beceriksizlik” var diyor. Beceriksizlik tamam; daha da ötesi var: Özelleştirme. Eğitimde özelleştirme artacak AKP 12 yıllık iktidarı döneminde dört Milli Eğitim Bakanı değiştirmekle kalmadı, eğitim ve sınav sistemini neredeyse her yıl değiştirerek, eşitsizliğe ve elemeye dayanan eğitim sisteminin yoksulların aleyhine, özel okulların ve dershanelerin lehine işlemesini sağladı. Eğitim sistemini hem ideolojik amaçları hem de ekonomik çıkarları için kullanmak istiyorlar. Öğrenciler özel okullar için müşteriye dönüştü-

rülüyor. Özel okula gidecek 250 bin öğrenciye, toplamda 800 milyon TL destek verileceği duyuruldu. Dershanelerin özel okullara dönüştürülmesini de (Cemaatin tasfiyesine) de yarayacak bu açılım, binlerce devlet okulunun alt yapı yetersizliği koşullarında gerçekleşecek. Kaynaklar, örneğin okulların depreme hazırlığı için kullanılmıyor. Eğitimde özelleştirme için kadrolaşma Eğitim kurumlarını bir “şirket”, idarecileri de “patron vekili” olarak biçimlendirilen Bakanlık, önce yandaş sendikası Eğitim Bir Sen yöneticilerini ilçelere müdür atadı, ardından bu sendikaya üye olmayan hiçbir okul müdürü bırakmadı. Görevden alınan ve görev süresi uzatılan okul müdürlerinin sendikal üyeliklerine bakıldığında bütün kadrolaşma açığa çıkıyor. Sadece Eğitim Sen üyesi olan müdürler değil, Türk Eğitim Sen’li bazı yöneticilerde, değerlendirme sınavından geçemeyerek, idarecilikten uzaklaştırıldılar. AKP iktidarıyla kadrolaşması başlamıştı. Milli Eğitim Bakanlığı hem 1 milyondan fazla çalışanı hem 25 milyon öğrencisiyle tüm toplumu kapsayan yönü hem de eğitimin ideolojik işlevi nedeniyle, AKP için belirleyici bir öneme sahiptir. Eğitim sistemi, sınav ve yerleştirme yöntemi, kadrolaşma, kamusal eğitim hizmetlerinin piyasalaştırılması, özel okullar, devletin kaynaklarını özel sektöre aktarılması, muhafazakârlaştırma bağlı olarak kız öğrencilerin eğitim dışına atılması gibi bir dizi siyasi müdahaleyle kuşatılmış durumda. Bu kuşatmayı kıracak olan, parasız, kamusal, laik, demokratik ve anadilde eğitim politikası olabilir. Kaya İLHAN


İşçilerin Sesi

Eylül 2014/30

Şişecam: İşçi hayır dedi sendikacılar imzaladı!

Ş

işecam işçilerinin patronla (İş Bankası) toplu iş sözleşmesinde uyuşmazlığa düşmeleri üzerine, sendika 20 Haziran’da 10 fabrikada 5 bin 800 işçi ile greve çıkmıştı. Grevin 8. gününde AKP hükümeti cam üreten fabrikaları “milli güvenliği” tehdit ediyor diyerek grevi durdurdu ve 60 gün erteledi. Yasalar, bakanlar kurulu kararıyla ertelenen grevlerin tekrar başlamasına olanak vermiyor. İşçileri ellerinden grev hakları budanmış biçimde işverenin karşısında hak aramaya zorluyor. Sendika fiili mücadelenin taşlarını örmek yerine, bürokratik yolları izledi. Danıştay’a itiraz etti ve Danıştay da hükümeti destekledi. Başka nasıl olabilir ki? Bir yandan AKP’nin yargıyı ele geçirdiğini söyleyeceksin diğer yandan böylesine büyük bir grevin işçiler lehine çözümünü bekleyeceksin! Sendika “yılmadı” bir de Anayasa Mahkemesine başvuru yaptı. Hemen TEKEL işçilerinin 4 C’ye geçiş sırasında “şehir efsanesine” dönüşen Anayasa Mahkemesine başvurusunu hatırladık. Sendika bürokrasisi işçileri şu mahkeme kapılarına umut bağlayıp beklemek için döktüğü teri, işçileri sonuç alacakları mücadelelere hazırlamak için harcasalardı, belki sonucu değiştirmeye güçleri yetmezdi ama, sınıfın tarihine bir olumlu bir katkı yaparlardı. Grev ertelemesinden 60 gün sonra yasa gereği sendikanın önüne iki yol çıkıyor: Ya toplu iş sözleşmesini imzalamak ya da işverenin veya sendikanın başvurusu ile sözleşmenin Yüksek Hakem Kurulu’na (YHK) gönderilmesi. Grev ertelemesi ve YHK tehdidi altında işçinin istediği bir sözleşme imzalanması olanaksızdır. İşveren her durumda yasa eliyle sıkıştırdığı sendikayla istediği gibi sözleşme imzalama olanağını elde ediyor. YHK ortalama bir sözleşme imzalıyor. Ancak, sorumluluk patronda ve YHK’da kalıyor.

Kristal-İş Sendikası, hangi yolu izleyeceğine dair kararı vermek için, sonradan pişman da olsa demokratik yolu seçti ve işçiler arasında referanduma gitti. Sendikanın bildirisinde “Biz izlenecek yolu sendikamızın demokratik ilke ve işleyişinin bir parçası olarak üyelerimize bırakıyoruz. Toplu iş sözleşmesinin hangi yol ve yöntemlerle sonuçlandırılacağına üyelerimizin kendi iradeleriyle, demokratik bir biçimde karar vermesini istiyoruz” dedi ve işverenin teklifini 26 Ağustos’ta işçilere sundu. Bildirinin altına da “büyük harflerle” şu notu ekledi: “Değerli üyemiz; İşveren tarafından verilen son öneriyi kabul ediyorsanız “evet” oyu, kabul etmiyorsanız “hayır” oyu kullanınız. Oylama sonucunda: Evet çıkarsa toplu iş sözleşmesi sendikamız tarafından imzalanacak, Hayır çıkarsa yasa gereği toplu iş sözleşmesi Yüksek Hakem Kurulu tarafından en geç iki ay içinde sonuçlandırılacaktır”. Oy veren işçi bu söze dayanarak oy kullandı. Referandum sonuçları yeni bir bildiriyle açıkladı: “Fabrikalarda gizli oy açık sayım ilkesiyle yapılan oylama sonucu oylar sandık kurulları tarafından sayılmış ve tutanak altına alınmıştır. Sandık kurulu tutanakları birleştirilmiş olup kesin sonuçlar aşağıda yer almaktadır. Oy kullanabilecek üye sayısı: 5789, oylamaya katılan üye sayısı: 3703, geçersiz ve boş oy: 181, geçerli oy sayısı: 3522, Evet oyu: 1755 (yüzde 49,83), Hayır oyu: 1767 (yüzde 50,17). Oylama sendika içi demokrasi açısından önemli bir tecrübe olmuştur… Üyelerimizin ortaya koymuş olduğu görüşler, sendikamız tarafından dikkatle, titizlikle ve sağduyu ile değerlendirilerek hareket edilecektir”. İşçiler işverenin teklifine küçük bir farkla “hayır” demiştir. 2 bin kadar işçi referanduma katılmayarak güvensizlik belirtmiştir. Bu durumda sendikanın

sözleşmeyi imzalamaması ya da ikna değilse yeniden işçinin iradesine başvurması gerekirdi. Kristal-İş yönetimi her ikisini de yapmadığı gibi, sözleşmeyi 3 yıllığına imzalayarak, “hayır” diyen işçileri cezalandırmak isteyeyim derken 6 bine yakın işçiyi cezalandırmıştır. Trakya Şişecam işçilerinin basına yansıyan tepkisi bunu ifade ediyor: “Sendikacılar referandum yaparak hem işçiyi karşı karşıya getirdi hem de işçinin kararına tanımadılar. Bu şunu gösteriyor, sendikacılar belli ki referandum öncesi anlaştılar. Evet, çıkacağına kesin gözüyle bakıyorlardı. Bu yüzden referanduma sundular. “Hayır” oyu çıkınca da patronla yapacakları anlaşmadan geri adım atamadılar ve sözleşmeyi imzaladılar”. Doğru söze ne denir? Trakya Cam fabrikasına sözleşmeyi açıklamak üzere gelen Kristal-İş Sendikası Genel Başkanı Bilal Çetintaş işçiler tarafından protesto edilmesi üzerine, “Biz bugüne kadar sizi dinledik. Bütün kararlarınızın arkasında durduk. Ancak siz bizim kararımıza saygı duymadınız. Biz de demokratik hakkımızı kullanarak sizi dinlemiyoruz. Dinleyen arkadaşlara da saygı duyuyoruz” diyerek konuşma yapacağı alandan ayrılıyor. İşçilerin sıkıştırması üzerine sendikacının ibretlik sözü şu: “Neden anlamıyorsunuz. Ben bayramda size söz vermiştim. Keşke söz vermeseydim. Söz vermeseydim size sormazdım” diyerek gerçek fikrini ortaya koymuş oldu. Sözleşmenin sonuçlarından bağımsız olarak Kristal-İş yönetiminin izlediği bu siyaset, işçi sınıfının tarihine sol sendika bürokrasinin diğerlerinden farklı olmayan siyasetini gösteren bir örnek olarak yazılacaktır. İşçilerin bu sendikacıların çıkarları sebebiyle bölünmeden birlik olup ortak çıkarları doğrultusunda bir yön bulmalarını umarak, ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz diyelim. Seyfi ADALI

7

Lağım sularına sokulan işçi hayatını kaybetti

Z

afer Açıkgözoğlu geçen yıl Nisan ayında İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Acil Cerrahi ve Travmatoloji Anabilim Dalı’nda, Vurallar Temizlik Tekstil şirketine bağlı temizlik işçisi olarak çalışmaya başladı. Bu bölümde müşahede odalarını temizleme, dezenfeksiyon, tıbbi ve evsel çöplerin toplanıp atma işini üstlenen Açıkgözoğlu’nun çalıştığı bölümün alt katını 14 Haziran 2013 tarihinde kanalizasyon suları bastı. Zafer Açıkgözoğlu’nun da içinde bulunduğu 28 işçiden herhangi bir önlem alınmaksızın 40 santimi bulan lağım sularına rağmen alt katı temizlemeleri istendi. İSKİ’nin görevi olan bu işi hiçbir önlem almadan çalışanlara yaptırılması sonucu birçok işçi enfeksiyon kaparak rahatsızlandı. Zafer Açıkgöz’de ise karaciğer yetmezliği başladı. 26 Haziran 2013’te karaciğer nakli yapıldı ama kısa bir süre sonra vücudu karaciğeri reddetti. Son iki haftasında tekrar yoğun bakıma kaldırılan Açıkgözoğlu 17 Ağustos’ta yaşamını yitirdi. Ölmeden önce Aljazeera Türk’e verdiği röportajda hastalığı ile ilgili şunları söylemişti: “Yoğun bakıma alındığım gece doktor, kardeşime hastalığımın kanalizasyondan kaptığım bir mikroptan kaynaklandığını söylemiş. Yapılan tahlillere göre Hepatit A üzerine bir de kanalizasyondan kapmış olabileceğim mikrop nedeniyle hastalandığımı söylüyor doktorlar. İşe başladığım günlerde tıbbi atıkları taşırken, elime iğne batmıştı, biraz kanadı. Hepatit A mikrobu da oradan bulaşabilirmiş. Ama kanıtlamak mümkün değil, hiç önemsememiştim ki! Gelen uzmanlar, çalışmaya başlarken eğitim alıp almadığımı sordu, almadık!” İstanbul Üniversitesi çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde işe başlamadan önce verilmesi gereken zorunlu işçi sağlığı ve iş güvenliği eğitimi verilmemektedir. Hastane temizliği enfekte alanda çalışıldığı için diğer temizlik işlerinden farklıdır, çalışanların güvenliği için mutlaka eğitim almaları gereklidir. Ayrıca Hepatit önlenebilir bir hastalıktır çünkü aşısı vardır. İşe başlamadan önce tüm sağlık çalışanlarına ve öğrencilerine yapılmalıdır. Bu sayede yaşamı tehdit eden hepatit hastalığı önlenebilir. Halen tüm ülkenin en kapsamlı sağlık hizmetini sunan bir üniversite hastanesinde çalışanlarının maruz kaldıkları bu durum, taşeron sisteminin geldiği noktayı gözler önüne sermektedir. Bütün bunlar gösteriyor ki taşeron sistemi düzeltilemez, tamamen ortadan kaldırılmalıdır, taşeron çalışma yasaklanmalıdır. Bu nedenle de örgütlenip taşeron sistemini kaldırmak için mücadele etmeliyiz. Yasemin E


8

İşçilerin Sesi

Eylül 2014/30

Soma: Her servetin altında kirli il veveieviuevievi uea ia iüçi üçiıüç ıiü tıiüç iıçü iüç ieüçeiüç ieüçttiaü çaüiç iaüçt aiüzaiüzç aiüz iaüçz aiüçzi aü

S

oma faciasının üzerinden üç ay geçti. Devlet erkânı başta olmak üzere herkesimden kişilerin bu yaşanan faciadan ders çıkarılması gerektiğini ve yeni işçi cinayetlerin önüne geçilmesi için yeni düzenlemelere ihtiyaç olduğunu söylediğine tanık olduk. Ancak, maden ocaklarında tedbirler alınmadığı için, hem işçilerin iş olanakları belirsiz hem de iş cinayetleri devam ediyor. Nitekim Mayıs ayında en az 414 işçi, Haziran ayında en az 141 işçi, Temmuz ayında en az 123 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. Yetkililerden tık yok Vahşi kapitalizm koşullarında üretim yapan sermaye, tabii ki işçi cinayetlerini ve onu yaratan koşullardan kitleleri ellerindeki olanakları kullanarak duyarsızlaştırmaya yöneltmektedir. Topluma işçi ölümleri normalmiş gibi yansıtılıyor. Ya da bu işin “fıtratında var” denilerek meşrulaştırma içine giriliyor. Ve bu algı toplumda süreç içinde normalleştiriliyor. Yaratılan bu algı yaşanmakta olacak yeni işçi ölümlerine tepkiyi de azaltmaktadır. İşçilerin aidatlarıyla asalak gibi yaşamayı kendilerine felsefe edinmiş sendikacılardan, göstermelik beylik lafların dışında ses yok. 301 işçinin ölümü başta olmak üzere, iş cinayetlerinin üstü örtülüyor. Toplumun gündemine getirilmek istenmiyor. Bu bilgiye sahip olmayan kitleler, ölümlere nasıl bir tepki verebilir? Kâr güdümlü bu vahşi sistem tüm olanaklarını ve araçları kullanarak toplumun algısını yönetiyor. Soma’da 301 madenci iş cinayetine kurban gitmişken, bunun yanında 10-20 işçinin ölümü ne anlam ifade eder, deniyor. TV kanallarındaki programları görüyorsunuz, her sistemi meşrulaştırmaya yönelik. Karısını tornavida ile 40-50 yerinden darp eden adam televizyona çıkartılıyor, destek veriliyor. Bu televizyonlar iş cinayetlerini gündem yapmıyor, bir gün yaparlarsa orada da patronu haklı çıkarırlar! Bugün yaratılmak istenen bu çarpık algıya karşı mücadele etmeliyiz. Yaşamını yitiren işçinin yaşamı kendi canımız kadar değerli görmeliyiz. İşçi yayınları, gazete ve bültenler bu sebeple önemli. Her ay yüzlerce işçi bugünkü çalışma koşullarından dolayı yaşamını yitiriyorsa bu sistemin vahşiliğini sorgulamalıyız. İş cinayetleri önlenebilir İş cinayetleri incelendiğinde, büyük oranda önlenebilir olduğunu görüyoruz. Önlem alınmamasının en önemli nedeni patronlara olan “maliyet”idir. Patronlar önlem almadığı gibi, yeni iş cinayetlerine davetiye çıkarılmaktadırlar: Taşeron sistemi ucuz işçi çalıştırma anlamına geldiği için, gereken önlem alınmadan

işçi çalıştırılması demektir. Patronlara cinayetleri önleyecek tedbirleri aldırmayan sendikaların da işçi ölümlerinde rolü büyüktür. İşçi ve emekçilerin örgütsüzlüğünü, bölünmüşlüğünü fırsat bilen sermaye vahşi koşullarda işçileri çalıştırabiliyor. Örgütsüz bir toplulukta yaşam hakkımızı bireysel olarak koruyamayız. Önlem alınmadığı için üç ay içinde iş cinayetlerinde yaşamlarını yitiren işçi sayısı 678’i bulmuştur. Her yıl bin 200 ile bin 500 işçi sadece resmi kayıtlarda ölüyor. Ya kayıtlara girmeyenler? 21. yüzyılda yaşadığımızı düşünürsek, gelişen teknolojiye baktığımızda normal şartlarda işçi cinayetlerin sayısının düşmesi gerekirken, her geçen gün iş cinayetleri artmasının tek nedeni olabilir, kâr ekonomisi. Soma’dan daha ilkel koşullarda çalışan madenler de var. Şırnak’ta, Cudi Dağı eteklerindeki madenlerde 3 bin 500 madencinin çalıştığı 3-5 kişilik madenlerde neredeyse motor bile yok; “çıkrık” ve “ip” kullanılıyor. Sigortasız çalışıyorlar. Bu yaşananların neresini kaderle açıklayacağız? Yoksulluk ve işsizlik olmasa, bu koşullarda insan çalışır mı? Somadaki maden faciası gösterdi ki, patron-siyasi iktidar kol kola bu işin sorumlusudur. İşçileri ölüme gönderen patronlar, lüks yaşamlarından taviz vermezken, yaşanını yitiren işçiler oluyor, geride kalan aileleri, çocukları travma yaşıyor ve yoksulluğa itiliyor. Ailelere yapılan yardımların göstermelikte kaldığı aşikâr. Gerçek yardım, işçileri yaşatmak için yapılacak olandır. İnsanca yaşayacağımız, çalışabileceğimiz ortamların oluşturulmasıdır. Bunun için sermayeye ve devletin keselerinin ağzını açmaları ve gerekli önlemler için yatırım yapmaları gerekir. Devletin de önleyici yasaların yaptırımlarını artırmalı, caydırıcı olmalı. İşçi ölümleri devam ettiğine göre, gereken yatırımlar ve yasal yaptırımlar yapılmıyor, yapmayacaklar. İşçiler olarak, yaşam hakkımızı savunmak için sermayeye, devlete ve sendikalara baskı yapmak, taleplerimizi dayatmak zorundayız. Sonuç olarak bu düzende, işçilerin yaşamları patronların ve onların siyasal temsilcileri için hiçbir kıymeti yok. İşçilerin çalışırken ölmeyecekleri bir düzene ihtiyacımız var. Patronların aç gözlü ve kâr hırsının önlenmeden, insanca bir düzen kurulamaz. “Kâr”ın değil “insan”ın merkezinde yer aldığı bir ekonomi ve siyasete ihtiyacımız var. Bu aynı zamanda haksız savaşları, bireysel cinayetleri, uyuşturucu tekellerini, kadınlara yönelik cinayetleri de önleyecek toplumsal zeminin yaratılması demektir. B.UMUTCAN

Soma işçisi yönünü arıyo

U

mut-Sen Örgütlenme Koordinatörü Başaran Aksu ile Soma maden işçilerinin örgütlenme süreçlerini konuştuk… İşçinin sendika değiştirerek DİSK’e geçme süreci nasıl gidiyor? Sendikaya üyelik yeterli mi? Bu bölgede açık ocaklar dâhil 16 maden işçisi var ve bunların sadece bin 400’ü devlette çalışıyor. Yaklaşık yarıdan fazlası köylerden geliyor. İşçi 7 ilçe 220 köye dağılmış durumda. Üçlü bir disiplin mekanizması altında çalışıyor işçi: Taşeron, işveren ve sarı sendika. Dolayısıyla kafalarını işten kaldırmaları hiç mümkün olmamış bugüne kadar. DİSK’li yöneticilerde şöyle bir yanılgı var: Sarı Türk-İş sendikası (Maden-İş) karşısında DİSK deyince işçilerin “bugüne kadar neredeydiniz” diyerek DİSK’e geçeceklerine dair bir yanılsama içindeydi arkadaşlar. Bunun olmadığını, olamayacağını ilk bir ay içerisinde gördü sendikacı arkadaşlar. Kavradılar ama bunun sadece e devlet üzerinden sendikaya üye olması ve bir yığın olarak sendikanın bürokratik mekanizmasının altına dizilmesini istiyorlar. Bunun karşısında bu işçi hem örgütlenmeyi ve DİSK’e geçmeyi hızlandırmak için her 50-100 madencinin arasından işçiler tarafından seçilmiş, kendilerinin tanıdığı temsilciler, komiteler yoksa 16 bin işçiyi örgütlemek ve ortak harekete geçirmek mümkün değil dedik. Bizim önerimiz, bu 16 bin işçiyi örgütleyecek 400-500 öncü işçinin açığa çıkartılarak, bir işçi parlamentosu oluşturulmasının daha önemli olacağı idi. Üyelikle yeterli kalmış bir sendikalaşmanın işverenin, taşeronun ve devletin baskısı karşısında kolaylıkla diğer tarafa geçmesinin mümkün olduğunu söylüyoruz. Komite, konsey, meclis ilişkisi kurulduğunda işçi sendikacıdan daha iyi geleceği görüyor.

Baskı karşısında kendisini nasıl savunacağını, koruyacağını öğreniyor. İşçiler pekâlâ yönetebilir, bu yeteneği kazanması mümkündür. İşçiler bugüne kadar sarı sendikada şube de 10-12 bin genel merkezde 1825 bin lira maaş alan sendikacıları gördüler, bürokratik sendikacılık parasal beklentisi olmasa da işçileri yönetme itibarının kendisinde olmasını istiyor. Dev Maden-Sen’in yüze yakın üyesi vardı, bugün 2 bine yaklaştı. Dev Maden-Sen artık eski Dev Maden Sen değil. Genç işçiler var ve bunlar sendikayı pekâlâ yönetebilir. Bu irade karşına çıkıp “hayır sendika yönetimi biziz, biz sizi yöneteceğiz” denebilir mi? Tabanın söz ve karar hakkı nerede kalır? Şu kararı aldık siz de bunu yapacaksınız denebilir mi? Biz yöneticiyiz, uyacaksınız denebilir mi? Miting kararı aldık mitinge gelin, piknik kararı aldık pikniğe gelin yok yahu? İstemiyorum diyor işçi. DİSK’e üyelik konusunda iyimser ama benzer sorunlarla karşılarız tereddüdü olan binlerce işçinin bu haklı endişelerinin giderecek somut yaklaşımlara ihtiyaç var. Kamil Kartal ile birlikte Dev Maden Sen başkanına hitaben açık bir mektup yazdınız. Buna neden gerek duydunuz? Biz bir anlayışı eleştiriyoruz. Bu anlayışı koruyan kollayan siyasal anlayışlar da var. İlk günden beri sorunları çözmek için dört toplantı kararı aldık ve bu toplantıların hiçbirine gelmediler. Son bir buçuk aydan beri fiilen iki ayrı örgütlenme sürüyor. Sendika merkezinin işçileri DİSK’e örgütleyen bizlere yönelik ürettiği söylem, şaibe yaratıcı ve kabul edilir gibi değil. Bu tutumun işçilerin örgütlenmesine bir katkı yapması mümkün olmayacağı gibi, işçiler arasında sola dair güvensizliği artıracak seviyededir ve öncelikle de DİSK’e zarar vermektedir.


İşçilerin Sesi

Eylül 2014/30

lişkiler yatıyor katkı yaptılar. Tam da bu noktada bizim önerimiz anlamlı: İşçilere komite, konsey ve meclislerle yönetme ve denetleme görevi vermeliyiz deyince, işçiyi ikna edebildik. Yoksa biz DİSK’liyiz, devrimciyiz vs. demenin tek başına bir karşılığı yok. En baştan itibaren biz kendimiz için, kendimizi yönetime getirmek için burada değiliz dedik. Bütün toplantılarda işçilerin kendi kendilerini yöneteceği bir sendikal zeminin, işyeri komite ve konseylerinin hem sermaye (devlet) sınıfına karşı hem de sendikaya karşı bir denetim işlevi olan yapılar olduğunu anlattık. Soma’da maden işçisi olmayan bir kişinin sendikanın hiçbir yerinde yönetici olmayacağının altını çizdik.

or… Karşılıklı konuşarak aşamayacağımız bu durumu kamuoyu önünde tartışmaktan başka bir yol kalmadı. Mektubu da bunun için yazdık, açık açık hem anlayışlarımızı hem de iddiaları tartışalım istedik Söz ettiğin durumun, işçilerin sendikal örgütlenmesine bir yararı yok. Zarar vereceği çok açık. Bu durumdan sarı sendika, taşeronlar ve devlet yararlanacaktır. Solcular yine bölündü olacaktır. Türkiye Maden-İş’in eskiden Genel Merkezinde olan Naim Sezer diye bir kişi var. Eski EMEP’li. 13 Mayıs sonrasında görevden alınan şubeyi mahkeme yoluyla tekrar göreve gelmesinde katalizör görevi görerek tekrardan sendika içindeki büyük oyunculardan biri haline geldi. Uzun süredir Genel merkez yönetiminde bulunan kendilerine devrimciyiz diyen iki kişi var. Vedat Ünal ile Hasan Hüseyin Yıldız. Zaman zaman ÖDP’li ya da Halkevci. Şu an Türkiye Maden-İş’teki esas kavgayı bu eski solcular arasındaki çatışmalar ya da uzlaşmalar belirleyecek görünüyor. İsmi geçen Madeni-İş yöneticileriyle 13 Mayıs’a kadar hiçbir sorun görmeden-sorgulamadan ilişki yürüten sosyalist soldan kişi ve çevrelerin sizce açığa çıkan durumda hiç mi payları yok? Ben açıkçası bu çevrelerden 13 Mayıs sonrası bir özeleştiri bekledim. Ama halen bugün ses yok. Bu herkesin bildiği bir sır. Tamam, AKP suçlu, sermaye suçlu, devlet suçlu, sarı sendika da suçlu bu açık. Peki, bu sarı sendikacılarla değişik biçimler de ilişki yürütenler bu durumu sorgulamayanlar suçlu değil mi? Bu insanların isimleri birçok toplantıda işçiler tarafından karşımıza çıkarıldılar: Onlar da bizde “sınıfçıyız, devrimciyiz, sosyalistiz” diyorlardı ama bizim sömürülmemize, bu vahşi cenderenin içine alınmamıza

Soma’da DİSK’in örgütlenmesi açısından Komite ve Konsey çalışmasının geleceğini nasıl görüyorsun? Geçen toplantımıza 75 işçi katılmıştı. Bunların 50’si doğrudan seçilmiş komite temsilcisiydi, 20’si de komite oluşum sürecindeki işçilerdi. Bu toplantıda tartışılan ve kararlaştırılan 1 Kasım’a kadar ilk Meclis toplantısını yapmayı hedefliyoruz. Biz de 7 ilçede yürüttüğümüz faaliyetin bir bilançosunu yapmış olacağız. Örgütlenmenin geneli açısından ise, yetki almamız önemli. Yılda iki kez yetkili sendikalar belirleniyor. Biri Ocak diğeri Temmuz’da. Ocak ayının sendika üye tespiti, 15 Aralık tarihinde yapılıyor. Dev Maden Sen’in 15 Aralık’ta, madencilik işkolu için Türkiye barajının (2 bin 100 üye) aşılması gerekiyor. Bu sayıyı yakalarız gibi gözüküyor. Ocak ayında barajı aşan bir sendika olarak Mart ayına kadar bir işyerinde toplusözleşme yapmamız gerekiyor. Bu işyerinin de İmbat Madencilik olması büyük olasılık. Bu işyerinde 5 bin 200 işçi çalışıyor. Bu işyerinde çoğunluğu sağlamamız mümkün olabilir. Bu işyerinde öncü işçi sayısı epeyce var ve vardiyalar bazında sendikal bir örgütlülük var. Eğer bir işyerinde yetki alarak toplu sözleşme imzalayabilirsek, bunu bütün Soma’ya yayılabiliriz. Yok, eğer bu işin altında kalır ve Ocak istatistiğinde barajı aşamazsak, 2015 Temmuz’unda toplusözleşmeyi Türk-İş’e bağlı Maden-İş yaparsa, bu uzun süre (en az 2-3 yıl) DİSK’in sürecin dışında kalması demektir. Önümüzdeki 3 ay, DİSK Dev Maden-Sen için çok kritik. Bu nedenle işçilerin komite ve konseylerde örgütlenmesine engel çıkartmadan çok sayıda madencinin sendika üyesi yapılması için birlikte çalışalım diyoruz. Maden işçisi taşerona, sermayeye, devlete karşı kazansın, geleceğini kendi belirlesin, kararlarını kendi versin, üretenler yönetsin istiyoruz. Yunus ÖZTÜRK Mülakatın tamamını Mesele Dergisinin Eylül sayısında okuyabilirsiniz.

9

Güvencesiz, kayıt dışı ve taşeron çalışma iş cinayetlerini besliyor

T

ayyip Erdoğan, Soma katliamı sonrasında “Kömür ocaklarında bu olanları, lütfen buralarda hiç bu tür olaylar olmaz diye yorumlamayalım. Bunlar olağan şeylerdir. Literatürde iş kazası denilen bir olay vardır. Bu sadece madenlerde olur diye bir şey yok. Burada da olur. Bunun yapısında fıtratında bunlar var. Hiç kaza olmayacak diye bir şey madenlerde yok,” demişti. Sarf ettiği cümlede tek doğru işçi cinayetlerinin sadece maden değil, sermayenin rant, ucuz iş gücü politikalarının olduğu her yerde olduğudur. İşçi cinayetleri taşeronlaştırmanın, esnek çalışma modellerinin, kayıt dışının ve güvencesiz çalışmanın uygulandığı sektörlerde daha yaygın olarak görülmekte. Sendikalar, odalar ve sosyalist çevrelerin inisiyatifiyle oluşturulmuş olan İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, iş kazalarını ve sonuçlarının kayıtlarını tutmaya çalışıyor. İş cinayetlerine karşı mücadele eden Meclis, çalışma hayatındaki gerçekleri gün yüzüne çıkartmak istiyor. Meclisinin yazılı, görsel, dijital basından, emek-meslek örgütlerinden edinilen bilgiler ve işçiler, işçi yakınlarının bildirimleri ışığında tespitlerine göre Temmuz ayında en az 123 işçi yaşamını yitirdi. Çocuklar: İş cinayetlerinin kurbanı Silivri’de bir işyerinde paket servis elemanı olarak çalışan 13 yaşındaki çocuk, bir otomobilin çarpması sonucu hayatını kaybetti. 16 yaşındaki İsmail Gür sırtında çay yükü ile bahçeye giderken dokunduğu teleferik telinden akıma kapıldı ve öldü. Bir çocuk işçi cinayeti de Samsun’dan, mevsimlik tarım işçisi 13 yaşındaki Seda Nur Tatar Samsun Alaçam’da can verdi. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi verilerine göre; 2013 yılında yaşamını yitiren bin 235 işçinin 59’u çocuk işçi. Bunlardan 18’i 14 yaş ve altı, 41’i 15-17 yaş arası. Bu da yüzde 4.7 oranına denk geliyor. Yani yaşamını yitiren her 20 işçiden birisi yoksulluktan dolayı çalışan çocuk işçiler. 4857 sayılı İş Kanunu’na göre; 14 yaşını bitirmiş kişi “çocuk işçi”; 15-18 yaşındaki kişi ise “genç işçi” olarak tanımlanıyor. Ancak Türkiye tarafından da kabul edilen Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin göre 18 yaşına kadar olan herkes çocuk sayılıyor. Sermaye ve devlet yasaları kendi çıkarlarına göre uygulamakta. Yoksul ailelerin çocukları, ser-

mayenin ucuz iş gücü olarak her gün öldürülme ihtimalleri ile birçok ağır iş kolunda çalıştırılıyorlar. Çocuk işçileri ağırlıkla Tarım sektöründe ucuz iş gücü olarak kullanılmakta. Tarım sektörü meslek hastalıkları ve iş cinayetleri açısından en tehlikeli sektörlerden biri olmasına rağmen çocuklar bu sektörde yoğun olarak çalıştırılarak 10-18 yaşındaki çocuklar ölüme gönderiliyor. Çocuk işçi katliamının gerçek rakamlarına ulaşmak mümkün değil. Çünkü kayıt dışı çalıştırılmanın yaygın olması, gerçek ölüm ve yaralanma rakamlarına ulaşmayı mümkün kılmıyor. Taşeron çalışmak ölüm demektir! İşçi cinayetlerine zeminlerinden bir diğeri de taşeronlaştırma. Taşeronlaştırma ile birlikte güvencesiz, esnek çalışma ve kayıt dışı çalışma biçimlerini içinde barındırması işçi cinayetlerine davetiye çıkarmakta. Kuralsız, güvencesiz, baskıcı ve denetimsiz çalışma koşullarıyla sermayenin cebini düşünen taşeron sistemi işçi cinayetleri ile patronun sermayesini artırır. Ordu’da HES inşaatında çalışan taşeron işçisi hayatını kaybetti. Taşeronun yaygın olduğu inşaat sektöründe de işçi cinayetleri sık sık yaşanmakta. 3.Köprü inşaatında Harfiyat işi yapan ICA’ya taşeron şirkete ait kamyon şarampole yuvarlandı. Sürücü can verdi. İşyerlerinde iş kazasına neden olacak birçok risklere barındırmakta. İstenirse bu riskler azaltılabilir ve kontrol altın alınabilir. Tabi ki bunun bir maliyeti vardır. İşte meselede burada başlıyor. Sermaye, bütün bu önlemlere ve riskleri kontrol altın alma sürecine maliyet olarak bakmakta. Eğer maliyet hesabı söz konusu olduğunda bir işçinin ölümün maliyeti ile işyerindeki kaza olma riskini kontrol altın almanın maliyeti kıyaslanıyor. Tercih tedbirsiz, denetimsiz işçi ölümlerine göz yuman bir yaklaşımdır. Bu yüzden işyerinde yaşanan her “ kaza” bir cinayettir. Patronların ve devletin tercih ettiği elleriyle yaygınlaştırdığı bir cinayetler zinciridir. Patronlar ve devlet, taşeronlaştırma, güvencesiz, esnek çalışma yöntemleriyle işçileri hem katlediyor hem de örgütsüzleştiriyor. İş cinayetlerine karşı örgütlenmek ve sınıf mücadelesinin saffından yana olmaktan başka bir çözüm mümkün değil. Örgütlenmemek ölümdür! Canan MENGÜL


10

İşçilerin Sesi

Eylül 2014/30

Arjantin:

Hükümet krizde, işçiler genel grevde Artan enflasyonla birlikte pahalılaşan hayat şartları karşısında ücretlerin yükseltilmesini ve vergilerin düşürülmesini talep eden 1,500 milyon üyesi bulunan Genel İşçi Sendikası (CGT), 24 saatlik bir uyarı grevi gerçekleştirdi. 29 Ağustos Cuma gününün ilk saatlerinden itibaren başlayan grev, ülkenin genelinde hayatın durmasına neden oldu. Ülkede Plaza Del Mayo dâhil ana meydanlar ve caddeler işçi kitleleri tarafından kapatıldı. Birçok noktada yollar işgal edildi. Ülkenin 5 büyük sendikasından üçünün katıldığı grevde işçiler ücretlerinin arttırılmasını ve vergilerin azaltılmasını talep ediyor. Shell, Calsa, Honda ve Volkswogen işçilerinin yanı sıra liman işçilerinin katıldığı greve yönelik zaman zaman polis saldırıları da yaşanıyor. Ülkede bir çok fabrikada üretim faaliyetleri durmuş vaziyette. Okullar, hastaneler ve Adalet Bakanlığı kısmen grevdeler. Bankalarda, benzinliklerde, lokantalarda tümüyle greve gidildi. Arjantin Bakanlar Kurulu Başkanı Horge Kapitaniş ise protestolara katılım oranının yüzde 25’te kaldığını iddia etti. Ancak Kapitaniş bu grevlerin gelecek sene düzenlenecek olan genel seçimleri etkileyebileceğini söyledi.

Arjantin:

İşçi çıkarmaya karşı eylem LEAR otomobil yedek parçası işçileri 27 Mayıs’ta işten atılan 330 arkadaşının işe geri alınması için Buenos Aires yakınlarındaki otobanı trafiğe kapattı. Arabalarıyla barikatlar kurdu. Buenos Aires ana caddeleri grevle birlikte kapatıldı. İşçiler yol işgalleriyle grevi meydanlara taşıdı. Toplu taşıma araçlarının çalışmaması ve ana caddelerin işgaliyle şehir içi ulaşım tamamen durmuş bulunuyor.

Yoksullar canlarını verdi siyasetçiler pazarlıkta

İ

srail’in Gazze’de 7 Temmuz’dan beri düzenlediği “koruyucu hat” adı verilen operasyonu iki binden fazla Filistinli öldürülmesinin ve on bir binden fazla kişinin yaralanmasının ardından, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, Filistinli gruplar ile İsrail arasında kalıcı ateşkesin sağlandığını açıkladı. İsrail sağı, Başbakanı Netanyahu’yu Hamas’ı yok etmediği için eleştiriyor. Ateşkeş’e göre: Gazze’nin yönetimini elinde bulunduran Hamas ve Filistin’de yer alan silahlı gruplar İsrail’e roket ve havan topu ateşini kesecek; İsrail Ordusu, hava ve kara operasyonu dahil Gazze’ye yönelik bütün askeri saldırılara son verecek; İsrail, Gazze’ye açılan sınır kapılarında insani yardım, yiyecek ve inşaat malzemelerinin geçişine izin verecek. Ayrı ve çift taraflı bir anlaşmaya göre Mısır Gazze’yle olan 14 kilometrelik sınırı açacak… Bu koşullar gerçekleşirse, İsrail ile Filistin arasında “kalıcı” barış görüşmeleri başlayacak. Hamas, operasyon öncesinde ve sırasında tutuklanan yüzlerce Filistinli’nin serbest bırakılmalarını talep ediyor. İsrail, Hamas ve Gazze’de hayatını kaybeden askerlerin cansız bedenleri ile kişisel eşyalarını teslim etmelerini istiyor. Hamas, bunun yanı sıra Gazze’ye yeni bir liman inşaa etmek için izin isterken, bir yıldır çoğunluğu kamuda çalışan 40 bin kişiye maaş ödeyememesine neden olan dondurulan banka hesaplarının tekrar açılmasını da talep ediyor. 2000 yılında kapatılan Yaser Arafat Uluslararası Havaalanı’nın tekrar hizmete girmesi Filistinliler’in en önemli talebi. İsrail devlet terörünün bilançosu

çok ağır oldu. 578’i çocuk, 346’sı kadın olmak üzere 2 bin 145 kişi yaşamını yitirdi. 17 bin hane tamamen yıkıldı, hedef alınan 232 okulun 24’ü yerle bir oldu. 33 hastane ve sağlık merkezi yıkıldı. Binlerce aile göç etmek etti. 500 bin Filistinli kendi kentlerinde sığınmacı durumuna düştü. Gazze’de 75 bin konut açığı olduğu açıklandı, bu ihtiyaç yirmi yılda tamamlanabilecek. İsrailli üç gencin Hamas’ın silahlı kanadı İzzettin Kassam Tugayları tarafından kaçırılıp, öldürülmelerinin ardından başlayan, Gazze’ye yönelik askeri operasyonun, siyasi sorumluğunu kim alacak? İsrail yönetimi, Hamas’ı destekleyen “Gazze halkına bedel ödettik, Hamas’a ders verdik” diyerek, kendisini zafer kazanmış gibi gösteriyor. Hamas’ın sorumsuz eylemi, sivilleri hedef alan devlet terörünü meşrulaştırmış ve İsrail emperyalist devletlerin desteğini almıştır. Hamas ise, “direndik ama ezilmedik, İsrail devletini geri adım attırdık” propagandasını yaparak, hangi “zaferi” kutluyor? Hamas, Batı Şeria’da bulunan Filistin Özerk Yönetimi’ni (FÖY), İsrail’le masaya oturduğu ve işbirliği yaptığı için eleştiriyordu, bu yönetimi tanımıyordu. İsrail ile barış sağlanırsa, Hamas da, Filistin yönetimi gibi, İsrail tarafından muhatap alınmış olacak ve Hamas masaya oturmuş olacak. Filistin’de önderlik iki parça Filistinli siyasi gruplar (FÖY ve HAMAS), yıllardır askeri çatışmaları da içeren bir siyasi hâkimiyet mücadelesi içindeler. Hamas, işbirlikçi oldukları gerekçesiyle Filistinlileri bile kurşuna dizerken, FÖY, İsrail devletinin Hamas’a yönelik saldırılarını, rakibine za-

yıflattığı için, görmezden geliyordu. Son Gazze saldırısının ardından, Filistin halkı adına siyasi güç olarak FÖY, askeri güç olarak da HAMAS, Filistin burjuvazisinin ve kendi politik çıkarları için, İsrail burjuvazisi adına hareket eden Başbakan Netanyahu ile, masaya oturacaklar ve “barışı” konuşacaklar. İsrail devleti için, Filistinlerin silahlı mücadelesinin ekonomik ve siyasi bedeli her geçen yıl daha da büyüyor. Bunun yanı sıra İsrailli patronların, kendileri için ucuz işgücü anlamına gelen Filistinli emekçilerin serbestçe giriş-çıkış yapmalarına engel olan savaş ortamından memnun olmadıkları biliniyor. İki düşman burjuva kardeş olan FÖY ve HAMAS’ın siyasi çatışmasının ardında sözde iktidarlarına ortak istememe niyetleri yatıyor. Eğer “pasta” yeteri kadar büyük olursa, (barış anlaşmasının özünü ekonomik uygulamalar oluşturuyor) neden uzlaşma olmasın ki? “Geçmişe bir sünger çekip”, Filistin halkının çıkarları için neden ortak hareket edilmesin ki? Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ve Hamas lideri Halid Meşal’in, bağımsız Filistin Devleti için bir plan üzerinde anlaşmaya vardığı iddiası da gündeme geldi. Burjuva siyasetçiler Dünyaya cüzdanlarından bakarlar… ki bazıları kaleşnikof taşısa bile! 2014 yılı Filistin-İsrail barışı (eğer gerçekleşebilirse), 1993 yılında imzalanan anlaşmadan fazlasını Filistinli yoksullara getirebilir mi? Her iki burjuva kesimin tarihi ortadayken bu mümkün gözükmüyor. Buna karşılık, İsrail’de, kendi devletlerinin Filistinlilere yaptığı devlet terörüne karşı çıkanlar ve Filistin’de ise ne FKÖ’ye ne de Hamas’a tabi olmayı reddedenler oldukça, umut da var demektir. Ufuk DEMİRCİ


İşçilerin Sesi

Eylül 2014/30

Ebola nedir? Neden Afrika?

E

bola virüsü, insanlarda ve insan dışı primatlarda viral hemorajik ateş şeklinde ciddi hastalık formlarına yol açan virüstür. Dünya Sağlık Örgütü tarafından 4. Risk Grubu Patojen olarak kabul edilmektedir. Tanımlanabilen üç Ebola virüsü vardır. Ebola Sudan, Ebola Reston, Ebola Fildişi Kıyısı. Belirtileri ise ishal, kanama, deri döküntüleri ve yüksek ateştir. Adını, Afrika’daki bir nehirden alır. Bulaşıcıdır. Kontrol altına alınmazsa salgınlar görülür. Ebola virüsü, ipliksi yapıda, yaklaşık 80 mm boyundadır. Virüsün doğal kaynağının Afrika’daki meyve yarasaları olduğu düşünülüyor. Virüslerin varlığı bu yarasaların coğrafi dağılımıyla örtüşüyor. Ebola virüsünün doğal rezervuarı şu ana kadar ispat edilemediğinden bir salgın başlangıcında virüsün insana nasıl bulaştığı bilinmemekte, kaynağın yarasalar olduğu düşünülmektedir. Araştırmacılar ilk hastanın enfekte bir hayvanla temas sonucu virüsü aldığı hipotezini ileri sürmüşlerdir. İnsan enfeksiyonu oluştuğunda virüsün başkalarına bulaşmasının birçok yolu vardır. Ebola enfekte insanlarla doğrudan temas yoluyla insandan insana bulaşıyor. Ebola Virüsü hakkında çok farklı haberler yer alırken insanlar virüsün kendi ülkelerine de yayılıp yayılmayacağını merak ediyor. Afrika da pek çok ölümcül virüs var. Yayılan ebola virüsü yüzünden şimdiye kadar 576 kişinin yaşamını yitirdiği Batı Afrika’nın en yüksek ölüm oranına sahip yeri Liberya’nın başkenti Monrovia’nın karantina bölgesi ilan edilmesinin ardından isyan eden halka polis ateş açtı. Açılan ateş sonucu 4 kişi yaralandı. Halk karantina nedeniyle günlük ihtiyaçlarını karşılayamıyor, salgın hastalıkla boğuşurken birde polis baskısı yaşıyor. Ebola virüsü ilk defa 1976 yılında Zaire’de saptanmıştır. Bu virüs Afrika

ülkelerinde görülmekte ve salgınlara yol açmaktadır. Hastalık primatlarda da (şempaze, goril) görülmekte ve insanlarda olduğu gibi ölümcül seyretmektedir. 30 Temmuz 2014 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü’nün verdiği bilgilere göre Gine, Sierra Leone, Liberya ve son olarak Nijerya’da ortaya çıkan bir ölümlü vakayla, toplam 1440 vaka ve 1000 ölüm olduğu bildiriliyor. Ebola vakaları yukarıda kayıtlı ülkelerde tespit edilmiş olmakla birlikte, salgının bölgesel olarak yayıldığı anlaşılmaktadır. Ebola için ne ilaç ne de aşı bulunuyor. Afrika’da sağlık çalışanlarının hastalarla maskesiz, galoşsuz ve eldivensiz teması, şırınga veya enjektörlerin steril edilmeden tekrar tekrar kullanımı enfeksiyon riskini artırmaktadır. Hastalıkla ilgili birçok aşı henüz test aşamasında. Pek çok hava firması seferlerini durdurdu, ticaret sınırlandırıldı. Bölgeye yönelik temel politikayı, salgını karantinaya almak ve bu ülkeleri tecrit etmek oluşturuyor. Türkiye’de ise Ağustos ayı içinde Atatürk Havalimanı’nda bir Nijeryalı yolcu yüksek ateş ve kusma belirtisi

ile hastaneye kaldırılması basında yer aldı. Bu arada ölümcül bir salgına karşı alınan önlemlerin yetersizliği de Türkiye’nin sağlık politikalarını bir kere daha sorgulamak gerekiyor. ABD’deki University of Texas Medical dergisine yaptığı, araştırmasına kaynak bulma umudunu belirttiği açıklama dikkat çekici: “İnsan çalışmaları konusunda yatırım arıyoruz. Ancak bu, aşıyı geliştiren küçük firmaların ekonomik durumuna bağlı. İnsan çalışmaları pahalı ve çok büyük devlet yardımı gerektiriyor. Ebola açısından, küçük bir küresel pazar bulunuyor – büyük ilaç şirketlerini Ebola aşısına özendirecek bir sebep yok dolayısıyla devlet fonuna ihtiyaç duyuyor.” Sonuç olarak bu salgınların dünyanın en yoksul ülkelerinde çıkması, yoksulluğun ne aşamalarda olduğunu gösteriyor. Sağlığa değil savaşlara ayrılan bütçelerde, insanı yaşatmak için değil öldürmek için çaba harcıyor. Çöpten topladıklarını yiyor insanlar. Savaşlar Ortadoğu’yu, salgın hastalıklar Afrika’yı kemiriyor. Salgın hastalıkların, savaşların olmadığı bir dünya mümkün. Çiğdem ÇİÇEK

11

Almanya:

Çalışma saatlerinin kısaltılması ve zam talebi Almanya’da 20 bin makinist ve 17 bini aşkın diğer demiryolları personeli greve çağrılmıştı. GDL sendikası, haftalık 40 saati aşan çalışma sürelerinin iki saat düşürülmesini ve ücretlere en az yüzde 5 zam yapılmasını talep ediyor. Demiryolları çalışanlarının yüzde 20’sinden fazlasını temsil eden Demiryolları ve Ulaşım Sendikası (EVG) ise, maaşlara en az 150 euro olmak şartıyla yüzde 6 zam talep ediyor. EVG, toplamda 300 bine yaklaşan diğer tüm çalışanlar için de müzakereleri sürdürmek istiyor. GDL ve EVG sendikalarının ortak taleplerde uzlaşamamasını gerekçe gösteren Deutsche Bahn, çalışanların şartlarının iyileştirilmesine yönelik talepleri yeterince dikkate almamıştı. Grev nedeniyle bazı tren seferlerinde aksamalar olabileceği bildiriliyor. Konuyla ilgili bilgi veren bir Deutsche Bahn sözcüsü, makinistlerden trenleri mevcut plana göre istasyonlarda hazır tutmalarını talep ederken, yolcuların da tren seferleri ile ilgili bilgileri internet üzerinden kontrol etmelerini istedi.

Ferguson’un öfkesi

A

BD’de St Louis kentinin Ferguson kasabasında, polisin silahsız siyah bir genci öldürmesi nedeniyle günler süren protesto ve çatışmalar yaşanmıştı. Polisin protestocu kalabalığı dağıtma yöntemi oldukça eleştirilmişti. Polis ve polise destek amacıyla göreve çağrılan Ulusal Muhafız Birliği plastik mermi ve gazla kalabalığa saldırmış, yüzden fazla gözaltı yaşanmıştı. Olayların 20 günden fazla sürdüğü kasabada olağanüstü hal ilan edilmiş ve sokağa çıkma yasağı konulmuştu. 18 yaşındaki siyah genç Michael Brown’u, bir markette hırsızlık yaptığı iddiasıyla altı kurşunla öldüren polis memuru ortadan kaybolsa da, görgü tanıkları gencin silahsız ve ellerini başının üzerinde durduğunu ifade ediyor. Gencin katledilmesine kitleler hala öfkeli.

Bu olay Ferguson kasabasında cereyan etti. Ancak ABD’nin başka bir şehir ve kasabasında da genç ve siyah birinin başına sokakta yürürken benzer bir kurşun gelebilirdi. Ferguson’da genci vuran polisin nihayet ismi açıklandığında, yetkililer onu “sakin, nazik” bir adam olarak tanıttılar. Aynı zamanda ölen gencin market rafından bir paket cigarillo (sigara) alırken ki görüntüsünü basına dağıttılar. Öldürülen gencin ne kadar tehlikeli bir suçlu olduğunu göstermeye çalıştılar. Altı üstü küçük bir paket cigarilloydu sözü edilen. Üstelik genci vuran polis memuru, Brown’u sigara alırken görmemişti. Bu tür bir cinayeti ABD’nin herhangi bir eyaletinde de görebilirsiniz. Ancak Ferguson siyah ve yoksul insanların çoğunlukla yaşadığı bir kasa-

ba ve buranın halkı bu olaya büyük bir tepki gösterdi. Tepki göstermekte de son derece haklılar. Kendi haklarına tecavüz eden yetkililere karşı kendi mücadele biçimlerini yaratmaları son derece anlamlı. Michael Brown’s annesi, medyada çıkan haberlere gönderme yaparak: “siz benim oğlumu aldınız. Siz benim için oğlumu okutmak ve mezun etmenin ne kadar zor olduğunu biliyor musunuz? Sizce kaç siyah genç mezun olabiliyor? Çok değil. Çünkü siz onlara yaşamaya değer hiçbir şey vermiyorsunuz!” Ne ölen Brown ne ailesi için adalet yerini bulacak! 18 yaşındaki gencin hayatını geri vermek imkansız. Ancak bugün dışa patlayan Ferguson halkının öfkesi, diğer gençlerin bir diğer polis kurşunuyla ölmesini önleyebilecek. İS Haber

Brezilya:

Üniversitede grev üç aydır sürüyor Bini aşkın Sao Paulo Üniversitesi (USP) işçisi üç aydır grevde. Üniversite yönetimi işçilere karşı uzlaşmaz bir tavır içinde. Grev 50 yerleşkeden 13’ünde etkili oluyor. Grevci işçilere akademisyenler ve öğrenciler destek veriyor. Ayrıca mali destek amacıyla bir fon oluşturuldu. İşçiler, enflasyonun yarattığı kaybı giderecek yüzde 10 oranında zam istiyor.


12

İşçilerin Sesi

Eylül 2014/30

Hepimiz göçmeniz, sadece geliş tarihlerimiz farklı!

S

uriye’ye kendi nüfuz alanlarında yeni bir yönetim oluşturmak üzere müdahalede bulunan emperyalist devletlerin yol açtığı felaket, yüzbinlerce ölümün yanı sıra IŞİD gibi adi bir cinayet şebekesinin yaratılmasına yol açtı. Bununla da kalmadı, savaş sebebiyle ülkelerini terk eden milyonlarca Suriyeli Ortadoğu’nun çeşitli ülkelerinde yaşam savaşı veriyor ve göçmen olduğu için çeşitli saldırılara hedef oluyor. ABD’nin başının altından çıkan Suriye krizine, bölge devletleri arasından Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan gibi ülkeler, kraldan daha kralcı olarak siyasi rol çalmaya çalıştılar. Suriye’deki Özgür Suriye Ordusunu, sonra El Nusra’yı ve şimdi de IŞİD belasını halkın başına bela ettiler. Bu siyasal İslamcı çeteler, Türkiye’den siyasi himaye görüyor (örneğin hükümet sözcülerinin ağzından IŞİD için bile, terörist nitelemesini duymuyoruz), lojistik destek sağlıyorlar; para, silah (MİT TIR’larını hatırlayın) ve militan devşiriyorlar. Hükümet sorumluluk almıyor Önceleri siyasi şov malzemesi yapılan ve misafirperver Türk insanı imajını parlatan medya ve hükümet, şimdilerde giriştikleri maceranın sonuçları karşısında çözümsüzlük içindeler. Esad rejimine 6 aylık ömür biçen hükümetin Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay “Şu anda 1 buçuk milyon

kişi Türkiye’de. Bunların ihtiyaçlarının karşılanması bizim AFAD’ın (Afet ve Acil Durum Yönetim Başkanlığı) sorumluluğundadır. Gece gündüz onunla uğraşırız” diyerek çaresizliklerini ifade etti. Esad devrilmedi ve göç devam ediyor! Hükümet Suriyeli göçmenler için kalacak yer, iş ve yaşam güvencesi sağlayamayınca, parklarda, yol kenarlarında izbe yerlerde barınmalarına, buldukları her işte çalışmalarına, istismar edilmelerine göz yumdu. Yaratılan başıboşluk, göçmenleri sahipsiz bıraktı ve saldırılar arttı. Gaziantep, Kilis, Kahramanmaraş, Şanlıurfa’dan sonra İstanbul İkitelli’de de mahallelilerle Suriyeliler arasında kavga çıktı. Bir genç kızın taciz edildiği iddiası üzerine İkitelli’de toplanan bir grup, Suriyeliler’e ait araç ve işyerlerine zarar verdi. Daha önce Urfa’da halden kovulmuşlardı ve Antep’te evleri yakılmıştı. Ucuz işgücü kaynağı Suriyeli göçmenler Türkiye’nin her yerine dağıldı ve her yerinde fırsatçılar göçmenlerin aciz konumlarını istismar ederek, sudan ucuz işgücü buldu, bordum katlarını adam başı 100 liradan 10 kişiye kiraya verecek kadar istismara başvurdu. Böylece, yerli halk için iş olanakları azaldığı gibi ücretler düştü, işsizlik arttı ve kiralar yükseldi. Suriye’de avukatlık yapan bir kişinin, Gaziantep’te yerel

hamalların ancak yarısı kadar ücret alarak hamallık yaptığı basına yansıdı. Doktora çalışmaları sırasında uzun süre Suriye’de kalan ve Galatasaray’da bulunan Hamiş Suriye Kültür Evi kurucularından Şenay Özden “Gaziantep’te konut sorunu uzun zamandır var. Tabii 1,5 milyonluk şehre 350 bin kişi daha eklenince bu daha da artıyor. Ama kimse kriz fırsatçılığı yapan ev sahiplerini suçlamıyor. Bunu denetlemeyen kamu otoriteleri de tepki görmüyor. Varsa yoksa Suriyeliler. Bir başka şikâyet, Suriyelilerin parkta toplu olarak gezmesi. Size saldırdılar mı diye çok sayıda kişiye sordum. Hiçbiri saldırdı demedi ama parkta görmek istemiyorlar. Gündelik hayata ırkçılığın yansımasının tipik bir örneği.” Hepimiz göçmeniz Bu durum yeni değil. Göçmen ve yerli halk arasında yukarıda saydığımız nedenlerle daha önce de Bulgaristan, Afganistan’dan göçüp gelenler; 20 yıldır Romanya, Moldovya, Türkmenistan gibi Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliği ülkelerinden göç edip gelenlerle benzer sorunlar yaşanmış, göçün devamı gelmeyince üstü örtülmüştü. Medya ise, daha çok göçmen kadınların istismarı ve ticaretiyle ilgili haberlere meraklı. Ancak Suriyeli göçmenlerin yüzbinlercesi biranda gelip, Türkiye’nin dört biryanına dağılınca,

sorun daha da görünür oldu ve toplumsallaştı. Suriyeli göçmenlere benzer bir kitlesel göç, 1990’ların başından itibaren kirli savaş sebebiyle Kürtlerin büyük şehirlere göçü sırasında yaşanmıştı. Ancak, hem bu şehirlerde akrabaları vardı hem de Kürt halkı örgütlü olduğu için, sahipsiz kalma. Yine de saldırılara uğradı, uğruyor. Kuşkusuz “yerli ve göçmen” tanımı da izafidir. Bugün kendini yerli sayanlar bu topraklara sadece daha önce gelmiş olanlardır. Türklerin tarihi bile Orta Asya’dan Anadolu’ya göçün tarihidir. Öyleyse, hepimiz göçmeniz. Göç, keyfi sebeplerle yapılacak bir iş değil. Kimse nedensiz göç etmez. Suriyeliler canlarını kurtarmak üzere geçici bir süreliğine kendilerine yer arıyorlar. Onların bu durumunu istismar edenler yani küçük, büyük mülk ve iş sahipleridir. İhtiyacı olanların durumlarından faydalanıyorlar, sonra da suçu göçmenlere atıyorlar. Suçlarını gizlemek için yerli işsizleri milliyetçilik zehriyle mağdurlara yönlendiriyorlar. İşsizlik ve ekonomik kriz derileştikçe yoksul kitlelere doğru bir siyasi yön verilemezse, göçmenlere saldırılar artacaktır. Kapitalist emperyalist sistemin yarattığı savaşları, göçleri ve milliyetçi saldırganlığı durdurmanın yolu, güçlü ve enternasyonalist bir işçi hareketi yaratmaktan geçiyor. Yunus ÖZTÜRK


İşçilerin Sesi

Eylül 2014/30

Batılı devletler IŞİD’e karşı çaresiz IŞİD’e karşı en ciddi savaşı yürüten ise, Batı’nın silahlandırmak istediği peşmergeler değil, HPG, YPG’li Rojavalı Kürtler.

Ş

ii Türkmenlerin yaşadığı 15 bin nüfuslu Ömerli, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi sınırları içerisinde. Kent aylardır IŞİD’in kuşatması altındaydı. Irak ordusu, Şii milisler ve Peşmerge, IŞİD kuşatılmasına karşı direniyorlardı. IŞİD tarafından “dinden çıkmış” kabul edilen Şii Türkmenler, kuşatma sırasında kenti terk etti. Kenti savunmak için kalanların ise yiyecek ve tıbbi malzeme ihtiyacı duydukları basına yansımıştı. Amerika Savunma Bakanlığı yaptığı açıklama da, Ömerli kenti çevresindeki IŞİD güçlerine hava saldırıları düzenlediklerini, saldırı sonrası açılan hava koridorunda kente ilaç, su ve yiyecek yardımı yapıldığını ve bu yardım çalışmalarına, Avustralya, Fransız ve İngiliz uçaklarının da katıldığını bildirdi. ABD’nin ilgisi bununla da sınırlı değil: ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, NATO toplantısında IŞİD güçlerine karşı savaşmak isteyen ülkeleri, koalisyon oluşturmaya çağıracağını açıkladı. Bu çağrının NATO üyesi ülkelere mi, yapılacağı, yoksa ‘’İnsani Yardım’’adı altında genele dair bir çağrı mı olacağını önümüzdeki günlerde yapılacak NATO toplantısında göre-

ceğiz. Her iki çağrı da bölgedeki tek NATO üyesi ülke olan Türkiye’yi tavır almaya zorlayacak. Yeni cumhurbaşkanı ve yeni hükümetin bu toplantıda alacağı tutumla, önümüzdeki süreçte Ortadoğu’da izleyeceği siyaseti de bize göstermiş olacak. Bir başka soru da NATO toplantısına Irak Kürdistan bölgesel yönetimi davet edilecek mi? IŞİD saldırıları karşısında Avrupalı emperyalist devletler ise, ellerini kirletmek yerine Almanya gibi “Kürtleri silahlandırma” çabasındalar. Avustralya Başbakanı Tony Abbott Irak‘taki IŞİD militanlarıyla savaşan Kürt kuvvetlerine silah sağlamak için sürdürülen uluslararası çabalara ülkesinin de katılacağını açıkladı. Bu destek Kürtlerin bölgedeki rollerinin tesciline mi yarayacak, yoksa büyük devletlerin Frenkeştaynı IŞİD’i Kürt kanıyla mı terbiye edecekler. IŞİD’e karşı en ciddi savaşı yürüten ise, Batı’nın silahlandırmak istediği peşmergeler değil, HPG, YPG’li Rojavalı Kürtler. KCK’nın silah yardımı isteği ise, henüz muhatap bulamadı. Mezhepsel yakınlığı olan İran, Şii Türkmenlerine uygulanan vahşet karşısında, tarafsız mı kalacak? Savaş ekonomisinin lortları, tarih-

sel olarak Ortadoğu politikalarında hep başarısız oldular. Dönemsel çıkarları, yarattıkları terör örgütleri ile kısa sürede çatışmaya girdi. IŞİD çetelerinin uyguladıkları terörü perdelemek için kullandıkları “Halifelik” ilanı, Körfez ülkelerince siyasi destek görüyor. IŞİD kuşatması altında olan şehir ve kasabalarda, nüfusun bir bölümü şehri terk ediyor. Kalanlar ya çatışmaya ya da onlara katılmaya zorlanıyor. IŞİD kuşatma altında çökertilen bölgelerin, ekonomik kaynaklarını ele geçirirken, orada sosyal yaşamı da örgütlüyor, dönüştürüyor. Birçok militan (örneğin Türkiye’den gidenler) IŞİD denetimindeki bölgelerde iş bulma ümidiyle örgüte katılıyor. Böylece ekonomik ve siyasi güç haline dönüşüyor. Zaten bölgedeki diğer İslami grupların bir kısmı IŞİD’e katılırken bir kısmı da Irak merkezi yönetiminden kendilerine verilecek statü karşılığında IŞİD’e karşı savaşmayı vaat ediyorlar. Öte yandan IŞİD ele geçirdiği yerlerdeki rafinerilerden Batılı devletlere petrol sevkiyatına müdahale etmiyor ve petrol ticaretiyle savaş ekonomisini büyük kaynak sağlıyor. Saniye DENLİ

Pakistan’da hükümet karşıtı gösteriler

P

akistan’da hükümetin istifası talebiyle 14 Ağustos’ta başlayan eylemler sürüyor. Günlerdir devam eden eylemlerde toplamda üç kişi öldü, yüzlerce eylemci ise yaralandı. Al Jazeera’nin haberine göre Pakistan’da hükümetin istifası için 14 Ağustos’ta Lahor’dan yola çıkan on binlerce gösterici başkent İslamabad’da toplandı. Pakistan Halk Hareketi (PAT) ve Pakistan Adalet Hareketi (PTI) liderleri 2013′te yapılan seçimlerde hile yapıldığını söyleyerek hükümetin istifa etmesi gerektiğini ve seçimlerin yeniden yapılması gerektiğini belirtti. Sivil itaatsizlik çağrısı yapan Pakistan Adalet Hareketi Partisi (PTI) lideri İmran Han, halka vergi ödememelerini söyledi. Pakistan Halk Hareketi Partisi lideri Tahir Kadri de Pakistanlı liderlerin İsviçre bankalarında yaklaşık 200 milyar dolar paralarının bulunduğunu öne sürdü. Kadri, halktan kaçırıldığını iddia ettiği bu paraların ülkeye geri getirilmesiyle istikrarın kolaylıkla sağlanabileceğini söyledi. Hükümet ise eylemlerin demokrasiyi hedef aldığını iddia etti.

14 Ağustos’ta başlayan eylemlere ilk günlerinde saldırı olmazken 30 Ağustos gecesi başbakanlık konutu yakınlarında toplanan eylemcilere polisin saldırmasıyla çatışma başladı. Polis, göstericilere göz yaşartıcı gaz ve plastik mermiyle müdahale etti. Hükümet yetkilileri ise vinçle gelen protestocuların, başbakanlık binasının kapısını sökmeye çalıştıklarını öne sürdü. Hükümet karşıtı gösteriler ba-

kanlık binaları ve parlamentonun yer aldığı kırmızı bölgede devam ediyor. Hükümet binası, Başbakan Navaz Şerif’in ofisi ve parlamento binasını korumak için yüzlerce asker gönderildi. Parlamento binası dışında kamp kuran göstericilerin bölgeden ayrılmaya niyeti yok. Göstericilerin “Devrim Yürüyüşü” adını verdikleri eyleme katılım ise oldukça yüksek. İS Haber

13

Grev hakkına uluslararası saldırı 2014 Haziran ayında, Uluslararası Çalışma Konferansı’nda, işveren grubu, grev hakkına yönelik saldırısını sürdürdü. İşverenlerin grev hakkını gündem dışı tutma talebi üzerine, Aplikasyon Komitesi 19 önemli olay hakkında karar veremedi. Saldırı, 2012 ILO Konferansı’nda işveren grubu sözcüsünün, grev hakkının uluslararası hukukta yer almadığını beklenmedik bir şekilde açıklaması üzerine başladı. İşverenler, görüşülecek ülkeler listesinde grev hakkıyla ilgili olaylar yer alıyorsa, o listeyi görüşüp mutabakata varmayı reddedeceklerini açıkladı. Bu katı tutum bir çıkmaza yol açtı. Bu saldırı, işverenlerin yeni tutumuna aykırı, uluslararası alandaki yaklaşık 50 yıllık yerleşik içtihat sonrasında gerçekleşiyor. ILO’nun sendika özgürlüğü ve örgütlenme hakkı üzerine 87 nolu sözleşmesi grev hakkından açıkça söz etmese de, Sendika Özgürlüğü Komitesi ve Uzmanlar Komitesi, 1950’lerden beri, Sözleşme’nin 3. maddesinin grev hakkının korunmasını içerdiği kanısında. 1983 Genel Araştırması’nda, Uzmanlar Komitesi, Sendika Özgürlüğü Komitesi’nin varmış olduğu sonucu şöyle yineliyordu: “Grev hakkı, işçilerin ve onların örgütlerinin sosyal ve ekonomik çıkarlarını korumak için kullandığı asli araçlardan biridir”. O sıralar bu tespite işverenlerden hiçbir itiraz gelmemişti. 1997’de, “grev hakkı ve lokavt dahil, sendikal eylemin 87 nolu sözleşmede öngörüldüğü üzere sendika özgürlüğü ilkelerinin ayrılmaz bir parçasını oluşturduğu ilkesini” işverenler grubu bile bir kez daha teyit etmişti. Hiçbir sendika greve laf olsun diye çıkmaz. Ama bizim yaklaşımımıza göre, işi durdurma hakkı esas olarak sendika ve toplu sözleşme özgürlüğüyle bağlantılıdır. Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun (ITUC) deyimiyle, grev hakkı olmaksızın, toplu sözleşme hakkı “toplu dilenme” hakkından başka bir anlama gelmez. 2009′da, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye’yle ilgili bir vakada, grev hakkının varlığını, 87 nolu ILO Sözleşmesi’nin koruduğu sendika özgürlüğünün asli bir unsuru olarak kabul etmiştir. Bütün dünyada hükümetler de benzer bir yaklaşımı benimsemiştir. ITUC’un bu konudaki raporu, en az 90 ülkenin grev hakkını anayasalarında vurguladığını belirtiyor. Yunanistan anayasasının ifadesiyle: “Grev yasaya uygun olarak kurulmuş sendikalar tarafından işçilerin ekonomik ve genel çıkarlarını korumak ve geliştirmek için kullanılan bir haktır.“ Güney Afrika anayasasında ise şu hüküm yer alıyor: “Her işçinin sendikalaşma, sendikal faaliyetlere ve programlara katılma ve grev yapma hakkı vardır.” İşveren tutumunun katılaşması, sendika karşıtı şirketlerin ve hükümetlerin işçi haklarına yönelik genel saldırısının bir parçasıdır. Bu, aynı zamanda, hakların kapsamını tanımlarken sözleşmeleri bütün dünyada kaynak olarak kullanılan ILO’yu zayıflatma girişimidir. Küresel sendikal hareket, dünyanın her yerinde grev temel hakkını ve işçi haklarının dayanağı olarak ILO sözleşmelerini savunma kararlılığını koruyor. .Disk.org.tr


14

İşçilerin Sesi

İzinlerde ayrımcılık istemiyoruz (*) Ustalar bayramdan önce izne çıkabildi. İşçilere izin verilmedi. Herkes yazın izin kullanmak istiyor. Ayrımcılığa son verilsin. Ağustos fabrika için izin ayı olsun! İkramiye herkesin hakkı Senesi dolmayan işçi ikramiye alamıyor. İkramiye hak ise, işçinin çalıştığı aya göre hak ettiği kadar verilmeli. Ne değişti? Eskiden ramazan ayında işyeri işçileri iftara götürürdü. Bu sene çok kâr etmesine rağmen sadece ustalara iftar verdi. Ne iş? Vardiyadan önce ücretlere zam yapın 12 saat çalışmamızın nedeni, ücretlerimizin düşük olmasıdır. Asgari ücret yeterli değil. Üç vardiya olacaksa, önce insanca yaşayacak ücret verilmeli. Bu koşullarda kimse durmaz “İşçi aranıyor” ilanı camdan inmiyor. Koşulları gören kaçıyor. Örneğin, hammadde deposunda asansör yok, işçilerin beli sürekli ağrıyor. Depoya asansör zorunlu. Gece hastalanmak yasak Gece vardiyasında hastalanan bayılan oluyor, ama ne ambulans ne de doktor var. Rahatsızlananlar kendi imkânlarımızla eve gidiyoruz, ya da ailemiz aranıyor. Yolda başımıza bir şey gelirse sorumlusu sizsiniz. İş güvenliği uzmanı hakkımızı ara! Yük asansörünün stop düğmesi çalışmıyor. Asansörle inip çıktığımızda biri gelene kadar içerde kalıyoruz. İş güvenliği uzmanları asansörün bozuk olduğunu görmüyor mu? Kaza olduktan sonra mı önlem alınacak? Biz de gazete okuyoruz Patron Hürriyet gazetesine röportaj vermiş, kârını nasıl katladığını anlatmış. Maden o kadar kâr ediyorsun, işçi neden sürünüyor? Bizim sayemizde kazandığınızı unutmayın. Eski-yeni işçi ayrımına son! Ayrım yapan ustalar. Eski işçileri vardiyaya bırakmıyorlar. İşçiler birbirine düşüyor. Hepimiz işçiyiz, eşit muamele istiyoruz. (*) Gıda İşçilerinin Sesi Bülteninden haberler

Eylül 2014/30

Metalde grup toplu iş sözleşmeleri başladı

M

etal Sanayicileri Sendikası (MESS) ile metal işçilerini temsilen 3 sendikanın ayrı ayrı yürütecekleri grup toplu sözleşmeleri, Ağustos ayı sonu itibariyle başladı. Sendikalar tekliflerini MESS’e iletti. Metal işçilerinin üye olduğu sendikalardan Türk Metal, en çok üyeye sahip olan sendikadır ve geleneksel olarak onun imzaladığı toplu sözleşmenin benzerleri diğer sendikalarca (Birleşik Metal-İş ve Çelik-İş) imzalanmak zorunda kalınır. Geçtiğimiz yıllarda Birleşik Metal-İş Sendikası grev kararı alıp kısmen uygulayarak bu geleneği kırmaya çalıştı. Yine de işçilerin genel ruh hali ve mücadele karşısındaki durumları, iş güvencesi ekseninde, bir savunma hattını geçmiyor. Ücret ve sosyal hakların önünde iş güvencesi duruyor ve bu durum mücadelenin gelişmesi önünde en büyük engeldir. Grup toplu iş sözleşme süreci sadece sendikalı işçileri ilgilendirmiyor. Sözleşme dışında kalan ve “yan sanayi” tabir edilen ve çok daha fazla işçinin çalıştığı atölyelerin işçileri de bu süreçten etkilenmektedir. Öte yandan, sermayenin can damarını oluşturan önemli işkollarından biri olarak metal işçilerinin kazanımları veya kaybetmeleri, genel olarak işçi sınıfını ilgilendiriyor. Grup toplu sözleşmeleri, i şçi sınıfının sermaye sınıfı karşısındaki büyük sınavlarından biridir. Tarihi olarak ise, MESS’in sermaye sınıfı açısından radikal bir liderliği vardır. MESS sözleşmesi, diğer iş kollarındaki patronların ölçüsü olmaktadır. 2010 yılında Birleşik Metal İş’in metal işçilerinin talihini değiştirecek hamlesi, maalesef tamamına erişememiştir. Çün-

kü böyle bir hamle, sadece bir işkolu sendikasının başarabileceğinden daha büyük bir güce ihtiyaç duyar. Yani DİSK’in böyle bir siyaseti olması gerekir. Nitekim 12 Eylül öncesinde DİSK denilince akla Maden-İş gelirdi. Çünkü Maden-İş, hem DİSK’in liderliğini yürütüyordu hem de en büyük metal fabrikalarında sermaye sınıfına kök söktürüyor ve böylece daha küçük metal işletmelerinde ve genel olarak işçi sınıfının ücret ve sosyal haklarına üst ve alt limit belirlemiş oluyordu. Maden-İş sendikal tutumu (sendika içi demokrasi) bir yana, işçi sınıfının temel direği konumundaydı. 2010 grevleri, bir yönüyle devrimci bir çıkış olsa da, hazırlığı sağlam yapılmış ve sonraki hamleleri öngörülmüş ve konfederasyonun dahil edildiği bir hamle olmadı. Yine de farklı bir sendikacılığın mümkün olduğu ifade edilmiş oldu. 2010 grevleri aynı zamanda Türk Metal’den kopuşlara ve DİSK’e kaymalara yol açtı. Ancak bu kayma süreci başarıyla yürütülemedi. Hem patronlar hem de Türk Metal, çok sert yanıt verdi. Renault fabrikasında Türk Metal şiddete vardırdı ve patron da işçi attı. Bosch’da ise, yargı üzerinden işçilerin sendika değiştirme tercihleri baskı altına alındı. Metal işçilerinin sözleşmesi aynı zamanda sendikalar arasındaki rekabetin ve mücadelenin en çok hissedildiği sözleşmelerdir. Başarısız olan sendikadan diğerine üye kayışı her zaman bir ihtimal olsa da, metal işkolunda Türk Metal’in işveren destekli baskısı, bu sendikadan kopuşu bir depreme çevirebilecek kadar işçileri germiştir.İşkolunun çeşitli sorunları var. Bunların başında, ilk giriş ücreti gelmektedir. Taban ücret uygulaması

işverence deliniyor ve böylece işyerinde çalışan, aynı işi yapan işçiler arasında kıdem ve ücret farkı dikkat çekicidir. Temel ücret çok düşüktür ve sendikaların sözleşmeleri yüzdelik zam üzerinden yapıldığı için, ücretler arasındaki uçurum, kıdeme bağlı olarak artmaktadır. İkinci önemli sorun esnekliktir. Esneklik sebebiyle patronlar işçiler arasında ücretlerde oynama yapabiliyor. Birleşik Metal-İş Sendikasının basın açıklamasından öğrendiğimize göre, 2014-2016 dönemi toplu sözleşme teklifinde şunlar var: Aylık net ücreti 898 TL olan bir metal işçisinin alacağı toplam net zam – ikramiye hariç- 282 lira olacaktır. Bu miktar kıdem yılı yükseldikçe yükselecektir. (14 yıl kıdeme kadar) Net 1374 lira civarında ücreti olan bir metal işçisi ise net 305 lira ücret artışı elde edecektir. Bu noktadan sonra ücret zam miktarı kademeli olarak düşmeye başlayacak ve örneğin 2 bin lira net ücret alan bir işçi yaklaşık 270 lira net ücret artışı alacaktır. Böylece ücret makası kapatılmış olacaktır. Görüldüğü gibi, metal işkolunda yüksek ücretli işçi yoktur. 2. altı ay: Enflasyon artı 2 puan (yüzdeli zam) 3. altı ay: Enflasyon artı 2 puan: 4. altı ay: Enflasyon artı 2 puan. (yüzdeli zam) Bu ücret zam taleplerinin ardından, ücret esnekliğine karşı işe giriş ücretlerinin ücret zam uygulamaları sonrasında en düşük saat ücretinin 7,33 TL’ye yükseltilmesi. Bu da ikramiye hariç 1179 TL net ücret anlamına gelmektedir. İkramiyeler eklendiğinde bu ücret net 1572 TL’ye çıkmaktadır. İS Haber

Altı ay sonra yeniden…

F

abrika bültenini bir süreliğine ara vermiştik. Dikimhanenin komple ayaklanması ve peşinden belirli haklar kazanılmasına rağmen, öncü işçilerin gururlarına yenilerek işten ayrılmaları, bültene ara vermemizi zorunlu kıldı. İyi de oldu. Bu arada ak/kara belli oldu, yeni işçilerle ilişki kurabildik ve şumdi daha geniş bir çevreden haber alabiliyoruz. Bültenin sabahtan dağıtılması da etkili oluyor. Gün boyu işçi bültenle ilgili konuşuyor. Dağıtımın ardından kimi işçilerin haberler kısmını fotokopi çektiğine tanık olduk. “bizi ilgilendiren kısmını çoğaltıyoruz” dediler. Bu da onların seviyesini gösteriyor. Bülten haserlerinde yeralan birçok konu aynı gün içinde işçilerin lehine değişiklerin yapılmasına yol açtı. Birincisi, ütü-paketin tuvaletlerinde hızlı bir fayans döşeme işi başladı. İkincisi, büfenin önünde şirketin araçları çe-

kildi, Üçüncüsü, ücretsiz çay dağtımına ara verilmişti, başlandı. Dördüncüsü, ütü paket bölümü dikimhanedeki gibi mesailerin belirli günlerle sınırlanmasını isteyerek, mesaiye kalmadı. Tabii başka etkiler de oldu: Örneğin işçi temsilcileri olarak seçilenler haberleri üstlerine alınmışlar, yalaka olmadıklarını anlatmak için uğraştılar. Bölüm müdürünün adı bültende geçtiği için çok bozuldu ve işçilere iyi davranmaya başladı. Bütün bu olumlu gelişmelere yol açan bülten oldu. Hatırlayacaksınız, patron bültenin etkisini kırmak üzere kendisi de şirketin adını vererek işçi bültenini isminin “sesi” ibaresini kullanarak bir bülten çıkartmıştı. Ama ikincisi çıkmadı. Şimdi merak ediyoruz, ikincisi çıkar mı diye. Diğer yandan bülteni kimin çıkarttığına dair şehir efsaneleri de dolaşıyor. İşçilerni bazıları işxten çıkarılan işçilerin bu bülteni çıkardığını düşünüyor ve

işten çıkmak isteyen bir işçi, onları bulup yardım isteyeceğini söylüyonr. Patron eskisine göre çok daha dikkatli ve işçiye saygılı, taleplerini ktarşılamak için kimi çalışmalar yapıyor. Örneğin, yemekhane boyanacak. Hangi rek olsun diye işçilere soruyor. Duvara asılı yedi renkten birini seçeceğiz! İşçiler arasında ise, özgüven patlaması var. İşten çıkmak isteyen işçi notere gidip işverene ihtar çekmesi yetiyor. İşveren hemen anlaşma yoluna gidiyor. Nitekim, bsir kadın işçi işten ayrılmak istedi ve kredi borcu için 10 bin lira (tazminatının yarısı kadar) para istedi. Patron vermedi. Noterden ihtar çekti ve 20 bin lira alıp işten ayrıldı. Bundan sonra işçinin moralini yüksek tutacak ve işçiler arasında sıkı bir örgütlenmeyi sağlayacak adımlar atmamız gerekiyor. Sadece kağıt, bülyten çıkartmak yetmez. Murat ARASLI


İşçilerin Sesi

Eylül 2014/30

THY çalışanları şirket ve sendika yönetimine güvenmiyor

T

HY çalışanları (kabin, kokpit, teknik, yer hizmetleri), şirket yönetiminin her an kazanılmış işçi haklarını geri almak için fırsat kolladığının farkında. Sendika yönetiminin de şirketin adamlarından oluşması, bu güvensizliği artırıyor. Ancak hem şirket hem de sendika yönetiminin durumu o kadar da parlak değil. Kuşkusuz işler yürüyor ama nereye kadar? Şirket Uzun süredir başkanlık koltukları boş. Atamalar yapılamıyor. Hamdi Topçu’nun görevden alınacağı söylense de, yalnızca parasal hesaplarla ilgililer. Tek göz diktikleri işçilerin hakları. Şirket yönetimi çalışanların örgütsüz olmasından her zaman faydalandı ancak bu kez işçileri sendika aracılığıyla yönetecek bir partnere sahip değil. Topçu-Kotil ekibi, Ayçin’i çok arayacak gibi gözüküyor. Sendika Ayçin neredeyse 25 yıl iktidarda kalmıştı. Yeni yönetim 8 ay gibi bir süre içinde tam bir iç kaos yaşıyor. Yönetim kurulu içinde birbirinin yüzüne bile bakmayanlar var. İşçiler arasında güven sıfır. Temsilci bulmakta güçlük çekiyorlar. İşyeri temsilcileri herhangi bir sorun için sendikayı aradıklarında bir muhatap bulamıyorlar. Teknik AŞ Teknisyenlerin üzerinde oynanan oyunlara her gün bir yenisi ekleniyor. HABOM rezaletinin ardından iki şirketin birleşmesi gündeme geldi. HABOM çalışanlarının Teknik AŞ’de iş başvuru-

ve haklarında kesintiye gidilebileceğini öngörüyor. İşverenin Pazar mesailerinde ve sosyal yardımlarda kesintiye gidilmesi, ikramiyelerin azaltılması gibi bir dizi teklifle geleceği varsayılıyor. Çalışanlar arasında bireysel çözüm peşinde olanlar bir hayli fazla. Kendisini işyerinde güvencesiz hisseden işçiler, yeni bir grev ihtimalini çok düşük görüyorlar. İşten çıkartılırsam veririm mahkemeye alırım hakkımı diye düşünen çok kişi var.

su yapmaları için “iş ilanı” verildi. Sonra bu işlem durduruldu. Nedeni, HABOM ile Teknik AŞ’nin iki ayrı işkolunda oluşları (metal ve taşımacılık), işkolu tespitiyle ilgili davanın devam etmesi. HABOM’dan Teknik AŞ’ye geçişleri durduran ise, Hak-İş’e bağlı Çelik-İş yöneticilerinin “ricası”. Çünkü HABOM’da Çelik-İş üyesi olan teknisyen Teknik AŞ’ye geçince Hava-İş üyesi olacak! Ancak sadece bu da değil, Teknik AŞ yönetimi, iş saatleriyle oynayarak, vardiyaları 07.00-16.00 diğerini 15.30 – 24.00 biçiminde düzenledi. 1 Eylül olan uygulama gelen tepkiler üzerine Eylül ortasına sarktı. Ancak bu uygulama toplusözleşmeye de aykırıdır. İlk vardiya haftada 48, diğeri 45 saat çalışmış oluyor! Uçuş işletme Sendikaya güvensizlik had safhada. Çalışanlar önümüzdeki toplusözleşmede şirket yönetiminin işçi ücretlerinde

Bireysel kurtuluş yok! THY işçileri son 3 yıldır epeyce yoruldu. Çok badireler atlattı. 305, grev, sendika genel kurulu derken, şirket de büyüdü. Çalışan sayısı arttı. Yeni uçak alımlarından HABOM-Teknik AŞ birleşmesine kadar 15 bini aşan bir çalışan sayısına ulaşıldı. TGS buna dahil değil. Bu büyüklükteki bir işletmenin şirket yönetimi iç rekabet ve siyasi ilişkilere bağlı olarak kırılgan, sendika yönetimine işçi güvensiz ve yönetim kendi içinde bölünmüşken, çalışanlar için haklarını ilerletmek için zemin var. Ancak işçi kesimi, başta da söylediğimiz gibi yorgun ve güvensiz. Eğer örgütlü bir işçi grubu olsa, şirketin ve sendikanın bu pespaye halinden çok da iyi yararlanabilirdi. İşte tam da bu yüzden, enseyi karartmadan emin ama güvenli adımlarla işçilerin kurtuluşunun bireysel olmayacağını ve bu dev şirkette birlik sağlanabilirse çok şey başarmanın mümkün olduğunu anlatmanın zamanıdır. Hazırlık, bilgilendirme, geçmiş deneyimlerin dersleriyle yeniden örgütlenme gerekli. (Serdar)

Engels’ten iş cinayetleri…

K

apitalizm sömürü çarkının yaratığı işçi cinayetlerinin bundan 150 yıl öncede kendisini göstermekte Engels İngiltere’de Emekçi Sınıfının Durumu adlı eserinde şu şekilde yansıtmakta: “Durum şudur, makineler kötü düzenlenmiştir; çevresine parmaklık konması gerekir; bunun sağlanması da burjuvazinin işidir. Ya da işçi tehlike tehdidine aldırmayacak kadar baskı altındadır, ücretini hak etmek için hızlı çalışmak zorundadır, dikkat gösterecek zamanı yoktur ve bundan da burjuvazi sorumludur. Örneğin birçok kaza, işçilerin çalışmakta olan makineyi temizlemeleri sırasında olmaktadır. Niçin? Çünkü aksi halde burjuva,

işçiyi, makineyi, kendi serbest kaldığı saatte durdurup temizlemeye zorlayabilir; işçi de doğal ki kendi serbest zamanının hiçbir anını kurban etmek istememektedir. Her serbest saat, işçi için o kadar değerlidir ki, o saatlerinden birini burjuvaziye feda etmektense çoğu zaman haftada iki kez yaşamını tehlikeye atar. Makinenin temizlenmesi için gereken zamanı patron, işçinin çalışma süresinden çıkarsın, o zaman hiçbir işçi, çalışmakta olan makineyi temizlemeyi düşünmeyecektir. Manüfaktürün erken döneminde, kaza oranı şimdikinden çok daha yüksekti; çünkü makineler daha düşük nitelikteydi, daha küçüktü, daha karışıktı ve çevresine hiç parmaklık konmazdı. Ancak,

tek bir sınıfın yararı uğruna bunca ciddi deformasyona ve sakatlığa yol açan, çalışkan insanları, burjuvazinin hatasından ötürü iş sırasında ortaya çıkan sakatlıklar yüzünden açlığa ve yoksunluğa mahkum eden durumun ciddi biçimde sorgulanmasını gerektirecek ölçüde, çok kaza, hâlâ olmaktadır. İşte size, imalatçıların, nefret edilesi paragözlüğünden ileri gelen, pek hoş bir hastalıklar listesi! Kadınlar çocuk doğuramaz hale geliyor, çocuklar deforme oluyor, erkekler dermansızlaşıyor, kollar-bacaklar ezilip parçalanıyor; yalnızca burjuvazinin kesesini doldurma uğruna hastalık ve sakatlıklarla yüklü hale getirilen kuşaklar bir bütün halinde çökertiliyor.”

15

KARGO:

Taşeron ölüm demektir Taşeron sistemi hızla tehlikeli boyutlara ulaştı ve zaten kısmi olan kazanılmış haklarımızı tehdit ediyor. İşyerimizde az sayıda (10 kişi) taşeron işçi çalıştırılıyor. 3 aydır çalışan taşeron işçiler, servis, yemek, maaş, olarak kısmen kadrolularla aynı koşullarda çalışıyor gibi görünse de, durumları farklı. Onlar da bunun farkında. Öyle ki geçtiğimiz günlerde bir taşeron işçi bilgisayardan sorgulama ekranına SSK primlerinin yatırılıp yatırılmadığına baktı. 3 aydır çalışan işçinin sadece giriş için bir günlük sigorta primi yatırılmış, diğer ayların primleri yatırılmamış. Bunu öğrendi. Diğer işçiler de baktığında aynı sonuç çıktı. Bu işçilerden bir kaçı kendi işverenleriyle konuşmuş olsalar da çeşitli bahanelerle geçiştirilmiş olan prim ödemelerini öğrenmeleri, 3 işçinin işten atılmasıyla sonuçlandı. Daha önce kadrolu çalışan işçilerin, taşeron çalıştırılmasıyla ilgili tepkileri var. İş esnasında oluşan sorunlarla birlikte, iş yerinde taşeronların bu durumları işçiler arasında daha fazla konuşulmaya başlandı. Bu durumu fark eden idare daha fazla sorun olmasın diye, yeni işçiler işe alınmaya başladı. Üstelik taşeron değil kadrolu olarak işçi alıyorlar. Bu da şunu gösteriyor: Taşeron çalışma kazanılmış olan haklarımız için tehlikedir. Yapmamız gereken örgütlenip, bilinçlenerek kadrolu çalışmaktır, haklarımızı geliştirmektir. (Ufuk)

Kent Gıda:

Sendikacılara ve patrona protesto Kent Gıda işçileri, grevi bitiren sendika bürokratlarını, işten atmayla baskı uygulayan patronu protesto etti. 28.08.2014 tarihinde sendika binasının önünde basın açıklaması yaparak tepkilerini dile getiren işçiler, bu süreçte sendikanın kendilerine sahip çıkmadığını dile getirdiler. İşçilerin basın açıklamasını sendika yetkilileri balkonundan izlediler. Sendika bürokratları üstüne üstelik işçileri fabrikanın önüne gitmeleri halinde karşılarında kendilerini bulacakları söylediler. İşçiler bir yandan patrona karşı mücadele verirken, bir yandan da sendika bürokratların ihanetiyle karşı karşıya. Derleyen Ufuk ALİBEY


İşçilerin Sesi

Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!

Dünya savaşlarında 100 milyon insan öldü? Peki neden? İ nsanlık yarım asır içinde iki kez büyük bir kanlı oyunun içinde kaldı. Dönemin modern silahlarıyla, kadın-erkek işçiler, köylüler, gençler kapitalistlerin kâr ve pazar paylaşımı savaşında birbirlerine silah doğrulttular. İki savaşta, 100 milyona yakın insan öldü. Paves’in Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız: Peki, ölüleri ne yapacağız? Neden öldüler? sorusu her iki dünya savaşı için de geçerli. Sadece hümanist genel kanaati desteklemek adına değil. Siyaseten işçi ve emekçileri, “vatan savunması” adı altında ya da “demokrasi” için savaşa ikna edip dünyayı paylaşanlar, büyük para babaları bunca insanın ne için öldüğünü açıklamalı. “Savaş politikanın başka araçlarla devamıdır” Bu söz savaş konusunda ünlü tarihçi Clauswitz’e ait. Dünya savaşlarına biraz yakından bakıldığında bu sözün doğruluğu da görülecektir. Kapitalistler arasında diplomasi sona erdiğinde silahlar konuşmaktadır. Savaşların gerçek nedenleri kitlelerden gizlemek ise, egemen sınıfların hassas olduğu bir konudur. Bu nedenle savaşın gerekçelerinin sistemden kaynaklandığını gizlemek istemişlerdir. Nitekim ders kitaplarına kadar giren anlatıya göre Birinci Dünya Savaşı Avusturya grandükü Franz-Ferdinand’ın 28 Haziran 1914’te Saraybosna’da Sırp Kara El örgütü tarafından öldürülmesi nedeniyle başlar. İkinci Dünya Savaşı Adolf Hitler adında bir Alman faşist, Polanya’yı işgal etmese savaş yaşanmayacaktı. Bu anlatılar doğru değil. Birinci Dünya Savaşı Savaştan neredeyse 50 yıl önce İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya ve Rusya gibi ülkeler sömürgeleri yağma etme, başka uluslara zulmetme, işçi sınıfı hareketlerini ezme politikasını uygulamaya başlamıştı. Bu “büyük” uluslar ve bunların önde gelen sınıfları söz konusu politikayı sonuna kadar sürdürme ve daha çok pay elde etme gayreti içinde oldular. Balkan Savaşları, dünya savaşı öncesinde büyük devletlerin saflaşmalarını sağladı. Lenin, 1914 yılının Eylül ayının daha ilk günlerinde, emperyalist ülkelerin her biri ve tüm gruplaşmalar için savaşın içeriğini şu şekilde nitelendirmişti: “Pazarlar için ve yabancı toprakları yağmalamak için mücadele, tüm ülkelerde proletaryanın devrimci hareketinin önünü kesme ve demokrasiyi ezme gayreti, bütün ülkelerin proleterlerini aldatma, bölme ve ezme dürtüsü, burjuvazinin çıkarları için bir ulusun ücretli kölelerini diğer ulusun ücretli kölelerine karşı kışkırtma isteği;

savaşın gerçek içeriği ve anlamı sadece budur”. Büyük devletler Balkanlar üzerinden yürüttükleri hesaplaşma, uzun süre diplomasi eliyle yürütüldü. Karşılıklı ültimatomlar verildi, tehditlerde bulundular. İkili üçlü anlaşmalar yaparak bloklaştılar. Savaş için her iki taraf da uygun zamanı kolluyordu. Önce İngiltere ve Japonya sömürgeler üzerinden sürece dâhil oldu, daha sonra Amerika savaşa katıldı ve gerçek bir dünya savaşı meydana geldi. Bir yanda itilaf Devletleri, diğer tarafta İttifak Devletleri olmak üzere savaşa giren taraflar birbirlerinin sömürgelerini ele geçirmek, savaş tazminatı elde etmek, sınırlarına yeni topraklar katmak niyetindeydiler. Bu yolla dünya üzerinde yeni egemenlik ilişkileri kurabilecekler, nüfuz bölgelerini artıracaklar ve içine düştükleri krizi aşacaklardı. Dünya savaşı, üçüncü yılını geride bırakmıştı ki, Rusya’da devrim patladı. Savaşın çözdüğü Rus çarlığı hızlı biçimde çöküyordu. Rusya’nın işçi, köylü ve asker Sovyetleri “savaşı iç savaşa” çevirmiş, Çarlık artıklarını ve Rusya burjuvazisini olduğu gibi, sosyal şoven sosyalist akımları da yenilgiye uğratmışlardı. Emperyalist savaşa karşı, tazminatsız ve ilhaksız barış sloganı yükselttiler. Büyük devletler, hesapsızca saplanıp kaldıkları ve biraz daha uzarsa dünya kapitalist sistemini tehlikeye sokacak olan bu macerayı sonlandırmak üzere büyük bir çabaya giriştiler. Amerika Almanya üzerinde baskıyı artırdı ve onu anlaşmaya zorladı. Tarihe Wilson Prensipleri olarak geçecek olan Amerikan Başkanı Wilson’un 14 ilkesi, emperyalistler arası “barış”ın çerçevesini çizdi ve Almanya’nın kesin biçimde teslim olmasını sağladı. 1918 yılının Kasım ayında Almanya askeri ve siyasi olarak berbat durumdaydı. Alman denizcileri Kiel kentinde

yönetime el koymuştu. Ertesi gün denizcilerle birleşen işçiler, Lubeck, Hamburg, Bremen limanlarını işgal ettiler. “Devrim mikrobu” orduya da sıçramıştı. 11 Kasım 1918’de Almanya teslim oldu. Savaş ve devrimci politika Lenin savaşın henüz başında 1915 yılında kaleme aldığı “Sosyalizm ve Savaş” broşüründe savaşları “haklı ve haksız” olmak üzere ikiye ayırır ve bu savaşı “100 köle sahibi, kölelerin daha “adil” dağıtılması için 200 kölesi olan bir köle sahibine karşı savaşa girişiyor” diye tanımlıyor “emperyalist paylaşım”dan söz ediyordu. Ancak savaş başladığında, dönemin işçi örgütleri ve en büyüğü Alman Sosyal Demokrat Partisi, Bolşevik Leninist çizgiyi izlemedi. Alman işçi ve emekçi kitleleri, sosyal demokrat parti eliyle bu savaşı “vatan savunması” olarak değerlendirdiler. Alman burjuvazisine destek verdiler. Alman Sosyal Demokrat Partisi içinden bu politikaya itiraz eden Rosa Lüksemburg ve Karl Liebnecht gibi enternasyonalistler vardı. Nitekim “Halkın baş düşmanı onun kendi ülkesindedir” sözü Liebnecht’e aittir. İkinci Dünya Savaşı ve Stalinizm Birinci Dünya Savaşı, Ekim Devriminin yarattığı sarsıntıyla sona erdikten sonra, Avrupa’da ortaya çıkan devrimci ortamlardan yararlanılamadı. Almanya ve İtalya başta olmak üzere, Macaristan ve diğer Avrupa ülkelerinde kimi devrimci kalkışmalar olsa da, işçi sınıfı kendini iktidara taşıyacak güce erişemedi. Rus Devrimi yalnız kaldı. Lenin’in ölümünün ardından hızla partiye ve devlete egemen olan bürokrasi, devrimci siyasetin yerine oportünist tek ülkede sosyalizm sözde teorisini geçirdi. Bu ilerde “anavatan” savunusuna dönüştü. İşçi sınıfının Almanya, İtalya ve İs-

panyada ki yenilgileri Avrupa’da karşı devrimci nasyonal sosyalist akımın, faşizmin iktidara geçmesine fırsat verdi. Dünya ekonomik krizinin yol açtığı sefalete karşı işçi sınıfı seçenek oluşturamayınca, sermaye sınıfı kaybettiği kârlarını geri alabilmek için işçi sınıfının o güne kadar elde ettiği bütün ekonomik, sosyal ve sendikal hakları elinden almak üzere harekete geçti. Krizden çıldırmış küçük burjuvazi ile lümpen proletaryayı milliyetçilik duygularıyla kışkırtarak devrimci işçi hareketinin üstüne saldı. İşçi kitlelerinin bu büyük saldırıya sınıf çıkarları temelinde oluşturulacak bir işçi cephesiyle yanıt verebilirdi. Ancak, III. Enternasyonalin üçüncü dönem politikası olarak adlandırılan “sosyal demokrasinin sosyal faşist” sayılması sebebiyle bu cephenin kurulması mümkün olmadı. İşçi sınıfı komünist ve sosyal demokrat olarak bölündü ve Hitler liderliğindeki nasyonal sosyalizm bu bölünmenin arasından sıyrılarak iktidara geldi. Savaşın yıkımını ancak uluslararası proleter devrim durdurulabilirdi, tıpkı, Rus Devriminin Birinci Dünya Savaşını durdurması gibi. Ancak Rus bürokrasisi ya da Stalinizm bunu en baştan imkânsız kıldı. Dünya çapında devrimci fırsatlar “sosyalizmin anavatanı Rusya”nın savunulması için feda edildi. 1 Eylül nasıl bir “barış” günü? 1 Eylül Dünya Barış günü Rus bürokrasisinin cinayetlerini örtmek için tertiplenmiştir. 25 milyon Sovyet vatandaşının ölümüyle sonuçlanan bir savaşın sona ermesinin, devrimci imkânların değerlendirilmemesinin neyi kutlanabilir? İkinci Dünya Savaşı öncesinde önlenebilir, sonrasında ise, dünya devrimi için bir kaldıraç olabilirdi. Böyle bir ihtimal Rus bürokrasisinin de sonu olurdu. İşte tam da bu nedenle “sosyalist anavatanın savunulması” dünya devriminin engellenmesi anlamı taşımaktadır. Öte yandan “dünya savaşları” geçmişte kaldı diyebilmek mümkün değil. Böyle bir iddiayı ileri sürebilmek için kapitalist dünya ekonomisinin sona ermesi gerekir. Kapitalizm, kâr ve sömürü demektir ve krizler savaşlara yol açacaktır. Bugün de uluslararası ekonomik krizi, kapitalist sistemi günbegün çözümsüzlüğe doğru itiyor. Şimdilik bölgesel savaşlarla “idare” eden emperyalist devletler, dünya çapında yaşanacak büyük ekonomik krizin ardından pazarlarını ve kârlarını korumak üzere dünyayı yeniden paylaşmak üzere milyonlarca yoksulu, genci milliyetçilikle zehirleyip birbirini kırdırmaktan çekinmeyecektir. Canan MENGÜL


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.