33

Page 1

D E R

Sayı: 33, Haziran 2009-6 3 TL, -KKTC 3.5 TL-

biz bu çarkı türkçe, kürtçe, arapça, farsça reddediyoruz ve kızıl rengi çok seviyoruz!..


Şu ONUR meselesi...

G

enelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, nedense, geçtiğimiz günlerde ABD’ye gitti. Ve nedense, kendisine Pentagon’da bir onur madalyası iğnelendi. Bu Pentagon denen binayı biz Yanki saldırganlığının, zorbalığının ve alçaklığının abidesi diye biliriz. Belli ki general farklı biliyor... Neyse, meselemiz bu değil. Esas mesele, Genelkurmay Başkanı bu ‘onur’u, madalyayı falan hak edecek ne yaptı? Biz bunun peşindeyiz. Hadi, biraz daha ileri gidelim, dünyanın dört bir tarafında alçakça katliamlara imza atan, sadece geçtiğimiz aylarda Afganistan’da giriştiği çeşitli saldırılarda, her seferinde yüzlerce sivili, çoluk-çocuk demeden öldüren ABD, herhangi bir ‘onur madalyası’ vermeye muktedir midir? Yani, başta sorduğum soruyu yeniden formüle edersek, bu alçaklar tarafından göğsüne madalya iğnelenen adamlar, o tenekeleri hak etmek için ne yapmıştır? Bir de, anlaşılan, ABD’nin havası,

suyu yarıyor insana. Baksanıza, o ‘kutsal topraklar’a yüz süren herkes aslan kesiliyor. Daha öncekiler gibi Genelkurmay Başkanı Başbuğ da, bu son ziyaretiyle birlikte enginlere sığmamaya ve taşmaya başladı: “Yakalarız, parçalarız, imha ederiz!” Maaşallah, demek lazım… Bir yandan da, ayıptır söylemesi, acı acı gülmek geliyor insanın içinden. Ne diyordu ‘Ergenekon’ operasyonundan içeri alınan şu müthiş vatanperverlerimiz? “Türk Silahlı Kuvvetleri yıpratılmak isteniyor!” Ne yıpranması birader? Baksanıza, komutana madalya iğneleniyor. Alçakların bahşettiği ‘onur’u göğsümüzde gururla taşıyoruz milletçe. Daha ne isteriz? (Tabii artık emekliye ayrılarak dominant yengeyle mutlu bir sonbahara yelken açan tekaüt Genelkurmay Başkanı’mız Yaşar Büyükanıt’ın, kendisini de bir ‘Ergenekon’ mağduru olarak gösterdiği 32. Gün söyleşisini gözlerim yaşararak

Yazarımız Onur Göktepe’nin anneannesi, fedakar ve onurlu büyüğümüz Emeti Dargı’yı kaybettik. Başsağlığı diliyor, acısını paylaşıyoruz... CRED

izlediğimi ayrıca vurgulamak isterim. Meğer Büyükanıt Paşa da bir ‘Ergenekon’ mağduruymuş, onun da telefonlarını dinlemişler.. Vah, vah!..) Açık söyleyeyim, şu bizim ahmak ulusalcıların haline çok üzülüyorum. Bir şu sömürge hükümetine bakıyorlar, asapları bozuluyor, kafayı çevirip bir de ‘milli’ NATO ordusuna bakıyorlar, iyice afallıyorlar. Maymuna döndüler. Vatan kurtaracağız derken, düştükleri kepazeliğe bakın. Geçen sayıda Yavuz Alogan, kibar bir biçimde, ‘milli ordu’muzun almış olduğu hali fevkalade güzel resmetti ve emperyalist çağda ‘milli ordu’ arayanlara nazirede bulundu. Benim edebi düzeyim o kadar gelişmiş olmadığı için, “O sizin dediğiniz gazoz ağacı, Adana asfaltında yetişiyor, hasat zamanı da 30 Şubat,” demeyi tercih ediyorum… Nedendir bilmem, feministlerimiz bağışlasın, tüm çabalarıma rağmen -belki de erkek-egemen bakış açısını benliğimden tam olarak sıyıramadığım içindir-, iktidar bloklarında en çok kadınlardan nefret ederim. Şöyle izah edeyim, Semra Özal’ın papatyaları, ilk gençlik çağımın nefret figürleridir. Şimdi bizim sömürge hükümetine, haliyle onların ‘first lady’lerine, yeşil sermaye kadınlarına, keten tohumu içine sarılmış İslami-entelektüelkadın figürlerine bakıyorum ve aynı şeyleri hissediyorum. Ne var ki, şu ‘cumhuriyet kadınları’ denen saçları kabarık, hani lafım Meclis’ten dışarı, CHP milletvekili Canan Arıtman tarzı saçlı kokonalar da bir o kadar midemi bulandırıyor… Ha, ‘erkek’leri ayrı bir vaka… Sömürge hükümetinin durumunu biliyoruz… Bugüne kadar, yıllarca, artık milletçe benimsediğimiz şu

CAZCI KARDEŞLER ve İSTANBUL’UN GÜLÜ...

E

vet arkadaşlar! Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi ve bu toprakların kullanımı meselesi, memleketimizdeki bütün vatanperverlerin iyot gibi açığa çıkmasına sebebiyet vermiştir. Artık gönül ferahlığıyla ‘Cazcı Biraderler’ olarak tarif edebileceğimiz CHP ve MHP, ‘Topraklarımızı peşkeş çekiyorlar’ adlı son albümlerini piyasaya sürdü. Peşkeş çekiyorlar tabii, ne yapacaklardı? Sizin iktidar ortağı olduğunuz dönemde özelleştirme ihalelerini Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman öküzler mi almıştı yoksa? Ya da, “Memleketin her tarafı peşkeş çekildi ama Suriye sınırındaki mayınlı arazilerin kalbimizde ayrı bir yeri var,” mı diyorsunuz? Ha, evet! Devlet Bahçeli sevdiği kıza orada

2

evlenme teklif etmiş ve fakat kız kabul etmemiş, bu arada mayına basıp uçmuş, o vakitten bu vakte kadar da Devlet Bey kimseleri beğenmemiş ve iç çamaşırlarını kendisi ütülemeye başlamıştı!.. ‘Peş’i bilmem ama gidin derdinizi ‘keş’lere anlatın, kafa güzelken belki inanırlar!. Bu arada, yahu bizim şu bataklığa dönmüş yurdumuzun gülleri ne kadar fazla! Vatan için kurşun atanı da, yiyeni de ‘şerefli’ ilan eden Tansu Çiller, yani bir zamanki vatanperver başbakanımız, meğerse İstanbul’un Gülü kod adlı bir CIA ajanıymış!.. Şimdi Abdullah Gül diyor ya, “Sahtekarlıktan yargılanayım, tamam ama, cumhurbaşkanlığı makamının saygınlığı zedelenir.”

Yahu arkadaş, madem o kadar umurundaydı, çıkmasaydın o makama! Kaldı ki, başbakanlık makamında CIA ajanı İstanbul’un Gülü oturmuşsa, varsın cumhurbaşkanlığı makamında da sahtekarlar oturuversin. Bu

takiyye halinde yaşadılar, hayatları tükürdüklerini yalamakla geçti, “Aslında onu demek istemediydik de, Ali Kalkancı’nın müritlerine çorap koklatması partimizi bağlamazdı da, biz sadece namaz kılıyoruzdu da…” Şimdi muktedir onlar ve normal koşullarda, pijamayla pazarlamacılık yapıp cukka işlerini görüyorlar. Onlardan, bıyıklarından, hallerinden, tavırlarından, yüzlerine sinmiş sahte ‘nur’larından falan topluca tiksiniyoruz da... Ya ‘ulusalcı’ ‘erkek’lere ne demeli? Yahu arkadaş, gerçekten ortada bir ‘vatan kurtarma’ durumu falan olsa, bunların tekine güvenmek mümkün değil namussuzum. Bir düzen içi iktidar değiş-tokuşu girişimi oldu, bir operasyon yediler, tamamının prostatı azdı, tamamına felç indi; kimisi daha sadece bir ev aramasında, “Ben aslında Amerikancıyım,” diye açıklama yapmaya başladı. Bi durun birader, daha fiske yemediniz! Sonra, devlet bu, sahipleri var; parababaları var, onların emperyalist ortakları var, dünya siyasetinde bunların iktisadi çıkarları var… Siz ‘kalpak’ları bir tür müsamere kıyafeti mi sanıyordunuz? Kalpağı taktın mı, mavzeri kuşanmayı bilmiyorsan, böyle madara olursun!.. Kurtlar Vadisi’nin mottosunu değiştiriyorum, “Sonunu düşünen kahraman olamaz,” yerine, “Donunu düşüren kahraman olamaz,” diyorum… Soytarılar sizi!.. Bunların herhangi birisinin peşine takılan bizden değildir!.. Kendine solculuk adına yapılacak eylem arayan, gitsin organize sanayi bölgelerinde direniş arasın. Direnişteki bir işçiye bir bardak su taşımak, bugün en büyük ‘sevap’, en büyük ‘vatanseverliktir’…

memleket her şeyi kaldırır demek ki!.. Bu arada, sahi, insanların imanını sömürüp sömürüp trilyonları iç etmek bir tek Erbakan’ın mı işiydi? O dönem Abdullah Gül umre ziyaretinde miydi? Merak işte…


HAKAN GÜLSEVEN

Kürtlere ‘açılım’ yapmak isteyen sıraya girsin!

H

ayatımızın en çok ‘açılım’ yapılan dönemini yaşıyoruz, malumunuz. Bir yandan ‘açılım’lar yapılırken, bir yandan da ‘kapatım’ yapılıyor; birilerine alenen yol verilirken, birilerini de içeri tıkmaya çalışıyorlar. ‘Kürt açılımı’ dedikleri şey, ‘bir kısım’ DTP’liye yönelik ‘av’la birleşiyor, ‘ehlileştirme’ projeleri havada uçuşuyor, gevrek gevrek sırıtıp devletin uzattığı ‘müşfik’ ele sarılanlar çoğalıyor, ‘şeş’lere projeler sunuluyor, “Barzani deryasında bir damlayım,” diyenler çoğalıyor, hüviyetinin memleket kısmında Kürt ili yazanlar televizyonlara çıkıp ‘çözüm’ tartışıyor… Arkadaş, en çok bu Ümit Fırat ile Mehmet Metiner ikilisi sinirlerimi bozuyor. ‘Kürt aydını’ diye her programa çıkıyorlar, çözümlerden çözüm pisliyorlar, analizler arasında göbek dansı yapıyorlar… Birisi de çıkıp, “Arkadaş, siz kimi, neyi, hangi şekilde temsil edersiniz? Söylediklerinizin kıymeti harbiyesini adamlığınızla tartmaya kalksak yer misiniz?” demiyor. Hiçbir şey bilmeyen, bunların bir şey çözebileceklerini sanıyor. Bugün, ‘bir kısım’ DTP’liyi içeri atıp, uzlaşmaya hazır kesimlerle Ortadoğu’da Amerika’ya bağlı bir Kürt cenneti yaratma projesi, ancak soytarı Barack Obama’nın inanabileceği bir projedir. Pentagon’da hazırlanan ve

Harvard mezunu ‘vaka çalışması’ müptelaları tarafından hazırlanan hiçbir plan, dağları mermi kovanlarıyla dolu bu topraklarda karşılık bulmaz… Bizi beğenen beğenir, beğenmeyen beğenmez ama en büyük kudretimiz, doğru bildiğimizi ağzımıza geldiği şekliyle söylememizdir. UFO’larla temasımız yok, aramızda peygamber de yok, bu sebeple her söylediğimiz doğru olmayabilir. Hata yaptığımızda özür dilemeyi biliyoruz. Fakat iddia ediyorum ki, Kürt meselesinde

bugüne kadar en tutarlı hattı RED dergisi savunmuştur. İstisnasız tüm yazarlarımız, bugüne kadar aynı vurguyu yaptı: Emperyalistler Kürt meselesini çözemez, çözmek de istemez. Ancak işlerine geldiği gibi istismar ederler. Onların istismarı, bu topraklarda daha fazla acı, daha fazla genç ölüm demektir… Çözüm, emekçilerin kardeşliğindedir; milli meseleler, emperyalist çağda kapitalizm yıkılmadan nihai hiçbir çözüm bulamamıştır…

Abdala malum olurmuş… Obama, Ortadoğu’ya, İslam alemine yönelik daha büyük açılımlar yapmak için yeni bir tura çıktı. Kürt meselesinde, petrol gelirlerinin paylaşımı da karar altına alınarak, ABD-Barzani çizgisi tahkim edildi. Memleketimizin –AKP dedirtene aşk olsun- Ampul Partisi Kürtlere havuç gösterirken, madalyalı paşamız sopa sallamaya başladı. Buradan çözüm değil, tavşan çıkar… Türkiye’deki emekçiler, sabah insan gibi evinden çıkmak, alınteriyle kazandığı lokmayı evine getirmek, çoluğunu-çocuğunu dağlarda inanmadığı bir savaşa kurban vermemek isteyen herkes, bu oyuna karşı uyanık olmalıdır. Bu memleketteki savaşa bir çözüm bulunacaksa, bu savaşın muhatapları tarafından bulunacaktır. Ve çözüm, adil olmalıdır. Dolayısıyla, Kürt hareketini temsil yeteneğine haiz olduğunu düşünen her kim varsa, emperyalistlere mektup yazmakla boşa vakit kaybetmemelidir. Mektubu dağda karşısına çıkan genç işsizlere, metropollerde işini, ekmeğini savunan emekçilere –ki bunların azımsanamayacak bir kısmı da Kürt’tür-, Türkiye’nin mazlum ve yoksul insanlarına yazmalıdır… Bunu bir mektup olarak ele alın...

1 Mayıs bitti, gevezelik bitmedi...

1

Mayıs geçti, tartışması bitmedi. Geçtiğimiz ay boyunca herkes birer ‘1 Mayıs muhasebesi’ çıkardı, bu ‘muhasebe’lerde, ayıptır söylemesi, dolmuş hattı gibi TaksimKadıköy muhabbetlerine girildi. Evet, işçi sınıfının, ‘objektif ’ ve ‘subjektif ’ bakımlardan değerlendirilmesi, sendikaların –her zaman olduğu gibitahlil edilmesi, ardından ‘devrimcilere düşen görevler’, ‘doğru tutum’lar… falan gibi ciddi ve literatüre yaslı kalem oynatmalarla bezeli bu yazılar, bir çeşit dolmuş değnekçisi gibi yazılmasa, dışarıdan bakanlar açısından bir mana ifade edebilirdi. Ama ‘şu’ 1 Mayıs’ın ardından yazılanlar, özellikle de mekan tartışmaları manasızdır. Neden mi? Çok basit… Huzurlu bir 1 Mayıs geçirmek isteyenler, hükümetin gösterdiği alanda, Türk-İş bürokratlarının ardına takılarak, yürüyüş nizamlarını alarak, Kadıköy iskelesine kadar yürümüş, bu arada fevkalade önemli –dalga geçmek için söylemiyorum, hakikaten- sloganlarını bağırmış, bunları artık Türk-İş alana ne kadar işçi getirdiyse onlara duyurmaya çalışmış, siyaseten var olduklarını göstermiş, belki biraz da Türk-İş

bürokratlarını protesto etmiş, ardından huzurlu bir biçimde dağılmıştır. Kanaatimizce burada bir sorun yoktur. Sorun, bunu, “Parti inşa stratejisi bunu gerektirir”, “İşçi sınıfı Kadıköy’de, maceracılar Taksim’de,” –burada da dalga geçmek için söylemiyorum, hakikaten bizzat okudum birkaç yerde, “Kitlelerle birlikte hareket etmek,” gibi argümanlara sarılarak yapmaktır. Yani, eşyayı adıyla çağırmamak, başta kendini, sonra da etrafı kandırmaya çalışmaktır sorun… Zaten bizim solun uzun zamandır böyle bir sorunu var… Huzur içinde 1 Mayıs geçirmek isteyenlerin bu argümanlarına inananlar da, komik ama gerçek, onları işçi kuyrukçuluğuyla (uvriyerizm) suçlayan uzun uzun yazılar yazıyor. Bu, işi iyice içinden çıkılmaz hale getiriyor tabii. Bir kere, işçi sınıfı Kadıköy’de olduğu için oraya gittiklerini söylüyorlar, gayrı ciddi bir önermedir, Kadıköy’e işçi sınıfı falan gitmemiştir; birkaç bin kişilik mitingde, sendika bürokratları ve onların getirdiği –yakın çevre- birkaç yüz işçi ile başta EMEP olmak üzere bir dizi sol parti ve grup vardı. Taksim Meydanı’na bunun fazlası girdi, binlerce kişi de çevre cadde ve sokaklarda barikat başlarında

direnişteydi. İşin sınıf bileşeni yanı ise, emin olun Taksim’in ara sokaklarında çok daha proleter bir nitelik taşıyordu. Yani, Kadıköy’de nitelik ya da nicelik olarak ‘sınıf ’a rastlanmazken, RED’in bu sayısındaki sayfalara yansıyan tüm direnişteki işçiler Taksim’e çıkmak için dövüşüyordu. Kadıköy’e giden arkadaşların işçi kuyrukçuluğu yaptığını iddia etmek, en azından bu sebeple saçma olur. ‘Maceracılık’ gibi işlere gelince… Elbette biz kendimizi bir ruh hastaları sürüsü olarak görmüyoruz. Yani, durup dururken biber gazı solumak, copla kafamızı patlatmak hiç hoşumuza gitmiyor. Macera peşinde koşmak istesek, Indiana Jones filmlerine özenir, büyülü mağaralar arar, en kötü ihtimalle egzotik topraklarda örümcek falan öldürmeye çalışırdık. Halbuki, kimi ülkelerde bir tarihi gün olarak 1 Mayıs abartılı bir ehemmiyet taşımasa da, Türkiye’de kanlı provokasyonların yaşandığı ve bir askeri darbenin zemini olarak kullanıldığı için, bir gün olarak çok önemlidir ve birlikte simgeleştiği

meydan da Taksim Meydanı’dır. Binlerce KESK üyesinin, direnişteki işçilerin, dünya kadar işsizin, öeli emekçinin, yani lafın kısası, bu düzenle derdi olanların, her şeye rağmen -özellikle son üç yılda yenidendireniş sembolü haline gelmiş Taksim Meydanı’na yükleneceğini bildiğimiz için oradaydık. Bu meseleyi farklı okuyabiliriz, farklı değerlendirebiliriz. Huzur içinde 1 Mayıs kutlayanlar da bizim dostlarımızdır, ara sokaklarda beraberce barikat kurduğumuz, beraberce kafa göz yardırdığımız emekçiler de. Hem Taksim’e çıkmış olmak ertesi güne bir şey bırakmadıysa bunu mitolojik bir zafer gibi abartmamak lazımdır. Kaldı ki, Kadıköy’de huzurlu 1 Mayıs’ı tercih edenler iflah olmaz birer hain falan değildir. Zaten şunun şurasında kaç kişiyiz. Üzmeyelim birbirimizi…

3


mantar tarlası M

“Kriz varsa çare de var, iletişim kampanyasını başlatıyoruz. Hepimiz aynı gemideyiz. İmkanı olan harcama yapmazsa işveren malını satamayacak, bu nedenle de işten adam çıkarmak zorunda kalacak. İşsizlik artınca kimse malını satamayacak. Bu kısır döngüyü kırmak için ‘eve kapanma pazara çık’ diyoruz.” TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu… Geel, geeel! Batan geminin ‘malları’ bunlar!.. Ya da, bir patrondan zeka pırıltıları saçan ekonomi yorumu!.. *** “Darbe şebekeleri, ideolojik olarak karşıt çizgideki radikal solcularla da gayet iyi geçiniyor. 12 Mart (1971) muhtırasına giden süreçte, kimi solculara ‘leblebi gibi bomba attırıyorlardı.’ Yani solcu gençler ‘ devrimcilik’ yaptıklarını sanırken, aslında darbecilerin yolunu açıyorlardı. ‘Kullanma ve kullanılma’ açısından bakıldığında, ‘zinde güçlere’ göz kırpan, ‘asker-sivil aydın zümre’ teorileri yapan Doğan Avcıoğlu-Mihri Belli-Doğu Perinçek çizgisi hiç olmazsa açık sözlü gözüküyor.” Emre Aköz… Bugün medyada meydanı boş bulup ‘antidarbecilik’ oynayan birçok liboş, o yıllarda sol bir darbe olacak diye asker postalı yalıyorken, şimdi, “Darbecilerin yolunu açıyorlardı,” diye çamur attıkları devrimci gençler darbeciler tarafından asılıyordu! Emre Aköz gibiler ise, hayatlarında hiçbir tavuğa ‘kışt’ demeden, ‘Özal çağı’nın yarattığı ‘geyik’ köşe yazarlığı konsepti dahilinde tavla-mavla martavalları anlatırken, şimdi yeni misyonları icabı leblebi gibi ‘siyasi tespit’ pisliyorlar. Hayat ne garip... *** “Bayram olursa ne olur? İyi olur. Tatil olursa ne olur? Daha da iyi olur. İşçi felekten bir gün çalmış olur, bir gün daha dinlenir, çoluğunu çocuğunu alır, hava da büyük bir ihtimalle güzel olacaktır, gezmeye gider, kırlara çıkar, ya da evinde yan gelir yatar, falan filan. Gösteri yapılırsa ne olur? Fena olmaz. Birkaç bin kişi dinlenmek yerine bugün de çalışmış kadar yorulur, kendi bilecekleri iştir.” Engin Ardıç… Muhtemelen 1 Mayıs’ta Taksim’e girenler içinde Engin Ardıç’ı anmayı unutmayanlar vardır... Biz andık mesela... *** “Nasıl oluyor da Türkan Saylan olayında yanımda ‘liberal’ sıfatına itiraz etmeyeceğini sandığım kişileri buluyor, kendi yoldaşlarım dışında hemen hemen hiçbir solcuyu bulamıyorum? Ben mi liberalleştim, beni yalnız bırakanlar mı darbecileşti? Bugün düştüğüm yer hiç beni rahatsız etmiyor. Ergenekoncuların, Genelkurmay’ın, ‘çağdaş’ derneklerin yanına düşenler düşünsün.” Taraf gazetesi yazarı Roni Margulies… Tam bir, “Ben kimim? Burada ne işim var? Acaba UFOlar var mı?” vakası... Valla biz hiçbir ‘yoldaş’tan, “Bilmem kim aday olmasaydı, AKP’ye oy verecektim!” gibi zırvalar duymadık, o yüzden senin durumunu anlayamıyoruz Roni ‘yoldaş’… Ne diyelim, Allah bir kere düşürmesin… *** “Guevera ve Castro o zaman (Marx’ın sağlığında-O.Ö.) yaşayıp dağlarda, ‘Ya bağımsız vatan ya ölüm!’ diye devrimci-milliyetçi silahlı mücadele verseydi Marx herhalde onları medeniyet ve ilerlemeye düşman iki zibidi haydut olarak görürdü...” Taraf gazetesi yazarı Rasim Ozan Kütahyalı… Deniz Gezmiş’in ‘ajanlığı’ bitmiş, sıra Che Guevara’ya gelmiş anlaşılan. Adam kalksın, Arjantinli olup Küba’da, Kongo’da, Bolivya’da savaşsın, yine de Türkiye’deki bir liboş ‘zibidi’ tarafından ‘milliyetçi’ diye yaftalansın! Utanmasalar, Che’ye de ‘Kemalist’, ‘darbeci’, ‘Ergenekoncu’ falan diyecekler... Bu arada Roni’nin yanında bulduğu ‘yoldaş’a dikkat!..

MÜ-YAP Başkanı olup, Türkiye’de Madonna da dahil pek çok şarkıcının mülkiyet haklarını korumak üzere savaşmaya başlayan Bülent Forta, TRT1’de yeni yayına konan bir müzik yarışmasında ‘jüri üyesi’ oldu. Türk televizyonculuk tarihindeki gelmiş geçmiş güzide ‘jüri üyeleri’ arasındaki yerini alan Forta’yı tebrik eder, başarılarının devamını dileriz...

Hazırlayan: Onur Özgen 4

aksim Gorki, şu anda hatırlayamadığım bir yerde, Bolşevikler’in duvara (Çarlık) olanca güçleriyle kafalarını vurduklarını, arkalarındaki muazzam kitle desteğiyle orada bir delik açtıklarını anlatır. Türkiye’de Düzen’in duvarına kafasını olanca gücüyle vuracak pek çok kişinin/kadronun çıkabileceği tarihsel olarak defalarca kanıtlanmış, ancak bu vuruşu destekleyecek kitle gücü her defasında eksik kalmıştır. Başka deyişle, kafayı vurma anıyla sınıf mücadelesinin yükselişi arasında senkron sağlanamamıştır. Mevcut iktisadi kriz koşulları önümüzdeki dönemde böyle bir imkân yaratabilir ve içe, toplumun derinliklerine doğru gelişen patlamalar dışa dönerek yeni bir sınıf mücadelesini ateşleyebilir. Bu durum, kafasını duvara vuracak insanların, kadroların ve hareketlerin öne çıkmasını sağlayabilir.

21. Dakika

Türkiye’deki karışık ideolojik iklim dikkate alındığında, bu yeni mücadele sürecinin kaotik olması muhtemeldir. Fakat kaos dezavantajların yanı sıra avantajlar da sağlayabilir. Mesela Yunanistan’da işçiler 20 dakika genel grev yapabiliyorlar. Grevin durdurduğu bütün üretim faaliyeti ve genel nüfus kitlesini etkileyen bütün hizmetler, 21. dakikada yeniden başlayabiliyor. Türkiye’de böyle bir şey olmaz. Bir kere bu ülkenin tarihinde tek bir genel grev deneyimi yok. Gerçek anlamda yok. Yoksa sendikaların genel grev yapıyormuş gibi davrandıkları, devletin de sendikaları sanki genel grev yapıyorlarmış gibi azarladıkları pek çok örnek gördük. Genel grev, en azından büyük kentlerin çevresinde, çalışan tek bir fabrikanın kalmaması, tek bir belediye otobüsünün sefere çıkmaması, tek bir uçağın havalanmaması, bütün elektrik ve su şebekelerinin durması, alışveriş merkezlerinde satış yapılmaması anlamına gelir. Yunanistan’da bu 20 dakika sürebiliyor. Burada 20 dakika sürecek gerçek bir genel grev yapılsa, 21. dakikada, yeni bir dünya kurulmuş olabilir. Kaotik durumun sağlayabileceği avantaj budur. Kaotik olmayan, sendikal disiplinin hâkim olduğu bir genel grevde, 21. dakika sistemi burjuvaziye iade ederken; kaotik bir durumda 21. dakika, hiç beklenmedik gelişmelere, büyük kitle hareketlerine yol açabilir.

Beklemek ve Çürümek

Tarihin penceresi aralanır gibi olduğunda, ‘olgunlaşma’yı ya da bir şeylerin ‘olgunlaşması’nı beklemek, genellikle çürümeye yol açar. Duvara kafayı vurma metaforunu hatırlayalım! Bu metafor, aynı zamanda, erken davranmayı, beklememeyi ima etmektedir. Yavaş gelişimden, adım adım olgunlaşmadan, niceliğin niteliğe dönüşüm diyalektiğinden, ‘kendiliğinden’ sınıf hareketinin ‘kendi için’ sınıf hareketine dönüşümüyle tarihsel gelişimin nesnel mantığından yana olan Eduard Bersntein ile beklemekten yana olmayan Rosa Luxemburg arasında geçen polemik, devrimcilik ile reformculuk arasındaki farkın aydınlanması bakımından büyük önem taşır. Kızıl Rosa, bu polemikte, vakitsiz ve başarısız girişimlerde bulunmadan, doğru anda devrim yapılamayacağını söyler. Her devrim, vaktinden önce gerçekleşmiş bir devrimdir. Tam vaktinde olan şeye zaten devrim denmez. Vakit gelmişse, ayrıca bir şey yapmaya gerek yoktur. Sınıf ve devrimciler kendilerini ancak vaktinden önceki girişimlerle eğitebilirler. Vaktinden önce yapılan hiçbir girişim yoksa, beklenen vakit gelmez. Bu açıdan bakarak, Türkiye’de yine bir ‘vaktinden önce girişimler’ döneminin açılmakta olduğunu ve yeni insanların, işçilerin, öğrencilerin bu girişimler içinde kendilerini eğiterek bir vakte kadar yeni bir devrimci hareket oluşturabileceklerini söylesek, durumu abartmış olur muyuz? Ya da böyle bir iddiada bulunurken, neye dayanabilir, hangi imkânlardan hareket edebiliriz?

İmkânlar

Birincisi, Özal’la başlayan liberal ekonomi döneminin, bütün ‘şahane hayat yanılsamaları’yla birlikte sona ermesi, orta ve alt sınıfların bilincinde yeni bir dönüşüme yol açmış olmalı. Kriz, dibini gördük, falanca çeyrekte dibe ayağımızı vurup yukarı fırlayacağız gibi iddialara rağmen, gelişmeye devam ediyor ve az gelişmiş/ tam bağımlı ekonomileri en ağır darbeler için sıranın sonlarına yerleştirmiş gibi görünüyor. Kapitalizm kendine yeni bir model


YAVUZ ALOGAN

KAFAYI DUVARA VURMAK... ararken, işten atıldığı için fabrika kapısında birbirine sarılıp ağlayan işçilerle henüz işten atılmayan fakat korku içinde bekleşen içerideki işçilerin ortak bir kadere sahip olduklarını anlatmak ve sendikaların yapısını sorgulamak için yeni imkânlar ortaya çıkıyor. Sosyalist olmak, bu işçilere seslenebilmeyi, çalışan işçinin atılan işçiye sahip çıkması gerektiğini, patronsuz da üretim yapılabileceğini, fabrikaları terk etmeyip tezgâh başında direnmenin önemini, emeğin hükmettiği yeni bir dünyanın mümkün olduğunu anlatabilmeyi gerektirir. Bunu yapamıyorsak, sosyalist olmuşuz olmamışız, ne fark eder? İkincisi, mevcut hükümetin trajik durumundan kaynaklanıyor. Hükümet, bütün sermayesini neo-liberal iktisat siyasetlerinin küresel başarısına yatırdı ve bu yönde önemli bir mesafe aldı; her şeyi sattı, özelleştirdi, liberalleştirdi. Krizin derinliğini anlamadığı ve hızını alamadığı için, aynı yönde ilerlemeye devam ediyor. Fakat bu siyasetlerin artık iflas ettiği ve yine Keynes’ten ilham alan yeni bir küresel kapitalizm modeli arayışının başladığı görülüyor. Hükümet, memleketin bütün iktisadiyatını uluslararası sermayenin saldırılarına açtı. Fakat saldıran yok. “Gel bizi sömür,” diyorsunuz, ama kimse gelmiyor. Gelse, bu kez öldüresiye sömürecek. Öldüresiye sömürmek için daha ucuz işgücü istiyor, ancak bunun için gerekli olan rejim değişikliğine şimdilik kimsenin gücü yetmiyor. (Bu arada TÜSİAD’ın işçinin kıdem tazminatına göz diktiği, sağlık harcamalarında bireysel katkının artırılmasını istediği görülüyor.) Bu tablo, hükümetin büyük bir bedel ödeyerek sahneyi daha kamusal (ya da baskıcı) siyasetler uygulayabilecek güçlere terk etmesine yol açacak; ‘teğet geçiyor’ zannettiği şey, onu tarihin çöplüğüne mıhlayacak. Bu karmaşık süreç, sosyalist hareketlerin programlarının, taleplerinin ve kapitalizm eleştirilerinin geniş kitlelere iletilmesi için büyük imkânlar sağlayabilir. Üçüncüsü, toplumun genelinde bir siyasallaşma görülüyor. Merkez sağın fosilleşmiş sabık liderleri bile atağa kalktı. Sosyal demokratların alanında yeni arayışlar ve mevzilenmeler var. 1 Mayıs, bütün sol grupların en geniş katılımını sağladı. (Devlet, 1 Mayıs’ı tatil ilân etmekle tarihsel bir hata yaptığını önümüzdeki yıllarda anlayacak.) Üniversitelerde 1980’li ve 1990’lı yıllara özgü apolitik öğrenci

...taban, tavan, temel, köprü, çatı, kubbe, çardak, tonoz, kiriş, kanal, kemer partileri kurma girişimlerinden kaçınmak; her yerde aynı anda var olmayı gerektiren, kafayı duvara vurmaya hazır ve tarihsel kökleri sapasağlam duran ‘hareket’ geleneğine dönmek gerekir... tipolojisi, yerini, okuyan, tartışan, örgütlenmek ve değiştirmek isteyen, militanca bir çıkış arayan gençlere bırakıyor. Liseliler bile on yıllar sonra yeniden örgütleniyorlar. Bu bağlamda, yeniden başlayan Cumhuriyet Mitingleri’ni de hesaba katmak gerekir. Beğenmeyebilirsiniz, ancak unutmayın ki, 68 Gençliği’nin bütün önderleri, 60’lı yılların ortasında yapılan Kıbrıs Mitingleri’nde, ‘Ya taksim, ya ölüm!’ diye bağırmışlardır. İnsan bilinci sıçramalı gelişir; ve tarih hızlandıkça bilinç sıçramaları artar. Bütün bu Ergenekon, liberalizm, sosyalizm, laiklik, cumhuriyet, şeriat, iktisadi kriz, Keynes, Marx vb. tartışmaları, insanları sorgulamaya, düşünmeye, tartışmaya yöneltmektedir. Farklı ve birbiriyle mücadele eden programları birleşik kaplar gibi düşünebiliriz; bunlar bir yere kadar birbirini güçlendirerek gelişir. Çok uzun bir aradan sonra (70’lerden bu yana, nerdeyse 40 sene sonra), işçiler sahici grev, öğrenciler sahici boykot, çeşitli halk kesimleri örgütlenerek sahici eylem yapmayı yeniden öğrenmek durumundalar. Dolayısıyla, kategorik olarak karşı çıkmadan ve yok saymadan, her şeye maydanoz olmak ve hiçbir ruhu huzur içinde bırakmayarak sorgulamak gerekir. Bu siyasal ortam, sosyalist solun, en haklı talepler ve görüşlerle öne çıkmasına imkân sağlıyor.

Dördüncüsü, Kürtlerin mücadelesi de bir dönüşüm geçirmektedir. PKK’nın büyük dünya güçleriyle reel siyaset yapma girişimi iflas etmiştir. Aslında bu iflas, Abdullah Öcalan’ın İmralı’da noktalanan uzun ve beyhude uçak yolculukları sırasında yeterince kanıtlanmıştı. Fakat bu kez durum ciddi. ABD, Barzani devleti ile TC’yi kendi Kürt projesinde uzlaştırmak için PKK’yı feda etmeye kararlı görünüyor. DTP’nin de bu süreç içinde tercihte bulunmaya zorlandığı anlaşılıyor. Aslında PKK, her şeye rağmen, güneydoğudaki feodal ilişkilerin çözülmesine katkıda bulunmuş, Kürt kadınının özgürleşmesi yönünde adımlar atmış, sosyalist kökenli, modern bir harekettir. Bu açıdan bakıldığında, bir Barzan ya da Talaban aşiretinden çok farklıdır. Milliyet’te yayımlanan röportajında Karayılan’ın, PKK’nın tasfiye olması halinde, güneydoğuya dinci akımların hâkim olacağını söylemesi de önemlidir. PKK’nın tamamen tasfiye edilmesi halinde Güneydoğu’nun Pakistan’daki Swat vadisi gibi bir yere dönüşmesi mümkündür. Bir bütün olarak bu sürecin, Kürtler arasındaki sınıfsal ve ideolojik ayrışmayı hızlandırması; PKK’nın tamamının ya da bir kısmının sosyalist köklerine dönerek yoksul Kürt halkının sesi olması, feodal aşiretlere ve emperyalizme

karşı mevzilenmesi muhtemeldir. Bu gelişme, Kürt ve Türk sosyalistleri arasında, çok eski tarihsel kökleri olan ve 1990’lı yılların başında denenen bir ittifakı yeniden gündeme getirebilir.

Ya sosyalizm, ya barbarlık

Bu belirtileri görmek ve imkânları değerlendirmek için, “Bize de oy verin / biz de varız / geleceği birlikte kuracağız / hepimiz bir fidanın güller açmış dalıyız” platform, oluşum ve inisiyatiflerinden uzak durmak; kapsayıcı, kuşatıcı, birleştirici, yol açıcı, herkesi içleyen kimseyi dışlamayan, üyelerini memnun ve tatmin ederek onların hassasiyetlerini gözeten; neredeyse son çeyrek yüzyıldır beyhude bir debelenmenin ötesine geçemeyen; taban, tavan, temel, köprü, çatı, kubbe, çardak, tonoz, kiriş, kanal, kemer partileri kurma girişimlerinden kaçınmak; her yerde aynı anda var olmayı gerektiren, kafayı duvara vurmaya hazır ve tarihsel kökleri sapasağlam duran ‘hareket’ geleneğine dönmek gerekir. Sahici olmak gerekir. Bu ülkede ya sosyalizmin ağırlığı hissedilecek; ya da İslami faşizmin ve ırkçı çatışmaların bataklığı her şeyi örtecek; ülkemiz, Ortaçağ karanlığı içinde Pakistan’dan beş beter olacak. Rosa Luxemburg’la birlikte bir kez daha: Ya Sosyalizm ya Barbarlık!

5


DiRENiŞ NOTLARI

B

ir cumartesi günü bürodan çıktık. Baharın tüm çekiciliği altında Balmumcu’ya doğru yollandık. Caddenin kenarına biriken kalabalık, pankartlarla çoğalan, dövizlerle renklenen büyük bir insan seline dönüştü çok geçmeden. ATV-Sabah grevcileri grevlerinde 100. gün demişlerdi. Bu 100. günde onları yalnız bırakmayan ve gelecek onurlu günler için direnen başka sınıf dostlarımızı da gördük. Kurt-İş’ten Meha Tekstil’e, Sinter’den Entes’e aynı onurlu yol alışın ayak sesleriydi bunlar. Öğle saatlerinden gün batımına uzanan koca bir öğle sonrasında, direndikçe “İnsanım!” diyen emekçilerin ayrı ayrı kapılarda verdikleri mücadelenin aynı tekneden akışını izledik. Onlarla konuştuk, dertleştik. Sınıfın kadınlı erkekli direngen renklerini karşınıza getirdik bu sayımızda...

MEDYA ÇALIŞANLARININ ONURU H

er şeyde bir Avrupa modeli aramak çok itici bizim için elbette, fakat medya konusunda iş farklı biraz. Avrupa’da sendikalı olmayan gazeteciye basın kartı verilmiyor. Türkiye’deyse ilk şart sendikadan uzak kalmak. Yıllarca sektörde çalışmış bir gazeteci düşünün ki, basın kartı yok, ikramiyesi yok, izin yok, yok oğlu yok… Bizler için işçi sınıfı içinde var olan her bir hareket önemlidir. Hele basın iş kolunda greve cüret edecek bir hareketin varlığı hiç gözardı edilemez. atv-Sabah işçileri Turkuaz Medya Grubu’nda greve çıktıkları dördüncü günde işten çıkarıldılar. Yasa gereği işe dönüş davaları açtılar. 22 Nisan ve 27 Mayıs’ta görülen iki duruşmanın sonunda davayı kazandılar. Şirket kovma gerekçesi olarak, “Bu grev atv’nin grevidir. Gazete ve dergi çalışanları katılamaz” bahanesini ileri sürdüler ve ayrı bir dava daha açtılar. 27 Mayıs’ta bu davanın da duruşması görüldü ve şirket davayı kaybetti. Yani aynı gün içinde Grevciler iki davayı da kazandı. Şimdi atv-Sabah grevcilerinden Mete Öztrük’le sohbetimizi aktarıyoruz... Medya çalışanlarısınız ve aslında grev haberlerine hiç de yabancı olmayan hatta belki de en yakından takip eden bir iş koludur medya. Şimdi bizzat kendiniz yaşıyorsunuz. Çemberin dışında değil de tam içindesiniz şimdi neler hissediyorsunuz? Aslında durum çok öyle değil. Bu meselelerle çok da iç içe olamadık ne yazık ki... Çünkü uzun yıllardır haberin ya da halkın sorunlarının peşinde değil, patronların çıkarlarının peşinde koştuk. Evet, bu sorunların farkındaydık ama çok da umursayamıyorduk ya da en azından umurumuzda olsa bile bu sorunları duyuramıyorduk. Şu anda ise özellikle biz 10 grevci için durum çok farklı. Gerçekten de çemberin tam ortasındayız ve bundan birkaç ay önce bizim de bir parçası olduğumuz medyanın bu meselelere ne kadar yabancı olduğunu, ne kadar uzaktan baktığını yaşayarak anladık. Bundan önceki bakışımızın, aslında sınıftan uzaklaşmış

6

olmamızla ilgili olduğunu gördük. Gazeteciler, o herkesin gözünü yanıltan illüzyonun etkisi altında. Kendisini işçi olarak görmüyor. Biz ise neresinden bakarsanız bakın yüzde yüz işçi olduğumuzun farkındayız. Sınıfımızın yanında saf tuttuk. Sınıfımız da bize safta yer açtı ve arasına aldı. Çok büyük ya da çok özel bir şey değil ama çok doğru bir şey yaptığımızdan eminiz. Bunun için çok mutluyuz, huzurluyuz. Bu deneyim -eğer bu mesleği sürdürebilirsek- gelecekte yapacağımız gazeteciliği çok etkileyecek. Bizimle birlikte birileri de uyanabildiyse, artık gazeteciler gazetecilik yapmaya başlayacak. Grevinizde 100 günü geride bıraktınız. Geçen bu 100 günlük tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz? Tek kelimeyle özetlemek gerekirse muhteşem... 13 Şubat’ta greve başlarken sadece 10 kişiydik. Şimdi ise on binlerceyiz. Bu durumu ‘muhteşem’den başka hangi kelimeyle ifade edebilirim bilmiyorum. Grevin başından beri sendikalardan, sivil toplum örgütlerinden ve siyasi partilerden büyük destek aldık (elbette düzene ait olanlardan değil). İnsanlar bize destek olmadılar, adeta bizimle birlikte grev yaptılar. Biz de onlardan aldığımız güçle, bu kadar uzun bir süre geçmesine karşın hala ayaktayız. Daha önce birçok kez söylediğim gibi; umudumuz, inancımız, her gün bir öncekinden daha ileri gitti. Aradan yüz günden fazla bir süre geçti. Bu duygularımız artık kabına sığmıyor. İşe alım ve çıkarımların en yoğun olduğu ve dolayısıyla tutunmanın en zor olduğu bir sektörde örgütlenmenin önündeki en temel sorun nedir ki greve sadece 10 kişiyle başladınız? Küçümsemek için sormuyoruz elbette fakat bu tablo medya çalışanları için -ki bu çalışanlar toplumun bilinç düzeyi yüksek kesimidir de– acı bir tablo değil mi? Aslında yanıt da sorunun içinde... İşçilerin, iş güvencesinin olmaması aslında

örgütlenme için uygun ortamın oluşması anlamına geliyor. Fakat diğer taraftan da bu kriz ortamında insanlar aynı korkularla mücadeleden çok kolay vazgeçebiliyor. İşlerini kaybetme, tutunamama korkusu onlara her şeyi yaptırabiliyor. Nitekim bizde de böyle oldu. 500’ün üzerinde olan sendikalı sayısı, işten çıkarma ve ‘kara liste’ tehdidiyle bir anda 30’lara 40’lara düştü. Greve çıkmaya cesaret edebilenler ise 10’da kaldı.

Bu tablo sadece medya çalışanları için değil tüm işçiler için acı bir tablodur. Ama bence ülkenin genel durumunun da aynasıdır. Benzer süreç nerede yaşanırsa yaşansın, tablonun aynı olacağını düşünüyorum. Medyada çalışanların bilinç düzeyinin yüksek olduğu vurgusuna gelince... İşte bu da kocaman bir yanılgı… 13 yıldır bu sektörde çalışan biri olarak söylüyorum; yok öyle bir şey. “Sendikalı olursam solcu olacak mıyım?” ya da “Ben işçi miyim ki greve çıkayım” sözlerini edenlerin gazeteci olduğunu düşünürsek, tez doğrudan çürüyor zaten... Kısacası ben, greve çıkanların sayısının 10’da kalmasından önce bu sorularla karşılaştığımda acı tabloyu görmüştüm. Zaten bizdeki örgütlenme de insanların ‘örgütlenme ihtiyacı’ndan değil, maddi taleplerinden kaynaklandı. Bir ya da birkaç ikramiye hayaliyle sendikaya üye olanlar, maaşlarını kaybetmekle ilgili tehlikeyi hissedince ortadan kayboldu. Eylem alanlarınız oldukça yoğun katılımlı ve coşkulu geçiyor fakat biliyoruz ki basında yer almıyor. Bu

durum için neler söylemek istersiniz? Bunun yanıtı ilk sorunun cevabında da var. Gazetecilerin durumu ortada… Örgütsüzler, güçsüzler, korkaklar. Her şeyden önce gazetecilik yapmıyorlar. Bizim mücadelemizin kendileri için de yapıldığını biliyorlar ama öncelikle bizim başarmamızı ya da yenilmemizi bekliyorlar. Büyük medya patronları, ‘örnek gösterilecek’ bir sınıf dayanışması içinde işçilere karşı omuz omuza dururken, işçilerin korkaklığı, dağınıklığı, işin en üzücü yanı... Üstelik ben herhangi bir medya grubunda patron tarafından “Sabah-atv grevini görmeyin” diye bir genelge yayınlandığını da düşünmüyorum. Gazeteciler öyle bir hale gelmiş ki, patronlar bunu yapmaya gerek duymuyor. Çünkü biliyor ki, herkesin ‘gazeteci’ diye bildiği insanlar, çıkarlarını kendisinden daha hevesli ve daha şiddetli koruyacaktır. Çeşitli iş kollarında grevler var, kuşkusuz çoğalacak da. Eylemleri ortaklaştırmak bir platform etrafında birleşmek gibi bir durum var mı? Grev boyunca öğrendiğimiz en önemli şey; tek başına kazanamayacağımız oldu. Biz 10 kişi kalsaydık. Meha işçileri eylemlerini kendi kendilerine çadırlarında yürütseydi, Sinter işçileri seslerini bizim sesimize katmasaydı, Desa, Kurtiş, Entes kendi kendine kazanmaya çalışsaydı hiçbir şey olmayacaktı. Ama biz güçlerimizi birleştirdik. Bu sayede sesimiz daha gür çıkmaya başladı. İşte Meha işçisi haklarının önemli bir bölümünü almayı başardı. Birliktelik sürerse sıra bize de gelecek. Ancak burada en önemli sorun şu. İşçiler bir şekilde ekonomik bahanelerle haklarını kaybediyor ve bazıları direnişe geçiyor. Bu direnişin sonunda haklarını almayı başaranlarsa birer ‘muzaffer’ olarak evlerine dönüyor. İşte bu eve dönüş kısmı büyük problem. Bu insanlar, bundan sonraki işlerinde de bir sorun yaşayana, hakları gasp edilene kadar eski hayatlarını


FiLiZ ASLAN - ESiN TEPE

‘DiRENDiK VE KAZANDIK’

a

atv-Sabah grevcilerinden Mete Öztürk, örgütlenmek ve mücadele etmek için işten atılmayı beklememek gerektiğini vurguluyor... sürdürecek. Oysa işçilerinin örgütlenme talebinin olması gerekiyor. Sorun yaşayan ya da yaşamayanın yan yana durması gerekiyor. Bunun için de şu anda direnişte ve grevde olan işçiler olarak bir platform kurmaya çalışıyoruz. İlk toplantıları yapıldı. Henüz emekleme aşamasında. Ama bu platformu sağlıklı bir şekilde büyütebilirsek, gelecekteki işçi mücadelelerine çok önemli katkıları olacak. İşçilerin çeşitli çatılar altında örgütlenmesi önemli ve gerekli. Ama bence hangi çatı altında olursa olsunlar, hep yan yana durmalılar. Bu platform bu yüzden önemli… Gün geçtikçe büyüyen greviniz var son olarak neler söylemek istersiniz zorluklarla mücadele ediyorsunuz varacağınız ya da varmak istediğiniz son nokta nedir? Grevimiz gerçekten de büyüyor. Bu da dayanışmayla oluyor. Bu sayede aslında hiç zorlanmadık. Bizim öncelikle varmak istediğimiz nokta, kendi sektörümüzde sendikal örgütlülüğün var olmasıdır. Grev öncesinde de, sonrasında da taleplerimizi anlatırken bunu sık sık dile getirdik. Biz, bundan sonraki gazetecilik yaşamımızda örgütlü olarak çalışmak istiyoruz. Patronun iki dudağının arasında olmak istemiyoruz. Gazetecilik yapmak istiyoruz. İhale takipçiliği, tetikçilik gazetecilerin işi değil. Örgütlenince güçleneceğimizi ve istediklerimizi yapabileceğimizi biliyoruz. Biz bugün Sabah-ATV Grubu’nda toplu sözleşme imzalamayı başarırsak, örgütlenmenin sektörün tamamına yayılacağını biliyoruz. Bunu yapamasak dahi, şu ana kadar yaptıklarımızın da başarı olduğunu düşünüyoruz. Biz böyle bir medya grubunda, bir plazada; sendikal örgütlenmenin, patronla masaya oturmanın, hatta greve çıkmanın mümkün olduğunu gösterdik. Bu arada tüm işçilere bir şey söylemek istiyorum. Örgütlenmek için haklarınızın gasp edilmesini, patron tarafından kapıya konulmayı beklemeyin. Hiçbir sorun yaşamadığınızı düşündüğünüzde de örgütlü olun ki, yarın bir problemle karşılaştığınızda arkanızda örgütlü bir sınıfınız olsun. İşte bu örgütlenmiş sınıf da, varmak istediğimiz son nokta...

tv-Sabah grevcilerinin 100 dakikalık oturma eylemi sürerken biz de artık onlardan biri olduk. Gözümüze daha önce direniş çadırlarına konuk olduğumuz MEHA işçileri takılıyor. Onlardan birini, Saliha Gümüş’ü alıyoruz yanı başımıza bu kez. Bir başka çadırı, direne direne kazanılmış, söke söke alınmış bir hak öyküsü onun anlattığı bize. MEHA işçileri aylarca zam almadan çalışırken, gece yarılarına kadar yaptığı çalışmalara tek kuruş fazla mesai ödenmezken bir süre sessiz kalmışlar. İşveren bu süre içinde gizli gizli fabrikayı taşıma planlarını yaşama geçirmiş. Üretim araçlarını başkalarının üzerine geçirerek işçilerin alacaklarını ödememe yoluna gitmiş. Bıçak kemiğe dayandı mı durmak olmaz. Yaşamlarında bir çadırın içinde günlerce bekleyeceklerini hayal bile etmemiş olan kadın işçiler, kendilerini direnişin en ön saflarında bulmuş. Haklı ve azimli mücadeleleri bu günlerde sonuçlanmış görünüyor. Çalıştıkları işyeri LC Waikiki firmasının fason üreticisi olduğu için eylemlerini bu firmanın merkezine ve uluslararası ayaklarına odakladılar ve birikmiş alacaklarının büyük bölümünü geri alacak kararı çıkardılar. Onlar için zor ama kararlı bir yolculuk şimdilik başarıyla bitirilmiş görünüyor. Sözü, “Ben direnişin henüz bittiğini tam anlamış değilim. O kadar alıştım ki arkadaşlarımla o çadırda olmaya, sanki orası benim evim oldu. Alacaklarımızın önemli bir bölümünü kazandık, yakında alacağız. Buna seviniyorum ama artık arkadaşlarımla her gün bir arada olamayacağıma üzülüyorum,” diyen MEHA Tekstil işçisi Saliha Gümüş’e bırakalım... Sendikaya üyelik konusu gündeminize geldi mi bu direniş sırasında? Grev aşamasından sonra doğru sendikayı bulma tartışmaları yaşadık sürekli. Bizim sorunlarımıza sahip çıkan, emeğin hakkını koruyan bir sendikayı aradık hep birlikte. Ancak bu konuda sorunumuz tamamlanamadı. Doğru yerde olma gibi bir sorunumuz olduğuna inanıyoruz. Bundan sonra iş bulup çalışmak gibi bir temel konumuz var. Önce iş bulacağız sonra da sendikayı düşüneceğiz. Direnişe kaç kişi çıktınız? 90 kişi direnişe geçti. 60 kişi dava açabildi diğerleri açamadı. 70 kişiye düştük sonra; en son 53 kişinin kazanımıyla süreç sonuçlandı. Mağdur durumda olup direnişe

MEHA Tekstil direnişçilerinden Saliha Gümüş, direnişin kendilerine dostluğu ve dayanışmayı öğrettiğini söylüyor... katılmayanlar bu süreçte haklarını elde edemedi. Direnişe geçip haklarını dile getirenler, grev çadırını kuranlar ve bunu sürdürenler haklarını elde etti. Başkaları mücadele etsin ben kenarda durayım bekleyeyim diyenler hiçbir haklarını elde edemedi. Bu durum o düşüncedekilere ders olsun. Aileleriniz nasıl karşıladı bu direniş çadırı sürecini? Ailelerimiz baştan hiç inanmadı bu işi başaracağımıza. Ancak biz ısrar edince öyle baskı falan yapmadılar bize karşı. Bir arada olduğumuzu görünce onlar da inandı. Bir kısmımızın anaları babaları gelip ziyaret etti çadırı. Ne kadar zor şartlar altında haklarımızı almaya çalıştığımızı görünce diyecek bir şeyleri kalmadı, bize sınırsız destek verdiler. Oysa çoğumuzun ailesi iş çıkışı bir yere gitmemize bile izin vermezdi. Bu direniş sana neler öğretti? Aslına bakarsınız öyle güzel bir deneyim ki bu. Bizim 4 gün oldu grev

çadırını yıkalı ve o günden beri daha kendime gelemedim. Grevdeki ve direniş çadırındaki arkadaşlarımla öyle bir kaynaşmışız ki onlar olmadan bir hayat nasıl olur gerçekten bilemiyorum. Daha yeni durumuna alışamadım diyebilirim. Bu direniş öncelikle bize dost olmayı arkadaş olmayı öğretti diyebilirim. Önceden işyerindeyken birbirimizle geçinemezdik, sorunlar yaşardık sürekli. İç çelişkilerimiz olurdu. Ama grev çadırını kurduktan sonra hepimizin aynı durumda olduğunu gördük ve birbirimizle arkadaş olmayı başardık. Bundan sonra grevdeki arkadaşlarımla ayrılmam çok zor. Her zaman onlarla birlik olurum. Ne zaman başım sıkışsa önce onlara gidip yardım isterim. Mücadeleyi kazanımla sonuçlandırmak çok güzel bir şey. İnsan ancak böyle bir direniş yaşarsa birlikte olmanın gücünü anlıyor. Bunu yaşamadan söz söylemek çok zor. İnsan direndikçe hakkını alabilir.

7


DiRENiŞ NOTLARI “Çalışma saatimiz yeri gelir 14 saat yeri gelir 16 saat olurdu; ama nedense patronumuzu bir türlü doyuramadık. Haklarımız gittikçe tırpanlandı; biz de bunun üzerine sendika konusunu uzun uzun tartıştık arkadaşlarımızla...”

Sinter’de mücadele devam ediyor!

a

tv-Sabah Grubunun önünde konuşmalar, sloganlar ve ezgiler birbirine karışmışken direnişteki işçileri tarıyor gözlerimiz. Hemen kenarda slogan atmaktan ter içinde kalmış Sinter İşçisi Halit Yıldırım’ı yakalıyoruz. Genç bir işçi Halit. Ümraniye Dudulu Organize Sanayi Bölgesi’nde Kurulu Sinter Metal’de sendikalaşma çalışmaları 2008’in son aylarında başladı. DİSK’e bağlı Birleşik Metal İşçileri Sendikası’na üye olan işçilerin 37’sinin işten çıkarılması üzerine 19 Aralık günü fabrika işgali yaşandı. 6 aya yaklaşan süre içinde Sinter Metal İşçileri hak alma mücadelesini sürdürüyor. Halit Yıldırım babasından duyduğu sendika anılarıyla büyümüş, bu gün yeni bir işçi kuşağının temsilcisi olarak, elleri yumruk yumruk sokakları arşınlıyor ve bize söyledikleri yaşadığı süreci çok iyi anlatıyor: “Yıllardır Sinter Metal’de çalışıyorum, neden sendikalı oldum size onu anlatayım önce. Bizim çalışma koşullarımız son derece kötüydü. Çalışma saatimiz yeri gelir 14 saat yeri gelir 16 saat olurdu; ama nedense patronumuzu bir türlü doyuramadık. Haklarımız gittikçe tırpanlandı; biz de bunun üzerine sendika konusunu uzun uzun tartıştık arkadaşlarımızla. Onlara sendikalı olursak nasıl haklara sahip olacağımızı anlattık. Onlar da ikna oldular ve sendikaya gidip görüştük. Sendika görevlileri geldi ve bize sendikalı olmanın yararlarını anlattı. 9 aydır mücadele ediyoruz. Sonunda kazanacağımızı biliyoruz.” Bir işçi olarak burada sendikal mücadeleye girmeden önce sendika adını duymuş muydun? Ne tür yararları olacağını biliyor muydun? Sendika sözünü duymuştum. Benim babam sendikalı bir işçiydi ondan duyduklarımla biliyordum. Ama burada sendikalı olunca çok şey öğrendim. Bu direnişte ben birlik olmanın önemini öğrendim. Benim gibi çalışan insanlarla birlik olmanın önemini anladım. Bu direnişte ben dayanışmayı, paylaşmayı öğrendim. İşyerinde çalışırken arkadaşlığımız bu kadar güçlü değildi; gereksiz yere tartışmalarımız olurdu. Şimdi artık birbirimizi daha iyi anlamaya başladık. Hepimizin birlikte neler yapabileceğini gördük. Patronlar bizi sömürürken bir arada olmamızı engelliyor bunu çok net gördüm. Birlikte olmanın yararlarını öğrendikçe patronun bizi nasıl böldüğünü çok iyi anladık. Şu anda fabrikada çalışan insanlar var mı? Evet, var çalışma devam ediyor. Biz direnişe işten çıkarılan işçiler olarak devam ediyoruz. Diğer işyerlerinden destek geliyor mu? Direniş ilk başladığı zaman her yerden destek vardı. Gelenler oluyordu. Özellikle fabrikayı işgal etmemiz büyük etki bıraktı. Seçim döneminde özellikle siyasi partilerden büyük destek vardı ama seçim bitince partiler de bir kenara çekildi. Ama diğer işyerlerinde grevde olan işçilerle aramızdaki iletişim devam ediyor. Gerek atv-Sabah çalışanları olsun gerek Meha Tekstil işçileri olsun her yerde onlarla birlikte iş yapıyoruz. Şu an destek daha çok bizim gibi direnişte olan işyerlerindeki işçilerden ve gençlikten geliyor. Üniversite öğrencilerden sürekli destek görüyoruz. Bizi yalnız bırakmıyorlar. Bu direniş sana en çok neleri öğretti ya da düşünmeni sağladı? Bu direnişte başka işyerlerinde çalışanların sorunlarına duyarlı olmayı öğrendim en çok. Bir Meha Tekstil işçisinin

8

Sinter grevcilerinden Halit Yıldırım, direniş içinde en çok başkalarının sorunlarına duyarlı olmak gerektiğini öğrenmiş. Artık olaylara eskisinden farklı baktığını söylüyor... hakları verilmiyorsa benim de hakkım verilmiyor diye düşünüyorum artık. Bir işyeri greve çıkarsa o işyerinde kendim greve çıkıyormuş gibi düşünüyorum artık. Bundan sonra bu mücadeleyi devam ettireceğim, nerede bir direniş varsa orada olacağım. Onlara desteğimin her türlüsünü göstereceğim. Mahalledeki arkadaşların, komşuların direnişe çıkmanı nasıl karşıladı? İlk başta arkadaşlarım böyle bir mücadelenin anlamı olmadığını düşünüyorlardı ama sonra benim haklılığımı anladılar ve mücadeleye destek vermeye başladılar. Başlangıçta kimse direne direne hak alınacağına inanmıyordu ama sonra kararlı olmanın ne olduğunu gördüler. Onlar da benimle birlikte değiştiler ve bana hak vermeye başladılar. atv-Sabah direnişi bir öncü oldu, tüm direnişteki işçilerin katılacağı bir platform kurma girişimi var ne dersin olumlu olur mu? Tüm işyerlerinde çalışan işçilerin haklarına sahip çıkması için yürüyüşler ve eylemler yapması lazım. Biz atv-Sabah yürüyüşünü destekleme kararındayız. Platform gibi yapılanmalar çok iyi bir fikir. Hepimiz başka başka yerlerden gelsek de benzer sorunlara sahibiz. Sendika hakkımız engelleniyor, ağır çalışma koşulları var, uzun saatler çalışıyoruz. Biz bu gidişe dur dediğimiz için kapı önüne konulduk. Benzer sorunları yaşayan işçiler olarak bir araya gelmeli, taleplerimizi ortaklaştırmalı ve güçlenmeliyiz. Önemli bir deneyim yaşadınız. Bundan sonra sendikayı, grevi sana soranlara nasıl anlatacaksın? Grevin haklı bir mücadele olduğunu anlatacağım, sendikanın ne olduğunu anlatacağım. Grev bir mücadele, sendika da işçilerle patronların bir savaşı. İşçilerin bir araya gelmesi halinde yapılamayacak şey yok gerçekten de. Bakın Mersin’de Liman işçilerinin direnişi bunun en güzel örneği. Bir arada olan kazanıyor. Bu mücadeleye tüm

toplum kesimlerini katmalıyız. Herkesin sorunu var, masa başında çalışanın da tekstil atölyesindeki işçinin de, makine başındaki işçinin de. Madem biz çoğunluk olarak hem çalışıyor didiniyoruz hem de hakkımızı alamıyoruz öyleyse hepimiz yan yana durmayı öğrenmeliyiz. Yaşadıklarımı çocuklarıma göğsümü gere gere anlatacağım ileride. Sendikalarda yozlaşma var, gerçekten sınıfın taleplerini üretmekte ve sahiplenmekte yetersiz kalıyorlar ne dersin bu konuda? Bizim üye olduğumuz sendikada böyle bir durum olsaydı zaten biz daha işin başından oraya üye olmazdık. Hangi sendikaya gidelim nerede duralım bunu uzun uzun düşündük biz baştan. İnceledik, sorduk soruşturduk. O bakımdan şu an bizimle birlikte olan sendika bizim sorunlarımıza sahip çıkan bir sendika. Sorun yaşamıyoruz. Diğer işçi arkadaşlara da işkollarında örgütlü sendikaları tanımalarını öğütlerim. Kendi hak ve çıkarlarını koruyabilecek, sınıf bakış açısı olan sendikaları bulmalarını öneririm onlara da. Bir direnişin içinde oldun. Bu seni değiştirdi mi? Önceden hiçbir şeyden haberim yoktu. Greve çıkınca bütün hayatım değişti. İnsanlar genelde grevi kötü bir şey sanır. Yaşamadıkları için greve çıkanları bozguncu olarak görür ama biz bu deneyimi yaşadık. İçinde yaşadığımız sorunları fark ettik. Tek başımıza olduğumuz zaman sorunları çözemeyeceğimizi kavradık çok açık biçimde. Bu hepimize örnek bir tecrübe oldu aslında. Gelecekle ilgili düşüncelerin neler? Nasıl hedeflerin var? Şu an en önemli hedefim tekrar Sinter işyerine giderek orada haklarımı da elde ederek çalışmaya devam etmek. İnadına bunu başarmak istiyorum. 19 Aralık gününden beri direnişteyiz, bunu başarmak zorundayız, hakkımız olanı almak ve yaşantımıza kaldığımız yerden devam etmek zorundayız. Hedeflerim bunlar...


‘Beyaz yakalı’ deyip geçme!..

S

aatler ilerledikçe kalabalıklaşan grev yerinde IBM önlüğünü giyinerek desteğe gelen Özlem Değermencioğlu’nu gördük. Bu defa onunlu söyleşimize devam ettik. 19 yıldır IBM Türk işyerinde çalışan bu kadın emekçi, kendisi gibi 400’e yakın çalışanla birlikte işkolunda örgütlü Tez Koop-İş Sendikası’na üye olmuş. Sendikası yetki tespiti için Bakanlığa başvurmuş ama karşısında IBM Türk işverenini bulmuş. IBM Türk işverenleri, işkolunun ‘büro işkolunda olmadığını’ ve toplu sözleşme yapmak için yeterli sayıya ulaşılmadığını iddia ederek yetki itirazında bulunmuş. Sendika yetkilileri bunun yetkiyi onayla sürecini geciktirme oyunu olduğunu söylüyor. IBM Türk çalışanları, beş yıldır ücret zammı almıyor, 12 Eylül öncesinde kurulu ancak sonrası süreçte yetkisi düşmüş Bil-İş (Bilgi İşlem İşçileri Sendikası) üyeliğinden ayrılarak yetkili bir sendikaya kavuşmak yönünde kararlı bir adım atarak hakları için gerçek bir örgütlenme istiyor. Aylardır 12 Eylül sonrasının özgün bir eylemi olarak her hafta bir plaza önünde toplanarak ‘beyaz yakalıların’ örgütlenme hakkını dillendiriyor. Gerisini Özlem Değirmencioğlu’ndan dinleyelim: 19 yıl IBM’de çalıştım. Kasım ayında sendika üyesi olduğum için işten atıldım ve o günden bu güne direnişimi sürdürüyorum. Sendika davaları sürüyor ve yakın bir zamanda bitmesini diliyoruz. İsteğim IBM işvereninin önümüzdeki sonbaharda toplu sözleşme masasına oturmasıdır. 19 yıldır bu işyerinde çalıştığınızı söylediniz. Bu uzun süre boyunca daha önce sendika konusu hiç gündeme geldi mi? Aslında bizim bir sendikamız vardı. 1963 yılında kurulmuş ama sonra 1983 yılında Sendikalar Yasası’ndaki değişiklik nedeniyle yüzde 10 barajının altında kalmış yani sözleşme yapma yetkisini kaybetmiş bir sendikamız vardı. O sendika hala bu günde var ve o sendikanın 1980 öncesi imzaladığı toplu iş sözleşmesi hükümleri uygulanıyor IBM’de. Bu sendika yetkisizdi ama çalışanlarının sorunlarına çözüm bulamaya çalışan bir sendikaydı. İşveren de bir biçimde bu sendikanın önerilerini kabul ediyordu. Ancak sorunlara çare bulamaz hale gelince biz içeride çalışanlar toplandık ve bu sendikayı yani Bil-İş Sendikası’nı yaşar halde bırakacak sayıda çalışanın burada üye kalmasına, diğerlerinin istifa ederek Tez Koop–İş Sendikası’na üye olmasına karar verdik ve bunu uyguladık. Bunu eski sendikanın yeniden yetki kazanmasını sağlamak için yaptık. Peki, koşullar değişti ve eski sendika buna çözüm üretemez oldu dediniz. Biraz açar mısınız? Çalışma koşulları son 4 yıldır her yıl artarak ağırlaşmaya başladı. Benim

IBM direnişçilerinden Özlem Değirmencioğlu... işten çıkarıldığım Kasım ayında, topluluk çalışanları tam 1,5 yıldır hiç zam almamıştı. IBM eski ve köklü bir şirket aynı zamanda piyasada uygulamaları örnek alınan bir şirket. Örneğin sağlık sigortası, emeklilik sigortası yokken IBM bunu uygulamıştı. Ama son yıllarda uğradığımız hak gasplarıyla ilgili duyurular insanları harekete geçirdi. Bir kısım çalışan zam almamaktan etkilendi. Bir kısım çalışan geçmiş haklarının tırpanlanmasından etkilendi. Yeni işe girenler eskilerin sahip olduğu haklara sahip olmadıklarını gördü. Eski çalışanlar da yeni işe alınanların kendilerinin altında haklara sahip olmasından rahatsız oldu. Bütün bunlar birleşti ve mevcut koşullara tepkiye dönüştü. Sonuçta, yeni bir sendikayla yola devam edilerek bütün bu hak kayıplarının ve artan ihtiyaçların elde edilmesine karar verildi. IBM çok uluslu bir tekel, diğer ülkelerde IBM çatısı altında toplanan emekçilerin ne tür hakları var? IBM, Amerika’da merkezi bulunan bir dünya şirketi. IBM’in genel politikası bulunduğu ülkenin genel pazarlarına uygun davranmak. Dolayısıyla IBM Türkiye’de sağlık sigortası, emekli sigortası

kavramı yokken bile dünya koşullarında çalışanlarına bu hakkı verdiği için Türkiye’de de bunları uyguladı. Önce özel sigortayı cebinden ödedi, ne zamanki Türkiye’de özel sağlık sigortası sistemi kuruldu o zaman da çalışanlarını bu kuruluşlarda özel sigortalı yaptı. Alınan kararlar bütün dünyada uygulanıyor. Haklar bakımından önemli standartlar bulunuyor. Ancak iş sendikalaşmaya gelince farklı bir tutum izledi. Bütün ülkelerde tanıdığı sendika hakkını Türkiye’de tanımama yoluna gitti. Sendikalı işçileri işten çıkarma yoluna gitti. Aslında IBM yetkilileri de bunu çok iyi buluyor ama yine de sendika meselesini ne kadar öteleyebilirlerse o kadar ötelemeye çalışıyorlar. Sizin son bir yılınızı değerlendirirsek, dünyadaki ekonomik krizin de etkisiyle çalışma koşullarınızda somut değişiklikler var mı? IBM bir süre öncesine kadar iyi maaş veriyordu. Düzenli zam alıyorduk. Ancak IBM’de fazla çalışma son bir yılın 6 ayında söz konusu değil. Ezelden beri bu firmada fazla çalışma konusu var. IBM çalışanları çok eskiden beri özverili çalışırlar; şu kadar çalıştım, şu kadar izin kullanacağım

gibi bir konu hiç olmadı benim çevremde. Ancak son 5 yılda değişen ekonomik koşullar oldu. IBM çalışanları son 5 yıldır doğru dürüst zam almadı. Yeni işe girenler eskilerin sahip olduğu hakların çok azına sahip olabildi. Dolayısıyla artık iyi maaş alamadıkları zaman ağır çalışma koşulları insanları rahatsız etmeye başladı. Maaşlar piyasaların altına inince fazla çalışma insanları daha bir rahatsız etmeye başladı. Bir de söylediğim gibi maaşları az ödese de, piyasanın altında ödeme yapsa da, hiçbir IBM çalışanı saat 5 oldu benim mesaim doldu ve işi bırakır giderim gibi bir yaklaşım içinde olmadı. Maaşları az gelse de, piyasanın altında çalışsa da firma sadakati en yüksek düzeyde kaldı hep. İşini yapmaya ve işine sonuna kadar sahip çıkmaya çalıştı. Biz fabrika işçilerinin greve çıkmasına, iş bırakmasına alışkınız ama ‘beyaz yakalı’ denilen hizmet kesiminin greve çıkmasına çok alışkın değişiz. Siz hem de beyaz yakalı bir kadın emekçi olarak bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’de örgütlenme zaten çok zor bir konu. Bir de bu beyaz yaka denilen (ayrım yapmak için söylemiyorum ama) büroda çalışan belli bir eğitimi olan kesimi örgütlemek çok daha zor. Bu kesim kendisini çok daha farklı konumda hissediyor. Sendikalaşma konusunu düşünmüyor bile. Konuşmanın başında size söz ettim. IBM’de daha önce bir sendika vardı. O sendikadan başka bir sendikaya geçerken bile birçok arkadaşımızı zorlukla ikna etmek zorunda kaldık. İtiraz ettiler. O zamanki sendika vardı ama yetkisi olmadığı için hiçbir işe yaramaz hale gelmişti. O zaman yeni sendika için arkadaşlarımızı ikna etmeye çalışırken ya ne gerek var ben maden işçisi miyim? Ben tekstil işçisi miyim? Gibi itirazlar yükselmeye başladı. Atölyede çalışan biri miyim ki ben sendikaya üye olup alanlara gideceğim gibi bir takım itirazlar vardı. Ancak bu gün artık bunu aştığımızı düşünüyorum. İnsanlar, IBM gibi yüksek vasıflı kişilerin çalıştığı bir işyerinde bile sendika haklarını arıyorlarsa bunun diğer beyaz yakalı çalışanlara da örnek olacağını düşünüyoruz. Amacımız bu zaten. Kadın emekçi olarak bu direnişte var olmak nasıl bir duygu? Kadın olarak mücadele etmek tabi ki zor. Bizim mücadelemiz sadece kendimiz için değil. Şu an itibarıyla benim emekliliğim dolmuş durumda. Kendi yaşamımı garantiledim ama benim bir çocuğum var yeğenlerim var, kardeşlerim var, bu çocukların geleceği bizim mücadelemizden geçiyor. Bu gün bizim yaptığımız ve oluşturduğumuz şeylerin meyvelerini yiyecekler onlar da. Kadın bir çalışan olarak hakkımı almak için mücadele ediyorum ve diğer kadın emekçileri de bu haklı mücadelemizi desteklemeye çağırıyorum.

9


DiRENiŞ NOTLARI

“Kadın işçiler kurban seçiliyor...”

Y

oğun bir öğle sonrasında Balmumcu’da başlayan oturma eylemi sonrasında Esentepe’den Mecidiyeköy’e, oradan Taksim’e ve nihayetinde Galatasaray Meydanı’na ulaştık. Cumartesi kalabalığında, Galatasaray meydanı gezmeye çıkmış insanlarla dolup taşarken meraklı gözler ellerinde pankartlarla terli, yorgun ama umutlu bu topluluğa merakla bakıyordu. Onların arasından bir yüz değdi yüzümüze. O diğerlerinden farklıydı. Tek başına direnen bir kadın emekçiydi Gülistan Kobaltan. Dudullu Organize Sanayi Bölgesi’ndeki Entes Elektronik’te yorucu çalışma günlerinin birbirini izlediği bir yaşamı vardı. 13 Mayıs günü kriz bahanesiyle işinden çıkarıldı. Bir emekçi ailesinden geliyordu ve tüm yaşamı atölyelerde fabrikalarda ağır çalışma koşulları altında geçmişti. İşten atılınca bir köşeye çekilip sessizliğe bürünmedi. Haklıydı ve kazanmalıydı. Gerisi onun sözlerinden düşüyor sayfamıza... Kısaca Entes’te yaşadığın süreci anlatır mısın? İşyerinde üzerimizde büyük baskı vardı. Sürekli işten çıkartmalar vardı, haklarımızı ödememeye başladı işveren. Kadın olduğumuz için daha çok hak kaybına uğruyorduk. Kriz zamanında kadınlar daha çok işten atılıyor. Kriz zamanlarında kadınların hakları hemen ellerinden alınıyor.

10

Bütün bu olumsuzluklara karşı direniş kararı aldım. Okul sonrası hayatım atölyelerde, fabrikalarda uzun ve yorucu çalışmayla geçtiği halde, sınıf olarak yarattığımız güzelliklerden mahrum yaşıyorum. Hepiniz de biliyorsunuz ki bize reva görülen yaşam, ancak sefalet ücretiyle sömürülmektir. Yeryüzündeki bütün haksızlıkların, kötülüklerin kaynağı haline gelen bu büyük adaletsizliğin farkına vardığımda OSB-İMES İşçileri Derneği’ne gittim. Dernek üyesi olarak krizin faturasını ödemeye karşı sınıf kardeşlerimi uyarmaya çalıştım. Çünkü bu krizi biz işçiler yaratmadık. Tersine, bu kriz bizlerin sömürüsü üzerinde yükselen bir düzenin, toplumun ihtiyaçlarını hiçe sayan, insanlığı ve doğayı yıkıma sürükleyen kâra dayalı anarşik yapısından doğdu. Patron bugüne kadar krizi bahane ederek birçok arkadaşımı işsizliğin karanlığına yolladı. O toplu çıkışlar vermek yerine, ortak bir direnişten korktuğu için uyanık davranıp birer ikişer işten atma yolunu tuttu. Üstelik arkadaşlarımızın tazminat vb. haklarını dahi vermedi. Bugüne kadar arkadaşlarım, hep başını eğip gitmeyi seçti. Sıra bana geldiğinde, patron temsilcisi, kriz bahanesinin yanı sıra örgütlü olmamı kastederek “Sen çalışkansın ama yaramazlık yapıyormuşsun…” diyerek gerekçesini belirtmeyi de ihmal etmedi. Böylelikle, pek de demokrat geçinen eski

Elektrik Mühendisleri Odası Başkanı Entes patronunun ‘demokratlık’ sınırlarını da anlamış oldum.

‘Destek bekliyorum’

Kadınlardan destek geliyor mu? Şu anda direnişe çok fazla destek olmadı çünkü henüz daha bilen sayısı çok az. Şimdi yeni yeni direnişimi duyurmaya çalışıyorum. Bir de tek başıma direniyorum, bu nedenle her yere yetişmek zorunda kalıyorum. Ben aynı zamanda OSB-İMES İşçi Derneği’nde yönetim kurulu üyesiyim. Orada çalışan emekçilere bildiri dağıtarak onları bilgilendirmeye çalışıyorum. Biz dernek olarak organize sanayide çalışan işçilere haklarını ve yaşanan sorunları içeren bildiriler ve duyurular hazırlıyoruz. O tür organize sanayi sitelerinde örgütlülüğe yapılan saldırılar var. Benim direnişim aynı zamanda tüm hakları alınanların haklarını savunmak anlamına geliyor. Benim patronum geçmiş dönemde Elektrik mühendisleri Odası’nda yöneticilik yapmış. Aynı zamanda Organize Sanayi Sitesi’nde işverenlerin yönetim kurulu üyesi. Greve veya direnişlere genellikle birden fazla işçiyle çıkılır. Bu gücü arttırıcı bir faktördür. İnsanlar bir arada zorlukları daha kolay aşar, birlikte öğrenmek daha kolaydır. Sen hem de bir kadın emekçi olarak tek başına direniş yapıyorsun bu durumu nasıl

ifade edebilirsin? Ben başından beri Desa işçisi Emine Aslan’ın tek başına sürdürdüğü eylemini izledim. Direniyorum, çünkü tek başına bir kadın işçinin dahi çaresiz olmadığını Emine abladan öğrenmiş bulunuyorum. Biliyorum ki yanı başımda sınıf bilinçli kardeşlerimin, sınıfımın mücadele mevzilerinin, örgütlülüğümün, sınıf mücadelesinden yana olanların gücü var. Kadın emekçiler işten atılıyor kriz dönemlerinde önce onlara vuruyor kriz. Siz kadın emekçilerin bu durumuna ne diyorsunuz? Bu durumu herkes çok iyi anlamalıdır. Kadın emekçiler benim ve Emine Aslan’ın durumunu çok iyi anlamalıdır. Bugün bize olan yarın onlara olabilir. Başkalarının yaşadıklarına duyarlı olmazsak aynı şey yarın kendi başımıza gelebilir. Entes’te çıkarılan işçilerin çoğunluğunu kadın işçiler oluşturmaktadır. Bu da sermayedar Entes patronuna yakışan bir tutumdur! Çünkü sermaye düzeninde kadın, işçi sınıfının kolayca kurban edilen zayıf kesimi olarak görülür. Patronlar sınıfı önce kadını kurban seçerken, önceki sömürü düzenlerinin kadına yönelik ilkel bakışının, kadının ikinci planda ve yedek işgücü sayılmasının, evin reisi ve ekonomik gücü olarak erkeklerin görülmesinin, toplumda bilinçli şekilde ayakta tutulan gücüne yaslanıyor.


‘Cumhuriyet’ kitapları basılıyor ama...

a

tv-Sabah grevcilerinin 100. gün direnişinde dev binanın gölgesinde aydınlık bir gelecek arayan işçilerden birisi de Kurtiş Matbaacılık İşçileriydi. Maaşları zamanında ödenmeyen, 2 yıldır zam verilmeyen, günde 10 saat köle gibi çalıştırılan, servis ve çay hakları olmayan Kurtiş İşçileri, birikmiş maaş alacaklarını talep edince hukuksuz bir şekilde işten atıldılar. Kurtiş Matbaacılık İşçileri, 9 Şubat günü direnişe başladılar. 2 günlük direnişin ardından taleplerini işverene kabul ettiren işçiler kendilerine verilen sözler yerine getirilmediği için 30 Mart günü yeniden direnişe geçtiler. Murat Aslan ve Umut Öztaş onlardan ikisi... Kurtiş direnişinde son durum nedir? Direnişin dördüncü ayındayız ama verilen sözlere hiçbir zaman uyulmadı. Direnişe geçtik ve kapının önüne konulduk. İşveren bizi işten çıkarttığını söyledi ama tutanak düzenlemedi. İdare katındaki arkadaşlarımız direnişe katılmadı. Onlar katılsaydı bu direniş daha başarılı olurdu. Onlar katılmadığı için bu kadar uzun sürdü. Biz yasa dışı bir şey yapmıyoruz; direnme hakkımızı kullanıyoruz. Sendikaya üyelik gündeme geldi mi? Şu anda bir sendika yok. O süreci anlatayım size. İlk direnişe başladığımız günlerde Topkapı’da bir işçi derneği var arkadaşlarla orayı bulduk ve orada toplantılar yapmaya başladık. Arkadaşlar sendikalı olalım diye söylüyorlardı. Yıllardır sendikayı bilen biriydim. O dernekten arkadaşlar da sendikayı anlatıyordu. Sendikalı olursak işveren bize tepki duyar haklarımızı vermez diye düşünüyordu arkadaşlar. Buna ikna olunmamıştı tam olarak. Sendikalı olursak haklarımızı çok daha rahat elde edebilirdik oysa. Son dönemde yaşanan ekonomik kriz çalışma koşullarınızı ve haklarınızı nasıl etkiledi? Bizim işyerindeki sorunlar krizden önce de vardı. 2006 yılından bu yana sorunlar artarak devam etti. 2006 yılında işyerinde bir küçülmeye gittiler. 30–40 kişiyi

çıkardılar. Bir kişi 3–4 kişinin yaptığı işleri üstlenmeye başladı. Her geçen gün çalışma koşullarımız biraz daha zorlaşmaya başladı. Diğer sendikalardan işkollarından destek var mı size? Diğer işyerlerinden çok fazla kişi ziyaretimize gelmiyor ama üniversitelerden arkadaşlarımız sık sık ziyarete geliyor. Onlar bize destek veriyor. Gençliğin bizimle olması son derece umut verici bir durum. Ben daha önce Kartal’da Kot Taşlama İşçileri ve Meha Tekstil İşçileri’yle birlikte direnişte olan işçileri ziyaret ettim. Ama gerçek anlamda bir dayanışma ne yazık ki şu an yok. Biz bu direnişi sürdürmek ve ayakta kalabilmek için kalem bastırdık ve satıyoruz. Maddi kaynak sağlamak çok zor. Direniş yerine işçileri getirip götürmek onların oradaki ihtiyaçlarını karşılamak için bile çok ciddi paralara ihtiyaç var. Diğer işyerlerindeki işçilerden ve duyarlı kamuoyundan nasıl bir beklentiniz var? Benim artık düşüncem şöyle. Herkes kapının önüne konulmadan önce mutlaka başka yerlerdeki işçileri bir düşünmeli. Çünkü başka insanların sorunlarına duyarsız kaldığımızda bir gün sıra bize geliyor. Benim diğer işyerlerindeki işçilere de söyleyeceğim budur. Kendilerine sıra gelmeden başkalarının hak mücadelelerini sahiplensinler. Ben çocuklarıma iyi bir isim bırakmak istiyorum ayrıca. Benim görüşüm bu. Çalışanlar kendi başlarına olumsuzluk gelmeyince neler olup bittiğini anlamıyorlar. Bir tek başlarına gelince patronların halini anlıyorlar. Çevremdekilere bunu söylüyorum, bu önemli bir çelişki. İşçilere yapılan haksızlık onların hataları nedeniyle değil. Patronlar başları sıkıştığı her zaman işçileri kapının önüne atıyorlar. Kriz işin bahanesi oldu. Hükümetin açıkladığı ekonomik paketlere bir bakın. 60 kuşağının 70 kuşağının geri gelmesi gerekir. Onların deneyimlerine sahip bir işçi birikimine

ihtiyaç var. atv-Sabah grevcileri öncülüğünde bir platform oluşturulacaktı, tüm direniş yerinden işçilerle bir araya gelinecekti. Bu girişimle ilgili neler düşünüyorsunuz? Biz atv-Sabah işçileriyle bugün de Taksim’e çıktık, birlikte yürüdük. Ne kadar bir arada yürüyebilirsek o kadar iyi. Tüm direnişteki işçilerin ve hatta direnişte olmayanların bu platforma katılmasını bekliyoruz. Halka da ulaşmalıyız. Bu gün işyerlerinde sorun yaşayan onlarca insan var, mutlaka onlara ulaşmalıyız. Söyleşi devam ederken diğer Kurtiş Direnişçisi Umut Öztaş söze giriyor: Direnişimizin 54. günündeyiz, umutluyuz bu direnişin başarılı olacağı konusunda umudumuz eksilmiyor. Bu krizin faturasını bize ödetmeye kalktı işverenimiz. Bize hakkımız olan parayı vermedi. Ya bu parayı alır gidersiniz ya da ses etmeden çalışırsınız dedi bize. İşi yavaşlatma eylemi yaptık biz de. Onun üzerine patron işçileri yasa dışı örgüt kurdukları iddiasıyla şikâyet etti. Ama biz durumun öyle olmadığını anlatmaya çalıştık. 54 gündür gidip fabrika önünde çeşitli etkinlikler yapıyoruz. Patron bizi 54 gündür çeşitli nedenlerle suçluyor. Çevreyi rahatsız ettiğimizi, direnişe katılmayan çalışanları rahatsız ettiğimizi öne sürerek bizi

şikâyet ediyor. Çeşitli bahanelerle birliğimizi bozmaya çalışıyor. Bize sürekli tehditlerde bulunuyor ama kimse onun o tehditlerine karşı bir şey yapmıyor. Ama görecek ki biz birlik olursak başaracağız. Mahkeme yoluna gittik, alacaklarımızı tahsil edemedik. 11 Haziran günü ilk mahkememiz olacak. Bu matbaanın çıkarttığı kitapların yüzde 50’si Cumhuriyet Kitap Kulübü’ne aitti. Her fırsatta bize emekten yana yazıları aktaran Cumhuriyet Gazetesi yetkilileriyle durumu konuştuk ama hiçbir sonuç alamadık. Bu olaya sessiz kaldılar ve sessiz kalmaya devam ediyorlar. Biz onların bizi yalnız bıraktığını anlatmak için buraya geldik. Varlık Yayınlarının destek vermesini istedik sorunumuza. Ama onlar bizim patron gibi mafya babalarının bizi sömürmesine sessiz kaldı. İşvereninizin bu tutumuyla ilgili olarak suç duyurusunda bulundunuz mu? Suç duyurusunda bulunduk ama bu başvuru rafa kaldırıldı. Sonuç bize bildirilmedi. Böyle bir suç duyurusu olmaz dedi savcı bize ve onu korudu. Yani biz hakkımızı almak için bazı yerlere bazı kişilere rüşvet mi verelim. Anlayamadığımız bu zaten bizim bütün suçlamalarımız geri çevriliyor. Demek ki, hukuk yargı ve benzeri bütün kurumlar güçlüden yana işliyor. Biz yaşadıkça bunları böyle anlıyoruz.

11


AĞLAMA AĞLAT, YOKSA ZEHROLUR

S

ana cenneti vaat edenler, bu dünyada seni canlı canlı mezara koyanlar, sana cennetin hurili şarap derelerinde oturmayı önerenler, bu dünyada bir su kenarında dinlenecek zamanı çok görüyor. Doğrul, kalk ve düşün... Sözümüz sanadır. Sabahın kör karanlığında yatağından uyanan; “Bugün de gitmesem yatsam sanki ne olur?” diyen. Aynı düşle her sabah aynı yola koyulan, aynı kapıdan giren, aynı kartı basan… Sonra günlerden bir gün kartını koyduğu makineden ‘Biiiip’ sesi gelen ve içeriye alınmayan, kapılar yüzüne kapanan, “Artık işsizim ben, mahvoldum,” diyen… Hırpalanan, horlanan, İşkur kapısında ödenek bekleyen. İşten atılma sonrası ağlayan, vefayı patrona borç bilip yıllarını tüketen... Sözümüz sanadır hep aynı yalanlarla oyalanan; aynı teranelerle avutulan, “Krizden birlikte geçelim; krizi birlikte atlatalım,” yalanlarıyla dumur edilen. “Ver bana maaşının yarısını, ek zam isteme, fazla mesai alma; cumartesi gel çalış ama ek ücret isteme. Gel kardeşim, krizi birlikte atlatalım,” diyen patronun gözünün kiri olan, sözümüz sanadır. Bunların kriz dedikleri sistemin kendi içinde saklı… Kapitalizm krize sarılı kirli bir yumak… Bu yumak sen onu sardıkça büyüyor, sen çalıştıkça onların kirli paraları artıyor. Kriz yeni değil eski bir öykünün kötü ‘sürümü’. 1873 ortalarından alalım. Avusturya-Macaristan, Almanya ve Fransa, ipotekli kredilerle emlak satışını teşvik eder. ABD’nin patlayan emlak satışları yani ‘Mortgage’ canavarını anımsatıyor değil mi? Adına ‘İmar Hamlesi’ diyen zatı muhteremler krizin mayasını çalmıştır bir kere. Aynı terane, aynı bedbaht hikaye… Berlin, Paris, Viyana… Birbirinden sık binalarla dolu şehirler düşüşe geçiyor… Vay!.. Arsa fiyatları da tavan yaptı mı, işte budur rantın adı. Amerika o yıllar ucuz tahıl ambarı. Koca koca buharlı gemiler geniş ambarlarıyla Amerikan ununu, etini bütün Avrupa’ya taşırken, ne Avrupa ne Rusya bu basınca dayanacaktır. Ve işte krizin ayak sesidir. Emlak piyasasında ‘gonk’ çalar. İflaslar birbiri ardına sürer gider. Bankaların kredi muslukları kapanıverir. Kredi piyasaları donar kalır. Avrupa’nın krizi bumerang misali döner dolaşır kendini vurur. Amerika’da ilk bomba demiryolu

12

şirketinin iflası ile başlar. Un, et, bütün taşıma ve nakliye işleri durur. Bunun andından malları taşınamayan un, çırçır fabrikaları iflas etmeye başlar. Kapıya kilit vuran vuranadır artık. İşsizlik yüzde 25’lere tırmanır. Sokaklar işsiz ve öfkeli emekçilerin gürültüleriyle çıldırır. İşçi sınıfı kendini akıl almaz güçlülükle var etmeye çalışmaktadır… O dönemin kriz girdabı dört yılın sonunda ancak atlatılabilir. Kriz boyunca boş durmayanlar da vardır tabii. Parayı kenara istif eden rantçılar ve fırsatçılardır bunlar. Hani, “Krizi fırsata çevirelim,” diye akıl verenler bunların soyundandır. Ama topunun hangi soydan olduklarını söylemeye hacet yok elbet. Rakipleri arsalarını, fabrikalarını, makinelerini yok pahasına elden çıkarırken kazanan onlar olacaktır. D. Rockefeller, A. Carnagre bu istifçi azınlıktan sadece ikisidir. Sonra onları ikinci, üçüncü kuşaklarıyla bugüne kadar uzanan füze, savunma sanayi, silah ticaretinin generalleri şeklinde görürüz. BİR ADAMI PATRON DİYE KUTSARSIN, O BİR GÖLGEDİR, VARLIK SANIRSIN. “Krizi birlikte atlatalım. Fedakârlığı hep birlikte yapalım,” diyenlere kananlar. Bu kriz senin krizin değil, bedelini niye sen ödeyeceksin? Birleşik Otomotiv İşçileri Sendikası diye bir sendika çıktı, geçen bir takım kararlar açıkladı. Dünyanın en büyük otomotiv devlerinde ve yan sanayinde örgütlü bu sendika, Kore’de Toyota Fabrikası’na ortak oldu. ‘İşçiler adına ortak olduğunu’ açıkladı. İşçiler adına, fazla çalışma ücretlerinden, çay molasından, bir yıllık zamdan vazgeçtiğini açıkladı. “İşçi sınıfı kendi haklarından cayarak kendi ürettiği fabrikaya ortak olmalı mı?” sorusu akla geldi hemen. Aynı günlerde alacakları ödenmeyen Fransız işçilerinin fabrikalarını işgal ederek yönetme ve üretme örneğini gördük. Evet, haklardan vazgeçerek, ortaklık ve krizin bedenini ödeme yolu mu yolumuz? Yoksa birbiri ardına zora düşen işyerlerimizi ele geçirerek, biz emekçilerin denetimi altında kamulaştırmayı savunmak mı? Kafalar karışmasın, tarih bunun en güzel yanıtını verir. “Krizin bedelini birlikte ödeyelim,” yalanlarını söyleyenlerin suratlarına tarih en ağır tokadını indiriverir. O tokadın adı Alpagut’tur, Yeniçeltek’tir... Bunlar sadece yüzyılların mücadelesinden sadece birkaç örnek…

S

ALPAGUT’tur adı...

adece puslu bir maden ocağının adı değildir. 1969’un işçi sınıfı tarihinin belli başlı dönüm noktalarından biridir aynı zamanda. Alpagut işçileri çalışma ve yaşam koşullarının zorluğuna, iş kazalarına, aldıkları ücretlerin yetersizliğine karşı ve 73 gündür ödenmeyen ücretlerini almak için 13 Haziran 1969’da işletmeye el koydu. 786 işçinin bu eylemi 35 gün sürdü. Alpagut, yarattığı taban örgütlenmeleriyle dikkat çekti. İşçilerin eyleme başlamasıyla birlikte ilk yaptıkları iş, işçi denetimini sağlayacak düzenlemeler oldu. Bu yönde aralarında bir İşçi Konseyi oluşturdular. Ve eski iş bölümü işleyişini bir kenara bırakarak, verimliliği azami düzeye yükseltmenin organizasyonuna başladılar. İşçi Konseyi, İşçi Genel Kurulu’nu yaptığı bütün faaliyetlerden haberdar ediyordu. Bu toplantılar, ya acil bir durum geliştiğinde olağanüstü olarak gerçekleştiriliyor ya da haftalık olarak düzenli yapılıyordu. İşçi Konseyi, işletmedeki bütün işçilerin onayıyla ve seçim yoluyla belirlendi. Konsey, bir yandan işçiler adına ocaklardaki her türlü faaliyeti düzenleyip denetleme, öte yandan işgal öncesinde devralınan memur, muhasebeci ve teknik personeli kontrol etme görevini yerine getirdi. İşçi Konseyi, işletmede çalışan bütün işçilerin üye olduğu ve katıldığı İşçi Genel Kurulu’na bağlıydı ve kuruldan aldığı temsil yetkisiyle, işçiler adına işletmede üretimin organizasyonunun sağlanmasını, günlük sorunlara müdahale edilmesini, işletmenin yönetilmesini ve çıkarılan madenin satılmasını koordine ediyor, gelirin nasıl dağıtılacağına karar veriyordu. İşçi Konseyi, üretim faaliyetinin sürekliliğini sağlamasıyla birlikte, üretilen kömürün satışını organize etti ve geliri işçiler arasında eşitçe bölüştürdü. Satışın direkt yapılması amacıyla satış komiteleri oluşturuldu. Elde edilen gelir, muhasebe kayıtlarına düzenli şekilde geçirildi. İşletmenin işgal edilmesinin temel nedeni 73 günlük ücret alacaklarının karşılanmasıydı ve gelir dağılımı bu doğrultuda yapıldı. Konsey, işçilerin çalışma ve dinlenme saatlerini net olarak belirledi ve işlerin düzenli yürütülmesini denetledi. Üretim faaliyeti 8’er saatlik üç vardiya üzerinden gerçekleştirildi. Çalışan işçilerin vardiyaları bittikten sonra 8 saat işletmede kalıp nöbet tutması ve ondan sonra dinlenmesi kararı alındı ve uygulandı. Oluşturulan sıkı çalışma disipliniyle işletmede üretim faaliyeti düzenli olarak yürütüldü. Her türlü ayrımcılık ortadan kaldırıldı. Linyit üretimi kısa zamanda önemli ölçüde artırıldı. İşgalin ülke çapındaki yankısı şiddetli oldu. Çevre köylerde yaşayanlar ve üniversite gençliği işçilere aktif destekte bulundu. İşçi sınıfı bu pratiğiyle komünizmin kurucu öznesi olduğunu; hem üreterek hem de yöneterek gösterdi.


BU TATLI HAYAT!..

Y

AŞKALE...

eraltı Maden-İş sendikası 12 Ocak 1977’de Erzurum Aşkale’de TKİ’ye bağlı kömür işletmelerinde greve başladı. Grev her türlü faşist saldırı, işverenin ve sarı sendikanın oyunlarına karşın, 68 gün sürdü. Bu süre içinde işveren işçilerle görüşmekten sürekli olarak kaçtı ve bu arada grevi kırmak için de her türlü yolu denedi. TKİ Genel Müdürlüğü grevle ilgili yalan haberler çıkarttı. Grevin Erzincan ve Tunceli’den getirilen kişilerce yürütüldüğü, işçilerin greve katılmadığı yalanlarına başvuruldu. TKİ Genel Müdürlüğü, grevi kırmak için zimmet, sahtekarlık ve karaborsa suçlarından sanık olan Mustafa Küçük’ü 15 günlük kaydıyla İşletme Müdürlüğü’ne atadı. Yeni müdür hemen Ülkü Ocaklı faşistlerle ilişkiye geçti ve grevi faşistler eliyle kırmaya çalıştı. İşyerine mavi bereli komando birliği, Erzurum’dan toplum polisi getirildi. Toplum polislerinin yanında bir sürü Ülkü Ocağı militanı da bulunuyordu. Bu militanlar ve polis işçilerin yatakhaneden çıkmasına izin vermediler ve böylelikle faşistlerin ocağı işgal etmelerini sağlamak istediler. Ancak işçiler polis ve jandarma kordonunu yararak işyerine girdiler. Aynı gün köylüler de yolların karla kaplı olmasına rağmen, köylerinden çıkarak işçilere yardıma geldi. Jandarma işyerinin 500 metre dışında karşıladığı köylüleri içeri sokmamaya çalıştı. Böylece, faşistlerin ocakları işgali önlendi. Baskı ve saldırılar Aşkale kasabası içinde de sürdü. Bakanlar Kurulu, 68. gününde grevi durdurma kararı aldı ve ocakların kapatıldığını ilan etti. Ancak işçiler ocakları terk etmeyerek burada direnişe başladı ve üretimi kendi kontrollerinde sürdürdüler. Böylece ocağın kapatılması kararı kağıt üzerinde kaldı. Üretilen kömür satılmadı, stoklarda biriktirildi. Sonuçta, Yeraltı Maden-Iş sendikası önderliğinde grev ve direniş başarıyla sonuçlandı; toplu iş sözleşmesi imzalandı. Böylece 9 ay önceki kapatma kararını işveren kaldırdı ve Enerji Bakanlığı da ocağın açılmasını onayladı...

Y

FiLiZ ARSLAN

İşçi sınıfı cenete gider...

eni Çeltek, Amasya’nın Suluova ilçesinde kurulu bir maden ocağıdır. Yeni Çeltek zaten bir maden bölgesidir. Yani, üstünde de altında da yaşamın durmaksızın örüldüğü bir yer... Yeni Çeltek düzeni, düzeneği iyi kurulmuş yerlerdendi. Bir tarafta madenciler, eşleri, çocukları, köylüler, diğer tarafta ise toprak sahipleri, genel müdürler, arsa spekülatörleri, kömür taşıyan kamyon filolarının sahipleri dururdu. Fabrika müdüründen arsa sahibine rant düzeneği, işçiye kömürü madenden çıkarttırıp rantını kendi arasında paylaşır dururdu yıllarca. Kömür taşıyan nakliye filosu sahibi Satı(ş)oğlu lakaplı Mehmet Yılmaz aynı zamanda işçi sendikasının başkanıydı. Tüm bölgeyi tahakkümü altında tutar, silahlı adamları vasıtasıyla işçiler üzerinde terör estirirdi. Hak arayan, çalışma koşullarını eleştirenlerin hayatı zindan edilir, kimin kaç dilim ekmek alacağına ve kimin göçük altında kalacağına sendikacılarla işveren karar verirdi. Daha sonra, maden işçisi çarkı kendisinin döndürdüğünü fark eder, Çeltek’te bir başka hayatın mümkün olduğunu düşünmeye başlar. Hayat değişecektir ocaklarda, bu kez fermanı işçiler yazacaktır. Önce sendika değiştirmekte aranır çözüm, derde deva olmaz. Sendikanın değil, anlayışın değişmesi gerektiği fark edilir. Sendika tercihini yapan maden işçileri, bu kez, “Düzeni nasıl değiştiririz?” sorusunu sormaya başlar. Maden işlerinin sesi, adeta bir işçi gibi çalışan maden mühendislerinde yankı bulur. Kendi hakları için örgütlenen maden mühendislerinin elleri, aynı kaderi paylaşan maden işçilerine uzanmakta gecikmez. Yeraltı Maden İş ilk genel kurulunda DİSK’e katılma kararı verir. Sendika hem işyerinde örgütlenmiş, hem de dönemin sol konfederasyonu DİSK’e üye olmuştur. İşte bunun adı tam bir meydan okumadır. Bu durum fabrika müdürü ve çete başı Satışoğlu’nu harekete geçirir. Kan akmaya başlar ocaklarda; işçiler Satışoğlu’na pabuç bırakmaz. Kanı dökülenlerden birisi de Satışoğlu olur. Tarihin akışı artık geri döndürülmez. İşçi sınıfı fabrika yönetimini ele geçirir ve fabrikayı işgalin ardından üretimin örgütlenmesini düşünmeye başlar. Önce işçi-sendikacı ayrımının ortadan kalkar. İşyeri komite ve konseyleri kurulur ve seçimle işbaşına gelir. İşyeri konseyleri fabrikada söz sahibidir. Grev yerini öz yönetime bırakmıştır. Üretenler yöneten olmuştur. Hani malum şahıs çıkıp, “Ne yani ayaklar baş mı olacak?!” demişti ya. İşte onlar yönetir ve üretir fabrikada. Bu tarihin yeni bir dalgasıdır. İşçi sınıfının kendi gücünün farkına varışıdır. Çeltek’te ete kemiğe bürünen hayat, tüm bölgeyi etkisi altına alır, devrimci bir dalgaya yol açar.

Yeni Çeltek’in öyküsü 12 Eylül’de sona erer. Sendika kapatılır, yüzlerce maden işçisi tutuklanır, işkenceden geçirilir. Yeni Çeltek ocağından Yükselir çığlıkları Yanar bedenler Yitip gider umutları Yazgıları kömür gibi Kazar bitmez yerin dibi Bir tas yemek, biraz ekmek Güneş görmez hiç yüzleri Oy gülüm Hasret çöker yüreklere Toprak dolar gözlerine Haber ulaşır köyüne Yetim kalır oğlu, kızı Oy gülüm Bir gün gelir ocaklardan Kazma kürek ellerinde Yürüyünce yeryüzüne Değişecek yazgıları Hey gülüm İşte böyle üretenin yönettiği düzenler geliyor aklımıza, düşler kuruyor ve düşlerimizin pırıltısında geleceği arıyoruz. Düşlerimiz havadan inmedi elbet. Aylardan haziran. Sımsıcak alevli toprak binbir çiçeği meyveyi çatlatıyor kendi bedeninden. Aylardan Haziran; ayın orta yeri. Düşümüz 1970 yılının sıcak yazında 15-16 Haziran günleri İstanbul kentini isyana götüren örgütlü ve bilinçli yürüyüşünden alıyor tüm renklerini… YERİN BU DÜNYADA CENNET, ÇÜNKÜ CENNETİ YARATAN SENSİN! YAŞAM AKIP GİDEN SU. HER SUYU KENDİ GÜCÜMÜZLE VE BİRLİKTE İSTEDİĞİMİZ YÖNE AKITIRIZ. Yapabilir miyiz : Evet, Hemen olur mu:Hayır, Kolay olur mu: Hayır, Ne lazım: Kararlılık ve Birlik! İSTANBUL KALDIRIMLARI HAZİRAN GÜNEŞİNDE SICAK. TULUMLARINI GİYMİŞ AYAKLAR, TERLİ BEDENLERİNDE BİRİKEN ÖFKELERİ AKILLARINDAN BESLİYOR. BAKTIKLARI TEK BİR YER VAR: GELECEK. EN GÜZEL GÜLÜŞLERİYLE 15–16 HAZİRAN İSYANCILARI GEÇİYOR ARKAMIZDAN… ONLAR YÜRÜDÜKÇE BİZ DE YÜRÜYORUZ. İŞÇİ SINIFI CENNETE GİDER. NE KADAR HAKKINI ARAR VE BİRLİKTE MÜCADELE EDERSE İŞÇİ SINIFI YERYÜZÜ CENNETİNE HAKİKATEN GİDER.

13


Bir deneyim...

1975 Sungurlar Kazan Fabrikası direnişi

i

stanbul ‘Alibeyköy’deki Sungurlar Kazan Fabrikası Haliç kıyısında kurulu büyük metal fabrikalarından biriydi. O dönem sanayinin kalbi Haliç’te atıyordu. Fabrikanın hemen yanı başında demir döküm fabrikası bulunuyordu ki bu fabrika ve diğer fabrikalardaki işçilerin varlığı ‘Sungurlar Direnişi’nin başlamasında, sürekliliğinde ve başarısında önemli rol oynamıştır. Sungurlar işçileri 15–16 Haziran 1970 genel grevinde ve ondan önce de mücadele içinde yer almışlardı. 1975 direnişinin ve grevinin başarısı da yıllar önce başlayan mücadele geleneğinin bir sonucudur. Fabrikada üretim çoktu, iş çoktu, işçi köle gibi çalıştırılıyordu ve bu da yetmiyormuş gibi faşistlerin ve işveren yanlısı işçilerin temsilciğini yaptıkları Cevher-İş sendikasının baskısı yoğundu. Sözleşme dönemi yaklaştığında DİSK’e bağlı Maden-İş sendikasına üye işyerlerindeki işçilerin durumuyla kendi durumlarını kıyaslayan işçilerde hoşnutsuzluk artıyordu. Servis araçlarıyla değil kamyonlarla evlerine giden işçilere demir döküm fabrikasının önünden geçerken bildiriler veriliyor, Sungurlar işçileri Maden-İş’te örgütlenmeye çağrılıyordu. Fabrika çevresinde demir döküm işçileri ve devrimci öğrenci gruplarının gösterileri sırasında içerideki faşistlerin ateş açması sonucu bir öğrenci yaralanıyordu. Demir döküm işçilerinin fabrika duvarını kırıp desteğe gelmeleri sonucu 5 ağustosta küçük fabrikanın direnişe başlamasından bir hafta sonra 11 ağustosta toplam 800 işçi direnişe başlıyordu. Üç öncü işçinin işten çıkarılması ve sırada yüzyirmi işçinin olduğu haberlerinin yayılmasıyla başlayan direnişte sendika değiştirmek, demir döküm fabrikası işçileri hangi haklara sahipse aynı haklardan yararlanmak ve genel olarak fabrika içinde ve çevre fabrikalarda yaşanan faşist saldırılara karşı tavır almak amaçlanmıştı. O tarihlerde BEKO fabrikası iş yeri servisine ve Sungurlar fabrikası patronuna ait Ambarlı Santralı inşaatında çalışan ilerici Yapı-İş sendikası üyesi işçilere de silahlı saldırı düzenlenmişti. Fabrika işgal edildi. İşçilere çevre fabrikalardan yardım yağdı. Yardımlar bazı fabrikaların erzak depolarının kapıları kırılarak devam etti. İşgal 14 gün sürdü. 14. günde jandarma sis bombalarıyla fabrikaya girip işçileri fabrika dışına çıkmaya razı etti. Fabrika önünde toplanan işçileri dağıtmaya çalışan jandarma bunu başaramadı. İşçiler fabrikanın yakınında direniş

14

çadırı kurdular. Komiteler seçiliyor, nöbetçiler belirleniyor her gün sabahın erken saatlerinde yoklama yapılıyor sonra Alibeyköy’de gösterilere devam ediliyordu. Cevher-İş’ten istifa edip Maden-İş’e geçen işçilere iş haklarının feshedildiği söyleniyor, tazminatsız olarak çıkışları veriliyor ve fabrikaya jandarma korumasında faşist ve gerici işçiler getiriliyordu. Fabrikada çalışan bu grev kırıcılar bazen ikna ile bazen de zor kullanılarak işyerinden uzaklaştırıldı. Sungurlar işçilerine çevre fabrika işçileri de yardımcı oluyordu. BEKO işçileri grev kırıcıları taşıyan konvoyun fabrikaya girişini engellemişti. İşçileri dağıtmak ve direnişi kırmak için elinden geleni yapan jandarma komutanı İdris Başçavuş’u (Namı kuaför İdris’tir. Kuaför lakabı yakaladığı işçilerin saçlarını kesmesinden geliyordu) Alibeyköy köprüsünde sıkıştıran işçilerin elinden ve bataklıkta boğulmaktan fabrika komitesinde görevli işçilerin müdahalesi kurtarıyordu. Bununla yetinmeyen işçiler jandarma araçları korumasındaki gerici ve faşistlerin servis araçlarını darmadağın ettiler. Dört ay boyunca direniş çadırına disiplinle gelen işçilere Maden-İş temsilcisinin “İşveren isteklerinizi kabul etmiyor, bizim de yapacak bir şeyimiz kalmadı” sözlerine Sungurlar işçisi fabrikanın çıkış kapısını kapatıp işçi ve araçların dışarı çıkmasını engelleyerek cevap verdi. Süngü takıp işçilerle karşı karşıya gelen jandarma Haliç’te yükselen direniş ruhu karşısında bir şey yapamıyor, patron geri adım atmak zorunda kalıyordu. Direniş sonucu iş akitleri feshedilen işçiler haklarını geri aldılar. Direniş dönüşü direnişçi ve direnişe karşı hiçbir işçi işten atılmadı. Disk’e bağlı Madenİş sendikası iş yerine girdi. Faşistler fabrikadan kovuldu. İşçiler bütün istedikleri sosyal hakları kazandılar. Bu ve benzer deneyimlerde yaşananlar, işsiz genç yoksul köylülerin çalışma koşulları ağır işyerlerinde haksızlıklara karşı verdikleri tepkileri, tüm engelleri pratik çözümlerle yıkmalarını ve hızla siyasi bilinçlenmelerini gösterir. Sungurlar fabrikası işçileri bir önceki kuşak işçilerin deneylerinden yola çıktılar ve kendi tecrübelerini bu deneyime eklediler. Bugünün genç işçilerinin de görevi geçmiş deneyleri öğrenip dersler çıkarmaları ve biran önce sınıf bilincine sahip çıkıp örgütlenme ve eylem deneylerini geliştirmeleridir.

Ahmet DOĞANÇAYIR

T

15-16 Haziran 1970...

ürkiye devrim tarihinin belki de en önemli günlerinden birini daha anımsayacağımız ve çeşitli etkinliklerle anacağımız haziran ayına girdik. 15-16 Haziran büyük işçi direnişinden bahsediyorum. 1970’te, çalışma yaşamını ve temel sendikalar mevzuatını düzenleyen 274 sayılı İş Yasası ile 275 sayılı Sendikalar Yasası’nda değişiklik yapan tasarı, Adalet Partisi ve CHP’nin işbirliğiyle, önce TBMM ardından da Senato’dan geçirildi. Yapılan değişiklik, işçilerin sendika seçme özgürlüğünü önemli ölçüde kısıtlamakta, sendika değiştirmeyi güçleştirmekteydi. Yasa taslağı 11 Haziran 1970’te cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın onaylamasıyla yürürlüğe girdi. 1963’te sendika, toplu sözleşme ve grev hakkı tanıyan yasaların dönemin hükümeti tarafından değişiklikler yapılması için 13 Haziran 1970’de Meclise sunuldu. Tasarıda işçilerin istedikleri sendikaya serbestçe üye olmalarını ve beğenmedikleri sendikalardan ayrılmalarını güçleştiren, toplu sözleşme ve grev haklarını kısıtlayan hükümler içermekteydi.Kanunlaşan tasarı esas olarak Türkİş’ten DİSK’e işçi akışını önlemeyi amaçlamaktaydı. DİSK ve bağlı sendikalar yeni yasaya tepki gösterdiler. Türkiye İşçi Partisi ise söz konusu yasa değişikliklerini Anayasa Mahkemesi’ne götüreceğini açıkladı ve iptal davası açtı. Tepkiler, 15 Haziran 1970 sabahı, İstanbul’un belli başlı merkezlerine doğru yürüyüşe geçmeleriyle yeni bir evreye girdi. Son bir buçuk yıldır bazı büyük fabrikalarda çeşitli işçi hareketleri ve direnişleri sürmekte olduğundan birçok fabrikada ve işçi semtinde gerginlik artmıştı. Kentin Anadolu yakasında başlayan yürüyüş Kartal İlçesi’nden yürüyüşe katılan işçilerle Ankara Asfaltı boyunca ilerlerken, başka fabrikalardan da katılanlar oldu. Avrupa Yakası’nda ise 15 Haziran 1970’te, BakırköyTopkapı-Sağmalcılar güzergâhında yürüyüş yapıldı. Göztepe dolaylarında, Otosan işçileri ile Devlet Malzeme Ofisi işçileri de onlara katıldı ve yürüyüş saat 17:00’ye kadar sürdü. Bir başka yürüyüş kolu da Beykoz ve Paşabahçe’den Üsküdar’a doğru oluştu. 16 Haziran’da ise Gebze’den başlayan işçi yürüyüşü, Kartal’dan katılan işçilerle birleşerek Bağdat Caddesi üzerinden Kadıköy İskele Meydanı’na kadar ulaştı. 16 Haziran’da da, kentin Topkapı dışındaki kesimlerinden gelen kollar birleşip, Aksaray üzerinden önce Sultanahmet’e, oradan Cağaloğlu ve vilayetten geçip Eminönü’ne geldiler. Valilik, Haliç üzerine yer alan o zamanki iki köprüyü de açtırarak, eylemcilerin Beyoğlu tarafına geçmesini engelledi. Levent ve Beyoğlu’nda da küçük yürüyüş kolları oluşmuştu. Gösterilere pek çok fabrikadan 75,000 dolaylarında işçi katıldı. Gösterilen tepki esas olarak DİSK üyesi işçilerden geldiği halde, yürüyüşlere çok sayıda Türk-İş işçisi de toplu halde katıldı. Olayların birinci günü akşamı Bakanlar Kurulu 60 günlük bir sıkıyönetim ilan etti. DİSK ve bağlı sendikaların yöneticilerinin pek çoğu sıkıyönetim mahkemelerince tutuklandı. İki günlük eylemlierde yaşanan çatışmalarda; Mutlu Akü Fabrikası işçisi Yaşar Yıldırım; Vinleks işçisi Mustafa Bayram; Cevizli Tekel Fabrikası işçisi Mehmet Gıdak; esnaf Doğukan Dere ve bir polis memuru

yaşamlarını yitirdiler. Eylemlerden sonra da farklı yerlerde direnişler örgütlenmiş ve Gıslaved işçilerinden Lastik-İş sendikası üyesi Hüseyin Çapkan ve Aliağa rafinerisi inşaatında çalışan Yapı-İş Sendikası Genel Başkanı Necmettin Giritlioğlu yaşamlarını kaybetmiştir. Sonuç olarak, 16 Haziran’da Kocaeli ve İstanbul’da sıkıyönetim ilan edildi. 12 Mart ve 12 Eylül Askeri darbelerinde DİSK genel başkanı Kemal Türker ve diğer DİSK yöneticileri, halkı kışkırtmak ve bölücülük propagandası yapmaktan yargılandılar; davalardan beraat ettiler. Olayların ardından CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit, Genel Başkan İsmet İnönü ile birlikte partisi adına, TİP’den ayrı olarak Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Anayasa Mahkemesi, yasa değişikliği konusunda açılmış olan davaları daha sonra iptal etti. Yasa da “Anayasaya aykırı olduğu” için Anayasa mahkemesi tarafından iptal edildi. Buraya kadar anlatılanlar, bu büyük işçi direnişinin genel anlamda ne olduğunu anlatıyor. Ancak 15-16 Haziran büyük işçi direnişinin Leninci Marksistler açısından anlamı ve önemi çok daha başkadır ve unutturulması da bu nedenledir. Şöyle ki; 16 Haziran’a gelindiğinde direnişin seyrini ve anlamını baştan sona değiştiren buluşmanın yaşanmasını, metodolojik açıdan irdelemeliyiz. Bu büyük buluşma devrim tarihimizde sürdürülememiş, buluşan taraflar kendi kanallarında akışlarını sürdürerek şu gün yaşanan tükenişi bir kader gibi yaşamak zorunda kalmıştır. Neydi o buluşma? Tabii ki, direnişçi işçilerle devrimci gençliğin buluşması… 16 Haziran tarihini devrim tarihimizde önemli kılan bu buluşma, aslında devrimimizin nasıl ilerlemesi gerektiğinin de işaretlerini taşımaktaydı. O günlere şahit olanlar, bu buluşma sonrası egemen güçlerin yaşadığı panik havasını anımsayacaklardır. Bu belki de devrim tarihimizin, olayın boyutu ve niteliği bakımından, tek ve en önemli buluşmasıdır. Devrimin öznesi, devrimci özneyle buluşmuştur… Türkiye burjuvazisi ve onun devleti tarihlerinin en korkulu iki gününü yaşamışlardır. Burası kesindir. Zaten sonraki günlerde bu buluşmayı ortadan kaldırmak için devrimci gençliğin önüne konulan, devrim öznesinden kopuk, kendi gündemleriyle mücadele etme süreci de ayrıca irdelendiğinde bu buluşmanın nasıl ayrıştırıldığı anlaşılacaktır. Devrimin öznesi olan işçi sınıfıyla devrimci özne olan devrimci gençlik ayrı kanallardan akışını sürdürmüş, yaşanan darbelerle tükenişi bir kader gibi yaşamışlardır. Bugün devrimimize yol ve metot aramak için, iyi niyetli Leninci Marksistlerin tarihimize bakma ve onu anma yöntemleri bu olmalıdır. “Bizim eskilerimiz ne güzel direnmişler,” vs. türü hamaset edebiyatları üzerinden siyaset üretmek tüketici ve kazandırıcı olmayan bir tarzdır. Yapılması gereken ölülerimizi anarken, yolumuzu açacak verileri tarihimize ait bu günlerden çıkarmaktır. Yürünecek yol bellidir. Bizden önce bu yoldan geçenler yola kazıkları çakmışlardır, meşalelerimizi yakmalı ve yolu nasıl yürüyeceğimizi bulmalıyız. Devrimin öznesi hala devrimci özneyle buluşmayı beklemektedir…

Hakan SOYDEMiR


RED şiirleri

4İşçiler ve kızlar Romancılar ve okul önleri Şairler ve sokak çocukları Zenaatçılar ve köylüler Namlu ve fişek Ateş ve rüzgar Su ve çelik Şartel ve makina Traktör ve tornavida Kalem ve mürekkep Krom ve bakır Tohum ve toprak… Yani Ateşte Ve pişmekte olanlar… Okulda ve fabrikada Köylerde ve kırsalda Şehir şehir Meydan meydan Sokak sokak Ev ev… Eşikten eşiğe Camdan cama Koyundan koyuna Sabahtan akşama Gündüzden geceye… Diş diş Vardiya vardiya Tırnak tırnak… Düşe kalka Silinip silkelenerek Eksilerek ve çoğalarak İlmik ilmik Göz göz… Hırçın ve hüzünlü Sakar ve şaşkın Ürkerek ve bıçkın Mahir ve acemi… Kaynayıp Kaynaşmaya başladık… ‘çatlak ses’ler halindeyiz Yaralı ve ümitli… Ruhum öfkelidir Ellerim merhametsiz Ve militarist... Kırmızı şarap tadındayım Ateşli Sıcak Ve militan… Siyahlarımı kuşandım… Ayak seslerim Sokaktadır İşçi tulumuyla… … Yakındır, İzinsiz bir gösteri yürüyecek Boylu boyunca meydanları

Bir ihtilal ayaklanacak şehirlerde Şartellerini kapayacak fabrikalar İllegal portakal sandığına çıkacak Kürsüye… -geciktiVe ben seni Kalbine bir ateş gibi sokulup Dudaklarından öpeceğim Şehirler tutuşacak… Ateşleneceğiz… Sen yine hülyalı Çocuksu Ve mahcup Yine utanacaksın… Ben yine kınından çıkmış bıçak Bir isyan gibi bıçkın Ben yine itaatsiz Yine kırmızı… Bir yol ayrımında baştan çıkacağız… Ve kusursuz Çırılçıplak bir güneşte Soyunacağız… Ruhumda Yeni fırtınalar birikti Deniz kokuyorum… Başka gecelerde uyu Başka sabahlarda uyan Göğsümde Mutlu… Dingin… Sana Yeni şarkılar Okuyacağım. Sesini temizle Ve bana Omzunu ver… Çünkü Omzun Güvendir Korunmadır Güçtür Sıcak ve kucaklayan… Omzun Sevgilidir Hülyalı…

Gaz Göz yaşartıcı… Süngü gölgesi Tel örgü Duvar… Sokakta ‘dur’ emri Sokakta ‘vur’ emri Faili meçhul… Sokakta apolet Sırma Kırmızı telefon Kırmızı kitap Yüksek şüra Sokaklar kirli Çürüdü Kokmakta… Omzun Sığınaktır Dingin Hilesiz İllegal… Bana Omzunu ver Aşktır İnce bir sızıdır Alı al Moru mor Sınanmış… Tutkulu Ateşli Ayartan Yakıcı... Aşksa ‘…tağyir’dir ‘…debdil’dir Ve ‘…cebren’ ‘…teşebbüstür’ ‘…ilgaya’ Çünkü Aşk Tehlikelidir Yıkıcıdır Yasaktır Suçtur… Yüzkırkaltı bir’e bağlar İdam Şafak İnfaz…

Yoldaş ve ümit… Kuşatan Saran…

Yahut müebbettir F tipi Tabut Mezar…

Sokaklar pusu Sokaklar tuzak Sokaklar kalleş Türlü kılıkta korku Türlü kılıkta kuşku Türlü kılıkta ihanet…

Bana Omzunu ver sevgili Gemiler yanıyor İntiharlar biriktirdim saklı saklı Kırdım kalemimi Her şafakta…

Sokakta dipçik

Çünkü

Granma’da Silah kuşandım Ve Kudüs’te bıraktım Gözyaşlarımı… … Beni vurdular Spartaküs ve gladyatörler Ve başkaldırmış kırk bin köle Güneşli yolda Roma’ya yenildik Yedi bin çarmıha çivilendi Kollarım… Beni vurdular Ronald Mac Kenzie Ve 4.Suvari Birliği Komançi köylerini kundakladı Topları ve ateşli silahları vardı Beyaz adamın Kadınlarımız ve çocuklar kılıçtan geçirildi Komançi şefleri Kabilenin büyücüsü Ve Büyük Reis Gerenimo Kelepçelenip vagonlarda Toplama kamplarına kapatıldık Oklahoma’da… Boyacı Panço Dolares’i dinledi radyodan Barikat başında Katalonya meydanında Barselon’da Dokunaklıydı Dolares’in sesi Ve kıttı mermi Tek atışta vurulacak falanjist Gez Göz Arpacık Ve boyacı Panço… Vuruldu falanjist Tek atışta… Kapetan Aris Namı diğer Miserias Ve ELAS’lı partizanlar Omuzlarında mavzerleri Göğüslerinde çapraz fişeklikleriyle Bir avuçtular… ‘…biz şimdilik sadece bir çekirdeğiz’ Dedi Kapetan Ve atının yüzünü dağlara çevirdi… Karanfilli Adam Niko Beloyannis Alaylı gülüşüyle baktı Kürsüdeki cellatlarına Ve alaylı gülüşüyle yürüdü İnfazına… Bir anka kuşu Ege denizine külünü savurdu… Gördük ki Binlerceydiler…

… Tomurcuğundaki çiçekleriz biz Patlamalar halindeyiz Kardan kıştan geçtik… Birikmiş fırtınalarız Yakılamamış ağıtların çoğalttığı… Gözyaşlarının beslediği dalgalarız Saça savrula büyüdük Derindedir kökümüz… Çünkü itaatsizleriz Çünkü beyaz başörtüleriyiz Çünkü haki parkalarız İşçi tulumuyla feylozoflarız Kırmızılarız Taşlar ve çocuklarız Reddeden taraftayız… BAYIM ! ‘siz bizi’ ‘sizin mülkiyetinizi’ ‘ortadan kaldırmaya’ ‘niyetlenmekle suçluyorsunuz.’ ‘çok haklısınız’ ‘niyetimiz budur’ Açıkça ilan olunur… Bana omzunu ver sevgili Çünkü ‘saldırımız’ ‘merhametsiz olacak’ ‘ve bu işte’ ‘sonuna kadar gideceğiz’ ‘ya yenecek’ ‘ya öleceğiz…’ “kim bedenine rahat” “ruhuna huzur arıyorsa” “bırakıp gitsin” “çünkü” “gelecek için mücadeledir bu” “ve çok şiddetli geçecektir” “ve uzun sürecektir...” “ve fakat hakikat” ulaşacaktır zafere” “isterse rengi atmış kemiklerimizin üzerinde yükselecek olsun” “çünkü dostlarım” “mutluluk” “geleceği yaratmada yatmaktadır..” Bana omzunu ver sevgili Boy verip Büyümekte umudumuz Çünkü Red ve isyan ettik Asiler! Yürüyün...

15


Bizim demokrasimiz, “Hadi oğlum, amcalara pipini göster!” dönemini çoktan geçmiştir. Kısacası ‘çocukluk “Baskete gönderirsek, uzar!” ihtimaline fazla bel bağlamamak gerekir. Hem zaten bunun en gelişmiş hali

rgenekon’du, şuydu, buydu, derken resmen polis marifetiyle, yani ‘mevcutlu’ olarak demokrasiye götürülüyoruz. Allah sonumuzu hayreylesin! Şahsen ben, AKP’den böyle bir şey beklemezdim. Zaten kimseler de beklemiyordu. Nasıl beklesin ki, hani ‘Maziye bak, süngüye davran!’ misali! Gerçi Başbakan’la ilgili rivayetler muhtelif. Birileri kendisinden şu veya bu biçimde ileri derecede bir demokrasi beklerken, başka birileri de adamın şeriata, hilafete, hatta bir İslam faşizmine doğru tam gaz yol aldığından emin. Yani kendisi çok farklı, çok şaşırtıcı bir insan. Mesela Özal, çok daha renkli bir kişiliğe sahip olmasına rağmen yine de sınırlı bir tartışmanın konusuydu. Hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet, yağma gibi mevzuların dışında, en fazla bize çağ atlatıp atlatamadığını tartışırdık! Bir de şimdiki konu zenginliğine bakın. Şimdi birçok liberal-demokrat, geçmişin Bonapartizminden kaynaklı ‘askeri vesayet’ rejiminin AKP tarafından yıkılabileceğine ve bunun ardından da nur topu gibi bir demokrasinin geleceğine inanıyor. Gerçi arada bir kuşkuya düştükleri veya ne bileyim mide bulantısı yaşadıkları, hatta Tayyip Bey’le kapıştıkları bile oluyor, ama yine de umutlular. Tabii, bunda milletçe AB yolculuğumuzun ve de ‘uyum paketleri’nin falan epeyce bir payı var. Her türlü ‘toplum mimar-mühendisliği’nden nefret eden nice liberalimiz, AKP’nin müteahhitliğini yaptığı ‘demokrasi’ inşaatının önünde toplanmış, kepçeyi vurdukça silah ve insan kemiği fışkıran memleket toprağındaki hafriyat çalışmasını umut ve keyifle izliyor. Çukurdan demokrasi çıkabilir hayaliyle.

ve karanlık yüzüne doğru değil, sakız gibi uzatıla uzatıla hükümetin, ‘cemaat’in ve de ‘camia’nın ihtiyaçlarına doğru yönlendiriliyor. Zamanlama suça göre değil, siyasi ihtiyaçlara göre yapılıyor. Dava, bir süre sonra sosyalist sola da dokunması muhtemel ucu açık bir korku sürecine, sürekli bir tehdit, perdeleme ve manipülasyon aracına dönüştürülüyor. Meğerse devrimci olanları da dahil bu memleketin bütün legal ve de illegal muhalefeti, birer Ergenekon icadından başka bir şey değilmiş; yani öyle dallı budaklı bir mevzu! Kısacası ‘mahkemeye düşmüş haliyle Ergenekon’ işi, bizi öyle kafadan demokrasiye falan götürmeyecek.

Sütçü kapıyı çalınca!

Zaten ben şahsen, ‘halkın yönetimi’ manasındaki demokrasi mevzuunun öyle askeri vesayet, sivil toplum vb. gibi şeylerle sınırlı olduğuna inanmıyorum. Nasıl ki çok parti, seçim ve parlamento gibi şeylerle sınırlı olduğuna inanmıyorsam. Hep derler ya, “Demokrasi, sabah kapınız çalındığında sütçünün geldiğini bilmektir!” diye. (Bir İngiliz atasözü olmalı!) İyi de ben o sütçünün sivil polis olmadığını nereden bileceğim? Malûm, sivil toplum olacağız ya! Ayrıca kapıma sütçü diye gelen şahsın, kapıyı açtığımda üzerime ateş edip etmeyeceğini, getirdiği süt şişesinin bomba olup olmadığını nasıl anlayacağım? Yani bu işler öyle ‘sütçü, yoğurtçu’ hikâyeleriyle olmuyor. Biliyorum, şimdi bir kısım okur, “Baba paranoyak olmuş, kafayı iyice sıyırmış!” diye düşünecek. Tamam da, bilirsiniz meşhur bir söz vardır, “Paranoyak olmanız takip edilmediğiniz anlamına gelmez!” diye. Ben sizi sadece önemli bir memleket meselesi hakkında uyarıyorum, sabahın köründe kapınız çalındığında, “Amaan canım, sütçüdür!” rehavetine kapılmayın diye. Militan demokrat! Neyse, demokrasi-sütçü bağlantısına gelene kadar Bu arada enteresan rol değişimleri var. Mesela sırada daha başkaları var: Asker, polis, hâkim, savcı, ulusalcıların o Vural Savaşvari ‘militan demokrat’ rektör, her cinsten bürokrat, politikacı; tabii, ayrıca tavırları şimdi sek liberallere sirayet etmiş durumda. sanayici, tüccar, işadamı, bankacı; elbette işçi, emekçi, Manzaraya bakın, bir zamanların en karıncaezmez köylü vb. gibi. Yani iş öyle ‘Asker gider, demokrasi gelir!’ liberalleri, Ergenekoncu avına çıkıp olabildiğince çok kestirmecesiyle bitmiyor. Bakın hükümetin ve tabii darbeciyi içeri attırmaya çalışıyor. Hani memleket Başbakan’ın işlerine, memleket gerçekleri zorladığında nüfusunun tamamına yakını ‘telekulak’la dinlenip yarısı ağızlardan çıkanlara; mesela parti içindeki devlet ‘terörist’ diye içeri tıkılsa, sivil demokrasi adına, “Daha! dairesi Cemil Çiçek’in ‘kritik’ anlarda ve mevzularda Daha!” diye tempo tutacaklar. ettiği laflara. Polis Vazife ve Salâhiyetleri Kanunu Tabii, değişim bununla sınırlı değil. Bir de öbür taraf mucibince sokaklarda ‘dur ihtarına’ uymadığı için var. Geçmişte solcu ve Kürt milletinin sırtında sopa kırıp öldürülenlerin yekûnuna. F tipi cezaevlerindeki -ve ‘demokrasi’ diye inim inim inleten bir kısım şahıslar, tabii diğer tiplerdeki- yaşam koşullarına. ‘Sıfır tolerans’ şimdilerde ‘demokrat’ kesildi. Darbe tezgâhçıları bile denilip de orada burada vırt zırt ortaya çıkan ‘münferit’ darbecilikten (tabii, sivili!), hapishane şartlarından, sağlık dayak-işkence vakalarına. 1 Mayıs’larda ve de çeşitli sorunlarından, yargısız infazlardan, keyfi gözaltılardan, protesto eylemlerinde devletimizin katı, sıvı ve gaz, medya marifetiyle afişe edilmekten şikâyet eder oldu. bütün halleriyle tepemize inişine. Kürt meselesinde işler Yani, tersten 12 Eylül durumları! istedikleri gibi gitmediğinde, o ‘hacı abi’ hallerinden Tabii, şahsen benim durumum ve beklentilerim birden bire faşist bir kabadayıya dönüşmelere falan. farklı. Memleketin bu hükümet tarafından mevcutlu Ayrıca hâlâ 12 Eylül gölgesinden kurtulamamış sendika, olarak demokrasiye doğru götürüldüğünü iddia edenler grev ve toplu sözleşme yasaları, iş yasaları, siyasi partiler olsa da, ben emniyet ve savcılık marifetiyle gelecek ve seçim yasaları falan var. Belli ki devlet, hükümet-lerdemokrasinin demokrasi olacağına kani değilim; ve tabii ki, bütün bu ‘gerçeklikler’in ardındaki ‘hakikat’ hem de bütün o açılım ve saçılımlara rağmen! Mesela olarak büyük sermaye, bütün o AB süreci, uyum paketi, ortada bir ‘Ergenekon Davası’ var. Liberal demokrasi bireysel özgürlük, bilmem ne açılımı hikâyelerine umutlarının ana kaynaklarından biri. Ancak dava, işin rağmen işçi ve emekçilerin tepesindeki baskıyı fazla asıl köklerine ve bağlantılarına, yani devletin kirli, kanlı gevşetme niyetinde değil.

16

Mehmet BOĞATEKİN / Bolu F Tipi Hapishanesi

‘E

MEVCUTLU DE

Bahçe tipi demokrasi!

Aslında bilinen bir şey, AKP, ‘kendine göre’ bir demokrasinin peşinde. Şöyle temsil ettiği, işbirliği yaptığı güçlerin, cemiyet ve cemaatlerin, toplumun bütün hücrelerine nüfuz etmesinin önündeki ‘bürokratik’ engelleri kaldıracak cinsten bir demokrasi. Elbette ABD desteğine mazhar ve de gerektiği kadar AB kitabına uydurulmuş cinsinden. Amaç, toplumdaki her türlü devrimci ve ilerici muhalefeti, emekten yana değişim isteğini, kıpırdadığı anda kuşatıp kendi içinde boğan, bataklık kıvamında, dindar-liberal, gerektiğinde polisiye bir muhafazakârlığı egemen kılmak. Bu nedenle AKP, öyle adına layık, umuma açık bir demokrasiden ziyade, hizmet ettiği güçlerin ideolojik ve politik hegemonyası altında ve de ‘Hoca Efendi’nin ruhani önderliğinde, bahçe tipi veya ne bileyim, ev içi, hatta ankastre bir demokrasiden yana. Millete demokrasi veya laiklik mücadelesi diye yedirilmeye çalışılan hırgür, egemenlerin çeşitli araçlarla yürüttükleri yeni güçler dengesi kavgasından başka bir şey değil. Nasılsa ‘o taraf ’ta bütün yollar sömürenlerin kazık çakmış iktidarına, sömürülenlerin ebedi boyun eğişine çıkıyor. AKP, bu tarihsel misyonu kendi usulünce yerine getirmenin derdinde. Bu arada da birtakım askeri kazabelalardan uzak durmaya çalışıyor; iç ve dış destekler, geçici-kalıcı uzlaşmalar ve paylaşmalar yoluyla ve de paşalarıyla sarmaş dolaş bir ‘Yok aslında farkımız’ muhabbetiyle. Yoksa Tayyip Bey demokrasiyi n’eylesin! Hem de bu mübarek kriz döneminde, krizin bütün yükünü yıkmak istediği işçinin, emekçinin kafa kaldırma ihtimalinin koca kulaklara kar suları kaçırmaya başladığı bir zamanda. Haa, yeni anayasa falan mı dediniz? Onun kolektif toplumsal hakları da içeren bir demokrasiyle ilgisi


HAKKI YÜKSELEN-BABA HAKKI hastalığı’ mevzularının ötesinde bir ‘cücelik’ sorunu söz konusudur. Bu nedenle, de pek matah bir şey değildir.

EMOKRASi! Huyu güzel olsun!

yok. O yenilik, eğer gerçekleşirse, yerli, yabancı büyük sermayenin mutlak hâkimiyetinde, örgütlenme ve direnme gücünü fiilen kaybetmiş atomize bireylerin, imkânlar ölçüsünde ‘demokratik demokratik sömürülmesinden’ başka bir sonuç vermeyecek; elbette ‘terörist’ falan olmamaları şartıyla!

O

nca yıl sendikalar arası kavga veya sendikacı yolsuzlukları dışında tek bir işçi-sendika haberi vermeyen büyük-az daha küçük sermaye medyası, son bir yıldır az biraz işçi–sendika mevzularına merak sarmaya başladı. Kriz, işsizlik, pahalılık, yoksulluk vs. gibi durumların dışında, mesela bazı işçi eylemleri de artık medyanın sayfa ve ekranlarında yer alabiliyor; tabii patronlarının hükümetle olan ilişkilerinin gidişatı oranında ve de olayların kendi bünyelerine sirayet etmemiş olması şartıyla. (Mesela Sabah Gazetesi grevi!) Son 1 Mayıs’ta da bir kısım medyamızın bu tuhaf işçi-sendika sevgisinin enteresan örneklerine şahit olduk; tabii ‘makul’ ölçülerde. Çünkü İstanbul Valiliği ve Emniyet Müdürlüğü, yani devlet ve hükümet, ancak ‘makul’ sayıda sendikacı ve işçinin Taksim’e çıkmasına izin verileceğini bildirmişti. Elbette herkesin ‘makul’ü kendine; ancak sonunda beş bin kadar insan Taksim’e girmeyi başardı ve ‘makul’ kamuoyumuz da

Yani ben şahsen, hiçbir sermaye partisinin sırtına binmeyeceği eşeğin önüne ot koymayacağını bildiğim için, onların sözünü ettikleri demokrasiye de inanmıyorum. Hem zaten bu memleketin efendilerinin, 1950’den sonra, bazı darbe vs. dönemleri dışında, demokrasinin ‘şekli’ ile fazla bir dertleri olmadı. Onların derdi demokrasinin ‘şemaili’, yani sözlük anlamıyla ‘huyu, ahlâkı, tabiatı’ ile ilgili. Demokrasinin tabiatı denilince, elbette ilk akla gelen (tabii, bizim gibilerin!) onun sınıf tabiatıdır. Demokrasi elbette güzel bir şeydir. Ancak asıl olan dış güzellik değil, ruh güzelliğidir! Hani ‘Huyu güzel olsun!’ diye bir söz vardır ya, aynen öyle. Kapitalist demokrasi ise bir dış güzellik olarak ‘siyasi demokrasi’ ile sınırlıdır. Yani bu demokrasi, tek başına işin şekliyle ilgilidir. Buna rağmen bizim için elbette çok önemlidir ve her zaman daha geniş bir siyasi demokrasi için mücadele ederiz. Ancak asıl özü, yani ‘şemaili’ belirleyen ekonomik güçtür. Ekonomik gücü elinde tutan, demokrasiyi de kontrol eder. Bu nedenle siyasi alandaki demokrasi, ekonomik alanın (mesela bir işyerinin) kapısına geldiğinde kocaman bir ‘DUR!’ levhasıyla karşılaşır. Orası patronların keyiflerine göre davrandığı, etrafı kalın ve yüksek duvarlarla çevrili, üniformalı-üniformasız adamlarca korunan kapalı bir av sahasıdır. Patronlardan başkası o alana ancak sömürülmek için girebilir. Böylece siyasi alandaki, “Siz ne düşünüyorsunuz?” numarası, iktisadi alanda, “Ben ne dersem o!” gerçeğine dönüşür. Demokrasinin sınıf karakteri dediğimiz şey üç aşağı beş yukarı budur. Bu nedenle işçi sınıfı ve emekçilerce yönetilmeyen, kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerine dayanan her demokrasi, burjuva diktatörlüğünden başka bir şey değildir; bütün pırıltılı ve de şıngırtılı aksesuarlarına rağmen. Bu

evrensel bir kuraldır.

Olacaksa iyi bir şey olsun!

Tabii, bizim yerli demokrasimizin de kendine has bazı şekil sorunları vardır; hani öyle yamuk yumuk halleri falan. Gerçi sık sık ‘genç demokrasimiz’ tanımlamasıyla, “Daha çok küçük, bir büyüse var ya!” imajı yaratılmaya çalışılsa da kendisinin epeyce kartlaştığını biliriz. Yani bizim demokrasimiz, “Hadi oğlum, amcalara pipini göster!” dönemini çoktan geçmiştir. Kısacası ‘çocukluk hastalığı’ mevzularının ötesinde bir ‘cücelik’ sorunu söz konusudur. Bu nedenle ‘Baskete gönderirsek, uzar!’ ihtimaline fazla bel bağlamamak gerekir. Hem zaten bunun en gelişmiş hali de pek matah bir şey değildir. Bakmayın bizdeki, yokluk nedeniyle, “Allah bin bereket versin, buna da şükür!” halleri; yoksa burjuva demokrasisi yukarıda da belirttiğim üzere tek bacaklıdır. En iyi ihtimalle toplumsal değil, bireyseldir; yani ‘şahsi’ bir oyuna ayarlanmış tek kale-tek adam-tek oy ilkesine dayanır. Efendilerimiz, emekçiler tarafından yeterince zorlandıklarında siyasi demokrasinin alanını biraz genişletseler de, sömürü ve egemenliklerini tehlikeye düşürecek ‘ekonomik demokrasi’den acayip tırsarlar. Marx’ların, Engels’lerin dönemindeki ‘sosyal demokrasi’ lafı da bu yüzden çıkmıştır. Yani burjuva demokrasisi tarafından itina ile ayrılan siyasi ve iktisadi alanları birleştiren ve devlet-toplum uçurumunun en derin halini aldığı burjuva devletini aşan, toplumsal hayatın iki yakasını bir araya getiren bütünlüklü bir demokrasi. Sosyalist bir demokrasi. Amacımız budur! Netice itibariyle, ‘mevcutlu’ olarak çıkarıldığımız bugünkü demokrasi yolculuğunun sonunun bir nezarethanede, sonra da bir hapishanede bitme ihtimali vardır; tabii, ‘terörizm’ suçlamasıyla…

‘ULAN!..’ 1 Mayıslarda’ Taksim için makul sayının üç aşağı beş yukarı beş bin olduğu konusunda hemfikir oldu. Bakın ben şimdi burada ‘Taksim-Kadıköy’ muhabbetine veya bu ikisinin toplamının, işçi sınıfının bilinci, birliği ve örgütlenmesi açısından kaça eşit olduğu tartışmasına girmeyeceğim. Elbette Taksim’in öneminin farkındayım ve Taksim yasağının patronlar ve devletin gözünde bu memlekette işçi sınıfı ve emekçilerin ‘sonsuz yenilgisi’ni simgelediğini de biliyorum; o başka. Ancak benim takıldığım mevzu, büyük medyamızın sevgi ve şefkatine mazhar olamayan ve bu makul sayının dışında kalan işçi ve emekçilerle, yine medyamızın neredeyse nefretle söz ettiği o ‘marjinaller’le ilgili! Resmen vatandaşlar arasında ayrım yapılıyor. Bir nevi ‘apartheid’ politikası; yani bir zamanlar Güney Afrika’da uygulanan o resmi ırk ayrımına ve dışlamaya dayalı politika. (Ayrıca ABD’nin güney eyaletlerini de unutmayalım.) Hani siyahın beyazla aynı siyasi haklara sahip

olmadığı, aynı helada çişini edip elini yıkayamadığı, aynı okulda okuyamadığı, aynı yerde yemek yiyemediği, aynı mevkide yolculuk edemediği, hatta ülkenin ve şehirlerin bazı bölgelerine sokulmayıp yurtluklarda yaşamaya mahkûm edildiği yönetim biçimi… Benim anladığım şu: 1 Mayıslarda Taksim Meydanı’na, resmen (veya fiilen) izin verilen ve sendika konfederasyonları tarafından sahip çıkılan ‘makul’ sayıdaki sendikalı işçi, kamu çalışanı ve solcu dışında kimse çıkamayacak. Yani Taksim, ‘makul’ sayıyı aşan sendikalı işçilerin yanı sıra, sendikasız işçilere, işten atılmış emekçilere, sendikasız, sigortasız çalışan kayıt dışı işçi ve emekçilere, bir gün çalışıp üç gün boş gezen kent yoksullarına, bugün işçi olmasa da yarın ancak işgücünü satarak yaşayacak olan öğrencilere, örgütlü örgütsüz sosyalistlere, devrimcilere, muhaliflere yasak! Resmen ayrımcılık. Hani ‘İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle’ idik! Ne oldu?

Alayınızı…

Bakın beyler, her türlü toplumsal eşitsizliği arşı âlâya çıkarttığınız yetmiyormuş gibi, işçi sınıfı içinde de bir ‘Taksim aristokrasisi’ yaratıyorsunuz; sosyalist literatürdeki o meşhur ‘işçi aristokrasisi’ misali! Hem siz ne zamandan beri işçi sınıfı için ‘makul’ sayının ne olduğuna karar verme yetkisine sahipsiniz? DİSK’in şimdilerde kabullendiği sayıya bakmayın, o ‘makul’ 1976, 77 ve 78 Taksim 1 Mayıslarında 200 binle 500 bin arasındaydı, hem de 45-50 milyonluk bir Türkiye’de! Bir de başımıza ‘marjinal’ diye bir şey çıkardınız; yani Taksim’e girme izni alamayıp da girmeye çalışan herkes... Sayenizde artık neredeyse ‘folklorik’ bir tip haline gelen ‘provokatör’ü saymıyorum bile! ‘Marjinal’ ha?! İçimden, “Ulan…, bütün milleti işsiz güçsüz bırakıp marjinal ettiniz, bir de marjinal gruplardan şikâyet ediyorsunuz. Alayınızı marjinaller kovalasın!” demek geliyor ama aile terbiyem müsaade etmiyor…

17


ONUR GÖKTEPE

1

Devletin korkuları...

933 yılının 10 Mayıs akşamı ‘kitap yakılma törenleri’ başlatılmıştı Nazi Partisi tarafından. 20 bin kitap yakılarak imha edildi Berlin Üniversitesi meydanında. Nazi Partisi’nin önderlerinden Gobbels ve Göring’in yüzü öyle karanlıktı ki, ellerindeki meşaleler yüzlerini aydınlatmaya yetmiyordu. Emile Zola, Jack London, Albert Einstein gibi sanatın ve bilimin insanlarını, yani uygar bir geleceğin mimarlarını kül edip havaya savurdular. Ve ezbere dayalı, tekdüze kelime ve çizgi yığınlarının oluşturduğu yapay sanat ucubeleri, resmi tarih kitapları-tezleri oluşturuldu yine Nazilerin kiralık sanatçı ve bilim adamları tarafından. Bugün o saçmalıkların daha ucuz taklitlerini kazara belki bulabilirsiniz: ‘kendinize bir isim-ırk seçersiniz ve onun dışındaki herkese saldırırsınız.’Ama Einstein hâlâ her kitapçının rafında muhakkak ki vardır. Ve dünya uygarlaştıkça o ucubeler yitip giderken, Einstein’ın onlara dil çıkaran resmi hep kalacaktır… Kelimelerin yarattığı panik!.. Hemen her devlet aynı korkuları yaşadığından, hemen her yerde aynı acizlikle hareket etmiştir. Sözgelimi 1980 askeri darbesi. Almanya’nın panikle gerçekleştirdiği utanç olaylarını, Türkiye 50 sene sonra gerçekleştirdi. Sadece ‘Bilim ve Sosyalizm’ yayınlarına ait 133 bin 607 kitabı imha ettiler tankların gölgesinde… Baskıcı devlet mekanizmaları korkuyla beslenir. İnsanların korkularıyla büyür, büyüdükçe kararır. Kendini bilmez. Onların korkularıysa bilimdedir, felsefededir, adalettedir yani emektedir. SANSÜR Bu korkular, sermaye sınıfını saldırganlaştırır. Eline ne bulursa düşünmeden kapacak ve saldıracaktır. Eline kapacağı şeylerden biridir SANSÜR. Maskeyi düşüren, soysuzluğunu ele veren hemen ona sarılır. Soğuk bir kelimedir sansür. Sansür kalkanıdır, sığınağıdır, kulübesidir çakalın. Yetersiz kaldığında bu kez “münferit, münferit” diye ağlamaya, kaçmaya başlayacaktır… YASAK ‘YASAK’lar koyarlar titreye titreye. Kim kime, neye dayanarak yasak getirebilir? Hangi kuvvet ve hangi cüretle!? Bilgiyi esirger, gerçekleri ört-bas eder. Bilime ulaşmayı engeller. Şu an Türkiye’deki internet kullanıcılarının –dns ayarlarıyla oynamazsa- niçin bir bilimadamı olan Richard Dawkins’in sitesine girmesi engellemektedir? Bu nasıl bir aymazlıktır!? Aklının yetmediğini yasakla, yediğin naneleri sakla! Yine darbe yıllarından örnek verelim -Bu iş için biçilmiş kaftandırlar çünkü- ibret olsun: Tahsin Şahinkaya, 12 Eylül darbe şeflerinden biri aynı zamanda darbeden 48 saat önce Washington’a gidip ABD ve Pentagon’un son direktiflerini alan kişiydi.

18

MGK diye adlandırılan cunta konseyinde üç yıl çalıştı. Sonra ne olduysa Time Dergisi’nin Amerikan baskısında dünyanın en zengin 10 generalinin sıralandığı sayfada, Türk Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya onurlandıracaktı devletini, yedinci sırayı alarak. Ve Time dergisinin bu sayısının Türkiye’ye sokulması yasaklandı!!! (9 Aralık 1983 Hürriyet ) Evet. Afişe olmak. Bütün korkuları budur. Nasıl paniklerler hemen. Yasaklar koyarlar, hiç duyulmayacakmış gibi… İŞKENCE Ve işkence. Korkuların son durağıdır işkence. Kalleştir. Esirin eli kolu bağlı olur muhakkak. İşkenceci çarpışmaz. Zincirlerle bağlı el-ayak, güvencesidir onun. Ve işkenceci kendini göstermez. İşkence edilenlerin genellikle gözleri bağlıdır. Çünkü işkenceci kimliksizdir. Kişiliksizdir, korkaktır, hiçtir... Bugün hâlâ, 12. yüzyılda kullanılan insan ızgaraları, kafa kıracağı, çivili koltuk, kırbaç direği gibi Ortaçağ’ın felaket aletleri yüzyıllar sonra CIA tarafından geliştiriliyorsa ve sömürge ülkelerine gönderiliyorsa bu ülkelerin uygarlıklarını sorgulamak gerekir. Ha! Söylemeden geçmeyelim. Sömürge ülkeleri derken kastetmemiz gerekenleri CIA’in raporlarından çıkarıyoruz: CIA Ortadoğu masası ‘Türk istihbaratı, MOSSAD, ve İran gizli servisi SAVAK arasındaki üçlü işbirliği anlaşmasının memnuniyet verici olduğunu’ yazıyor bir raporunda. Sonra, Savak Ajanı Muhammed Avşari’nin ‘İsrailli uzmanlardan gruplar halinde eğitim aldıklarını sorgulamalardaki başarılarının İsrailli meslektaşlarından öğrendikleri ‘tırnak çekme, ızgara makinesi, Filistin askısı gibi yöntemlere borçlu oldukları’ açıklaması bizi hayrete düşürüyor! Türk İstihbaratçıları da Emirgan’daki istihbarat okulunda öğrendiklerini 12 Martlı

yıllar ve sonrasında geniş ölçüde tecrübe etme imkanı bulmuşlardır. Daha 1985 yılında ise ABD Ticaret Bakanlığı ‘işkence aletlerinin dış satımına’ olanak sağlayan bir yönetmelik hazırlıyordu. Newsweek’e göre aralarında Türkiye’nin de bulunduğu NATO ülkelerine ‘özel işkence aletleri’ satılması yasal hale getiriliyordu.* nasıl aleni, arsız… Ve 80 darbesinin bilançosu; 650 bin kişi gözaltına alındı ve 90 güne varan gözaltı sürelerinde ağır işkence gördü. 171 kişinin ‘işkenceden öldüğü’ belgelendi. Hemen her yerde aynıdır. Aynı korkular, aynı titremeler diyoruz… Ve ajanslara yeni fotoğraflar düşüyor, ABD’nin canileri: Irak ve Afganistan’da tutuklulara yönelik işkenceleri kanıtlayan fotoğrafların kamuoyuyla paylaşılması ABD Başkanı Barack H. Obama’nın engeline takılıyor. Obama, bu fotoğrafların sergilenmesi halinde Amerikan karşıtlığının daha da körükleneceğini ve bölgede görev yapan Amerikan askerlerinin tehlikeye düşeceğini söylüyor. Ne gam! Savunma Bakanlığı tarafından daha önce yapılan açıklamada işkence fotoğraflarının Mayıs ayı sonunda kamuoyuyla paylaşılacağı belirtilmişti. Ancak Başkan Obama’nın ulusal güvenliği tehlikeye düşüreceği yönündeki endişelerini belirtmesi üzerine, fotoğrafların kamuoyuyla paylaşılması yönünde karar alan mahkemede bu konunun yeniden görüşülmesi gündeme geldi... Solcuların saf Obama’sı mı, yoksa solcular mı saf? VE NERGİZ ÖLÜM orucu eyleminde yaşamını yitiren Nergiz Gülmez’in hayatını anlatan kitap, mahkeme kararıyla toplatıldı bu kez. Aynı yayınevi daha önce İbrahim Kaypakkaya’yı anlattığı kitabı nedeniyle soruşturulmuştu. İstanbul 13. Ağır Ceza

Mahkemesi, ölüm orucu eylemcisi Nergiz Gülmez’in hayatının anlatıldığı “Nergiz” adlı kitabın toplatılmasına, dağıtım ve satışının yasaklanmasına karar verdi. Gülmez, 19 Aralık 2000’de düzenlenen ‘Hayata Dönüş’ adı altında yapılan katliamın ardından ölüm orucu eylemine başlamış ve eyleminin 123. gününde 11 Nisan 2001’de yaşamını yitirmişti… Emekçilerin her türlü hak arama eylemine karşı korkudan tir tir titreyenler gazeteleri kapatıyor, kitapları toplatıyor, internete erişim yasağı koyuyor… Bilimsel araştırmaların yayınlandığı, insan haklarıyla ilgili platformlar, insanların sosyal iletişim kurduğu hemen hemen her portal yasaklanıyor. Ama şu an Türkiye’nin dünyanın en pahalı ve en yavaş internet kullanıcılığında ikinci sırayı paylaşması egemen güçleri rahatsız etmiyor. Bu akıllarına bile gelmiyor. Evet, çağdışı yaşıyoruz! Ve bu yaşamın kravatlı yöneticileri var! Hiç yüzleri kızarmıyor!.. Bu yüzyılda hala “Cihad!,Cihad!” diye stadyumlarda saçma sapan bağıranlar ya da sırf aynı –yine insanlar tarafından çizilensınırlar üzerinde dünyaya geldikleri için birbirlerine manasızca yakınlaşan insanlar, olmayan ideolojileriyle, dar ufuklarıyla, içi boş bir kurtuluş düşü kurarken, sermaye kendini kurtarmak için, zamanın şartlarına göre, sırtını bazen ‘ampul’e bazen ‘kalpağa’ dayıyor.Ve kendini ‘sosyalist’ ilan edenler mecliste onlarla beraber Obama’nın elini sıkıyor! Oysa tüm insanlığın yaşadığı bu dünya, ancak enternasyonalist devrimci bilince varmış kişiler tarafından kurtarılabilir. Toptan bir kurtuluş… Ve “cihad!” diye bağıran modası geçmiş parti yöneticileri bilmelidirler ki, ‘kıyamet’ dediğimiz şey, her gün daha fazla insanın, açlık, sefalet, adaletsizlik içinde geçirdiği cinnetle beynini yiyip bitirirken daha da yaklaşacak; dünya nükleer- kimyasal gazlarla, gezegene hiç durmadan pompalanan o kara dumanlarla boğulup taşınca zaten kopacaktır! VE KÜLLER… Bir kitap duruyor rafımda. Kırış -kırış, dalga - dalga olmuş her sayfası. Neden biliyor musunuz? Toprak altından çıkmış bu kitap. Gömerek saklamışlar belli ki. Ve nemden her sayfası kıvrım kıvrım bükülüp sararmış. Bazı sayfaları kopmuş ciltlerinden ama hiçbiri kaybolmamış. Ve yeniden çıkarılmış ortaya işte. Nereden girdi bu rafa bilmiyorum. Çeşit çeşit renkli kalemlerle çizilmiş altı, yani bir sürü insan okumuş belli ki. Ve benim rafıma kadar savrulmuş bu kitap. Ben bunu okuyup bir başkasına vereceğim. Ama önce altı çizilmiş bir cümleyi sizinle de paylaşmak isterim: “Bayım! Siz bizi sizin mülkiyetinizi ortadan kaldırmaya niyetlenmekle suçluyorsunuz. Çok haklısınız, niyetimiz budur...”


MEHMET ALi TOK

MÜNEVVER KARABULUT... Ü

çü bir plantasyondan kaçmıştı, artık geceleri ağrıdan uyuyamayanların seslerini dinlemeyeceklerdi ve kimse onlara saygısızlık etmeyecekti. Maurinho, ormanda yaşıyordu, orada doğduğunu sanıyor, ama bununla pek ilgilenmiyordu, herhalde yerliydi; ama yerini o da bilmiyordu, dünyada bir yerdeydi. Silahları severdi, silahlara aşıktı, kabzası süslemeli ilk tüfeğini eline aldığında, daha çocuk yaştaydı ve onunla büyük Amazon kurbağalarını vurmak dışında bir şey yapmayı kurmamıştı. Vargas’tan nefret ediyorlardı diğerleri, Vargas’ı bir gazetede görüp yüzüne tükürdüğünden beri kaçaktı Luis ve biraz daha kalsa onlarla beyaz olduğunu kendisi bile unutacaktı. Bir kuytulukta mola verdiler, sıcaktı. Henüz nehir yükselmeden bastırmıştı sinek istilası, sanki her şey planlı bir pusuya işaret ediyordu, Herendiz eğilip matarasını doldurdu. Uzaktan bir ses duyar gibiydi Eurico, boyun tüfeğinin boyuna denk geldiğinden beri kendini erkek sayan ve bir ay sonra köyüne varıp yatağına bir kadın alacak olan Eurico, aldırmadı, aklında bir biek ızgarası vardı, bir kadın kalçasına benzeyen bir biek parçası. Dönüp sordu yoldaşlarına ne zaman avlanabileceklerini, havadaki ılık ağırlık ha bire alçalmaktaydı. Henüz geçmemişlerdi Andeiras ırmağının karşı kıyısına, avlanmak sakıncalı, çok konuşmak yorucuydu. Çantayı sırtından attı Maurinho, belki balık diye düşündü, ince ve çıplak yerli ayakları üstünde sessizce yürüdü, içine girdikleri çukura en yakın ırmak, mutlaka güneyden geçiyordu, durdu, sesi dinledi. *** Askerler, bayılacak gibiydiler,

bu lanet olası ormanın lanet olası havasını onlara kim ödemişti ki ve ne ödemişti. Michel düşündü anasını, yalnız bırakmak istemezdi onu, hem dinleseydi sözünü ve girmeseydi kanına Pereiraların, küçük kızının şimdi hala köylü olsa da bu lanet ormandan uzak duracaktı. Balıkçıydı birkaçı, anlamsız uzanan okyanus kıyılarından ve aylar var ki onlar balıkları değil, balıklar onları kovalıyordu, Amazon deltasının bulanık sularında. Şaşsalar da bu duruma, o balıkların da tıpkı orman gibi, hava gibi lanetlendiklerine inanıyorlardı. Küçük bir ses duydular. Subay, silahına davranıp çökmeleri için işaret verdi. Michel’in kafası bir anda korkuyla değmişken dizlerine, fakir, köylü askerlerin çoğu boyunlarındaki haçı öpüverdi. Tanrı onlardan yana çıksın diye, çukura yaklaşırlarken güneş batıdaki tepenin ardına gizlendi. Bıçaklar ay ışığıyla parlayacaktı ve bir dilim biek sanıp dilini ısırırken Eurico, gözleri aslında uzak yıllarda uzak topraklarda kapanacaktı. *** Uzak topraklarda henüz sabahtı, kanlı banyosunda durulanan güneş çiylerin üzerinde gezinirken, tepeye tırmanmaya çalışan iki genç kaçaktı. Sayılmazsa köyün bir yaşlısından emanet çakaralmazlar ve bir tanesinin göğsüne sakladığı sevgilisinin saçları, silahsızdılar. Tepeye tırmanmak zorluydu, hatırladıkça köyde anlatılan Ağıt hikayelerini bacaklarında biraz daha güç buluyorlardı, güneş karıncalar için doğuyor, kaçaklarınsa içlerinde korku büyütüyordu. Geç kalmışlardı, gece yürüyüşünde bir ses duyup birden yüzükoyun uzandıkları için yere ve acemilikleri çoğalttığından korkularını, ama sesleri belki de in cin tayfası sanmışlardı. Zaten kısa

ömürlerinde bir askeri öğrenmişler, bir de çok hurafe dinlemişlerdi, saymazsak orak biçmeyi, koyun gütmeyi ve köyün delisi Şehmuz’un eteklerini tıraş etmeyi bilmezlerdi de bundan başkasını. Türkçe konuşurdu asker, Arapça konuşurdu cinler, Arapça daha az korkutucuydu. Karşı yamaçtan gelen bir mekanik piyade tüfeği sesi fazlasını söylemekten bizi alıkoydu. Belki daha çok şey derdik onların yaşamına dair, ama 17’lik bu ömürler 66’lık birer komando süngüsünde son buldu, kral devre 3/89’du! *** Yıldızsız bir başka gece, ağaçsız Etiler’de, henüz büyüyor göğüsleri ve ilk regl olduğu günü hatırlatıyor yeni tanıştığı sevmek fiili. Dikkatli ve vakur yürüyor, göstermek istemiyor çevredekilere içindeki heyecanı, bir delikanlıyı seviyor, sevgisini kimselere belli etmemeye çalışıyor. Makyajının nasıl olduğunu düşünüyor, aynaya baksa mı ki, yok burada olmaz, ama şöyle bir göz ucuyla mobilyacının siyah camında süzüyor kıyafetini. Ayakkabılar yeni ya biraz sıkıyorlar, indirimi kaçırmadığı iyi oldu. Pelinler de gelseydi keşke akşam, Cem severdi Hakan’ı, ama başka planları varmış onların, Pelin artık bir şeyler için fazla beklemeyeceklerini de söylemişti hem. Aceleci davranıyorlardı, ama bundan kimseye zarar gelmedikten sonra, neyse ki Cem sabırlıydı, tam bir beyefendi. Topukları biraz yüksek mi neydi. Kim bilebilirdi ama kim 17’sinde iki parçalı ölümü. *** Beni tanımıyorsunuz siz, aklınız almaz anlatsam, zaten biliyorum, vaktiniz yok, dinlemezdiniz. Binlerce yıldır dünyanızdayım, binlerce kez kestim kafalarınızı, bin kere daha yapsam beni aklınıza

getirmeyeceksiniz. Bir sinema filminde bahsedildi benden, yaşamımı uzatmak için hasımlarımın kafasını kesişimden ama inanmazsınız, bin kere daha beterim ben. Yenmek yetmiyor bana, öldürmekle bitmiyor, parçalara ayırmalıyım. Yok etmek, yok, hiçlik, hiç, yok etmeliyim. Kaburga kemikleriyle çalgı, kulaklarıyla anahtarlık yapmalıyım, yok etmeliyim, insan parçası olmaktan çıkarmalıyım hasmımı. Ellerim daha da içmeli ılıklığını, parmaklarıma dolamalıyım annenin eliyle şımartılmış saçlarını, ayaklarımdaki titremeyi geçirmek için daha bir daha bir parçalamalı seni. Karnımda bir başka sen büyüyor, karım sana hamile, kız kardeşim senden bir taneyle dönüyor hastaneden, seni binlerce binlerce kez sınamalı, her parçanı kendime almalıyım. Yok etmezsem yok olacağım, bir kahin söyledi bunu bana, buzlu bir gecede, derme çatma bir kulübede, boynunda insan kemikleri, kadın ya da erkek değil ama çok kirli bir kahin söyledi bunu bana. Bütün dilleri bildiğinden ve bir kadını bekâretini bozmadan hamile bıraktığından bahsetti, herhalde yok olmamı istemezdi, ödedim ücretini misliyle, artık gözlerim yok, kâhine verdim, kalbimi verdim ve ayaklarımı, bana ellerimi bıraktı sadece ve yüksek sesle tekrarladı ellerimin yok etmezsem yok olacaklarını. Ellerimle taşıdım binlerce yıldır bayraklarınızı ve silahlarınızı, kanınızla ödediniz ücretimi, adil bir pazarlıktı. Beni yine de tanımadınız, tanısanız da işiniz ağırdı, inanmazdınız. Siz yenmedikçe beni ben yiyeceğim sizi, yok edecek ve her bir parçanızda insan olmaktan çıkaracağım, yabancı sayılmayız, ben sizin korkularınızım.

19


ALPER ERDiK

G

TÜRK POLiSiNiN LiSE AÇILIMI

eçtiğimiz aylarda, sol kamuoyuna hitap eden iki internet sitesinde, polisin liselerdeki faaliyetlerine dair haberler yayınlandı. Bunlara göre polis, terörle mücadele olarak adlandırılan görevi kapsamında öğrencilerle buluşuyor ve özellikle ‘sol terör örgütlerine’ ilişkin bilgileri onlarla paylaşıyor. Bu olayın o sitelere taşınmasını sağlayansa, Adana ve Burdur’daki iki lisenin bazı öğrencilerinin ve onların velilerinin tepkisi. Yani eğer bu tepkiler olmasa, polisin ‘çevirdiği işlerden’ kimsenin haberi olmayacak! Peki, nedir bu ‘işler’?.. Bu konuda tecrübe sahibi biri olarak anlatayım… Bundan tam altı yıl evvel, lisenin sonuncu sınıfındayken, bizim okulumuza da (Isparta MPAL), Emniyet veya ona bağlı Terörle Mücadele’den bir grup polis gelmiş ve okulun bodrum katındaki toplantı salonuna indirilen öğrencilere bir ‘konferans’ vermişti. Konuşmacı komiser, ‘önümüzdeki sene üniversiteye gideceğimizi, orada bizden faydalanmak isteyen terör örgütlerinin, bizi türlü yollarla kandırıp saflarına katabileceğini; bu yolların neler olduğunu ve bizim, bu teröristlerden nasıl korunabileceğimizi’ etraflıca anlatmıştı. Konuşmanın öncesindeyse, İstanbul Üniversitesi önünde polisle çatışan öğrencilerin görüntülerinden ve şu an hatırlayamadığım, buna benzer şeylerden oluşan kısa bir film izlettirildi. Hemen ardından da, güya kandırılıp dağa çıkartılan; fakat bir süre sonra kandırıldığını anlayan ve bundan sonra da örgütünce infaz edilen bir üniversiteli kızın ailesine yazdığı mektup, bir öğrenci arkadaşa okutuldu ve salon hepten dramatize edildi.

Örgütler robot yapar!

Filmde, bir yandan terörün nasıl bir şey olduğu anlatılırken, bir yandan da sarı-kırmızı bayraklara ‘zum’ yapılıyor; böylece sol ve terör sözcükleri, birbirini tamamlayan kavramlar olarak öğrencilerin bilinçaltına işleniyordu. Bu ‘başarılı prodüksiyonun’ ardından da, yukarıda bahsettiğim üzere komiser sazı eline alıyor ve bizi ‘aydınlatıyordu’. O gün bize söylenen, bugün de emniyet müdürlüklerinin sitelerinde yayınlanan şeylerin bir kısmını aynen aktarıyorum: “Bilindiği gibi insanların sevgi, ilgi, samimiyet gibi her zaman geçerli duygusal ihtiyaçları vardır. Terör örgütlerinin sizleri kazanmak için ilk hareket noktası insan psikolojisinin bu durumundan yararlanmasıdır. D

20

olayısıyla, örgüt içerisine çekmeyi planladıkları kişilerin öncelikle aile yapılarını incelemekte, onların zayıf noktalarını belirlemek için bilgi toplamaktadır. Bundan sonra, seçilen kişilerle sıcak diyalog kurulması aşaması gelmektedir. Bu doğrultuda her insanın çok doğal ihtiyacı olan arkadaş toplantıları, sinema ve konser davetleri, burs, kalacak yer ve kitap temini gibi unsurlar örgüt tarafından araç olarak kullanılmaktadır. Grup içine çekilen kişiler, örgütün ideolojisi doğrultusunda yayın yapan kitap, dergi ve gazeteler okutularak beyinleri yıkanır. Böylece örgüt ideolojisi uğruna ölmeye hazır militanlar yetiştirilmesinin ilk aşaması tamamlanmış olmaktadır. Bu kişilere bir sonraki aşamada verilen görevler arasında, bildiri dağıtma, afiş asma, yasa dışı miting, toplantı ve gösterilere katılma bulunmaktadır. Tüm bunlardaki amaç, kişileri güvenlik kuvvetleriyle karşı karşıya getirerek, önce suçluluk duygusuna kapılmalarını sağlamak, daha sonraysa bu suçluluk duygusunu nefrete ve var olan her tür düzenin reddine dönüştürerek, onların toplumla ve hatta aileleriyle olan bağlarını koparmaktadır. Terör örgütleri; ideolojileri uğruna, ölmeye ve öldürmeye hazır hale getirebilmek için, o kimsenin kişiliğini parçalamakta, sonra yok etmekte ve nihayet hayatla hiçbir bağlantısı kalmamış, yüreği kin ve nefretle doldurulmuş robot haline dönüştürmektedir. Buraya kadar sözü edilen aşamalardan adım adım geçirilen kişiler, bundan sonra gerektiğinde silahlı eylemlere yöneltilmekte ve örgütün kirli emelleri için kullanılmaktadırlar.” Evet, Türk polisi, görüldüğü gibi; terör dediği şeye kendince pedagojik,

psikolojik, sosyo-ekonomik vb. analizlerle yaklaşıyor ve bunları da ‘önleyici faaliyetler’ kapsamında lise öğrencilerine sunuyor. Ancak, metindeki sözcüklerden bile bu ‘işlerin’ asıl amacının; gençlerin politik bilinçlerinin henüz oluşmadığını var sayarak ve bu durumu da avantaja çevirmeyi hesap ederek, sol örgütleri yanından bile geçilmemesi gereken ve çünkü solcuların tek yaptıkları şeyin, insanları kandırıp dağa çıkarmak olduğunu onların zihinlerine yerleştirmek olduğu kolayca anlaşılıyor! Buna paralel olarak, bizim ‘konferansla’ ilgili bir şey daha ekleyeyim: Komiser, konuşmasının sonunda, o dönemde Isparta’da faaliyet yürüten bir gençlik derneğinin adını söylemiş; bu derneğin legal göründüğünü fakat aslında bilmem hangi yasadışı sol örgüte bağlı olduğunu belirtip, oraya asla gitmememizi tembihlemişti. Şu işe bakın ki, okulumuzun birkaç yüz metre ilerisinde üç katlı bir cemaat evi, onun biraz yukarısında da cemaat dershanesinin eğitim kamp binası vardı ve güya irticayı da tehlike olarak kabul eden bir devletin komiserinin; onların kimlere, ne şekilde bağlı olduğunu ve ülkeye ne tip zararlar verebileceğini söylemek gibi bir derdi ve zaten görevi yoktu. E tabii, niye olsun ki? Onlar eğitim kurumları açıyor, vatana millete hizmet ediyor! Solcular ise Allahsız, terörist, devlet düşmanı; boyunları altlarında kalsın inşallah!.. Üniversite okuyanlar bilirler, liseliler de önümüzdeki yıllarda öğrenecekler: Yukarıdaki metinde söylenen

şeylerin birçoğu orada gerçekten yaşanıyor. Yalnız ‘küçücük’ bir fark var ki, bunların failleri solcular değil; tarikat-cemaat üyeleri ve ülkücü faşistler! Evet, bu adamlar, üniversitede öğrencilerin maddi olanaksızlıklarını, zayıf noktalarını, yalnızlıklarını inceden inceye araştırıyor, öğreniyor ve tüm bu olumsuzlukları kendilerince fırsata çeviriyorlar! Türkiye’nin her üniversitesinin her fakültesinin etrafını sarmış yurtlar; ülkü ocaklarının okuldaki uzantısı olarak çalışan öğrenci dernekleri ne işe yarıyor? Ailesi taşrada çok güç şartlarda yaşayan öğrenciler, her şeyin para olduğu bu dönemde dört yıl nasıl okuyabiliyorlar? Bahsettiğim ‘işlemlerin’ ardından faşo olan ve faşo olduktan sonra da kafaları hiçbir şeye basmayanlar, okullarını dört yılda nasıl bitirebiliyorlar? Hiç bilmediği bir memlekete okumaya giden ve tek başına olan birisi, birkaç ay sonra, neye güvenerek bütün okulu kendisinin sanabiliyor; sırf kendini tatmin etmek için, bırakın solcuları, uzun saçlı, top sakallı öğrencileri bile tehdit edebiliyor?..

Evir, çevir...

Her neyse, bunların kepazelikleri saymakla bitmez ve zaten dediğim gibi herkes her şeyi görüyor, görecek. Ancak anlayamıyorum: Evet devletin sınıfsal karakteri malum, evet bu sebeple devletin polisi solcularla mücadele edecek; buraya kadar iyi, hoş da bu mücadele bu kadar mı saçma bir biçimde yürütülür? İslamcıların, ülkücülerin yedikleri bokları evir çevir, sol terör örgütleri eleman kazanmak için işte böyle yapıyor diye gel anlat; adına da ‘aile, okul, polis işbirliğiyle suçu önleme çalışması’ de! Bu nasıl iğrenç, aşağılık bir yol, yöntemdir yahu? Polisin Adana’daki ‘terör konferansından’ önce, okul binasına AB bayrağı asılmış ve ‘sol terörün’ yanı sıra AB vatandaşlığı hakkında da bilgi verilmiş. Ne güzel! Bizim AB ve oradan geleceği iddia edilen özgürlüğe dair söylediklerimizi, devlet ve idarecileri de doğrulamış. Polis, okullara kadar gidip solcuları terörist ilan etsin, buna rağmen solcu olan gençleri ve topyekûn bütün solcuları sırayla gözaltına alsın, tutuklasın ve sonra onlara işkence etsin; ardından devletin ‘bağımsız mahkemeleri’ onları hapse atsın; işbirlikçi iktidar da dışarıda kalan her türden gerici ‘çakala’ AB’nin ‘yüce demokrasisinden’ sunsun, herkes özgür özgür yaşasın! Her şey apaçık ortada! İşte AB, işte devlet, işte polis!


ONUR ÖZGEN

Çarşafın altındakiler... B ilindiği gibi uzun süredir Türkiye solu, sürekli iki ayrı kampa bölünmek isteniyor. Gündeme gelen hemen hemen her tartışma sonrasında ya liberal ya da ulusalcı olmak zorundaymış gibi, saçma bir seçim yapma seçeneksizliği dayatılıyor. Hatırlayalım, AKP’nin türban meselesini ülkenin en büyük özgürlük sorunuymuş gibi gündeme getirmesinden sonra neler olmuştu? Türban takma özgürlüğünün bireysel bir özgürlük olduğunu; önceliğin toplumsal özgürlüklerin yolunun açılması olduğunu düşünenlerin sesi neden çok çıkamadı? Türbanın serbestliğini savunanlar ile türbanın kamusal alanda yasak olmasını destekleyenler arasında ‘sığ’ bir şekilde bölünmedi mi sol? Örneğimizi değiştirirsek, yıllardır Kürt sorunu gündeme geldiğinde, ezilen Kürt halkının yanında olmakla, ABD’nin işbirlikçisi konumundaki BarzaniTalabani önderliğini desteklemeyi karıştıranlarla, ‘Ülkemizi ABD’ye böldürmeyeceğiz’e kadar gidenler arasında sıkışıp kalmadı mı sol? Neden Kürt sorununu diyalektik bir tarzda ele almak gerektiğini düşünen sosyalistler yine arada kaynadı gitti? Ya da şu Ergenekon konusunda, iddia edilen Ergenekon yapılanmasını hemencecik kayıtsız-şartsız terör örgütü ilan edenlerle, soruşturma boyunca içeri alınanların siyasi görüşlerini, geçmişlerini unutup, onları savunmaya geçecek kadar ileri gidenler arasında kalınmadı mı? “Kardeşim, bu devlet içindeki bir egemenlik mücadelesidir, ne bu operasyonu büyütüp sahiplenmek gerekir ne de içeri alınanların sütten çıkmış ak kaşık olduğunu söylemek!” diyenlerin sesi yine neden duyulamadı? Çünkü solun içinde gerçekleşen bu düzen içi bu kamplaşmalar o kadar yaygınlaştı ki, düzenin dışında bir soru, mesela, “Bu işte işçi sınıfının çıkarı nedir?” gibi bir soru, sizi direk ‘ütopik sosyalist’ konumuna evriltebiliyor. Yani sorun şu ki, işçi sınıfı, sosyalistlerin gündeminden uzun zaman önce çıkmıştır. Evet, Türkiye’de işçi sınıfını temsil ettiğini ‘iddia eden’ yüzlerce parti/örgütle birlikte, farklı farklı işçi sendikaları mevcuttur; ancak varlıkları yalnızca görünüştedir. Çünkü o yüzlerce parti/örgüt ve işçilerin sendikal hakları için ‘mücadele vermesi gereken’ kuruluşlar, neredeyse çeyrek yüzyıldır Türkiye’de dikkate alınacak bir siyasi unsur olamamışlardır. Amacım herhangi bir sosyalist parti/örgüt çatısı altında gerçekten tüm samimiyetiyle inandığı değerler

uğruna mücadele veren insanları yargılamak falan değil; ama eğer bugün Türkiye solu, siyasal bir işçi hareketinin ifadesi olarak mevcut Türkiye siyasetinde kendisine bir yer bulamıyorsa, söylediklerim reddedilemez bir gerçektir ve tüm bunların sorgulanması gerekir. Bana göre, şu an soldaki birçok çarpıklıkların ana kaynağı, solun siyaset yapmaya kitlelerin bulunduğu yerde başlayamamasıdır. Kitlelerin bulunduğu yerde olamayınca da doğal olarak egemen güçlerin kirli siyasetine müdahale edemeyen sol ne yapabilir? Ya şu anki gibi bin bir parçaya bölünür; ama hiçbir parçası mevcut siyasete gene müdahale edemez ya da bir sol içi dedikodu ağı yaratılıp, “Hiçbir şey yapamıyoruz, bari birbirimize siyaset yapalım,” dönemi başlar. Ki Türkiye solunun da şu anda bulunduğu evre, bu ‘birbirine siyaset yapma’ evresidir. İçinde bulunduğumuz evrede solun işlevi, yüzyıllardır gündemimizde olmuş birçok kavram ve solcuların birbirinden ayrı ayrı takındıkları politik tutumlar üzerinden birbirleriyle ‘çamur güreşi’ne tutuşmasıdır. Şöyle ki, ‘bağımsızlık’ ya da ‘antiemperyalizm’ sloganlarına sahip çıkanların ‘ulusalcı’; ‘özgürlük’ ya da ‘demokrasi’ kavramlarına sahip çıkanların ‘liberal’ ilan edilmesi gibi… Oysa bunların hepsine, işçi sınıfının ideolojisine ve mücadelesine yabancı olmayan kavramlar olduğu için, sahip çıkanların sesi dahi duyulmuyor. Ya da ‘Ergenekon’u terör örgütü olarak ilan edenlere, “Yahu tamam da Sedat Bucak’ı göreniniz var mı?” diye sorulduğunda karşı taraftan, “Anaaa! Darbeci misin lan sen?” cevabını alıp, dumura uğratılabiliyorsunuz. Bakın, her ne kadar umurumda olmasa da, olası bir ‘liberal’ ya da ‘ulusalcı’ damgalamasına ilişkin şunu söyleyeyim. Benim şahsi olarak sadece ‘liberallere’ ya da sadece ‘ulusalcılara’ has bir gıcıklığım yok.

Hem ‘liberallere’ hem de ‘ulusalcılara’ ziyadesiyle gıcık olabilme kapasitesine sahibim. Çünkü bilirim ki, bugün birbirlerini yiyen bu arkadaşlar, 1923’te güller açan Türkiye Cumhuriyeti fidanının iki dalıdır. Evet birileri ‘birinci cumhuriyetçi’, diğerleriyse ‘ikinci cumhuriyetçi’ olabilir; ama nihayetinde sahip çıktıkları cumhuriyetin niteliği, ‘burjuva cumhuriyeti’dir! E bizim de bu cumhuriyette üçüncü olup, UEFA’ya gitme gibi bir hedefimiz olmadığına göre, ‘liberaller’ ile ‘ulusalcıların’ kapıştığı bu ‘kapitalist ligde’ kimin şampiyon olacağı bizi alakadar etmez. RED’in önceki sayılarının birinde Ümit Dertli’nin de ‘fevkalade’ bir şekilde açıkladığı gibi, “‘Turuncu devrimci’ de değiliz, ‘birinci cumhuriyetçi’ de. Komünistiz! Hayata, memlekete, dünyaya emekçilerin tarafından bakarız ve hakikat oradan görünendir...” Yani biz kapitalizmi iyileştirmeye çalışanların arasında ‘taraf’ olan solculardan değil, kapitalizmi tüm kurumlarıyla yerle bir etmek isteyenleriz!

‘Sağdan gidiniz lütfen!’

Fakat şu bir gerçektir ki, ‘ikinci cumhuriyetçi’ diye tabir ettiğimiz ‘liberaller’, ‘birinci cumhuriyetçi’ diye nitelediğimiz ‘Kemalist/ulusalcılardan’ iktidarı, uzun bir süre önce almışlardır. Ve bugün de aralarında bir ‘sermayeyi paylaşma savaşı’ vardır. ‘Ergenekon’ denilen ‘çakma kontrgerilla operasyonu’ da liberal ve ulusalcı egemenlerin arasındaki bu savaşın, ‘liberallerce’ açılmış cephelerinden bir tanesidir. Ancak açılan bu cephenin hedefinde yalnızca ulusalcıların olduğu söylenemez. Hiç kimse ‘iki ucu boklu değnek’ olan bu ‘Ergenekon’un ucunun ilerde sosyalistlere de dokunmayacağının garantisini veremez. Uluslararası sermayenin yaşamakta olduğu ekonomik krizin boyutları, eğer sosyalistler kitlelerin içinde oluşacak tepkileri doğru

Nazlı Hanım’ın özgürlükçülüğü ile kalpaklı şaklabanlık arasında sıkışan zihinler, sosyalist siyasetin başka bir şey olduğunu anlamakta zorluk çekiyor... Ne yapalım, hayatta herkes her şeyi mükemmelen anlayacak diye bir kaide yok...

yerlere kanalize edebilirse, iktidarı zor durumda bırakabilir. Önümüzdeki süreçte ellerinde böyle bir şansı barındıran ve bu şanslarının farkında olup, bu fırsatı kullanmak isteyen sosyalistlere karşı iktidarın elinin armut toplamayacağı kuşku götürmez bir gerçektir. (Ki bu cümleleri şu an yazarken, KESK’e yapılan operasyonun haberini öğrenmiş bulunuyorum. Bak şu Allahın işine!) Dolayısıyla, günün siyasi dengelerinin, ‘ABD destekli ve siyasal İslam soslu’ liberallerin lehine ‘gittikçe’ değiştiğini görüyorsak, her türden gericiliğe karşı (sınıfsal veya dinsel) sosyalistlerin de söylemlerinde ve eylemlerinde AKP’yi ve şakşakçılarını baş hedefe koymasında, şaşılacak bir şey yoktur. Bunun üzerinden de AKP’nin kayığına çoktan binmiş olan ve kendilerini ‘sosyalist’ olarak gören birçok kesimin, “Siz ulusalcısınıııııız!” edebiyatı yapanlara da söyleyeceğimiz tek şey “Sağdan gidin, bir ihtimal cüzdan bulabilirsiniz”dir! Kısacası mesele şudur ki: Bugün, 68’in dönemsel eksikliklerini, programatik yanlışlıklarını eleştirmek yerine, kötü bir niyetle direk devrimci önderlere saldıranları; dünün devrimci katilleriyle, ‘demokrasi’ adına ‘darbeye karşı’ yürüdüklerini iddia eden ve kendileriyle yürümeyen devrimcileri de ‘ulusalcı’, ‘darbeci’ ilan edenleri; emperyalizmden bağımsızlık talebini ‘milliyetçilik’ olarak gören ve liberal zırvaları da ‘solculuk’ olarak tanıtmak için bir taraflarını yırtıp duran ‘Taraf solcucuklarını’ reddediyoruz! Ve biliyoruz, yarın işçi sınıfı, tüm devrimci örgütlülüğü, sendikal gücü ile sistemin karşısına dikildiğinde, liberali ya da ulusalcısı hiç fark etmez, amacı kapitalizmin yıkılması değil, iyileştirilerek devamını sağlamak olanların üstlerindeki ‘sol çarşaflar’ çekilip alınacak ve çarşafın altındaki müstehcen düzen yardakçılığı teşhir olacaktır. O zaman kimin ne olduğu belli olacaktır…

21


AHMET DOĞANÇAYIR

B

KAPiTALiZM sadece krizlerin değil savaşların da nedenidir!

ugün insanlık güvenli bir gelecek konusunda tarihinin hiçbir döneminde görülmemiş hazin bir belirsizlikle yüz yüzedir. Hazin çünkü geleceğinin ‘iyi’ ya da ‘kötü’ olması tümüyle kendi atacağı adımlara bağlıdır. Kapitalizmin 20.yy başında ortak bir olgu olan ‘son aşaması emperyalizm’ için aynı zamanda ‘savaşlar ve devrimler ’ çağı da denmiştir. Gerçekten de bu yüzyılın ilk yarısına iki büyük savaş sığdı. Milyonlarca insanın hayatına ve yanı sıra maddi yıkıma neden olan bu paylaşım savaşlarının nasıl kapitalist sistemin doğasından kaynaklandığı, sayısız kez yazılıp gösterildi, anlatıldı. Yüzyılın ikinci yarısına ise genel bir savaş sığmadı ama yeni bir olgu olarak nükleer silahlar ortaya çıktı ve insanlığın toptan yıkımı anlamına gelecek bir nükleer savaş tehdidi ciddi bir tehlike haline geldi. İçinde yaşadığımız küresel ekonomik kriz karşısında yüz milyarlarca dolarlık finansal çözüm paketlerine rağmen piyasalara güven gelmiyor. “Bu keşmekeşin içinden nasıl çıkacağız?”, “Ekonomik nasyonalizmin dönüşü” lafları ve, “Küresel kriz savaş getirir,” düşünceleri, sık sık duyulmaya başladı. Artan savunma harcamalarının yaratacağı ek talebin üretim fazlasını emmesi, yeni teknolojiler sayesinde verimliliğin artmasıyla krizin aşılması, kriz-savaş ilişkisinin teorik çerçevesini oluşturuyor. Ayrıca bu büyük bir savaş olmak zorunda değil, bölgesel savaşlar da aynı teorik çerçeveye giriyor. Savaş ekonomisi bundan fazlasını içeriyor. 1944’ten sonra ABD’de Askeri Endüstriyel Kompleks (AEK) adıyla bir ekonomik şekle dönüşen savaş ekonomisi, artan askeri harcamalarla kısa vadede ekonomiyi canlandırırken, uzun dönemde de günlük hayatta kullanılan teknolojilere yatırım anlamına geldi. ABD’nin ekonomik hegemonyasının çok önemli bir ayağını oluşturan AEK, hâlâ geçerli ve son krizle birlikte çok ciddi olarak uygulanıyor. Bilgisayarlardan internete, uydu teknolojilerinden uzay endüstrisi harcamalarına kadar pek çok teknoloji, askeri amaçlı girişimlerle başladı. Bundan önceki bütün krizler de sermayenin yeniden yapılanması, daha ileri teknoloji ve sermaye gerektiren büyük maliyetli sektörlerin daha ulaşılabilir hale gelmesini sağlayan savaşın getirdiği yeni yüksek talep unsurlarıydı. Çoğu insan savunma sanayinin silah üreticilerinden oluştuğunu düşünür. Gerçekte ise çoğu savunma sanayi üstlenicisi firmalar bilgisayar, gıda ve meşrubat üreticileri ve petrol şirketleri gibi sivil şirketlerdir. Mobil’den IBM’e, General Motor’dan Sony’e, ABD Genelkurmay Başkanlığı Pentagon’la iş yapmayan şirket yok gibi. Ekonominin öncü sektörlerinin yürüttükleri lobi faaliyetleri, güçler savaşının görülmesini sağlıyor. Silah tekellerinin temsil ettiği eski yapıyla bilişim sektörünün temsil ettiği yeni yapı arasında bir çatışmadan ve

22

bilişim sektörünün topluma kapalı güvenlik cephesi ile iletişime odaklı sivil cephesi arasının ikincinin aleyhine açılmasından bahsediliyor. Kriz ve büyük bir savaş ilişkisi hâlâ bir tehlike olarak ortada dururken, bölgesel savaşlar da bir yandan sürüyor. Yeni kapitalist merkezlerin ortaya çıkışı, siyasi ve ideolojik dengeleri sarsacağı için, ABD hegemonyası açısından kabul edilebilir olmaktan uzak. Nükleer hegemonyasını paylaşmak istemeyen ABD’nin başkanı Obama’nın, terörün merkezini Irak ve İran değil, Afganistan ve Pakistan olarak açıklaması, Pentagon’un kendisine yeni savaş alanları arayışı içinde olduğunu gösteriyor. Bu durum mevcut krizin ardından, dünyanın hegemonik gücünde bir kaymanın olması, mevcut dengelerin değişmesine karşın tüketilmeyen üretim artığının dünya savaşları gibi kitlesel değil ama bölgesel savaş ya da savaşlar zinciriyle tüketileceğini gösteriyor. Olası bir savaş için Keşmir ile Filistin arasındaki bölge ile Çeçenistan ya da Orta Asya olarak işaret ediliyor. Öte yandan dünyayı tehdit eden kriz, ülkeleri ‘ekonomik milliyetçiliğe’ sürüklüyor. Dünya bankasının beklentisi, 2009’da dünya ticaretinin 1982’den bu yana ilk kez küçüleceği yönünde. NAFTA ve diğer ticaret anlaşmalarının gözden geçirilmesinden bahsedilmesi, Rusya, Hindistan ve Endonezya’nın ithalat gümrük vergilerini yükseltmesi, korumacılığın yayılacağı endişelerini artırırken bunun, ülkeler arası gerginliklere kapı aralaması da mümkün.

Kapitalizm krizi çözemez!

Yaşanan kriz ortamında Marksistler, kapitalizmin kendini yenileme yeteneğini ekonomi ve politikada yönetici kişilerin yetenek ve esnekliklerini küçümsedikleri gerekçesiyle suçlanıyorlar. Oysa Marksistler öncelikle, kapitalizmin süre giden kendini yenileme sürecinde insanlığın ödemiş olduğu ve halen ödemekte olduğu sürekli artan bedellere dikkat çektiler. Kapitalizmin kendini yenileme yeteneksizliğinin giderek arttığını, üretici güçlerin yıkıcı güçlere dönüştüğünü, ölümcül felaketlerin sadece uygarlığın yaşamasını değil, fiziksel düzeyde insanlığı tehdit ettiğini söylediler. Bugün savaşla tehdit eden yok olma tehlikesi, insan yaşamını tehdit eden doğal çevrenin yıkımı, kitleleri tehdit eden açlık tehlikesi, emperyalist merkezlerde yoksulluğun tekrar ortaya çıkması ve demokratik özgürlüklerin kısıtlanması, Avrupa’nın birçok ülkesinde hiçbir sosyal güvence olmadan 8 saatlik işçi olarak işe alınmayı sabırla bekleyen bir ‘feshedilebilir iş’le yetinmek zorunda olan yabancı işçilerin durumu gerçek değil mi? Bazıları bu tabloyu kabul ediyorlar ve bu gelişmelerin bizi yok edeceğini, bundan kaçış olmadığını ekliyorlar. Onlar çalışan insanlığın uçuruma gidişini durdurma, kendi yarattığı teknolojiyi kontrol altına alma, silah üretimini

nihai olarak durdurma ve silah rezervlerini yok etme, tehdit altındaki çevrenin dengesini tekrar sağlama, dünyanın yoksul kitlelerine ve diğer yerlerine besin sağlama yeteneğini kaybettiğini gösteren hiçbir delil olmadığını göremiyorlar. İnsanlık da bu yetenek mevcut, eksik olan uygulamaya geçmek, eylem bilincini ve planını gerçekleştirmek ve gerçek politik ve ekonomik iktidarı almaktır. Gelişmeleri dillendirmeyi aşırı felaket tellallığı olarak niteleyenler, tehlikeleri reddetmiyorlar; ama bunların çok önemli olmadığını, hükümet ve uzmanların yetenekleri ile aşılabilecek şeyler olduğunu, artmayacaklarını aksine azalacaklarını ve her şeyin düzeleceğini iddia ediyorlar. Bu bir önceki yüzyıldan bu yana, işçi hareketi ile süren ‘reformcu’ ve ‘devrimciler’ karşıtlığının temelini oluşturur. Çağın değerlendirilmesinde devrimlerin gerçek, uzlaşıcı reformcuların ise hayalci olarak kaldıkları görülür. Hiçbir işaret, son dönem kapitalizmin iç çelişkilerinin şiddetlenmesinde bu eğilimin ani değişimini göstermiyor. Bu düşünceye benzer bir şekilde bazıları şu iddiada bulunuyorlar: Tehdit eden ölümcül felaketler nedeniyle kendi ölümünü istemeyen egemen sınıflar, sonuçta aklın yolunu seçecek ve çok büyük çelişki ve krizlerin çözümünü kabul edecektir. Kuşkusuz tekelci büyük sermaye, bir dünya savaşının kendisi için de bir intihar olacağını çok iyi biliyor. Kapitalistler, mevcut mallarını nükleer silah ölüsü müşterilerine satamayacaklarını ve bu şekilde ekonomik krizi aşamayacaklarını biliyorlar. Bunun için emperyalizm, nükleer intiharı engelleme ve hatta silah yarışını biraz sınırlandırmaya ilgi gösteriyor. Fakat bunun silahlanma yarışını tamamen ya da geniş boyutta durdurmayla ilgisi yok. Bunu, ‘Askeri Endüstriyel Kompleks’in çıkarları engelliyor. Öncelikle uzun dönemde ekonomik kriz, ikame piyasasının silahlanmaya yönelik üretimini sağlıyor. Düşüncedeki diğer bir ayrıca yanlış, ‘bölgesel’ düzeyde sınırlı askeri çelişkiler ve nükleer silahların yaygın varlığından gelişecek ve yanlış bilgilendirme ya da hata neticesinde gerçekleşecek bir nükleer savaş tehlikesini küçümsemekte görülüyor. Nükleer silahların ve nükleer santrallerin, dünyanın herhangi bir yerinde var olduğu sürece bu tehlike sürecektir. İnsanlığın bugün için fiziksel anlamda yaşamasını şans olarak görmek ve bu sınırın asla aşılamayacağını düşünmek ne kadar doğrudur? Bir başka yanlış da nükleer silahlara sahip kapitalist güçlerin, önder politikacılarının daima akılcı düşünen devlet adamı olacakları düşüncesinden yola çıkmaktadır. Fakat kapitalist ülkelerin politikacılarının seçiminde ciddi ekonomik, sosyal ve politik krizlere onların etkileri dikkate alınmayınca, gerçek üzerinde duyarlılık eksik kalır. İnsanlık, Almanya örneğinde hâkim sınıfın göz

yumduğu veya olanak sağladığı her şeyi tehlikeye sokma, ülkesini, halkını, yönetimi yok etme ve kendini öldürme riskine girmeye hazır birinin iktidarını yaşadı. Hiç kuşkusuz o nükleer silahlarını ülkesinin üzerinde veya başka bir ülkede de ateşleyebilirdi. Bize nükleer silahlara sahip herhangi bir ülkede böyle bir durumun tekrarlanmayacağını kim garantileyebilir? Bu aynı şekilde insanlığın fiziksel varlığını kolayca tehlikeye atmak anlamına gelmiyor mu? Bu ‘iyimser’ düşüncelerin temelinde yatan asıl neden, yakınlaşan felaketlerin, kapitalist sistemle yapısal bağlantısını görememektir. İnsanlığın yaşadığı kriz üzerine tüm uzlaşmacı, reformcu ve yeni reformcu çözümlerin ortak özellikleri, kapitalist sistemin korumasından yola çıkmalarıdır. Emperyalizm, kapitalizm ve ulus devlet var oldukça, felaketleri ortadan kaldırabilmenin mümkün olduğuna inanmak hayalciliktir. Emperyalizme, kapitalizme ve ulus devlete son vermek için, kendine güveni olan ve bilinçli bir işçi sınıfına ihtiyaç vardır. Uzun süren kitlesel işsizlik, diktatörlük rejimleri, fiziksel ve moral acılar sonucu bölünmüş ve morali bozulmuş bir işçi sınıfının kapitalizmi yıkabileceğini düşünmek, fazlasıyla hayalcidir. Yerel savaşlar ve nükleer savaş tehdidinden ilelebet kurtulmak için, sosyalizm uğruna mücadele etmek, iş yerlerinde ve mahallelerde öz örgütlenme ve burjuva yönetim cihazına doğrudan meydan okuma süreci içinde iktidara adım attıracak bir geçiş programı için mücadele etmek, ön koşuldur. Bu amacın görünüşte dayatan görevlerin yanında ikincil konuma getirilmesi nükleer savaş tehlikesini azaltmayacak, çoğaltacaktır. Egemen sınıfların, insan soyunun devamı üzerine kumar oynamalarının engellenmesi, kapitalizmin dünya ölçeğinde yıkılışını, dünya sosyalist federasyonunun oluşturulmasını, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasını, gizlilikten uzak en geniş kamu denetimi altında kullanılmasını gerektirir. Pasifistlere, çevrecilere ve barışçılara şunu söylüyoruz: “İnsanlık neyi üretip üretmeyeceği kararını eline alamadığı sürece, yaşamını tehdit eden kâbuslardan kurtulamayacaktır. Bu da özel mülkiyetin, kişiler ve devletlerarası rekabetin ve piyasa ekonomisinin ortadan kaldırılmasını getirir. Bunu reddetmek, insanlığı toplu intihara sürükleyen sistemi değiştirmek yerine, insan soyunun yok olma riskini göze almayı tercih etmek demektir. Savaşa karşı mücadele ile sosyalizm mücadelesi aynı davanın parçalarıdır. Biz, emperyalizmin silahlanma yarışını sürdürmesine karşı her mücadeleyi, her somut acil seferberliği destekleriz. Ancak biz, nükleer silahlanmaya, çevrenin yıkımına, işsizliğe ve ırkçılığa karşı mücadelenin şirket merkezlerinde veya diplomatik konferans masalarında değil; sokaklarda, fabrikalarda çözüleceğine inanıyoruz!..”


A. EVREN

Netekim radyasyon kemiğe faidelidir! S

inop’ta nükleer santral mevzuunda bu sefer hayli ciddiler. İhaleler yapıldı, hatta sağlık bakanı Recep Akdağ da yüreğimizi ferahlatan açıklamalarda bulundu. 1986’daki Çernobil kazasından sonra Karadeniz’de kanser hastalarında artış olmadığını açıkladı ki, yüreğimize su serpildi… Zaten Çernobil’den sonra dönemin Sanayi Bakanı Cahit Aral, “Biraz radyasyon iyidir,” dememiş miydi? Dönemin başbakanı Turgut Özal, “Radyoaktif çay daha lezzetli,” şeklinde destek verirken son noktayı Kenan Evren koymamış mıydı, “Radyasyon kemiklere faidelidir,” diyerek? Recep Akdağ önceki açıklamaları doğruladı böylece sağolsun. Böylece nükleer santral sevenlerle, temiz enerji isteyenler arasında muharebe de başlamış oldu. ‘Nükleer-severler’, “En temiz bizimkisi, sera gazı etkisi en az,” mavallarına başlarken, çevreciler de üretim sonrası nükleer atıkları nerelerine sokacaklarını sormaktan başlayıp, rüzgârın nimetlerinden, güneşin faydasından dem vuracaklar. Nükleer santrali anahtar teslim pazarlayanlar karşısında rüzgar tribünlerini pazarlayanların savaşıdır bu savaş. Asıl sorulması gereken soru tüm dünyada gün geçtikçe artan bu enerji ihtiyacının nedeni nedir? Kimse bana verimli enerji kullanımından bahsetmesin! O da artık cılkı çıkmış bir pazarlama yöntemi. ‘Az yakan ampul’ pazarı, ‘Buzdolabını hemen değiştir’, ‘A sınıfı al ki az yaksın’ reklamları… “Üretimin artışı enerji açığının nedenidir!” İyi de ne için üretim? Tüketim toplumu için üretim… İki ayda bir değiştirdiğimiz cep telefonu üretimi için, küçüle küçüle her an

bir yerimize kaçma ihtimali taşıyan dünün Walkman’i şimdinin ipod’u için üretim… Ki bunların çoğu, hayatları boyunca asla sahip olamayacağını bilerek imal eden, günde 15 saat çalışıp fabrikada uyuyan Çinli işçilerin imalatı… Zırt pırt bir üst modeli çıktığı için öncekinin değersizleştiği daha nice teknolojik mamul üretimi de… İnsanlar daha rahat birbirlerini öldürsün diye üretilen ve haybeden bahanelerle çıkartılan savaşlarda pazarlanan silahların üretimi de enerjiyle olur. (Bakınız: ‘Ruanda’) Enerji açığı denen mevzu senin, benim, Çin’deki işçinin refahı, sağlığı, mutluluğu için değildir. Kapitalistlerin kasasını doldurmak içindir. Şimdi birileri, “Teknolojiye karşı olunmaz!” diyecek… Basbayağı tüketim eksenli, kapitalist sömürü

çarkının parçası haline gelmekte olan teknolojiye karşıyım. O sistem ki, bizleri sadece tüketmeye, daha çok tüketmeye çağırmakta, bir yandan da bunlara sahip olmak için daha çok, daha çok çalışmaya zorlamakta… Nükleer santraller, tüm evler bedava ısıtılsın diye kurulmuyor. Kaldı ki patlayınca başımıza neler geleceği hepimizce malum. Bu santralleri desteklemek elbette mantıklı değil. Ayrıca bazı ulusalcılar, “Kurulsun abi, bizim de nükleer bombamız olur, cihan devleti oluruz icabında, tırsar dünya alem bizden,” hayalleri kursa da, bu hayaller bir yerlerinde patlar maazallah. Çözüm olarak sunulan temiz enerji önerilerine göz atınca, karşımıza Avrupa menşeli başka kapitalist pazarlama abileri çıkıyor... Ne hikmetse bunlar da öyle ‘sudan ucuz’

falan değil, bakım işi de satan şirkete mecburen ihale! Oh, gerisi püfür püfür para gelsin. Elbette bunlar patlamıyor. Ha işte tam olarak bu noktada sormamız gereken soru, “Ehveni şeri seçmeli miyiz?” sorusu... “Nükleer santralim olur, canım isterse yaparım bomba, zaten Türkiye’nin dört bir yanı düşmanlarla çevrili. Bi dönerim Yunan’a, ‘Atim mi lan atim mi?’ Bi dönerim Ermeni’ye, ‘Atarım bak haa!’ Oh! Aynen altına eder hepsi... Aman patlarsa patlasın kemiğe de faydalı zaten!” mi demeliyim? Öyle, “Ne patlar, ne bomba olur üstelik çevreci, hiç de delikanlı olmayan rüzgar iyi,” mi demeliyim? Elbette patlamayan, öldürmeyen en insani olandır; ancak kapitalist pazarın parçası haline gelmiş her olguya şüpheyle bakmak gerekir. ‘Enerji’nin tüm dünyada insanlığın refahı, mutluluğu için kullanılmadığını bilmek, bu tribünlerin, reaktörlerin insanların hayrı için değil, birileri daha çok keyif için tüketsin diye, birilerinin ölesiye çalışıp ürettiğini bilmek, şüphelenmek için yeterli. “Nükleer santrali ülkemizde istemiyoruz,” çığlıkları da boşuna, tüm dünyada nükleer santraller kapatılmadıkça nükleer serpinti tehlikesi her daim mevcut. Buyrun Çernobil! Ya da diğer komşularımız… Yani işin özü, tüm dünyada eşit, sömürüsüz, insan onuruna uygun bir düzen inşa etmedikçe bu sorun çözülemez. “Üretimi tüm insanların en temel ihtiyaçlarını sağlamak yerine, kullanıp atıp, bir daha alıp tüket ki, ben daha çok kazanayım” mantığı hüküm sürdükçe, daha çok nükleer santraller bir yerlerimizde patlar. Çözüm tüm dünya ölçeğinde hüküm süren kapitalizmin, tüm dünyada yok edilmesidir. Yani, slogan atmış gibi olmayayım ama, ‘dünya devrimi’dir!

Kamuoyundan gizlenen ancak Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı ve Greenpeace tarafından yapılan araştırmalar sonucunda ortaya çıkan 400 nükleer kazadan bazıları şöyle: *1952 Kanada deneme reaktörü infilak etti. * 1958 Yugoslavya: Ölümle sonuçlanan ilk nükleer kaza Vinca Nükleer Santralı’nda meydana geldi. Deneme reaktörü çekirdeğinin aşırı ısınması sonucu bir bilim adamı yaşamını yitirdi. * 3 Ocak 1961 ABD: Idaho Falls yakınlarındaki bir nükleer deneme reaktöründeki kazzada üç işçi öldü. * 11 Şubat 1981 ABD: Nükleer soğutma sisteminde kullanılan yaklaşık 100 bin galonluk sıvının

dışarı sızması sonucunda 8 işçiye radyasyon bulaştı. **25 Nisan 1981 Japonya: Bir nükleer reaktörün onarımı sırasında 100 işçi radyasyondan etkilendi. ** 6 Ocak 1986 ABD: Bir silindir dolusu nükleer maddenin yanlış ısıtılması sonucu meydana gelen patlamada 1 işçi öldü, 100 işçi hastaneye kaldırıldı. Çernobil’den sonra meydana gelen kazalar ise şunlar: * 1987: İngiltere’de gaz patlaması. * 1989: İstanbul Büyükçekmece

Araştırma Reaktörü’nde yangın. **1989: İspanya’da gaz soğutmalı reaktörde yangın. * 1991: Japonya’da bir boru hattının kopmasıyla oluşan radyoaktif buhar kaçağı. * 1992’de Rusya ve 1995’te Japonya’da nükleer kazalar. * 30 Eylül 1999: Japonya’daki Tokaimura uranyum işleme tesislerinde gerçekleşen sızıntı sonucu çok sayıda işçi ve bölge halkı yüksek derecede radyasyona maruz kaldı.

23


G

eçen Mart ayında El Salvador’da başkanlık seçimleri yapıldı. Seçimleden Frente Farabundo Marti por la Liberacion Nacional (Ulusal Kurtuluş için Farabundo Marti Cephesi FMLN) adayı Mauricio Funes önde çıktı. Bu sonuç, El Salvador halkında büyük bir heyecan yarattı. Öncelikle, seçim sonuçlarının sağcı burjuva partisi ARENA’nın 20 senelik iktidarına son vermesi kuşkusuz El Salvador halkı için bir kazanımdı. Moviemiento Socialista de Trabajadores y Campesinos (MSTC, İşçilerin ve Çiçilerin Sosyalist Hareketi Uluslararası İşçi Birliği - Dördüncü Enternasyonal’in (UİB-DE) El Salvador örgütü) belirttiği gibi, seçim sonuçları “Neoliberal politikalar ve kamudaki kilit sektörlerinin özelleştirilmesi gibi uygulamalardan” bıkkınlığı ifade ediyor ve bu uygulamaların yarattığı sıkıntılar “özellikle bu dönemde işçi sınıfının yaşam koşullarındaki kötüleşme ile” daha da artıyor. (“El gobierno del FMLN y los desafíos de la izquierda revolucionaria”, Lucha Socialista No 8, Nisan 2009). Ülkede 1980-92 arasında yaşanan iç savaşın askeri ve siyasi bir tarafı olarak, bir gerilla hareketi olarak kurulmasından 30 yıl ve siyasi partiye dönüşmesinden 16 yıl sonra FMLN’nin ilk defa iktidara gelmesi en çok heyecan yaratan noktadır. Bu yüzden, “halktan gelen yüz binlerce emekçi erkek ve kadın son seçimlerde FMLN’ye oy verdi. […] Açıkçası, emekçi kitleler sahip oldukları büyük umut ve hayallerini FMLN’yi iktidara getirerek gösterdi.” Peki, bu büyük hayaller karşılığını bulacak mı? El Salvador, Orta Amerika ve dünya solunun çoğunluğu evet diyor. Onlara göre, FMLN hükümetinin geleceği Latin Amerika’daki yaygın ‘halk hükümetleri’, ‘anti-emperyalist’ ve hatta ‘sosyalist’ hükümetler serisine dahil olacak. (Venezüella’da Chavez, Ekvator’da Correa, Bolivya’da Evo, Nikaragua’da Ortega, vs.) UİB-DE ve MSTC’ye göre ise, tam tersine bu umutlar ne yazık ki beklendiği gibi sonuçlanmayacak. FMLN’nin ve Mauricio Funes’in ‘sosyalizme ilerleyecek’, emperyalizme kafa tutacak ya da halkın yararına önlemler alabilecek bir konumdan uzakta olduğunu düşünüyoruz. Uluslararası ekonomik krizin karşısında burjuvazinin merkezi çıkarlarını savunmak gibi bir amaç güdecektir. Bir yandan, sadece işçiler ve

24

El Salvador: tutarlı bir biçimde sürdürmesi durumunda ulaşabileceği bütün hedeflere masa başında ihanet etti.

FMLN’yi ‘kurumsallaştırma’

köylülerin aleyhinde ve burjuvazinin çıkarlarına uygun siyasetleri uygulamaya koyarken, aynı zamanda El Salvador’daki kitlelerin sürece karşı mücadele etme eğilimini de frenlemeye çalışacaktır.

Biraz tarih

Bu iddialarımızı temellendirmek için ülkenin yakın tarihini biraz hatırlamak gerekiyor. 1979’da Nikaragua’daki Sandinist devriminin başarısı tüm Orta Amerika bölgesinde derinden devrimci bir süreci başlattı. Bu El Salvador’da kuvvetli bir yankı buldu. Ülkede, kitle hareketinin yükseldiği bir dönemde, 1980’lerin başından itibaren burjuvazi, El Salvador sağı ve ABD emperyalizmi 75 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan kanlı bir iç savaş başlattı -ki El Salvador’un bugün sadece 6 milyon insanın yaşadığı küçük bir ülke olduğunu dikkate almak gerekir. O ortamda, 1980’in Ekim’inde, FMLN kuruldu. Fuerzas Populeres de Liberacion (Halk Kurtuluş Kuvvetleri - FPL), Resistencia Nacional (Ulusal Direniş - RN), el Ejercito Revolucionario del Pueblo (Halkın Devrimci Ordusu - ERP) ve el Partido Comunista Salvadoreño (El Salvador Komunist Partisi - PCS) birlikte hareket ediyordu, kısa bir süre sonra PRTC (Partido Revolucionario de los Trabajadores Centroamericanos - Orta Amerika Devrimci İşçi Partisi) de bunlara katıldı. Tüm bu süreç boyunca FMLN kitle hareketinin siyasi ve askeri karargahı olarak işlev görmüştü. Ancak zaman içinde ülkedeki sermayeye

yakın bir noktaya geldi ve iktidar için mücadele edebilmeye başladı…

‘Barış antlaşmaları’nda FMLN’nin ihaneti

Ne var ki, zafer mümkün olmasına rağmen iç savaşın gidişatını belirleyen şey savaş meydanında olmadı. Sonucu belirleyen, müzakereler ve ‘barış antlaşmaları’ süreciydi. 1982’den beri ‘Grupo de Contadora’ (Meksika, Venezüella, Kolombiya ve Panama hükümetlerinin katılımıyla oluşan Contadora Grubu) adı altında ve BM ile ABD’deki Demokrat Parti’nin yardımıyla süreç ilerledi. O dönemki bir açıklamasında UİB-DE şunu belirtmişti: “Bu grubun ortaya çıkmasından sonraki dört sene boyunca, UİB-DE her zaman bunun Orta Amerika’da devam eden devrim sürecine karşı emperyalist bir manevra olduğunu ifade etmiştir... Contadora Grubu’nun hedefleriyle Reagan’ın hedefleri aynıdır: Orta Amerika’da devrimi geriletmek...” (Correo Internacional No 19, Mayıs 1986). 16 Ocak 1992’de FMLN’nin gerilemesi tavan yaptı ve sağcı hükümetin başkanı Alfredo Cristiani ile beraber ‘Barış Antlaşmaları’nı Meksika’da Chapultepec’te imzaladı. Çünkü FMLN silah bırakmayı kabul etmişti. Değişiklik olarak, bazı siyasi reformların sözünü almışlardı ama görüşmelerde hiçbir şekilde iç savaşın esas nedeni olan sosyoekonomik yapıyla ilgili meselelere yer verilmemişti. Bu bakımdan, FMLN uğrunda mücadele ettiği ve mücadeleyi

Silahların bırakılmasından sonra 1992 ve 1994 arasında FMLN siyasi bir parti olma yoluna gitti. Bu kurumsallaşmanın sonucu olarak bazı belediyeler, valilikler ve milletvekilliklerini almaya başladı. Son seçimlerden önce Büyük San Salvador’u oluşturan, başkent dahil, 11 belediyenin başkanlıklarını kontrol ediyor, Yasama Meclisi’nde toplam 84 sandalyenin 32’sini ellerinde bulunduruyordu. Tüm bu ‘kurumsal iktidar’ FMLN bürokratları için önemli bir maddi kazanç ve ayrıcalık kapısını da aralamıştı. Başka bir deyişle, FMLN emekçi sınıfların devrimci siyasi mücadelesiyle de ittifak halindeki bir gerilla örgütü olmayı hem pratik ve hem de ideolojik olarak terk etti. Tamamen ‘normal’ bir partiye dönüşmek için çeşitli manevralara başvurdu, hükümete gelebilmek için burjuvazinin seçim sistemine entegre olup, burjuvazinin her kesimine, her defasında daha büyük tavizler verir hale geldi. Bu sadece UİB-DE’nin iddia ettiği bir durum değildir (kaldı ki LIT-CI ile FMLN arasında son tahlilde, çok önceden beri ideolojik ve teorik planda derin farklılıkları vardı), FMLN’nin en önemli liderleri bu yönlü açıklamalar yapmıştır: “Geçen yüzyılın son yıllarında Latin Amerika’daki en önemli devrimci hareketlerden biri olan FMLN şu anda bir sistem partisidir, ülkem El Salvador’da hüküm süren burjuva demokrasisinin bir parçasıdır” (Fidel Nieto, FMLN eski komutanlarından, ‘Siperlerden Saraylara, Solun Yolu’ tartışmasında, Dünya Sosyal Forumu’nda yapılan röportaj, Porto Alegre, 2005, Marxismo Vivo No 11, Mart 2005). FMLN’nin seçim sistemine derinden entegre olması ve maddi ayrıcalıklar kazanmaya başlaması bizleri burjuvazinin çıkarlarını savunma dinamiğine sahip olacak bir hükümetin geldiğine düşünmeye götüren en önemli işarettir.

İktisadi reformlar

Bir diğer nokta ise o yıllarda ülkede iktisat alanında gündeme gelen büyük değişikliklerdir. Öncelikle, 15 tane ‘serbest ticaret’ bölgesinin yaratılmasıyla, özellikle de tekstil ve giyim sektörü için ABD’deki tanınmış markalara kıyafet kesen ve diken sayısız taşeron şirket


FMLN hükümeti... kuruldu. İkinci olarak, ABD’ye göç etmiş ve orada çalışarak ailelerine para gönderen 1 milyon El Salvadorlu var. 2008’de, bu para havaleleri 3.8 milyar dolara kadar çıktı. Bu rakam ülke milli gelirinin yüzde 17’sini oluşturuyor. Bu temellerin üzerinde, ABD sermayesi ve El Salvador burjuvazisi işbirliğinde bankalar kuruldu, ülkedeki yatırımların üzerinden milli ekonomiye hakim olan ve başlıca firmaları yöneten finans sektörünün çekirdeğini oluşturuldu. (TACA hava yolları şirketi gibi). Böylece, Yanki emperyalizmi tarafından ülkenin sömürgeleştirilmesi süreci, El Salvador’un ulusal para birimi yerine ABD Doları kullanmaya başlamasının da açıkça ortaya koyduğu gibi, en üst düzeyine çıktı. Bu çerçevede, dünyadaki ekonomik kriz taşeron firmaların ihraç sektörünü çok sert vurmaya başladı: Sadece INCA S.A. şirketinin kapanması 2 bin 500 işçiyi sokağa attı ve birçok başka şirkette de ‘zorunlu izinler’ veriliyor. Aynı zamanda, krizin ve ABD’deki işten çıkarmaların sonucu olarak, göçmenlerin yaptıkları havaleler de azalmaya başladı (BID’in bir bildirisine göre, 2009’da 2008’e oranla yüzde 13 bir azalma gözüktü.)

Burjuvaziyle ‘birlik’

Mauricio Funes hiç bir zaman FMLN ile ilişkilenmemiş ‘prestijli’ bir gazetecidir ve sadece aday olabilmek için ilişki kurmuştur. Onun aday gösterilmesi çoktan ‘merkeze dönüş’ü (yani, sağa kayış) ifade ediyordu. Böylece FMLN, seçimlerde ARENA ile kapışabilecekti. Seçim kampanyasının başından beri, Funes kendini burjuvazi yanlısı olarak pazarladı. İlk açıklamalarında şöyle konuştu: “Seçimlere 17 ay kala sosyal dokuyu inşa etmeliyiz ki güçlü bir ittifakın temelini oluşturabilsin: Siyasi partiler ve her şeyden önce sosyal organizasyonlar, sendikalar, işveren örgütleri bu ittifaka hayat vermelidir. Yerli ve yabancı özel yatırımlara öncülük edeceğiz ve saygı göstereceğiz.” (La İzquierda dergisinde ‘halk hükümeti’ hakkında bir makaleden alıntı www.litci.org, 16/3/2008). Kazanmasından sonra ise ilk hedefi El Salvador burjuvazisini ‘sakinleştirmek’ oldu. Bu yüzden, ‘milli birlik’ ve özel şirketlerle diyalog

çağrısını tekrarladı. El Salvador patronlarının (ANEP - Milli Özel Sektör Derneği) cevabı bu çağrıyı kabul etmek oldu.

Emperyalizmle ‘birlik’

Aynı şekilde, Funes emperyalizmi de ‘sakinleştirdi’. Örneğin, dış borçlar konusunda (9.422 milyar dolar, 2008 sonu) şöyle bir açıklama yaptı: “Uluslararası kurumlara ve şirketlere dış borcun daha önceki yapılan anlaşmalara uygun şekilde ödeneceğini tekrar söylemek istiyorum. Önceki hükümetlerin vermiş oldukları sözlerin hepsini yerine getireceğim.” Seçimleri kazanmasından sonra da şöyle dedi: “Orta Amerika’ya entegre olunmasını ve ABD ile ilişkilerin sağlamlaştırılmasını istiyorum.” ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Robert Wood’un seçimler ve sonuçları hakkında “El Salvador halkına tebrikler” göndermesi ise olağan değil ama manidar. İki gelişme var ki, daha fazla önem arz ediyor: Bir yandan, Funes ülke ekonomisinde ‘dolarizasyon’u devam ettireceğini ilan etti ki, bu bir ‘Yanki sömürgesi’ olmanın sembolü ve kalbidir. (www.elsalvador.com, 8/5/ 2009). Öte yandan, Funes, ABD’nin yeni başkanı ve emperyalizmin esas patronu Barack Obama’yla Trinidad ve Tobago’daki Amerika ülkeleri zirvesinde özellikle çok nazik bir toplantı yaptı. Funes, Obama’nın ona El Salvador’un Orta Amerika’da oynayabileceği ‘kozlar’ı gösterdiğini anlattı. İspanyol göçmenlerin soyundan gelen biri olarak, hükümetinin ‘emperyalist istikrar’ planlarında çok önemli bir rol oynayabileceğini ve bölgedeki halk

mücadelesini dizginleyebileceğini gösterdi. Diğer bir değişle, Funes hükümeti, daha göreve gelmeden önce bile, emperyalizmin karşısında durma ve mücadele etme iddiasını bir köşeye bıraktı. Bu şekilde, FMLN onun geçmişte ortaya çıkmasına neden olan şeyleri (anti-emperyalizm), önceden savaş verdiği emperyalizmin bir işbirlikçisi haline dönebilmek için tamamen terk etti.

Devrimcilerin tutumu

El Salvador burjuvazisi ve ABD emperyalizmi rahat ve sakin. Çünkü biliyorlar ki Funes ve FMLN bir burjuva hükümeti olacaktır, dahası, El Salvador halkının ve işçilerin de düşmanıdır. ‘Normal’ bir burjuva hükümetinden daha tehlikeli olacaktır çünkü kendini ‘halkın dostu’ kılığında göstermektir ve bunu FMLN’nin tarihsel süreç içinde mücadele vererek kazandığı prestij ve bu tarihin yarattığı beklentileri kullanarak yapmaktadır. Bu yüzden açıkça El Salvador örgütümüz MSTC’nin yaptığı açıklamayı paylaşıyoruz: “İşçi, köylü, öğrenci ve halk örgütlenmelerinin hükümetten tamamen bağımsız kalmaları ve mücadelelerini böyle devam ettirmeleri çok önemlidir. Yeni hükümete ‘zaman’ veya bir ‘nefes’ vermek büyük bir hata olacaktır ve haklarımızın aciliyetini ertelemek anlamına gelecektir. El Salvador’da kitle hareketi ve sol örgütler bu yeni hükümete destek vermemelidir, buna ‘eleştirel destek’ de dahildir. Bir sınıf muhalefeti, bir sol muhalefet oluşturmak için mücadele etmeliyiz. Sol her şeyden önce kitlelere gerçekleri söylemelidir ve gerçek

bu hükümetin onların hükümeti olmadığıdır. İşçi ve emekçi örgütleri bağımsızlıklarını sürdürmeli ve tarihsel talepleri için mücadelelerini devam ettirmelilerdir.” Benzer şekilde, seçimlerden önce de MSTC aynı şeyleri bildirisinde dile getirmişti: “Çoktan zaruri hale gelmiş olduğu için, tüm devrimci örgütleri ve kitleleri gelecek hükümetin programını reddetmeye çağırıyoruz. Yani, özelleştirilmelerin geri alınmasını, serbest ticaret antlaşmalarının iptal edilmesini, dolarizasyonun tüm etkileriyle birlikte kaldırılması için politikalar üretilmesini, sömürülen sınıfların dünyadaki ekonomik krizden korunmasını, karşıdevrimci katillere af getiren yasanın ve anti-terör yasasının geri çekilmesini, Kilise ve devletin ayrılması yolunda alınan kararların uygulanmasını, böylece tamamen laik bir eğitim sisteminin tesis edilmesini talep ediyoruz. Kadınların, eşcinsellerin ve tüm ezilenlerin haklarının garanti altına alınmasını talep ediyoruz. Yerli halkların ve köylülerin kalkınması için acilen adımlar atılmasını ve ekim yapmak için arazi verilmesi hakkı da dahil önlemler alınmasını talep ediyoruz. Ve bunların üstüne, devrimcilerin bunların da ötesine geçecek sloganlar üreterek, El Salvador oligarşisinin ve emperyalist şirketlerin mülkleri ile El Salvador ekonomisinin stratejik sektörlerinin tazminatsız kamulaştırılması, Dünya Bankası ve IMF gibi emperyalist finans kurumlarıyla bağların koparılması ve dış borcun ödenmemesi gibi talepleri yükseltmesi gerektiğini savunuyoruz.” Bu koşullar altında, UİB-DE ve MSTC bu mücadeleyi omuzlayıp ilerletebilecek büyük bir devrimci partinin inşa edilmesi gerekliliğini ortaya koyuyor. Bu bakımdan, MSTC’nin açıklamasında şunlara da yer veriliyor: “Ülkedeki tüm devrimci örgütleri bu büyük partinin ve diğer emekçi örgütlerinin inşası için birlik olmaya çağırıyoruz. Devrimci Marksizmden ve işçi sınıfının bağımsız örgütlenmesi ilkesinden aldığımız güçle, FMLN içinde var olmaya devam eden devrimcileri, mevcut liderliklerinden koparak sömürülen sınıfların gerçek kurtuluşu için, dünya ölçeğinde sosyalizm için mücadele etmeye davet ediyoruz.” Uluslararası İşçi Birliği - Dördüncü Enternasyonal’in yayın organı Uluslararası Posta’dan (Correo Internacional) çeviren Bilgesu Sümer...

25


V. MAHİR ÜKÜNÇ

O

“Halkımızı öldüren düşmana karşı tek seçeneğimiz kaldı”

ysa 11 Nisan günü Sri Lanka’lı Tamil azınlığa mensup yaklaşık 200 bin kişi Londra’da devasa bir protesto gösterisiyle; Sri Lanka ordu güçlerinin, Tamil Eelam Özgürlük Kaplanları’na (LTTE) ve sivil halka yönelik vahşi saldırılarını teşhir etmek için biraraya gelmişti. Yanlarında çocukları ve ellerinde kızıl fondan dişlerini göstererek kafasını uzatan kaplanlı bayrakları vardı… Gayet barışçıydılar… “25 yıllık iç savaşın ardından ordumuz, ülkemizi Tamil Ealem Kurtuluş Kaplanları’ndan (LTTE) kurtardı. LTTE terörizminden tamamen kurtulduk ve ülkenin bütününde hâkimiyet sağladık”… 19 Mayıs günü, son ‘katliam’ operasyonlarıyla ardında 8 bin sivil ölü ve 500 binden fazla mülteci bırakan Sri Lanka devlet başkanı, televizyon ve radyolardan yayınlanan ‘zafer’ konuşmasında ülkesine ve dünyaya; parçalanmış alnı bir mendille örtülü LTTE kurucu lideri Velupillai Prabhakaran’ı işaret ederek böyle sesleniyordu… Çoğu Tamil halkından sivil olmak üzere, 1983 yılından bugüne resmi adıyla Sri Lanka Demokratik Sosyalist Cumhuriyeti ile Tamil Eelam Özgürlük Kaplanları arasındaki çatışmalarda hayatını kaybeden yaklaşık 100 bin kişi (25 bini gerilla) bu ‘zafer konuşması’nı duyamadı… “Bu muharebe, acı bir biçimde sona erdi… Halkımızı öldüren düşmana karşı tek seçeneğimiz kaldı: Silahlarımızı susturmaya karar verdik. Can kayıplarından üzüntü duyuyoruz”… 18 Mayıs günü LTTE sözcüsü, gerillanın son savunma alanı olarak elinde bulunan ve denizle bağlantıyı sağlayan 4 km2’lik bölge de kaybedilince silahların bırakıldığını böyle duyuruyordu… 24 Mayıs: “Bugün, anlatılmaz bir üzüntü ve ağır bir yürekle eşsiz liderimizi, Tamil Eelam Özgürlük Kaplanları (LTTE) yüksek

26

komutanının Sri Lanka hükümetinin askeri operasyonuna karşı savaşarak şehit düştüğünü ilan ediyoruz”… Son operasyonlarda Hindistan Hükümeti’nin doğrudan askeri, ‘Sosyalist Çin’in ise kimyasal silah desteğiyle katledilen Tamil halkı ve gerillası adına yapılan bu açıklamaları ‘Tamiller için tarihin sonu’ olarak mı okumak gerekir? Bunu, bu ülkedeki ‘Sri Lanka zaferini kutlayan şakşakçıların’ heveslerini kursaklarında bırakmak pahasına, tarihi biraz irdeleyerek yanıtlamaya çalışalım isterim.

Kaplanlar ve ‘avcı’ları

16. yüzyılda Portekiz’in, 17. yüzyılda Hollanda’nın kontrolüne giren Seylan, İngiltere’nin adayı işgal ettiği 1796 yılından bağımsızlığın kazanıldığı 1948 yılına kadar İngiltere’nin hâkimiyetinde kaldı. 1948’den sonra bu iki halklı adada yönetimi ele geçiren Sinhaliler 1956 yılında Sinhali dilini resmi dil olarak ilan ettiler. Bu tarihten sonra 22 milyonluk nüfusun yüzde 20’sini oluşturan Tamillere yönelik saldırılar başladı. 1958’de ilk Tamil ayaklanması ardında binlerce ölü, yaralı ve mülteci bırakarak kanlı bir şekilde bastırıldı. 1972 yılında ülke, adını Sri Lanka Demokratik Sosyalist Cumhuriyeti olarak değiştirdi. Nasıl uygulandığı anlaşılmayan bir ‘sosyalizmle’ yönetilmeye başlanan Sri Lanka’da bu tarihten sonra, sayıları 3 milyon civarında olan Tamil azınlığa karşı uygulanan baskılar daha da şiddetlendi. 1976 yılına gelindiğinde Tamiller’in yaşadığı, ülkenin kuzey ve kuzeydoğusundaki toprakların bağımsızlığını isteyen Tamil Eelam Kurtuluş Kaplanları (LTTE) adlı gerilla hareketi Velupillai Prabhakaran tarafından ilan edildi. ‘1. Eelam Savaşı’ olarak adlandırılan iç savaş ise 1983 yılında LTTE’nin Başkent Kolombo’da 13 Sri Lanka askerinin ölümüyle

sonuçlanan saldırıyı düzenlemesiyle başlamış oldu. Bu olayın ardından ülkedeki Sinhal çoğunluk Tamil azınlığın ev ve işyerlerini yağmalayarak sistematik linç saldırıları düzenlemeye başladı. Yaklaşık 500 kişinin öldüğü bu saldırıların ardından 60’lı yıllardan beri Sri Lanka ve Hindistan tarafından teşvik edilen ‘Tamillerin Hindistan’a göçü’ hız kazandı. Bölge ülkelerde yaşayan nüfus da dahil edildiğinde sayısı 70 milyonu bulan Tamil halkının büyük çoğunluğunun yaşadığı Hindistan, ülkesindeki Tamil halkının baskısıyla Tamil Kaplanları’na bu dönemde gıda ve erzak yardımlarında bulundu. Sri Lanka hükümeti ve Tamil Kaplanları arasındaki çatışmaları önleme gerekçesiyle yine bu yıllarda Hindistan bölgeye kendi askerlerinden oluşan bir ‘Barış Gücü’ yerleştirdi. Bağımsız bir Tamil devleti kurulmasına kendi çıkarları bakımından karşı çıkan Hindistan ile Tamil Kaplanları arasında 3 yıl süren savaş sonucunda 1990 yılında Hindistan askerleri arkalarında 1000’e yakın ölü bırakarak Sri Lanka’dan çekildi. Tamil Kaplanları tarafında ‘2. Eelam Savaşı’ olarak adlandırılan dönem böylece kapanmış oldu. Sri Lanka Hükümeti kontrolünü, 1990’da, Tamil Kaplanları’na kaptırdığı Jaffna kentini 1995’te tekrar ele geçirdi. Bu tarihten sonra Sri Lanka ile Tamil Kaplanları arasındaki savaş daha da şiddetlendi. Tamil Kaplanları bu dönem ülkenin kuzey ve kuzeydoğusunun neredeyse tamamını ele geçirerek kendi ordusu, polis gücü, donanması, yargıtayı, hava kuvvetleri, haberalma teşkilatı ve merkez bankası bulunan ‘de facto’ bir devlet olarak varlığını ilan etti. ‘3. Eelam Savaşı’ olarak adlandırılan ve Tamil Kaplanları’nın varlığını kurumsallaştıran savaş devam ederken, taraflar çatışmaları sonlandırmak amacıyla bir araya gelse de bu girişimlerden kısa süreli bir ateşkesten başka bir sonuç alınamadı. 2004 yılında ülkenin doğusunu da kontrol altına alan Tamil Kaplanları’na

karşı, topyekûn bir savaş başlatan Sri Lanka hükümeti 2006’da Cenevre’de Batılı devletlerin arabuluculuğunda başlayan görüşmelerden çekildi. 2002’de kabul edilen ateşkese son veren Sri Lanka Hükümeti, 2008 yılında saldırılarını şiddetlendirerek sivil halkı da kapsayan bir imha operasyonu başlattı. 2009 yılı başından itibaren ise kuşatma altında tutulan Tamil Kaplanları’nın kontrolündeki bölgelere top ve ağır silahlarla düzenlenen saldırılarla hükümet güçleri aralarında hastaneler ve sivil yerleşim alanlarının da bulunduğu çok sayıda yerleşim yerini yok etti. Son saldırıların ardından bölgeden kaçmayı başarabilen Tamil mültecilerinin alıkonulduğu kamplara, Sri Lanka Hükümeti, Birleşmiş Milletlerin gözlemcilerinin ve yardım ekiplerinin girişini yasakladığını duyurdu… Katliam devam ediyor… “Başına mendil örtülmüş adamın gözündeki ölü balık bakışlarını gören herkes eminim aynı soruyu soruyor: “Biz de PKK’yı böyle bitirebilir miyiz?”… Evet, Sri Lanka hükümetinin yaptıklarının aynısı yaparsak, biz de PKK terörünü bitirebiliriz… Nitekim 1990’lı yılların sonunda böyle bir noktaya hemen hemen gelmiştik… Kürt sorunu bitti mi? Kürt sorunu bitmediği gibi, terör sorunu da hortladı… “Sri Lanka gibi biz de benzer irade ve yöntemle PKK sorununu çözebilir miyiz?” Cevabım şu: PKK örgütünü belki bitirebiliriz… Ama Kürt sorununu çözebilir miyiz? Buna cevabım da şu: Hayır bu kafayla ve bu yöntemle bitiremeyiz… Sri Lanka’da Tamil terörünün lider kadrosunun tasfiye edilmesi, elbette başarılı bir sonuçtur. Ama bu yöntemin Türkiye için de iyi bir örnek olabileceği görüşüne hiç katılamıyorum. Türkiye Kürt sorununu, insanlarının gönlünü alarak ve demokratik bir ülkeye yakışacak yöntemlerle çözme yolu aramalıdır… Yani, Tamil örneğinden alınacak dersimiz yok…” Sri Lanka Cumhurbaşkanı Mahinda


ESiN TEPE Rajapaksa’nın, Tamil Kaplanları’nın ‘yok edildiği’ mesajını vermek ve ‘zaferini paylaşmak’ için Abdullah Gül’ü aramasının ardından yukarıdaki başlığı kullanarak, durumu ‘kendi aklıyla’ tartışmış tırnak içindeki satırlarda Ertuğrul Özkök! Çalıştığı ‘holdingin sahibi olduğu gazetelerin birinin’ genel yayın yönetmeni olarak, yine ‘o holdingin borsada işlem gören hisselerinden başka hiçbir değer tanımayan birisi’ diye hafızalarımıza nakşolmuş Ertuğrul Özkök’ün bu değişim-dönüşümü ibret verici! Karmaşık hisler içinde Sri Lanka’daki duruma bir yandan seviniyor, bir yandan da orada yaşananları burada uygulamaya heveslenenleri uyarıyor… Yazdıklarının hepsine bakmaya gerek yok. Sadece Ahmet Kaya’nın linç edildiği dönemde “kürtçe şarkı söyleyeceğim” sözü üzerine köşesinde döşediklerini bir hatırlamak yeterli! Şimdinin ‘kültür, kimlik, demokrasi, açılım-saçılım, gönül alma meraklısı’ bu şahsın geldiği noktayı ve yol aldığı dümen suyunu merak edenler için bir hatırlatmada bulunmak istedim… “…Türkiye’nin Sri Lanka’daki son gelişmelerden memnuniyet duyduğunu belirten Gül, ‘Sri Lanka hükümetinin yaraların sarılmasında da başarılı olacağından eminiz’ mesajı verdi…” Sri Lanka’da yaşanan sivil katliamdan sonra verilen mesaj işte bu! Bir yandan Cumhurbaşkanı sıfatıyla ‘açılım’ müjdeleri verirken, diğer yandan yukarıda ayrıntılarıyla anlatmaya alıştığım ‘Sri Lanka felaketinden’ ‘memnuniyet duymak’ nasıl bir bakışın tezahürü bunu çok anlamış değilim! Sri Lanka gibi topyekûn askerileşmiş bir devletin neredeyse 40 yıldır Tamil halkını sindirmeye yönelik başvurduğu tecavüz, kaçırma, gözaltında kaybetme, yargısız infaz, aleni sivil katliam gibi yöntemler Tamil Kaplanları tarafından, intihar komandoları gibi ‘ölçüsüz ve akıldışı eylemler’ kullanılarak cevaplandırıldı. Sri Lanka’da Tamil halkına dayatılan devlet terörü bir noktadan sonra Tamil halkının büyük çoğunluğu tarafından ‘meşru temsilci’ olarak görülen Tamil Eelam Özgürlük Kaplanları’nı şiddet sarmalının sert bir aktörü olarak konumlandırdı.

‘Zafer’

Bugün Sri Lanka Hükümeti tarafından kutlanan ‘zafer’ binlerce ve binlerce masum Tamil insanının kanı pahasına ‘kazanılmış’ bir zaferdir. Halka yaşatılan katliamlar yüzünden Sri Lanka kimliğine yabancılaşan ve onu sonsuza dek düşman belleyen bir Tamil kimliği bugün Tamil Eelam Özgürlük Kaplanları adı altında süresiz bir silah bırakma dönemine girebilir fakat Tamil kimliği yok sayıldıkça ve 40 yıldır uygulanan şiddet sürdürüldükçe farklı isim ve biçimler altında yeniden kendisine bir çıkış yolu aralayacaktır… Bu konuda tek ve gerçek referans ise tarihtir… “…Tamil Kaplanları’nın yenilmesinin ardından ilk kez ülkenin tamamının seçilmiş hükümetin yönetimi altında birleştiğini söyleyen Sri Lanka devlet başkanı Mahinda Rajapaksa, yabancı yatırımcıları savaşla yıkılan bölgede yatırım yapmaya çağırdı…” İşte son olarak söylenecek en anlamlı söz: ‘Ölüm, kan, yıkım, katliam, dehşet herşey geçer önemli olan ticaret, yatırım ve paradır’… Şimdi ‘sosyalist Çin’ bölgede önemli bir üs kazanmış olmanın sevinciyle ‘2. Tiananmen zaferi’ diye ‘kardeş ülke’ Sri Lanka Demokratik Sosyalist Cumhuriyeti’nin Tamil halkına karşı kazandığı zaferi kutluyor olabilir mi?

“Darbenin faydası olmaz” demeyin...

B

izim memleket insanlarının iyi film ‘kriterlerinden’ biri hiç ıskalamaz hep 12’den vurur. Bir film sansür yemişse ‘iyi’ bir filmdir! Doğrudur, yaşanmıştır, yaşanabilir, birilerinin çarkına çomağı sokmuştur veya sokmak üzeredir! Çok tehlikelidir. Sinema ne büyüleyici şey! Bi kere dilediğini dilediğin gibi kurgularsın ve olan, olabilecek olan her bir şeyi yaşanıyormuş gibi yaşatırsın, istediğine de, istemediğine de… Darbe, işte darbe olalı iyi bir halt yemiş, o da bu. Bizim memleket insanlarına yaşattığı o sansür dolu yılların kazanımı, bu ıskalamayan ‘kriter’ olmuş. Memleket insanlarımın tanık olma halleri çok önemlidir. İlla ki yaşamalıdırlar, yoksa yıllar yılı anlatılsa ne fayda! “Darbeye sevinilir mi, darbe sevilir mi?” diye sormayın, ben kendi adıma sevdim. Yoksa bizim oralıların kafasını kimse böyle etkili darp etmezdi, edemezdi. Dönem, malum dönemdir; kasetti, kitaptı, silahtı –kırma… Maraş/Çorum katliamları dolayısıyla Alevi köyleri az sayıda olsa da silahlanmak zorunda kalmıştı. Sonrasında birçok insan silahlarını ya teslim etti ya da tarlalara gömdü; bizim oranın insanları böyle dönemin öğrencileri vasıtasıyla gelen eşyaları darbeden darp alarak ‘kaybetmişlerdir’. Tanıklık halleri, köy yerinde şehre nazaran gerçekten çok daha etkili... Köy yerinde bir olay, çok küçük, büyütülmeyecek tek bir olay bile, hele bir de kışın olmuşsa, tam 9 ay anlatılır. İşte bu benim memleket insanları, biz sonraki kuşağa böyle bir darbenin etkisiyle sansür ‘kriterini’ sanat eğitiminin ilk şartı olarak öğretti… Sansür yemişse iyidir… Neden? Çünkü bizim o eşyalar da iyiydi! Kurttu, pusuydu, güneşi görürdü, testislerdi, falandı, filandı derken, sinemada kaç zamandır sansürü duymamıştık. Böyle zil zibiller içinde sıranın ve tabii paranın bizim sansürlük yönetmenlere gelmesi epeyce zor oluyor. Belki de hiç uğramıyor. Çekilmeyen ne çok senaryo varmış meğer, kıyısından da olsa, bu dünyanın içine bakınca gördüm. Senaryolar yazılıyor, kültür şaheseri bakanlığımıza maddi destek sağlaması için gönderiliyor. ‘İyi’yse bir şey kazanamıyor. Sonra bir daha deneniyor, sonra bir daha, bir daha… Derken bir de bakıyorsunuz ki –sizin yarışa katıldığınız yıl kazananlar çekmişlerdir filmlerini- işin püf noktalarını öğrenivermişsiniz. İktidarına göre film senaryosu üçbeş kelime oyunu, bayraktı, şehitti, vatandı, birlikti, ulustu, tavuktu, itti, böcekti, gözyaşıydı… Eee artık Kürt sorunuydu, Kürtçeydi, iktidar partimiz de ‘çözmek’

isterken, böyle, “Nabza göre şerbet versem süper olur, sonra bulurum kolaylıkla sponsoru,” deyivermişsiniz. Alın ‘âlemin kralı’ işte, güneşi bi gördü, pir gördü. O neydi öyle! Garibim sansürlük yönetmenlerimiz en fazla on kopyayla yetinmek zorunda kalırken, ‘alemin kralı’ 300 kopyayı birden çaktı ‘piyasa’ya. Onun parayı nereye harcadığını ve kaç katını nasıl kazandığını sığdıramayız buraya, zaten pek gerek de yok buna. Asıl öğrenilmesi gereken, işin püf noktaları. Şimdiki trend ‘Kürt sorunu’ filmleri. Bir zaman sonra bu trend yerini ‘vicdani red’e bırakabilir. Benden söylemesi. Tabii şimdi bu çok cesur adalet insanlarına, Gani Şavata’ya, Mahsun’a, Yılmaz Erdoğan’a falan, şunu diyesim var: Bu konuyu senaryolaştırın ya da ısmarlayın artık ve şimdi tam zamanıdır, çekin! Profesyonel ordu tartışmaları hız kazansın, siz de ‘ekmek’ yiyin… Memleket insanları - darp insanları, eşyalarını sadece kaybetmedi; evlat kaybettiler, sevgili kaybettiler, kardeş, eş dost kaybettiler ama vicdanlarını, onurlarını, hafızalarını kaybetmediler, ki bize iyi bir ‘kriter’ öğrettiler. Her ne kadar Yılmaz Güney’den başka isim akıllarına gelmese de. “Bu film sansür yemişti, çok iyi bir filmdir, sessiz olun,” cümlesini şimdi ben kuruyorum. Yönetmen Yılmaz Güney değil bu defa ama -kaderdaş demek istemiyorum en iyisi sansürdaşı olsun- Bahman Gobadi. Son filmiyle ülkesine dönemeyen yönetmen… Daha önceki filmleri zaten İran’da sürekli sansürlenmişti. Hatta Türkiye’de de Kültür Bakanlığı’na ‘Kürtçe’ değil, ‘Fransızca’ bir film olarak bildirilmişti! Şimdiki durum biraz daha zor; sadece sansür değil mevzu, aynı zamanda sürgünlük de var. Diğer bir ifadeyle, hayati tehlike!.. Sadece yönetmen değil aynı zamanda tüm ekip tehlikede. Sebep, rejimi eleştirmek. Darp sesleri olmaz İran’da, onlar kronik bir darp altında yaşıyor zaten. Yani Gobadi çok kritik bir zamanda, üstelik bir muhalif Kürt yönetmen olarak ve üstelik müzikle yaptı bu eleştiriyi! Bir de filmin adı “Kasi Az Gorbehaye İrani Khabar Nadareh” (Kimse İran kedilerinden bahsetmiyor.) Tövbe! Billahi satanist çağrışımları var!.. Her halükarda Gobadi filmleri ‘iyi’ filmlerdir ve ‘iyi’ bir yönetmendir! Memleket insanları da öyle! “Biz atlattık, darısı komşuya,” diyemiyorum, zira henüz bir şey atlatmadık, daha geçen aylarda kültür bakanlığı arşivinden Yılmaz Güney filmleri kaldırılmıştı. Ve bizim sinemamız, iktidarına göre oynamasını bilenlerle dolu olsa da biliyoruz ki rüzgârgülüdür bizim iktidar. Ve elbet o oynaklar da boşlukta savrulur giderler…

27


FiLiZ ENGiN PATATESLERİN KABUĞUNU 1 CM. KALINLIĞINDA SOYAN BİR İNSAN MARKSİST OLABİLİR Mİ?

i

lk bakışta bazılarımıza ilgisiz, anlamsız, hatta saçma gibi görünse de bu soru, patatesin tohum halinden bıçağımızın ucuna kadar gelen öyküsüne bir bütün olarak bakabildiğimizde ve Marksizm’in emeğe biçtiği değeri de bu bakışımızın içine kattığımızda soru anlaşılabilir oluyor. Şöyle ki; Bu patatesler birileri tarafından toprağa ekildi, dünya toprağı kullanıldı ve ekenin emeği var, bu patatesler sulandı, dünya suyu kullanıldı, sulayanın emeği var, bu patatesler toplandı, toplayanın emeği var, pazara getirildi, satıldı, satın alındı. Emek ile kazanılan para harcanarak satın alındı patatesler pazardan, eve taşınıldı. Fütursuzca yarısı çöpe atılıyor şimdi patateslerin... Bu kez patatesi bahane ettik söylemek istediğimize. Belki daha sonra kimin kaynağını, zamanını nasıl tükettiğimizi, içkiyi neremize içtiğimizi, tuvalet temizliğini, çocuğumuzun sorusuna nasıl karşılık verdiğimizi, bir başka insanla tartışma yöntemimizi, iktidar hırslarımızı, aceleciliklerimizi, ilkel güdülerimizin ne kadarını tasfiye edebildiğimizi, edemediklerimizi vs. bahane ederiz. Küçük işlerden bahsederiz yani… Kendimizi Marksist, komünist ya da devrimci diye tanımlarken hayatı nasıl karşılıyoruz bu arada? Şu 24 saat içinde yaşadığımız onca ıvır zıvır gibi görünen olayda duruşlarımız nasıl? Otobüste, iş yerinde, evde, meyhanede, çarşıda nasıl ilişki kuruyoruz anamız, babamız, çocuğumuz, eşimiz, sevgilimiz, iş arkadaşımız, yol arkadaşımız, patronumuz ya da komşumuzla… Sürer gider bu uzatmayayım. Miting alanları, toplantı salonları, kitap okumalar, yazı yazmalar, düşünce daldığımız zamanlar dışındaki hayatımızda bizi Marksist olmayandan farklı kılan davranış biçimlerimiz neler? Yoksa fark yok mu? Daha ünlü bir söylemle sormak gerekirse; Teori ile pratik bir mi? Bir olmasa da, bunun için bir uğraş var mı? Pratik denilenin en az teori kadar engin bir deniz olduğunu biliyor muyuz? “Marksistler pratikten söz ettikleri zaman bunu dar bir anlamda almazlar. İnsan pratiği,-bilimler, teknikler, sanatlar gibiinsanın yapmaya muktedir olduğu ve onu ayırt ettiren etkinliklerin tümü, binlerce yıl boyunca birikmiş deneylerin toplamıdır. Ancak bu deneylerin en iyilerini toplumların dönüşümü ve bireylerin daha iyiye gitmesi amacıyla hali hazırdaki eyleminin yararına kullanmasını bilen kimse devrimci olabilir.” Bu cümleler Georges Politzer Felsefenin Temel İlkeleri önsözünden alınma. Öğrencileri Guy Besse ve Maurice Caveing 1954 yılında kaleme almış. Cümlenin tekrar üstünden geçmek istiyorum. Binlerce yıl boyunca birikmiş deneyimler var ve bu insanın pratiğini de oluşturuyor. Tek tek bireylerin daha

28

iyiye gitmesi ve toplumların dönüşümünü sağlayabilmek için bu deneylerin hem aktarımı ve hem de içinde bulunduğumuz eylemin yararına kullanımı gerekiyor. İyi de hangi yöntemle? Kitlelere ulaşmanın biriktirilen deneyimleri aktarmanın ya da kullanmanın yolu günümüzde en çok görsel iletişim araçları ile sağlanabiliyor. İnsanların görsel algılarının daha yükseldiği ve görerek iyi öğrendikleri iddia ediliyor, yanlış da değil bu saptama. Komşunun komşuyu TV programı gibi izlediği, ya da TV dizilerinin gerçek yaşammış gibi algılandığı bir dönem bu, reddedemeyiz. Söz konusu görsel iletişim araçları ise bizim elimizde değil, düşüncelerimizi, söylediklerimizi duyuramıyoruz ya da çoğu kez kendi aramızda konuşuyor gibiyiz. Parti yok, sendika yok, dernek yok, mahalle örgütlenmesi yok, bizim kahve yok… Toplumsal hayat içinde bir başına duruşlarımız büyük önem kazanıyor bunca yokluk içinde. Hepimiz birer TV programı gibiyiz çevremizdekiler için. Gösteri yapalım demek istemiyorum elbette. Biz teorimizi içimizde iyice sindirmiş durumdaysak ve pratiğimizi ondan ayrı, kopuk bir dünyada yaşamıyorsak fazladan bir şey yapmamıza gerek yok işin bu bölümünde. O sindirdiğimiz pratik bize de yeter, çevremize de… Marksizm herhangi bir ansiklopedi maddesi olarak, “İdeolojik alanda, esas olarak sınıflar savaşımı teorisini ortaya atan ve bu savaşımın zorunlu sonucu olarak proletarya diktatörlüğüne ve oradan da toplumsal eşitlik ve özgürlük dünyası komünizme varılacağını öngören bir öğreti...” Buna göre yolun sonunda bir yerde eşit ve özgür insanlardan oluşmuş bir dünya var. Özlediğimiz, hayal ettiğimiz, olması gereken, insana yakışan diye düşündüğümüz bu. Ama o yolun sonu ne zaman gelecek? Oldukça bulanık görünse de gerçekçi yanıt, koşullar olgunlaştığında olabilir ancak. Koşulların olgunlaşması ise ‘n’ sayıda etmene bağlı. İçlerinden bir tanesi de insanoğlunun ileriye doğru evrimi, eski deyişle tekâmülü. Hemen arkasından akla gelen soru “Koşullar ne zaman olgunlaşacak?”mış gibi görünüyor. Çoğu zaman sabırsızız bu konuda. Doğal bir durum. İnsan çaba gösterdiği, uğruna bazen hayatını verdiği bir işin sonucunu görmek istiyor. Oysa bu konu biraz değişik. Kolay değil, insanın değişiminden, dönüşümünden bahsediyoruz. Üstelik tek bir insan değil söz konusu olan, bütün bir insanlık. Bu dönüşümün bir insan ömrüne sığması olanaksız. Dolayısı ile ne zaman sorusundan vazgeçsek ve soruların yolunu trenin makas değiştirmesi gibi değiştiriversek, “Koşulların olgunlaşması için ne yapmalıyım?” sorusunu getirsek önümüze ve buradan devam etsek. “Birlikte yaptıklarımız, yapacaklarımızdan gayri, tek

başınalığımda bana düşen görev ne?” Toplumsal eşitlik ve özgürlük dünyasına ulaşma yolunu 4x4 bayrak yarışına benzetiyorum bazen. Geçmişten bu yana gelen kocaman uygarlık tarihine baktığımızda, bayrak kimlerin elinden geçmedi ki? Şimdi de bizim elimizde işte. Bizim koştuğumuz sürede koşu sona ermeyecek, bunu çok iyi bilmek zorundayız, hayal kırıklığı, küskünlük yaşamamak için. Biz de bayrağı birilerine teslim edeceğiz, bize teslim edildiği gibi. Ama bu uzun soluklu koşuda bizim ne kadar yol kat ettiğimiz de her santimetresi ile asla azımsanamaz. Evet, tarihte 100 metre koşup zafer kazananlar da oldu, bir bakıma şanslıydılar, düşündüklerinin savunduklarının iktidar olduğunu görebildiler. Şansları yaşadıkları çağ, döneme ait koşullar ile ilgiliydi. İçinde bulundukları coğrafyanın patlama dönemlerinde dünyaya gelebilme şansı. Bizim durumumuz biraz farklı… Öyle bir çağda yaşıyoruz ki; sap saman, at izi it izi birbirine karışmış yansıtılıyor sürekli. O muazzam görsel iletişim araçları bu işin birinci sorumlusu. Abuk sabuk bir paranoyaklık ile yazmak istemiyorum. Bir daha dönüp bakıyorum televizyon kanallarına, gazetelere ve bunları okuyup seyreden insanların konuştuklarına. Hayır, maalesef paranoyaklık değil bu. Tonlarca renkle gerçeğin üstü kapatılıyor aralıksız. Hani “göz boyamak” diye bir deyim vardır ya, ona benzer bir durum. Bu dayatılan renkler, gerçeklerden uzaklaşmamıza neden oluyor ister istemez. Kapitalizmin oyunları çetrefilleşti, fare misali üfleye üfleye ısırıyor artık. O yüzden ısırıldığımızı bile anlamadığımız zamanlar oluyor. Sağlam durmalıyız hemen her anımızda, kolay değil kaygan bir zeminde yürümeye çalışmak. Bu yürüyüş esnasında kendimizi sürekli göz hapsinde tutmalıyız bir taraftan. Karda yürürken adımlarımıza nasıl dikkat ediyorsak düşmemek için. Aslında bu, yukarıdaki cümlelerde görünebileceği kadar zor bir şey de değil hani. Teoriler gerçekten kişinin içine işlemişse, artık elini kolunu sallayarak yürüyebilir karda bile. Ve insan o patatesleri hiç farkında olmadan zar gibi soyuyor zaten. Henri Barbusse- Fransız romancı, şair, gazeteci ve komünist- şöyle demiş: “Gerekirse, muhteşem bir dürüstlükle kendine yeniden başla!” Kendisini insan kendi bilir en iyi, Henri Barbusse’nin sözünü ettiği gerekliliğe de herkes kendi karar verecektir elbet. Ancak pek sevdiğim bir atasözümüz var ki, ondan kaçamayız. “Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz…”

‘Olduğu gibi “Ay mıdır kar mıdır pencerede/ Boğulmuş çocukları martılara taşıyan/ Kara köpek karşı kıyıda uluyor/ Bence o çocuk öyle gülmemeli Atları çayıra saldım diş kamaştıran erik ağaçları altına/ Nisan toprağı kalbimde ağarıyor/ Bence o çocuk öyle gülmemeli/ Şimdi bir kadın çay demlese Bahçemdeki korkuluk nar ağacıdır/ Erken ölmüş, iyi giydirilmiş/ Sular soğuyor ovada duran ince gölgesinde/ Büyük ateşler, kuytu köyler gibi Alınlarına vişne çiçekleri yağan/ O kızlar, delikanlılar ve loğusalar/ Oyulmuş bir bebektirler ıhlamurdan/ Kestane mangalları, masallar, talikalar Ölüm alışsın artık bize/ Bir dans gibi bahçemize gelsin/ Gelsin otursun ılık minderimize Ben o çocuk öyle gülmemeli/ Ay kar gibidir pencerede” E. Günçe

B

arcelona futbol takımının, sağ bek mevkiinde oynayan Brezilyalı bir futbolcusu vardır: Dani Alves. Dani Alves, klasik ‘sağ bek’ beklentisinin ötesine geçen, ‘sağ açık’ gibi oynayabilen, ‘forvet’te durumdan vazife çıkaran topçulardandır. ‘Free kick’lerde hemen topun başına geçer ve ‘vurur’ işte… Böyle dememin sebebi, bu vuruşların ‘savruk’ izlenimi vermesi ve hayli de savruk olmasıdır. Barcelona gibi bir takımın kadrosu düşünüldüğünde, ‘niye buna vurduruyorlar?’ dersiniz… Hatta öyle sağdan ‘orta’lar yapar ki Alves, en soldan gelen ‘en sol açık’a mı atıyor topu, kaleye mi vurdu emin olamazsınız… Topların sol taraftan taca çıktığı da olur, kalecinin üstünden fileye ampul gibi takıldığı da… ‘Hüner’le ‘savrukluk’ yan yanadır, hatta iç içedir Alves’de, ama çalışkanlığına kimse lâf edemez doğrusu… Alves’in bir özelliği de, vır vır hakemle konuşup durmasıdır; hep ‘sarı kart’ın eşiğinde durur Alves. Hatırlatmak istediğim; Barcelona’da Xavi var, Iniesta var, böyle ‘selim’ huylu ve topa iyi vuran ‘takım oyuncuları’ var… ‘Alves’, şuracıkta dursun. * Futboldan, üstelik ‘damardan’ girdiğim için futbolsevmezlerden, futboldan nefret edenlerden ve de ‘anlamazlar’dan özür dilerim. Futbol, sanat ya da Marksizm konuşacaksanız, birazcık ‘jargon’la işiniz olmak zorunda; çare yok! Üstelik bura ‘Kızıl Stad’dır (“buradan çıkış yok!”)… * Futboldan girdik diye, centilmenlik, takım ruhu, futbol ahlâkı, takım dayanışması, tribün ahlâkı, “fair play”, temiz futbol, düzgün futbolcu, düzgün taraftar muhabbeti yapan mahalle takımı ‘abiciliği’ yapacak değilim. Zira yüzde otuzu ‘teori’, yüzde yetmişi ‘pratik’ olan futbolda ve politikada ‘abicilik’ sapması da yüzde yetmiş civarındadır.


ALi OSMAN COŞKUN

sevmemek’ ya da iyiniyet taşları... Ama… Ne demiş Brecht? “Egonun devamlılığı bir mittir”, demiş (allah kahretsin!)… ‘Brecht’ de şuracıkta dursun. * Şimdi, hem ‘oyunu soğutacağız’ hem de ‘zemin analizi’ yapacağız. Bunun için (ve allah için!) ‘topa iyi vurmuş’ bir akademisyenden alıntı yapacağız. Alıntı yapacağımız şahıs, Mustafa Kemal Coşkun’dur ve siyasi fikriyat hısımlığı dışında hısımlığımız söz konusu değildir (soyadı benzerliği için izahat!)… Alıntı yapacağımız metin, 10.5.2009 tarihli Radikal-iki’de yayınlandı ve tanrıların hikmeti, başlığı “Tecahül-i arif” (internet başına!)… Şöyle yazıyor Coşkun: “Epey bir zamandır akademide ve medyada egemenliğini kurmuş olan liberal burjuva akıl, etnik, dinsel, mezhepsel vb. kimliklerin, insanları tanımlamada giderek daha fazla önplana çıkar hale gelmesini; insanın kendisini yeniden keşfetmesi olarak, hatta daha ileri giderek demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olarak alkışlıyor. Böylece de istediğin gibi yaşama ‘özgürlüğü’ (!) adı altında her türlü inanç, düşünce, gelenek, görenek, adet, ibadet, düğün, cenaze, giyinme, yemek yeme vb. alışkanlıklarını kimsenin müdahale edemeyeceği dokunulmaz ‘nesneler’ durumuna getiriyor. Bu tür bir tutum ister istemez kültürel kimlikler konusunda her türlü fanatikliği teşvik eder ve özellikle İslamcıların sürekli vurguladığı ‘çok hukukluluk’, ‘çok kültürlülük’ ya da olmadı liberallerin ‘sivil toplum’ masalı, doğrudan doğruya bir özgürlük vizesi olarak sunulur. Nedeni basit, zira ancak bu şartla cemaatçi toplum modellerinin gündeme gelmesi mümkün olabilecektir. Kaldı ki küreselleşme süreçleriyle birlikte gelişen ideoloji, ‘kültürel kimlik’ inşasına dayalı bir ‘demokrasi’ anlayışından başka bir şey değildir.” Burada altını çizmek istediğim satırlar, ‘istediğin gibi yaşama ‘özgürlüğü’ (!) adı altında her türlü inanç, düşünce, gelenek, görenek, adet, ibadet, düğün, cenaze, giyinme, yemek yeme vb. alışkanlıklarını kimsenin müdahale edemeyeceği dokunulmaz ‘nesneler’ durumuna” getirilmesidir. Yani: ‘Ben yaptım, oldu’ hali… Bu hal nedir? * Bu ‘hal’i sorgularken, aslında bizim ‘cenah’taki tezahürüyle meşgulüz tabii ki. Bir kere, devrimci aklın ‘dokunulmaz nesneler’le ilişkisi nasıl olmalıdır? Dönemin ruhunun gaz verdiği ‘ego’muzla ne yapmalıyız? Slogan: Ne şımarık nihilizm ne de ‘kulak üstüne yatma’! Ama ve fakat Marx’ın dediği şekilde “acımasız eleştiri”!

Yoksa, ‘tecahül-i arif’ bu toprakların has sanatıdır!.. * ‘Zemin analizi’nden çok uzaklaşmayalım. Şöyle devam ediyor, Coşkun: “Kültürel kimlikler önplana çıkarıldığında, kültür/kimlik ve bunlara ilişkin nitelikler, sanki insanlar arası tarihsel/toplumsal ilişkilerin bir ürünü değil de insanı aşan ve onun üzerinde yer alan bir yapıya, kendiliklerinden var olmuş ve insanlar tarafından değiştirilmesi olanaksız bağımsız birer varlığa, yani aşkın bir niteliğe büründürülmüş olur. Aklınıza gelebilecek her tür kültür/kültürel özellik insan karşısında mutlak belirleyiciliğe sahip bir konuma terfi ettirildiğinde ise yaşayan/ gerçek insan bu yapı içinde kendisine yüklenen rolü oynayan bir figürana, kültürler ise birer özneye dönüştürülür. Elbetteki bu durumda, demokrasi de olsa olsa farklı kimliklerin bir arada yaşaması meselesine indirgenecek, aslına bakılırsa tuhaf bir biçimde ‘cemaaat’ten ‘demokrasi’ beklenecektir. (…) mevcut kültürlerden/ kimliklerden hiçbiri insanın insan olması için zorunlu bir koşul olmadığına göre, her biri birbirinden farklı ama hiçbiri bütün insanları temsil edemeyen, hatta etmemesi gereken, dolayısıyla her biri bir azınlık olan kültürler/ kimlikler çoğulluğu oluşacak demektir. (…) Herkes bir kimliğe sahip olmasına rağmen bütün kimlikler de birer azınlık ise, hiç kimse küresel yapının işleyişi üzerinde etkili olma, ona ilişkin söz söyleme hakkına sahip olamayacaktır.” Ve sonra: “Emek-sermaye karşıtlığından yola çıkılarak değil de, kimlik-fark, vatandaşdevlet, olmadı devlet-toplum karşıtlığından yola çıkılarak siyaset yapılması demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olarak sunulacak, böylece de sınıflar arasındaki sömürü ilişkileri de gözlerden gizlenecek, var olan egemenlik ilişkisi tekrar tekrar yeniden üretilecektir.” Budur. Bu da buracıkta dursun. *

Herkes solculuğa, sosyalistliğe bir yerden başlar. Öğrencinin meşrebine göre, kopyacılıktan, şablonculuktan, ucuzculuktan vs. olduğu kadar, ergenlik ve ergenlik öncesi-sonrası binbir etkenden ibaret tahsil hayatının türlü çalımlarından ‘sakatlanılmamışsa’: ‘Öğrenilecektir’… Slogan: Ne bilgiyle suyun dibine çöken taş ol ne de “artiz”! * Biliyorum ki, yazmak da bir tür ‘acımasızlık’ içerir. Bu acımasızlığı ‘yazı’ya hapsetmek, ‘yazı’da çözmek ve tahsilin bu önemli kısmını burada halletmek en hayırlısıdır. “Pratik” çook önemlidir, ama… hayatı yorumlamakla kalmayıp değiştirmek çook önemlidir, ama… tek başına “plebyen öfke”nin ve ‘öfke yolu’nun dünyayı değiştiremediği de ortada. Ve: Geleceğimize yürürken kritik noktaya doğru ilerliyoruz… * Akademisi, medyası, liberal veya değil burjuva akla teslim olmamış 70’lerin Türkiye’sinde, aydın ‘patrici’ler sol-sosyalist cenahtaydı ağırlıkla. Bugün bu tablo yok. Bugün, ‘plebler’in büyük çoğunluğu da burjuva aklın kuyrukçusudur. Bugün, yaşıtlarının yüzde bir-iki’lik oranıyla plebyen öfkenin devrimci çocukları (‘kıpkızıl eşkiyalar’), ‘marjinal’ sıfatıyla hayata ‘posta koyuyor’… Krizin içinde, faşizmin rahatça kartlarını açabileceği bir iklimde, faşizmin kıyıcığında hülyalarıyla dikiliyorlar… Ve: Kimsenin ‘karikatür’ olma hakkı ve lüksü yok! Hülya’nın da disipline ihtiyacı var… * ‘Alves’, sizi oyuna ısıtmak, havaya sokmak içindi; ‘oyundan alıyoruz’. Gene de ‘satırarası okuyucuları’, Alves’in oyunda kaldığı süre içindeki katkılarını gözden

kaçırmayacaktır… ‘Ego’ya dönüyoruz. 70’lerin ‘yükselen mücadelemiz’ günlerinde de, ‘pratisyen’likleriyle övünen (ve övülecek) ‘deli çocuklar’ vardı. Acımasız faşist saldırganlık karşısında hakları da vardı. Hepimizin içinden, büyük devrimcilerin büyük ‘mit’ nehri akardı: Nasıl ‘devamlı’ kalsın ego? ‘Devamlılık’, devrimci akılda devamlılıkla anlamını bulacak; ego’yu da akort edecek: Başka çıkış yok! Yoksa, yoksa… Daha önce de yazdığım gibi, ‘caka’ya, ‘bayrak gösterme’ye mahkûm oluruz. Yoksa, yoksa… Burjuva aklın ‘taç çizgileri’ne hapsolmuş, ‘hızlı ve yakışıklı’ ama ‘dokunulmaz nesneler’ oluruz. Maazallah… * Şu satırlar ‘Komünist Manifesto’dan, kaldırıp atamazsın, okuyoruz: “ ‘Tehlikeli sınıf’ (lumpenproletariat), toplumun süprüntüleri, eski toplumun en alt katmanlarından atılmış olan ve pasif biçimde çürüyen kitle, şurada burada proleter devrimi tarafından harekete geçirilebilir; ancak hayat şartları onu daha ziyade gerici entrikaların rüşvetle satın alınabilen aracı haline getirmeye eğilimlidir.” Niçin mi alıntıladık? Hafıza tazelemenin yararına inandığımız için: “ ‘en fazla sömürülen, en mağdur olan, en devrimci olacaktır’ denklemi temelinden yanlıştır. Devrimciliğin, ya da dönüştürme iradesinin, sömürülmekle, zulmedilmekle, aşağılanmakla, yok sayılmakla hiçbir kategorik nedensel ilişkisi yoktur. Bütün bunlar sizi öfkeli, kindar, intikamcı ya da isyancı yapabilir, ama devrimci yapamaz. Kuşkusuz kendine ‘devrimci önderlik’ vehmeden birileri, bu öfkeyi, kini ve isyancı, patlayıcı potansiyeli madunların iradelerinin dışında ve üstünde yönlendirebilecekleri, bunları devrimci bir mecraya akıtabilecekleri hayalini kurabilir. Ancak sular durulduğunda yönlendirilenlerin, kullanılanların kendileri olduğunu göreceklerdir.” (B.Somay, “Çokbilmiş Özne”) * Yazımızı, hayırlara vesile olması için, ‘amentü’ yerine bir alıntıyla (Somay’dan) bitiriyoruz: “İşçi sınıfı hâkim sınıf olarak örgütlenme potansiyeline sahip olduğu için tarihteki diğer madun sınıflardan, ancak bu potansiyeli kalıcı bir olgu haline getirmesi imkânsız olduğu için de diğer müstakbel hâkim sınıflardan farklıdır. İşçi sınıfı ancak devrimle işçi sınıfı olur ve devrim sürecinin sona ermesiyle birlikte de kendisini (ve diğer sınıfları) bir(er) sınıf olarak ilga eder. Bir sınıf olarak örgütlenmeyi başaramadığında, antikapitalist bir devrim sürecini başlatması mümkün değildir.” Pozisyonunuz ve yolunuz ‘ofsayt’tan ırak ola!..

29


iSMAiL HAKKI

Rakı masasında vicdan muhasebesi Yenilmek, onursuzluk değildir. Onursuzluk, teslim olmaktır. Teslim olmanı anlı-şanlı sözlerle süslemeye kalktın mı, bu artık pespayelik olur. Bu düzenin dilini kullanarak, başka bir hayatı kuramazsın...

G

eçenlerde karşılaştığım bir arkadaşım söyledi: ‘’Bu çürüme ve kirlenmeye çok takmışsın, başka sorun mu kalmadı? Bir de, rakı masalarını dolamışsın diline, alkolle mücadele derneği falan mı kuruyorsun?’’ diye. Tereddüt ettim doğrusu, içsel bir hesaplaşmayı çok mu genelleştiriyordum yoksa. Üstelik ‘yalnız ve güzel’ ülkemin gündemi bu kadar yoğunken… Teğet mi, yoksa sürtünerek mi geçtiğine başbakanımızın bile karar veremediği ekonomik kriz -Başbakan bunları söyledikçe, bende bir paranoya oluştu. Otobüslerde kendini ‘fortçu’lardan sakınanlar gibi, arkamı sürekli kollar hale geldim-, bir yanda biraz tavsamış gibi gözükse de her an gelecek yeni bir dalgayla coşmaya hazır ‘Ergenekon’ davası diğer yanda. Üstüne bir de Kürt sorunun çözümünde yakalandığı söylenilen, tarihi fırsat!.. Tüm bunların yanında çürüme, kirlenme gibi şeyler oldukça demode kalıyor tabii. Demode kalıyor da, 30 yıldır bu hesaplaşmayı yapmayıp bugüne gelince, kimisi yapay gündeme ait söylenecek pek fazla sözümüz de olmuyor işte. Ya da sözlerimizin ağırlığı olmuyor. Hayata sözümüzle de, eylemimizle de müdahale edemeden seyirci kalıveriyoruz… Dilimizi unuttuk, unutturdular. Çürüme ve kirlenme, neyi nerede unuttuysak oradan başlayan bir süreç. Bütün renkler hızla kirlenirken, birinciliğin beyaza verilmesi durumu bizimkisi. (Yoksa kırmızıya mı demeliydim?) Rakıya gelince... Doğrusu kendisiyle hiç bir problemim yok. Bir de severim ki zıkkımı. Hele sevdalıysam. Yalnızsam. Ayrı düşmüşsem yol arkadaşımdan, sevgiliden… Bütün şarkılar benim için çalıyorsa, o şairler o güzel şiirlerini yalnız benim için yazmışsa… Basarım yarama bir kilo rakıyı. Canım iyice yansın diye... Sakın yanlış anlaşılmasın, ben bu hallerdeyim şu sıralar, yoksa sevinçlere de iyi arkadaşlık eder rakı. Derdim ‘devrim’i o masalara meze yapan, bütün insani duyarlılıklarını ikiyüzlülükle o masalara yıkıp, vicdanlarını rakıyla beyazlatmaya çalışanlarla. Hani, bunu o noktada bıraksalar, amenna. Ama bunu varoluşlarının anlamı haline getirip, bir de sağa sola afra-tafra yapmaya kalktılar mı… At izi, it izine karışmaya başlıyor. Rakı masalarıyla sınırlı değil bu elbette. Rakının bir günahı da yok bunda. Geçmişlerinin

30

yüklediği sorumluluğu, bugün sadece statülerini koruma ve geçim kaynağı haline getiren ‘zorunluluk’tan demokrat ve devrimci ‘abilerimiz’ daha tehlikeli bir ikiyüzlülük içinde. Bir de kendilerine ait küçük küçük tekkeler oluşturmuşlarsa ve durmadan dev aynasında kendi görüntülerine bakınıp duruyorlarsa... Daha ne olsun? Takvimlerde işaretlersin 1 Mayıs’ı, anma günlerini, protesto edeceğin birkaç da olay buldun mu, zorunlu sorumluluğunun hakkını verirsin. Senede bir gün, sen-ben-bizim oğlan, lütfedilmiş alanlarda toplaşır, bir güzel içimizi döker rahatlarız: (Ah bir de, Taksim inadından vazgeçse şu ayak takımı, ne iyi olacak her şey.)

Keyfimizi niye bozalım?

Gerçi, unutmadık ve bir gün mutlaka hesap soracağız. Ama bugün değil. Yarın da olmaz, müsait değiliz. Peki ne zaman? Sosyalizm, devrim, başka bir hayat? Canım sendeee. Görmüyor musun, kapitalizm sallanıp duruyor, ha çöktü, ha çökecek. Emperyalizm dediğin de kağıttan kaplan, yıkıldı

yıkılacak. Keyfimizi niye bozalım? Üstelik biz henüz meleklerin cinsiyeti üzerine süre giden tartışmamızı bitirmedik. Bir de 12 Eylül geçti üzerimizden... Doğrudur, 12 Eylül bir kırılma noktasıdır. Pek çoğumuzun savrulmasını kirlenmesini anlaşılır kılacak büyük bir travmadır yaşanan. Tamam da, bu hayatımızın sonuna kadar mazeretimiz olarak mı kalacak? Bütün hesaplaşmalarımız mahşere, görülecek güzel günlerde, cennete mi kaldı? Biz göremesek de, çocuklarımıza bırakacağımız güzel bir dünya, sadece bir ütopya mı? Sözler vermedik mi çocuklarımıza? Tutamadık sözlerimizi ve bunun için geçerli nedenlerimiz vardı. Ya bugün? Çocuklarımızla yürüyebileceğimiz güzel bir dünya kavgasından bizi alıkoyan ne? Bu gün mazeretimiz ne? ‘Objektif ’ koşullar mı oluşmadı bir türlü? Yoksa, ‘subjektif ’ koşulların oluşmasında, niyetlerimiz mi sapmaya uğradı... Açlık sınırı 800, yoksulluk sınırı, 2 bin 500 lira civarında. İşsizlik resmi rakamlarda bile yüzde 15’lerde görünüyor.

Kapitalizm dönemsel krizlerinin en ağırlarından birini yaşıyor... Başka bir hayatın dili, vahiy yoluyla inmeyecek yeryüzüne. Tam da bu yaşanılanların içinden çıkacak, üzerindeki ölü toprağını atarak. Elbette devrim, sadece devrimcilerin istemesiyle, bu akşamdan sabaha oluverecek değil. İradi ve mekanik bir olgu da değil elbette. Ama devrimci olmak, iradi bir tercih. Savrulmalar da olacak yenilgiler de... Tercihini başka bir hayattan yana koymuşsan, devrim ve sosyalizm hâlâ ve inatla insanlığın kurtuluşu olmaya devam ediyorsa ve buna inanıyorsan… Kendi iç hesaplaşmanı da tarihle hesaplaşmanı da bu kerteriz üzerinden yapacaksın. Yenilmek, onursuzluk değildir. Onursuzluk, teslim olmaktır. Teslim olmanı anlı-şanlı sözlerle süslemeye kalktın mı bu artık pespayelik olur. Bu düzenin dilini kullanarak, başka bir hayatı kuramazsın. Kırmızıyı tutkuyla seveceksiniz. Tutku bir sevdanın olmazsa olmazıdır. Neyi, niçin sevdiğini bilmektir. Bedellerini bilerek ve göze alarak...


SERHAT ÖZCAN

iÇKi

Her türlü kötülüğün anası mı? Anaların kötü doğurduklarının yaması mı?..

G

eçenlerde Ankara’ya gittim. Çocukluğumun geçtiği şehrin kokusunu, dokusunu, dostluklarını, ‘simit’ini, ilk gençlik içkilerinin içildiği meyhanelerini, kısacası her şeyini özlemişim. Öveçler’de bizim oturduğumuz sokaklar artık yabancı paralarla alınıp satılan -sözüm ona- lüks villalarla dolmuş. ‘Çağdaş yaşam alanları’ olarak yüzlerce ailenin aynı anda mangal yapabileceği, ağaçsız ama üstü kocaman şemsiyelerle kapatılmış, ortası suni göletli, dev fıskiyeli ‘toplu hava atma’ mekânları inşa edilmiş. Anlamak zamana yatırılmış bir duyguymuş meğer. Çocukken havlayarak bizi kovalayan köpeği hatırladım top oynadığımız o sokaktan geçerken. Bizi parçalayacağını düşündüğümüz, o canavar sandığımız köpek, meğer gürültümüzden korktuğu için havlarmış gırtlağını yırtarcasına. Korku ne kadar gürültü gerektirirmiş korkuyu savmak için, onu anladım... * Şehir merkezinde, yani Kızılay, Gaziosmanpaşa ve Yenimahalle dışında pek içkili mekân kalmadığı gibi, içki satan dükkânlar da, birer ikişer kapanıyormuş. ‘Mahalle baskısı yüzünden!’ Şehrin dışına doğruysa aklından bile geçirme zaten. Sürekli bir otoriter baskıyı hissediyorsunuz şehre girer girmez. Her yol, bir önemli şahsiyet geçtiği için her an bir süreliğine kapatılabiliyor. O kadar çok kapatma ve güvenlik aramasıyla karşılaşıyorsunuz ki, ne kadar önemsiz olduğunuzu birden anlamaya başlıyorsunuz. Arabayı bırakıp yürümeye karar veriyorsunuz, bir sokağın başında çeviriyorlar. Anlıyorsunuz ki, orada da önemli bir şahsiyet oturuyor ve ona zarar verebilecek bir potansiyel varmış sizde. Bu kadar adam yerine konmadığınız bir şehirde, bu kadar önemli işlere aday yerine konuluşunuz, gizliden hafif bir kasılma da sağlamıyor değil hani. * “Bunlarla mı uğraşacağım yahu!” diyerek atıyorsun kendini bir Başkent meyhanesinden içeri, saygıyla yanımıza gelen garson ilk iş arabamız olup

olmadığını soruyor. Çünkü hangi saatte nerede çevirme var onu biliyor. Arabayı parka bırakıp taksiyle döneceğimizi söyleyince rahatlıyor. Önce gelen tipleri kesiyorum çaktırmadan. Çoğunluğu kravatlı ve kendi halinde memur tipler, ama bir köşe masaya meyhane çalışanlarından aşırı bir ilgi var. Masada ellili yaşlarda bir adam, takım elbisesi üzerinde emanet duruyor. İşi bugün bağlasın yarına bir daha giyilmeyeceği kesin yani. Karşısında da yirmili yaşlarda tedirgin bir kız. Önünde bahçeden koparılmış bir leylak, bardağın içinde. Çiçek bir şey ifade etmiyor olmalı ki, sürekli yoluyor tedirgin elleriyle. Üzerinde yeni alınmış bir bluz, altında her durumu kurtaracak bir kot. Sandalye yüksek geldiği için ayak burunlarını sıkıca yere dayamış, sivri burunlu beyaz şeritli kırmızı ayakkabıların tabanında koca bir delik ve oradan pot yapan beyaz çorabın tozdan kararmış görüntüsü. Gözlerim doluyor, “Nasıl bir tezgâhın içindesin kızım,” diyorum içimden. Hırant Dink geliyor aklıma ayakkabının görüntüsünden. İçim daha bir burkuluyor, bir dikişte içiyorum bardağı iç yangınımı söndürmek istercesine… Kızı, ailesini, koşullarını düşünmeye başlıyorum. Garsonun sesiyle irkiliyorum. - Bir emrin var mı abim?.. - Estağfurullah kardeşim emir ne demek? - Abim dedim kusura kalma, hep seyrettiğimiz için aileden gibisiniz yani. Diziler devam mı abim? - Ben de bilmiyorum kardeşim, bekliyoruz. Kardeş sana bir şey sorucam. Şu köşedeki adam ne iş yapar? - İhalecidir abi. Dediğine göre Ankara’da bitiremeyeceği iş yok. Ama şey biraz… Yani nasıl diyeyim… - Söyle söyle…

- Abi… Yani yavşaktır biraz. Kızın yanında devamlı bahşiş verir yüzlükler, iki yüzlükler… Çıkarken tek başına önceden hesap ödemeye gelir, “Çocuklar size bin lira vermişim ya oradan bi 20 lira alın gerisini verin,” der. - Ben de her seferinde, “Bahşiş istemez,” deyip olduğu gibi veririm geri… Yoksa insan suratı yok, bu kızcağız niye takılsın bununla? Kızları da hep gazete ilanıyla buluyormuş. “Seyahat manisi olmayan sekreterler alınacak,” diyerekten. Ama takıldığı adamları bir görsen var ya, alayı hacı hoca, namazında niyazında. Şu camdan görünen kocaman cip var ya, o da onun. - Ama içiyor!. - Aman be abi içmeyen mi var! At önüne parayı dinini de satar bunun gibiler. Baktı kızdan iş çıkmadı hemen telefonla paralı çağırırlar, yatacak yerleri yok abi bunların… İçimin çok sıkıldığını hissettim. Biraz da arkadaşımla sohbet ettikten sonra kalktık otele geldik, içim içime sığmıyor odada. Aklım kızda. Kalktım giyindim ve bir ara sokakla yürüme mesafesinde olan meyhanenin kapısında buldum kendimi. Direk adamın ve kızın masasına yöneldim. Kız iyice sıkılmış, adam elini tutmaya çalışıyor. Garson bir hamle yapacakken elimle dur dedim. Ve adamın karşısındaki, kızın yanındaki sandalyeye oturdum. Adam hiç istifini bozmadan, daha da yılışarak, “Leylak tanıdın mı ağabeyini? Bizim masamıza boş adam oturmaz yavrum. Hele çocuklar ilgilenin misafirimizle...” diyerek garsonun eline iki yüz liralık banknotu sıkıştırdı. Garson bildiği için almak istemedi. Ben de bu fırsatı kaçırmak istemedim: - Al al bu benden, geri veren şerefsizdir, bak kaç saattir ayaktasın hakkındır senin al hadi. Sonra geri istemezsiniz değil mi? - Para onun köpeği olsun kardaşım, hah hah hah! - Peki, Leylak kardeşim.

- Leyla abi. Beyefendi Leylak diyor. - Peki Leyla… Burada mı yaşıyorsun? - Yok abi Kırşehir’den geldik. Burada işler varmış bir hafta filan kalıcaz değil mi Fikri? - Kızım sen baban yaşında adama ismiyle mi hitap ediyorsun? - Abi deyince kızıyor. Biz arkadaşız... - Peki, kızım, sen biraz arka masada oturur musun? Benim Fikri’yle konuşmam lazım... Bir süre sonra Fikri’den, Leyla’nın haftalığını aldım ve kızla birlikte otele geldik. Bir oda da Leyla’ya tuttum. Ertesi sabah kahvaltıda buluştuk uzun uzun hayatını, yoksulluğunu ve çaresizliği anlattı. Sonra otogara gittik. Biletini alıp ilk otobüsle memleketine gönderdim. Ertesi akşam babasıyla birlikte beni aradılar. Onurunu her şeyin üzerinde tutan baba kendi gibi bilmiş Fikri’yi. “Aklımdan bile geçmezdi ondan bir kötülük geleceği,” dedi. * Ankara, ya da her hangi bir yer... Gittikçe yoksullaşan, yobazlaşan ve yozlaşan yaşamlar... Muhafazakârlaşan Meclis’in az ilerisinde ya da Çankaya Köşkü’ne yakın bir yerde, Först Leydi’nin derin uyku saatinde bedenler pazarlanıyor çaresiz, başkent sokaklarında. Amaan ha! Yeter ki içki içilmesin de! Beyni bozuk art niyetli zihniyet, içse de bir içmese de. F tipini hayata yaymanın bir yolu da sosyal paylaşım alanlarını kısıtlamak herhalde. Kendini bilen içmeyi de bilir. Hasetle fesat, mikrobu nerede üretiyor?.. Meyhanede mi?.. Yanıtını Neyzen Tevfik versin o zaman! Hayliden hayli kalınlaştı yobazlık yeniden, Softalık anırdı aldı yürüdü. Kara bir kinle taassub* pusudan çıktı yine, Yurdu şâhane cehâlet yeni baştan bürüdü. * Gözünü aç da ye, iç keyfine bak. Acırım aklına bedbîn** olanın. Sen eşeklikte devam ettikçe Gevşetilmez yularınla palanın. *Taassub: Bağnazlık. *Bedbin: Kötümser, karamsar, pesimist. (Dörtlükler Alpay Kabacalı’nın Neyzen Tevfik kitabından alınmıştır.)

mSayı 33, Haziran 2009, Aylık süreli yayındır mYayımcı: LM Basın Yayın Ltd. Şti. mİmtiyaz Sahibi: Tuncay Akgün mYazıişleri Müdürü: Hakan Gülseven mMüessese Müdürü: Ali Yavuz mGörsel tasarım: Esin Tepe mTel: 0212 292 95 65 (4 hat) mFaks: 0212 245 38 06 mAbonelik: 0212 292 95 65 mBaskı: İmpress Tesisleri Adres: Tevfik Bey Mah. Tahsin Tekoğlu Cad. No:2 Küçükçekmece Sefaköy-İstanbul. Tel: 0212 540 40 45 Faks: 0212 540 39 99 mGenel Dağıtım: D.P.P. A.Ş. mAdres: İmam Adnan Sok. No: 14 Beyoğlu / İstanbul mMERKEZ İRTİBAT BÜROSU: RED LOKAL, İstiklal Caddesi, Rumeli Han, B Blok No:18, Beyoğlu İSTANBUL me-posta: editor@redciyiz.biz mDağıtımla ilgili sorular: dagitim@redciyiz.biz m(0212) 252 44 53

www.redciyiz.biz

31


ÜMiT DERTLi

‘Sivil’ polis, ‘sivil’ anayasa! N

edendir bilmem, ‘sivil’ dendi mi hep sivil polisler gelir aklıma. Kaskı, copu, üniforması olmayan, birbirine benzemez, nevi şahsına münhasır, bazen sert, gaddar, bazen güler yüzlü, merhametli, esprili –ki ‘papaz’ denirdi böylelerine– çeşit çeşit adamlar ve kadınlar. Top sakallı, gözlüklü, entel adamlar ya da sarı saçlı mini etekli kadınlar falan. Üniformalılara nazaran başka türlü bir ‘sıcaklığı’, ‘yakınlığı’ vardır. Ama heyhat! Hepsi de polistir, aynı şeye hizmet ederler. Sivil olanları, elde cop, kafada maske eylemci döverken ya da M 16’ları, kamuflajları ve kar maskeleriyle ‘kelle’ peşindeyken, kaba, rahatsız edici pozlar vermezler belki ama en az onlar kadar, daha da fazla bu devletin hizmetine koştururlar. Bir süredir havalarda uçuşmakta olan ‘sivil hükümet’, ‘sivil siyaset’, ‘sivil anayasa’, ve hatta ‘sivil toplum’ gibi sivilli kavramları her duyduğumda da işte o sivil polisleri hatırlarım. Kimilerine fazla kaba gelebilir bu benzetme ama eğer Marksizmi tersinden okumadıysam, hiç de yanlış değil bence. Anlatayım… Bolşevik sempatizanı işçinin Menşevik ajitatörle tartışmasındaki gibi, işçiler ve patronlar var ve bunların çıkarları birbirine zıt, değil mi? Ve devlet dediğimiz şey de egemen sınıfın ezilenler üzerindeki tahakküm aracı… Öyleyse, ister askeri diktatörlük olsun, ister faşizm, ister demokrasi, bütün burjuva siyasi iktidar sistemlerinin devasa bir ortak paydaları vardır: Patronların hizmetkarı olmak. (Kuşkusuz cahil değiliz, bu rejimler arasında önemli farklar da vardır ama söz konusu olan devletin asli niteliği yani sınıf karakteri ise gerisi teferruattır.) Dolayısıyla, bir siyasal rejime asıl rengini veren şey, başkanlık koltuğunda oturanın üniformalı ya da ‘sivil’ olması değil, o rejimin üzerine kurulu olduğu mülkiyet ve sınıf ilişkileridir, kime hizmet ettiğidir. Ergenekon meselesi ve devletteki yarılma üzerinden defalarca söyledik, tepişen tarafların birinin üniformalı, birinin sivil olması, her ikisinin de emperyalizmin ve parababalarının hizmetinde olduğu gerçeğini değiştirmez. Yalnızca askeri ya da sivil olması, bir kişiyi, çevreyi, hareketi ya da kurumu ‘ilerici’ ya da ‘gerici’ yapmaz. Esas olan bunların neyi temsil ettiği, hangi siyaseti savunduğu, hangi sınıflara hizmet ettiğidir. Bu memleketin gördüğü en ‘sivil’ devlet adamı, Mercedes’inin koltuğunda Semra Hanım’a, “Koy bi arabesk de neşemizi bulalım,” diyen, kıçında şortla askeri birlik denetleyen Turgut Özal, aslında bu memleketin gördüğü en ‘askeri’ anayasanın hazırlanmasında, uygulanmasında ve kurumsallaşmasında Kenan Evren’den daha mı az sorumludur? Elbette hayır. Emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda neo-liberalizmin bu memlekette incir ağacı

gibi kök salmasında 12 Eylül Anayasası ve Turgut Özal iki temel ve birbirini tamamlayan aktör olarak aynı derecede sorumludur. Hatta bugün sürekli askeri vesayetten şikayet eden ve ‘sivil anayasa’ diye tutturan F-Tipi hükümet, varlığını tam da 12 Eylül’ün askeri vesayetine borçludur. Pek çok faktörün dahil olduğu, ama esasen emperyalizmin ve patronların çıkarları tarafından sürüklenen, zaman zaman zıtlaşma ve kopuşlarla ilerlese de bütünsel olarak süreklilik arz eden bir süreçtir bu. Bugün ‘küreselleşme’ dedikleri emperyalizme, AB ve ABD’ye tam entegrasyonu hedefleyen ‘sivil anayasa’ çağrıları yapan, taslaklar hazırlayan TÜSİAD 12 Eylül cuntasını en çok istemiş, ona en fazla destek vermiş, cuntanın ve anayasanın nimetlerinden en çok faydalanmış kesim değil midir? Sermayenin o zamanki ihtiyaçları 12 Eylül’ü gerektiriyordu fakat aynı 12 Eylül bugün misyonunu tamamlamış, uluslararası sermayenin Türkiye’deki hareketine ayak bağı olmaya başlamıştır.

İhtiyaç neyse o!

Birleşik Metal-İş Sendikası’ndan Mehmet Beşeli şöyle özetliyor meseleyi: “12 Eylül’le uluslararası mali sermayeyle yeniden tanımlanmış bir ilişki kuruldu. Önü açık ve azgın bir sermaye birikimi modeline geçilmiş oldu. Bunun için işçi sınıfının örgütlü kesimlerinin aygıtları, organları dağıtıldı. Politik gücünün mekanizmalarını, aygıtlarını da hem yasal hem pratik olarak elinden aldı.”

Evet, bütün mesele budur. 12 Eylül işçi sınıfını silahsızlandırmasaydı, meydan patronlara kalmasaydı, bugün Akp’si, liberali, TÜSİAD’ı, MÜSİAD’ı, ‘baskıcı, ceberrut devlet’ yapısından, bürokrasiden, hantallıktan falan şikayet etmezler, sivil özgürlüklerden ve demokrasiden dem vurmazlardı. Kaldı ki, bunların demokrasiden ve sivil özgürlüklerden anladıkları da ortadadır. Toplumsal kolektif haklar, örgütlenme özgürlüğü, sendika ve grev hakkı, parasız eğitim ve sağlık hakkı, çalışma ve emeklilik hakkı, insanca yaşam hakkı gibi hak ve özgürlük deyince ilk aklımıza gelenler bu ‘sivil’lerin hak ve özgürlük tanımı içinde yoktur. Onlar için özgürlük, sermayenin özgürlüğüdür, parababalarının özgürlüğüdür. Cebinde dolarla gezebilme özgürlüğüdür mesela, işçiyi açlığa mahkum etme özgürlüğüdür, okul ve hastane gibi temel kamu hizmeti alanlarını ticarethaneye çevirebilme özgürlüğüdür, çevreyi kirletme özgürlüğüdür, her şeyi paraya tahvil etme özgürlüğüdür. Kağıt üstünde bütün kişisel hakların bulunduğu ama kitlelerin bu hakları kullanabilmesi için gereken bütün toplumsal mekanizmaların tahrip edildiği bir özgürlüktür. Akşam yemeği için Paris’e uçabilme hakkınız vardır ya da açlıktan geberebilirsiniz de, özgürsünüz. Çocuğunuzu Harvard’larda okutmak ya da pamuk toplamaya giderken bir kamyon kasasının altında öldürmek de sizin bileceğiniz şey, kağıt üzerinde ikisini de yapabilirsiniz. Cleveland Clinic’ten sağlık

Bolşevik hoyratlığı!..

Mahir Ükünç’ün çok isabetli deyişiyle, ‘çalıştığı holdingin borsadaki kağıtlarının değerinden başka değer tanımayan yazar’ Ertuğrul Özkök, 30 Mayıs tarihli köşesinde sonradan görme Türk zenginlerinin ‘sakillik’leriyle yeni Rus zenginlerinin görmemişlikleri arasında bir paralellik kuruyor, fakat bunların ‘görmemişlik’ olarak değerlendirmemesi gerektiğini söylüyor. Onlar aslında kurbanmış, iktisadi ve siyasi devrimler böyle saçmalıklara yol açarmış ve nihayet bunun esas sorumlusu olan ‘Bolşevik hoyratlığı’ rafine Rus kültürünü paramparça ederek Tolstoy ve Dostoyevski’nin mirasını enkaza çevirmiş ve Rusya’ya pahalıya mal olmuş. Eşeğini dövemiyor ya hazret, semerini dövüyor. “Kemalist hoyratlık, Osmanlı’nın rafine kültürünü paramparça etti, Türkiye’ye pahalıya mal oldu,” diyemiyor ya, onu demek büzük ister ya, Bolşevizme saldırıyor. Köpeksiz köyde değneksiz geziyor. Bak Ertuğrul Efendi, birincisi, ne söylemek istiyorsan onu söyleyeceksin, kıvırmayacaksın. Rafine-mafine umursamıyoruz fazla ama o dediğin rafine kültür senin bu omurgasızlığınla yan yana gelebiliyorsa, kalsın biz almayalım, hatta onu ‘paramparça’ edelim günü geldiğinde. İkincisi, Bolşevik Devrimi Tolstoy ve Dostoyevski’nin mirasını enkaza çevirmek şöyle dursun onu şaha kaldırmıştır. O mirası ve daha fazlasını, edebiyatı, müziği, baleyi, operayı senin rafine addettiğin saraylardan ve yüksek sosyete salonlarından sokaklara, işçi mahallelerine, köylere, okullara taşımıştır. Gorki’leri, Şolohov’ları, Şostakoviç’leri, Prokofiev’leri, Arif Melikov’ları, Eisenstein’ları, Tarkovski’leri ve daha nicelerini çıkarmıştır Bolşevik Devrimi. Bolşoy’un kapısı işçilere, öğrencilere açılmıştır. Hoyrat dediğin Bolşevik liderlerin hemen her biri, bilimsel kültürel ya da sanatsal alanlarda son derece yetkin eserler vermiş usta kabul edilen insanlardır. Devrimin lideri Lenin bir satranç ve piyano ustasıdır. Devrimin bir diğer lideri ve Kızılordu’nun kurucusu, başkomutanı Troçki belki de 20. Yüzyıl’ın en önemli edebiyat kuramcılarından biri ve çok yetkin bir matematikçidir. Siyasi faaliyete yoğunlaşmak üzere matematik çalışmalarını bıraktığında, hocası, “Siyaset dünyası yeri doldurulabilir bir politikacı kazandı ama matematik dünyası yeri doldurulamaz bir matematikçi kaybetti” demiştir. Tabii hiçbiri ‘rafine’ değildir, salonların değil sokakların insanıdır hepsi. Netice itibarıyla, hadi ordan!.

hizmeti de alabilirsiniz, Okmeydanı SSK’nın kapısında ölebilirsiniz de, özgürsünüz. 10-15 bin dolara bir Armani takım da satın alabilirsiniz, böbreğinizi de satabilirsiniz aynı paraya, arz-talep meselesi, serbest piyasa! İşinize gelirse! Parayı bastırıp Boğaz’ın en güzel tepesine gökdelen de dikebilirsiniz, şehrin kıyısındaki iki göz gecekondunuz başınıza da yıkılabilir. Türlü yabancı sermaye dernekleri, işveren sendikaları, AB dostluk dernekleri falan da kurabilirsiniz, sendikaya üye olduğunuz için kapının önüne de konabilirsiniz. Buyurun sermayenin demokrasi ve sivil özgürlüklerinin kapsamına!.. İşte, gündemdeki yeni anayasa tartışmalarına bakarken de kerteriz alınması gereken esas nokta budur. Anayasanın ‘sivil’ ya da ‘askeri’ olması son derece tali bir meseledir. Temel Demirer’in de özetlediği gibi, “…burjuva iktidar koşullarında hukukun üstünde mutlaka bir şeyler” vardır, “yani egemenlik kayıtsız şartsız milletin değil, aksine burjuvazinin”dir. “Tartışılan eski ve ‘yeni’ anayasa sözde olmasa da özde burjuvazinin, parababalarının”dır. Hem zaten anayasa dediğimiz şey devletin asli sınırlarını çizen, yani bir anlamda devleti tarif eden hukuki metin ise, hiçbir anayasa ‘sivil’ olamaz, zira ‘sivil’ demek ‘devlet dışı’ demektir. Dolayısıyla işçi sınıfı ve devrimcilerin anayasa meselesine yaklaşımı kesinlikle askeri–sivil ikilemi üzerinden olamaz. Senaryosu egemenler tarafından yazılmış bu oyunda figürasyona talip olan bir kısım solcu arkadaşlar var ne yazık ki. Gözünü sivillik bürümüş, izanı liberalizmle sakatlanmış bir kısım solcu arkadaş demokrasi ve özgürlük gelecek hayaliyle AKP ve TÜSİAD’ın ardında saf tutarken, bir başka kısım solcu da emperyalizme karşı olmak adına adeta 12 Eylül rejimini savunur noktaya gelmiş durumda. Halbuki mevcut tartışmada taraflardan birine destek olmakla yetinen ve bağımsız bir sınıf mücadelesi üzerinde yükselemeyen hiçbir müdahale burjuva sınırların ötesine geçemeyecektir. Anayasa rejimin tarifi ise eğer, devrimciler burjuva rejim tarifleriyle uğraşmamalı, işçi sınıfının iktidar olacağı bir rejimin tesis edilmesi için çaba harcamalıdır. O rejimin anayasasını yapmak, işin en kolay tarafı ve emin olun ki, işçi sınıfı ‘sivil olsun, yok askeri olsun’ tartışmasına takılmaz, gerekeni yapar. Özet yerine sözü yine Birleşik Metal İş Sendikası’ndan Mehmet Beşeli’ye bırakalım: “İşçi sınıfı hareketini merkezine almaksızın, 12 Eylül rejiminden çıkmak işçiler açısından mümkün değil. Sermaye kesimi başka çıkışlar arıyor. Yeni anayasa arayışları da bunun ürünü. Tepede uluslararası tekelci sermayenin, aşağıdaki taşeronların, kayıt dışı emeğin olduğu yapıyı sağlamlaştıracak reformlar arıyorlar. Geriye durumu insanlığın yararına dönüştürebilecek bir özne olarak işçi sınıfından başka kimse kalmadı.”


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.