Anneler kaybettiklerini arıyor
Hükümetten ayrımcı atak!
Cumartesi Anneleri, 27 Mayıs 1995’ten bu yana her Cumartesi günü Galatasaray Meydanında oturma eylemleri düzenleyerek, gözaltında kaybedilenleri arıyor. › 4
Kız çocuklarının başının 9 yaşında örtülmesi, “ebeveynlerin çocuklarını istedikleri gibi yetiştirme hakları vardır”, “özel alan, aile kararı” denilerek meşrulaştırılamaz. › 6
İşçilerin Sesi
İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır
ISSN: 2147-1568 Kasım 2014 / Sayı 32 Fiyatı: 1.5 TL
“Birleşik Muhalefet” nereye? Gezi İsyanından sonra “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyerek yola koyulan Birleşik Muhalefet Hareketi (BMH), ÖDP’nin bir önerisiydi. Bu öneri, Gezi İsyanından benzer sonuçlar çıkartan ve HDK/HDP içinde yer almayan sosyalist parti ve çevrelerce benimsenerek, toplatı/forumlar yapıldı. Emekçi Hareket Partisi, Red, Odak, Devrimci Hareket, Yeni Yol dergileri sürece katıldı. › 7
HDK 5. Genel Kurul’una giderken ön bilanço... Halkların Demokratik Kongresi (HDK) 15-16 Kasım’da Ankara Kocatepe Kültür Merkezi’nde 5. Olağan Genel Kurul’unu toplayacak. HDK, tüzük gereği biri seçimli olmak üzere yılda iki genel kurul topluyor. 5’inci genel kurulla birlikte 3 yıllık bir dönem geride kalacak. › 7
“Hem nalına hem mıhına” Anayasa Mahkemesi (AYM), 30’un altında işçi çalıştıran iş yerlerinde sendikal nedenlerle işten atılanlara sendikal tazminat verilemez, hükmünü iptal etti. AYM, Bakanlar Kuruluna, genel sağlık veya milli güvenlik gerekçesiyle grevleri erteleyebileceğine yönelik kanun hükmünün de arasında bulunduğu diğer hükümlere ilişkin iptal istemlerini reddetti. › 9
Öldür işçiyi, ver parayı, kapat davayı…
“Rezil düzen” böyle süremez! ›
Bu rezil düzeni onların başına yıkmalıyız Sermaye ve hükümet, işçi sınıfını sahipsiz ve güçsüz bulduğu için sorumlusu oldukları iş cinayetleri karşısında tekrar tekrar ve pişkin pişkin televizyon ekranlarına çıkıp konuşabiliyorlar. Patronlar ve hükümet, işçilerin yoksulluğundan, örgütsüzlüğünden yararlanarak, onları ölüme gönderecek bir siyasal düzen kurmuş bulunuyorlar. Bu rezil düzeni onların başına yıkmalıyız. Yoksa bir bir öleceğiz ve işçi ölümlerini durdurmak mümkün olmayacak! › 2
›
Maden işçisi grevle oyunu bozdu! Geçtiğimiz ay Zonguldak’ta maden işletmeleri kapatılmış ve patronlar gerekçe olarak Torba Yasa’da yer alan ve işçiler için kimi ücret, iş güvenliği ve çalışma saatlerine ilişkin düzenlemeler içeren değişiklikleri bahane etmişlerdi. Patronların bu hamlesine karşı, işçilerin tepkisi gecikmedi ve işçilerin bir günlük eylemleri ve grevi, patronların geri adım atmasına yetti. Soma Madencilik’ten yapılan açıklamaya göre, işçilerin ücretleri ödenmeye devam edecek. › 8
2
İşçilerin Sesi
Biz kimiz? Ne istiyoruz? Ne için mücadele ediyoruz? Bugün dünyaya egemen olan anlayış, sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan ayrımcılıktan uzak yeni xxxxxxxxxxxxx bir toplum olmalı; bu da komünizmdir. Rusya’da 1917 Ekim işçi devriminden kısa bir süre sonra, Doğu Avrupa, Çin ve Küba’da daha en başından itibaren “işçi sınıfı ve komünizm” adına yaşananlar işçi sınıfının çıkarlarından uzak, bürokratik ve yozlaşmış rejim deneyimleri olmuştur. Bu rejimlerle işçi demokrasisinin ve komünizmin doğrudan ilgisi yoktur. Komünizm işçi sınıfı ideolojisidir. Onun tarafından ve dünya seviyesinde inşa edilebilir. İşçilerin Sesi gazetesi, insanlığın kurtuluşu olan komünizmi kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezme-ezilme ilişkisinden ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlar. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını savunur. İşçilerin Sesi gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara, burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır. İşçilerin Sesi gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız demokratik ve şeffaf olmalarını savunur. İşçileri ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişek işçi hareketi eliyle işçilerin öz örgütü haline gelmesine çalışır. İşçilerin Sesi gazetesi işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Tüm işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak enternasyonalist komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir komünist enternasyonalin inşası demektir. İşçilerin Sesi gazetesinin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır. Enternasyonalist komünisttir.
İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi Aylık süreli siyasi yayın Tarih: Kasım 2014 Sayı 32 Baskı: Yön Matbaacılık, Davutpaşa Cad. Güven San. Sitesi B Blok, No 366 Topkapı İstanbul. Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi (Kemal C. Sarıoğlu) Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Söğütlüçeşme cad. Tulumbacı Asım Sokak Korular İş Hanı No 2/48 Kadıköy / İstanbul web: iscilerinsesi.org email: iscilerinsesi@gmail.com
Kasım 2014/32
Bu rezil düzen böyle süremez! Soma’da maden işçilerinin acısı dinmeden yeni bir faciayla karşı karşıyayız. Karaman’a bağlı Ermenek ilçesi Pamuklu köyündeki Has Şekerler Madencilik’e ait kömür ocağının bir galerisini su basması sebebiyle içerideki 26 işçiden 8’i kaçmayı başarırken, 18 işçi mahsur kaldı. İlk incelemede 350 metre derinlikteki ocağın 100 metreden fazlasının su dolu olduğu anlaşıldı. Şirket yetkilisi, ocakta yaşam odası bulunmadığını söyledikten sonra utanmazca ekledi: Hani bir laf varya ‘kaçanın anası ağlamaz’ diye bazı arkadaşlarımız kaçar, bazıları da ne olacak der. Enerji Bakanı Taner Yıldız olay yerinde yaptığı açıklamada, su seviyesinin de 2 saate 1 metre yükseldiğini ve şu an su seviyesinin işçilerin bulunduğu bölümden yukarıda olduğunu kaydetti. Bakana tepki gösteren işçiler “Bu üçüncü su baskını. Önlem alınsaydı böyle olmazdı. Ayrıca Torba Yasa’da çıkan kanunun peşinden işçiler öğle yemeklerini madende yiyorlar. Öğle yemeğini madende yemeselerdi bu yaşanmazdı” dediler. Müfettişlerin derhal denetim yapmasını isteyen işçiler “yoksa işveren eksikliklerini giderir ve denetimden bir şey çıkmaz” diyerek güvensizliklerini belirttiler. Soma’da 301 işçinin ölümüyle sonuçlanan büyük facianın ardından çıkartılan Torba Yasa maden işçisinin iş güvenliğini değil, işçinin üretim süresini dikkate aldı. İşçilerin, iş saati, madene girişlerinden itibaren değil kazma salladıkları andan başlatıldı. Örneğin Soma’da galeriye ulaşabilmek için madenin içinde 45 dakika yürümek gerekiyor. Paydos saatleri de, madenden çıktıktan sonra başlamıyor. Böylece, yemek paydosu galeriyi terk etmeden, yerin 300-400 metre altında yapılıyor. Nitekim son facia, yemek paydosu sırasında meydana gelmiş. Eğer işçiler yemeklerini yeraltında değil de dışarıda, güvenlikli bir yerde yemiş olsaydı, en azından bu 18 işçinin yaşamı kurtulabilirdi. Sermaye ve hükümet, işçi sınıfını sahipsiz ve güçsüz bulduğu için sorumlusu oldukları iş cinayetleri karşısında tekrar tekrar ve pişkin pişkin televizyon ekranlarına çıkıp konuşabiliyorlar. Hiçbirinin ne yüzü kızarıyor ne de gerekli önlemleri alacaklarına dair sözler veriyorlar. İşi Allaha’a havale edip, geride kalanlara sabırlar diliyorlar; biraz para verip başlarından savuşturmaya çalışıyorlar. Nitekim, birkaç hafta önce İstanbul
Mecidiyeköy’deki Torunlar Center inşaatında 10 işçinin ölümüyle sonuçlanan asansör faciasıyla ilgili yürütülen soruşturma Torunlar İnşaat’ın sahipleri için kapatılmasının sebebi de “kan parası”. Çalışma Bakanı Faruk Çelik, Torunlar inşaatta yaşamını yitiren işçi ailelerinin hukuki haklarının takipçi olacağına, işçi ailelerinden biri hariç diğerlerinin işçi başına 500 bin ile 700 bin lira arasındaki kan parası almasını, şikayetlerinden vazgeçmelerini önemsemiyor. Bakan, hukuku değil parayı seçiyor. Bakan Çelik, patronun kan parası vermesini olumlu bir örnek olarak gösteriyor. Oysa ki, Bakanın bu yaptığı işçi ölümlerini önleyecek yargı kararlarının oluşmasını engellemektir. Bakan, patronların iş cinayetlerini teşvik ediyor; işçi ölümlerinden korkmamalarını sağlıyor. Onları cesaretlendiriyor. Bakandan siyasi destek alan bir patron ne düşünecektir? İşyerinde işçi ölse bile kan parası verir, kurtulurum diyecektir. Yargının yargılamaya gerek görmediği Torunlar İnşaat Yönetimi, tıpkı Soma ve Karaman’da olduğu gibi, işçi ölümlerinden sorumludur. İşyerlerinde gerekli olan hiçbir iş güvenliği önlemi almamışlar ve işçileri uzun saatler boyunca çalışmaya zorlayarak, daha fazla kar elde etmekten başka birşey düşünmemiştir. Madenlerde ve inşaatlarda çalışma koşullarının rezilliği, bu düzenin rezilliğidir. İşçilerin can güvenliği şirketin çıkarları için gözardı edilmektedir. Patronlar işçilerin ölümü pahasına zenginliklerini katlarken, siyasi gücü hükümetten alıyor. Hükümet yetkilileri, bakanlar işçi ölümlerinin ardından yapılacak yasal soruşturmalar yerine kan parasını teşvik ederek, olayların üstünün kapatılmasına yardım ediyor. AKP hükümeti hazırladığı iş yasalarıyla, torba yasalarla işçilerin çıkarlarını değil patronların çıkarlarını kollamaktadır. Patronların çoğu da AKP’lidir. Soma Holding’in patronu AKP’ye çalıştığı gibi, Torunlar İnşaatın patronu Aziz Torun, Tayyip Erdoğan’ın çocukluk arkadaşıdır. Patronlar ve hükümet, işçilerin yoksulluğundan, örgütsüzlüğünden yararlanarak, onları ölüme gönderecek bir siyasal düzen kurmuş bulunuyorlar. Bu rezil düzeni onların başına yıkmalıyız. Yoksa bir bir öleceğiz ve işçi ölümlerini durdurmak mümkün olmayacak!
İşçilerin Sesi
Kasım 2014/32
3
Kobane, siyasi güçlerin kapışma sahası haline geldi Ne ABD ve Türkiye ne de Barzani yönetimi toplumsal temellere sahip bir Rojava’yı istemediler.
İ
ŞİD çetelerini kuşatması altında olan ve 45 gündür direnen Kobane, AKP’nin dış politikasını da Kürt siyasetini de boşa çıkarttı, Kürtleri, özel olarak PYD ve PKK’yi dünya gündemine taşıdı. Irak “ordusu” ve Barzani’ye bağlı peşmerge güçleri karşısında sürekli askeri başarılar elde eden IŞİD, Bağdat yakınlarına kadar ulaştı. IŞİD çetelerini durduran bir güç birkaç onbin nüfuslu Kobane halkı ve YPG’li savaşçılar oldu. Kobane direnişi, Türkiye’nin İŞİD’e verdiği siyasi desteği ve Barzani’nin AKP ile işbirliğini açığa çıkarttı. Her ikisi de Rojava’nın başarılı olmasını istemiyorlar. AKP istemiyor, çünkü PKK’nin elinin güçleneceğini biliyor. Barzani istemiyor çüknü Kürtler arasındaki otoritesine eş koşulacak yeni bir Kürt partisi karşısına çıkıyor. ABD ise, esasen Irak ile ilgili. Irak’ta petrol var ve IŞİD’in Suriye’de güçlenmesi demek Irak’ta güçlenmesi ve petrol üzerinde ek bir pazarlık gücü olması demektir. Bu nedenle IŞİD’in Suriye’de, Kobane’de durdurulmasını istiyor. Bu nedenle IŞİD mevzileri bombalanırken bir kara harektanı girişmiyor; bunun yerine Özgür Suriye Ordusu’nu ve
Barzani kuvvetlerini Kobane’ye göndermekle yetiniyor. Rojava siyasi dengeleri bozdu Esad rejimi “iç savaş” başladığında askeri olarak kontrol edemeyeceği bölgelerden çekildi. Böylece siyasi boşluk oluştu. Yıllardır ezilen ve yok sayılan Kürtler, bu boşluğu kendi iradeleriyle doldurdular ve özerklik ilan ettiler, kantonlara dayalı bir yönetim oluşturdular. Böylece bir “siyasal devrim” ortamı doğdu. Ne ABD ve Türkiye ne de Barzani yönetimi toplumsal temellere sahip bir Rojava’yı istemediler. IŞİD’in saldırıları da tam da bu ara dönem-
de karşımıza çıktı. Siyasal devrimci sürecin toplumsal temelleri oluşmadan, IŞİD saldırıları başladı. Küçük bir toprak parçası ve nüfusa sahip bir bölge olmasına karşın, siyasal anlamı ve halkta, toplumdaki karşılı giderek güçlenen bir Rojava, bölge güçlerini rahatsız ediyordu. Bugün şu görülüyor ki, Rojava ve Kobane, sanılandan daha güçlüdür ve direnmektedir. Askeri olarak düşmemiştir. Herkesin bir planı var Kobane direnişi kendini IŞİD karşısında ve tüm dünyanın gözünde ispat etti. Bunu herkes görüyor.
HDP MYK: Ne Kobanê düşer, ne de HDP
H
DP Merkez Yürütme Kurulu yaptığı yazılı açıklamada her gün HDP’yi suçlayan AKP sözcülerinin aslında yaptıkları açıklamalarla sokakları bizzat kışkırttığını kaydetti. “Tüm destek ve arzularına rağmen IŞİD’in Kobanê’yi düşüremeyeceğini, oradaki halk direnişinin kırılamayacağını zorlanarak da olsa görmeye başlayan AKP Hükümeti, hıncını HDP’den almanın peşinde” denilen HDP MYK açıklamasında, hükümetin dört koldan medyasıyla, emrindeki devlet gücüyle HDP’ye saldırdığını kaydetti. AKP’nin özellikle yaklaşan genel seçimlere doğru, ırkçılık ve
milliyetçiliği daha da tırmandırmaya, oy kaybını engellemeye çalıştığını belirten HDP MYK’sı, “Bunu da HDP’ye karşı siyasi linç kampanyasını örgütleyerek gerçekleştirmeyi hedefliyor. Her gün HDP’yi suçlayan AKP sözcüleri, aslında yaptıkları açıklamalarla sokakları bizzat kışkırtıyorlar. Başbakan’dan, hükümet sözcüsüne ve bakanlara varıncaya kadar, aslı astarı olmayan suçlamalar ve komplo teorileriyle kamuoyunu v e halkı yanıltmaya çalışıyorlar” dedi. AKP’nin Kürt karşıtlığı üzerine kurulu hiçbir politikanın içeride ve dışarıda başarı şansı bulmadığı ve bulamayacağı da kaydedilen açık-
lamada, “Aynı şekilde adeta IŞİD’in ve Hizbulkontra’nın sözcüsü gibi hareket ederek tetikçilik yapan, herkesin yakından tanıdığı malum karanlık yayın organı ve onun ipini tutanlar da şunu iyi bilsin ki, özlediğiniz ve hayalini kurduğunuz karanlık ortam için yaptığınız hesaplar ve planlar tutmayacak, provokasyonlarınız yaşam bulmayacak. Halkların kardeşliğini bozmak için yaymaya çalıştıklarınız sadece sizi zehirleyecek. Yapılan saldırılar asla amacına ulaşamayacak. Halklarımızın umudu ve barışın köprüsü olan HDP’nin siyaset yapması engellenemeyecek” denildi.
IŞİD’in izlediği barbar politikaların da Irak’tan sonra Suriye’de güçlenmesi, ABD tarafından istenmiyor. Bu durumda, daha düne kadar “terörist” saydıkları Kürt parti ve örgütleriyle belirli bir ilişki kurarak, içerden hareketi fethetme politikası izlemeye başladılar. Bu politikanın mimarı ABD’dir ve AKP’ye ve Türkiye’ye bu politikayı dayatmıştır. AKP ve Türkiye’de Suriye politikalarındaki başarısızlıktan dolayı, ABD’nin askeri desteğinden memnun kalmasalar da boyun eğdiler. ABD Türkiye’yi “ikna” ettikten sonra, IŞİD’in Kobane’ye girişini havadan bombardımanlarla sürekli engelledi. Direnişyin uzamasını sağladı. Böylece YPG savaşçılarının askeri, PYD’nin de siyasi yorgunluğundan faydalanmak istedi. Ardından da peşmerge kuvvetlerini ve Özgür Suriye Ordusunun askerlerini sembolik miktarda da olsa, karadan (Türkiye üzerinden) Kobane’ye gönderdi. ABD böylece oyunu yeniden kurdu: Türkiye, ÖSO, Peşmerge, PYD ve dolayısıyla PKK farklı düzeylerde birbiriyle temas ve müzakere halinde IŞİD’e karşı konum almış bulunuyorlar. Kuşkusuz hiç kimse son sözünü söylemiş değil. Çünkü bu sürecin Irak ve Türkiye ayakları da var. ABD Irak ayağı ile daha yakından ilgili. AKP de Türkiye’deki müzakere sürecinin nereye evrileceğinden endişeli. Sonuçta çok değil 6 ay sonra seçimler Türkiye’nin gündeminde olacak ve AKP’nin Rojava ve Suriye politikası, müzakere süreci hep karşısına çıkacak. Ufuk DEMİRCİ
4
İşçilerin Sesi
Kasım 2014/32
Anneler kaybettiklerini arıyor
C
umartesi Anneleri, 27 Mayıs 1995’ten bu yana her Cumartesi günü Galatasaray Meydanında oturma eylemleri düzenleyerek, faili meçhul siyasi cinayetlere kurban giden yakınlarının faillerini arayan ailelerden ve onlara dayanışma yapanlardan oluşuyor. Cumartesi Anneleri geçtiğimiz cumartesi (25 Ekim 2014’te) 500. kez bir araya geldi. 27 Mayıs 1995 Cumartesi günü “kayıplar” için başlayan buluşma, 1996 yazında engellenmeye başlandı. Baskılara karşı Cumartesi Anneleri temsili gittiler, kalabalık gittiler. Ama tüm tedbirlere rağmen sık sık gözaltına alındılar. Vazgeçmediler, ısrar ettiler, yılmadılar; faili meçhullerin bazen sesli bazen sessiz takipçisi oldular. Cumartesi Annelerine yoğun baskılar yapıldığı 90’larda Sezen Aksu’nun kayıplar için yaptığı şarkı çıktı piyasaya. Herkesin sağır olduğu, dilsiz olduğu Cumartesi Anneleri popüler kültürün de etkisiyle birden gündeme geldi ve bazı ana haber bültenlerine konu oldu. Cumartesi Anneleri 1999’da polisin sert müdahaleleri nedeniyle oturma eylemlerine ara vermek zorunda kaldı. Ardından 31 Ocak 2009’da İstanbul
Galatasaray Lisesi önünde Cumartesi Anneleri tekrardan bir araya gelmeye başladı. Türkiye’deki kayıp yakınları kendilerinden kilometrelerce uzaktaki Arjantin’deki annelerin seslerine kulak verdiler; Arjantin’deki annelerin çığlıkları onlara yol gösterdi. 1976 ve 1982 yılları arasında, Arjantin’de darbe sonucu ülke yönetimini ele geçiren generaller, en az 30 bin insanın
Kobani için IŞİD’e karşı kadın zinciri
2
2.10.2014 Çarşamba günü İstanbul Tünel Meydanı’nda saat 19.30 sıralarında bir araya gelen yaklaşık 100 kadın , “Barış için koşulsuz, şartsız ve güvenli yaşam koridorunda ısrar ediyoruz” yazılı pankart açtı. Sırtlarına dövizler yapıştıran kadınlar, el ele tutuşarak Kobani için temsili koridor yaptı. Bir süre slogan atan kadınlar, el ele Galatasaray Meydanı’na kadar yürüdü. Grup adına konuşan Zeynep Ekin Aklen, IŞİD’in 38 gündür süren saldırılarına karşın direnişin sürdüğünü belirterek, “IŞİD’in Kobani’ye yönelik başlattığı saldırı 38’inci gününde. Kobani’de 38 gündür tüm yaşamsal yoksunluklara rağmen soykırımcı IŞİD’in saldırılarına karşı direniş sürüyor. Biz
kadınlar, bir kez daha Kobani direnişine kamuoyunun dikkatini çekmek ve yaşam koridoru ısrarı için alanlardayız. Kobani halkı ve Kobanili kadınlar direnişe devam ediyor. Bölge halklarının tümünü; özellikle Alevileri, Hıristiyanları, Kürtleri, Ezidileri, Türkmenleri ve kadınların özgür yaşam inşasını hedef alan IŞİD’e karşı verdiği mücadele sonucunda elde ettiği kazanımları sürdürebilmesi için, Kobani direnişine yaşam koridoru açılmasını istiyoruz. Kadınlar olarak, barışta ısrar ettiğimiz gibi yaşam koridoru için de ısrar ediyor ve diyoruz ki; halkları oyalama, güvenli ve sürekli koşulsuz ve şartsız yaşam koridorunu aç” dedi. Galatasaray Meydanı’nda oturma eyleminin ardından kadınlar dağıldı. İS Haber
ortadan kaldırıldığı bir döneme imza attılar. Ülkede her şey Hıristiyan değerleri korumak ve komünizmi engellemek adı altında yasaklanmıştı, iki kişiden fazlasının yan yana gelmesi ve konuşması suçtu. Ancak 1977’de bir grup anne ve büyükanne hükümet binası önünde bulunan Plaza del Mayo’da (Mayıs Meydanı) her şeyi göze alarak bir araya gelmeye başladı. Kayıp olan oğullarını, kardeşlerini
ve torunlarının akıbetini öğrenmeyi, seslerini hiç çıkarmadan sadece hükümet binasının karşısında durarak talep ediyorlardı. Sayıları giderek arttı, birçok soruşturmaya ve dayağa maruz kaldılar, ancak başlarına beyaz başörtülerini takıp meydana çıkmaktan vazgeçmediler ve tüm dünya da onları bu şekilde tanıdı. Ülkede askeri rejimin ardından yapılan araştırmalar kayıpların çoktan öldüğünü ve cesetlerinin yok edildiğini ortaya çıkardı, ancak bu anneler generallerden hesap sorulması için eylemlerine devam ettiler. Her hafta toplanan anneler, eşler, yakınlar, dostlar için Galatasaray’ın önemini büyük. Bir mezarı dahi olmayan çocuklarıyla adeta orada buluşuyorlar. Çocuklarının faillerini arayan anneler kendi aralarında dertleşiyorlar, çocuklarından söz ediyorlar ve onlar için bir iş yaptıklarını hissediyorlar. Galatasaray tüm faili bilinmeyenlerin, kayıplar ve onların yakınlar için yitirdiklerinin sembolik de olsa mezarıdır. Cumartesi Anneleri geçtiğimiz hafta 500. kez faili meçhullerin ses olabilmek için kararlı bir şekilde bir araya geldiler, gelmeye de devam Nuray ediyorlar...
Kobane’de Türkiyeli devrimciler de var…
K
obane direnişine fiili olarak katılarak destek veren ve bu yolda canını veren devrimciler var. Suphi Nejat Ağırnaslı MLKP militanı olarak Kobane drenişine destek vermek üzere gittiği Güney Kürdistan’da IŞİD çetelerinin kurşunlarına hedef oldu. Bu yazıyı yazdığımız sırada EMEK Gençliğinden Selahaddin Aydın ile devrimci Trabzonspor taraftar grubu liderlerinden Vahap Güven de hayatını kaybetti. Bu ölümler devrimci gençliğin içindeki isyan duygularının ne derece derin olduğunu sembolize ediyor. İsmini Türkiye Komünist Partisi’nin iki liderinden (Mustafa Suphi ve Ethem Nejat) alan Suphi Nejat Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümünü bitirmişti ve kendisine sunulan iş ve yaşam olanaklarını elinin tersiyle iterek, Kürdistan direnişine destek vermeye karar vermişti. Suphi Nejat küçük burjuva beklentilerin büyük bölümünü elinin tersiyle itebilme cesaretini gösteren, son dönemin önemli devrimcilerinden biri olarak anılacaktır. Üstelik, enternasyonalist bir devrimci olarak, kendisine seçtiği müstehar isim de 15-15 Haziran 1915’de Beyazıt Meydanında asılarak öldürülen Ermeni devrimcilerinin önderinin adıdır: Paramaz! Alevi toplumunun ezilmişliğiyle ifade etmiştir: Kızılbaş!
Nejat’ın babası ölüm haberini aldıktan sonra şu açıklamayı yaptı: “Oğlumu, yoldaşımı, Nejatım’ı Kobane’de kaybettim. Önünde çok parlak başka hayatlar varken o devrimci dayanışmayı seçti. Sözünde durdu. Beni yanıltmadı. Bir parçam olduğunu bana hediye etti. Her acı büyüktür. Tekrarı yoktur. Onun önünde saygı ile eğiliyorum”. Nejat Ağırnaslı’yı ve Türkiyeli diğer Kobane savaşçıları sadece cesareti ve ölümü göze almadılar, bir bölümü sınıfsal konumlarını da ellerinin tersiyle iterek, hayatlarına mal olacağını bilerek bir tercih yaptılar. İS Haber
İşçilerin Sesi
Kasım 2014/32
5
Beklenen oldu: 17 Aralık yolsuzluğuna takipsizlik çıktı
1
7 Aralık yolsuzluk soruşturması kapsamında AKP’li dört bakanın oğlu ve Halk Bankası eski Genel Müdürü Süleyman Aslan’ın da aralarında olduğu çok sayıda kişi tutuklanmıştı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, İstanbul merkezli 17 Aralık soruşturması kapsamında, iş adamı Rıza Sarraf ile Barış Güler ve Salih Kaan Çağlayan’ın da aralarında bulunduğu 53 kişi hakkında “usulüne uygun delil toplanmadığı, suçun unsurlarının oluşmadığı ve herhangi bir örgüte rastlanmadığı” gerekçesiyle, bu suçlardan kovuşturmaya gerek duyulmadığını ifade ederek takipsizlik kararı verdi. Savcılık 8 çelik kasadan ve ayakkabı kutularından çıkan paraların soruşturma kapsamında değerlendirmeyerek AKP hükümetine nefes aldırmış gibi görünüyor. Ancak bu mümkün mü? Bunu zamanla göreceğiz.
AKP ne vaat etti ne yaptı? AKP hükümeti, 2002 yılında yolsuzluk hortumlarını keseceğini söyleyerek, yolsuzluğa karşı mücadele edeceğini vurgulayarak oy aldı. Zamanla hortumları kesmek yerine hortumla-
ne de diğer burjuva düzen partileri yapabilir. Çünkü bu partilerin kuruluş ve işleyişleri yolsuzluk üretme üzerine kuruludur.
rın uçlarını kendine ve yakın çevresine çevirdiği ayan beyan ortaya çıktı. AKP’nin 12 yıllık iktidarı döneminde yaşanan bu en büyük yolsuzluğun ortaya dökülmesine rağmen, ikiyüzlü bir tutum içinde hiçbir şey olmamış gibi davranıyor olmaları, sadece ahlaki çöküntünün sonucu değil, aynı zamanda soruşturmayı sonuna kadar
götürecek bir muhalefet de bulunmuyor. Oldukça önemli iddiaların ve görüntülerin ortaya atıldığı 17 Aralık tarihinden bu yana yürütülmekte olan soruşturma, hakim önüne dahi çıkarılmadan savcılık tarafından takipsizlik verilmesi, hukukun ne kadar siyasileştiğinin de bir kanıtıdır. Türkiye’de yolsuzlukla mücadeleyi ne AKP
Minareyi çalan kılıfına uydurur Başsavcılık, aynı kapsamda soruşturulan eski Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Arslan’a ilişkin de “dosyasının ayrılması”na kararı verdi. Dosyası, “Yardım Toplama Kanunu’na muhalefet” suçundan yürütülmek üzere ayırdı; Arslan hakkında diğer suçlardan takipsizlik hükmü verildi. Bilindiği üzere en çok para Süleyman Aslan’ın evinde ayakkabı kutularının içinde bulunmuştu. 10 milyon liranın üzerinde olduğu belirtilen bu para ise iade edilmeyecek. Valilik tarafından vakıflara verilecek. Tabii ki yolsuzluk burada da bitmeyecek: Bu vakıfların kimlere yakın vakıflar olcağı bizim için aşikar. Yolsuzluklardan nasıl hesap sorulacak? Bu sorunun cevabı, bu yolsuzlukların faturasını ödemeye mahkum edilen yoksulların, işçilerin, emeklilerin bizzat soruşturmalara sahip çıkıp sonuna kadar takip etmesiyle mümkün olabilir. B. UMUTCAN
çekiyoruz! Mitingimizle ilgili olarak Kendi üyeleri ya da bileşenlerine yönelik olarak yapacakları her tür çağrı ilgililerin kendi sorumluluğundadır. Bu miting bir ilke imza atacaktır! 12 Ekim’de, Ankara Sıhhiye Meydanı’nda evimizde oturur gibi oturmaya geliyoruz! Mitingimiz başladıktan sonra görevliler ve gözbebeğimiz çocuklarımız ile onlara eşlik etmek durumunda olan ebeveynleri dışında, hiç kimse miting alanında hareket halinde ve
ayakta olmayacak, miting sonuna kadar, herkes olduğu yere oturarak sokakların evimiz olduğunu bir kez daha dosta düşmana haykıracağız!) Alevi kurumlarının daha önceki yıllarda yaptıkları kitlesel mitingler göz önüne alınırsa, bu açıklamalar ve tutumlar, Alevilerin demokrasi mücadelesinde yeterince örgütlü olamadıkları, gündem belirleyemedikleri veya gündeme yön verecek durumda olmadıkları sonucu çıkıyor. Ufuk ALİBEY
Miting var ama gelmeyin!
A
KP hükümetinin bütün iktidar dönemlerinde aleviler üzerinde tahakküm kurma, Cemevlerini ibadethane saymamakla beraber, alevi ve gayri Müslim çocuklarının Sünni İslam temelinde eğitmek için, mevcut okulları imam hatip okullarına çevirerek laik eğitim sistemini ortadan kaldırma yönünde yasalar çıkardı. Gelen tepkileri ve açılan davaları da yargıdaki ağırlığıyla engelleme yoluna gitti, öyle ki Cumhur Başkanı Tayyip Erdoğan bir konuşmasında, mecburi fizik dersi veya kimya dersi var itiraz edilmiyor, mecburi din dersine neden itiraz ediliyor diyerek eğitime bakış açısını ortaya koydu. Tüm bu sorunlar karşısında Alevi kurumları olan Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD), Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı (HBVAKV) ve Alevi Kültür Dernekleri (AKADER) Zorunlu din dersleri ve eğitimde yaşanan hak ihlallerine karşı, 12 Ekim’de Ankara Sıhhiye meydanında büyük bir miting yapılacağı duyurusunu yapmışlardı. Fakat mitinge yaklaşılan günlerde Kobani direnişine destek eylemleri başladı, bir anda gündeme oturan eylemler günler sürdü ve şiddeti de oldukça yüksekti, tamda bu ortamda Miting duyurusu yapmış olan bu üç kuruma tehdit telefonları ve tehdit mektupları geldiği söyleniyordu, ale-
viler üzerinde tehdit asimilasyon ve baskı resmi olduğu kadar, resmi olmayan yollardan da yapılıyor. Kurumların Miting öncesi yaptıkları açıklamada (Mitingin büyük bir provokasyonla kana bulanacağı, mitingin yeni bir Sivas katliamı için vesile yapılacağı, mitinge gelecek kitlenin can güvenliğinin kesinlikle olmadığı, bu nedenlerle mitingin kesinlikle yapılmaması gerektiği, iptal edilmiyorsa en azından ertelenmesinin zorunlu olduğu biçiminde telkinler ve doğrudan-dolaylı baskılar, mitingi organize eden üç kurumun temsilcilerine de yönelmiştir denildi) Bu durum karşısında Miting bileşenlerinden olan Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD) 12 Ekimde Ankara’da yapılacak bir mitingle sonlandıracağımız yürüyüşümüz, ülkemizde yaşanan son gelişmelerde göz önünde bulundurularak ileriki bir zamana ertelenmiştir) açıklamasıyla Miting den çekildi. Bunun üzerine diğer iki kurum açıklama yaparak, ( HBVAKV ve AKD olarak, tüm şubelerimizi, tüm üyelerimizi mitinge katılıp katılmamak konusunda serbest bırakıyoruz! Kimse adına onun yerine geçip sorumluluk üstlenmiyoruz! Aynı şekilde, mitingimize destek vereceğini söyleyen tüm dost örgütlenmelere, inisiyatiflere yönelik destek ve katılım çağrımızı geri
6
İşçilerin Sesi
Kasım 2014/32
Hükümetten ayrımcı atak! Kız çocuklarının başının 9 yaşında örtülmesi, “ebeveynlerin çocuklarını istedikleri gibi yetiştirme hakları vardır”, “özel alan, aile kararı” ve hele hele “açılan bir özgürlük alanı” denilerek meşrulaştırılamaz
M
illi Eğitim Bakanlığı’nın, öğrencilerin kılık ve kıyafetine dair yönetmelikte yaptığı değişiklik sadece imam-hatip ortaokulu ve liselerinde tüm derslerde, diğer okullarda ise seçmeli Kur’an-ı Kerim dersinde kız öğrencilerin başlarını örterek derse girmelerinin serbest bırakılmasıyla sınırlı kalmadı. Ortaokuldan yani 5. sınıftan itibaren öğrenciler başlarını kapatabiliyor. Eğitimdeki imam hatipleşmeyle birlikte sayıları artan seçmeli din dersleri ve başörtüsünün 9 yaşında kız çocuklarına kadar indirilmesi, AKP’nin İslamcı referanslara dayanarak yaptığı ve kadınları hedef alan siyasetine bir örnek oluşturuyor. Başbakanın sık sık dile getirdiği “dindar bir nesil yetiştirme” amacı yolunda adım adım ilerleniyor. Okulların imam-hatiplere dönüştürülmesi, okullarda mescit açılmasının zorunlu olması vb. uygulamalarla, başta Aleviler olmak üzere Sünni inanca sahip olmayanlara ve inançsızlara Sünni İslamın kuralları dayatılıyor. “Kadın erkek eşitliğine inanmıyorum, yaradılıştan farklıyız ” mottosunu benimseyen AKP iktidarının üyeleri, siyasi mevkilerde dinci - mu-
Servet adaletsizliği
T
ürkiye’de servetin yüzde 77.7 si en zengin yüzde 10’un elinde bulunuyor. Servetinin yüzde 70’inin ve fazlasının nüfüsün yüzde 10’luk kesiminde bulunduğu ülkeler “çok yüksek eşitsizliğe sahip” ülkeler kategorisinde yer alırken bu, 2007 yılındaki araştırmaya göre yüzde 7,5’lik artışa tekabül ediyor. Türkiye bu rakamla yüzde 10’un toplam servetten aldığı payın hızla yükseldiği ülkeler listesinde ikinci sırada. Dünyada 2 milyar kişi ekmeğe muhtaç Uluslar arası yoksullukla mücadele kuruluşları tarafından hazırlanan açlık endeksi’ne göre, dünya üzerinde 2 milyarı aşkın kişi yetersiz beslenirken, 800 milyonu aşkın kişi ise, kronik açlıkla boğuşmakta. Bir yandan servetlerin az sayıda kişilerin elinde toplanması, diğer yandan ise yoksulluk ve yoksunluğun hızla yayıldığı bir dünyada yaşamaktayız. Bu eşitsizliğin ve adil paylaşımın olmadığı bir dünya düzeninde işçilere ve emekçilere ve yoksul halk kitlelerine düşen, daha çok sömürü, sefalet, açlıktır.
hafazakâr bir anlayışa dayanarak, kadınların giyim kuşamı, hal ve hareketleriyle ilgili sürekli görüş belirtiyor. Kamusal alanda dini referanslarla kız çocuklarına başörtüsü serbestliği getirmek, erkek cinselliğini engellenemez ve saldırgan olarak varsaymak, kız çocukların bedenini ise tahrik nesnesi olarak görmektir. Hükümet, sadece okullarda değil, kamusal alanda da kadın / erkek ayrıştırılmasının önünü açacak köklü bir değişime gitmektedir. Milli Eğitim’deki bu değişiklik itaatkâr kadın kimliğinin ideolojik olarak inşa edilmesi sürecinin önemli bir ayağıdır. Kız çocuklarının başının 9 yaşında örtülmesi, “ebeveynlerin çocuklarını istedikleri gibi yetiştirme hakları vardır”, “özel alan, aile kararı” ve hele hele “açılan bir özgürlük alanı” denilerek meşrulaştırılamaz; iktidarın söylemleriyle birlikte ele alındığında bu uygulamalar kız çocuklarına yönelik ayrımcı ve cinsiyetçidir. 8 yılık zorunlu eğitimin kaldırılmasıyla kız çocuklarının okullaşma oranının yüzde 27’ye düştüğü, ortaokula kayıt yaptıran kız çocuklarının sayısının ise yüzde 6 oranında azaldığı biliniyor. Ortaokula devam eden 181.851 kız öğrenciyi liselere kaydettirmeyerek
eğitim gibi temel haklarından mahrum bırakan ebeveynlerden bu çocukları koruyacak hiçbir mekanizma yok; çocuklar ebeveynlerin insafına terkedilmiş durumda. Erkeklerin tahakkümleri altında özellikle kız çocukları aile içinde cinsel istismara maruz kalıyor, küçük yaşta evlendiriliyor. 9 yaşındaki bir kız çocuğundan, koşması oynaması yerine başını örtmesi, hal ve hareketlerini sınırlaması yetişkin bir kadın gibi davranması bekleniyor. Çünkü bu zihniyet kız çocuklarını âdet gördükleri andan itibaren “kadın” olarak görüyor. Kendilerini sürekli kontrol etmek zorunda kalan kız çocukların çekingen, pasif olması ise beklenen bir sonuç oluyor. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç
“Kadın iffetli olacak. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak ”diyordu. İşte eğitimdeki dönüşümlerle “itaatkâr, iffetli, dindar” kadın nesli ilkokul sıralarından başlayarak inşa edilecek! Mevcut iktidar zaten uzun zamandır dini referanslarla ve kürtajın sınırlandırılması, üç çocuk dayatması gibi kadınlar üzerindeki patriyarkal baskıyı güçlendirecek uygulamalarıyla kadınların özgürleşme taleplerini bastırmaya çalışıyordu. Bedensel ve zihinsel gelişimini henüz tamamlamamış olan (kız ve oğlan fark etmez)herkes çocuktur! “Dindar nesiller yetiştirmek” adına henüz muhakeme gücü olgunlaşmamış çocukların inanç eğitimiyle uğraşmak devleBanu PAKER tin işi değildir.
Kimin parasını Musa Kart ile dağıtıyorsun? dayanışma!
Mert Değirmenci...
2
E
015 bütçe tasarısıyla hazineden siyasi partilere yapılacak yardım miktarının belirlendiği basına yansıdı. Yeni yılda düzen partilerin kasalarına girecek tutarlar şöyle: AKP: 302.7, CHP: 157.2, MHP: 78.2 milyon TL. Üç partiye 2015 bütçesinden aktarılacak tutarın toplamı ise, 538 milyon TL’nin üzerine çıkacağı tahmin ediliyor. Devlet, yoksul halk kitlelerinden topladığı vergilerden hazine yardımı adı altında düzen partilerine para akışını sağlamakta. Hazine yardımlarından yararlanabilecek partilerin seçimde yüzde 7 oy alması ve seçimlere parti tüzel kişiliğinde katılması isteniyor. Bu oran yüzde 3’ düşürüldü ama bu da 2015 seçimlerinde sonraki seçimlerde kullanılmak kaydıyla ötelendi. Bu güne kadar hazine yardımlarından sadece üç parti yararlandı. Dördüncü büyük parti olan HDP bugüne dek herhangi bir devlet yardımı alamadı. Bunun en önemli sebebi, yakın zamana kadar uygulanan yüzde 10 barajıdır.
T
he Guardian’ın ünlü çizeri Martin Rowson Musa Kart’la dayanışmak için Twitter’dan bir kampanya başlattı. “Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’den bir karikatüriste 10 yıl hapis cezası istemiyle dava açtı” diyen Rowson, tüm karikatüristleri Erdoğan’ı çizmeye ve Twitter’da #ErdoganCaricature etiketi altında paylaşmaya çağırdı. ‘Kendini beğenmiş zorba’ Rowson, tüm çizerlerden eğer başlarını belaya sokmayacaksa Erdoğan’ın karikatürlerini tweet atıp kendisine bir parça alçakgönüllülük dersi vermesini istedi, “Aksi takdirde Erdoğan bayağı, narsist bir zorba gibi duracak” ifadelerini kullandı. Ünlü karikatüristin bu çağrısı Twitter’da fazlasıyla karşılık buldu. #ErdoganCaricature etiketi altında başta Rowson’ın olmak üzere Erdoğan’ın resmedildiği karikatürler yağıyor.
senyurt’ta yaşanan protestolar en şiddetli olanlardan biriydi. Nitekim, 8 Ekim günü tekstil işçisi Mert Değirmenci, Roman mahallesinden kışkırtılan bir grup silahlı saldırganın silahlarından çıkan mermilerle yaralandı. Üç gün yoğun bakımda kalan Mert, 11 Ekim günü hayatını kaybetti. 11 Ekim’de Erenler Cemevindeki cenaze törenin ardından memleketi Ardahan Damal Dereköy’e uğurlandı. 12 Ekim günü ise, Esenyurt Taleba Durağında bulunan EMEP ilçe örgütü önünde bir anma töreni düzenlendi. Yüzlerce kişinin katıldığı cenaze ve anma etkinlikleri sırasında ise, provakasyonların sonu kesilmedi. 12 Ekim günü Tabela Durağından başlayan yürüyüşe, beyaz renkli bir jeep kitlenin üzerine aracı sürdü. Kitlenin derhal tepki göstermesi üzerine araç kaçtı. Ancak daha sonra polise şikâyetçi olan araç sahibi, 9 kişinin gözaltına alındı.
İşçilerin Sesi
Kasım 2014/32
7
“Birleşik Muhalefet” nereye?
G
ezi İsyanından sonra “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyerek yola koyulan Birleşik Muhalefet Hareketi (BMH), ÖDP’nin bir önerisiydi. Bu öneri, Gezi İsyanından benzer sonuçlar çıkartan ve HDK/HDP içinde yer almayan sosyalist parti ve çevrelerce benimsenerek, toplatı/forumlar yapıldı. Emekçi Hareket Partisi, Red, Odak, Devrimci Harekte, Yeni Yol dergileri sürece katıldı. Yerel seçimler ve ardından cumhurbaşkanlığı seçimleri oldu ve ÖDP, BMH’den bağımsız olarak solun ve memleketin durumu üzerine görüşme isteğiyle daha geniş bir çevreye çağrıda bulundu. Böylece ODTÜ Vişnelik Toplantıları başyadı. 30 Ağustos’ta ilki yapılan, 21 Eylül ve 19 Ekim’deki toplantılarla son şeklini alan Birleşik Haziran Hareketi (BHH) ortaya çıktı. Dolayısıyla bu ikisi bugün birleşmiş görünse de iki ayrı dinamiği temsil ediyorlar. Ortak olan şu ki, her iki girşim de ÖDP’nin önerisiydi. “Üçüncü zemin”e ne oldu? ÖDP Eş Başkanı Alper Taş, Mesele Dergisinin Nisan sayısına verdiği mülakatta sıkça Gezi’ye vurgu yapmış ve Gezi’nin içeriğini anlamanın önemini vurgulamış, Gezi’nin sembollerini kullanmanın onu anlamak manasına gelmediğini haklı olarak söylemişti. Dolayısıyla “Haziran Hareketi” adlandırması, bir anlam ifade etmiyor.
İkinci olarak Alper Taş, Türkiye’deki muhalefet hareketlerini değerlendiriken şöyle diyordu: “Mevcut tabloya baktığımızda biri HDK’nın diğeri Sol Cephe’nin temsil ettiği birleşik zeminler var. Ama bu iki birleşik zeminin dışında, bizim de içinde yer aldığımız çok geniş örgütsüz bir kesim var”. Öyleyse “üçüncü zemin”e ne oldu? Üstelik Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde HDP adayı Selahaddin Demirtaş’a oy vererek belirli bir ortaklık sağlama zemini ortaya çıkmışken, bu ilişkileri HDK ile geliştirmek mümkünken, ne oldu da Sol Cephe ile birleşildi? Çıkmaz sokağın kavşağında Başlangıçta, Birleşik Muhalefet
Hareketinin içinde sosyalizm damarı daha belirgindi. Bileşenler devrimci mücadeleyi örgütlemek, “ikili iktidar” odakları yaratmak, “devrimci merkez inşa etmek”ten söz ediyordu. Vişnelik toplantılarının ardından sosyal demokratlar (ki, CHP milletvekilleridir), Sol Cephe (ki, TKP’nin her iki kanadı) kendini hissettirdi. ÖDP bu kesimlere doğru genişlemek istemiş olmalı ki, üçüncü bir zemin oluşturmak yerine Sol Cephe ile birlikte “ikinci” zeminde, ulusalcı, aydınlanmacı, cumhuriyetçi, laik zeminde yanyana gelmeyi yeterli saydı. Vişnelik toplantılarının önceden hazırlığı yapılmış olmalı ki, yeni hareket üç toplantıda (birbuçuk ayda) ortaya çıktı. Türkiye sosyalist hareketinin
tarihini bilenler, sosyalistlerin birlik görüşmeleri için birbuçuk ayın, “bir saniye” olduğunu kabul edecektir. Aydınlanmacı, laik, cumhuriyetçi ve AKP karşıtı bir zemin, Kürt sorununa mesafeli bir siyasal duruşun da zemini oluşturuyor. AKP’nin baskılardan muzdanip ama Kürt keselesinde ulusalcı duran bir sol kesim var ve “Haziran Hareketi” işte bu kesime yelken açmış bulunuyor. CHP milletvekili İlhan Cihaner Cumhuriyet gazetesine verdiği demeçte Haziran Hareketini “CHP ilkeleriyle çelişmez” bir hareket olarak tanımlıyor. Birleşik Haziran Hareketi bu haliyle sosyalizmden olduğu gibi Kürt ulusal mücadelesine destek vermekten de uzak duracak demektir. O vakit HDP’ye yönelik “radikal demokrasi” eleştirilerinin bir kıymeti de kalmıyor. Kuşkusuz, kendileri bu tanımı kabul etmeyecektir ama BHH, HDP gibi kendisini “demokrasi” programıyla sınırlamıştır. Fark, önceliklerin sıralamasında: Birinde Kürt sorunu diğerinde AKP temel alınıyor. Demokrasi sorunu, aynı zamanda devlet ve mülkiyet sorunu olduğunu kabul ediyorsak, bu iki siyasal öbekleşmenin de işçi sınıfının sosyalizm mücadelesinde geçici yol arkadaşları olduğuna işaret etmemiz gerekiyor. İşçi sınıfı zemininde her düzeyde örgütlenmiş devrimci bir partinin inşası, önceliğimiz olmaya devam ediyor. Seyfi ADALI
HDK 5. Genel Kurul’una giderken ön bilanço...
H
alkların Demokratik Kongresi (HDK) 15-16 Kasım’da Ankara Kocatepe Kültür Merkezi’nde 5. Olağan Genel Kurul’unu toplayacak. HDK, tüzük gereği biri seçimli olmak üzere yılda iki genel kurul topluyor. 5’inci genel kurulla birlikte 3 yıllık bir dönem geride kalacak. HDK “yeni” bir oluşum Kürt özgürlük hareketiyle sosyalist birey ve kurumların, mücadele alanlarında birleşmesini önemseyen; parti olmayan ve aşağıdan meclisler aracılığıyla faaliyetlerini düzenleyecek bir mücadele örgütü olarak HDK, kendi program ve tüzüğüyle bağımsız bir hareket olmayı amaçladı. Ancak baskılar sebebiyle buluştuğu kesimlerlerle adım adım ayrıştı. Dolayısıyla, HDK amaç ve hedeflerine ulaşamadan, kendi içinden doğan partinin gölgesinde kaldı. HDK’nın bülteni bile Mart 2013’ten beri yayınlanmıyor! Nitekim, HDK Yürütme Kurulu, yayınladığı kongre çağrı metninde kısmen yapılamayanlardan söz ediyor: “Şu aşamada var olan meclislerimiz ‘kurucu meclisler’ yani meclisleri örgütleyecek olan girişimler tarzın-
dadır” ifadesi kısmi bir özeleştiri sayılabilir. Nitekim bu üç yıllık süre içerisinde HDK’nın alemet-i farikası olan “meclisler” oluşturulamadı. Seçim endeksli siyaset ve HDP Yerel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimleri gündeme geldi. 2015 yılında milletvekili seçimleri var. Bu üç seçim için HDK’nın bir “seçim partisi” kurması kararı alındı ve ne olduysa bu karardan sonra oldu. HDK süreci fiilen tamamlandı. Kongre giderek ikinci plana düştü ve Halkların Demokratik Partisi (HDP) öne geçti. BDP milletvekillerinin kendi kararlarıyla HDP’ye katılmasıyla birlike, HDP seçim partisi olmaktan çıkıp “radikal demokrasi” programlı bir siyasi partiye dönüştü. Böylece Kongre bileşenleri için iki yol göründü: Ya sosyalist programlarını terkedip HDP’ye katılacaklar ya da HDP’ye katılmayıp HDK içinde, ikinci planda kalacaklar! HDK’nın geleceği HDK’nın geleceğine dair tartışmalarda iki eksende sürmekte. Birincisi, EMEP’in ifade ettiği “gerçekçi” analiz; yani meclisler kurulamadığına göre, meclisler kurulamıyor demektir, bun-
dan vazgeçelim. Diğeri ise, meclisler kurulamadı ama bunun için HDK bileşenleri, başka Kürt hareketi olmak üzere yeterince ağırlık vermedi. Tartışmaların son gelinen noktası ise, Kürt hareketinin, HDK meclislerinde HDK program ve tüzük anlayışıyla yer almaya karar vermiş olduğunu açıklamasıdır. Böylece, HDK’nın canlanma ihtimalinden söz edilebilir. Ancak şu var ki, sosyalistlerle eşitsiz güç ilişkileri sebebiyle, HDK’nın Kürt hareketinin denetimine geçmesi(kendi ifadeleridir) gündeme gelebilir ki, bu da HDK’yı çekici kılmayacaktır. Öyleyse, meclislerin yeniden oluşturulmasıyla HDK yeniden ayağa kalkabilir mi? Bu sorulara baştan verilebilecek olumlu bir yanıt bulunmuyor. Türkiye
sosyalistleri Kürt hareketine dayanarak bağımsız bir siyasi kuvvet olamayacağına göre, fiili mücadelenin içinde boylu boyunca yer almaksızın HDK’yı çekici kılmak mümkün olmayacaktır. Nitekim, “Birleşik Haziran Hareketi” adıyla yanyana gelen sosyalist ve sosyal demokrat sol kesimlerin yeni oluşumu, Kongre hareketinin gerilemesi sebebiyle mümkün olduğuna dair iddialar çok. İşçilerin Sesi gazetesinin temel kalkış noktası, Kürt halkıyla dayanışma ve demokratik zeminde ortak mücadeledir. Türkiye’nin geleceği üzerinde etki yapabilecek bir siyasal güç olan Kürt haraketiyle şovenizme, ırkçılığa karşı yanyana durmaktır. Kürt halkının demokratik taleplerine deestek vermektir HDP bir parti ve onun siyasi bir programı ve hedefleri var; bu program sosyalizmden çok farklı: Seçim endeksli, kendini radikal demokrasiyle sınırlayan bir parti. İşçi sınıfının sosyalizm mücadelesinde yer alan küçük bir grup olarak, program ve hedeflerimiz HDP ile bir değil. Dayanışma içinde olabileceğimiz, hatta oy desteği verebileceğimiz bir parti, ne bir eksik ne bir fazla; sadece o kadar. Can ATEŞ
8
İşçilerin Sesi
Kasım 2014/32
Yargı Torunlar’ı akladı
Maden işçisi grev
Geçtiğimiz ay Zonguldak’ta maden işletmeleri kapatılmış ve kendilerine yeni yükümlülükler getirip, işçiler için kim düzenlemeler içeren değişiklikleri bahane etmişlerdi.
P
atronların bu hamlesine karşı, işçilerin tepkisi gecikmedi ve işçilerin bir günlük eylemleri ve grevi, patronların geri adım atmasına yetti. Soma Madencilik’ten yapılan açıklamaya göre, işçilerin ücretleri ödenmeye devam edecek.
İ
stanbul Mecidiyeköy’deki Torunlar Center inşaatında 10 işçinin ölümün sonuçlanan asansör faciasıyla ilgili yürütülen soruşturma 41 gün sonra tamamlandı. Torunlar İnşaat’ın sahiplerinin yargılanmasına gerek görülmedi. Hazırlanan iddianamede 4’ü tutuklu 25 şüphelinin “Taksirle 10 kişinin ölümüne sebebiyet vermek” suçundan 2,5 yıldan 22,5 yıla kadar hapisle cezalandırılması talep edildi. Savcı, Torunlar GYO Yönetim Kurulu Başkanı Aziz Torun, Torunlar GYO Yönetim Kurulu Üyeleri hakkında taksirle 10 kişinin ölümüne sebebiyet vermek, yargı görevini yapanı etkileme suçundan kovuşturmaya yer olmadığına da karar verdi. Bilirkişi raporu Bilirkişi raporunda asıl işveren Torunlar GYO’nun, asansörün sık sık arızalandığını bilmesine ve asansörün çalıştırılmasının elim neticelerinin farkında olmasına rağmen işi durdurmadığı için kazadan asli sorumlu olduğu tespit edilmişti. İddianamede yer verilen “İş Kazası İç Bildirim Formu” ve “Ramak Kala Olayları Bildirim Formlarında” bildiren kazalarla bilirkişi raporunda iş cinayetinin yaşandığı asansörün daha öncede sık sık arıza yaptığına yer verilerek, arızalarla ilgili asıl işveren Torunlar GYO’nun da bilgilendirildiği ancak asansörün arızalı olarak çalışmasına göz yumduğu anlatılıyor. Bilirkişi raporunda ise Geda Major firmasından kiralanan asansörlerde elektrik- mekanik sorunların sürekli tekrar ettiği, nihai sınır kesicilerin çalışmadığı hususunun asıl işverenin bilgisinde olduğu hususu E-posta yazışmalarından tespit edildiği belirtildi. Asansörler Geda Major firması tarafından düzeltilmediği gibi asıl
işveren tarafından da bu vaziyette kullanımına göz yumulduğu kaydedildi. Raporda, altı asansörün fazla mesai-vardiya halleri de düşünülerek eğitim almış 12 kullanıcı bulunması gerekirken üç çalışanın bulunduğu ve Torunlar’ın ise eğitim almamış personelin asansör kullanıcısı olarak görev yapmasına izin verdiği ifade edildi. Yargıdaki “patron” severlik tutumu, iş cinayetlerinin tekrarlanan bir gerçeğidir. Sermaye minareyi çalarken hükümetle bir olup kılıfında ayarlıyor hem taşeron(alt-işverenlik) ile ilgili çıkarılan yasalarda hem de İşçi Sağlığı ve Güvenliği ilgili çıkan yasalarda cinayeti işleyen patronlar aklanıyor. Suçlu olarak kamuoyunun “vicdanını susturmak” için ise teknisyen, taşeron firmalarına makul cezalarla olay noktalanmaya çalışılıyor. Aradan yaklaşık iki aya yakın bir sürenin geçmesi, Türkiye’nin gündemi hızla değişmesinin getirdiği güvenle 10 işçinin katillerinden gerçek hesap sorulamıyor. Torunlar Center’daki cinayetin sorumlusu başta Torunlar Holding yönetimi ve AKP hükümetidir. Parasını öde işçiyi katlet! Yargının akladığı Torunlar Yönetimi iş cinayeti sonucu katledilen 10 işçinin Torunlar tarafından kan parası teklif edildiği ortaya çıktı. Katledilen 10 işçinin ailelerine para karşılığında davalarından vazgeçmeleri yönünde baskı yapılmasının adı da “kan parası” olarak ifade edilmekte. Patronların parasını öde istediğin işçiyi katlet yaklaşımın bir yansıması da hükümette mevcut. Çalışma Bakanı Çelik, kan parası hakkında “bunun olması gereken bir şey olduğu inancı içerisindeyiz” diyerek, patronlarla ortak fikir ve eylem hallini bir kez daha kanıtlamış oldu. Canan MENGÜL
Maden işçisi Ufuk Biçim grevle ilgili, “Işıklar madeninde, Eynez madeninde yaşanan kazadan çalışma izini iptal edildi. Daha sonra ki süreçte işveren, yeraltına inmek isteyen kişilere ekstra ücret vereceğini belirtti. Yaklaşık 1000 madenci, yaşanan zor durumdan dolayı yeraltına inmek zorunda kaldı” dedi. İşverenin verdiği sözleri yerine getirmediğini belirten Ufuk Biçim, “Bir ay sonra maaşlarımızda çalışan ile çalışmayan işçi arasında hiçbir fark göremedik. Bunun üzerine eylem kararı aldık. Biz emeğimizin karşılığını almak istiyoruz” dedi. Soma’da işçilerin DİSK’te örgütlenmesi için çalışmalar yürüten sendikacı Kamil Kartal, patronların iş güvenliğiyle ilgili kimi önlemleri almanın kendilerine pahalıya mal olduğunu, örneğin yanmaz bantların oluşturulması yerine eski iş koşullarında “üretim patlaması” yapmanın peşinde olduklarını söylüyor. Kamil Kartal, patronların hem Çalışma Bakanlığı müfettişlerinin denetimlerinden hem de devam eden ve aleyhlerine açılan tazminat davalarından rahatsız olduklarını, bu nedenle işçileri “bırakır giderim” diye tehdit ettiklerini söylüyor. Kartal, “Ocakları kapatacaklarını düşünmüyorum. Yarın başka firma gelir, işletir. Ya da Türkiye Taş Kömürü (TTK) işletmek durumundadır, diyor. Madenlerin açılmasını kendilerinin de istediğini ancak güvenli açılmasını istediklerini söyleyen Kartal, “standartlar belirlensin, yeni komisyonlar, kurullar kurulsun, maden mühendisleri, işçilerin de içinde yer alacağı özerk denetim yetkisi olan kurullarca madenler denetlensin ve işyerleri çalışsın” diyor. Patronlar blöf yapıyor 10 Ekim’de Soma Madencilik şirketi Soma’da biten rödovas sözleşmesinin ardından, Torba Yasa’da yer alan şartlarda çalışmak istemeyerek, madenleri kapattığı açıkladı. Soma havzasında tepkiyle karşılanan bu kararın arkasında sadece şirket yok, hükümet ve Maden-İş bürokratları da var. Zonguldak ve Soma’da patronlarca yaratılmak istenen, “yeni şartlarda madenler çalışamaz” algısını yaratarak, işçileri işsizlikle, esnafı müşterisizlikle, ilçeyi huzursuzlukla tehdit edip, Türk-İş’e bağlı Maden-İş sendikasının desteğiyle eski şartlarda üre-
timi sürdürmek isteğidir. Enerji Bakanı da “bu şartlarda madencilik zor” diyerek patronlara destek verdi. Hükümet, esnaf, sendika yönetimi kaynaklı yeni kampanya “ocaklar açılsın, işimizi istiyoruz” ekseninde sürdürülüyor; işçiler de bu kampanyaya alet edilmeye çalışılıyor. Amaç eski barbarlık koşullarında madenleri çalıştırmaktır. Öte yandan Soma Madencilik tarafından yapılan açıklamanın ardında, hükümetin Soma Madencilik şirketini gözden çıkartmış olması ve onun yerine başka bir şirketin devreye girmesi ihtimali de var. Soma’da Maden İşçisi Meclisleri çalışması yürüten ve işçilerin DİSK’te örgütlenmesi için çalışan Umut Sen Örgütlenme Koordinatörü Başaran Aksu, Torba Yasa’da ücretlerle ilgili düzenlemelerin düz işçiyle usta işçi arasında, ustalar aleyhine yetersiz olması sebebiyle, işyerlerinde huzursuzluğun ve tepkinin arttığını söyledi. Patronlar Maden-İş’e destek veriyor DİSK’in örgütlenmesini istemeyen sermaye ve hükümet, Maden-İş’in kendisine çekidüzen vererek işçileri Maden-İş’te tutmak için çok çaba harcıyor. Patronları bu çabası, DİSK Maden-Sen yönetimiyle örgütlenme çalışması içinde yer alan İşçi Meclisleri arasındaki sendikal işleyişe dair farklılıkların ayyuka çıktığı koşullarda artmış olması da tesadüf değil. İşverenler öncü kimi işçileri çeşitli bilindik yöntemlerle “ikna” etmeye çalışıyor. Maden-İş sendikasının üç şubeye
İşçilerin Sesi
Kasım 2014/32
vle oyunu bozdu!
“Hem nalına hem mıhına”
ş ve patronlar gerekçe olarak Torba Yasa’da yer alan mi ücret, iş güvenliği ve çalışma saatlerine ilişkin
A
bölünmesiyle birlikte sendika üzerinde işçilerin inisiyatifinin artacağını vaat ederek, DİSK’in örgütlenmesini engellemeye çalışıyorlar. Bunu kısmen de olsa başardılar. Hatırlatmak gerekirse, Maden-İş sendikası genel merkezi, Soma şubesine yönelik büyük öfkeyi bertaraf edebilmek için şubeyi üçe bölmüştü. Bilirkişi, şubenin bölünmesini hukuksuz bulmasına rağmen, iş mahkemesi bilirkişinin aksine karar vererek, genel merkezin ve patronların politikasına destek verdi. Böylece yeniden üç şube eksenli bir çalışma başladı. Mahkemenin kararıyla birlikte patronların Maden-İş çalışması hızlandı. Başaran Aksu, DİSK’in 15 Aralık tarihine kadar yetki sorununu çözeceğini ve örgütlenmesini tamamlayarak yetkiyi alacağını söyledi. İşçileri DİSK’te örgütlenmeye çağırdı. Sınıfın çıkarları temelinde mücadele esastır Başaran Aksu, madenlerin kapatılmasının açıklanmasıyla birlikte Soma’da sendikal mücadelenin koşullarında yeni bir değişimin yaşandığını söyledi. “İşimizi istiyoruz” talebinin yetersiz kaldığını “Haklarımızı ve işimizi birlikte istiyoruz” diyen bir sendikal politikaya ihtiyaç duyulduğunu söyledi. Kamil Kartal, mücadeleyi yasal sınırların ötesine taşımak gerektiğine vurgu yaparak, işçinin doğal olarak ekonomik çıkarları üzerinden düşünerek, bir sendikadan yetkisinin olup olmadığına dikkat ettiğini ancak sendikal mücadeleye paralel olarak işçinin
aynı zamanda geleceğini de düşünen, özerk yönetin mekanizmalarını oluşturmayı önemsediklerini belirtiyor. Kartal, geçmiş deneyimlerimizden de hareketle, özellikle de uluslararası sermayenin gözünü diktiği, güvencesiz, sendikasız, esnek çalışma koşullarındaki havzalardaki mücadeleyi işçilerin öz yönetim deneyimlerine taşımayı önemsemeliyiz diyor. Bu nedenle mücadelemizi yasal, bürokratik yetki engelli koşullarla sınırlamadan, özyönetim deneyimlerini önemseyerek hareket etmeliyiz. Bunun içinse zamana ihtiyaç var, diyor. Meselenin şu veya bu sendika olmanın ötesinde maden işçilerinin temel hak ve çıkarlarının esas alındığı bir mücadelenin önemine vurgu yapan Aksu ve Kartal, sendikalı, sendikasız bütün maden işçilerinin “hak ve iş” talepli yeni mücadelesini örgütlemek üzere yan yana gelmenin öneminin altını çizdi. Saldırının büyüklüğüne dikkat çekti. Bu nedenle de 15 Kasım’da açıklayacakları Maden İşçileri Meclislerinin ilanını erteleyerek, yeni döneme uygun örgütlenmeyi önemsediklerini, maden işçisinin bugünkü gündeminin hangi sendika değil, hangi haklar için nasıl bir mücadele olduğunu vurguladılar. “İşimizi de haklarımızı da istiyoruz” içerikli yeni bir örgütlenme ve mücadeleye hazırlanan maden işçileri, bu yolla sendikal bölünmüşlüğü, bürokratik sendikacılığı da aşma olanaklarına sahip olabilir ve ardından da sendikal tercihlerini yeniden gözYunus ÖZTÜRK den geçirebilir.
nayasa Mahkemesi (AYM), CHP’nin başvurusunu görüşerek 2012 yılında yayımlanarak yürürlüğe giren 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun bazı hükümlerini iptal etti.
kin uyuşmazlıklarda, grev kararı uyuşmazlık kapsamındaki işyerlerinin bir kısmı için alınsa dahi lokavt kararının uyuşmazlık kapsamındaki başka işyerleri için de alınabilmesini öngören kanun hükmünü iptal etti.
Sendikal tazminat hakkı Mahkeme, öncelikle 30’un altında işçi çalıştıran iş yerleri ile ilgili olarak, “Sendikaya üye olma, sendikal toplantılara katılma gerekçesiyle işten atılan çalışanlara, sendikal tazminat verilemez” hükmünü iptal etti. Böylece bu iş yerlerinde çalışanlar da bir yıllık ücret tutarından az olmamak üzere ‘sendikal tazminat’ alabilecekler. Bu tür iş yerlerinde çalışan yaklaşık 6.5 milyon işçi bulunuyor. Sendikal tazminat tutarının 1 yıllık ücretinden az olamayacağı hükmü dikkate alındığında, asgari ücretli bir çalışan tüm haklarına ek olarak, 1071 liralık brüt ücretin 12 ile çarpılması sonucu, 12 bin 852 liralık da ‘sendikal tazminatı’ alabilecek.
Grev ertelemesine onay Mahkeme, Bakanlar Kurulunun, genel sağlığı veya milli güvenliği bozucu nitelikteki grev veya lokavtı erteleyebileceğine yönelik kanun hükmünün de arasında bulunduğu diğer hükümlere ilişkin iptal istemlerini reddetti. Hatoırlanacağı gibi en son Şişecam işçilerinin 10 fabrikada başlattığı grev ertelenmişti.
Bankacılıkta grev mümkün AYM’nin aldığı bir diğer kararla da bankacılık sektörü çalışanlarına grev yasağı kalktı. Böylece sektörde çalışan yaklaşık 200 bin kişiye grev yapma hakkı getirildi. Mahkeme, bankacılık gibi şehir içi toplu taşıma hizmetlerinde grev ve lokavt yapılamayacağına ilişkin kanun hükmünü de Anayasa’ya aykırı buldu. Böylece, şehir içi ulaşımında çalışan binlerce işçi de grev yapma hakkına kavuştu. Bu udurumda, belediye yönetimleri ile toplu sözleşme masasında anlaşamayan işçiler, ‘grev hakkını’ kullanarak, kent içi ulaşımı durdurabilecek. Belediye otobüsleri, şehir hatları vapurları ‘grev nedeniyle’ çalışmayabilecek. Lokavta sınırlama Yüksek Mahkeme, ayrıca, grup toplu iş sözleşmesine iliş-
Barajı Anayasa’ya aykırı! Öte yandan Ankara 2. İş Mahkemesi, sendikaların işverenle toplu iş sözleşmesi imzalayabilmesi için gerekli olan ülke barajı uygulamasının Anayasa’ya aykırı olduğuna hükmetti. Konuyla ilgili açıklama yapan Pak Turizm İş avukatu Mehmet Kasap, Ankara’da görülmekte olan bir davaya müdahil olarak katılarak, 6356 Sayılı yasa ile getirilen yüzde 3 ülke barajı uygulamasının iptali için konunun, somut norm denetimi yoluyla, Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesi talebinde bulunduğunu söyledi. Sendikanın bu talebini, ‘sendikaların üye işçilerle, bağlı oldukları işveren arasında toplu iş sözleşmesi imzalanması için getirilen yüzde 1 ve yüzde 3’lük işkolu barajının hem Anayasa hem de Türkiye’nin kabul ettiği uluslararası sözleşmelere aykırı olduğu gerekçesine dayandırdığını’ ifade eden Kasap, “Bu itirazları haklı bulan Ankara 2. İş Mahkemesi, iptali talep edilen iş kolu barajı maddelerinin anayasanın 2, 10, 51, 53 ve 90’ıncı maddeleri ile örgütlenmeye ilişkin Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (İLO) 87 ve 98 sayılı sözleşmelerine aykırı olduğu gerekçesiyle, dosyayı Anayasa Mahkemesi’ne gönderdi” dedi. İS Haber
9
10
İşçilerin Sesi
Kasım 2014/32
Yeni sendikalar hangi ihtiyaçtan? Sendikal çalışma sınıf çalışmasının sadece bir parçasıdır. Sosyalist işçilerin görevi, işçi sınıfının mücadelelerine katılmak ve devrimci bir işçi partisini sınıf zemininde inşa etmektir.
G
reif Direnişinde yer alan öncü işçilerin girişimiyle, Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu (BDSP) ve Kızıl Bayrak gazetesinin destek verdiği yeni bir sendika, Bağımsız Devrimci Tekstil İşçileri Sendikası (Dev Tekstil-İş) kuruldu. Yakın zaman önce yine sosyalist, ilerici çevrelerce Giyim Sen ismiyle bağımsız bir tekstil işçileri sendikası kurulmuştu. Tekstil işkolunda sosyalist siyasetlerin kurmuş olduğu Dokuma-İş, BATİS, Tekstil-Sen gibi bağımsız sendikalar da var. Tekstil işkolunda üç konfederasyona bağlı üç yetkili sendika dışında, hiçbir bağımsız sendikanın toplusözleşme imzalama yetkisi bulunmuyor. Çünkü hiçbiri yüzde 1 işkolu barajını geçebilmiş değil.
Kimler sendika kuruyor? İşkolu barajının yüzde 10’dan yüzde 1’e düşmesinin ardından yeni sendikaların kurulması hızlandı. Yeni sendikaların bir bölümü sosyalistlerce kuruldu. Bir bölümü yeni sendikalar yasasıyla işkollarının azalması ve konfederasyonlara tanınan işkolu barajı “indiriminden” yararlanmak üzere, başta Hak-İş olmak üzere Türk-İş tarafından kuruldu. Diğer bölümü ise, iktidar bloğundaki parçalanma sebebiyle Gülen cemaati tarafından “Pak” ön ismiyle kurulan sendikalardır ve Aksiyon İşçi Sendikaları Konfederasyonu adı altında toplandılar. Sosyalistler ve sendikalar Başlık böyle olunca, “sosyalistlerin sendikaları olur mu” sorusu gündeme gelecektir. Tarihsel deneyim, sendikaların kuruluşunda “işçilerin çıkarları”nı ön plana almanın gerekli olduğunu söyler. Lenin’in sendikalar üzerine en
ni olabilir mi? Sendikal bürokrasinin alternatifi yeni, küçük, devrimci sendikalar kurmak olamaz.
İnşaat İşçileri Sendikası
bilinen ifadesi “en gerici sendikalarda bile çalışmak gerekir” şeklindedir. Marksistler açısından “işçi sınıfının birliği” temel almıştır. Küçük, fraksiyon sendikalarının kuruluşu her zaman eleştiri konusu yapılmıştır. Bunun nedeni, burjuvazi karşısında işçi sınıfının güçlü olmasını sağlayacak örgütler olarak sendikaların bölünmemesi, küçültülmemesidir. “Demokratik tek sendika, tek konfederasyon” şiarı bu nedenle sosyalistlerce benimsenmiştir. Yeni sosyalist sendikalar! Sosyalistlerce kurulan yeni sendikaları iki grupta toplayabiliriz: Bir kısmı yeni işkollarında kurulmuş olan sendikalardır veya bir sendika olsa bile toplu sözleşme yetkisi olmayan sendikalara rağmen kurulmuşlardır. Örneğin, taşeron inşaat işçilerinin iş cinayetlerinden ölümleriyle faaliyetlerine hız veren İnşaat İşçileri Sendikası, Ev İşçileri Sendikası, çağrı merkezi çalışanları arasından kurulan Devrimci İletişim-İş sendikası bu tip bağımsız
sendikalardır. Geçtiğimiz yıl güvencesiz işçiler arasında Umut Sen, depo, atrepo, gemi yapımı, deniz taşımacılığı işçileri arasında DGD-Sen’i aynı grupta toplayabiliriz. Bağımsız sendikalardan taşeron enerji işçileri arasında örgütlenen Enerji Sen ve özel güvenlik işçileri arasında örgütlenen Güvenlik Sen ise, önce bağımsız bir sendika olarak kurulmuşlar ve daha sonra DİSK’e katılmışlardır. Diğeri, tekstil işkolunda kurulan iki yeni sendikadır (Giyim Sen ve Dev Tekstil-İş) ki, onların kuruluş gerekçesi, nesnel bir ihtiyaca karşılık düşmüyor. Kuşkusuz, mevcut sendikal yapılar son derece bürokratik işleyişe sahipler. İşçilerin sorunlarıyla gerçekten ilgilenmiyorlar. Hatta büyük bölümü işçi sınıfına ihanet içinde... Ancak, bu durumda bile işçi sınıfının ihtiyacı olan yeni bir tekstil sendikası mı? Üstelik, tekstil işkolunda sosyalistlerce kurulmuş 3 sendika varken 2 yeni sendika daha kurmanın somut maddi bir nede-
Sendikalar herşey değil Sosyalistler arasında yaygın bir kabül var: Sınıf çalışması denilince ilk akla gelen sendikal çalışma oluyor. Çoğunlukla bir işyerine giren sosyalist işçi militanın ilk görevi, işyerinde derhal bir sendikalaşmaya girişmesidir. Devrimci fabrika çalışmasının sendika çalışmasına indirgenmesi, tek ve yegane işçi faaliyetinin sendikal çalışma olarak kavranması, sosyalistleri işçilerin karşısında devrimci sendikacılar olmaktan öteye geçiremez. Devrimci bir işçinin fabrikada çeşitli görevleri vardır: İşçilerin güvenini kazanmak, onlara sınıfsal bir bakış açısı kazandırmak, bütün işçilere seslenmek, sınıf mücadelesine katılmak, patronların sahip olduğu gibi işçilerin de sınıf çıkarlarını savunacak bir partinin inşası için işçileri kazanmak... Bütün bunlar sendika aracıyla mümkün olamaz. Hele de bugünkü bürokratik sendikalarla hiç mümkün olmayacaktır. Küçük, devrimci sendikalarlarla ise, olanaksızdır. Öyleyse, bürokratik sendikacılığın alternatifi sadece demokratik sendikaların inşa edilmesi değil, işçilerin sınıf mücadelesine katılmalarını sağlayacak her düzeyde örgütlenme ve mücadeledir. Küçük devrimci sendikalar değil! Dev Tekstil-İş ve Giyim Sen’den önce tekstil işkolunda sosyalistlerce kurulmuş 3 sendika olduğunu ve onların deneyimlerinin iyi incelenerek hareket edilmesinin yayarlı olacağını dostça hatırlatalım ve yine de bu deneyimleri tekrar tekrar yaşamak isteyen sosyalist çevrelere kolaylıklar dileyelim... Seyfi ADALI
Yasalar sermayenin oyuncağı mı?
M
eclisin dörtte üçünü elinde tutan AKP iktidarı, bir de buna yürütmenin cumhurbaşkanı ayağını da ekleyince istediği gibi “at koşturabiliyor”. İşçi Sağlığı ve Güvenliği (İSG) alanındaki hukuk rezaleti bunun en somut örneği. 6331 sayılı İSGK’U 2012 yılında yürürlüğe girdi. İki yıl içerisinde bu “taze” kanunda 41 yönetmelik, 19 adet tebliğ yayınlanarak orasından burasından düzeltilmeye çalışıldı. Yetmedi, hükümetin çıkardığı torba kanunlarda muhakkak İSG ilgili yeni hükümlere yer verildi. Tabiri caizse AKP hükümeti ve sermaye İSG kanunlarının üstünde tepindi. Son çıkartılan torba yasanın içinde yine İSG ile hükümler yer aldı. Torba
yasa ile işçi güvenliği uzmanı ve işyeri hekimlerinin ücretlerinin ödenebileceği bir işçi sağlığı ve güvenliği fonu kurulacak. İşyerinin çalışan sayısı ve tehlike sınıfı dikkate alınarak belirlenecek ve işverenlerce aylık olarak ödenecek ücretler bir fonda toplanacak. Fonun işveren, çalışan ve işçi sağlığı-güvenliği profesyonellerinin temsilcilerinden oluşacak bir kurul tarafından yönetilmesi sağlanacak. Yaşanan cinayet niteliğindeki “kazalarda” temel sorunlardan biri İSG profesyonelleri olan, uzman, sağlıkçıların bağımsızlığının olmaması. Kanunlarda bütün sorumluluk İSG uzmanına yıkılırken, işyerinde İSG uzmanının da bir işçi olup, patron ne derse onu yapma ilişkisi hep göz ardı edilmek-
te. Kurulması planlanan işçi sağlığı ve güvenliği fonunda patron temsilciliği başlı başına bir sorun. Fonun başında, patronlar ve şirketler değil, meslek odaları, sendikalar, akademisyenler olmalı. İSG uzmanlarının önündeki tüm örgütlenme ve bağımsızlığı zedeleyen engellerin kaldırılması gerekir. İşçiler, işçi sağlığı ve güvenliği kanununda belirtilen yükümlülüklerden herhangi birini, yazılı olarak hatırlatıldığı halde yerine getirmemesi, yazılı uyarıya rağmen işçi güvenliği kurallarına uymaması durumunda haklı fesih gündeme gelecek. Bir başka deyişle tazminatsız işten çıkarma uygulanabilecek. Torba yasanın İSG hükmü tam da iş cinayetlerindeki zihniyeti özetlemekte: sorumluluk hep işçide.
Kaza da, ölmek de işçinin “suçu”. İş cinayetlerini, işçinin hesabına kesmek sermaye ve hükümetin temel bakış açısı. Faturayı işçiye kesmek isteyen bir zihniyetin bu maddeye yer vermesi doğal sonuç oluyor. Bu aynı zamanda işçinin işyerinde, iş güvencesini ortadan kaldırıyor. Soma madeninde 301, Torunlar inşaatında 10 işçinin öldüğü ve her gün bir yenisi eklenen iş cinayetleri tırmanışını sürdürürken, sermaye ve hükümet İSGK maddelerinin birini kaldırıp diğerini getirerek iş cinayetlerine karşı bir şeyler “yaparmış” gibi davranıyor. İş cinayetleri “politiktir” ve “sistematiktir.” Karla doğru orantılı olan iş cinayetlerine karşı örgütlenmek elzemdir. İS Haber
İşçilerin Sesi
Kasım 2014/32
11
Tunus: Laik parti kazandı Resmi olmayan sonuçlara göre, laik Nida Tunus Partisi oyların yüzde 38.24’ünü alarak parlamentoda 83 sandalyeye ulaşırken, Nahda Partisi oyların yüzde 31,33’ü ile 68 sandalyeye sahip oldu. Seçimlere katılım oranı yüzde 61.8 olarak açıklandı. Tunus Cumhurbaşkanı Munsif el Merzuki’nin Nida Tunus Partisi’ni hükümeti kurmakla görevlendirmesi bekleniyor ancak partinin parlamentoda çoğunluğu sağlamak için siyasi taraflarla koalisyon oluşturması bekleniyor. Milli bakiye sisteminin uygulandığı seçimlerde Nahda Partisi’nin ilk sırada, Nida Tunus Partisi’nin ise ikinci olarak çıkması tahmin ediliyordu. Tunus anayasasına göre cumhurbaşkanı, seçimi kazanan partiyi hükümeti kurmakla görevlendiriyor. Tunus dün 2011’deki kurucu meclis seçimlerinden sonra genel seçimler için yeniden sandık başına gitmişti. Zeynel Abidin bin Ali rejiminin yıkıldığı 2011’den bu yana ülkede siyasi istikrar henüz sağlanabilmiş değil. 23 Ekim 2011’de gerçekleştirilen ülkenin ilk serbest seçimlerinde kurucu meclisin üyeleri belirlenmiş, İslami eğilimli Ennahda Hareketi tarihi bir zafer İS Haber kazanmıştı.
Çin: İPhone’da grev Çin’de İphone dahil bir çok cihazı üreten Foxcon fabrikasında fazla mesai ücretlerindeki kesintiler nedeni ile grev yapıldı. Foxcon fabrikasındaki işçilerin ailelerine gönderdiklerini söyledikleri fazla mesai ücretlerinde kesinti yapıldı. İşçiler fazla mesai ile 720 TL karşılığı ekstra ücret alırken artık almamaya başladılar. Maaşlarının neredeyse 2 katına ulaşan fazla mesai ücretlerinde kesinti yapıldı. Şimdi maaşlarının artırılmasını talep ediyor. Fabrikadan yapılan açıklamaya gore üzgün işçilerle görüşmelerin sürdüğünü , işçilerin gösterilerinden sonra yeni bir teklif götürmeyi düşündüklerini söyledi. Foxcon fabrikası daha önce de işçilerin “robot gibi çalışma” dedikleri “verimliliği artıran” yeni bir üretim sürecine geçişin duyurusunu yapmıştı. Foxcon fabrikası önündeki grev protesto gösterisindeki bir pankartta “Yemeğe ve ailelerimizi beslemeye ihtiyacımız var” yazdılar. İşçilerin “robot gibi çalışma” dedikleri Foxcon fabrikası “verimliliği artıran” yeni bir üretim sürecine geçişin duyurusunu yapmıştı. Foxcon’da işçi eylemleri ilk defa olmuyor. İS Haber
Ebola yayılıyor... Batı Afrika ülkelerinde 4 bin 500 insanın ölümüne yol açan Ebola virüsü, ABD ve Avrupa’da da görülmeye başlandı.
A
ssociated Press Ajansı tarafından sızdırıldığı iddia edilen gizli bir raporda, “Salgını engellemek için çalışan Dünya Sağlık Örgütü (WHO) yetkililerinin neredeyse tümü başarısız oldu” ifadeleri dikkat çekiyor. Liberya, Sierra Leone ve Gine’de salgından en çok etkilenen üç ülke. Dünyanın, salgın bir yana, doğum gibi rutin ihtiyaçlarda bile sağlık hizmetleri bütünüyle yetersiz durumda olan en yoksul ülkeleri arasında yer alıyor. Sierra Leone’de, Liberya’da ve Gine’de her 100.000 kişiye ikiden az doktor düşüyor. Bu ülkeler, az miktardaki musluk suyu ve yaygın olmayan sağlık koruma sistemiyle, Ebola’nın yayılması için verimli bir zemin oluşturuyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre, Ebola’nın son görüldüğü tarihten itibaren 42 günden beri yeni bir vakaya rastlanmaması durumunda bölgenin “temizlenmiş” olarak kabul edildiğini belirtiliyor. Türkiye’nin Dakar büyükelçisi Zeynep Sibel Algan Ebolanın Batı Afrika ekonomisini şu ana kadar 30 milyon dolar sekteye uğrattığı düşünülüyor. Ebola, bir an önce tedbir alınmazsa sadece Batı Afrika’yı değil, tüm ülkeleri hatta dünya ekonomisini etkileyebilecek bir felaket” ifadelerini kullandı. Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü (MSF) tarafından yapılan açıkla-
mada ise, tıbbi personel eksikliğinin yanı sıra ebola salgınına karşı dış dünyanın çok geç harekete geçmesinin ölümleri arttırdığına dikkat çekmişti. MSF Genel Sekreteri Joanne Liu, “ebolaya verilen yanıt çok yavaş ve zayıf kaldı” diyerek, salgına yönelik aylar öncesinden yapılan uyarılarının dikkate alınmamış olmasına yönelik öfkesini dile getirmişti. Ebola Türkiye’de de paniğe neden oldu Türkiyede şu ana kadar 6 vaka görüldü. 6’sına da sıtma teşhisi konuldu. Afrika’da ortaya çıkan Ebola salgınının yayılma riski nedeniyle Sağlık Bakanlığı . Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) salgın uyarısı üzerine toplanan Bakanlık Bilim Kurulu ebola virüsün teşhis ve tedavisinde görev yapması için Ankara ve İstanbul’da ikişer olmak üzere 36 ilde 45 hastane belirlendiğini açıkladı Ebola salgınının ortaya çıkmasının nedenleri neler? Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda görevli Prof. Dr. Mehmet Zencir, bu sorunun ekolojik ve sosyal-siyasal-kültürel nedenleri olduğunu söylüyor. Zencir, Ebola salgınını tetikleyen nedenleri şöyle sıralıyor: Ormansızlaştırma politikaları, Sert ve uzun süreli kuraklık, iç savaş
(Sierra Leone, Liberya), yoksulluk, sağlık hizmetlerinde tahribat ve yetersizlikler, hükümete, kamu görevlilerine ve uluslararası kurumlara olan güvensizlik, Salgının hafife alınması, ulusal ve uluslararası düzeyde gecikmiş ve etkin olmayan kontrol önlemleri. Salgının Gine’de ortaya çıktığı Sierra Leone ve Liberya sınırları arasında kalan bölge, bu ülkelerde uzun süredir yaşanan iç savaştan kaçan insanların yerleştiği bir kesimi oluşturuyor. Ormanlık alanın yeni yerleşimler için sürekli olarak tahrip edildiği bölgede, vahşi hayvanların yaşam alanlarına müdahale edilmesinin insanlarla diğer primatlar arasındaki etkileşimi artırdığı, salgının ortaya çıkmasında bunun etkili olduğu düşünülüyor. Ekolojik dengenin bozulmasının yanı sıra ortaya çıkan Ebola salgınıyla mücadele konusunda ciddi bir engel de bulunuyor. Gine, Liberya ve Sierra Leone dünyanın en yoksul ülkeleri arasında yer alıyor. İnsani kalkınma indeksine göre, 185 ülke arasında Gine 178. Sierra Leone 177. ve Liberya 174. sırada bulunuyor. Salgınla mücadele etmek için ne yeterli para kaynakları ne de sağlık personeli ve ekipmanları var. Yaşanan salgına müdahale etmemelerinin temel nedeni, bunun “kârlı” bir iş olmaması. Çiğdem ÇİÇEK
12
İşçilerin Sesi
Kasım 2014/32
İstanbul’a Rantsal Planlama Yatırımlarda toplu taşımaya ağırlık verme işçi mahallelerini kentsel dönüşüm projeleriyle yıkma ve halkı kent merkezi dışına sürmeyle birlikte değerlendirildiğinde anlam kazanıyor.
İ
stanbul Büyük Şehir Belediyesi 2015-2019 stratejik planını açıkladı. Yeni dönemde kentsel dönüşüme hız verilecek, raylı sistem artacak, minibüslerde İstanbul kart geçerli olacak, ayrıca yeni restorasyon projeleri uygulanacak. İstanbul hemen her dönem hükümetlerin ilgisini çekti, Andan Menderes ve Dalan dönemindeki yıkımlarda da Dalan’ın “Bu İstanbul ne güzel, yıkıldıkça güzelleşiyor” sözlerinde de bu anlayışı görmek mümkün. 2000’li yıllar ise İstanbul üzerinden gelişen rant politikalarının iyice arttığı hatta tümüyle ekonominin inşaat sektörüne bağlandığı dönem olarak tarihe geçecek gibi görünüyor. Bu dönemin yöneticilerinin öne çıkan tercihleri, kent merkezlerinde kalan gecekondu alanlarının zenginlere pazarlamak üzere dönüştürmek, AVM’ler, kamu ve orman arazilerini, parkları, bahçeleri, sahilleri lüks konut projelerine açmak ve sosyal konutları henüz değer kazanmamış, kent dışındaki alanlarda yaparak kent toprağının değerine bağlı olarak sınıfsal bir ayrıştırmayı gerçekleştirmek olarak özetlenebilir. İBB’nin 2015-2019 stratejik planı da bu politikaların devamını hedeflemektedir. İstanbul’un önümüzdeki dört yılını şekillendirecek plana göre yapılacak kimi değişikler şöyle: Kentsel dönüşüme hız verilecek 2000’li yılların ortalarında başlayan kentsel dönüşüm projelerine hız verilecek. En son Afet yasası ile yıkımlar için gereken tüm yasal düzenlemeleri de arkasına alan belediye, başta merkezi semtleri riskli alan ilan edilip, lüks konut projelerine arsa sağlamak için 128,6 milyon lira harcamayı planlıyor. Her yıl belediye parselleri üzerinde bulunan ortalama 90 gecekondu yıkılacak, yerine ortalama 780 sosyal konut gelecek. Bunun için 646,4 milyon lira harcanacak. Raylı sistem artacak, minibüslere İstanbul kart gelecek Önümüzdeki beş yıl içinde raylı sisteme 21,5 milyar harcanması hedefleniyor. Anadolu yakasındaki raylı sistem uzunluğu yüzde 295, Avrupa Yakasında ise yüzde 140 artacak. Böylece şehir dışlarında kilometrelerce uzakta oturan işçiler zamanında iş yerlerinde olabilecek. Yatırımlarda toplu taşımaya ağırlık verme işçi mahallelerini kentsel dönüşüm projeleriyle yıkma ve halkı kent merkezi dışına sürmeyle birlikte değerlendirildiğinde anlam kazanıyor. Raylı sisteme yönelimde aslında metrobüs ya da metro ile kent dışına sü-
rülmüş olan işçi sınıfının iş yerlerine ulaştırılması hedeflenmekte. Miting yapılamayacak meydanlar planlanıyor Planda yeni meydan düzenlemeleri yapılacağı söyleniyor. Buna göre, Kadıköy, Eyüp, Kabataş, Beykoz Çubuklu, Kanlıca, Bakırköy, Aksaray ve Karaköy meydanları gibi merkezi alanlar yeniden düzenlenecek. Taksim “yayalaştırma” projesi belediyenin meydan anlayışını idrak etmemize olanak tanıyor. Motorlu taşıtlar için Taksim’de yapılan battı çıktıların sonucunda trafikte herhangi bir rahatlama olmadığı gibi yaya yürüyüş yolları da kısıtlandı. Bu haliyle Taksim’de bir miting yapılmak istense Tarlabaşı ve Cumhuriyet caddeleri kortej oluşturmaya müsait değil. Ayrıca dünya üzerinde diğer büyük şehirlere bakıldığında kent merkezlerindeki meydanlar özellikle yayalar dikkate
alınarak düzenlenir ve battı çıktılar yaparak trafiği rahatlatmak yerine özel araçların kent merkezlerine girmeleri engellenir. Taksim Meydanından yola çıkarak anladığımız gerçek ise belediyenin hedeflediğinin aslında meydanları bir toplanma mekanı olmaktan çıkarma projesidir. Değerli araziler için başka bir dönüşüm yolu, yeşil alan… İBB yeni dönem stratejik planında 5,1 milyar dolar harcayarak yeni yeşil alanlar oluşturulması maddesi yer alıyor. Bunlar, Avrupa Yakası Kent Ormanı, Ortaköy vadisi, Zeytinburnu (Çırpıcı) Şehir Parkı, Sarıyer Hacıosman korusu, Küçükçekmece Menekşe Deresi, Bakırköy Florya Botanik Parkı. Yeşil alan oluşturmak büyük kentlerdeki yaşamın sağlıklı devamı için hayati önem taşır ama diğer taraftan Kuzey Ormanlarının yok edilmesinin sonuçlarıyla yeni yapılacak parkların
avantajları karşılaştırıldığında bu projenin göstermelik, “dostlar alış-verişte görsün” anlayışında ve işlevsiz olacağı kuşkusuzdur. Şu haliyle diğer büyük şehirlerle İstanbul karşılaştırıldığında Hong Kong’un yüzde 41’i, Londra’nın yüzde 38,4’ü, New York ve Berlin’in yüzde 14’ü, Paris’te yüzde 9,1’i yeşil alanken İstanbul’da bu oran sadece yüzde 1,5’tur. Üçüncü köprü ve havaalanı projeleri hem Kuzey ormanlarını hem de önemli su kaynaklarını yok etme sonucu doğuracaktır. Kentte yaşayanların hayat standardını önemseyen bir plan öncelikle bu projelerin biran evvel durdurulması kararını içermelidir. Diğer taraftan Aksaray Vatan Caddesindeki “afet toplanma alanı” olarak ayrılan 8 bin metrekarelik alanın imara açılması, 11 işçinin ölümüne sebep olan çalışma koşullarıyla Torun İnşaatın kulelerinin olduğu Ali Sami Yen’in de bir afet toplantı alanı olması gibi örnekler yeşil alanların hızla lüks konutlara dönüşebileceğini gösteriyor. Yeşil alanların sayıca artması önemlidir ama var olan ormanlarımızın yok edilmemesi daha büyük bir önem taşır. İBB, bütçesi çoğu holdingden fazla bir belediye ve uzun bir süredir denetlenmiyor. Yeni dönemde uygulamayı hedefledikleri stratejik plan da bir yandan belediyenin ve TOKİ’nin gelirlerinin artacağını öte yandan kentsel alanın daha da çok pazarlanacağını anlatıyor. Buna karşın kent yaşayanlarındır ve sokakları, meydanları kentliye açık, ve barınma, eğitim, sağlık hakkına ve sanatsal faaliyetlere ulaşılabilir kentler için mücadele sürecektir. Zehra SELANİKLİ
Validebağ’lıların haklı direnişi sürüyor...
V
alidebağ Korusu’nun yanında yapılması planlanan caminin şantiyesi önünde eylemcilerin bekleyişi devam ediyor. Eylemciler Üsküdar Belediyesi’nin bir an evvel hukuksuz uygulamasına son vermesi gerektiğini söylüyorlar. Validebağ Korusunda neler oldu? Üsküdar Belediyesi 1/5000 ölçekli Nazım İmar Planı Tadilatı ile Validebağ Korusu içerside yer alan otopark alanını dini tesis alanına dönüştürmüştü, hatta 1/5000’lik plan sonrasında cami yapılacağı söylenen alan yeni bir parsel numarası verilmişti. TMMOB Mimarlar Odası ise geçen yıl bu değişikliğe “200 metrekarelik
bir alana cami yapılamayacağını, cami için en az 5 bin metrekare alana ihtiyaç duyulduğunu” söyleyerek itiraz etti. Mahkeme bunun söz konusu alan için bilirkişi görevlendirdi. Bilirkişi mahkemeye sunduğu raporda, “Yeşil alandan çıkartılarak cami alanına alınmasının plan yapım ve yöntem ve tekniklerine uygun olmadığı kanaatindeyiz” görüşünü bildirdi. Mahkeme süreci devam ederken geçen aylarda birçok kez alana iş makineleri girdi. Validebağ Gönüllüleri adı altında toplanan semt sakinleri ve çevreciler, alanda yaptıkları eylemlerde polisleri ve iş makinelerini geri püskürttü. Çevreciler, henüz mahkeme kararı olmadan, hukuksuz bir şekilde başlayan
inşaat hazırlıklarına dair delillerini, İstanbul 7. İdare Mahkemesi’ne sundu. Mahkeme 20 Ekim’de verdiği kararda, dava süreci devam ettiği ve inşaatın devam etmesi halinde telafisi güç zararlar doğurabileceği için yani bir karar alınana kadar yürütmeyi durdurma kararı aldı. Tüm bu mahkeme kararlarına rağmen, Üsküdar Belediye Başkanı cami yapımına devam edeceklerini söylemeyi sürdürüyor. Bu nedenle de Validebağ Gönüllülerinin başlattıkları her geçen gün daha çok katılımcı eklenerek sürmekte. Kent üzerine kurulmaya çalışan yeni bir rant oyununu durdurmak için Validebağlılar ve çevreciler artık gece gündüz nöbette.
İşçilerin Sesi
Kasım 2014/32
13
Polis yasası: “Hepinizi öldürürüz” Kobane eylemlerini bahane eden AKP hükümeti, daha önceden hazırlandığı beli olan Ceza Muhakemesi Kanunu’nda (CMK) belli değişiklikleri içeren yasa değişikliğini Meclis gündemine getirdi.
O
n maddeden oluşan yasa teklifinin belirleyici uygulamaları şunlar; “şüphelilerin üstünün, konutunun, işyerinin aranma şartlarını düzenleyen değişikliğe göre, bir arama kararı çıkarılabilmesi için suç delillerinin elde edilebileceği hususunda somut delillere dayalı kuvvetli şüphe’ olması yerine ‘makul şüphe’ yeterli sayılacak. 17-25 Aralık soruşturmalarında hükümet üyelerine dönük gözaltı ve aramaların yapılması karşısında, AKP kendisini korumak için yasayı değiştirmiş, bu işlemlerin “makul şüphe” ile değil, ancak “somut delile dayalı “ olma şartını getirmişti. Aslında olan artık kendisini güvende hisseden hükümetin, muhalif kesimlere karşı eski sistemi uygulamak için bu yola başvurmak istemesidir. Avukatların soruşturma dosyasına ulaşım hakkı yeniden kısıtlanıyor; Soruşturma sırasında ‘elkoyma’ yetkisi genişletiliyor, “Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar” ilgili bütün davalarda, kişi ve kurumların mal varlıklarına el konulabilinecek. Bu değişiklik Gülen cemaatine bağlı işadamlarına karşı kullanılacağı söylense de, bütün muhalif kurumlara (TBB, TOMMOB ve sendikalar vs.) karşı da uygulanabilecek. Dinleme, gizli soruşturmacı kullanma ve teknik takip yetkileri genişletiliyor; Kamu görevlilerine (eylemlerde vb.) karşı koyanlar veya direnenler, tehdit suçu işlemiş kabul edilecekler.
Bu eylem, bir kamu görevlisine karşı ‘yerine getirdiği kamu görevi nedeniyle’ (örneğin polise) işlenirse bu durum ağırlaştırıcı bir neden sayılacak ve iki yıldan beş yıla kadar hapis cezasına hükmedilebilecek. Hükümet zaten büyük mücadeleler sonucunda yargı önünü çıkabilen polise, ayrıca bir dokunulmazlık zırhı dana eklemektedir. Polisin olaylara müdahale yetkisi arttırılacak; Yeri geldiğinde göstericiyi doğrudan hedef alarak gaz fişeği atacak, göstericileri doğrudan hedef alarak ateş edebilecek. Polise 24 saatlik gözaltı yetkisi; polis gözaltına aldıklarını savcıya haber vermeden 24 saat alıkoyabilme yetkisi verilecek. Mevcut durumda dahi birçok işkence vakası yaşanır-
ken, bu değişiklikle işkencenin önü de açılmış olacak. Molotof kokteyli ateşli silah olarak tanımlanacak ve gösterilerde yüzün maske ile kapatılması suç sayılacak. Mevcut uygulama bile ağır hükümler (böyle gösterilerde yakalananlar örgüt üyeliği suçlamasıyla ağır cezalar almaktaydılar) içerirken, bu değişiklik polisin “yargısız infaz” uygulamalarını getirecek. Sosyal medyaya getirilen sınırlamalar arttırılacak, Twitter ve Youtube yasaklarıyla bu alanda hakimiyet kuramayan hükümet, kişiler arasındaki mesajlaşmaların, örgütsel ilişki olarak görülmesini ve ona göre yargılanmalarını istiyor. Başbakan Davutoğlu, yapılacak
yeni düzenlemeleri açıklarken, demagojinin büyüğünü yaptı: “bu adımların özgürlük-güvenlik uyumu içinde yapıldığını” söyledi. Bu ek güvenlik önlemleri, özgürlükleri kısıtlamayacakmış! Yasal değişiklik gerçekleşmeden, olabilecekler hakkında bir fikir edinmek için, Validebağ Korusu’nun, inşaata açılmaması için mücadele edenlere karşı, polisin sözünü örnek verebiliriz: “Hepinizi öldürürüz!” Toplumsal-sınıfsal tepkilerin yol açtığı sosyal eylemlerin yasalar yoluyla ortaya çıkması engellenemeyeceği gibi, yine yasalar vasıtasıyla da durdurulamayacağı bellidir. Kobene eylemleri gibi onlarca ilde, yüzbinlerce insanı günlerce sokağa çıktığı koşullarda, mevcut yasaların ve kolluk güçleri etkisi sınırlı kalır, öyle de oldu zaten. Hükümetin yapmak istediği, Kobene’deki mücadele eden kardeşlerinin sesi olmak için alanlara çıkan Kürtlere ve onlara dayanışma içinde bulunan devrimcilere karşı bir hazırlık yapmaktır. Cumhuriyet tarihi boyunca Kürt düşmanlığıyla beslenen Türk ırkçılığının zehirlediği milliyetçi kesimlerin desteğini almak için, Kobene eylemlerini bir fırsat olarak kullanıyorlar. Bu gelişmeler karşısında, hükümetin “otoriterleşiyorlar” tartışması geride kalmakta, 2013 1 Mayıs’ından beri yaşanan devlet terörünün, artık yasal bir çerçeve büründüğünü söyleyebiliriz. Ufuk DEMİRCİ
Rüşvet “hediye” oldu, katile katil demek suç!
Y
erel seçimlerin ardından AKP, “yeni Türkiye” söylemini öne çıkarmaya başladı. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’ndaki başarısının ardından, bu sözü yandaş medyada daha çok duyar olduk. Elbette “Yeni olan nedir?”, “Geçmişin Türkiye’sinden farklı olan ne oluyor?” gibi sorularına yanıt bulmak mümkün olmuyor. Devlet teröründen, iş cinayetlerine, yolsuzluklardan yeşil katliamına kadar alanlarda değişen bir durum görülmüyor. Buna karşılık, sözde adalet sisteminin bazı “yeni” uygulamalarına baktığımızda, “Yeni Türkiye’nin” işaretlerini görebiliyoruz. Hatırlanacağı gibi, Turgut Özel dönemi de rüşvet ve yolsuzlukla anılırdı. O günlerden çok iyi bilinen bir sözü hatırlatalım, bir “işadamı”, kamu görevlisine verdiği rüşvetle ilgili olarak, “Rüşvetin de belgesi olur mu” diye söylenmişti. Günümüzde rüşvetin belgesi yine yok ama sesli ve görüntülü kayıtları oluyor. Buna rağmen “Yeni Türkiye”’de artık rüşvet yok, yerini kamu görevlilerine
ve siyasilere verilen “uygunsuz hediye” almış durumda. 2013 yılında başlayan ve 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk soruşturması olarak bilinen, eski İçişleri Bakanı Muammer Güler’in oğlu Barış Güler, eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın oğlu Salih Kaan Çağlayan, işadamı Rıza Sarraf ve eski Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan’ın da aralarında bulunduğu 53 kişi hakkındaki, soruşturma, yeni atanan savcı tarafından takipsizlik kararı verilerek, kapatıldı. Savcılığın gerekçesi ise, “suçun oluşmaması, usule uygun delil toplanmaması ve herhangi bir örgüte rastlanamaması” oldu. İstifa eden bakanların, “işadamı” Rıza Sarraf’ın önüne yatmaları, 700 bin dolarlık hediyeler almaları, gümrük kapılarını sonuna kadar açmaları, altın ve para trafiğinin yaşanması, Halkbank genel müdürünün evinden dolarların ayakkabı kutularından çıkmaları, ve bir bakan oğlunun evinde 1 trilyon liranın, para sayma makineleriyle birlikte kasaların bulunması,
orntada bir çete ve rüşvet çarkının bulunduğuna dair bir delil olamazmış, zaten örgütte yokmuş. Polisin sokak eylemlerinde kolundan tuttuğu her genç, mahkemelerde örgüt üyesi olarak yargılanırken, bu zevat masunmuş. Yalnızca, siyasi durumlarına uygun olmayan “hediyeler” almışlar. Üstelik, “masum oldukları için, el konulan paralar iade edilecek , bir de haksız yere tutuklandıkları için devlete tazminat davası bile açabilecekler. Eski yeni Türkiye aynı, yargılanan devrimciler farklı! Geçen yıl Gezi eylemleri sırasında polis tarafından Ankara’nın merkezinde başından vurularak Katledilen Ethem Sarısülük’ün katili polis Ahmet Şahbaz, cinayetini kameraların önünde işlediğinden, yargılanmaktan kurtulamamıştı. Devrimci kamuoyunun desteği, ailesinin direnişi ve avukatlarının kararlı tutumu sayesinde, Şahbaz ceza almaktan kurtulamadı; 7 yıl 9 ay! Polis Ahmet Şahbaz’ın, yargılandı-
ğı davanın ilk duruşmasında, mahkemeye peruk, bıyık ve gözlükle gelmiş, Sarısülük’ün ailesinin tepkisinin ardından mahkemede arbede yaşanmıştı. Bunu fırsat bilen katil, Sarısülük’ün ailesine “hakaret” ve “yaralama” suçlamasında bulunmuş, savcılık da, durumdan vazife çıkartarak, Sarısülük’ün ailesine on yıl hapis cezası isteyen davayı açmıştı. Geçenlerde yapılan ilk duruşmada, Sarısülük ailesi, katil şahbaz’a, katil diye bağırdıkları için yargılandılar. Bu iki dava, Türkiye’de adalet açısından değişen bir durumun olmadığını bir kere daha gösterdi. Mahkemelerde adaleti temsil eden heykelinin terazisine, burjuva işadamları, siyasetçiler ve işbirlikçileri yerleştiğinde, adaletin güzü gerçekten bağlı oluyor ve bütün suçlar görmezden gelinip, hasır altı ediliyor. Buna karşılık, haksızlığa uğrayan bir işçi, özgürlüğü için isyan eden bir Kürt yoksulu, hakları için sokağa çıkan genç bir devrimciyseniz, adalet sistemi çalışıyor: adaletin kılıcı Ufuk DEMİRCİ üstünüze iniyor.
14
İşçilerin Sesi
Kasım 2014/32
Çapa’da işçi sağlığı göstermelik İki yıl içinde iki işçi hayatını kaybetti. 2012 yılında klima takarken 6. kattan düşen Serkan Borucu ve taşan kanalizasyonu temizlemeye zorlanan Zafer Açıkgözoğlu.
Ç
apa’da Temmuz ayında yapılan İşçi Sağlığı Eğitimin’nin niteliğini ve yetersizliğini eleştiren işçilere soruşturma açıldı. Çalışanların az tehlikeli işyerinde çalıştıkları ifade edidi. Şirket SGK’na doğru beyanda bulunmamış. Yılda 16 saat verilmesi gereken eğitim 3 yılda sekiz saat olarak planlanmış. Ayrıca işçiler eğitime katılmayanlara da sertifika dağıtıldığını, şirketin acelesi olduğunu sözde bir eğitim verildiğini belirttiler. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Kanunu’na göre; İşin yapılması sırasında işyerindeki fiziki ve çevre şartları sebebiyle aruz kaldıkları sağlık sorunları ve mesleki risklerin ortadan kaldırılması veya en aza indirilmesi ile ilgilenen bilim dalıdır. Yeni yasa çıktı ama çok eksik. Altyapı hazırlanmadan çıkan yasa sözde uygulanıyor. Fiilen işçilere bir faydası dokunmuyor. 50’den fazla işçi çalıştıran işveren, İşyeri hekimi, diğer sağlık personeli ve iş güvenliği uzmanı, çalıştırmak zorunda. Çalışan sayısı 49 olduğunda bu zorunluluk yok. Tabiî ki kayıt dışı çalışanların görünmediği de çabası. İşyeri hekimi, iş güvenliği uzmanı ve sağlık personeli için sekiz metreden az olmamak kaydıyla, iki oda zorunlu. Ama işyerlerinde sağlık hizmeti için ayrılan odalar, işyerinin en hizbe köşeleridir. İşverenin bu konuda ne kadar duyarlı olduğu anlaşılıyor sanırım. İşveren bu birimi maliyet olarak görüyor. Bu birim işçiye hizmet ediyor. İşverene para kazandırmıyor. Aslında işçiler açısında baktığımız da, bu görevi yapanlar da patrondan maaş aldıkları için, onun dediklerini
yapıyorlar. İşyerlerinin iş güvenliği ve sağlık hizmetleri ekonomik olarak patrona bağlı olmamalıdır. Bu görevi devlet yapmalıdır. İşyeri açma izni verirken maliyeti tahsil etmelidir. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliğini bağımsız, işçilerin yaşamını ve iş güvenliğini birinci planda tutan ve sürekli denetlenebilen, ayrıca işçilerin içinde fiilen bulunduğu işyeri birimleri haline getirmek mümkün. Bunun için hükümetlerin işverene yaptırım uygulaması gerekli. İş cinayetlerinin her gün arttığı bir dönemde, işçiler sermayenin kar hırsı uğruna ölüyor. Sendikasız, güvencesiz, esnek çalışma ölümlere davetiye çıkarıyor. Her gün haber bültenlerinde dinlediğimiz işçi ölümleri, sıradan, olağan, kader olarak gösteriliyor.
Soma madenlerindeki ölümlerden sonra bile, yaşam odalarıyla önlenebilecek ölümler işverene pahalıya mal olacak diye uygulanmıyor. Aynı kötü koşullarda işçiler ölümle burun buru-
na çalıştırılmaya devam ediyor. İşçilerin iş cinayetlerine kurban gitmediği, sağlıklı ortamlarda çalıştığı, yeterli maaş aldığı bir çalışma yaYasemin E. şamı istiyoruz.
Taşeron işçilerinden haberler... A meliyathane çalışanı taşeron sağlık personeli arkadaşımızın eline iğne battı. Hasta Hepatit C, alın size iş güvenliği eğitimi ve sertifikası. Usulüne uygun yapılmayan iş güvenliği eğitiminin sonuçlarının açabileceği riskleri görüyorsunuz. Daha geçen gün hastanede taşeron şirketin verdiği eğitimin içeriğinin yetersiz olduğunu söyleyen arkadaşlarımıza, soruşturma açılmış, işimizin az tehlikeli iş olduğu ifade edilmişti.
Sendika Çapa işçileri hangi sendikaya gidecek? Lütfen şemayı ok yönünde takip ediniz. Çapa hastanesi Temizlik çalışanları 1 nolu oku takip ettiklerin-
de, daha önceden de kapısını aşındırdıkları Belediye-İş ile yüz yüze gelecekler. Giriş sol taraftadır. Uyarısını ciddiye alın, maazallah sağ tarafta başka bir sendika kapısı açık olabilir. Çapa hastanesi kayıt elamanları ve hasta bakıcıları lütfen iki nolu oku takip ediniz. Size yön gösteren ok ileride iki ayrı yönü işaret etmektedir. Şaşırmayınız bu sizin iyiliğiniz içindir. Tezkoop-İş ya da yine DİSK, ama DİSK başka DİSK Genel-İş başka... Çapa taşeron işçileri de sendika bakımından çok kısmetliler. İşçiler tek bir sendikada birleşmezse nasıl mücadele edecekler? Yangın Çapa hastanesi mono blok ikinci
katta yangın çıktı. Yıllardır üniversite hastanelerine yatırım yapılmıyor. İçleri boşaltılarak, nitelikli sağlık hizmeti alınamayacak duruma getiriliyor. Bunun faturası her zaman ki gibi hastalara ve çalışanlara çıkıyor. İlaç Türkiye’nin en köklü üniversite hastanesi Çapa Tıp Fakülte’sinde, yatan hastalara verilecek ilaç yok. Hasta sahibi dış eczanelerde ilaç aramak zorunda kalıyor. Hasta sahibi o an için hastasının yanında değilse nasıl olacak, ilacı kim temin edecek. Personeli aklınızdan bile geçirmeyin. Zira eksik personelle çalıştıklarından işyükü çok fazla.
Ücretlerimiz artarsa, yeni işçi de işten çıkmaz!
P
atron işçileri oyalamak için her seferinde başka bir yalan söylüyor. Toplantı yapıladığında her şey yasalara göre uygulanacak dedi. Ama görülüyor ki hiç biri de yasal değil. Zorunlu mesailer, eksik ödenen mesai ücretleri, izin aldığın günün ücretini mesai ücretinden kesilmesi devam ediyor. Yüksek ücret alan işçilerin elden para alması devam ediyor. Kısaca, birçok sorun var. İşçiler bu sorunları biliyor ve kendi aralarında konuşuyorlar ama idareye bir şey demiyorlar. Tek tek hareket edip haksızlıkları patrona söyleyince işten çıkarılıyorlar. Örneğin, işçinin fabrikaya yiyecek
bir şey getirmesi yasak. İdari kadro ve ustalar içeri yiyecek sokmuş paydosta da usta kendi yandaşlarını yanına çağırıp yemişler. Bir işçi de “siz getiriyorsunuz yasak değil, biz getirince mi yasak? Yarın ben de getireceğim” deyince usta suçlu olduğunu bildiği için işçinin çıkışını veremedi. İşçilerden imza toplayıp işçiyi işten çıkarttı. Gerekçe: İşçi huzuru bozuyormuş! Oysa, asıl huzuru bozan yalaka ustalardır. Bazı büyük firmalara üretim yapılıyor oradan da denetlemeciler geliyor. Onlar gelince de iş yeri ve çalışma koşulları hakkında işçilere soru soruyorlar. Ama soru sorulacak işçileri tabi ki idare belirliyor. En az sesi çıkan
işçilere soru soruluyor. Sorular şöyle: Yemeklerden, servislerden memnun musunuz, fazla mesai yapıyor musunuz, maaşlarınızı bankadan mı alıyorsunuz, ustalar baskı yapıyor mu vs.? İşçiler olumlu, olumsuz cevap vermişler ama sonuç yine aynı. İşyerinde, bayram sebebiyle başlayan mesailer yeni bitti. Bir süre mesaiye kalınmayacak dendi. Ama yeniden 12 saat çalışma başladı. Tonlarca mal siparişi var, teslimat günü yakın tarihli diye mesaiye çağırıyorlar. Ekipman ve işçi sayısı az olduğu için işler yetişmiyor. Yetişmeyince sürekli 12 saat çalıştırıyorlar. Bazı işçiler müdüre itiraz etti. Müdür ne yapalım elaman yok, deyip geçiştirdi.
İşyerine işçi alınıyor ama işe giren hemen işten çıkıyor. Ücret çok az. Para az, iş çok olunca işçi tutamıyorlar. Eski işçilerin sesi çıkmıyor, az paraya çalışıyorlar. Oysaki aza patron kanaat etmiyor, bizi 12 saat mesaiye bırakıyorsa, biz de aza kanaat etmeyip ücretlerimiz için mücadele etmeliyiz. Hem böylece yeni işçi de işten çıkmaz ve biz de mesai belasından kurtuluruz. İnsanca çalışırız. Daha az çalışıp insanca yaşamak bizim de hakkımız. Bu hakkımızı kullanmadıkça, bu mesailer de bitmez, yeni işçi de işte kalmaz. Bunun bilincinde birlik olup birlikte hareket etmeliyiz. Gül KEMERLİ
İşçilerin Sesi
Kasım 2014/32
Patronun korkusu geçmedi...
G
eçtiğimiz yıl yaşanan “8 saat eylemi”, işverinin büyük bir saldırı başlatmasına yol açmıştı. Aynı vardiyadan ama farklı bölümlerden işçilerin eyleme kalkması, sayıları 30-40 civarında da olsa, patronun “ne oluyoruz” demesine yol açmıştı. Çoğunluğu eski işçilerden oluşan bir grubun bu eylemi insan kaynakları bölümünü harekete geçirdi. Çok korkmuşlardı. Eylemin ardında yatan sendikalaşma çalışmalarını fark etmeleri çok zaman almadı. Bunu fark edince de 150’ye yakın işçinin işine parça parça son verdiler. İşyeri daha önce sendikalıymış ve patron sendikayı düşürmek için çok çaba sarf etmiş. Bülten çalışması Patron için bülten, sendikalaşmadan daha tehkileydi ve bunu bizzat insan kaynakları müdürü itiraf etti: “Sendika üyelerini ergeç öğreaneceğiz, ancak bu kağıtları kimler çıkartıyor, hangi işçiler onlara bilgi veriyor, içerde nasıl dağıtıyorlar, bunu öğrenmek gerekiyor; bunun tek yolu ise, aralarına girmektir” demişti. Davalar kazanılıyor İşçilerin işten çıkışlarının ardından mahkeme süreçleri başladı ve işe iade davaları büyük oranda kazanılıyor. Şimdi Çerkezköy’e taşınmış olan hijyen (çocuk bezi) bölümünde çayı-
şan 6 aylık bir işçi de işe iade davasını kazanıp işe geri dönmek istedi. İnsan Kaynakları kendisini çağırıp, işe geri dönme 6 aylık maaşını verelim dediler. İşçi kabul etmedi. Ertesi gün müdür çağırıp, önce 8 maaş; işçi kabul etmeyince 12 maaş tutarında p;ara teklif etti. Fabrika Çerkezköy’e taşındı gidemezsin, dediler. İşçi ben işsizim, giderim dedi. İşçi arkadaş para tekliflerini kabul etmedi, şirket de işe almadı. Yeni bir dava süreci başladı. İşçiden kaçamazsınız Patronların ve insan kaynaklarının işçilerin birliğinden, sendikalaşmadan, işyeri bülteninden korkusu çok büyük. Daha önce bu işyerindeki sendikayı fabrikayı başka bir yere taşıyarak ve işyerini alt taşeronlara bölerek yetkisiz kılmışlar. Şimdi de benzer bir yol izliyorlar: En büyük fabrikayı 2017 yılına kadar taşımayı ve bölümleri de ayrı ayrı yerlerde, ayrı fabrikalar olarak sürdürmeyi hedefliyorlar. Fabrikayı mekan olarak da parçalıyorlar. 24 milyonu nereden buldunuz? İşçilere bir lira verirken kırk dereden su getiren, günde 12 saat haftada 6 gün çalıştıran patron birbuçuk yılda inşaatını bitirdiği fabrikaya 24 milyon lira harcamış. İşçiye gelince hep zararda olduklarını söylüyorlar,
kendilerine gelince fabrikaları bir bir dikiyorlar. Ocak zamları gelirken bakalım işçiye hangi yalanı bulup söyleceksiniz. İspiyonculuk arttı Fabrikada daha önce bölümler arasında rahatça gidip gelmek mümkünken, şimdilerde önünüzün kesilip “nereye gidiyorsun” diye soran müdürlerle karşılaşabilirsiniz. İşçi bir sigara içmeye dışarı çıkacak olsa günenliğe ismini yazdırmak zorunda, gece vardiyasında bone, yaka kartı yoksa, sakallıysanız gece vardiya amirinin ilk işi yukarıya mail atmak oluyor. Yani işçilerin tamamı şüphe altında ve izleniyor. İşte bütün bunlar patronun ve onun maşası insan kaynakları bölümünün işçilerden korkularının devam ettiğini gösteriyor. Öyle ki, bazı bölümlerde hala izlenmekte olan işçilerin olduğu ve işçi çıkıışlarının devam edeceği de duyumlarımızın arasında. Patronların korkutan işçilerin birliği ve gücüdür. Bu gücü deneyimli biçimde kullandığımızda, haklarımızı elde etmek mümkündür. Fabrikayı parçalayıp taşısa da DHL kargo işçileri nasıl sendikalaştıysa, bölünmüş fabrikadaki işçiler olarak biz de birleşip harekete geçebiliriz. Yeterki, işçiler olarak birbirimize güvenelim ve deneyimlere bakarak planlı hareket edelim. Bora
Patronda adalet olur mu?
İ
hracat takım elbise diken 400 kişilik bir fabrikada 4 yıldır çalışıyorum. Fabrikanın 300 kişisi dikimhanede. Büyük firma sayılır. Daniel adlı bir markaya dikiyoruz. Ücretler 820 ile 1000 lira arasında. Ancak bordrolarda herkes asgari ücret alıyor gözüküyor. Fazlası elden alınıyor. Mesai ücretleri ise, yüzde 30; oysa yüzde 50 olması gerekiyor. Patronlar cemaatçi. Diğer cemaatçi patronlar gibi, çıkarlarını inançlarının üstünde görüyor. Nitekim bayram aybaşına gelmesine ve biz aylıklarımızı hak etmemize rağmen, ücretlerimiz ödenmedi. Bayrama parasız girdik. İşyeri daha önce Hadımköy’deydi. Şimdi Çatalca’ya taşındı. İşyeri kurumsal değil. İşbaşı yapan müdürlerin durumuna göre, şirketin yemek politikasından iş ilişkilerine kadar her şeyi biranda değişebiliyor. Nitekim işyeri taşındıktan sonra, yemekler bozuldu. İtiraz eden az sayıda işçi oldu. Birçok işçi, evlerinden “daha iyi” yemek çıktığını söyleyerek itiraz etmiyor. Oysaki evde yemeklerin yetersiz olmasının nedeni patronun verdiği ücretlerin yetersizliğidir. İşyerinde patrona kazandırdıklarımız düşünülürse, fabrikada verilen
yemekler berbat sayılır. İşe ütücü olarak bir işçi, daha sonra makineci olduğu halde hala daha ütücü maaşı alıyor. Ücreti iyileştirilmiyor. Vasıfsız sayılıyor. Müşteri işyerinde temsilci seçimi istemiş. Müşterinin patrona söylediği şu olmuş: “İşçi temsilcisi seçilsin. İşçiler size ulaşamadığında bu temsilci aracılığıyla size ulaşabilsin”. Patronun 4 tane temsilci seçtiğini duyuyoruz. Ancak bunların kim ve hangi bölümdeler, bilmiyoruz. İşçiler de şükürcü. Bazı şeylere itiraz edelim dediğimizde, buna da şükür diyorlar. Patron ne verirse ona razı oluyorlar. Mücadele ederek hak almayı bilmiyorlar ve öğrenmek de isteyen pek az. Mücadele etmezsek cemaatçi patron alttan girip üsten çıkacak ve bizi sömürmeye devam edecektir. Cengiz
15
Yemek yine sorun...
M
üdür bayramlaşma için öğlen yemeği saatinin yarım saatlik kısmında işçilerin toplanmasını istedi, konuşma yaptı, çok önemli şeylerden bahsetmedi bildiğimiz konuşma oldu, fakat farklı olan, bu sefer bir öneriyle geldi. Yemek konusunda bizlerin sürekli olarak şikayetçi olduğumuzu söyledi (yemek dışarıdan şirket tarafından getiriliyor ve öncelerden 3 günlük yemek boykotumuz vardı) hatta kendisinin de beğenmediğini ama yemek firmasıyla sözleşmenin Kasım ay’ının birinde bitecekmiş, böylece yeni sözleşme yapılmama ihtimalide varmış, Müdür’ün önerisi ise, önce merkeze sunup patronun kabul etmesinden sonra geçerli olacak. Bizlere 250 tl. lik yemek kuponu verip herkes nasıl isterse öyle yemek ihtiyacını karşılayacakmış, el kaldırma usulüyle de oylamaya sundu, çalışanların büyük kısmı el kaldırarak kabul etti, fakat bu da sorunlu. İşyeri çevresinde yemek için uygun yerler yok, olanlar da pahalı, sefer tasıyla yemek götürme devride eskide kaldı. Şimdi 1 Kasım sonrasını bekliyoruz merkez hakkımızda ne karar verecek. Fakat onlar karar vermeden önce kendi sorunlarımıza kendimiz çözümler üretebilmemiz gerek, bunun içinde iletişimde olmalı ve ortak hareket etmeliyiz. Ufuk
Elimizde çok koz var!
G
eçen Ocak ayında zamlarla ilgili başlayan ve sarsıntıları bugüne kadar devam eden “mücadele” sürüyor. Mücadeleci işçilerin önemli bölümü kendi istekleriyle ve tazminatlarını alarak topluca (42 kişi) işten ayrılmıştı. Daha sonra da 20’ye yakın işçi aralıklarla işten çıkartıldı. Geçtiğimiz Ocak ile bugün arasında işçilerin ekonomik hakları açısından bir karşılaştırma yapmak istersek, işten çıkartılan işçilerin tazminatları, bunların hesaplanması, ödeme şekilleri (taksitle değil, peşin olarak) değiştiği gibi, yemek ve yol parası da tazminat hesabına girdi. Daha da önemlisi, geride kalan işçileri de ilgilendiren kazanım oldu: Ücretlerin bordrolarda tam gösterilerek, sigorta primlerinin eksiksiz yatırılması sağlandı. İşyeri temsilcileri sandık konularak, işçiler tarafından seçildi (bazıları işverenden yana olsa da). Ocak’tan farklı olarak ise, zam oranları yüzde 10’dan yüzde 4’e geriledi. Bunun nedeni ekonomik olmaktan çok, 400 kişilik fabrikadan 60’a yakın iş-
çinin, mücadeleci işçinin çeşitli nedenlerle işten ayrılmış olmasıdır. Patron, karşısında örgütlü bir işçi görmüyor. Geriye, en büyük şikâyetinin tek sebebi kalıyor: Kâğıtlar. Yani işyeri bülteni. Nitekim patron ve sözcüsü bölüm şefleri geride kalan işçilere ortak bir mesaj vermeye başladılar: “Biz vereceğimiz hakları verdik, sigortalarınızı da tam ödüyoruz, elinizde başka koz kalmadı. Kâğıtlara yazacak bir şey de kalmadı”. İşyerinde sorun biter mi? Yüzde 4 zam, Ocak ayından önce, bu aydan geçerli olmak üzere verildi. Bu zammı övünerek, 3 ay önce verdiklerini söylediler. Hemen peşinden doğalgaza ve elektriğe yüzde 9’ar zam geldi. Verilen zammın iki katından fazlası uçup gitti. İster istemez işçiler arasında Ocak ayında bir iyileştirme beklentisi ortaya çıktı. Patronun ve şeflerin iddia ettiği gibi işyerinde sorunlar bitmedi ve belki de yeniden mücadele ortamlarına tanık olacağız. Murat
İşçilerin Sesi
Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!
Miro’nun penceresinden seyretmek!
2
013 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Katalan ressamın eserlerini Türkiye’ye getirmeye çalışmıştı. Bu girişim başarısız oldu, eserlerin sahte olduğu anlaşılmıştı. Bu yıl, Sabancı Müzesi Miro Sergisi’ni “Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar” adıyla düzenlemiş bulunuyor. Sergi, 23 Eylül - 01 Şubat tarihleri arasında ziyaretçilerle buluşacak... Miro... Miro 1893 yılında Katalonya’nın kalbi Barcelona’da doğan Joan Miro özellikle doğduğu şehrin kamusal alanlarında bulunan eserleriyle şehre mimari kimliğini kazandırmış bir isimdir. Joan Miro uzun yaşamı boyunca yalnızca yağlıboya, baskı resim ve kitap resimleri üretmekle yetinmemiş; eskiz, kolaj, seramik, heykel, sahne tasarımı, duvar resmi ve dokuma alanlarında da çalışma yapmıştır. İlk dönemlerinde Kübizm etkisinde yaptığı Katalan manzaraları 1920’lerin başlarında sürrealizm etkisiyle “rüya resimlere” doğru yönelir. “Kırsalda geçen ömrümün özeti ve peşinden gideceğim şeyin başlangıç noktası” dediği ilk önemli eseri “Çiftlik” ünlü yazar Ernest Hemingway tarafından satın alınır. Hemingway içinse bu eser ise: “Çiftlik’i dünyadaki hiçbir tabloya değişmem” diyerek ifade edecek. 1924 yılında Andre Breton Sürrealist Manifesto’yu yayınladığında akıma ilk katılanlar arasındadır. Paris’te geçen yıllarında en yakın dostlarından birisi İspanya’dan sürgündeki bir başka isim Pablo Picasso’dur.
1930’larda ise İspanya’daki iç savaşa dönüşen siyaset nedeniyle Miro’nun Katalan kimliği ve yaşadığı çelişkiler bu dönemde ürettiği eserlerde baskın hale gelir. Şiddetin ve ruhsal ıstırabın baskın olduğu bu yıllarda eski düşsel ortamın yerini vahşet, eğilip bükülmüş, biçimi bozulmuş figürler ve siyah renkler alır. Sürrealizm Miro’nun yaşadığı döneme egemen olan sanat akımı sürrealizmdir. Sürrealizm (Gerçeküstücülük), iki dünya savaşı arasındaki yılların kültür çevresi içinde, çağdaş duyarlılığı derinlemesine etkileyen bir düşünce akımı olarak ortaya çıktı. Avrupa sanatını ve siyasal yaşamını yönlendiren ulusçuluğun, I. Dünya Savaşı gibi bir felaketle doruğa ulaşan bir yıkıma yol açtığına inanıyor ve bu tür ulusçuluğa karşı tavır alıyorlardı. Gerçeküstücülük, insanın kendi kendisini irdeleyip çözümlemesinde sanatın yol gösterici bir araç olduğunu vurguluyordu. Özellikle 1930’larda sürrealizm New York, Londra, Brüksel ve başka yerlerde ortaya çıkan yerel kollarıyla uluslararası boyutlara ulaştı. Sürrealist adıyla ortaya çıkan sanatçılar birçok modern ressamın resimdeki biçimsel niteliklere verdiği önemin aksine, resmin konusuna, anlattığı şeye önem vermişlerdir. Miro’nun sanatı... Miro’nun sanata yaptığı en büyük katkılardan biri olan yeni bir işaret dili vücut bulur. “Resim mağara adamları-
nın çizimlerinden beri çöküş içerisindedir” diyen Miro, işaret ve sembollerden oluşan evrenini hep ilkel bir ressamın doğallığıyla oluşturur ve ulaşmaya çalıştığı bu “saflık” onu çağdaşlarından ayıran en belirgin özelliği olur. Kendisiyle yapılan bir söyleşide, sanat anlayışını şöyle özetler: “Benim için objeler yaşayan şeylerdir. Bir sigara veya kibrit kutusunun içinde sakladığı gizli hayat pek çok insanın hayatından çok daha yoğun ve ilgi çekicidir. Bir ağaç gördüğümde, sanki karşımda nefes alan, konuşan biri var gibi hissederim çünkü ağaçta insana ait bir şey vardır”. Miro canlı renklerin kadınların, kuşların, güneşin ve yıldızların göksel bir mekâna serpiştirildiği çocuksu ve nükteli resimleriyle izleyiciye fantastik bir dünya sunuyor.
İspanya iç savaşı ve Miro 1936’da İspanya’da tırmanışa geçen devrim dalga, faşist Franco rejimi tarafından boğulmak için harekete geçer. 3 yıl süren İspanya iç savaşı, Franco’nun Hitler ve Mussollini’den aldığı destekle faşizmin İspanya halkı ve devrimcilerin üzerinden silindir gibi geçmesine neden olur. İspanya’da büyük yıkıma yol açan iç savaş sonrası başa geçen Diktatör Franco 1975’deki ölümüne kadar baskı rejimiyle İspanya’nın üzerine karabulut gibi çökecektir. İspanya tarihinin temel kilometre taşı olan İspanya iç savaşı Miro’nun sanatında etkisini gösterir. Savaşı esnasında General Franco’ya tepkisini bu dönemde yaptığı, yumruğunu hiddetle sıkmış bir Katalan ırgatın faşizme başkaldırısını gösteren “Aidez L’Espagne” (İspanya’ya Yardım Edin) isimli çalışmasıyla gösterir. Miro, bu dönemde İspanya’ya gidememiştir. İç savaşın da etkisiyle, biçim dünyası vahşete bürünmüş ve dehşet karabasanları fırçasının ayrılmaz bir bütünü olmuştur 1937- 1938 yıllarına tarihlenen Oto- portre ise, savaşın sanatçı üzerinde yarattığı gerilimi yansıtmaktadır. Tarihsel süreci, özellikle de işçi sınıfının devrimci yükseliş ve mücadelelerini bazen bir romanda bazen bir tabloda yansımalarını görmek mümkün. Miro sergisinde, sergiyi düzenleyen “liberal” kesim ifade etmekten itinayla kaçınsa da Katalan sanatçı İspanya’daki sınıfsal mücadeleyi, devrim ortamını sanatçı gözünden bize yansıtmakta. Canan MENGÜL
Stalinizm savunulabilir mi?
K
alkhedon Yayınlarından Marc Jansen-Nikita Petrov, Stalin’in Baş Celladı Halk Komiseri Nikolay Yezhov, adıyla (çev: Önder Seçkin) bir kitap yayınlandı. Kitap, bize bir “celladın” öyküsünü anlatıyor. Gün Zileli’den özetlersek... Stalinizmin savunmaları Birinci savunma: “Stalin, karşıdevrimcileri ve burjuvaları yok etmiştir.” Stalin’in karşıdevrimcileri ve burjuvaları yok etmediği gibi, tam tersine, muhalif partilerin mensuplarının, anarşistlerin, sosyalist devrimcilerin, köylülerin vb. dışında, Troçkistleri, Lenin’in en yakın mücadele arkadaşlarını, Bolşevik Partisi’nin kaymak tabakasını, bürokrasinin kaymak tabakasını ve hatta önde gelen Stalinist kadroları yok ettiği ortaya çıktı. Tabii ki, bu insanlar üzerindeki “halk düşmanı” vb. yaftalamaların geçersizliği de.
İkinci savunma: “Verilen rakamlar doğru değil. Abartma var. O kadar çok insanın katledilmesi mümkün değildir. Topu topu ölüme mahkûm edilen insan sayısı yüz bini geçmez.” Sanki yüz bin insanın öldürülmesi az şeymiş gibi. Sadece 1937-1938 yıllarını kapsayan iki yıllık Büyük Terör (Kalkedon Yayınlarının bastığı kitabın verdiği resmi rakamlara göre), sadece bu iki yılda tutuklananların sayısı 1,5 milyon ve kurşuna dizilenlerin sayı ise, 700 bindir. Elbette şunu da biliyoruz ki, doğrudan kurşuna dizilmeyip gulaglara yollananların da önemli bir kısmı (tahminen üçte biri) kamplarda hayatlarını kaybetmişlerdir. Dolayısıyla, sırf iki yıllık Büyük Temizliğin ölüm sayısını yaklaşık 1 milyon olarak tahmin edebiliriz. Stalinist terör Büyük Temizlikle kısıtlı değildir. Zorla kolektifleştirme ve II. Dünya Savaşı’nda kurşuna dizilen yaklaşık yarım milyon
Kızıl Ordu askeri de vardır. Üçüncü savunma: Stalinist terör hakkında söylenenlerin batılı burjuva yayın organlarının uydurmasının ve Soğuk Savaş propagandasının ürünü olduğuydu. Batılıların Stalinist terörü dillendirerek bir taşla iki kuş vurmaya çalıştıkları doğruydu. Onlara göre, Stalinist terör, devrimin ve komünizmin doğrudan ürünüydü. O halde kimse devrim yapmaya veya eşitlikçi bir toplum özlemeye kalkışmamalıydı. Bu son kale şudur: “Büyük Terörün sorumlusu Stalin değildir. Çok sayıda masum insanı ölüme yollayan, o zamanki NKVD şefi Yezhov’dur. O döneme “Yezhovschina” adı verilmesi de bunu gösterir. Yezhov, o cinayetlerini Stalin’in haberi olmadan işlemiştir.” Stalinistlerin sığındığı bu son kale hiç sağlam görünmüyor. Üstelik bu son kale yıkıldığı zaman altında kala-
cakları kesin. Yezhov’un bu cinayetleri Stalin’in haberi olmadan değil, tersine tamamen onun talimatlarıyla işlettiği ortaya çıktığı an artık çekilecekleri başka bir geri mevzi de kalmayacak ve yıkıntının altında kalacaklar.