IŞİD ile iki devletli çözüm!
Ekim Devrimi güncelliğini koruyor
AKP ve Erdoğan görünüşte geri adım atmış gibi gözükse de, IŞİD’in bugüne kadar ilerleyişine destek verdi. Kürtlerin Kobane bölgesinde sıkıştırılmasına ses çıkartmadı. › 5
Çarlık yıkılınca, farklı uluslar ve azınlıklar özgürleşmiştir. Aynı şekilde, kilisenin egemenliğine son verilmiş, kadınların ezilmesinin önündeki maddi engeller kaldırılmıştır. › 16
İşçilerin Sesi
İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır
ISSN: 2147-1568 Ekim 2014 / Sayı 31 Fiyatı: 1.5 TL
“Taş atmak, düşünce ve kanaat açıklama yöntemidir” Bağımsız Milletvekili Aysel Tuğluk’un Suruç’tan Kobane’ye geçerek IŞİD’e karşı savaşmak isteyen halka polisin ve askerin sert müdahalesine direnenlere destek veren ve taş atan fotoğrafı günlerdir basında. Cumhurbaşkanı Erdoğan Meclis açılışında Tuğluk için “densiz” ifadesini kullandı. Halka saldırıya karşı taş atmanın meşruluğu bir yana, konuyla ilgili Yargıtay kararları da, taş atmayı “düşünce” ifadesi sayıyor. Tuğluk ile dayanışma içindeyiz. › 5
Torun Center gerçeği: İşçiler ölüyor, sermaye büyüyor Asansörün 32. kattan yere çakılmasıyla 10 işçi öldü. 10 işçiyle ilgili 11 kişi gözaltına alındı. Gözaltında olanlar arasında Torunlar GYO’nun Muhasebe Müdürü, asansörü kuran Geda Majör’ün Genel Müdürü, asansör teknisyenleri bulunuyor. 4 kişi tutuklandı, ancak asıl sorumlu patron serbest! Sermaye, AKP hükümeti eliyle işçi sınıfının canına mal olan büyümesini durdurmak, iş cinayetlerinin gerçek sorumlularından hesap sormak, insanca yaşayacak ücret ve çalışma koşulları sağlamak için işçilerin örgütlenip mücadele etmesinden başka bir yol yok. Sendikacılar mı dediniz? Onlar gerçek görevlerini çoktan unuttular, şimdilerde basın açıklaması yaparak günü kurtarıyorlar! › 8-9
Pahalılık, işsizlik ve savaşı önleyebiliriz!
›
Her ekonomik karar, bir tercih demek. AKP hükümetinin kararlarında işçi sınıfının durumu yok sayılıyor. Nitekim son torba yasada da işçilerin yararına maddeler yok. Somalı madencilere verilen sözler tutulmadığı gibi, ev işçilerinin sigortalı çalışmasına, iş güvenliğine dair yaptırım içeren düzenlemeler yok. Ama diğer yandan patronların yararına taşeron sistemini yaygınlaştıran maddeler var. › 02
›
Suriye Kürtlerinin kendi kaderlerini tayin hakkını ne ABD ve NATO ne de Türkiye tanımaktan yana. Onlar, Irak’ın parçalanmasının ardından oluşan Kuzey Irak Bölgesel Yönetimine benzer bir yönetimi tercih ediyorlar. Savaşın iyice büyümesini ve ardından da NATO müdahalesi eliyle Suriye’de kendi denetimlerinde bir Bölgesel Kürt Yönetiminin oluşmasını istiyorlar. › 03
›
Gezi Direnişi, Haziran İsyanından damıtılan dersler var. yeni bir şey yapma ihtiyacı. Bu yüzden salt siyasi yapıların yan yana gelmesiyle yapılacak bir şey olmayacağını herkes söylüyor. Gezide toplumun müthiş bir isyanı vardı. Ona uygun bir örgütlenme, ona uygun bir dil ve çalışma tarzı öngörülüyor. Bugün hiç kimse Gezi’yi görmeden, onu hatırlamadan bir siyaset yapma imkânına sahip değil. › 07
2
İşçilerin Sesi
Ekim 2014/31
Biz kimiz? Ne istiyoruz? Ne için mücadele ediyoruz? Bugün dünyaya egemen olan anlayış, sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan ayrımcılıktan uzak yeni xxxxxxxxxxxxx bir toplum olmalı; bu da komünizmdir. Rusya’da 1917 Ekim işçi devriminden kısa bir süre sonra, Doğu Avrupa, Çin ve Küba’da daha en başından itibaren “işçi sınıfı ve komünizm” adına yaşananlar işçi sınıfının çıkarlarından uzak, bürokratik ve yozlaşmış rejim deneyimleri olmuştur. Bu rejimlerle işçi demokrasisinin ve komünizmin doğrudan ilgisi yoktur. Komünizm işçi sınıfı ideolojisidir. Onun tarafından ve dünya seviyesinde inşa edilebilir. İşçilerin Sesi gazetesi, insanlığın kurtuluşu olan komünizmi kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezme-ezilme ilişkisinden ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlar. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını savunur. İşçilerin Sesi gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara, burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır. İşçilerin Sesi gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız demokratik ve şeffaf olmalarını savunur. İşçileri ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişek işçi hareketi eliyle işçilerin öz örgütü haline gelmesine çalışır. İşçilerin Sesi gazetesi işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Tüm işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak enternasyonalist komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir komünist enternasyonalin inşası demektir. İşçilerin Sesi gazetesinin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır. Enternasyonalist komünisttir.
İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi Aylık süreli siyasi yayın Tarih: Ekim 2014 Sayı 30 Baskı: Yön Matbaacılık, Davutpaşa Cad. Güven San. Sitesi B Blok, No 366 Topkapı İstanbul. Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi (Kemal C. Sarıoğlu) Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Söğütlüçeşme cad. Tulumbacı Asım Sokak Korular İş Hanı No 2/48 Kadıköy / İstanbul web: iscilerinsesi.org email: iscilerinsesi@gmail.com
Pahalılık, işsizlik ve savaşı önleyebiliriz! AKP hükümeti ekonomik krizin teğet geçtiğini söylüyordu. Ekonomideki büyüme işçi sınıfına yansımadı. Patronların, bankaların, müteahhitlerin kârları katlandı, asgari ücret sefalet ücreti olmayı geçemedi. Bir işçi, günde 12 saat çalışsa bile, insanca yaşayacak bir ücrete ve sosyal haklara sahip olamıyor. Hükümet karşılaştığı en küçük krizin faturasını işçi sınıfına kesmekten geri durmuyor. Yüzde 9 oranındaki elektrik ve doğal gaz zamları bunun son örneği. Dolardaki hareketlilik, doğrudan fiyatlara yansıtılıyor ve böylece ücretli çalışanların satın alma gücü eriyor. 2015 Ocak zamlarından önce, ücretlerimizi eriten bu zamlar, önümüzün kış ayları olması sebebiyle çok daha büyük faturalar ödememize yol açacak. Bu zamlar, diğer mal ve hizmetlerin fiyat artışlarını tetikleyecek. Her ekonomik karar, bir tercih demek. AKP hükümetinin kararlarında işçi sınıfının durumu yok sayılıyor. Nitekim son torba yasada da işçilerin yararına maddeler yok. Somalı madencilere verilen sözler tutulmadığı gibi, ev işçilerinin sigortalı çalışmasına, iş güvenliğine dair yaptırım içeren düzenlemeler yok. Ama diğer yandan patronların yararına taşeron sistemini yaygınlaştıran maddeler var. AKP hükümeti, siyasi tercihlerini yaparken de işçi sınıfını güç durumda bırakıyor AKP hükümetinin yürüttüğü Suriye politikası başarısız olmuştur. “6 ayda Esad iktidardan düşer” iddiasına dayanarak Özgür Suriye Ordusu, El Nusra ve şimdi de IŞİD gibi çetelere destek verildi. Eski Dışişleri Bakanı yeni Başbakan Ahmet Davutoğlu “Suriye’de istikrar gerekli” diyen bir açıklama yapıyor. Sanki istikrarı bozan ülkeler arasında Türkiye yokmuş gibi bir izlenim veriyor. Oysa ki Suriye’deki Esad rejimini istikrarsızlaştıran, çetelere siyasi,
askeri ve ekonomik destek veren ülkelerin başında Türkiye geliyor. MİT TIR’larının bu çetelere silah taşıdığı belgelenmiştir. Meclisten çıkan savaş tezkeresi, Suriye savaşına giriş vizesidir. Savaş, sadece ekonomik krizi derinleştirip, pahalılığa yol açmaz. Emekçi çocuklarını da sınır boylarında telef eder. Hükümetin ileri sürdüğü tampon bölge ya da güvenlikli bölge demek, insanların yaşamadığı bir yer için ileri sürülebilir. Oysa Kürtlerin Rojova adını verdiği (batı kürdistan) bölge insansız değildir. Buralarda Kürtler, Araplar, Süryaniler, Ermeniler ve Êzîdîler yaşıyor ve ortak bir biçimde kendi kendilerini yönetiyorlar. Dolayısıyla Türk ordusu kime karşı savaşacaktır? Kiminle savaşmak için tezkere istiyor? Suriye meselesi, aynı zamanda Kürt meselesi AKP hükümeti, IŞİD çetelerine destek verdi, Kobane bölgesine kadar gelip dayanmalarına kadar ses çıkartmadı. Suriye Kürtlerinin hırpalanmasını, teslim alınmasını hatta yurtlarından sürgün edilmesini seyretti. Kötü polis IŞİD oldu, iyi polis AKP oldu! IŞİD’i terör örgütü bile saymayan AKP, şimdi de IŞİD’i bahane ederek sınırda tampon bölge oluşturmak, Kobane’yi işgal etmek istiyor. Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin Suriye macerası, PKK’nin uyguladığı ateşkesi de riske atıyor. Yeniden asker ölümlerine davetiye çıkartıyor. Suriye savaşının İstanbul, Ankara, İzmir gibi merkezlerde karşımıza çıkmasına yol açacak politikalar izliyor. İşçi sınıfı iki ateş arasında! AKP’nin ekonomik ve siyasi politikalarının faturası hem işçi sınıfına hem de Kürt halkına kesiliyor. Bu faturayı ödememek için, insanca yaşayacak ücret ve sosyal haklar için örgütlenmeli ve savaşa karşı mücadeleyi desteklemeliyiz!
İşçilerin Sesi
Ekim 2014/31
3
Rojava’ya müdahale için IŞİD bahane mi?
T
ürkiye’nin Suriye sınırında yaşanan savaş, IŞİD meselesi olmaktan çıkıp Türk devleti için Suriye’deki Rojava Kürt bölgesi arasında yaşanan yeni bir soruna dönüştü. IŞİD aracılığıyla Türkiye ve Rojava Özerk Yönetimi karşı karşıya geldi. Suriye’de Esad rejiminin zayıflaması üzerine PKK ile birlikte eden Kürdistan Demokratik Birliği Partisi (PYD) önderliğinde Suriye Kürtleri, fiili olarak özerkliklerin ilan edip, yeni bir toplumsal örgütlenme düzeni oluşturmuşlardı. Irak’daki Kürt Federe bölgesinden farklı olarak bunu, ABD gibi Batılı güçlerin desteğiyle değil, kendi silahlı güçlerine ve toplumsal örgütlenmelerine dayanarak yaptılar. Türkiye kendisinin üzerinde bir etkisinin olmadığı Rojava karşı başından beri düşmanca bir siyaset izlemiş, görmezden gelmiş, Suriye sözde muhalefetinden bağımsız hareket ettiği için küçümsemişti. PKK’nın arkasında Türkiye’nin de sınırlarını aşan böyle bir toplumsal destek (Rojava) bulması karşısında, paniğe ka-
pıldığını söylemek yanlış olmaz. AKP hükümeti, Rojava yönetimini doğrudan hedef almasa da, sınır kapılarını kapayarak dış dünya ile bağlantısını keserek ve Irak Kürtlerinin lideri Talabani vasıtasıyla baskı yaparak, Rojava sürecini denetim altına almaya çalıştı. Başarılı olamayınca da IŞİD silahını Rojava Kürtlerine doğrulttu. İŞİD önce Ezidilerin yaşadığı bölgeye saldırdı, katliamlarla bu kadim halkı topraklarından etti, Türkiye’ye sığınmak zorunda bıraktı. Ardından Kürtleri hedef aldı, birkaç haftadır Kobanê bölgesine ağır silahlarla saldırıyor. PYD, PKK ve Iraklı peşmergelerle birlikte bu saldırılara karşısında tutunmaya çalışıyor. Türk devleti Kobanê bölgesinden kaçan on binlerce Kürt mülteciye, Türkiye Kürdistan’ındaki Kürtlerin sınır tellerinin parçalayan mücadeleleri karşısında geri adım atmak zorunda kaldığı için, sınırı açmak zorunda kaldı. PYD, IŞİD’e karşı “koalisyon” tarafından başlatılan hava bombardımanlarının, Kobanê’de IŞİD mevzilerini hedef almadığını açıkladı. Anlaşılan ABD, Türkiye’nin bölge-
deki hassasiyetlerini dikkate alarak, IŞİD’in Kobanê’de askeri olarak geriletilmesi için acele etmeyecek! Hükümet, Meclisi Suriye ve Irak için geçen yıl çıkarılmış olan tezkerelerin (sınır ötesi askeri operasyon yetkisi veren) uzatılması için toplayacak. Suriye için hükümetin siyaseti açık, “bir tampon bölge oluşturulsun” (tabii göçmenlere yardım gibi insani gerekçeyle!). Eğer hükümet, tampon bölge oluşturmak için ABD ile yaptığı gizli diplomasi marifetiyle anlaşmışsa veya onu ikna edebilirse, bu karar doğrudan Rojava’ya ve Kürt halkına askeri bir müdahale anlamına gelecektir. Bu gerçekleşirse, IŞİD üzerinden Türk devletini izlediği Kürt düşmanı siyaset ortaya çıkacaktır. Bu gelişle-
ler karşısında PKK’nın ve HDP’nin “barış süreci bitebilir” çıkışları, bu saldırgan siyaset karşısında tavır alma ihtiyacı duymaları yatıyor. PKK önderi Öcalan’ında Rojava “devrimini” destekleyen açıklamaları da dikkate alınırsa, Kürt hareketinin temkinli davrandığı görülüyor. Kobanê’de yapılmak istenen, PYD’nin askeri olarak yıpratılması, Kürtlerin siyasi olarak zayıflatılması ve bunun sonucu olarak Rojava özerk yönetiminin dış desteğe ihtiyaç duyar hale gelmesini sağlamaktır. Rojava’daki Kürtlerin toplumsal örgütlenmesinden ve mücadelelerinden rahatsız olan Türkiye, Barzani ve ABD’nin aynı “koalisyon” içinde yeralmaların nedeni de budur. Ufuk DEMİRCİ
NATO ya da ABD, Kürtler için güvence değil!
N
ATO Devlet ve Hükümet Başkanları toplantısı İngiltere’nin Galler bölgesinin Newport şehrinde yapıldı. Türkiye’yi Cumhurbaşkanı Erdoğan ve beraberindeki heyet temsil etti. İki gün süren zirvenin gündeminde Ukrayna’daki kriz ve IŞİD bulunuyordu. Toplantıya NATO üyesi 28 ülkenin lideri, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlardan üst düzey yetkilileri katıldı. Ayrıca toplantıya çağrılan NATO üyesi olmayan Ukrayna Devlet Başkanı Rusya devlet Başkanı Putin’le yaptığı telefon görüşmesi hakkında bilgilendirmede bulundu. NATO terör örgütü Irak Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) üye ülkelerinden herhangi birinin güvenliğinin tehdit etmesi halinde ortak savunma yapılacağını söyledi. IŞİD’in kınandığı raporda, örgütün NATO üyesi ülkeler ile Irak ve Suriye halkları için tehdit oluşturduğu tespiti yapıldı. Yine Irak’a yönelik yapılacak desteğin altı çizildi. Cumhurbaşkanı Tayip Erdoğan’ın “boş salona” hitaben yaptığı konuşmada ilk kez IŞİD eli kanlı bir terör
örgütü olarak ifade edilse de, bütün konuşma boyunca bu sözü söylemiş olmanın ağırlığını NATO ve bağlı ülkelere hakaret ederek hafifletmeye çalıştı. Zirve öncesinde ABD öncülüğündeki koalisyona desteğinin insani yardımla sınırlı kalacağını defalarca açıklayan AKP hükümeti, zirvenin ardından bizzat Erdoğan’ın ağzından “siyasi ve askeri” destek de dâhil IŞİD’le mücadelede daha aktif rol oynayacağını söyledi. Bu aktif rol, esasen kara harekâtını da kapsıyor. Hem ABD hem de Türkiye Suri-
ye’nin içine düştüğü iç savaş koşullarından sorumlu devletlerdir. IŞİD, bugüne kadar Irak ve Suriye’de istediği gibi ilerleyebildiyse, ABD’nin Irak ve Suriye devletini parçalamaya yönelik politikalarının yol açtığı siyasal ve askeri boşluktan dolayıdır. IŞİD hem ABD’nin hem de Suriye konusunda başından beri en “şahin” politikaların savunucusu Türkiye’nin çıkarları için etkili bir enstrümandır. NATO’nun, ABD’nin veya Türkiye’nin Suriye’ye hava ve ileride kara operasyonu yapabilmesinin gerekçesidir. Kürtleri terbiye etmenin bir aracıdır. IŞİD eylemleri, dünya ka-
muoyunu askeri operasyonlar için ikna etmekte de etkili bir güçtür. Öte yandan, Kobane direniş devam ediyor Hem PYD hem KCK IŞİD’e karşı savaşıyor. Batılı devletler ve Türkiye IŞİD karşısında PYD ve KCK’nın zafer kazanmasını istemiyorlar. Örneğin, silah yardımı Irak yönetimine yapılırken PYD’ye yapılmıyor. Öyle görülüyor ki, Suriye Kürtlerinin kendi kaderlerini tayin hakkını ne ABD ve NATO ne de Türkiye tanımaktan yana. Onlar, Irak’ın parçalanmasının ardından oluşan Kuzey Irak Bölgesel Yönetimine benzer bir yönetimi tercih ediyorlar. Savaşın iyice büyümesini ve ardından da NATO müdahalesi eliyle Suriye’de kendi denetimlerinde bir Bölgesel Kürt Yönetiminin oluşmasını istiyorlar. Böyle bir siyaset, Türkiye’de devam eden müzakere sürecini de olumsuz yönde etkileyecek ve yeniden en başa dönülmesine yol açacaktır ki, önümüzdeki dönemin Kürt yoksulları için olumlu yönde gelişmelere tanıklık edeceğini öngörmemizi olanaksız kılmaktır. Saniye DENLİ
4
İşçilerin Sesi
Ekim 2014/31
Kadınlardan tezkereye hayır çağrısı
Onlarca kadın örgütü, tampon ve güvenlikli bölgeye hayır demek için Meclis’teki kadın milletvekillerine mail yolladı. Milletvekillerine yapılan çağrı mektubu şöyle: “Sayın Milletvekili, Savaşta kadınların yaşadıklarını bilen, yerinde incelemiş olan bizler, kadınların savaşı körükleyecek siyasetlere geçit vermemeleri gerektiğinin farkındayız. Bunu vurgulamak için de biz kadınları Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde temsil eden sizlere, kadın vekillerimize sesleniyoruz. Tezkereyi onaylamayın, tampon veya güvenlikli bölgeye karşı çıkın. Tezkere, Türk askerinin sınır ötesine geçerek çarpışması anlamına gelmektedir. Ancak bu çarpışma kime karşı olacaktır, bu belli midir? Bu çarpışmanın ne gibi acılara, acıların ne gibi husumetlere, intikam duygularına yol açacağı düşünülmüş müdür? Bu intikam duygularının hangi yeni IŞİD’leri doğuracağı tahmin edilmiş midir? Unutmamak gerekir: Sovyetler Birliği Afganistan’ı istila etti, Amerika müdahale etti, Taliban ve El Kaide doğdu; Amerika Irak’ı istila etti, IŞİD doğdu. Ve yine unutmamak gerekir ki bu halkın vekilleri tam da bunları bildiği, bunların farkında olduğu için kendi elleriyle 1 Mart tezkeresini reddetmişlerdir. Tezkerenin yol açacağı felaketler tam olarak bilinemese de, tampon bölge veya güvenlikli bölge istemenin amacı ve sonuçları daha açıktır. Tampon bölge, bir bölgenin insansız olduğu varsayımına dayanmaktadır. Halbuki, Kürtlerin Rojava adını verdiği bu bölge insansız değildir. Buralarda hem Kürtler, hem de Araplar, Süryaniler, Ermeniler ve Êzîdîler yaşamakta ve ortak bir biçimde kendi kendilerini yönetmektedirler. Bu bölgenin tampon veya ‘güvenlikli’ bölge olması için önce insansızlaştırılması gerekmektedir. Bu da yüzbinlerin göç ettirilmesi, daha fazla ölüm, yoksulluk ve acı demektir. Daha da fazla insanı yerinden yurdundan etmek, en iyi durumda bile istikrar değil, istikrarsızlık getirir. Sivil halkın yaşamını geri
dönülmez şekilde altüst etmektir. Unutmamak gerekir: İsrail, Filistin arazisine yerleşirken, dünyaya buraların boş topraklar olduğunu iddia etmiştir. Amerika Birleşik Devletleri, Amerika kıtasına boş diye diye on milyonlarca yerli halkı katletmiş, bunu da hiç olmamış gibi göstermeye çalışmıştır. Avustralya ‘boş arazi’ diye İngiltere hapishanelerinde zorluk çıkaran mahkumlarını buraya göndermiş, sonrasında da Avustralya hükümeti yerli halkın çocuklarını zorla ellerinden alıp yerleşimcilere vermiştir. Bir ülkenin bazılarına göre boş olması, oranın boş olduğu anlamına gelmez. Aksine, bir bölgenin kan ve gözyaşı ile boşaltılması anlamına gelir. Milletlerin vicdanına nesiller boyu yüzleşilemeyen, hesabı verilemeyen katliamların sorumluluğunu yükler. Tezkere, tampon bölge ve güvenlikli bölge önerilerinin Türkiye’de bir çözüm süreci yaşanırken ortaya çıktığı unutulmamalıdır. Karşı tarafın iradesi yok sayılarak, kardeşlerinin, akrabalarının, yakınlarının yöreler boş sayılarak, barışın tek bir tarafın istekleri doğrultusunda yapılabileceği var sayılarak barış olmaz. Savaş gerçekten halkların iradesine kulak vermekle, acılarını dindirmekle, yerlerini yurtlarını iade etmekle biter. Kadınlar savaşın bedellerini çok ağır şekilde ödediklerinden, savaşın bitmesini de en çok isteyenlerdir. Kadınlar olarak savaşın bitmesi, kalıcı ve gerçek bir barışın tesisi için birlikte çalışmak dışında çaremiz yoktur. İşte bu yüzden, ilk olarak, biz kadınlar hep birlikte tezkerenin ve tampon bölgenin karşısında durmak zorundayız. Temsili demokrasinin aracıları olarak sizlerin, kritik bir kavşakta alacağınız tutum halkların geleceği konusunda kader tayin edici olacaktır ve tarihidir. Bu nedenle sizden isteğimiz barış çağrımıza kulak vermenizdir!”
Barış için Kadın Girişimi
HDK-HDP Kadın Meclisleri
Amargi İzmir
İmece Kadın Dayanışma Derneği ve İmece Ev İşçileri Sendikası
Anarşist Kadınlar ANKA LGBT Ankara Feminist Kolektif Ankara Kadın Platformu Başak Kültür ve Sanat Vakfı
SGBP-Kadın Koordinasyonu Sosyalist Demokrasi Partisi’nden Kadınlar
İnsan Hakları Derneği Kadın Komisyonu
Sosyalist Feminist Kolektif
İHD Ankara Şubesi Kadın Komisyonu
SYKP Kadın Meclisi
Sosyalist Kadın Meclisleri
İstanbul Feminist Kolektif
TTB Kadın Hekimlik ve Kadın Sağlığı Kolu
İzmir Feminist Kolektif
Vicdani Retçi Kadınlar
Filmmor Kadın Kooperatifi KADAV’lı kadınlar
Yaşamevi Kadın Dayanışma Derneği
Emek Partili kadınlar
Kadın Emeği Kollektifi
Yeni Demokrat Kadın
GENEL-İŞ’den Kadınlar
Kadın Yazarlar Derneği
Yeşil Sol Kadınlar
Gökkuşağı Kadın Derneği
Kampüs Cadıları
Halkevci Kadınlar
KESK’li Kadınlar
78liler Dernekleri Federasyonu’ndan Kadınlar
Bodrum Kadın Dayanışma Derneği Demokratik Özgür Kadın Hareketi
Özgür Genç Kadın
Kadın örgütleri Kobani için destek eyleminde!
B
arış İçin Kadın Girişimi Kobani’de yaşanan IŞİD saldırılarına 28 Eylül Pazar günü Kadıköy’de bir eylem çağrısı yaptı.Barış İçin Kadın Girişimi’nin çağrısını destekleyen yaklaşık 37 Kadın örgütü Kadıköy İskele Meydanı’ndan AKP ilçe örgütüne bir yürüyüş düzenledi.Beşiktaş vapur iskelesinde toplanan kadınlar, dövizler, pankartlarla vapura binerek Kadıköy’de yapılan yürüyüşe katılmak üzere vapurda “Barış böyle gelmez!” sloganlarıyla karşı yakaya geçtiler. Aralarında Barış için Kadın girişimi, Filmmor Kadın Kollektifi, İstanbul Feminist Kolektif, Sosyalist Feminist Kolektif, SDP’li kadınların bulunduğu birçok kadın örgütü “IŞİD’e destek, Rojava’da savaş demektir! Barış böyle olmaz” pankartı arkasında toplandı. AKP ilçe binasına doğru trafiği kapatarak yürüyüşe geçen kadınlar ve bu arada Söğütlüçeşme caddesinde bulunan bir eğitim kurumundan “IŞİD’e destek Rojava’da Savaş ve Kadın katliamı demektir. Böyle Barış olmaz” pankartı sallandırdılar. Kadınlar sık sık “Biji Berxwedane Kobanê”, “Kobanê’de direnen Kadınlara bin selam”, ”Barış için ses ver” sloganları attı. Kadın örgütleri ilk önce Kadıköy Boğa’ya oradan da AKP ilçe binasına yürüdü. Kadınların yürüyüşü AKP ilçe binasında son
buldu. Kadınlar basın açıklamasını okuduğu anda çok sayıda çevik kuvvet ekibi ve TOMA’nın AKP binası önünde bekleyişini devam ettirdi. Kadın örgütleri adına basın açıklaması okuyan Ayşe Toksöz , “Kobanê tekrar saldırı altında! Türkiye sınırının hemen güneyinde yine savaş var. Bu saldırının sonucunda çok sayıda kişi yaşamını yitirdi, binlerce kişi göç etmek zorunda kaldı. Ve kadınlar yine savaşın ortasında, yine yollarda, bedenleri yine savaş alanına dönmüş durumda” dedi. Toksöz açıklamasına “Kobane’li kadınların çağrılarını duyan bizler, IŞİD’in ve onu besleyen iktidarları zihniyetinin hepimize, bedenlerimize doğrudan bir tehdit olduğunun farkındayız. IŞİD’e Türkiye üzerinden iktidarın sağladığı gözlemlenen ve Kobanê’ye vahşet olarak, ölüm olarak dönen destek çözüm süreciyle birlikte yürütülemez. Savaşı sınırın güneyine kaydırmakla olmaz.” dedi. “Bunun için bugün İstanbul’da Ankara’da Eskişehir’de, Adana’da, İzmir’de, Urfa’da Bodrum’da, Kocaeli’nde, Samsun’da kadınlar Kobanê’li kadınlarla dayanışmak ve barışın sesini yükseltmek için bir araya geliyor. Savaşa ve erkek egemen zihniyete karşı yaşasın kadın dayanışması!” diyerek basın açıklamasını bitirdi. Basın açıklaması beş dakikalık oturma eyleminin ardından sonlandırıldı. İS Haber
İşçilerin Sesi
Ekim 2014/31
5
IŞİD ile iki devletli çözüm!
R
ehinelerin Türkiye getirilmesi, Başbakan Davutoğlu’nun havaalanında yaptığı siyasi şov ile iktidar yanlısı medyanın “işte Türkiye’nin gücü” ve “büyük başarı” gibi başlıklarla operasyonu parlatma çabaları, gelişmelerin magazin kısmını oluşturdu. Hükümete bakılırsa sonuç büyük bir başarı imiş, anlaşılan insanların rehine durumuna düşmeleri değil kurtulmalarını öne çıkartarak, diplomatik çuvallamalarının üstünü örtmeye çalıştılar. 49 konsolosluk mensubuna karşılık, Suriye’deki Tevhid Tugayı’nın elinde olan, öldürülen IŞİD komutanlarından Hacı Bekir’in eşi ve çocuklarının da arasında bulunduğu 50 kişinin IŞİD’e teslim edildiği ortaya çıktı. Rehine kurtarma süreci ile ilgili olarak Başbakan “siyasi pazarlık” vurgusunu yaparken, Erdoğan “MİT, başarılı bir operasyonla vatandaşlarımızı kurtardı” diyerek, ön almak istedi. Buna karşılık 46 rehine içinde bulunan özel harekâtçı polis’in yaptığı açıklama, “başarılı operasyonla” ilgili net bir fikir veriyordu: “MİT’e haber vermedikleri için 4 saat sınırda bekledik”. Öyle anlaşılıyor ki, rehineler, IŞİD belirlediği yer ve zaman da, paketlenip MİT’e teslim edilmiş. Devletin hazırlıksız yakalandığının bir göstergesi de, teslimat sırasında Cumhurbaşkanının ABD’de de, Başbakan’ın ise Azerbaycan’da bulunmalarıydı. AKP
milletvekili Şamil Tayyar’ın, “49 rehinenin serbest bırakılması CIA’in bir hamlesi” şeklindeki açıklaması, sürecin de rengini belirtmiş oluyordu. Bu rehine krizinde esas olarak anlaşılamayan durum, artık iyice açığa çıkmış olan Türkiye’nin IŞİD’e verdiği lojistik desteğe rağmen, IŞİD’in neden konsolosluk görevlilerini rehine aldığı ve IŞİD’e karşı ABD önderliğinde oluşturulan koalisyona katılması için Türkiye’ye baskıların artığı (rehineleri bahane eden AKP ayak sürüyordu) bir ortamda neden serbest bırakıldıklarıydı? Rehine krizini bitmesini ardından Batılı basında öne çıkan ortak haber “IŞİD’e karşı aktif askeri bir tavır almayacağını kaydeden Türkiye, bu son gelişme üzerine pozisyonunu değiştirecek mi?” oldu. ABD’nin Sünni müttefiklerinin katıldığı Cidde toplantısı sonuç bildirisini de 49 rehineyi öne sürerek sadece Türkiye imzalamamıştı. ABD, işbirlikçisi Suudi Arabistan, Katar gibi Arap “ülkelerinin yanında Türkiye’nin de, IŞİD’e karşı oluşturulan koalisyona katılmasını için baskılarını artırmıştı. Batılı yayın organlarında Türk hükümetinin İŞİD ve benzeri radikal dinci örgütlere destek verdiğine ilişkin haberler çıkıyordu. Erdoğan ve Başbakan, bu haberlerin yalanlamak da yarışa dursunlar, ABD Savunma Bakanı ile Genelkurmay Başkanı’nın Senato Toplantısı’nda, IŞİD militanlarının
örgüte katıldıkları üç ayrı kolun da Türkiye’den geçtiğini ortaya koyan harita ile yaptıkları açıklama, Türkiye ile ilgili kararın çoktan verildiğini gösteriyordu. Pentagon Sözcüsü ise, Türkiye’nin koalisyona ne ölçüde katkı sağlayacağına ilişkin olarak, “Sırf coğrafya nedeniyle bile Türkiye bu çabada bir ortaktır, ortak olacak ve ortak olmak zorundadır” diye konuşması, “işin” bağlandığını, AKP’nin kendi kamuoyunu hazırlamak için ona biraz zaman tanıdığını gösterdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan düne kadar IŞİD’i “Irak’da ezilen Sünnilerin tepki hareketi olarak” niteleyen resmi görüşünü bir anda değiştirerek IŞİD’i terörist örgüt ilan etti. Bununla da yetinmeyerek “‘IŞİD bataklığı’nın kurutulması için Suriye ve Irak’ın tamamen temizlenmesi gerektiğini” söyledi. AKP ve Erdoğan görünüşte geri adım atmış gibi gözükse de, IŞİD’in bugüne kadar ilerleyişine destek verdi. Türk tarafı, Suriye Kürtlerinin Kobane bölgesinde sıkıştırılmasına ses çıkartmadı. Ufuk DEMİRCİ
“Taş atmak, düşünce ve kanaat açıklama yöntemidir”
B
ağımsız Milletvekili Aysel Tuğluk’un Suruç’tan Kobane’ye geçerek IŞİD’e karşı savaşmak isteyen halka polisin ve askerin sert müdahalesine direnenlere destek veren ve taş atan fotoğrafı günlerdir basında. Cumhurbaşkanı Erdoğan Meclis açılışında Tuğluk için “densiz” ifadesini kullandı. Halka saldırıya karşı taş atmanın meşruluğu bir yana, konuyla ilgili Yargıtay kararları da, taş atmayı “düşünce” ifadesi sayıyor. Tuğluk ile dayanışma içindeyiz. Yargıtay Ceza Genel Kurulu Kararı Amed’de 1 Haziran 2011’de dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kente gelişi nedeniyle düzenlenen protesto gösterilerine katılan N.K. hakkında Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet ettiği iddiasıyla dava açıldı. İddianamede, N.K.’nın, “yasadışı gösteriye katıldığı, zafer işareti yaparak örgüt lehine propaganda yaptığı, güvenlik güçlerine yoğun bir şekilde taş attığının tespit edildiği” belirtildi. Amed’de 8. Ağır Ceza Mahkemesi, hakkında daha önce katıldığı gösteriler nedeniyle de, “örgüt üyesi olmamakla
birlikte örgüt adına faaliyette bulunmak” suçundan dava bulunan N.K.’ya Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet suçundan önce 10 ay hapis cezası verdi, ardından bu cezayı 5 bin TL para cezasına çevirdi. Düşünce ve kanaat açıklama yöntemi Kararın temyiz incelemesini yapan Yargıtay 9. Ceza Dairesi ise 6352 sayılı Yasa ile 31 Aralık 2011’den önce işlenen düşünce özgürlüğüne ilişkin suçlarda
davanın ertelenmesinin öngörüldüğüne dikkati çekti. Daire, kanunda erteleme kapsamına alınacak suçlarla ilgili olarak ‘sair düşünce ve kanaat açıklama yöntemleri’ ile işlenmesi şartının arandığına dikkat çekerek şu değerlendirmelerde bulundu: “Bir amaca ulaşmak için izlenen yol, usul ve metot gibi anlamlara gelen ‘yöntem’ ifadesi, kanun çerçevesinde ele alındığında, korunmak istenenin; her türlü düşünce ve kanaat açıklama biçimi değildir. Aksine bir eylemin bu
kapsamda kalabilmesi için meşru olan ve düşünce ve kanaat açıklaması bağlamında mutat (olağan) bir yöntemle işlenmiş olması gerekir. Buradan hareketle, eylemin işleniş yönteminin bizzat ayrı bir suç oluşturduğu veya düşünce ve kanaati açıklamak bakımından mutat kabul edilemeyecek olması halinde erteleme uygulanmayacaktır. Başkaca yazım biçimleri arasından tercih edilen, ‘düşünce ve kanaat açıklama yöntemleri’ ibaresi bu ilkeler çerçevesinde değerlendirilmelidir. Örgütlenme özgürlüğü bağlamında ele alınan toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma özgürlüğünün kolektif niteliği, ifade özgürlüğü ile yakın ilişkisi ve AİHM’ce değerlendiriliş biçimi nazara alınmalıdır. Buna göre, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun 33/1. maddesine (toplantı ve yürüyüşe silahla katılmak) uygun olduğu kabul edilen eyleminin mutat ve meşru bir ‘düşünce ve kanaat açıklama yöntemi’ olduğu kabul edildiğinden, sanığa yüklenen suçun düşünce ve kanaat açıklama yöntemiyle işlendiği ve bu nedenle sanık hakkında açılan dava ertelenmelidir.” Daire bu kararına AİHM’nin Avusturya ve Rusya’ya karşı açılan iki davada verdiği kararları emsal gösterdi. İS Haber
6
İşçilerin Sesi
Ekim 2014/31
Mücadele, örgütlenmek demektir!
O
kulların açılması ve Orta Öğretim’de yaşanan yerleştirme krizinin ardından, KESK’e bağlı Eğitim-Sen, eğitimcilerin özlük hakları ve siyasi talepleri içiren bir günlük iş bırakma kararı almıştı.Her ne kadar “24 Eylül’de grevdeyiz” şiarıyla bu eylem ifade edilse de, daha önceki örneklerinde görüldüğü gibi sendikanın üyelerinin çoğunluğunu bile katılmadığı, kısmi bir işbırakma eylemi şeklinde gerçekleşti. Buna rağmen, hükümetin pervasızlığıan karşı bir sesin yükselmesi moral verici oldu. Hükümetin baskısı nedeniyle medyada pek gündeme gelmese de, “öğretmenler grev yapacak” havasının yayılması (memur grev yapamaz algısının kırılması sayesinde) kendi başına bile önemlidir. Bu eyleme, Eğitim-Sen dışında, MHP eğilimli Türk Eğitim Sen, ulusalcı Eğitim İş ve Aktif Sen (cemaaat yanlısı olarak bilinen) katıldılar. Diğer sendikalırın katılımı sembolik bir düzeyde kaldığı için, iş bırakma eylemini görünür kılan hemen hemen bütün illerde gerçekleşen Eğitim-Sen’in yürüyüş ve basın açıklamaları oldu. Sinop‘ta Valilik önünde basın açıklaması yapmak isteyen eğitim ve bilim emekçilerine, polis biber gazı ile saldırdı. Birçok öğretmen gazdan etkilenirken, başına da biber gazı fişeği isabet eden sendikanın Genel Merkez yöneticisi olan Kadın Sekreteri yaralandı. Bu eylem öncesinde eğitim sistemindeki krizler ve AKP hükümetinin bu alanı dinselleştirmeyi yönelik uygulamaları nedeniyle, mücadele için uygun koşullar oluşmuştu. Buna karşın Eğitim-Sen, kendi üyelerinin çoğunluğunu bile eyleme katamadı. Sendika aktivisti olan unsurların işyerlerindeki gayreti ve alanlara gelmeleri sayesinde eylem gerçekleşebildi. Elbete bu eylemi sendika genel merkezinin “beceriksizliğiyle” açıkla-
mak mümkün değildir. Sendikal örgütlenmedeki gerileme ve sendikacıların işbirlikçi ve ihanetçi tutumları, işçi sendikalarının dibe vurmasına neden olduğu gibi, kamu emekçilerinin sendikal mücadeleleri de farklı nedenlerle de olsa gerileme içinde. Başından beri KESK, devletle siyasi bir mücadele içinde kurulduğu ve var olma mücadelesi verdiğinden, siyasi ve sendikal mücadele dengesini kurmakta zorlanıyor. KESK (konfederasyonnu ana gücünü oluşturan Eğitim-Sen) siyasi görevlere ağırlık verip, alanın özgül sorunlarını arka plana attıkça, hem üyelerin hem de KESK’in mücadelesinde beklentisi olan kesimlerin moralini bozulmakta, sendika “siyaset yapıyor, bize sahip çıkmıyor” algısının kuvvetlenmesine neden oluyor. Hakların Demokratik Partisi (HDP) bileşenlerini, bir itifak marifetiyle KESK ve ona bağlı sendikaların yönetimin belirlemesi, bu dengesizliğin büyümesine hizmet ediyor. Demokratik Kürt hareketi, HDP üzerinde siyaseti
şekillendirmeye çalıştığı gibi, KESK üzerinden de benzer bir siyaset izliyor. Sendika yönetimlerinin gündemi Kürt meselesi , Rojava, Kobanè olunca, eğitim alanın sorunlarının gündemleştirilmesi gecikiyor. 24 Eylül eyleminin taleplerine baktığımızda siyasetin zorlamasıyla yaşanan dengesizliği görebiliyoruz. Gündem, eğitimciler için zorunlu rotasyon, siyasi kadrolaşma, sürgünler laikliğe aykırı ders ve uygulamalar ve zamsız çalışma, öğrenci aileleri için ise, istek dışı imam hatip gibi meslek okullarına öğrencilerin kaydedilmesi olduğu halde, anadilde eğitim şiarının öne çıkartan zorlamalarının (yarısı Kürtçe grev afişinde ve basın açıklamalarında vb.) bir karşılığının olmadığı hala görülmüyor. Üstelik ana dilde eğitimi bir hak olarak gören, bunu için bedel ödemiş olan Eğitim-Sen’de, bu zorlama siyasetin gereği de yoktu. KESK için siyaset yaptığı için, sendikal mücadele de tıkanıyor sonucunu çıkarmak, sorunu değil sonucu görmek demektir. Politik bir karşı çıkış veya hükümet karşısında bir siyasi tutum almak, sendikalar için gerekli ama yeterli olmayan bir mücadele siyaseti olabilir. Sendikal tıkanmanın açılması için KESK içindeki hâkim siyasetlerin, günü birinde gerçeği görüp, ona uygun bir siyaset izleyeceklerin beklemek hayalcilik olacaktır. Hükümetin beşinci sınıfta okuyan kız öğrencilerine başörtü taktıracak yönetmelikleri çıkardığı, okullarda sınıfların boşaltılıp mescit yapıldığı, seçmeli din derslerinin zorunlu olarak okutuldu, öğretmenleri mağdur edecek rotasyon uygulamasına adım atıldığı bu koşullarda, “grevin” konusunun bu iki konuyla sınırlı tutulması, eğitimcilerin ve ailelerin mücadeleye katılımının önünü açmaz mıydı? Yoksa “grev” yeteri kadar siyasi olmadı mı kaygısını yaratırdı?
Eğitim-sen bir çağrı yaptı ve iş bırakma gerçekleştirdi, buna karşılık bir mücadeleyi örgütlemekten uzak olduğunu da gösterdi. Sendikal bir mücadele, yalnızca siyasal kararları alıp ve talepleri dillendirmekle gerçekleşmiyor, toplum içinde sosyal bir karşılığının da bulunması gerekiyor. AKP, 4+4+4 sistemi ile eğitim alanını piyasa açtığında ve dinselleştirmenin adımlarını attığında, Eğitim-Sen bu alandaki bir sendika olarak hem duyarlılık oluşturmak hem de eylem ve etkinliklerle, gelecekteki tehlikeyi eğitimcilere ve velilere anlatmak için elinden geleni yapmıştı. O dönemde ne yazık ki, karşı bir tepkiyi yaratacak bir ortam olmamıştı. Bunun aksine bu dönemde, hükümetin izlediği piyasacı ve dinci siyasetin olumsuz sonuçlarından hem eğitimciler hem de veliler paylarını düşeni almaya başladılar. Geçmişten farklı olarak bu gelişme karşısında belli tepkilerin ortaya çıktığı ve kendisini örgütlediği görülüyor. Çocuklarının okuduğu okulların imam hatibe dönüştürülmesine karşı çıkan ailelerin okullarına sahip çıktıkları, veli derneklerinde örgütlendikleri, bazı örneklerde görüldüğü gibi idareye geri adım attırdıkları biliniyor. Örgütlü bir kesim olan Alevilerin, çocuklarını zorunlu din derslerine göndermeyeceklerine dair açıklamaları da bu mücadelelerin bir parçası olarak görülmelidir. Her geçen yıl özlük hakları ve mesleki itibarları kötüye giden eğitimcilerin haklı öfkelerinin de, bir sosyal karşılığı olacağını düşünebiliriz. Eğitim alanındaki mücadelenin sosyal güçleri yukarda ifade ettiklerimizdir. Bu kesimleri bir araya getirebilecek kabiliyetteki (politik ve program olarak) tek sendika da Eğitim Sen’dir. Bunu gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği ise, yalnızca sendika yöneticilerinin basiretine bağlı değil, bu sosyal kesimlerin sendika üzerindeki etkisine de bağlı olacaktır. Kaya İLHAN
Eğitimde sadece “türbana özgürlük” var !
M
illi Eğitim Bakanı Nabi Avcı okullarda öğrencilerin beşinci sınıftan itibaren başörtüsü takabileceğini söyledi. Bu karar daha önce hükümet sözcüsü Arınç tarafından ifade edilmişti. 20142015 eğitim öğretim yılında da hayata geçirildi. Avcı “Gelen talepler doğrultusunda bu uygulamanın kapsamı genişletildi. İmam hatip ortaokullarında zaten uygulanıyordu. Beşinci sınıf itibariyle isteyen öğrenciler bundan yararlanabilecek” şeklinde özetlemişti. Peki, yıllardır “zorunlu din derslerin kaldırılması” isteyen Alevilerin talepleri, “anadilde eğitim” almak isteyen Kürt öğrencilerin talepleri neden göz ardı ediliyor? Gelen talepleri belirleyen nedir? AKP’nin eğitimde 4+4+4 uygulamasından bu yana ben yaparım olur, bunun üzerinden beslenirim, kitleleri cinsiyet, ırk, din temelinde kutuplaştırırım düşüncesi var.
Eğitimde yapboza dönen sınav sistemini, eğitimin niteliğini ve ihtiyaçlarını bir kenara bıraktık, AKP hükümetinin yönlendirmeleriyle eğitimde “türban” yaşının belirlenmesi tek gündemimiz. Bu tartışmayı yönetme yaklaşımı eğitimin gerçek sorunlarının ortaya çıkmasını ve müdahil olunmasını engelliyor. Sanki eğitim alanın tek sorunun “türban” olduğu gibi bir yanılsamanın ortaya çıkmasına neden oluyor. Bir diğer problem ise “özgürlük” ve “demokrasi” ile beraber ifade edilen eğitimde kılık kıyafet değişikliği neden sadece İslamiyet ve onun bir mezhebinin için sınırlı tutuluyor? Bugün okullarda en büyük baskıyı Alevi ailelerin çocukları yaşıyor. Zorunlu din dersleriyle Alevi çocukları yıllardır asimile edilmeye çalışılıyor. En temel sorunlardan bir diğeri 10 yaşındaki çocuğun “özgürlüğünü” kim belirleyecek. Türbanı özgürlük olarak
tarifi yapıldığında, 10 yaşındaki çocuklara ailenin ve toplumun yapacağı baskıyı kim engelleyecek, çocuk istismarının önü daha fazla açılmış olacak. Öğrenciler için uygulanan “özgürlüklerde” ikilik öğretmenler içinde geçerli. Okullarda kılık kıyafette türban serbestken, Eğitim-Sen’li öğretmenler sakal bıraktıkları serbest kıyafet giydikleri için cezalandırılıyor, sürgün ediliyor. AKP “demokrasi oyunu” toplumu sadece kutuplaştırmakta ve gericileştirmektedir. Özgürlük sadece kılık ve kıyafette değil düşüncede gerekli. Kürt çocuklarının yıllardır asimilasyonunun bir parçası olan anadil eğitimden mahrum bırakılması, AKP hükümeti tarafından kullanılmakta. Anadilde eğitim hakkı “bir varmış bir yokmuş” misali kedi fare oyunu olarak üzerinde tepinilmekte. Yeni eğitim-öğretim döneminde Diyarbakır Bağlar, Şırnak Cizre ve Hakkari Yüksekova’da Kürtçe eğitim verecek
olan üç okul Kürdi-Der ve Eğitim Sen’in de aralarında bulunduğu sivil toplum kuruluşlarının ve Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) desteğiyle anadilde eğitim talebi, hayata geçirildi.Ancak faaliyetlerine başlamalarının hemen ardından üç okulda İçişleri Bakanlığı’nın talimatıyla mühürlendi. Kürt halkı devletin kabul etmek istemediği pratik adımları; anadilde eğitim gibi tek yanlı olarak hayata geçirerek AKP hükümetinin taraflı özgürlük anlayışını yerelde tutuğu güçle değiştirmeye çalışıyor. Anadilde eğitim veren okulların mühürlemesi hükümetin Kürtlere karşı özgürlük tanımak istemediğinin somut göstergesidir. Hükümetin okulları mühürleyerek yarattığı provokasyon ortamı bölgede okulların boykot edilmesini tekrar beraberinde getirdi. AKP hükümeti anadil eğitimi “talep” edilmesine rağmen bu talebi yok sayarak Kürt halkını çatışmaya zorunlu bırakıyor. Canan MENGÜL
İşçilerin Sesi
Ekim 2014/31
7
Gezi’den sonra birleşik sol bir harekete daha çok ihtiyaç var
B
irleşik Muhalefet Hareketi (BMH) İstanbul Koordinasyonundan Osman Öztürk’le Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından hızlanan “solda birleşik muhalefet” ya da “birlik arayışları” çalışmaları hakkında konuştuk.
Solda birlik arayışları Türkiye’de yeni değil. 12 Eylül’den sonra, sol ve sosyalist harekette parçalanma ve birlik arayışları hep gündemde oldu. Birleşik hareket hem soldaki güçsüzlükten hem de soldaki sekter tutumun yer yer aşılması sayesinde yan yana gelme deneyimleri yaşandı. 1987 ara seçimlerinden ve 1989 yerel seçimlerinden başlamak üzere sosyalist solda birleşik mücadele girişimleri oldu. Daha çok seçim kampanyaları biçiminde olsa da, Birleşik Sosyalist Parti ve ÖDP gibi parti deneyimleri de yaşandı. Yeni girişiminiz, geçmiş dönemin muhasebesini yaptı mı? İzleyebildiğim kadarıyla, geçmiş döneme dair bir tartışma yürütülmedi. Ama o tecrübeler herkesin hafızasında. Herkesin kendince dersler çıkarttığı gözleniyor. Katılımcılar, partiler, örgütler, yapılar, kişilerde bu hissediliyor. Şimdi geçmişten daha farklı bir şey yapılmaya çalışılıyor. Ben bugünkü durumun geçmişten birkaç açıdan farklı olduğunu düşünüyorum. Birincisi; AKP’nin anlamsız ve gereksiz yere uzamış olan iktidarı. AKP’yi diğer burjuva partileri gibi değerlendirmek doğru değil. AKP kurucu bir parti; yeni bir düzen kurdu, kuruyor. Bugün herkes çok daha fazla ona karşı bir mücadele ihtiyacını hissediyor. Hiç kimse de ona karşı mücadeleyi kendi başına yapmayı düşünmüyor. Zaten kimsenin o cesameti de yok. Bu açıdan birleşik mücadele konusunda hemfikirlik gözüküyor. İkincisi; geçen yılki Gezi Direnişi, Haziran İsyanından çıkartılan dersler var. Herkesin hemfikir olduğu konulardan biri bu isyandan damıtılan derslerle yeni bir şey yapma ihtiyacı. Bu yüzden salt siyasi yapıların yan yana gelmesiyle yapılacak bir şey olmayacağını herkes söylüyor. Gezide toplumun müthiş bir isyanı vardı. Ona uygun bir örgütlenme, ona uygun bir dil ve çalışma tarzı öngörülüyor. Tabi bu ne kadar uygulanabilir ya da Gezi’den alınan dersler derken herkes ne kadar üzerinde hemfikir tartışılabilir ama bugün hiç kimse Gezi’yi görmeden, onu hatırlamadan bir siyaset yapma imkânına sahip değil. Üçüncüsü de; geçmişteki deneyimler daha çok siyasi parti formatında solda birlik girişimleriydi. Türkiye sosyalist hareketinin parti algısı ile dünya sosyalist hareketinin parti deneyimleri karşılaştırıldığında hangi sonuçlara ulaşılabilir bilmiyorum ama Türkiye’de son derece katı bir parti algısı var. Türkiye’nin solcuları,
sosyalistleri parti meselesinde çok fazla hassaslar. Bir parti formatında birlikte olmak durumunda çok ince eleyip sık dokuyorlar, çok daha katı kuralları içerdiğini düşünüyorlar. Onun yarattığı bir dizi sıkıntı yaşanıyor. Oysa BMH, kimsenin siyasi varlığından vazgeçmesinin, faaliyetlerini bir kenara koymasının gerekmediği, böyle bir koşul olmadan ortak bir mücadele zemininde birlikte davranabileceği bir zemin olarak öneriliyor. Çok kaba tabirle, “ideolojik-politik-örgütsel bir birlik” hedeflenmiyor. BMH, bunun ötesine geçerek, bireylerin daha rahat katılabileceği bir girişim. Faaliyetin başarı imkânının tam da burada yattığını düşünüyorum. Bütün bunları ne kadar yapabiliriz bilemiyorum ama bu üç farkla yeni bir girişimi başlatmış bulunuyoruz.
Halkların Demokratik Kongresi (HDK) ile BMH’nin ortak ve farklı yanları üzerinde duralım istiyorum. Örneğin, ilk başta söz ettiğin örgütlenme modeli, HDK’nin örgütlenme modeline çok benziyor; neredeyse aynısı. Senin de önemsediğin gibi “bireylerin” katılımını esas alan bir örgütlenme geleceğe dair esas biçim ise, aynı zamanda en geniş mücadele birliği de isteniyorsa, fark nerede? Ayrı ayrı örgütlenmenin gerekçesi, siyasi zemini nedir? Öncelikle BMH ya da Vişnelik Toplantısından sonra oluşan yeni zeminin HDK’nin karşıtı veya alternatifi olmadığını belirtmek gerekiyor. Olmadığı gibi, olmaması da gerekiyor. Eğer olursa, BMH’nin bir anlamı olmaz. Ancak ihtiyaçların farklı olduğu gözüküyor. Şu gözüküyor: HDK/HDP esas itibariyle Kürt hareketinin ihtiyaçlarının çok baskın olduğu bir yapı. Diğer konularla ilgilenmediğini söyleyemem ama, bu durumda Kürt hareketinin dışında etki alanı yaratması çok zor. Çok pozitif bir örnek olarak cumhurbaşkan-
lığı seçimlerinde yaşadık. HDP adayı Selahattin Demirtaş neredeyse Kürt sorununu çok gerilere, hatta muhtemelen bu konudaki hassasiyet nedeniyle biraz da fazla geriye alan, daha böyle Türkiye’nin bütününe seslenen bir siyasi hat tutturdu ve çok da başarılı oldu. Ancak ondan hemen sonra yaşanan sürece baktığımızda bu başarı en azından tartışmalı hale geldi. Demirtaş’ın Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı törenine katılması ve alkışlaması gibi. Kürt Hareketi dili, kimliği, kültürü yasaklanmış bir toplumun çok haklı talepleri için mücadele ediyor. Çok geniş kitleleri örgütledi, HDK/HDP’nin ötesinde güçlü bir halk hareketi oluşturdu. Ancak o dinamik Türkiye’nin geri kalan bölümünü harekete geçirecek ya da birlikte çok yakın bir harekete imkân verecek bir dinamik değil. Kürt hareketi bugün AKP ile müzakere içerisinde ve o müzakerenin gerekliliği olarak da bir takım şeyleri isteseler de istemeseler de yürütüyorlar. Şimdi mesela Gezi’de Kürtler tabii ki vardılar ama bütün güçleriyle yer almadıkları da açık. Kendileri de bazen kabul ediyorlar bazen reddediyorlar ama pazarlık masasının devrilmesi ihtimaliyle hareket ettikleri görülüyor. Bu tutum Kürt hareketi açısından anlaşılabilir, tabii ki anlaşılabilir demek doğrudur demek değil, aslında tersi olsaydı, Gezi sürecine bütün güçleriyle katılsalardı ve Gezi’nin muhalefetiyle çok daha yakın mesai yürütselerdi bambaşka da olabilirdi, gene de anlaşılabilir, en azından herhangi bir mantığı yok, tamamen yanlış denemez. Ancak Kürt sorunundan bağımsız olarak bu tarafta da AKP’nin baskısından, zulmünden, o İslamcı-faşist tarzından fevkalade rahatsız olan, bundan çok fazla mağdur olan, laiklik konusunda son derece hassas olan, bu nedenlerle Haziran’da isyan eden, on-
dan önce de ve ondan sonra da AKP’ye karşı mücadele eden insanlar var. Bu insanlara şöyle denemez: “Memlekette önemli bir sorun var, yıllardır akan kan var, sen bekle de önce bu mesele çözülsün, müzakere ne şekilde bitecek bitsin, sonra da senin sıran gelir, mücadele edersin.” denemez. Tabii ki kimse de Kürtlere dönüp “Biz hep birlikte diktatörlüğe karşı mücadele ediyoruz. Sen de kendi taleplerini şimdilik bir kenara koy da gel birlikte mücadele edelim.” de diyemez. Bence asıl sorun; iki farklı dinamiğin birlikte davranmalarını nasıl sağlarız? Böyle bir mesele var ortada. Her yerde, her zaman birlikte davranmaları gerekmez ama her daim rezonans içinde olmak gerekiyor. Kürt hareketinin AKP’ye yönelik büyük tepki ve rahatsızlığı anlaması gerekiyor. Aynı şekilde toplumun bu kesiminin de Kürtlerin haklı taleplerini ve bir müzakere sürecinde olduklarını kabul etmesi gerekiyor. “Biz Haziran’da AKP’ye karşı ayaklandık da Kürtler AKP’yle işbirliği yaptı.” doğru değil. Diğeri de doğru değil; “Biz tam AKP ile meseleyi çözecektik, Geziciler çıktı az daha masayı devireceklerdi.” Böyle bir şey de yok. Demirtaş’ın cumhurbaşkanlığı seçimlerinde çizdiği profilde birleşilemez mi? Aksi halde niyetlerden bağımsız olarak ve daha çok da yerelde şu suçlama karşımıza çıkıyor: Bir yanda Kürt hareketinin kuyruğuna takılan sosyalistler var, HDK ve HDP’de yer alıyorlar, diğer tarafta ulusalcı sol/sosyalist kesimler; BMH veya Sol Cephe var. Bu tarifin son derece tehlikeli çatışma noktaları içerdiğini biliyoruz ve yaşıyoruz. Öyleyse, bu manzarayı aşacak bir toplumsal ve tabii ki siyasal hareket ortaya çıkmazsa, AKP rejimini ve onun neoliberal politikaları gerçekten alt edebilir mi? “Demirtaş’ın cumhurbaşkanlığı seçimlerinde çizdiği profilde birleşilemez miydi?” diye sordun ama o çizginin çok da sürdürülebilir olmadığını da kısa sürede gördük. Bunları yargılamak veya eleştirmek için söylemiyorum. Şahsen Demirtaş’ı çok takdir ettim. Ama o çizgiyi sürdürebilmek sadece niyetlere bağlı değil. Bugün Kürt hareketi ve etrafında kimi sosyalistlerin öbeklenmesi olabilir, bu çok da başarılı da olabilir; nitekim HDK/ HDP’nin çok pozitif çıktıları var ama bütün Türkiye’nin ihtiyacını karşılayacak bir hareket haline geldiğini görmüyorum. Bugünkü ihtiyacı HDK zemininin karşıladığını düşünmüyorum. Her iki dinamiğin birlikte hareket etme imkânlarını yaratmak ve sonuç alıcı olmasını sağlamak bakımından ayrı ayrı yollarına devam ederken işbirliği yapmalarının daha yararlı olacağına inanıyorum. Yunus ÖZTÜRK
8
İşçilerin Sesi
Ekim 2014/31
Ev işçilerine torbadan “tavşan” çıktı...
Torun Center gerç İşçiler ölüyor, serm
A
sansörün 32. kattan yere çakılmasıyla 10 işçi öldü. 10 işçiyle ilgili 11 kişi gözaltına alındı. Gözaltında olanlar arasında Torunlar GYO’nun Muhasebe Müdürü, asansörü kuran Geda Majör’ün Genel Müdürü, asansör teknisyenleri bulunuyor. 4 kişi tutuklandı, ancak asıl sorumlu patron serbest!
T
BMM Genel Kurulunda kabul edilen Torba Yasası, ev işçilerinin sosyal güvenlik haklarına ilişkin bazı düzenlemeler yer almaktadır. Bu düzenlemeler medyada “gündelikçilere emeklilik müjdesi” şeklinde yansıdı. Yasanın içeriğinde ise ev işçilerine yönelik ayrımcılıkla ve hak gaspları bulunmaktadır. Çıkan torba yasasında ev işçileri için 10 günden az - 10 günden fazla çalışma ayrımı yapmakta ve 10 günden az çalışanlar için ayrı bir düzenlemeye gitmektedir. Sanki bütün ev işçileri 10 günden az çalışıyormuş gibi gösterilmek isteniyor. Bu gerçekçi değildir. Ayrıca yasa da bütün ev işçileri %2 iş kazası primi ile çalıştırılacak. Bu uygulamayla ev işçileri ne emekli olabilecek, ne de sağlık hakkı olacak. AKP hükümeti 10 günden az çalışan - 10 günden fazla çalışan türünden tasnifi yapmakla ev işçilerinin kötü çalışma koşullarının yanı sıra, esnek çalışma usullerini de beraberinde getiriyor. 10 günden az işçi çalıştıran işveren hastalık ve yaşlılık primlerini ödemeyecek. Ev işçisi %2 prim ödeyerek sağlık hizmetlerinden ve emeklilik hakkından yararlanamayacak. İşçi, eğer isterse kendi primlerini kendisi (ev işçilerinin cebinden 368 lira ödeme yapması gerekiyor demek oluyor) yatıracak. Fakat ev işçilerinin çalışma koşulları, işin düzensizliği ve ücretlerin düşüklüğü düşünüldüğünde hiçbir ev işçisinin kendi sigorta primini yatıramayacağı açıktır. Ayrıca yasa ev işçilerini 4/A’lı yani SGK’lı olarak değerlendiriliyor ve 7.200 iş günü prim ödeyerek emekli olabileceğini, söylüyor da bununda karşılığı mezarda emekliğe denk düşüyor. Yasa, ayrıca ev işçilerin ayda toplam 10 günün üzerinde çalışan ev işçilerine ise, patronun ayda
12 gün için SGK’ya sigortalılık bildiriminde bulunacak. 12 günün üzerindeki primleri kesilen ev işçilerin prim yükü yine ev işçilerin sırtına bırakılıyor. Yani geri kalanı siz ödeyin! Bu primlerin nasıl ödeneceği hükümetin umurunda değil. Ev işçilerinin büyük bölümü, tam zamanlı işlerde çalışamadıkları için (çocuk, evdeki yaşlılar, hasta bakma vb.) hemen yanı başında bulabileceği işlerde çalışarak ev ekonomisine katkıda bulunmak istiyor. Aslında ev işçileri aynı zamanda ucuz iş gücü olarak da görülüyor, kullanılıyor. Evde konfeksiyon işlerinden tutun da aksesuar, çiçek, boncuk işi yapanları sayası her geçen gün artıyor. Hayat pahalılığı ve işsizlik illeti insanların bu gibi ucuz ve yorucu işlerde çalışmasını ortamını yaratıyor. Bazı ev işçileri günübirlik ev temizliğine gidiyorlar. Ayrıca tam zamanlı çalışanlar ve işçileri, taşeron temizlik firmalarında asgari ücretle çalışmak durumuna itiliyor. Ücretler düşük olduğu için günlüğü 100 lira olan temizlik işlerine çalışıyorlar. Kendi oturdukları, ya da sokaktaki binaların merdivenlerini (daire başına 15 lira) siliyorlar, Ev işçileri, ev ekonomisine kayıtsız, sigortasız katkıda bulunuyor. Yasa, ev hizmetlerinde çalışanların sigortalılığı için uygulama tarihini 1Nisan 2015’ten itibaren başlayacak. Hükümet geçmişte çalışanların prim ve yaş sürelerini uzatarak, mezarda emekliliği getirmişti. Bu yasaları çıkarırken ileri tarih gündeme alınmadı. Bunları geriye doğru işletti. Buda büyük hak mağduriyetlerinin yaşanmasına neden oldu. Hükümet torba yasada ev işçilerinin sorunlarına çözüm getirmek bir yanda dursun çıkartmış oldukları yasanın bu kısmının yürürlük tarihini 1 Nisan 2015 erteleyerek kime hizmet ettiği açık Çiğdem ÇİÇEK değimli?
Deprem sahası oldu “Center” Olası depremde toplanma yeri olan Ali Sami Yen Stadı, Tayyip Erdoğan’ın İmam Hatip’ten arkadaşı, Aziz Torun’a verilerek, bu alanda devasa gökdelenleriyle Torun Center inşaatı başlatıldı. Torun Center inşaatı başlangıcından itibaren tepkilere ve itirazlara neden oldu. Açılan davalar ve itirazlar Torun Center’ın yapılmasını engelleyemedi. Torun Center arkasını Tayyip Erdoğan’a dayamanın keyfi ve dokunulmazlığıyla, 24 saat çalışma izniyle kuralsız, güvencesiz, esnek ve taşeron firmalarda bin 500 işçinin alınteri ve 11 (bir işçi daha önce iş cinayetine kurban gitti) canına mal olacak hızla çalışmalarını sürdürüyor. 1977 yılında piyasaya giren Torunlar Grubu, 1996 yılına kadar orta düzeyde bir şirketti. 2000’lerden sonra şirketin yıldızı parladı. Bu yıllar, AKP hükümetinin de ilk yılları ve devamında yükselişinin yıllarıydı. AKP ve Torunlar Grubunun yükselişi paralel yürüdü. Tıpkı Çalık, Albayraklar, Ağaoğlu, Sancak grupları gibi. Torunlar bir aile şirketi: 7 üyeli yönetim kurulundaki 3 soy isim “Torun”. Yönetim kurulundaki en dikkat çekici isim ise 58 ve 59. hükümette Sanayi ve Ticaret Bakanlığı yapan Ali Çoşkun; şirketin yönetim kurulu başkan vekili. “İnşaat ya resulallah” İnşaat sektörü, AKP hükümetleri döneminde lokomotif yapıldı. TOKİ başta olmak üzere, her türlü duble yol, HES baraj ve köprü inşaatları; gökdelenler, rezidans inşaatları aldı başını gitti. İktisatçı Mustafa Sönmez AKP’nin iktidar olduğu 2003’ten bugüne TOKİ’ye bağlı Emlak Ko-nut Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı üstünden 81 projenin ihalesinin tamamlandığını belirtiyor. “TOKİ, kamu arsasını, örneğin Ataşehir’dekini alıyor piyasadaki şirketi Emlak Konut’a veri-yor. O da müteahhit Ali Ağaoğlu’na, arsa benden, yapmak senden, geliri paylaşacağız, diyor. Bu mekanizma ortaya nasıl bir yandaş inşaatçı grubu çıkardı, nasıl AKP’ye “yardım-bağış” adı altında avanta çıkardı, nasıl bal tutanların parmaklarını balla donattı, varın siz düşünün… Son 12 yılda İstanbul’da konut, ofis, AVM, kentsel altyapı, donatı vs. yatırımlarıyla sektöre hük-meden gayrimenkul yatırım ortaklıkları (GYO) içinde Emlak Konut, toplam GYO’ların aktif büyüklüğünün yüzde 36’sına, piyasa değerinin de yüzde 47’sine tek başına sa-
hip. İkinci sırada RTE’nin kadim dostu Torunlar var. Bu aile, Torunlar GYO ve Yeni GİMAT GYO ile yüzde 21’lik paya sahipler …” İnşaat: İş cinayetlerinde birinci sektör İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, 2014 yılında en az 272 inşaat işçisi yaşamını yitirdiğini, iş cinayetlerinde hayatını kaybeden işçilerin yüzde 57’sinin ise düşerek öldüğünü ortaya koymakta. İnşaat sektörü cirolarını artırıyor, patronların kârları yükseliyor. Bütün bu rakamlardan katledilen inşaat işçilerinin kanlarının bedelidir. Patron Aziz Torun, ölümlerin ardından işçileri suçladı, “sektörel kaza” olarak nitelendirdi. Arkadaşı Erdoğan gibi, inşaat sektörünün fıtratında var demek istedi. Torunlar Center projesinde çalışan işçiler ise soruyor “Satılan rezidans dairelerinden birinin parasını (metre kare fiyatı 5 bin 500 dolar) işçilerin güvenliği için harcasalardı, şu anda 10 arkadaşımız yanımızda olurdu. Ya da ölenlerden biri Aziz Torun’un oğlu olsaydı dün yaptığı gibi bir açıklama yapabilir miydi acaba? İnsanca çalışma koşulları yok Torunlar Center projesindeki işçilerin çalışma koşullarına bakıldığında, sadece iş güvenliği alanları değil, barınma alanları (koğuşlar) da insanlık dışı. İşçilerin “hapishane” diye adlandırdıkları işçi koğuşları tam bir izbelik. İnşaata
İşçilerin Sesi
Ekim 2014/31
çeği: maye büyüyor
çalışan işçiler “Sabah sekiz akşam beş çalışıyoruz. Yemekhane kapasitesinin çok üstünde çalışıyor. Yemek yiyebilmek için dakikalarca ayakta birilerinin kalkmasını bekliyoruz. Oturmaya sandalye yok. Çoğu zaman ayakta yiyoruz. Yemekhanenin üzerinde delikler var. Yağmur yağdığı zaman sular yemeklerimizin üzerine yağıyor. Mesaiye zorlanıyoruz” Ahırlar bizim yattığımız yerden daha iyidir. Tozun toprağın içinde yaşıyoruz. Aldığımız maaşlar asgari ücretin üzerinde olmasına rağmen sigortamız asgari ücret üzerinden yatırılıyor. Bir de mesai var. Çoğu zaman mesaiye kalmak istemesek bile buna zorlanıyoruz. İşe başlamadan önce inşaat eğitimi göstermelik olarak veriliyor, ayaküstü birkaç açıklama yapıp gidiyor. Eğitim falan yok. “Yalandan kontroller yapılıyor, hiçbir eksiklik giderilmiyor” diyerek çalışma koşullarını anlatıyor. Gerçek katiller yargılansın! Yargı aşamasında da yine karşımıza AKP iktidarı ve patronların çok sevdiği taşeron sistemin meyveleri çıkıyor. Asıl sorumlular değil, mühendisler, proje sorumluları gibi daha alt kademe ve bir kısmı (gönüllü de olsa) emir kulu “suçlu” sayılıyor. Torun Center’daki asansörde meydana gelen olayla ilgili ön bilirkişi raporunda, asansör firması yetkilileri, teknik personel ve Torunlar GYO’nun idari ve teknik sorumlularının kazada kusurlu olduğu kanaatine varıldığı belirtiliyor.Asansörü kuran taşeron firmanın tüm suçu kabul etmesiyle, ana
firma Torunlar GYO tüm suçlarından azad edilmiş oluyor. Ya taşeronlaştırmayı her yerde yayan AKP iktidarı? O da Aziz Torun ile beraber tüm suçlamalardan “aklanmış” oluyor. Dava sürecindeki diğer bir sorun; soruşturmayı, dikkatsizlik ve tedbirsizlik sonucu ölüme sebebiyet vermek suçundan yürütmek. Sorumluların cezalandırılması değil, ödüllendirilmesi anlamına gelir. Zira, bu suçtan verilmesi muhtemel ceza beş yılı dahi bulmaz, sorumlular cezaevine girmeyebilir. Oysa olay “olası kast” olarak değerlendirildiğinde, sorumlulara, ölen her bir işçi için ayrı ceza verileceğinden, şüphelilerin alması muhtemel ceza 200 yılı bulabilir. Öte yandan basında çıkan haberlere göre, Torunlar Center’in İş Güvenliği denetimlerini yapan firmanın Soma Madenlerinin de İş Güvenliğinden sorumlu şirketle aynı olması ise, iş güvenliğinin kamu denetiminden, ilgili odaların müdahalesinden çıkartılarak özelleştirilmesinin yarattığı denetimsizliği ortaya koymaktadır. Sermaye, AKP hükümeti eliyle işçi sınıfının canına mal olan büyümesini durdurmak, iş cinayetlerinin gerçek sorumlularından hesap sormak, insanca yaşayacak ücret ve çalışma koşulları sağlamak için işçilerin örgütlenip mücadele etmesinden başka bir yol yok. Sendikacılar mı dediniz? Onlar gerçek görevlerini çoktan unuttular, şimdilerde basın açıklaması yaparak günü kurtarıyorlar! Canan MENGÜL
9
T(Ç)orba yasadan madencilere işsizlik çıktı
A
KP hükümeti 12 yıllık döneminde çalışma yaşamına dair birçok yasa çıkararak esnek ve kuralsız çalışma biçimlerini patronların hizmetine sundu. Bu yasal düzenlemelerinden sonuna kadar yaralanan patronlar, işçileri iliklerine kadar çalıştırmayı ve sömürmeyi bir görev bildiler. Aşırı esnek ve kuralsız çalışmanın sonucunda iş cinayetlerindeki sayısal artış her geçen gün arttı. Özellikle de son Soma faciasından sonra toplumda çalışma yaşamındaki kuralsızlıkların ayyuka çıkması toplumun tepkisine neden oldu. Bu tepkiyi azaltmak adına AKP hükümeti torba yasasında göstermelik olarak maden işçilerine belli iyileştirmeler yapmak durumunda kaldılar. Hükümetinin sıkça başvurduğu t(ç)orba” yasalarının sonuncusunda maden işçilerin çalışma koşullarında belli düzenlemeleri içeriyordu. Torba yasasının yasallaşmasıyla birlikte Zonguldak ili başta olmak üzere, diğer illerdeki maden sahipleri sektöre ekonomik yük getireceği gerekçesiyle üretimi durdurma kararı aldıklarını açıkladılar. Başta 22 özel kömür isletmesi madenlerin kapatılması konusunda ortak tavrı aldı. 5 bin civarında maden işçisi işsiz bırakıldı. Bu güne kadar maden işçilerini 19.yüzyıl çalışma koşullarında çalıştırmakta bir sakınca görmeyen ve bu işçilerin kanı üzerinde servet sahibi olan patronlar, en ufak bir iyileştirmeye dahi tahammül etmek istemiyorlar. Bir yandan madenleri kapatarak işçileriz işsizlikle tehdit ederken, diğer yandan da hükümetten yeni teşvikler beklediklerini gizlemiyorlar. Ayrıca, torba yasasındaki çalışma saatleri konusunda yapılan değişiklik ise, 1 Ocak 2015 tarihinde yürürlüğe girecek. Yani, AKP hükümeti torba yasasında maden patronlarına, işçileri 3 ay daha eski yöntemle çalıştırma kıyağı geçmiş oldu. Maden sektöründeki patronlar belli ki işçileri 19. Yüzyıl koşullarında çalıştırmaya devam etmek istiyorlar. Hatta işçilerin herhangi bir tehlike karşısında dışarıya çıkmalarını engellemek için kapıları üzerlerine
kilitleyebilme cesareti gösterebiliyorlar. Belli ki bu uygulamayı hayata geçiren patronlar kendilerini kölelik döneminde yaşadıklarını hayal etmek istiyorlar. Acilen Madenlerde İşçi Denetiminde Kamulaştırma Bir düzen düşünün, işçilerin yaşamları bir grup patronun iki dudağı arasında olabilir mi? Evet, bugünkü yaşadığımız vahşi kapitalist düzen işçilerin yaşamlarını hiçe saymakla birlikte, işçilerin çalışma düzenlerini güvenceye almayan bir düzenin adıdır. Yıllardır yerin altında hiçbir iş güvenliği önlemi alınmadan çalıştırılan ve yaşamlarını kaybeden maden işçilerinin, torba yasasında çıkan ve maden patronların uygulayıp uygulamayacağı belli olmayan iyileştirmeler sonucunda işsiz kalmayı kabul edemeyiz. Madenler çalışan işçilerindir. İşçiler yaşam alanlarına sahip çıkmalı! Asalak patronlar olmadan, kar hırsı gütmeden maden işçileri kendi üretimlerini kendileri gerçekleştirebilirler. Bu topraklarda küçükte olsa bu gibi deneyimler (Alpagut linyit madenleri) yaşanmıştır. İşsizlik bizim kaderimiz değil, patronların kar artışlarına bağlı olarak yaşamak istemiyorsak, kendi kaderimizi elimize alarak ve çalışma koşullarımızı örgütlü bir şekilde düzenleyebiliriz. Önümüzde iki seçenek var: birincisi patronların dayattığı madenlerin kapatılması sonucunda işçilerin issiz kalmalarını kabullenmeleri ve bu işsizliğin ne kadar süreceği belirsiz olması, İkincisi ise, çalışma alanlarımıza sahip çıkmak. Yaşamlarımızın patronların iki dudağına hapsetmeyecek kadar değerli olduğunun farkına varmak. Ve üretenlerin yönettiği bir anlayışın hâkim kılınması için mücadele edilmesi. Bunun için öncelikle kapatılan maden ocaklarının derhal işçilerin denetiminde üretime başlamasını savunmalıyız. Bu bir hayal değil ve bugünkü işsizlik koşullarında işsizliğin faturasının işçilerin değil, patronlara ödetilmesini sağlamaktır. B. UMUTCAN
Yasa maden çalışanlarına ne gibi haklar getiriyor? 1.Yeraltı işlerinde çalışan işçilerde kıdem şartı aranmayacak. 2.Yeraltı işlerinde bir gün bile çalışanlar kıdem tazminatı almaya hak kazanacaklar. 3.Kıdem tazminatları, çalıştırıldığı son kamu kurum ve kuruluşu tarafından işçinin banka hesabına aktarılacak. 4.Yeraltındaki çalışma süresi haftada en fazla 36 saat olacak, günlük çalışma süresi ise 6 saati geçemeyecek. 5.Yeraltın madenlerinde çalışan işçiler için emeklilik yaşı 55′ten 50′ye düşürülecek. 6.Linyit ve taşkömürünün çıkarıldığı maden iş yerlerinde çalışan işçilere ödenecek ücret, asgari ücretin iki katından az olmayacak. 7.Maden ocakları, kanalizasyon ve tünel
yapımı gibi yeraltında yapılan işlerde çalışan sigortalıların, bu işlerde fiilen çalışmadıkları ücretli izin, yıllık izin, eğitim ve kurs, iş öncesi ve sonrası hazırlık süreleri ile resmi tatil günleri de fiili hizmet süresi zammı kapsamında olacak. 8.Maden kazasında ölenlerin eş ya da çocuklarından birisi, eşi ya da çocuğu yoksa kardeşlerinden birisi olmak üzere, toplam bir kişi kamuda istihdam edilecek. Bu düzenleme 13 Mayıs 2014 tarihi itibarıyla geçerli olacak. 9.Soma’daki maden faciasında hayatını kaybeden sigortalıların SGK’ya olan her türlü borçları silinecek. Ölüm geliri bağlanan hak sahiplerine prim ödeme şartı aranmaksızın ölüm aylığı bağlanacak.
10
İşçilerin Sesi
Ekim 2014/31
Çin: Hong Kong’da gösteriler sürüyor
Hong Kong Özel Yönetim Bölgesi’nde 2017 yılında yapılacak seçimlerde, Çin Komünist Partisi’nin sadece önceden belirlenen adaylara müsade etmesine karşı çıkan göstericiler ile polis arasında çatışmalar yaşanıyor. Günlerdir devam eden gösteriler nedeniyle Hong Kong’un birçok yerinde yaşamın felç olduğu bildiriliyor. Hükümetin ayrıca, gösterilere ilişkin yapılan haberlerin internetten geri çekilmesini emrettiği iddia ediliyor. Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’de bulunan China Digital Times adlı internet sitesine göre, gösteriler ile ilgili internetteki haberlere sansür uygulanıyor. 100 yıl boyunca İngiltere sömürgesi olan Hong Kong 1997 yılında Çin’e bırakılmış ve özel bölge statüsüne kavuşmuştu. Çevresindeki küçük adalar ile birlikte 1104 kilometrekare alan üzerinde 7,2 milyon kişinin yaşadığı Hong Kong, 400 milyar dolarlık milli geliri ile Çin’in en zengin bölgesi konumunda. Hong Kong, birçok sanayileşmiş batı ülkesinden daha yüksek bir gelir düzeyine sahip.
Fransa: Pilotlar 15-22 Eylül’de grevdeydi… Air France, 15-22 Eylül tarihleri arasında pilotlarının greve gideceğini duyurdu. Şirket grev öncesi sendikalarla anlaşma yolunda görüşmeleri sürdürdüğünü bildirdi. Bir haftalık grevin şirketin uçuşlarının yarıya yakınının iptal olmasına yol açması tahmin ediliyor. Air France’ın internet sitesinden yapılan açıklamada yolculardan eğer olanakları varsa grev tarihlerine rastlayan rezervasyonlarını ileri tarihe ertelemeleri istenirken, ekiplerin grevin yolcuların seyahat planına ve havacılık sektörüne olumsuz etkilerini gidermek için ellerinden geleni yapacakları kaydedildi. Pilotlar greve gerekçe olarak, Air France’ın low-cost havayollarıyla rekabet etmek için yapacakları değişikliklerden mağdur edileceklerini gösteriyor.
İskoçya’nın geleceğini “evet” oyunu kullananlar verecek! Oy kullanma oranının bu kadar yüksek olması ki genelde Avrupa ülkelerinde seçimlere genel ilginin düşüklüğü hatırlanırsa, İskoç seçmeninin politik ilgisinin yüksek olduğunu gösteriyor.
İ
skoçya’nın Birleşik Krallık’tan ayrılıp ayrılmaması için 18 Eylül’de düzenlenen referandumda, İskoçlar bağımsızlığa “hayır” dedi. Seçmenin yüzde 55.3 “hayır” derken, yüzde 44.7’den “evet” oyu çıktı. İskoçya’da 4 milyon 200 binden fazla seçmen var. Oy kullanan seçmen sayısı ise toplam seçmenin yüzde 97’si ile çok yüksek bir orandaydı. Seçimde ilk kez 16 ve 17 yaşındaki seçmenler de oy kullandı. İskoçya İngiltere ile o kadar sıkı ekonomik ilişkiler içinde ki, aradaki sınır çok uzun zamandır belirsizdi zaten. Özellikle İngiliz patronlar ve siyasi yöneticiler için. Tabii ki İngiliz yönetici sınıfları i politik çekincelerle referanduma gittiler. İskoçya’dan “Evet” oyu çıksaydı, yani bağımsızlığa “evet” deselerdi, Birleşik Krallık topraklarının üçte birini ve nüfusunun onda birini kaybedecekti. Deutsche Bank bile seçim öncesi bir açıklama yaparak bağımsızlığın İskoçya’da 1929 büyük buhran benzeri bir iflas ve durgunluğa yol açabileceğini söylemişti. Çin hükümeti de
İskoçya’nın bağımsızlığına karşıydı. İngiltere Başbakanı David Cameron büyük ticaret ve banka patronlarını arayarak, bağımsızlığın yıkıcı sonuçlar doğurabileceği konusunda uyardı ve bu yönde açıklama yapmalarını istedi. Ancak oy kullanma oranının bu kadar yüksek olması ki genelde Avrupa ülkelerinde seçimlere genel ilginin düşüklüğü hatırlanırsa, İskoç seçmeninin politik ilgisinin yüksek olduğunu gösteriyor. “Hayır” verenlere yakın bir oranda “Evet” veren bölgelere gelince, ezici bir çoğunluk, krizden etkilenen ve emekçilerin yaşadığı şehirler. Aralarında Birleşik Krallık’ın üçüncü büyük ve emekçilerin çoğunlukta olduğu Glasgow’un da olduğu dört bölge tercihini bağımsızlıktan yana kullandı. İskoç halkının bağımsızlığa destek vermesini sadece milliyetçilikteki artışa bağlamak doğru olmaz. Londra hükümeti ve diğer siyasi partilerin İskoçya’ya dayattığı neoliberal politikalara karşı bir tepkiyi ifade ediyor. “Evet” oyu verenler artık
mevcut siyasi iktidarlara güvenmediklerini ve hepsinin birbirine benzediğini göstermek istedi. Özellikle şu an iktidarda olan David Cameron gibi muhafazakar-liberal koalisyona büyük tepkileri var. İskoçya, İngiltere ve Galler’in aksine neo liberal saldırılardan bazılarına direniyor. Britanya’nın geri kalanında üniversitelerin şu an yıllık 30.000 TL öğrenci katkı payı (harç) var. İskoçya, İskoçya’daki üniversite eğitimini ücretsiz tutmak için otonomisini kullandı. Yaşlıların bakımı da hala ücretsiz yapılıyor. İngiltere ve Galler’de devlet hastaneleri şirketlere dönüştürülürken, İskoçya’da devlet hastanelerinin özelleştirilmesi engellendi. İskoçya’da doktor reçetesiyle alınan ilaçlar bedava olmaya devam ediyor. Sonuçta “bağımsızlık” kazanmasa da büyük ölçüde İskoç halkı, kısıntılara, savaşa hayır; ücretsiz sağlık, iyi ücretler, ücretsiz eğitim sistemine “Evet” dedi. Bu fikirler de kolayca değişmeyecek! Banu PAKER
İşçilerin Sesi
Ekim 2014/31
DİSK’ten işsizlik raporu:
İşsizlik üçbuçuk yılın zirvesinde…
T
ürkiye İstatistik Kurumu Şubat 2014 dönemiyle birlikte yeni bir hesaplama yöntemi ve seri kullanmaya başladı. Uluslararası norm ve standartlar dikkate alınarak veri derleme araçları zenginleştirildi. Ancak aynı zamanda resmi olarak işsiz sayılanların kapsamı da daraltıldı. Önceki uygulamada, referans dönemi içinde “son üç ay” içerisinde iş arama kanallarından en az birini kullanmış ve iki hafta içinde işbaşı yapabilecek durumda olan kişiler “işsiz” olarak değerlendiriliyordu. Yeni uygulamada ise yalnızca “son dört hafta” içerisinde iş arama kanallarından en az birini kullanan ve iki hafta içinde işbaşı yapabilecek durumda olan kişiler “işsiz” olarak ele alınıyor. Yani 1,5-2 ay önce iş başvurusu yapmış olan ve işe başlamaya hazır bir kişi işsiz kategorisi dışına çıkartıldı. Bu kişiler “işgücüne dahil olmayanlar” başlığında, “İş aramayıp, çalışmaya hazır olanlar” kategorisinde “diğer” sınıflandırmasında değerlendirildi. Bir önceki seri için geçtiğimiz yıl Haziran döneminde bu kategori (diğer) içerisinde yer alan kişi sayısı 1 milyon 480 bin kişi iken yeni seride mevcut dönem için bu rakam 1 milyon 930 bin olarak gerçekleşti. İki ayrı seride iki farklı yılın aynı dönemler için yaşanan 450 bin kişilik bu artışın önemli oranda yöntem değişikliğinden kaynaklı olarak yaşandığı ve bu kişilerin işsiz kategorisi dışına atıldığı söylenebilir. TÜİK’in ekonometrik modelle Şubat 2014 serisi için tahmin ettiği geçmiş ayların verilerine göre Haziran 2013 döneminde işsizlik oranı yüzde 8,1, işsiz sayısı ise 2 milyon 263 bin olarak tespit edildi. Oysa önceki 2005 serisinde Haziran 2013 dönemi için bu oran ve rakam sırası ile yüzde 8,8 ve 2 milyon 525 bin idi. Buna göre TÜİK’in resmi işsiz oranı geçtiğimiz yılın haziran dönemi için yeni seriye göre yapılan tahminde, eski seriye göre 0,7 puan düşük çıktı. Eski seriye göre Haziran 2014 verisinin kaç olacağını tahmin etmek yöntem değişikliği nedeniyle mevcut veriler üzerinden mümkün görünmemektedir. Bu konuda gerekli hesaplamaları yapmak TÜİK’in sorumlulukları arasındadır. Yine TÜİK’in yeni seri için tahmin ettiği verilere göre Haziran 2014 dönemi için işsizlik oranı geçtiğimiz yılın Haziran dönemine göre % 0,6 puan artış gösterdi ve yeni seriye göre yüzde 9,1 oldu. İşsiz sayısı ise 288 bin artışla 2 milyon 551 bin oldu. TÜİK’in yeni yöntemi ve yaptığı tahmini hesaplara göre hem isşizlik oranı hem de işsiz sayısı azalmış gö-
rünmektedir. Oysa Türkiye’de işsizlik gerçeğinde bir değişiklik olmadı. Sadece işsizlik daha da gizlenmiş oldu. Örneğin son 1 aydan 3 aya kadar başta umutsuzluk olmak üzere çeşitli nedenlerle iş arama kanallarından birini kullanmayan ancak işe başlamaya hazır olanlar önceki hesaplamalarda işsiz kategorisinde değerlendirilirken yeni seride istihdamda kabul edilmiyorlar. TÜİK yeni serisinde daha önceki seride olan ve anket soru formunda yer alan işin sürekliliği ile ilgili verileri açıklamaktan vazgeçmiştir. Geçici çalışanların sayısındaki gelişim istihdamın niteliği açısından son derece önemli bir değişkendir. Bu verinin artık paylaşılmaması son derece sakıncalıdır. Bu keyfi tutumdan vazgeçilmelidir. Türkiye haftalık çalışma sürelerinin emsallerine göre çok daha yüksek olduğu bir ülkedir. Avrupa Birliği ülkeleri ile kıyaslandığında haftalık çalışma sürelerindeki fark 12 saati bulmaktadır. Buna göre Türkiye’de 5 kişinin yapacağı işi 4 kişi yapmaktadır. Bir yandan işgücüne katılım oranlarını yükseltirken, öte yandan işsizlik verileri ile mücadele etmenin yegâne yolu, gelir kaybına yol açmaksızın haftalık çalışma sürelerini azaltmaktan geçmektedir. Buna karşın hükümet ve sermaye çevreleri işsizlik verilerindeki artışı, istihdam yapısının niteliğini bozarak, yani yoğun çalışma koşulları altında, daha esnek ve güvencesiz çalışma biçimlerini yaygınlaştırarak durdurmanın reçetelerini topluma sunmaktadır. Hükümet işveren çevrelerinin taleplerini Ulusal İstihdam Strateji Belgesi ile programlaştırmıştır. Ucuz işgücü için, taşeron çalışma-
yı yaygınlaştırmayı, kıdem tazminatını fona devrederek ortadan kaldırmayı, kölelik bürolarını hayata geçirmeyi hedefleyen bu belge hükümetin uygulama açısından gündemindedir. İşsizlikle mücadeleyi, çalışma koşullarını kötüleştirerek, ücretleri düşürerek çözmeye çalışan bu anlayışa karşı durulmalıdır. Bu stratejinin sonuçları Soma’da, Mecidiyeköy’de ve Türkiye’nin dört bir yanında acı bir biçimde görülmektedir. Bu strateji işsizliğin “ne iş olsa yaparım” başlığı altında gizlenmesi, işletmelerin karını insanların yaşamının önüne alma stratejisidir. İşsizlikle gerçek mücadele için; 1. Haftalık çalışma süresi gelir kaybı yaşanmaksızın 37,5 saate, fazla mesailer için uygulanan yıllık 270 saat sınırı, 90 saate düşürülmelidir. 2. Herkese en az 1 ay ücretli izin hakkı tanınmalıdır. 3. Herkes için iş güvencesi ayrımsız bir biçimde uygulanmalıdır. 4. Sendikal hak ve özgürlükler güvence altına alınmalı, sendikal barajlar kaldırılmalı, herkesin sendika hakkını özgürce kullanabilmesi için gerekli yasal düzenlemeler yapılmalıdır. 5. Taşeronlaşma ve kayıt dışı istihdam engellenmelidir. 6. Kamu girişimciliği ve hizmetleri istihdam yaratacak şekilde yeniden ele alınmalıdır. 7. Kamuda personel açığı derhal kapatılmalıdır. 8. Kadın istihdamının artırılması ve işsizliğinin azaltılması için işgücü piyasalarındaki cinsiyetçi uygulamalara son verilmeli, ev içi bakım hizmetleri devletin gereken nitelikli, yaygın ve ücretsiz bakım hizmetlerini sağlaması ile kadının üzerinden alınmalıdır. İS Haber
11
“Taksim İlkyardım” geri gelmeli!
B
ir yıl önce herhangi bir proje açıklanmaksızın deprem bahanesi ile Gaziosmanpaşa Karayolları mahallesine taşınan Taksim İlkyardım Hastanesi’nin yine devlet hastanesi olarak ve bahçesi korunarak açılması için protestolar sürüyor. İki haftadır devam eden forumlar sonrasında hastanenin açılması için imza kampanyasına başlandı. Mahalle sakinleri, dernekler ve kent hareketlerinin katıldığı forumlarda Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi için yapılan planda hastanenin çok katlı ve bahçeyi de içine alan büyük yapıya dönüşmesinin öngörüldüğü ve özel sektöre devredileceği anlatıldı ve eleştirildi. Mahalle sakinleri hastanelerini devlet hastanesi olarak ve bahçesiyle geri istiyorlar. Halen Beyoğlu civarında hizmet veren bir devlet hastanesinin yok. AKP, “dev şehir hastaneleri geliyor” diyerek sunduğu projenin bir parçası olduğu anlaşılan taşınma süreci hem sağlıkta özelleştirmelerin hem de kent merkezlerindeki “değerli” arazileri ranta açmanın izlerini taşıyor. Sağlıkta özelleştirmenin sacayaklarından biri de devlet hastaneleri. Şimdiki Cumhurbaşkanı’nın Başbakanken “hayalini kurduğunu” söylediği Şehir Hastaneleri Projesi kamu-özel ortaklığı ile çalışacak yeni bir hastane modelini öngörüyor. Bu modelde artık devlet sağlığa kaynak aktarmayacak, hastaneler kendi gelirlerini yaratacak, hatta kar getiren kuruluşlar haline dönüşecek. Kamu-özel ortaklığı, devletin bir özel şirket grubu ile en fazla 49 yıla kadar sözleşme yaparak ortaklık kurmasına dayanan bir model. Sözleşmeyle kamu hizmeti verilecek tesisler (hastane, okul, otoyol vb.) özel şirketler tarafından inşa edilecek. Şirketler bu yatırımın karşılığında sözleşme süresi boyunca devletten kira bedeli alacak. Yani devlet hem arazi verecek, hem kira verecek hem de hastanelerin kar etmesine izin verecek. Hastaların her geçen gün daha da çok müşteri gibi görüldüğü sağlık sisteminde bu modelin yarar sağlayacağı tek bir taraf var, özel sektör yani hastaneyi kuran sermayedarlar. Taksim İlkyardım Hastanesi’nin yerine yeniden yapılacağı söylenen hastanenin de özel hastane statüsünde olacağı bilgisi bu politikaları doğrular nitelikte. Taksim İlkyardım hastanesinin taşınması, Şişli Etfal, Cerrahpaşa, Çapa gibi hastanelere yapılması planlanan dönüşüm projelerinin ilk ayağını oluşturuyor. Bir tarafı kentsel dönüşüme bir tarafı sağlıkta dönüşüme dayanan ve esasında bütünlüklü olarak özelleştirme politikaları olarak isimlendirilebilecek bu uygulamaların gerçekleşmesi sağlığın özelleştirilmesi ve bir kamusal hak olmaktan çıkarılması anlamına da geliyor. Sağlık kamusal bir haktır ve devlet hastaneleri de kapatılmamalıdır. Zehra SELANİKLİ
12
İşçilerin Sesi
Ekim 2014/31
Polisin Gülsuyu çetesiyle işbirliği tapelerde açığa çıktı
G
ülsuyu’nda uyuşturucuya karşı yapılan bir yürüyüş esnasında 21 yaşındaki Hasan Ferit Gedik’i öldürmekle suçlanan çete üyelerinin polis ile olan işbirliği, Gedik dosyasında gizli ibaresiyle yer alan iletişim tapelerinde ortaya çıktı. Birinci Tapelerde Hasan Ferit Gedik cinayeti sonrası gözaltına alınan ve serbest bırakılan çete başlarından Zafer Turhan’ın, soy ismi tespit edilemeyen Ali isimli polisle yaptığı telefon konuşması dikkat çekiyor. Gedik cinayetinden tam 10 gün sonra Yusuf Kenan Deniz’i bıçaklamaktan aranan Turhan’la, Şeref Karameşe isimli çete üyesinin telefonu aracılığıyla konuşan Ali isimli polis memurunun bu konuşması, çete üyelerinin polis tarafından nasıl korunup kollandığını gözler önüne seriyor. İşte ibretlik tapeler Yusuf Kenan Deniz isimli bir kişi öldürmeye teşebbüsten aranan çete lideri Zafer Turhan, çete üyelerinden Şerif Karameşe’yi emniyete gönderip onun telefonundan Ali isimli bir polisle görüşüyor ALİ: Efendim ZAFER TURHAN: Selamünaleyküm A: Aleykümselam
Z.T: Oflu abi sen misin A: He he benim ben Z.T: Ali abi sen misin A: Benim Z.T: Ne yapıyorsun nasılsın A: İyiyim sen nasılsın Z.T: İyi abî Allah razı olsun hani sen değilsin ya A: Ya benim ya Z.T: Hani konuşman değişti mi senin konuşman A: Ya telefondan telefona fark ediyor ya Z.T: He tamam şimdi sensin A: Telefona Z.T: Nasılsın abi iyisin A : İyiyim ya bu olayı senin yaptığını söylüyorlar gel 2 dakikada ifadeni alalım Z.T: Ben sana bir şey söyleyeyim mi ben gelsem beni paket ederler belden yukarı bir şey var. Ben açık açık söyleyeyim sana ben bu işi ben yapmadım abi A: Ya tamam sen yapmadın ama ifadeni vereceksin illa ki bir gün bugün yarın öbür gün Z.T: Tamam gelirim yanına gelirim gelmesine de emin ol yani Oflu abi o yüzden bilin diye yani, ben yapmadım onu, ben yapsam ben sana derdim yap-
tım diye A: Ya sen ne yap biliyor musun öbür gün benim yanıma gel Z.T: Ya abi ben şimdi sen yanına gelip ne yapayım Ali abi biz mi yalan olalım yani onu mu diyorsun A: İyi de yani hep kaçacaksın nereye kadar kaçacaksın kaçışı var mı bunun Z.T: Kaçmasından değil de abi yani ben benim yaptığım bir şey yok sen işte sen beni az çok biliyorsun A: Yani Z.T: Benim sana yalanım dolanım olmamış şimdi kadar… Diğer bir telefon tapesi ise Hasan Ferit Gedik’in cinayetinden hemen bir gün önce gerçekleşiyor. Konuşma uyuşturucuya karşı yapılan yürüyüşe katılan
Mesut Aktürk’ün çetelerce silahla yaralanmasının ardından, Süleyman Tüfekçi isimli çete üyesi ve X şahıs arasında geçiyor: Süleyman Tüfekçi: Alo X ŞAHIS: Alo dayı, ben Suat abiyi (polisi kastediyor) aradım, böyle böyle haber verdim şimdi. Birazdan ekip gönderecek oraya tamam S.T: Tamam yıkıp döküyorlar ya X: He şey gönderdim geliyor geliyor. Suat abiyi aradım. Baksana bizde herhangi bir şey var mı S.T: Yok X: İyi tamam çok şükür tamam hadi görüşürüz dayı Suat abi (GÖRÜŞME KESİLİYOR) Halkın Hukuk Bürosu avukatları ise bu tapelerin polis-çete işbirliğinin yalnızca polisin çeteleri izleyip faaliyetlerine göz yummasıyla sınırlı olmadığını; polisin çetelerle ahbap-çavuş ilişkisi geliştirdiğini ve onların hamiliğini yaptığını, onlara kol kanat gerdiğini, hatta açıktan destek verdiğini açıkça ortaya koyduğunu vurguladılar. 15 Eylül’de Kartal Anadolu Adliyesi’nde görülecek üçüncü duruşmada Ali isimli polis memurunun deşifre edilmesini isteyeceklerini duyurdu. ANF-Zeynep KURAY’ın haberinden özetlenmiştir
Karşı Gazete’ye polis baskını
Grevin acısını çıkartıyorlar!
B
Ş
asılı yayına son verdikten sonra yoluna; www.karsigazete.com adlı internet sitesinden devam eden Karşı Gazetesi, 17, 25 Aralık soruşturmalarıyla ilgili “Hani o ses kayıtları montajdı” başlığıyla bir haber yayınladığı için polis baskınına uğradı. Polis “Bu haberi yayından kaldırmazsanız, TİB yarın sitenizi kapatacak. Bir haber için siteniz kapanmasın” diyerek yapılan baskının hukuki olmaktan çok siyasi olduğunu ifade etmiş oldu. Gazeteciler, polisin teklifini kabul etmeyince, polisler ofiste şahsi ve kurumsal bütün bilgisayarlara el koydu. Arama kararında yer almadığı halde, çalışanların cep telefonlarını topladı. Sonra da çalışanların ofise giriş çıkış-
ları yasaklandı. karşigazete.com baskınla ilgili yayınladığı bildiride “Adaleti Kaldırma Planı’nın bir parçası olan maşalar ‘kaldırın o haberleri’ diye bize baskı yapıyorlar. Hayır kaldırmayacağız. Siz bu ülkenin üzerinden totoliter baskınızı kaldırmadan, biz o haberleri kaldırmayacağız. Dahası yenilerini de koyacağız” dediler. Karşı Gazete’ye yönelik operasyonu yürüten bölüm, Basın Suçları Bürosu değil Terör ve Örgütlü Suçlar Soruşturma Bürosu olması bir hayli dikkat çekici. Üstelik soruşturmayı yürüten savcı da kamuoyunun yakından tanıdığı bir kişi: 25 Aralık soruşturmasına takipsizlik veren savcı İsmail Uçar. Karşı Gazete yapılan polis baskınını kınıyoruz. İS Haber
işecam’a ait Camiş Madencilik A.Ş.’ye bağlı Bilecik Fabrikası’nda, Kristal-İş sendikasına üye olan işçilerden sekizi sendikal nedenle işten çıkarıldı. İşten çıkartılan işçiler, sendikal örgütlenmeye öncülük eden işçilerdir. Şişecam’a bağlı tüm cam fabrikalarında Kristal-İş Sendikası yetkili olmasına rağmen, Camiş Madencilik yönetiminin işçi çıkartmaya yönelmesi, patronun sendikal örgütlenme karşısındaki gerçek fikrini ortaya koyuyor. Öte yandan Şişecam’a ait 10 fabrikada 5 bin 800 işçi adına toplusözleşme imzalayan Kristal-İş Sendikası karşısında patronun işçi çıkartabilecek gücü kendinde görmesi, ayrıca üzerinde düşünülmesi gereken bir durum sayılır.
Sendika genel merkezinden yapılan açıklamada, işverene yasalar hatırlatılmakta, sendikal örgütlenmenin Anayasal hak olduğunun altı çizilmekte, sendikal faaliyeti engellemenin suç olduğu tekrarlanmaktadır. Bütün bu sayılanlar, patronun da iyi bildiği yasa maddeleridir. Şişecam patronu bilerek işçi çıkartmıştır ve hedefinde greve çıkan işçiler ve yeni fabrikalarda sendikaya üye olmak için çabalayan mücadeleci işçiler vardır. Sendika genel merkezi basın açıklamasında ifade ettiği gibi samimiyse, sadece basın açıklaması yapmakla kendini sınırlamaz, fiili eylemle gücünü gösterir. Gücünü tahkim eder ve böylece gelecekteki işçi çıkartmalarının da önünü kesmiş olur. İS Haber
İşçilerin Sesi
Ekim 2014/31
13
Eylül’de iyileştirme, Ocak’ta zam istiyoruz!
D
aha önce yıl ortasında iyileştirme yapılacağı söylenmişti. Yılbaşından önce zam verileceğini açıkladılar. Bundan sonra 9’uncu ayda zam yapılacağını söylüyorlar. Gerekçeleri de yılbaşında zam yapıldığında şirketin hesaplarında karışıklık olması. Maliyet hesaplamasında yeni yılda rahat edebilmek için 3 ay önceden zam yapılmasını öngörmüşler. Zam oranlarının yüzde 2 ile 4 arasında olacağını açıkladılar. İyileştirme zammı yapacaklarını söylemişlerdi ancak bundan vazgeçtiler. Bunun gerekçesi ise, ücretlerin bundan sonra gerçek rakamdan bordroda gösterilmesi olarak açıklıyorlar. Bir de hükümet propagandası yaptılar: İstikrarsızlık sebebiyle asgari ücretten bordro yapmışlar. Bu hükümet 12 yıldır iktidarda olduğu için artık kriz beklemiyorlar ve bu nedenle de ücretleri gerçek rakamlar üzerinden sigortaya ve vergi dairesine bildireceklermiş! Bütün bunlar palavra! Ücretlerin gerçek rakamlar üzerinden yatırılmasının nedeni işçilerin topluca bordroları imzalamaması ve gerçek ücretler üzerinden bordroların düzenlenmesini istemeleridir. Bu eylem patronu özellikle ihracat yapılan Alman şirkete karşı zor durumda bırakmış. İşçiler bordro imzalamıyorsa, burada bir sorun var demişler ve bunu patron da Almanlara izah edememiş. Bordroları imzalamamayı, “gönül bağımızdan şüpheniz var” diye yorumlamışlar. Dün “bir aileyiz” diyorlardı, şimdi
“gönül bağına” kadar geldik… Ayrıca, bir işçi arkadaşımızın da noterden konuyla ilgili olarak “maaşımı gerçek ücretten yatırmazsanız dava açarım” diyerek ihtar çekmesi oldu. Böylece, işyerinin tamamında hak arama fikri oluştu. Tabii bunun bir öncesi ise, Ocak zamları sebebiyle yaşanan eylemlerin etkisiyle bu değişiklikler olmakta. Bir de fabrika bülteninin etkisinden söz edebiliriz ki, 4 ay aradan sonra çıkan bültende yazılan işçi taleplerinin neredeyse tamamı işverence yerine getirildi veya yerine getirilmesi yönünde adımlar atıldı. Zamlara gelince: Yüzde 2-4 arasındaki zam teklifine işçilerden tepki büyük. İşçiler, bu zammı şimdi yapmayın, yılbaşında yapın düzgün zam yapın, dediler. Patronun buna cevabı hazır: İşçiler hemen zam istiyor! Evet, zam bekliyoruz ve hemen istiyoruz ama bunu yılbaşı zammı yerine istemiyoruz. Zammı kabul ettirmek için ise, bütün bölümlerde yapılan toplantılarda “küçülmeye gidiyoruz” edebiyatını kullanıyorlar. İşçileri, işten çıkartmakla tehdit ediyorlar. İşsizlikle korkutup düşük zamma ikna etmeye çalışıyorlar. Örneğin modelhaneyi fason atölyelerinden aynı işleri daha ucuza ve daha hızlı diktiklerini söyleyerek tehdit ettiler. Atölye işçilerinin yemek paydosu olmadan 14 saat çalışmış olmasını bize övüyor. Oysa kendisi de biliyor ki, atölyenin işleri her zaman tamir görür. Tüm gayeleri ücretlerin gerçek rakamlar üzerinden
yatırmanın işverene yıkacağı maliyeti işçinin sırtından çıkartmaktır. İlk çıkış sinyali verildi Bölümlerdeki toplantılarının ardından iki işçi toplantı odasına çağrıldı. Küçülmeye gidiyoruz diyerek maliyetleri gerekçe gösterip çıkışlarının verildiği söylendi. Eşli çalışanlar arasında yapılan kıyaslamada, az iş çıkartanı işten çıkartmaya karar vermişler! Bu çıkışta nedense hep hakkını arayan işçiler oluyor. Nitekim tazminatların hesaplanması sırasında da bu görüldü. Patronun hesaplamasında yemek ve yol ücreti ilave edilmemişti; ihbarı vermemek için de bir işçiye ihbar süresince çalışması teklif edildi. Her iki işçi de hem hesaplamalarını işverenden farklı yaptılar ve 2 gün doktor raporu aldılar. Hesaplamalar karşılaştırıldığında bir işçi de 3 bin lira diğerinde 9 bin lira fark çıktı. Sonuçta onların dediği gibi değil, işçilerin hesapladığı gibi ödeme yapmak zorunda kaldılar. Son bir yıla baktığımızda adım adım işçilerin mücadeleye giriştiğine tanık olduk ve her mücadeleden de işçiler için belirli kazanımlar elde edilerek çıktılar. Neredeyse her gün işçilerin lehine yeni gelişmeler oldu. Olumlu gelişmelerin tamamı topluca hareket etmemizin sayesinde mümkün oldu. Eğer biraz daha örgütlü olunabilse, başka da haklar alabilmek mümkün. Şimdi yapılması gereken bu örgütlenmeyi başarabilmekte. Murat
Hava-İş, kendini yönetemez halde
A
ralık ayındaki genel kurulun oluşan azınlık yönetimi, işverenin desteği ile genel merkez koltuklarını işgal etmiş olsa da, 9 ay içinde çalışanlar için olumlu tek bir adım atmadı. Uçuş ve Teknik AŞ delege seçimlerini kazamayan bir listenin yönetime seçilmiş olması, normal koşullarda mümkün olamazdı. Ancak Hamdi Topçu yönetiminin delegeler üzerinde kurduğu baskının sonucunda, bugünkü azınlık yönetimi ortaya çıktı. Yönetim Kurulu, şirket yönetiminin kararlarına itiraz edebilecek kadar kendine güvenli olmadığı gibi, itiraz etse bile peşinden gidecek işçi bulmasının olanaksız olduğunun bilincinde olduğu için, bir eylem kararı da alamamaktadır. İşçilerin gözünde hiçbir itibarı olmayan sendika yönetiminin işyeri ziyareti yapmakta güçlük çekmesi gibi, işyerlerinde temsilci bulmakta da sıkıntılı olduğunu söy-
leyebiliriz. Hiçbir çalışan, sendikanın yükünü çekmek istemediği için temsilci de olmak istemiyor. Temsilci olanlar ise, sendikaya kefil olmuyor. Teknik AŞ’de çalışma düzenini tek taraflı değiştiren işveren karşısında etkili bir sendikal politika geliştiremeyen sendika yönetiminin kendi içinde de çelişkileri olduğu kamuoyuna yansıyan bir bilgi. Bazı sendika yöneticileri toplantılara çağrılmaz, toplantı günü, yeri ve saati iletilmezken, 60 yakın temsilciden yarısından azı sendikanın toplantılarına icabet etmekte. Bu toplantılar ise, işçinin görüşünü almak, önerileri dinlemekten çok, sendikacıların kesintisiz konuşmasıyla geçiyor. Genel başkan ise ortalıkta gözükmüyor. Teknik AŞ’ye dayatılan yeni çalışma saatleriyle ilgili sendikanın THY yönetimiyle yaptığı toplantılardan çalışanlar lehine bir karar çıkmadı. Yani işveren sendikayı takmadı. An-
cak sendika bu durumu üyelerine bildirirken, eski çalışma saatlerine dönüleceği (yanlış) bilgisini verdi. THY yönetimi ise, hemen bu açıklamayı reddetti ve vardiya saatlerine ilişkin yapılan değişikliklerin yürürlükte olduğunun altını çizdi. Öte yandan, Teknik AŞ’de devam eden işkolu tespit davasının 3. Duruşması Ekim ayında yapılacak. Bu davanın bilirkişi raporu ikiye bir (3 üyeli) yetkiyi taşımacılık işkoluna, yani Hava-İş’e vermiş olsa da, mahkemenin hangi yönde kesin karar vereceği bilinmiyor. THY çalışanları bu sendikayla yeni toplu sözleşme sürecine nasıl girecekleri bilmiyorlar; çok sayıda hakkın ellerinden gidebileceğini öngörüyorlar. Bu öngörüye rağmen bir hazırlık da yapılmıyor. Oysaki, gelecek döneme dair öngörüler olumsuz ise, bugünden hazırlık yapmaktan başka çıkış yolu bulunmuyor. Serdar
Maden ocağı cezaevine dönüştürüldü TTK Üzülmez Müessese Müdürlüğü, toplam bin 800 madencinin 3 vardiya halinde çalıştığı maden ocağında üretimi artırmaya yönelik tedbirler kapsamında, işçilerin ocaktan erken çıkmasını önlemek için 2011’de kilit uygulaması başlattı. Madenci ocağa girdikten sonra asansör çıkış kapılarının üzerlerine kilitlenmesi tepkilere yol açtı. Madenciler, ocaktan çıkmama eylemleri yaparak uygulamaya tepki gösterdi. GMİS’in, maden işçileriyle yaptığı eylem ve açıklamalara rağmen maden ocağında kilit uygulaması sürüyor.
Deva işçi atıyor İlaç sektöründe Türkiye’de ilk beşe giren deva holding 24 işçi, sendikaya üye oldukları için işten çıkarıldı. Deva Holding,1984’ten 2010’a kadar Petrol İş Sendikası ile toplu iş sözleşmesi yapıyordu. Bu tarihten sonra yetki sorunu yaşanmasına rağmen toplu iş sözleşmesi yetkisiz yapılıyordu. Sendika Çerkezköy’deki fabrikada tekrardan sendikal örgütlenme başlattı. İlk etapta 5 işçi işten atıldı. Direnen işçilerin ziyaretine gelen işçilerinde işten atılmasıyla atılan işçi sayısı 24’de çıktı. Patronun işçileri işten çıkarma gerekçesi ise, yönetim hakkında kara propaganda yapmakmış. Patron işçilerin birbirlerini görmesini engellemek için branda çekti.
Hayatını kaybeden işçi için eylem Eskişehir’de Türkiye lokomotif ve motor sanayi A.Ş’de bir iş cinayet daha yaşandı. İş cinayetini çalışan arkadaşları protesto etti. Protesto gösterisine bir çok sendika ve meslek odaları da destek verdi. Yaşanan iş cinayetinde yine aynı hikâye, gerekli iş sağlığı ve iş güvenliği önlemlerin alınmaması ve taşeron şirket… Birleşik Taşımacılık Sendikası Şube başkanı “ne yazık ki geçen sürede AKP hükümeti işçi sağlığı ve güvenliği için tetbirler almayı, denetimleri arttırmayı, katliamların sorumluların en ağır şekilde cezalandırılması değil, unutturmayı, kanıksatmayı ve sömürü çarkının devamını sağlamayı ilke edinmiştir” dedi. Derleyen Ufuk ALİBEY
14
İşçilerin Sesi
Bilinçli olmak şart!
İ
İdare toplantı yaptı. Artık her şey yasalara uygun olacak, maaşlar brüt üzerinden yatacak, bütün kesintiler de bordroya yansıyacak dedi. Konuyla ilgili bölüm bölüm işçilere eğitimler verildi. İçerde çalışan muhasebeci yokmuş gibi dışarıdan muhasebeci çağrıldı. Her toplantıda yasalardan bahsediyorlar. İşyeri yasalara uygun çalışıyorsa kadın işçileri neden 12 saat gece vardiyasında çalıştırıyorlar? İzin alıp gelmediğimiz günün mesai ücretinden neden kesiyorlar? Yıllardır bordrolarımızı gerçek ücretten göstermeyip sigortalarımızı neden asgari ücretten yatırdıkları gibi sorular bu toplantılarda cevaplanmadı. İş yerinde bugüne kadar o kadar çok yasa dışı iş yapıldı ki, sadece patronun yasaları uygulandı. Yalakalar da patrona yaranmak için elinden geleni yapıyor. Yeni sistemi daha iyi bilen bir muhasebeciyi getirmişler. O da toplantıda kim soru sorarsa hemen azarlıyor azarlamakla da kalmıyor gidip işçiyi patrona şikayet ediyor. Patron da bu işçinin kim olduğunu öğrenmek için muhasebeden soru soran işçinin resmini bile istemiş. İşçi bilinçli soru sorunca patronu çok tedirgin etti. İş yerinde bilinçli işçi nerdeyse yok denecek kadar az. Bu da patronun işine geliyor. İşçi bol bol çalışsın hak aramasın istiyor. Bayramlarda 30 lira kurban parası veriyordu bu yıl onu da vermedi. Yarım maaş ikramiye veriliyor ama senesi dolmayanlar alamıyor. Çikolatanın kilosuna ayda bir zam geliyor. Patron zenginleştikçe cimrileşiyor. Yeni bir fabrika yaptırdı her şey son sistem. Bina çok büyük. Bunları yapınca parası var ama işçiye yarım ikramiye parası yok! Patron çıkarlarını ne kadar koruyorsa biz de birlik olup haklarımızı arayalım. Bir işçi patronu bu kadar tedirgin ediyorsa 500 işçi birlik olursa o zaman patron kendi resmine bakıp durur. Gül KEMERLİ
Ekim 2014/31
Somalı Madenci, banka kıskacında
M
anisa’nın Soma ilçesinde madenciler, 13 Mayıs 2014’te, 301 işçinin hayatını kaybettiği faciadan sonra ertelenen kredi borçlarının üç aylık gecikme faiziyle birlikte istenmesini protesto etmek için yürüyüş yaptılar. Bir grup işçi, Beşyol madenci heykeli önünden yürüyerek bankaların önüne bozuk para attı. İşçiler adına açıklama yapan Eren Malkoç şunları söyledi: “Madenciler ve ailelerinin burada toplanmalarının nedeni, bankaların kredi ve kredi kartlarını üç ay erteleyip üç ayın sonunda toplu ödeme şekliyle geri istemeleri ve faiz uygulamasıdır. 13 Mayıs, kara gün olarak Somamıza ve tüm dünyaya büyük bir acı yaşattı ama bu acılar henüz daha bitmemişken bizleri, bazı konular ve bazı olumsuz olaylarla baş başa bıraktılar. Bu hem maddi hem de manevi olarak bizi ikilem içerisinde bırakmalarıdır. Bizler yerin derinliklerinde, bir avuç kömür için bir ömür verenleriz ama bu söz artık yerin derinliklerinde kalmayıp yerin üstündekiler de canımızı yakmaya başlamıştır. Bugünkü konumda 301 madenci şehidi vermiş Somamızda OHAL bölgesi ilan edilmesini istiyor ve bununla ilgili acil bir şekilde burada yaşayan halkın, vergiden muaf ve kredi
borçlarının silinmesini talep ediyoruz. Soma, bir emekçi şehri. Soma’da yaşayan biz emekçiler, kıt kanaat geçimini sağlayan kişileriz. Bizler halen daha facianın psikolojik sorunlarını atlatamazken bizleri bir de bankaların yaratmış olduğu bu sorun daha da kötüye sürüklemektedir. Burada en çok mağdur olan taraf biz madencilerdik ama görünen o ki bizden daha çok mağdur olan taraf bankalarmış. Biz mağdur olduğumuz halde kendi aramızda toplamış olduğumuz bir miktar parayı bankaya bağışlayıp mağduriyetini gidermesi için huzurlarınızda bankaya teslim ediyoruz. Sayın devlet büyüklerinden de bu olayı dikkate almalarını istiyor, aksi takdirde yakın zaman içersinde düzelmezse, bizleri kaosun içinde yalnız bırakırlarsa daha büyük ve daha kalabalık kitleyle Ankara’ya yürüyeceğimizi buradan duyurmak istiyoruz.” İşçilerin eylemine CHP Milletvekili Özel de destek verdi. Özel yaptığı konuşmada “Soma daha önce tarımı bitirilmiş, sanayi yatırımları yapılmamış, madenlere mahkûm bırakılmış, madende alın teri sökülmüş olan emekçilerin kenti olarak madenlere bağımlıdır. Somanın esnafı da, Soma’nın her kademesinde çalışan memuru da, Soma’daki herkesin aslında her biri de madencidir. Bugün
görülüyor ki Soma’nın Somalıdan başka, madencinin de madenciden başka dostu yoktur. 13 Mayıs’ta ülke ve dünya büyük bir yasa büründüğünde herkes söz veriyordu. Özel bankalar kredileri erteleme, şehitlerimizin ailelerinin borcunu silme ve bütün madencilerimizin borçlarını faizsiz öteleme yarışına girmişti. Devlet bankaları bundan geri kalmadı ama bugün geldiğimiz noktada görüyoruz ki özel bankalar ve hepimizin gururu olması gerekirken her bir tuğlasında bu ülkede yaşamış herkesin alın teri olan, hakkı hukuku olan Ziraat Bankası da madenciye ötelediği borçları, faiziyle geri istemektedir. Bu bize iki şey gösteriyor. Bir, özel bankalar ki kapitalist sistemin, sömürünün en vahşi örneklerinden birinin Türkiye’de tüketici kredilerinde, kredi kartlarında, esnaf kardeşlerimize uyguladıkları ticari kredilerin acımasız faizlerinde göstermiştir. Bugün de kan emiciliklerini madenciler üzerinde göstermektedir. İkinci nokta, devleti yönetenlerin gerek Ziraat Bankası gerekse bankacılık sistemiyle o acımasız sistemle yüz yüze bırakması, sahip çıkmamasıdır” dedi. Soma’da 301 madencinin hayatını kaybettiği facianın ardından, bankalar, Somalı işçilerin kullandığı kredilerin 3 ay boyunca erteleyeceğini ve faiz borcu almayacaklarını açıklamıştı. İS Haber
lar çalıştırılıyor ve zamanla yeni işçiler alınmasıyla tamamen kadrolu çalışma olacak deniliyor. Yeni işçi alma biçimi olarak İŞKUR yoluyla veya gazeteye ilan verilerek değil de, mevcut çalışan işçilerin çevrelerinde tanıdıklarını getirip iş için başvuru yaptırmaları istendi, şirkete işçi alımı devamlı böyle yapıyor, çünkü yakını tarafından getirilen işçiye getiren işçi kefil oluyor, bir nevi emanet edilmiş olunuyor ki
çalışanlar birbirlerini denetlesinler, böylece davranışları , çalışmaları oto kontrol altında tutuluyor. Yeni giren işçiye AGİ dahil 1000 tl maaş veriliyor, bu maaş ve çalışma şartlarını gören işiçi, ya başvurmaktan vaz geçiyor yada kısa çalışıp istifa ediyor, çünkü yapılan işin ağırlığı, yoğunluğu ve çalışma saatlerinin fazla olması buna karşılık ay sonunda mesai ücretiyle birlikte alınan ücret emeğin karşılığı olmuyor. Ufuk
Sütaş işçileriyle İş çok, ücret az, işçi aranıyor! dayanışmaya Sendikaya üye oldukları için işten atılan Sütaş işçileri eylemlerini sürdüyor. Ataşehir’deki Sütaş Genel Müdürlüğü önünde yaptıkları basın açıklamasının ardından İstiklal Caddesi’nde bildiri dağıtarak, kamuoyunu Sütaş ürünlerini boykoto çağırdılar. Eski TÜSİAD Başkanı Sütaş işvereni TekGıda-İş Sendikası’na üye olduğu için 56 işçiyi işten çıkartmıştı. İS Haber
İ
şyerimizde işlerin ağırlığı ve yoğunluğu nedeniyle çalışan işçilerin beden rahatsızlıkları artmaya başladı, hastaneye gitmeler istirahat almalar çoğaldı, işçiler de huzursuzluk artmaya başladı ve az sayıda da olsa işten istifa etmeler oldu, 9-10 kişilik taşeronla durum kotarılmaya çalışıldı ama yine olmadı, bu durum patron tarafından işlerin yavaşlaması aksaması olarak değerlendirilmiş olacak ki, taşeron dan vazgeçildi, ama hala taşeron-
İşçilerin Sesi
Ekim 2014/31
15
Anneler ve kızlar arasındaki bağı koparmak... “Annemle Konuşmalar”ı annesiyle ilişkisinden yola çıkarak, kadınlar arasındaki bağları, kadınlık durumunun yine kadınlar tarafından nasıl nesilden nesile aktarıldığını anlatıyor.
Ş
öhret Baltaş son kitabını konuştuk. Röportaj da aynı kitapta olduğu gibi özelden genele, gündelik yaşamlarımızdan kadınlık hatta erkeklik hallerine, gelenekten günümüz politikalarına ve daha çok sohbet tadında ilerledi.
Bir taraftan özel alan politiktir diyoruz diğer taraftan feminist yazının sanki erkeklere kapalı bir yazın olduğu gibi bir algı var. En entelektüel erkeklerde bile onu görüyoruz. Bu kitabı okuduğumda bir yandan erkekler tarafından da okunması gerektiği de hissettim. Evet. Bence de okunması gerekiyor. Ama evet şöyle tepkiler oldu, benim ilk romanımı çok beğenip okuyan birçok erkek tanıdığım, “ha onu mu yazdın, ama sen şimdi kadınlık durumunu anlatmışsındır” gibi şeyler söylediler. Ama mesela benim için çok önemlidir bu, ablamın oğlu, yeğenim Özgür, okudu ve dedi ki, “teyze ben hayatımda hiçbir kitabı bu kadar çabuk bitirmedim, belki de hani tanık da olduğum şeyler olduğu için de olabilir ama muhteşem yazmışsın, ben şimdi seni daha iyi anlıyorum” dedi. Bu benim için çok önemliydi. Çünkü hakikaten bence erkekler bütün feminist yazını, bütün feminist yazını okumalı. Çünkü birbirimizle hakikaten dünyadan ve Mars’tan gibi insanlar gibi konuşuyoruz aslında çoğu kez. Yani belki bizim aklın temsil ettiği şeyleri daha fazla içselleştirmemiz gerekiyor olabilir, erkeklerin de daha fazla sezgiyle, duyguyla ilgili şeyleri daha fazla içselleştirmesi gerekiyor olabilir. Ama bunun için tabi belki de en başta bütün o aradaki iktidar ilişkilerinin, egemenlik ilişkilerinin yıkılmış olduğu bir dünyayı varsaymak gerekiyor. Bir taraftan da senin yolcuğun ben de dahil çevremdeki neredeyse her kadını anlatıyorsun kitapta. Suçluluk duygumuz, annemizden öğrendiğimiz kendine değer vermeme hali, “bu şehirdeki” yeni edindiğimiz roller gibi… Açıkçası arada kendim de sıkıştığımı hissediyorum bu roller arasında… Bu durumla mücadele yolunuz var mı? Nasıl bulacağız? Evet zor. Yani ben şeyi görüyorum, herkes bence kendi yolunu kendi icat edecek. Ben mesela, yani bu biraz tabi kendi kişisel tarihimle de ilgili ilk kızımı doğurduğumda daha aktif politika yapıyordum, yani sosyalist sınıf politikası içindeydim ve o dönem hep sendikaya git, toplantıya git, kızım hep o koşuşturmada büyüdü. Bir
yandan da çalışıyordum. Ve o dönem benim durumumda olan bazılarının çocuklarıyla daha, nasıl diyeyim, kayıtsız bir ilişki kurduklarını görüyordum. Yani diyorlardı ki, “biz politika yapıyoruz, kadınız, şu kadar rolümüz var, yani çocuk da birazcık da ilgisiz büyüse de olur” gibi bir kurtuluş yolu bulmuşlardı. Bunu deneyebilir miyim diye düşündüm, olmadı. Çünkü benim kişisel hikayemde, annem çok doğal bir kadındı ve bizim için yaptıklarını hiç öyle “yapmam gerekiyor” diye yapmıyordu. Gerçekten de biz eve gittiğimizde bizi sevgisiyle, şefkatiyle, varlığıyla öyle bir dolduruyordu ki… Benim hala burnumdadır yani onun yaptığı patlıcan kızartmasının kokusu gibi şeyler. Benim de annemde uyumak var mesela, hiçbir yerde onda uyuduğum gibi uyuyamam, herhalde de uyuyamayacağım bundan sonra. Hah! Yani uyuduğun anda televizyonun karşısında veya için geçtiği anda mutlaka bilirsin ki üstüne bir örtü örtülür, yani bu garantidir. Sonra başka kimse örtü örtmez insanın üstüne. Bir grup arkadaşım da çocuklarını büyütürken onlarla, nasıl denir, daha entelektüel bir ilişki kurduklarını gözlemlerim. Her şeyi iknayla anlatma, demokratik bir ilişki kurma filan gibi… Şimdi bunu da çok beceremediğimi fark ettim. Zaman zaman öfkeleniyorum, bağırıyorum, kızıyorum, sonra da suçluluk duyuyorum. “Ben aydın bir insanım, bilinçli bir insanım, işte ben böyle bir anne olmamalıyım” diye kendimi suçluyorum. Sonra baktım ki yapamıyorum ve kendi haline bırakmaya karar verdim. Poposuna iki tane vurmaktan bir şey olmaz, çocuk travma da geçirmez, bir şey olmaz, yani benim onu sevdiğimi biliyor, zaman zaman bağırırım, zaman zaman kızarım, zaman zaman da çok güzel sohbet ederiz. Bir yandan böyle bir karar verdim. Öte hani böyle fast-food filan beslenmelerle işlerimi azaltamayacağımı gördüm. Yani yapamayacağımı düşündüm. Esasında “kabullendin” anlamına geliyor bu galiba. Evet. Ondan sonra da koştur koştur babam koştur, yemek de yap, bilmem neyi de yap… Aslında hayat böyle geçti. Ben kendime bazı şeyleri kolaylaştırmayı çok geç öğrendim, daha fazla sorumluluk vermeyi, daha fazla evdeki işlerden yakamı sıyırmayı… “Ben yazıyorum, bitti tamam, odama kapanıyorum, yazıyorum, ne
Şöhret Baltaş
halt ediyorsanız edin” demeyi daha geç öğrendim. Bunun bir yöntemi galiba yok. Şimdi mümkün olduğu kadar işin ucundan tutmaya çalışan eşitlikçi olduğunu söyleyen erkeklerle beraberiz ama bir yandan hepimiz şunu çok iyi biliyoruz ki ne kadar böyle erkekler olursa olsun sonuçta hayatı biz organize ediyoruz. Yani o her zaman yardımcı konumunda oluyor. Yardımcı erkek oyuncu… Yardımcı erkek konumunda oluyor. Bu yüzden de mümkün olduğu kadar kendini korumaya çalışıyorsun, bazen krizler geçiriyorsun, bağırıyorsun, çağırıyorsun, öfkeleniyorsun, bazen kabulleniyorsun… Yani ben şöyle diyorum, bizim hepimizin iki tane kimliği var sanki, bir yanımız, işte şunun şurasında ortalama 70 yıl yaşayacağımız bir ölümlü kimliği, fani bir insan kimliği ve çeşitli ihtiyaçları olan; sevme, sevilme, aşık olma, nefret etme, öfkelenme gibi çeşitli ihtiyaçları olan, öte yanımız da bilincine vardığımız tarihin bize yüklediği misyonu yerine getirmeye çalışan özneler olma kimliği. Bu iki kimlik çoğu kez birbiriyle çatışıyor ve zaman zaman çatışarak, zaman zaman çelişerek ama zaman zaman da uyumlu hale getirmek için uğraşarak böyle böyle yaşıyoruz. Yani bunun bir yolu yok. Bana göre ya da herkesin yolu kendine göre. Bir de anneler ve kızlar arasındaki bağdan bahsediyorsun kitapta… Göbek bağı olduğundan… Esasında bu kadın kimliğimizi oluşturan önemli unsurlardan biri de bu. Bu göbek bağını koparmalı mıyız? Koparmalıyız. Hem kız evlat olarak koparmalıyız annemize karşı, hem de eğer bir kız yetiştiriyorsak
mutlaka koparmalıyız anne olarak. Çünkü kendi yansımamızı gördüğümüz, ya da kendi yansımamız yapmaya çalıştığımız bir kimliğin bağımsız ve özgür olarak kendi yolunu çizmesini beklemek ham hayal. Zaten erkek çocukla anne arasında böyle bir göbek bağı yok çünkü anne doğurduğu erkek çocukla zaten böyle bir göbek bağı tesis etmiyor. Aşağı yukarı bir üç dört yaşına kadar koyun koyuna yaşıyorlar, kucak kucağa yaşıyorlar ama ondan sonra çocuk anaokuluna ya da ilkokula gitmeye başladığı andan itibaren zaten anne şunu kabulleniyor, bu oğlan çocuktur, erkek çocuktur, bağımsız olması gerekir, ana kuzusu olmasın, hanımevladı olmasın, gitsin bensiz, bana bağımlı olmadan hayatını yaşasın. Büyüyünce de zaten bu giderek artıyor. Ama kız çocuktan tam tersini bekliyoruz. Kız çocuk bizim gibi olsun, bizim yanımızda olsun, çarşıya pazara birlikte gidelim, birlikte sohbet edelim, dertleşelim, onun kendi hayatı bizim hayatımızla örtüşsün, iç içe geçsin, zaman zaman öyle olsun ki aynaya baktığımızda o beni, ben onu göreyim… Yani böyle bakıyoruz. İster istemez. Çatışmanın bence ana kaynağı da bu. Çünkü kız çocuk ergenlik çağına giresiye kadar bunu kısmen kabulleniyor, zaten gözüne de batmıyor. Ama ne zaman ki ergenlik çağına giriyor ve kendisi bir birey olma ihtiyacıyla yanıp tutuşmaya başlıyor, orada işte anneyi karşısında engel olarak görmeye başlıyor. Hissediyor bunu, seziyor. Çünkü biz ona anne olarak, kız çocuğu yetişkin bir birey olmaya giderken bile aslında bizden kopmamasını öneriyoruz. Bizim dediğimiz gibi, diyelim bu dönemden konuşuyoruz, kız çocukların sevgilisi olması kısmen normal, ama gene de bize anlatsın, bizim nasihatlerimizi dinlesin, “aa ben böyle yapmamıştım ama” dediğimizde bizim gibi davransın, bunları bekliyoruz. Ve kız çocuk zaten rol model olarak hemcinsini örnek almak durumunda olduğu için, anneyi örnek almak durumunda olduğu için bizim onun üzerindeki bağlayıcılığımız ve etkimiz çok daha fazla oluyor. Ama erkek çocuk rol model olarak babayı alıyor. Dolayısıyla onun herhangi bir bağımlılık tesis etmesi olasılık dışı. Ama kız çocuk, yani hakikaten onu serbest bırakmamız, hatta onu daha da çok serbest bırakmamız gerekiyor. Gitsin ve hayatını yaşasın, hayatını bulsun, kim olduğunu bulsun, bizden bağımsız olarak.
Aslı SARIOĞLU
İşçilerin Sesi
Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!
Ekim Devrimi güncelliğini koruyor
2
0. yüzyıla girildiğinde Rusya İmparatorluğu ısrarlı olarak uyguladığı otokratik rejim yüzünden ve bünyesinde barındırdığı farklı ulusların maruz kaldığı baskılardan ötürü uluslar hapishanesi olarak adlandırılmaktadır. Rusya Rus-Japon Savaşı ile askeri olarak büyük darbe almış, iç siyasi hayatta da 1905 Devrimi ile büyük altüst oluşlar yaşar. Kırılgan bir ekonomisi olan Çarlık rejimi I. Dünya Savaşına girecek ve uzun süren savaşın etkisi cephedeki askerler başta olmak üzere tüm halk tarafından hissedilecektir. Sonunda bu rahatsızlıklar 1917 yılının ilk aylarında Şubat Devrimi olarak adlandırılan olaylarla patlak verir ve Çarlık rejimi devrilir. Rusya’da Şubat Devrimi ve İkili İktidar süreci Çarlık Rusyası, girdiği savaşında yarattığı koşullar ve etkisiyle hızlı bir devrimci durumun eşiğine doğru yaklaşıyordu. Halkın yoksulluğu göze batar bir hale gelmişti. Her türlü mal bulunmazlar listesine giriyordu. En basit ihtiyaçların karşılanması için bile uzun kuyruklara girilmesi gerekiyordu. Son dönemlerde ekmek ve soğuk hava koşullarına rağmen kömür az bulunan mallar listesine girmişti. Gregoryen takvime göre 23 Şubatta (8 Mart), kadın işçiler Dünya Emekçi Kadınlar Günü Kutlama hazırlıklarını genel grev kararı ile biçimlendirdiler. Kadın işçiler “ekmek” sloganını haykırarak sokaklar döküldüler. Kısa zamanda bu sloganın yanına “Kahrolsun diktatörlük” sloganı da atılmaya başlandı. 25 Şubata gelindiğinde olaylar artarak devam etti. Ağır makinelilerle donanmış olan polislerle yaşanan çatışmalar sonucu 40-50 kadar işçi öldürüldü. 27 Şubatta ise Çarlık ordusunun bazı bölükleri devrim saflarına geçti. Polislerle işçilerin çatışmalarında, ordu silahlarını polislere çevirdi. 2 Martta Çar II. Nikola tacını feragat ederek iktidardan ayrıldı. Böylelikle 350 yıldır süren kanlı ve zorba Çarlık yönetimi yıkılmış oldu. Şubat Devrimi sonrasında ise, Çarlık rejiminden alınan iktidara, kimin geçeceği sorunu vardı. İktidar için iki aday vardı. Biri Çar döneminde de kapanıp açılan Duma yani Meclis ve bu meclisin seçeceği hükümet. Ya da devrimin gerçekleşmesini sağlayan işçi, köylü ve askerlerin iktidarının simgesi olan Sovyetler. Sovyetlerde çoğunluk farklı reformcu ve liberal partilerden etkileniyordu. Bolşeviklerin etkisi çok sınırlıydı. İşçi, Köylü ve Asker Sovyetleri, Şubat devriminde Çarlık rejimini devirmek için harekete geçmişti. Fakat Çarlık yıkılınca görevini tamamladığını düşünerek, iktidarı alma gibi bir girişimde bulunmadı. Ancak, Rusya’daki işçi, köylü ve askerleri yönlendiren, onlara sözünü
dinleten tek iktidar Sovyetlerdi. Devrim sonrasında Sovyetler iradesini ortaya koyamayınca, Duma’daki burjuva partileri Geçici Hükümet kurdular. 1917 Şubat ile Ekim arasındaki 8 ay içinde üç geçici hükümet kuruldu, bir askeri darbe girişimi yaşandı. Burjuva hükümetlere sosyalistlerden de katılanlar oldu ve Sosyalist Devrimci grup liderlerinden Kerensky, başbakanlık görevi bile yaptı. Hükümetler, ne iş, ne toprak ne de barış getirdi. Tutarsız, milliyetçi siyasetleri karşısında ise, işçi ve askerler burjuva iktidarına karşı nasıl bir mücadele sürdüreceklerini Sovyetlerde tartışmaya, aramaya başladılar. Böylece iki ayrı iktidar oluştu: Geçici Hükümet ve Sovyetler. Bu ikililik, Sovyet Devrimine kadar sürdü. Bolşevikler ve Ekim Devrimi Bolşevikler, Şubat Devrimi sonrasında iktidarın, işçi ve asker Sovyetleri tarafından alınmasını savunuyorlardı. Ancak geçici hükümetin kurulmasından sonra Rusya’daki devrimci çevrelerin; Menşevikler, Sosyalist Devrimciler iktidarın Geçici Hükümete verilmesi önerisi yaptılar. O dönemde Lenin yurtdışındaydı ve Bolşeviklerin yönetiminde bulanan birçok kişi de (Stalin bunların arasındadır) bu fikre karşı çıkmadı. Bolşevikler arasında şuna inanlar çoğunluktaydı: Devrimimizin görevi demokratik içeriktedir, burjuvazinin iktidarı alması devrimin görevlerindendir. 1917’de İsviçre’de sürgünde bulanan Lenin Bolşevik Partili militanların bu tutumuna karşı, şunları söylemektedir: “Bizim Bolşevikler bile hükümete bir ölçüde güven gösterdiler. Bu sadece devrimin zehirlenmesiyle açıklanabilir”. Lenin, ünlü Uzaktan Mektuplarını yazdı ve Geçici Hükümeti sert bir dile eleştirdi ve Sovyetlerin önemi üzerinde durdu. Lenin, Nisan’da Rusya’ya geldiğinde, Geçici Hükümet, Sovyetler ve devrimle ilgili fikirlerini Nisan Tezleri adı altında Pravda’da yayınladı. Prav-
da yazı kurulu (Stalin bu kurulda yer alıyordu) Nisan Tezlerini basarken şu notu ekledi: “Lenin genel şeması burjuva demokratik devrimin tamamlandığı ve sosyalist bir devrime geçiş önerdiği için bizce kabul edilmez görünüyor”. Aynı yazı kurulu, Lenin’in gönderdiği mektuplardan da sadece birini yayınlamış, diğerlerini aynı gerekçeyle “sakıncalı” bulup yayınlamamıştı. Lenin bu dönemde Menşevik ve Sosyalist Devrimcilerin yanı sıra birçok Bolşevik tarafından da anarşist olarak nitelendiriliyordu. Ancak Lenin’in ikna gücü olan bir devrimciydi ve parti tabanında güvenilen bir önderdi. sosyalist işçi devrim fikrini savunmaya devam etti ve kısa zamanda parti çoğunluğunu çevresinde toparlamayı başardı. Böylece parti yeniden ve iktidarı Geçici Hükümetten, Sovyetlere devredecek ikinci bir devrem için birleşmiş oldu. Bolşevikler, Rusya’nın sanayi bölgelerinde özelikle de büyük fabrika işçileri arasında etkilerini ve güçlerini artırıyordu. Sendikalarda, fabrika komitelerinde, şehir meclislerinde Temmuza gelindiğinde Bolşevikler, Şubat Devrimine nazaran çoğunluğu elde etmişlerdi. İşçi sınıfının kalelerindeki Bolşevik güç sayesinde geçici hükümetlerin saldırılarına ve Kornilov’un askeri darbesine karşı koymak mümkün oldu. Lenin 13 Eylül’de, işçi kitlelerinin eskiden olduğundan daha çok Bolşeviklere doğru yöneldiğini tespit ediyordu. Ayaklanmanın hazırlanması ve propagandası için Bolşevik grubu “hayatın nabzının attığı ve devrimin kurtuluşunun yattığı fabrikalara ve kışlalara yollamayı” öneriyordu. Partinin dışında olmasına rağmen, Bolşeviklerle paralel bir çizgi izleyen Troçki ve örgütü (4 bin üyeli bir örgüttü), devrim öncesinde Bolşeviklere katıldı. Troçki bu sırada tutukluydu ve Bolşevik parti, Troçki’yi Merkez Komitesine seçti. Petersburg Sovyeti de Troçki’yi Sovyet Başkanlığına getirdi.
Ekim Devrimi ve Proletarya Diktatörlüğünün Kurulması 24 Ekimde Geçici Hükümet Bolşeviklerin gazetesini kapatmaya çalıştı. Troçki’nin önderliğindeki Devrimci Askeri Komite gazeteyi koruma altına aldı. Aynı gün Kışlık Saray kuşatıldı. 25 Ekimde ise Petersburg Sovyet’i şehri ele geçirdi. 26 Ekim sabahı Kışlık Sarayın ele geçirildiği ve Geçici Hükümetin birçok bakanının tutuklandığı haberi geldi. Böylece Tüm Rusya’da İşçi ve Asker Sovyetleri iktidarı almaya başlamış oldu. Ekim 1917’de “Bütün iktidar Sovyetlere” çağrısının gerçeğe dönüşmesiyle, 1871 Paris Komününden sonra, burjuvazinin iktidarına son verilip işçilerin iktidara gelişi gerçekleşmiş oldu. 100 gün süren Paris işçilerinin iktidarıyla karşılaştırıldığında, 1917 işçi devrimi, dünya tarihindeki ilk proletarya devrimi ve proletarya diktatörlüğüdür.
Çıkarmamız Gereken Siyasi Sonuçlar 1. Rusya gibi nüfusun yüzde doksanının köylü olduğu, proletaryanın sınırlı sayıda olduğu bir ülkede, Bolşevikler bir işçi devrimini başarıyla gerçekleştirmişlerdir. 2. İşçi devrimi, demokratik ve sosyalist görevleri yerine getirmeyi üstlenmiş ve devrimin başarısı, Bolşevik tipte bir partinin başarısıyla mümkün olabilmiştir. 3. Devrim, işçi, köylü, asker kitlelerin demokratik bir biçimde oluşturdukları meclisler (Sovyet) sayesinde örgütlü bir kitle hareketiyle gerçekleşmiş, işçi sınıfı bir sınıf olarak iktidarı almıştır. 4. İşçi devrimi, ulusal değil uluslararası bir devrimin parçası olarak gerçekleşmiş, savaşa son vermiş, Rusya’nın işgal ettiği topraklardan geri çekilmiştir. 1919’da III. Enternasyonali kurarak dünya devrimi için mücadele etmiştir. 5. Sovyetler Cumhuriyeti, büyük sermaye ve toprak sahipleri mülksüzleştirilmiş, sanayinin ve tarımın beraberce gelişiminin önündeki kâr engeline son verilerek, dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline gelebilmiştir. 6. Halklar hapishanesi diye adlandırılan Çarlık yıkılınca, farklı uluslar ve azınlıklar özgürleşmiştir. Aynı şekilde, kilisenin egemenliğine son verilmiş, kadınların ezilmesinin önündeki maddi engeller kaldırılmıştır. Bütün bunlardan dolayı, tarihte ilk kez alt sınıflar, iktidarın olanaklarından yararlanmayı başarmış oldular. Bu sayede kendilerini geliştirdiler. Ancak devrim, Rusya ile sınırlı kaldı. Bu ise, devrimin giderek içine kapanmasına, bürokrasinin doğmasına ve yozlaşmaya yol açtı. Devrimin nasıl meydana geldiğini iyice andıktan sonra yozlaşmanın nasıl ortaya çıktığını anlamak mümkün olabilir. İS Haber