“Fıtrat”ımız farklı değil...
Genel Kurul’da HDK yoktu...
Türkiye, birçok uluslararası sözleşmede yer alan toplumsal cinsiyet eşitliği hedefine karşı çıkmakla kalmıyor, “eşit değilsiniz” dedikçe kadınların öldürülmesine kapı aralıyor. › 4
HDP’nin kurulmasıyla birlikte itibarsızlaşan HDK, 5’inci genel kurulda gündemine Kongre’yi almayarak, bu projenin başarılı olması için gereken çabayı harcamamış oldu. › 6
İşçilerin Sesi
İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır
ISSN: 2147-1568 Aralık 2014 / Sayı 33 Fiyatı: 1.5 TL
Madenler, işçi denetiminde kamu tarafından işletilsin ! Manisa’nın Soma ilçesinde, 301 madencinin hayatını kaybettiği Eynez bölgesindeki ocak ile Atabacası ocağından toplam 2 bin 800 işçi kış ortasında işten çıkarıldı. Şirket madencilerin cep telefonlarına “kısa mesajla” bugün itibariyle işlerine son verildiğini bildirdi. Kısa mesajla işten çıkartma yeni değil: 2012 yılının 29 Mayıs günü, 305 THY işçisinin işine de benzer bir mesajla son verilmişti. › 8
Yatağan işçisi kararlı: Özelleştirmeye geçit yok! Muğla Yatağan Termik Santralı’nı işgal eden işçiler, özelleştirmenin daha önce yaşanan örneklerden görüldüğü gibi, iş yerinde baskı, hakların gasbı, düşük ücret ve işsizlik olduğunu belirterek özelleştirmeye izin vermeyeceklerini ifade ettiler. › 9
ABD: Polis cinayetine tepki yeniden yoksulları öfkelendirdi... ABD’nin Ferguson kasabasında 18 yaşındaki siyah genci vuran polisin aklanmasının ardından çıkan olaylarda 61 kişi gözaltına alındı. › 13
“Kulübelere barış saraylara savaş!” › › › NE YAPMALIYIZ? Aslında hepimiz bunun cevabını biliyoruz. Biraz cesaret ve özgüven gerekli. Patronlara ve adaletsiz yöneticilere karşı birlik olmalı, haklarımızı aramalı ve örgütlenmeliyiz. En güvendiğimiz işçi arkadaşımızla işe başlamalı, birliğimizi yaymalıyız? Nereye kadar yayabilirsek o kadar iyi! Zenginliği yaratanlar, çalışanlar, üretenler böyle bir düzende yaşamayı hak etmiyoruz! Biz başka bir âlem istiyoruz. › 2
GEÇMİŞ YILLARDA olduğu gibi, metal işçilerini toplu sözleşmelerinde sermayenin işçiler arasında bölünme yaratma kozunu kullanacağı çok açık. Bu bakımdan da en çok işçiyi temsil eden Türk Metal sendikasının süreçte alacağı tavır belirleyeci olmakta. Türk Metal, geçen defa “bayram” bahanesinin ardına sığınarak, bayramdan önce toplusözleşmeyi imzalamıştı. Bu dönem hangi bahaneyle hareket edecek bilmiyoruz. › 9
10 ÜLKER İŞÇİSİ “iki sendikaya üyelik” haklarını kullanarak Özgıdaİş’in yanında DİSK Gıda-İş’e üye oldular. Ülker yönetimi işçileri bir gün işte tuttu ve ikinci gün tazminatsız olarak işten çıkarttı. Ülker’den sendika değiştirdiği için atılan işçilerden biri Bilal Sakallı, 21 yıldır bu işyerinde çalışıyordu. Ülker’de aldığı net ücret bin liranın altında. “Burada işçi karnını doyurmak için mesai yapmak zorunda” diyor. › 14
2
İşçilerin Sesi
Biz kimiz? Ne istiyoruz? Ne için mücadele ediyoruz? Bugün dünyaya egemen olan anlayış, sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan ayrımcılıktan uzak yeni xxxxxxxxxxxxx bir toplum olmalı; bu da komünizmdir. Rusya’da 1917 Ekim işçi devriminden kısa bir süre sonra, Doğu Avrupa, Çin ve Küba’da daha en başından itibaren “işçi sınıfı ve komünizm” adına yaşananlar işçi sınıfının çıkarlarından uzak, bürokratik ve yozlaşmış rejim deneyimleri olmuştur. Bu rejimlerle işçi demokrasisinin ve komünizmin doğrudan ilgisi yoktur. Komünizm işçi sınıfı ideolojisidir. Onun tarafından ve dünya seviyesinde inşa edilebilir.
Aralık 2014/33
Bir yanda bin odalı saray, diğer yanda yırtık kara lastik..!
İşçilerin Sesi gazetesi, insanlığın kurtuluşu olan komünizmi kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezme-ezilme ilişkisinden ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlar. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını savunur. İşçilerin Sesi gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara, burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır. İşçilerin Sesi gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız demokratik ve şeffaf olmalarını savunur. İşçileri ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişek işçi hareketi eliyle işçilerin öz örgütü haline gelmesine çalışır. İşçilerin Sesi gazetesi işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Tüm işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak enternasyonalist komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir komünist enternasyonalin inşası demektir. İşçilerin Sesi gazetesinin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır. Enternasyonalist komünisttir.
İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi Aylık süreli siyasi yayın Tarih: Aralık 2014 Sayı 33 Baskı: Yön Matbaacılık, Davutpaşa Cad. Güven San. Sitesi B Blok, No 366 Topkapı İstanbul. Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi (Kemal C. Sarıoğlu) Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Söğütlüçeşme cad. Tulumbacı Asım Sokak Korular İş Hanı No 2/48 Kadıköy / İstanbul web: iscilerinsesi.org email: iscilerinsesi@gmail.com
2014 yılı eşitsizliklerin, yolsuzlukların, polis terörünün, iş cinayetlerinin açığa çıktığı yıl oldu. Bir yılda yoksulluk ve pahalılık yüzde 15 arttı.
asgari ücretle 12 saat ve 6 gün hem de taşeron şirketler altında çalışma dayatılıyor. Böyle bir düzen mantıklı mı?
Yerel seçimler, cumhurbaşkanı seçimi eşitsizlikleri, baskıyı azaltmadı; ücretlerimizi ve çalışma koşullarını iyileştirmedi, daha çok özgürlük getirmedi. Tam aksine, ne kadar eşitsizlik, hukuksuzluk, haksızlık varsa hepsinin üstü örtülüyor. Son olarak meclis yolsuzlukları araştırma komisyonuna verilen ifadelerin basın yoluyla duyurulmasına sansür getirildi.
Bir yandan ekonomi büyüyor, patronların kârları artıyor, milyar dolar sahibi Türk zenginlerin isimleri yabancı dergilere konu oluyorken, işçilerin ve emeklilerin sefalete sürüklenmesi, gençlerin iş bulamaması; bulunan işlerin ise, çok düşük ücret ve uzun çalışma saatlerine dayalı oluşu insanı isyan ettiriyor.
Kadınların erkeklerle eşit olmadığını ileri sürecek kadar cinsiyetçi, ayrımcı bir devlet başkanı var. Ayrımcı çünkü, açlık sınırı bin 250, yoksulluk sınırı 4 bin liraya varmışken, asgari ücret 810 lira. Ayrımcı, çünkü halk asgari ücret altında inlerken, madenlerin kara dehlizlerinde ölümü göze alacak kadar yoksul ve işsizken, kendisi bin odalı saraylarda oturuyor. Cumhurbaşkanlığı sarayının maliyeti konusunda Mimarlar Odası’nın yönelttiği sorulara TOKİ yetkililerinin verdiği cevap “ülkenin ekonomik çıkarlarına zarar verecek” olması sebebiyle rakam verilmemesi yönünde olmuştur. Söz konusu sarayın maliyetinin 1,5 katrilyon lirayı aştığı tahmin edilmektedir. Bu ne dinde var ne vicdanda. Ne israf ne haram biliyor. Halkın parasıyla sarayda yaşıyor; işçi 810 liraya çalışıyor. Ermenek’te madende hayatını kaybeden işçinin babası Recep amcanın kış soğuğunda ayağındaki yırtık lastikler, işçilerin ve alilerinin içinde bulunduğu yoksulluğu gösteriyor. Zengin ve fakir arasındaki uçurumu gözler önüne seriyor. Doğu’dan Batı’ya yoksulluk ve işsizliğin diz boyu yükseldiği Türkiye’de, işçi sınıfının çalışmak zorunda kaldığı iş şartları daha da ağırlaşıyor,
Bütün bunlar apaçık gerçekler. İşçi sınıfı örgütlü bir birlik oluşturamadığı için, hem sermaye hem de hükümet ve cumhurbaşkanı halkın sefaleti üzerine yükselen bir zenginliğin üzerine oturuyorlar. Tarafların güçleri eşit olmadığı için ve işçiler sürece müdahale etmezse, Aralık ayı sonunda belirlenecek asgari ücret, yine sefalet ücreti olacak. Bu bizim kaderimiz mi? Hayır! 10 milyondan fazla işçi olarak gücümüzün farkında olmadığımız için, bu gücü harekete geçirecek birlik ve örgütlülüğe sahip olmadığımız için, sermayenin ve haramilerin düzeni devam ediyor. Onların saltanatı eğer sürüyorsa, biz harekete geçmediğimiz için. Ne yapmalıyız? Aslında hepimiz bunun cevabını biliyoruz. Biraz cesaret ve özgüven gerekli. Patronlara ve adaletsiz yöneticilere karşı birlik olmalı, haklarımızı aramalı ve örgütlenmeliyiz. En güvendiğimiz işçi arkadaşımızla işe başlamalı, birliğimizi yaymalıyız? Nereye kadar yayabilirsek o kadar iyi! Yapmazsak ne mi olur? Düşük ücrete, sefalete, yırtık lastik ayakkabılara, işsizliğe mahkûm oluruz. Zenginliği yaratanlar, çalışanlar, üretenler böyle bir düzende yaşamayı hak etmiyoruz! Biz başka bir âlem istiyoruz: Sömürüsüz, baskısız, ayrımcılığın olmadığı, iş, ekmek, eşitlik ve özgürlüğün olduğu bir düzen! Yeni Türkiye o zaman kurulacak!
İşçilerin Sesi
Aralık 2014/33
3
“Sistemi parçalayan işverenlerdir” DİSK Birleşik Metal-İş Sendikasının yayınladığı Çalışma ve Toplum dergisinin editörü olan ve kendisini 1994 SEKA direnişinden tanıdığımız, Avukat Dr. Murat Özveri ile madenlerde yaşanan iş cinayetleri, işgüvenliği ve torba yasayı konuştuk…
S
oma, Torunlar Center, Ermenek’teki iş cinayetleri karşısında hükümet sözcüleri tüm mevzuatları yerine getirdik diyorlar. Ne dersiniz? Çalışma Bakanının son söylediği üzerinden gidelim. Ne demişti? Ben madeni kapatıyorum, 50 kişi telefon açıyor. İnsanlar ya canları pahasına bir madende çalışacaklar ya da işsiz kalacaklar. Bakan’da burada kendini hiç sorumlu hissetmiyor. Hala yürürlükte olan Anayasa’nın 5’inci maddesi diyor ki, “devletin görevi vatandaşlarının gelişimi önündeki ekonomik, sosyal, kültürel engelleri ortadan kaldırmaktır”. Anayasa, bir görev tarif ediyor. Yine aynı Anayasa, çalışma hak ve ödevidir, diyor. İnsan Hakları Sözleşmesi, çalışma hakkını tanımlarken, bir standart getiriyor; işçinin kendisi ve ailesi için insan onuruna yakışır bir gelir karşılığında ve yeteneklerine uygun bir işte, örgütlenme hakkıyla birlikte çalışıyorsa, çalışma hakkı gerçekleşmiş sayılır; aksi halde eksik istihdamdır diyor. Bakan bunların hiçbirisinden kendini sorumlu görmüyor. Eğer sen bakansan, saydığım mevuatta yazıldığı gibi bir iş ortamını yaratmakla yükümlüsün. Bakan önümüze iki şey çıkartıyor: Birincisi, çok rahatça “ne yapayım, madeni denetlersem, kapatırsam insanlar bana “açım” diye baskı yapıyorlar” diyor. İkinci olarak da 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası’nı önümüze koyuyor. Konu İLO’nun 176 sayılı sözleşmeyle birlikte tartışılıyor. Aslında işçi sağlığı iş güvenliğine ilişkin mevzuat Avrupa ile uyum sürecinde, bir noktanın dışında, önemli ölçüde uyumlaştı: O da “İçsel denetim organlarının güvencesi” maddesidir. İş güvenliği mühendislerinin ve işyeri hekimlerinin hiçbir güvencesi yok. İşçinin de güvencesi yok. İşçiye diyorsun ki, çalışmama hakkın var kullan; işçi kullanınca işten çıkartılıyor. Dışsal denetim yapacak olan kim? Sendika. Sendikaların halini biraz önce özetledik. Dolayısıyla işveren şöyle bir ikilem içerisinde: Önlem alırsam maliyetlerim artar, kaza olmaz, rekabet şansım azalır. Önlem almam, maliyetleri düşürürüm, rekabet şansım artar. Kaza olduğunda tazminat öderim. İşverensen, o piyasaya kâr etmek için girmişsen, önlem almanın getirdiği maliyet ile önlem almamanın sağladığı yararı yan yana koyarsın ve tercihini yaparsın. Biliyorlar ki, önlem almamakla elde ettikleri yarar,
önlem almakla kaybettikleri, yüklendikleri maliyetten daha fazla. O zaman önlem almıyorlar. İş kazaları olursa ne oluyor? En fazla içlerinden bazıları batıyor. Sermaye, kolektif sınıf çıkarlarını kaybetmemiş oluyor. Ardından da çok ince hukuksal düzenlemelerle kendini kollayacak kararları dayatıyor. Somuttan gidelim: Gece çalışması 7,5 saatle sınırlandırılmıştır. İşçi, 7,5 saatten fazla çalışmayacağım, bundan sonraki fazla çalışmaya da kalmayacağım dediğinde işten atılıyor. Kanun diyor ki, işçinin yasal hakkını kullanması sebebiyle işten çıkartılması geçerli bir fesih nedeni yapılamaz. Davayı açıyoruz. İşveren vekilinin verdiği cevap şu: “İşçinin çalıştığı firma fason üretim yapmaktadır. Ana firmadan iş almaktadır. Ana firmanın belirlediği zaman içerisinde ve belirlediği sayıda üretim yapmak zorundadır. İşçi işe girerken de bunu biliyordu. Böyle bir sistem içerisinde iş kanununun uygulanmasının ne kadar zor olduğu açıktır. İşçinin bunu bile bile girdiği işyerinde, ben yasal hakkımı kullanıyorum demesi, bozgunculuktur, sadakatsizliktir”, diyor. Fason üretim sisteminde ben iş kanununu uygulayamam. Eğer bu işçinin dediği gibi yaparsam, 300 işçi işinden olur. Bu yasaları takmayan birisi gelir, bu işi benden alır” diyor. Yargıtay ne diyor, ikisinin ortasını buluyor: Fesih geçerli olsun, işçilerin tazminatlarını öde! Mesaj açık ve hemen karşılığını da buluyor. KOBİ’lerin, parçalanmış üretim yapısını korumaya yönelik hukuki yapı da kendiliğinden ortaya çıkıyor. Baskı ne burada? 300 işçiyi koruma
kaygısı. Bunu bertaraf edecek olan ise, hem 300 işçiyi koruyacak hem de yasayı işletecek enstrüman ne? Etkili bir örgütlenme. Soma’daki işveren avukatı ne dedi? Yüksek tazminatlar, ölümü, kazayı özendirir dedi. Kendi sınıfına yaptığı bir çağrıydı. Bu kadar üzerimize gelmeyin, bunun altından kalkamazsınız tehdidiydi. Bu konu tartışılırken, birden Gebze’de 1 trilyon 600 bin lira tazminat alan bir işçi ortaya çıkartıldı, parlatıldı. Bu rakamın nereden geldiğini bilmiyorum. Ücreti çok yüksek olmayan bir işçi yüzde 90 oranında malul de olsa, kendi ücreti üzerinden bu miktarda bir tazminat alamaz. Alıyorsa nedeni şudur: Başkasının bakımına muhtaç olmuştur, bakıcı giderleri, asgari ücret üzerinden hesaplanır; dava çok uzun sürmüştür, mutlaka yasal faiz bu rakamın içindedir. Yüzde 80-90 oranında malul olan, kalan ömrünü başkasının bakımına muhtaç olarak sürdürmek zorunda olan bir işçinin mağduriyetini, ödenen paranın karşıladığını kabul etmek olanklı değildir. Bireysel iş hukukunun getirdiği koruma da bu kadar olur. Sadece Türkiye’de değil, Fransa’yı da inceledim, orada da farklı değil. Bütün bu karamsar tabloyu değiştirecek olan nedir? Önümüzdeki dönemi nasıl görüyorsunuz? Benim öngörüm, sendikacıların görmek istemediği, iç hukuku, yasaları sendikal mevzuatın önündeki engelleri işçiler tanımayacaklar. Başka bir hukuki meşruiyet ekseninde sahneye çıkacaklar diye düşü-
nüyorum. Fiilen çözecekler. Bunun örnekleri var. Adını vermeden söyleyeyim, umarım başaracaklar. 900 işçinin çalıştığı bir işyerinde, sendika yok, yetki yok, işverenle toplu pazarlık aşamasındalar ve sonuçlandırmaya yakınlar. Kendi seçtikleri temsilciler aracılığıyla, ama arklarında o işyerinin bulunduğu kasabanın kasabından bakkalına kadar herkes arkalarında. Bu toplu pazarlığa yasal değil diyebilirler, hukuki değil diyemezler. Uluslararası hukuk buna uygun. Toplu pazarlığın tarafı mutlaka sendika olması gerekmiyor. Sistem kendi sınırlarına geldi dayandı. Türkiye’de hangi sektör hızlı büyüyorsa, tersaneler, inşaat, madencilik orada iş cinayetleri ile karşılaşıyorsunuz. Çünkü iş gücü piyasasını parçalayan, bu parçalanma üzerinden işçileri güvensizleştiren sistemi yaratan işverenler, bu duruma seyirci kalan hatta teşvik edende 1980 den beri ülkeyi yöneten siyasal iktidarlardır. Bugün iktidar olan AKP hükümeti de o siyasal iktidarın yaptıklarını daha pervasızca yapan, onlardan daha başarılı bir şekilde güvencesiz sistemi kurumsallaştıran bir iktidardır. Torba Yasayla birlikte maden işçilerine asgari ücretin iki katı verilmesine karar verildiğinde işverenler ne dedi? Bize ne veriyorsunuz ki? Bizim kârımız işçilik üzerinden. Bunu elimizden alırsanız olmaz diyerek işçi çıkartarak, tekrar pazarlığa oturdular. Yine son Torba Yasa’da kamudaki taşeronların ödenmeyen kıdem tazminatlarını, kullanmadığı yıllık izinleri, vermediği ücretleri ben üstleniyorum dedi. Peki, o zaman işi neden taşerona veriyorsun? Bunun tek bir yanıtı var, sendikalaşmayı engellemek, ucuz işçiliği sabitlemek, yürüyebildiği kadar yürümek. Tüm bunlara itiraz, kamudan da özel sektörden de artık geliyor. Bunun zamanını söylemek falcılık olur ama bu işin olmazsa olmazı siyasal alan. Siyasal alan olmadığı sürece, mücadeleyi bir hatta dönüştürecek bir güç yok. Siyasal alan ise, ne yazık ki, benim en karamsar olduğum alan. Çok sağlıklı işlemiyor. Sosyalist sol çok parçalı; çocukluk hastalıklarından kurtulmuş değil, bunu bir yana bırakacak olursak, gerçekten sosyal demokrat bir siyasi parti bile yok. Sendikal alanda ise en azından sorunlar daha net görünüyor. Kendi siyasal örgütlenmesini yaratabilir mi, bir şey diyemeyeceğim. Sadece kalıcı çözüm siyasal alanda olacaktır diyebilirim. Yunus ÖZTÜRK
4
İşçilerin Sesi
Aralık 2014/33
“Fıtrat”ımız farklı değil: Ezenler ve ezilenler var!
Kadına yönelik erkek şiddeti, kadın ve erkek arasındaki yaşanan eşitsizlikten doğar. Erkekler kadınların beden, emek ve kimliklerini denetlemek, iktidarlarını korumak ya da güçlendirmek için şiddet uygularlar.
C
umhurbaşkanı Erdoğan, Temmuz 2010’da kadınla erkeğin hiçbir şekilde eşit olamayacağını söylemişti. Bu söyleme 25 Kasımdan bir gün önce yine “kadın-erkek arasında fıtrat” farkına vurgu yaparak devam etti. Erdoğan Türkiye’nin de imza attığı birçok uluslararası sözleşmede yer alan toplumsal cinsiyet eşitliği hedefine karşı çıkmakla kalmıyor, “eşit değilsiniz” dedikçe kadınların öldürülmesine kapı aralayarak suç ortaklığı yapıyor. Nerdeyse her gün bir kadın cinayeti duyduğumuz, kadın cinayetlerinin yüzde 1400 arttığı bir ülkede, “fıtrat” demek, kadın-erkek farklıdır demek, farklı olanın cezalandırılmasını ve hatta öldürülmesini meşru kılıyor. Kadın cinayetlerinin vahim boyutlara gelmesinin sorumlularından biri, göstermelik yasalarıyla kadını değil aileyi korumayı önceleyen, tecavüzde rıza arayan, mahkemelerde “haksız tahrik” indirimi ile kadın cinayetlerini teşvik eden, kadınlara tecavüz fetvası çıkararak İŞİD’e destek veren, “fıtrat” diye direten AKP iktidarıdır, yetkili sözcüleridir. Erdoğan “fıtrat” derken toplumsal cinsiyet rollerini doğal hale getiriyor yani değişmeyecek katı kurallar halinde sunuyor. Bu kurallar nedir?
Kadınların evlenmesi, ev işi yapması, çocuk doğurması, çocuk ve yaşlı bakımını tek başına yapması, üstlenmesi. Kadınlar eğer çalışacaksa da ancak kendilerine göre olan işlerde çalışabilir. “Kadınsı” işlerde, tercihen yarı zamanlı, esnek ve güvencesiz. Kadına yönelik erkek şiddeti, kadın ve erkek arasındaki fiili olarak yaşanan eşitsizlikten doğar. Erkekler kadınların beden, emek ve kimliklerini denetlemek, iktidarlarını korumak
ya da güçlendirmek için şiddet uygularlar. Şiddetin çeşitli türleri ve farklı seviyeleri olsa da özünde aynıdır. Bazen bir tokat hafife alınır. Ancak kadınların başına gelenler açıkça gösteriyor ki, bazen bir tokat, bir aşağılama, bazen “onlarla görüşmeni istemiyorum” la başlayan şiddet cinayetle son bulabiliyor. Dünya Ekonomik Forumu’nun Cinsiyet Eşitsizliği Raporuna göre 142 ülke arasında en sonlarda, 125.
sırada olan Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu söylemiyle cinsiyet eşitliğini sağlamak konusunda bir politika uygulamayacağını Cumhurbaşkanı’nın ağzından beyan etmiş oldu. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde günde üç kadın öldürülürken eşitlik olmadan hatta kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık yapılmadan gerçek adaletin mümkün olmadığını görmek gerek. Banu PAKER
Cinsiyet eşitsizliği artıyor...
K
üresel cinsiyet eşitliği raporunun değerlendirilmesinde kadınların, erkeklere göre işgücüne katılımlarından, eşit işe karşılık aldıkları ücrete, iş yerlerindeki yönetici pozisyonunda çalışabilme ihtimallerinden, profesyonel ya da teknik eğitim gerektiren mesleklerde hangi oranda çalıştıklarına, eğitim durumlarından, siyasette yer almalarına kadar çok çeşitli veriler inceleniyor ve tüm bu veriler ortak bir indekste sıralanıyor. Cinsiyet eşitliğini sağlamada ilk beş sırayı sırasıyla İzlanda, Finlandiya, Norveç, İsveç ve Danimarka aldı. Raporun ilk yayınlandığı yıl olan 2006’da dördüncü sırada yer alan İzlanda, 2009’da kadın-erkek eşitliğini sağlamada en başarılı ülke olarak birinci sıraya yerleşti ve altı senedir birinciliğini koruyor. Geçen sene 136’ncı sırada yer alan Körfez ülkesi Yemen ise bu yıl ekonomik katılım, fırsat eşitliğinde ve eğitimde 6, sağlık ve yaşam kategorisinde 26, siyasi katılım kategorisinde ise 7 sıra gerileyerek sonuncu sıraya yerleşti. Türkiye ise geçen sene 136 ülke ara-
sında 120. sıradayken, bu sene cinsiyet eşitsizliğinde 5 sıra daha gerileyerek 125. sırada yer aldı. Bu, son beş yılki durumun en kötüsü. Sağlık ve yaşam kategorisinde 1 tam puan tamamıyla eşitsiz sayılıyor ve Türkiye 0,953 puanla neredeyse tamamıyla eşitsizliğin görüldüğü belirlendi. Türkiye’de kadınların ekonomiye ve siyasete katılımı da hala çok düşük. Kadınların ekonomiye katılımlarına bakıldığında 142 ülke arasında 132. sırada, işgücüne katılımda ise 128. Sırada yer alıyor. . Kadınların eğitime katılımında ise Türkiye sadece 105’nci sırada yer aldı. Asya ve Pasifik ülkelerinde de durum pek parlak değil. 2006’ya göre ilerleme gösterse de Çin bu sene sağlık ve yaşam kategorisinde en düşük sırada yer alan dokuz ülkeden biri. Japonya da raporun ilk yayınlandığı yıldan itibaren cinsiyet eşitliği konusunda ilerleme gösterdi fakat özellikle siyasi katılım kategorisinde bu yıl gözle görülen bir düşüş hâkim. Kanada ve Amerika Birleşik devletleri cinsiyet eşitliği konusunda ilerleme
kaydeden ülkelerden. Rapor üç sıra ilerleyerek 2014’te 20 sıraya yerleşen ABD’nin cinsiyet eşitsizliğinin yüzde 75’ini kapattığını ortaya koyuyor. Rapora göre, kadınların siyasete katılımı özellikle bakanlık pozisyonlarında yer alması bu ilerlemeye katkı sağlayan en önemli faktörlerden biri. Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri ise Dünya Ekonomik Forumu raporun en alt sıralarında yer aldı. Raporda Kör-
fez ülkesi Kuveyt, Arap ülkeleri arasında cinsiyet eşitsizliğini kapatmak için en iyi performans gösteren ülke olarak tanımlanıyor. Listede 130’uncu sırada yer alsa da Suudi Arabistan 2006’dan beri en çok değişim gösteren beş ülke arasında. Ekonomik katılım ve fırsat eşitliği ve eğitim kategorilerinde ilerleme kaydeden Suudi Arabistan bu yılki raporda hiç kadın bakanı olmayan dört ülkeden biri. Zehra SELANİKLİ
İşçilerin Sesi
Aralık 2014/33
5
Polisin yetkisi daha da artıyor!
Ö
nce TOMA ihalesi gündeme geldi. Ardından 2 milyon yeni biber gazı kapsülü alındığını gazetelerden okuduk. Daha sonra paralı askerliğin ertelenmesine gerekçe olarak bizzat Cumhurbaşkanın ifadesiyle “olağanüstü koşullar”dan söz edildi. Şimdi de görüşmeler sonuçlanana kadar meclisin açık tutulacağı “iç güvenlik” yasası gündemde. Bütün bu haberlere, medyada yapılan son operasyon, Milli Güvenlik Kurulu’nda 11 saat süren toplantıyı eklediğimizde, hükümetin ve devlet başkanının hazırlıklarının insani, demokratik bir düzeni hedeflemediğini anlamak için üzerinde çok düşünmek gerekmiyor. Yine bütün bunlardan halkın güvenliği değil de hükümetin ve devletin güvenliğinin anlaşılması gerektiğini söylemeliyiz. İçişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun imzasını taşıyan 43 maddelik “Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu ile Bazın Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” bu nedenle polise hak ve özgürlüklerin kullanılmasını genişleten değil kısıtlayan yetkiler veriyor. Tasarı polise acele durumlarda kullanılacak yeni yetkiler tanıyor. Molotofu silah kapsamına sokuyor. Polisin aramalar için hakimden alacağı izin için kolaylıklar ve gösteri yürüyüşleri için yeni kısıtlamalar getiriliyor. Pakette ayrıca emniyet teşkilatının yapılanmasından araç kiralama şirketlerinin kayıtlarına kadar geniş alanda düzenleme getiriliyor. Yasa hakkında basından derlediklerimizin özeti şöyle: Önce arama sonra izin Tasarıya göre, elle dıştan kontrol hariç kişinin üstü ve eşyası ile aracının dışarıdan bakıldığında içerisi görünmeyen bölümlerinin aranması; İçişleri Bakanlığı’nca belirlenecek esaslar dahilinde mülki amirin görevlendireceği kolluk amirinin yazılı, acele hallerde sonradan yazıyla teyit edilmek üzere sözlü emriyle yapılabilecek. Kolluk amirinin kararı 24 saat içinde görevli hakimin onayına sunulacak. Polis, kendisinin veya başkalarının can güvenliğini tehlikeye düşürenleri, fiilleri ayrı bir suç oluşturmadığı takdirde, kişinin can güvenliğinin sağlanması bakımından koruma altına alabilecek ya da olay yerinden uzaklaştırabilecek. Polis, müşteki, mağdur veya tanık ifadelerini, ikamet ettikleri yerlerde veya işyerlerinde de alabilecek. Etkisiz kılacak ölçüde silah kullanma izni Polis, kendisine veya başkalarına, işyerlerine, konutlara, kamu binala-
rına, okullara, yurtlara, ibadethanelere, araçlara, kişilerin tek tek veya toplu halde bulunduğu açık veya kapalı alanlara molotof, patlayıcı, yanıcı, yakıcı, boğucu, yaralayıcı ve benzeri silahlarla saldıran veya saldırıya teşebbüs edenlere karşı, saldırıyı etkisiz kılmak amacıyla ve etkisiz kılacak ölçüde silah kullanabilecek.
amblem, işaret taşıyarak veya bunları üzerinde bulunduran üniformayı andırır giysiler giyerek katılanlar; kanunların suç saydığı afiş, pankart, döviz, resim, levha, araç, gereçler taşıyarak, bu nitelikte sloganlar söyleyerek veya ses cihazlarıyla yayınlayarak katılanlar 6 aydan 3 yıla kadar hapis cezası alacak.
Boyalı su Yasadışı toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin dağıtılmasında, gerektiğinde boyalı su kullanılabilecek.
Yüzleri kapatmak suç Kimliklerini gizlemek için yüzlerini tamamen veya kısmen bez vesair unsurlarla örterek toplantı ve gösteri yürüyüşüne katılmak suç kapsamına alınıyor. Yüzünü tamamen veya kısmen kapatanlara, 3 yıldan 5 yıla kadar hapis cezası uygulanacak. Bu suçu işleyenlerin cebir ve şiddete başvurmaları ya da her türlü silah, molotof ve benzeri patlayıcı, yakıcı ya da yaralayıcı maddeler bulundurmaları veya kullanmaları halinde verilecek cezanın alt sınırı 4 yıldan az olamayacak.
Hakim onayı için bir 24 saat daha Hakim kararı veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Emniyet Genel Müdürü veya İstihbarat Dairesi Başkanının yazılı emriyle, telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin tespit edilip, dinlenip, sinyal bilgileri değerlendirilirken; gecikmesinde sakınca bulunan hallerde verilen yazılı emir, artık 24 saat yerine 48 saat içinde yetkili ve görevli hakimin onayına sunulacak. Molotof suç kapsamında Toplantı veya gösteri yürüyüşlerinde, havai fişek, molotof ve benzeri el yapımı patlayıcılar, demir bilye, sapan bulundurulması ve taşınması yasak olan maddeler kapsamında alınacak. Toplumsal olaylarda ceza artırımı Toplumsal olaylarda bulundurulması ve taşınması yasak olan suç aletlerini taşıyanlara verilecek cezalar artırılacak. Bunları taşıyanlar, 2 yıl 6 aydan 4 yıla kadar hapis cezasına çarptırılacak. Slogana da ceza Yasadışı örgüt ve topluluklara ait
Bonzai de kapsamda Tasarıyla, sentetik uyuşturucu maddelere yönelik cezai yaptırımın daha caydırıcı hale getirilmesi için sentetik kannabinoidler (bonzai) ve türevi uyuşturucu maddeler de Türk Ceza Kanunu kapsamına alınıyor. Bu maddelere yönelik ceza yarı oranında artırılıyor. Kullanmak için uyuşturucu veya uyarıcı madde satın alan, kabul eden veya bulunduran ya da uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanan kişi, 2 yıldan 5 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılacak. Bu hükme aykırı hareket edenlere, bu fiilleri; okul, yurt, hastane veya ibadethane gibi tedavi, eğitim ve sosyal amaçla toplu bulunulan yerlerde veya bu yerlere mülki amir tarafından belirlenecek mesafe içerisinde kalan alanlarda işlemeleri halinde verilecek ceza yarı oranında artırılacak.
Gösteri yürüyüşünü şiddet eylemine dönüştürmek Toplumda infial yaratan; öldürme, kasten yaralama, cinsel saldırı, çocukların cinsel istismarı, fuhuş, hırsızlık, yağma, uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti gibi suçlarda, suçüstü halleriyle sınırlı olmak kaydıyla kişi hakkında, mülki amirlerce belirlenecek kolluk amirlerince 24 saate kadar gözaltına alma kararı verilebilecek. Tutuklu yargılama uzuyor Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkını, şiddet eylemine ya da terör örgütlerinin propagandasına dönüştüren, vatandaşların can ve mal emniyetini, kamu düzenini tehlikeye sokanların da tutuklu yargılanabilmelerinin önü açılıyor. Suçüstü halleriyle sınırlı olmak kaydıyla şiddet olaylarının yaygınlaşarak kamu düzeninin ciddi şekilde bozulmasına yol açabilecek toplumsal olaylarda ve toplu olarak işlenen suçlarda ise bu süre 48 saate kadar çıkabilecek. Gözaltına alma nedeninin ortadan kalkması halinde veya işlemlerin tamamlanması üzerine derhal ve en geç bu sürelerin sonunda Cumhuriyet savcısına yapılan işlemler hakkında bilgi verilerek, talimatı doğrultusunda hareket edilecek. Kişi en geç 48 saat, toplu olarak işlenen suçlarda 4 gün içinde hakim önüne çıkarılacak. Şiddet olaylarının yaygınlaşarak kamu düzeninin ciddi şekilde bozulmasına yol açabilecek toplumsal olaylara yönelik alınan karar ve önlemlere aykırı davrananlara, 3 aydan 1 yıla kadar hapis cezası verilecek. Şiddet olaylarının yaygınlaşarak kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması durumunu ilde vali; birden çok ili kapsıyorsa İçişleri Bakanı tespit edecek. İS HABER
6
İşçilerin Sesi
Aralık 2014/33
‘Xaşiya dale, pay ra nevindeno’ (*) Bugünkü iktidar, bir öncekinin devamı olmanın da ötesinde, belirgin biçimde Sünni-Hanefi mezhebinin devlet eliyle dayatmasına destek oluyor.
H
ükümetin Dersim açılımı üç başlıkta özetlenebilir: 1. Müze açma 2. Ziyaretgahların yollarının yaptırılması 3. Tunceli Üniversitesi’nin ismini değiştirmek. Bunların ‘Alevi açılımı’yla ilgisi yok. Alevilerin talepleri açık: İnanç özgürlüğü; zorunlu olan tüm Sünni-Hanefi dayatmalara son verilmesi: Zorunlu din derslerinin, diyanet işlerinin, Sünni-Hanefi ibadet yerlerinin (Cami) ve din adamlarına (İmam) ayrılan bütçeye son verilmesi, Cem evlerinin ibadethane sayılması, kimliklerinde ve sosyal yaşamlarında inançlarının adıyla (Alevi) anılmak gibi bir dizi talepleri var. Bugünkü iktidar, bir öncekinin devamı olmanın da ötesinde, belirgin biçimde Sünni-Hanefi mezhebinin devlet eliyle dayatmasına destek oluyor. Devletin din ile tanımlanması, cumhurbaşkanı başta olmak üzere başbakan ve hükümet temsilcilerinin dillerinden düşmeyen dini söylem, “fıtrat” gibi, dini analiz ve açıklama yollarının bilimin ve hukukun yerine geçmesi gibi uygulamalarla karşı karşıyayız. Alevi açılımı söylemi oy alma kaygısıyla yapılmış olamaz; AKP Alevi
toplumundan oy alamayacağını biliyor. Ancak, Dersim ziyareti ve dillere dolandırılan Alevi açılımı gürültüsünün çıkartılma sebebi, AKP hükümetinin Özgür Suriye Ordusu’nun Sünni-İslamcı kanatlarıyla; El Nusra, IŞİD gibi çetelerle dolaylı ya da doğrudan kurduğu ilişkinin açığa çıktığı koşullarda, imaj düzeltmesinden başka bir şey değil. AKP’nin fıtratında Aleviliğe yer yok: çünkü onlar Aleviliği bir sapkınlık, dinden çıkma, dinsizlik olarak görmekte, Alevi inancının kendini ifade etmesini mümkün olduğunca engellemek istiyorlar. AKP-MHP Dersim üzerinden yürüttükleri polemiğin sonucunda Devlet Bahçeli büyük iddialarla Dersim’e gitti. Vadettiği hiç bir toplantıyı gerçekleştiremeyerek, şehir merkezine uzak olan valilik binasının önünde polislere ve il dışından gelen küçük bir grup partiliye seslendi. Buradaki konuşmada Seyit Rıza’ya öfkesini yeniden kustu. Burjuva politikacıları Dersim halkının acıları üzerinden siyaset yapmayı sürdürdükçe Alevi toplumunun öfkesini daha da artıracaklardır. Can ATEŞ (*) ‘Boş çuval ayakta durmaz!’
MHP ziyareti
Zorunlu din dersi, Yeni Türkiye’nin eğitim politikasıdır!
H
er Pazar saat 14.00’de Pir Sultan Abdal Derneği, Kadıköy Altıyol Boğa Heykeli’nin bulunduğu alanda, oturma eylemi yaparak zorunlu din dersinin kaldırılması talebini gündende tutuyor. 16 Kasım Pazar günü yapılan oturma eyleminde basın açıklamasını derneğin Ataşehir Şubesi adına Metin Arslan yaptı. Zorunlu din dersinin kaldırılması talebiyle dayanışma amacıyla, basın açıklaması metnini paylaşıyoruz. 12 yıllık AKP iktidarı, devletin bütün iktidar alanlarında egemen olmanın peşinde. Seçimlerde aldığı oy desteğiyle parlamentoda, parlamentodaki gücüyle hakimler ve savcılar üzerinde, üniversilerde; hükümet olma yetkisini kullanarak emniyette, valiler ve idari yapıda, müteaahit sermayesiyle, ihalelerle, yolsuzluklarla yarattığı büyük sermaye çevreleriyle “Yeni Türkiye”yi inşa ediyorlar. Bu nedenle AKP, ne MHP ne de diğer sağcı ve İslamcı partilere benziyor. Tayyip Erdoğan’ın Yeni Türkiye’si, madenlerde, inşaatlarda bazen yüzer yüzer, bazen onar onar ölen işçilerin kanı üzerine yükselirken, özellikle eğitim alanında, bu yeni Türkiye’nin ihtiyaçlarına göre adımlar atılıyor. AKP iktidarının uygulamaya koy-
duğu 4+4+4 eğitim yasası, türban serbestliği, İmam Hatip Okullarına yönlendirme Yeni Türkiye’nin “dindar gençliği”ni yaratmak için. Zorunlu Din Dersleri ise, yılların kanatılan yarasıdır ve Yeni Türkiye hedefiyle uyumludur. Bu yüzden, şimdilik sadece Alevi örgütlerinin mücadelesiyle görünür olan zorunlu din derslerine itiraz, Davutoğlu-Erdoğan rejiminin yaratmak istediği taşeron cumhuriyetine, Yeni Türkiye otoriterleşmesine karşı koymak isteyen her yurttaşın, demokratik örgüt ve partinin temel mücadele alanlarından biri olmalıdır. Bizler, bu derslerde sadece Alevilik inancının, kültürünün eksik ve yanlış dile getirilmesiyle sınırlı bir itiraz yükseltmiyoruz. Aynı zamanda, Davutoğlu-Erdoğan otoriterleşmesine itirazımızı ifade ediyoruz, demokratik, laik Türkiye’yi savunuyoruz. Türbanın, başörtüsünün ortaokul ve liselere kadar inmesiyle birlikte “Tesettür Seferberliği Platformu” gibi cihatçı ve kadınların başını zorunlu olarak örtmek isteyen muhafazakar İslamcı hareketlerin, Hizbullahçı, IŞİD’çi siyasetlerin kitleler arasında faaliyet yapmalarına AKP hükümeti zemin yaratıyor. Kadınların ve kız öğrencilerin başlarını kapatma yönündeki gerici
girişimler, AKP hükümetinin politikalarından güç alıyor. Kızların eğitim kurumlarında “başı açık” olmasını ifade eden yönetmeliklerin kaldırılmasını istiyorlar. AKP hükümetinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına rağmen, zorunlu din dersleri uygulamasını savunan siyaseti devam ederken, Başbakan Davutoğlu, başta Alevi toplumunu ve demokrasi güçlerini aptal yerine koyarak zorunlu din derslerine “en çok Alevi çocuklarının” ihtiyacı olduğunu söyleyebiliyor. Ya da eğer bu dersler olmaz ise, İslamın yanlış öğrenileceğini söylüyor, bizi Hizbullah ve IŞİD gibi radikal İslamcı hareketlerle tehdit ediyor. Oysa ki, toplumu muhafazakarlaştıran ve İslamcılaştıran AKP hükümetinin politikalarıdır ve radikal İslamcı örgütler AKP’nin fideliklerinde yetişmektedir. 12 yıllık AKP iktidarı döneminde yüzlerce şeriat propagandası yapan radyo, televizyon kanalı açılmadı mı? Ticari kanal diye kurulup gerici fikirlerin yayılmasına izin verilmedi mi? İslamcı gazete ve dergilerin hızla artan sayıları AKP hükümetleri döneminde artmadı mı? Onlarca cemaatin açtığı kuran kursları, din yayma dernekleri, AKP hükümeti döneminde sayıca patlama yapmadı mı?
Başörtüsünün okullarda yaygınlaştırılması, üç çocuk doğurmayı teşvik, okulların dönüşümü sırasında İmam Hatiplere öncelik verilmesi, puanı yetmeyen öğrencilerin İmam Hatiplere yönlendirilmesi AKP hükümetleri döneminde olmadı mı? Her mahallede birden çok kurulan sübyan mektepleri, hem Diyanet İşleri Başkanlığından hem de Milli Eğitim’den destek almıyor mu? Okuma çağına gelmeyen çocuklarımıza din eğitim dayatılmıyor mu? Toplumun muhafazakarlaşmasının sonucunda hergün beş kadın erkek cinayetlerine kurban gitmiyor mu? Uzatmayalım: İş cinayetleri, taşeronlaşma, toplumun muhafazakarlaştırılması, devletin otoriterleşmesi... İşte AKP’nin Yeni Türkiyesi budur. Demokratik Alevi örgütleri olarak zorunlu din derslerine itiraz etmemizin sebebi, sadece tek bir mezhebin dayatılması politikası değildir, Yeni Türkiye olarak dayatılan ırkçı, cinsiyetçi, işçi ölümlerine dayalı, muhafazakar ve otoriter bir Türkiye’ye olan itirazdır; demokratik, laik, özgürlükçü bir Türkiye’nin savunulmasıdır. Mücadelemizin anlamı ve önemi tam buradadır. Özgürlükleri, demokrasiyi ve laik yaşamı savunanları birlikte mücadeleİS HABER ye çağırıyoruz!
İşçilerin Sesi
Aralık 2014/33
7
5’inci Genel Kurul’un gündeminde HDK yoktu, HDP vardı...
A
nkara’da 15-16 Kasım günlerinde yapılan genel kurulun gündeminde Kongrenin kendisinden çok, HDP ve Kobane yer aldı. Kongre sürecinin HDP’nin kurulmasıyla birlikte itibarsızlaştığı koşullarda, 5’inci genel kurul da gündemine Kongre’yi almayarak, bu projenin başarılı olması için yeni bir enerji ortaya koymamış oldu. Oysa ki, Kongre öncesinde yapılan açıklamalar, bu genel kurul ile birlikte HDK sürecine yeniden hız verileceği yönündeydi. Ama bu olmadı. “HDK’yle barışa, özgürlüğe, yeni yaşama yolculuk” şiarıyla gerçekleşen, Halkların Demokratik Kongresi (HDK), 5. Genel Kurulu’na katılım çok zayıftı. İş cinayetlerinde yaşamını yitiren işçiler, Kobanê direnişinde can verenler ve devrim şehitleri için saygı duruşuyla başladı, Seyit Rıza ve Dersim katliamında yaşamını yitirenler anıldı. Siyasal ve toplumsal alan ayrımı Kongrede ilk olarak konuşan HDK Eş Sözcüsü Ertuğrul Kürkçü oldu. “Moral veren ve heyecan” yaratmayı amaçlayan uzun konuşmasında, doğrudan AKP hükümetini hedef aldı. Kürkçü “Erdoğan-Davutoğlu hükümetinin Türkiye’de tesis etmeye çalıştığı tek parti diktatörlüğüne karşı en önemli hareket merkezi ve mücadele üssü HDK olmak zorundadır” dedi. “İnanırsak , istersek yaparız” tarzındaki konuşmasında, dolaylı olarak HDK’nın önünüe koyduğu görevleri (yerel meclisler vb.) yerine getirmediğini, buna karşılık seçimlerden başarılı bir şekilde çıktığını ifade etti. Siyasi mücadele olarak seçimleri (HDP’yi), toplumsal mücadele olarak da Kobene eylemelerini öne çıkarmış oldu. Böylece en yetkili ağızlardan birisi olarak, “siyasal ve toplumsal alan”; örgütsel ifadesiyle HDP ve HDK iyi ayrı süreç olarak ifade edilmiş oldu. Diğer Eş Sözcü Sebahat Tuncel de, benzer bir siyasi içerekte konuşmasını yaptı. “AKP’nin tek alternatifi HDK ve onun zemininde büyüyen HDP’dir. Bu nedenle HDP’ye saldırıyorlar. Ama korkunun ecele faydası yok” diye ajitasyon diliyle konuştu. Eş sözcülerinin uzun açılış konuşmasını ardından HDK, HDP bileşenlerinin temsilcileri, ÖDP ve KESK Genel Başkanları, siyasi parti temsilcileri, Genel Kurulu selamlayan konuşmalar yaptılar. Hazırlıksız bir genel kurul 5’inci Genel Kurula hazırlıksız gidildi. Bunun bir örneği de, Genel Meclise bölgelerden gelecek delegelerin belirlenmemiş olmasıdır. Bu eksiği kapatmak için Divan, bir ara kara alarak “bölgelerin kendi içlerinde toplanarak, bu
delegeleri belirlemesini” istedi. Bu ara çözüm kongre salonunu boşalmasına ve bölgelerden gelenlerin saatlerce delege belirleme tartışmalarına (pazarlıklarına mı demek daha doğru, bilemedim) neden oldu. Genel kurul raporlarını okuyanlar ve delegeler, boş koltuklara konuşarak birinci günü kapattılar. Toplumsal alan faaliyeti olmayan bir rapor HDK Yürütme Kurulu tarafından önceden dağıtılan faaliyet raporu, HDK’nın mevcut durumu ve önündeki süreçle ilgili bilgi veriyordu. Toplumsal alanın örgütü olarak sunulan HDK’nın faaliyet raporunda sadece Kürt sorunu ve cumhurbaşkanı seçimi yer aldı. HDK’nın basın açıklamaları, Rojava ve Kobane ile olan dayanışma eylemlerin öne çıkarıyordu. Toplumsal alan bağlamında belki en önemli yan, “iş cinayetleri ve sömürüye karşı mücadele” başlığı altında yapılan değerlendirmeyle, iş cinayetleri, taşeron çalışma ve “işçi sağlığı ve iş güvenliği” konularında Emek Komisyon’nun bir çalışma takvimi ve eylemeleri planlayacağının belirtilmesiydi. Dikket edin eylem yok, sadece planlama var! EMEP-HDP çekişmesi Genel Kurulun ikinci gününde, HDK-HDP ilişkisi ve HDK’nin örgütlenmesi üzerine tartışmalar yapıldı. HDK’nin yerel ayakları olması planlanan meclis örgütlenmelerinin kağıt üzeriden kaldığı genel olarak kabul edildi. Delegeler, HDK’nın bir mücadele merkezi olabilmesi için yerel ayaklara ihtiyaç duyduğunu ifade ettiler. Ancak mevcut Meclis örgütlenmesinin, yerellerdeki mücadeleci unsurları bir araya getiren değil, aha çok HDK içinde yer alan parti ve oluşumların temsilcilerinin toplandığı meclislere dönüştüğü eleştirisi yapıldı.
Yanlış yerden, doğru eleştiri Genel Kurulda, muhalefet rolünü EMEP oynadı. BDP’li milletvekillerinin, HDK ve HDP siyasi bileşinlerine emrivaki yaparak, HDP’ye katılmalarına tepki olarak EMEP, HDP’den ayrılmış ve kendisini HDK içinde konumlandırmıştı. Genel Kurulda söz alan EMEP’liller, HDK ve HDP’nin aynılaştırılmasını eleştirdiler. Kürt siyasal hareketinin kendi ihtiyaç ve örgütlenme modelini HDK’ye dayattığını, HDP’nin de son genel kurulunda bu yönde şekillendirildiğinden şikayet ettiler. Eleştiri esas olarak doğru da olsa, bunu EMEP’in yapması tutarlı değil. EMEP’in siyaset yapma tarzının son derece grup çıkarları merkezinde her kesimle yapabilme esnekliğine sahip olduğu hem HDK ve HDP sürecinde hem de kamu emekçileri sendikasının yönetim ve delege belirlenme süreçlerinde defalarca açığa çıkmıştır. Dolayısıyla EMEP HDP’ye ilk katılan ve katılmayı öneren partidir; bugün dışında durmuş olmas da... EMEP’in HDP’den ayrılmasının esas nedeni, tutarlı bir politikanın takipçi olması değil, BDP’nin HDP içinde siyasal ağırlık oluşturmasıdır. Sözcüler ısrarla değişmedi Tüzük değişikliği ve karar önergeleri tekliflerinin değerlendirilmesinin ardından, HDK Eş Sözcülüğüne bir kez daha Ertuğrul Kürkçü ve Sebahat Tuncel seçilirken, 121 kişilik genel meclis üyeleri de oy birliğiyle belirlendi. Özeleştiri, pratikte olmalı Sonuç bildirisinde özeleştiri yapılarak, HDK’nın başaramadığı görevleri dikkate alarak, kendi iç yapısını yenilemeyi ve mücadeleleri yükseltmek için yeni toplumsal örgütlenmeleri ortaya çıkartmayı amaçladığı ifade ediliyor. HDK 5. Genel Kurulu sonuç bildirisinde; “HDK, yeni mücadele dönemin-
de, kendisini toplumsal mücadeleler içinde yeniden kuracaktır. Bu amaçla, barış mücadelesinin toplumsallaşması ve yerelleşmesinde; işçilerin amansız sömürüye ve son örnekleri Soma, Torunlar ve Ermenek olan iş cinayetlerine karşı mücadelelerinde; Alevilerin hak arayışlarında; Gezi’den başlayan ve Yırca, Validebağ, Fatsa gibi pek çok yerde doğanın ve toprağın kapitalist talanına karşı süren direnişlerde; kadın ve LGBTİ’lerin erkek şiddetine karşı başkaldırılarında; inanç özgürlüğü ve laik eğitim mücadelelerinde; vicdani red hakkı kullanımında yer alarak, HDK’yi bu toplumsal güçlerin ortak zemini kılma çabası içinde olacaktır.” denildi. Daha önce de birçok sözler verilmişti, asıl önemli olan pratikte sözlerin tutulması. İşçilerin Sesi neden HDK’da? HDK’da yer alıyoruz, HDP içinde yer almıyoruz. HDP, siyasal alanda kendisini demokrasi programıyla sınırlıyor ve esas olarak Kürt sorununu merkezine alarak hareket ediyor. HDK’da yer alıyoruz, çünkü hem bağımsız siyasal kimliğimizi koruyoruz, hem de işçi sınfıyla Kürt halkının birleşik mücadelesinin olanaklarını arıyoruz. Kürt halkıyla dayanışma, demokratik taleplerine destek, karşılıklı güven kazanma sürecini Kongre zemininde yaşamak mümkün. HDK içinde ise, kendimizi gücümüzle orantılı olarak, Emek Komisyonu ve Meclislerinde yer alabiliyoruz. Son Genel Kurul’un ardından HDK’nın yeni bir umut olma, yeni bir seçenek oluşturma potansiyelinin işaretleri ortaya çıkmadı. Pratik adımların atılması yönünde yeterince ağırlıklı sonuç çıkmadı. HDK, HDP’nin gerisinde kalan konumunu aşacak bir enreji ortaya koyamadı. Oysaki, ihtiyacı duyulan işçi sınıfıyla Kürt halkının birleşik mücadelesidir. Ufuk DEMİRCİ
8
İşçilerin Sesi
Aralık 2014/33
Maden işçilerinin ölümünde, hükümette sorumlu! İşçilerin vatanı olmadığı gibi, yaşadıkları dünyadaki kar hırsına bürünmüş aşırı üretim ve esnek, kuralsız çalıştırma yüzünden yaşamları kurban ediliyor
S
oma faciasının üzerinden bir yıl geçmeden 28 Ekim’de Konya Karaman’a bağlı Ermenek’te 18 madenci iş cinayetine kurban gitti. Bu yazı yazıldığı sırada madencilerden sadece 10’una ulaşılmış, 8’ine ulaşılamamıştı. Ermenek’te 18 işçiye ulaşılmaya çalışıldığı sırada, bir başka kömür havzasında işçilerin ölüm haberi geldi. Bartın Amasra’da yaşamını yitiren bu kez Çin’li taşeron ve yabancı işçilerdi. İşçilerin vatanı yoktur. İşçiler yaşamlarını sürdürebilmek için hangi ülkenin vatandaşı olduğu değil, nerede karnını doyurabildiği önemli ve esastır. İşçilerin vatanı olmadığı gibi, yaşadıkları dünyadaki kar hırsına bürünmüş aşırı üretim ve esnek, kuralsız çalıştırma yüzünden yaşamları kurban ediliyor. AKP hükümetinin madenleri kendi yandaşlarına peşkeş çekmesinden bu yana, maden ocaklarının sahipleri o kadar pervazsız çalışma koşullarını işçilere dayatıyor ki, Tayyip Erdoğan’ın dilinde maden işçisinin ölümü, olağan hale geliyor; işin fıtratından sayılıyor. Türkiye’de işçilerin sahipsiz oluşu, yaşamlarının hiçbir kıymeti olmadığı gibi bir kanaat oluşturuyor olmalı ki, maden şirketlerinin patronları, hükümetin sağladığı esnek ve kuralsız çalışma koşullarından faydalanarak, sorumsuzca can yakmaya devam ediyorlar.
Hükümet nasıl ki dün Soma’da bildik gereksiz açıklamalarda bulunduysa, bugün de Ermenek’te bildik açıklamalar yaparak üzerindeki sorumluluktan sıyrılabileceğini düşünüyor. Oysa ki, Anayasa’da ve yasalarda iş bulmak, insanca yaşamak, çalışmak ve iş güvenliğinden siyasi iktidar sorumludur. Nasıl bir madende mühendis işyeri müdürü sorumluysa, tüm madenlerden ve işyerlerinden de Çalışma Bakanlığı ve siyasi olarak da AKP hükümeti sorumludur. Kaza anında mühendisi, işyeri müdürünü tutuklayan savcılar, onları bu biçimde çalışmayı sürdürmesine izin veren Bakanlığı ve hükümeti es geçiyor. Oysa ki, cinayetten onlar da sorumludur. Hükümet kimin hükümeti olduğunu açık seçik beyan etti Ermenek’teki cinayette Çalışma Bakanı Faruk Çelik “50 işveren bize baskı yapıyor” açıklaması bu sistemin nasıl işlediği ve hükümetin de bu süreçten habersiz olmadığının itirafı oldu. Bakan, sonradan kıvırmaya çalışsa da bir defa söz ağızdan ok gibi çıktı. Evet, AKP hükümeti bölgedeki madenlerin fiziki yapısı işçilerin çalışmasına uygun olmadığını ama bölgedeki patronların baskısına karşı gelmeyerek Soma’da 301, Ermenek’te 18 madenciyi kasten öldürmekten sorumludur. Hem istifası hem de tutuklanan diğer sorumluların yanına konması geB. UMUT CAN rekir.
Madenler, işçi d kamu tarafında
M
anisa’nın Soma ilçesinde, 301 madencinin hayatını kaybettiği Eynez bölgesindeki ocak ile Atabacası ocağından toplam 2 bin 800 işçi kış ortasında işten çıkarıldı. Şirket madencilerin cep telefonlarına “kısa mesajla” bugün itibariyle işlerine son verildiğini bildirdi. Kısa mesajla işten çıkartma yeni değil: 2012 yılının 29 Mayıs günü, 305 THY işçisinin işine de benzer bir mesajla son verilmişti.
Soma’da ne olmuştu? 13 Mayıs’ta Soma Kömür İşletmeleri A.Ş.’ye bağlı Eynez bölgesindeki maden ocağında meydana gelen iş cinayetinde 301 işçi hayatını kaybetmişti. Bu kazanın ardından şirkete ait, biri olayın yaşandığı ocak olmak üzere üç maden işletmesi kapatıldı. Bunlardan Işıklar Maden Ocağı daha sonra müfettişlerin olumlu rapor vermesi üzerine açıldı. Kapatılan maden ocağının işçileri ise, madende alınacak önlemlerin biran önce alınarak işbaşı yapmayı beklemeye başladılar. İşçilerin bu bekleyişi uzadıkça uzadı. Torba Yasa bahane oldu Soma faciasının üstünü “şehit” edebiyatıyla kapatamayan hükümet, el çabukluğu ile (vaatlerinin de çoğunu içinde yer almadığı) Torba Yasa çıkarttı. Bu yasada işgüvenliğine dair ciddi önlemlerden çok, zaten çok düşük olan asgari ücretin, maden işçilereni çift verilmesi türünden; kan parası sayabileceğimiz düzelemeler yapıldı. Çift maaş uygulamasına patronlar
derhal tepki verdiler. Önce Zonguldak-Bartın havzalarındaki patronlar, iş sözleşmelerini yenilemedi ve 5 bine yakın işçi, işten çıkartılmış oldu. Şimdi de Soma şirketi “maaş ödeyemez haldeyim, tazminatları da devlet ödesin” diyerek işin içinden çıkmaya çalışıyor. Patronlar şunu diyor: Biz bu koşullarda çalışmayız. İşçileri işsizlikle thdit edip, eski çalışma koşullarına dönmenin yollarını arıyorlar. Kaymakam, sendikacılar patronlardan yana Soma Kaymakamı ve esnafın öncülüğünde geçtiğimiz ay içinde hem So-
Metal işçisi adil bir ücret
M
etal işçileri (üç ayrı sendika) ile patronlar (tek örgüt MESS) arasında devam eden 2014 yılı toplu sözleşme görüşmeleri, uyuşmazlık aşamasını da tamamlamış bulunuyor. Birleşik Metal-İş tarafından konuya ilişkin yapılan açıklamada, 26 Kasım itibariyle yapılan 2014 dönemi grup toplu sözleşme görüşmelerinde uyuşmazlık safhasında görüşmelerde anlaşmaya varılamadığı belirtildi. Herhangi bir gün belirlemeden toplantı bitirildi. Yine bugün Ankara’da resmi arabulucu başkanlığında yapılan toplantıda da taraflar uyuşmazlık konularında ilerleme sağlayamadı. Taraflar, arabulucu sürecinin 6 işgünü uzatılması konusunda bir talepte bulunmadılar. Bu da aradaki farkın kapanacak gibi olmadığının bir ifadesi. Arabulucu konu ile ilgili raporunu 15 günlük yasal süresinin bitiminde Bakanlığa gönderecek. Arabulucu raporunun sendikalara ulaşmasının ardından 60 gün içinde grev mümkün olacak. Birleşik Metal-İş ile MESS arasında uyuşmazlık konusu olan konular şunlar: Sosyal yardımlar, vergi sebebiyle ücret kayıplarının giderilmesi, ikramiyelerin yılda 4’e tamamlanması, ikramiye hakedişlerin istirihat sebebiyle kesilmemesi, işyerleri arasında ücret dengesizliğinin işçi lehine düzeltil-
İşçilerin Sesi
Aralık 2014/33
denetiminde an işletilsin !
ma’da hem de Ankara’da düzenlenen kimi etkinliklerde işçilere “madenler açılsın, biz yine çalışalım” dedirtildi. Türkiye Maden-İş Sendikası da bir bildiri yayınlayarak, “işimizi istiyoruz” kampanyası yaptı. Kaymakamlığın, bazı esnaf çevrelerinin ve Türkiye Maden-İş Sendikasının amacı, işçilerin zor durumundan patronlar için çıkar sağlamaktan başka birşey değil. Maden işletmelerinin patronlarını kollayan bu eylemler işçiler arasından pek destek bulmadı, dolayısıyla da etkili olmadı. Olmadı, çünkü Ermenek dahil Bartın’da maden işçilerinin ölümleri devam etti.
Ölümün seçeneği olur mu? Patronların işçilere teklifi şu anlama geliyor: İster, iş güvenliği olmadan çalışın ya da işsiz kalın! Her ikisinin de sonunda ölüm var. Oysaki, her durumda işçinin kaybettiği bir seçenekler sisteminin kendisini reddederek bir “acil çözüm” bulmak mümkündür. Bu da özel şirketlere işletmesi devredilen madenlerin “işçi denetiminde” Türkiye Kömür İşletmelerine devredilerek yeniden işletilmeleridir. Böylece işçiler işgüvenliği önlemlerini uygulatabilir ve işlerine geri dönme olanağını bulabilirler. Seyfi ADALI
ve adil bir işgünü istiyor! mesi, yüzdelik zamların yol açtığı ücretler arası farklılığın giderilmesi için, düzeltme yapılması vb. Sürecin bundan sonraki aşamasında işçilerein taleplerini daha güçlü ifade etmesi gerekiyor. Birleşik Metal-İş üyeleri, uyuşmazlık döneminde vardiya değişimlerinde işyerlerinde çeşitli eylemler yaparak, patronları adil bir ücret ve işgünü için sözleşmeyi imzalamaya zoryladılar. Geçmiş yıllarda olduğu gibi, metal işçilerini toplu sözleşmelerinde sermayenin işçiler arasında bölünme yaratma kozunu kullanacağı çok açık. Bu bakımdan da en çok işçiyi temsil eden Türk Metal sendikasının süreçte alacağı tavır belirleyeci olmakta. Türk Metal, geçen defa “bayram” bahanesinin ardına sığınarak, bayramdan önce toplusözleşmeyi imzalamıştı. Bu dönem hangi bahaneyle hareket edecek bilmiyoruz. Ancak her bahane, Türk Metal’in işçiler nezdinde itibarını yerle bir ediyor. İşçilerin sendika değiştirme seçenekleri ise, sermaye, yargı ve Türk Metal eliyle boşa çıkartılmak üzere hareket ediliyor. Nitekim, Bursa’da bulunan ve 5 bin 400 işçinin çalıştığı BOSCH firmasında işçilerin DİSK’e geçmesi, yargı eliyle boşa çıkartılmıştı. Bu durumda fiili mücadele hem sermayeye hem de işçilere ihanet eden sendika yönetimlerine karşı olmak durumunda. İS HABER
Yatağan işçisi kararlı: Özelleştirmeye geçit yok! Bu hesap devletten de şirketten de sorulacak. Polis şiddeti ile eğer buraya gelmeyi kalkarlarsa bundan sonra olabilecekleri kendileri düşünsün...
M
uğla Yatağan Termik Santralı’nı işgal eden işçiler, özelleştirmenin daha önce yaşanan örneklerden görüldüğü gibi, iş yerinde baskı, hakların gasbı, düşük ücret ve işsizlik olduğunu belirterek özelleştirmeye izin vermeyeceklerini ifade ettiler. Muğla’da Yatağan Termik Santralı’nda işçilerin işgal eylemi 2 gündür sürüyor. Zorunlu haller dışında santralden ayrılmayan işçiler vardiyalar halinde üretimi de devam ettiriyor. Vardiya saati gelen işçiler santralde üretimi sürdürürken diğer işçiler santralın nizamiye kapısında nöbet tutuyor. 2000’de Müsaade Etmedik, Şimdi de Etmeyeceğiz İşgal eylemini sürdüren işçilerden biri de Yatağan Termik Santralı’na 16 yılını veren Harun Bircan. “Türkiye için Yatağan Termik Santralı altın yumurtlayan tavuk. Sürekli kâr ediyor. Böyle bir kurumun özelleştirilmesinin tek sebebi olabilir. Yandaşlara rant sağlamak” diye konuşan Bircan, “AKP Yatağan Termik Santralı özelleşirse, işçilere, Yatağan’ın ekonomisine ne olacağını umursadığı yok. Daha önce yaşanan özelleşitrmelerin sonunda ne olduğunu çok iyi biliyoruz. Özelleştirilen yerlerdeki işçilerin akıbetleri ortada… Özelleştirilen yerlerde işçilerin hakları gasp edildi, işyerlerinde baskı uygulandı sonunda düşük ücretle çalışmaya ya da işsizliğe mahkum bırakıldılar. 2000 yılında da burayı özelleştirmeye çalıştılar o zaman 2 senelik işçiydim. Direndik müsaade etmedik.
O zaman koalisyon vardı şimdi daha güçlü bir hükümet var karşımızda ama yine müsaade etmeyeceğiz” dedi. Bircan Soma’daki maden işçileri ne de şu şekilde mesaj gönderdi: “Dirensinler. Direnenler kazanır. Az da olsa yine de hak elde ederler.” AKP Yandaşları Adına Var Yatağan Termik Santralı’nın 17 yıllık usta işçisi Mehmet Menteş ise, “Talebimiz net. Özelleştirme iptal edilsin. Bize özelleştirmenin olumlu yönleri diye bir şey yok. Bu laflara inanmayız. Gördük özelleştirilen yerleri işçiler işsizlik korkusuyla çalışıyorlar, en ufak durumda tazminatsız işten atılıyorlar. Bir tane yer yok özelleştirilip de işyerinde baskı olmasın, güvencesizlik olmasın, işten çıkarılma olmasın. AKP hükümeti 12 yıldan bu yana yandşları adına var. Halkı adına yok. Burası özelleşirse başımıza ne geleceğini çok iyi biliyoruz. Soma’daki işçilerin durumuna benzer haller… Cumhurbaşkanı ‘Ben padişahım istediğimi yaparım’ diyor. Biz bunca işçiyiz burada biz de yaptırmayız diyoruz” diye konuştu. İsmini vermek isteyemeyen bir işçi ise 8 seneden beri çalıştığını belirterek, “KPSS puanıyla girmiştim buraya, özelleştirmeyle iptal oldu. 2 çocuğum var nasıl bakacağım? Yarın öbürgün jandarma, polis gelecek taş attı diye ceza yazacaklar. Taş atmayayım da ne yapayım öyle tırnaklarımla kazıyarak aldığım şeyi vereyim mi?”diye sordu. Burak ÖZ / direnemek.org
9
10
İşçilerin Sesi
Aralık 2014/33
“İş Güvenliği Eylem Planı” aldatmacası AKP hükümeti oniki yıllık iktidarı boyunca yapılan teftişlerin kağıt üzerinde olduğunu kabul etmiş oluyor. Bu durumda iş cinayetlerinde ölen 14 bin beşyüz işçinin hesabını kim verecek?
E
rmenek’te yaşanan ve 18 işçinin öldüğü iş cinayetinden sonra, hükümet iş güvenliğiyle ilgili ve bir kısmı da var olan fakat uygulanmayan önlemler, taslak sundu. Başbakan Davutoğlu’nun iş güvenliği ile ilgili basına yaptığı açıklamada: Çalışma kültürüyle ilgili bir zihniyet değişimi (işçiler ve işveren tarafından) bu sağlanamazsa iş kazası yine olabilir, diyor Davutoğlu. Önce şunu açığa kavuşturalım: iş güvenliğinin zihniyet değişimi ile hiç ilgisi yok hele işçilerle hiç yok. Bu konuda asıl sorumlu hükümet yetkilileri olup patronlara yaptırım uygulamadığı sürece, işçi ölümlerinin önüne geçmek mümkün değil. Kaldı ki işçilerin tümü çalıştıkları koşullarda başlarına gelecekleri bildikleri halde çalışmaya devam etmelerinin nedeni cahilliklerinden değil, itiraz etseler işten çıkarılma korkusu, örgütlenmek veya sokağa çıkmak istediklerinde devlet şiddetiyle karşı karşıya kalmaları. Yaşama haklarının elinden alındığını bilerek çalışmak zorunda kalmaları. Ödül ve ceza yaptımı uygulaması başlayacak. Kişisel donanım koruyucu ekipmanlar standartlara uygun olacak. Çok tehlikeli iş kapsamında olan işyerinde üç yıl boyunca işveren bütün tedbirleri almış ve ölümlü
iş kazası olmamışsa işsizlik pirimini yüzde iki değil yüzde birlik dilimden ödeyecek. Ölümlü iş kazası olmuşsa ceza uygulaması gelecek ve yüzde üç ödeyecek işverenin kusurlu bulunması halinde 2 yıl boyunca kamu ihalelerinden men edilecek, bu kamu ihale sitesinden duyurulacak, bir tür sicil olacak. Bu koşulların gerçekleşmesi için işverenin mahkemece kusurlu bulunması gerekli. Genelde işveren kusurlu bulunmuyor, işçilerin dikkatsiz çalıştığı veya mühendis, müdür gibi aslında onların da işçi olduğu, verilen talimatlara göre çalışan bir grup cezalandırılıyor. Yani asıl güvenlik tedbirlerini savsaklayan işveren aklanıyor. Üstelik işsizlik primi 50’den az işçi çalıştıran işletmelerde işverene ağır bir yük getirmez yani hiçbir şey ifade etmez. Prim meselesi hükümetin işverene ne kadar hoşgörülü sempatik davrandığının bir kanıtıdır. Yapı denetim firmalarının, inşaatlarda şantiye şefinin, madenlerde sorumlu mühendislerin iş güvenliği sertifikası olacak ve ayrıca iş güvenliği uzmanları da çalışacak. Sertifikanın işçilerin yaşam hakkını tek başına koruması ne kadar mümkün? Çalışılan ortamda alelacele katılsın katılmasın işverenin kendini kurtarmak için sertifika dağıttığını biliyoruz. Yılda bir olan acil durum tatbikatlarının 6 ayda bir
yapılması, acil çıkışlarda fosforlu hayat hattının kurulmasını zorunlu kılıyor. İşçilere çip takılarak nerede olduklarını görüntüleyen bir sistem öngörülüyor. Sadece madenlerdeki şikayetleri değerlendirmek için “ALO 170” hattı kurulması, kömür madenleriyle ilgili özel bir yasal mevzuata ihtiyaç olduğu belirtiliyor. Patronlar ve AKP hükümeti iş güvenliğini sigorta şirketine yıkarak işçi ölümlerinin sorumluluğunu üzerlerinden atmak istiyor. Rödevans sistemi Madenler başta olmak üzere birçok işletmede uygulanan rödevans sistemine gelince özel sektörde olmayacak ancak kamu kurumlarında devam edecek. Bir kere rödevans yapılmışsa iş başkasına devredilmeyecek ve rödevans süresi en az 15 yıl olacak. Rödevans kelime anlamı bakımından herhangi birşeyi kullanma karşılığında ödenen vergi. Madencilik sektöründe ise maden sahasının belli bir süre boyunca kiraya verilmesi. Firma rödevans sistemiyle madeni kiralıyor devlete belli ton üzerinden maden veya kömür vb. çıkarma taahhüdünde bulunuyor. Tıpkı inşaat sektöründe olduğu gibi kendi işçisini çalıştırmak yerine, alt taşeronlara işi dağıtıyor. Yani bir iş üzerinden üç kurum kar elde ediyor. 1990-91 bü-
yük madenci grevi özelleştirmeyi durdururken, AKP 2004 yılında çıkardığı maden kanunuyla rödevans sistemini uygulamaya geçiriyor. Taşeron çalışmanın giderek yaygınlaştığı, kar marjının sürekli arttığı rödevans sistemi işçileri hem ucuza hem canlarından olma pahasına çalıştırıyor. İşçileri köleleştiren rödevans sistemi küçük rütuşlarla düzeltilemez tamamen ortadan kaldırılmalı. Yeni tasarıda çok tehlikeli işlerde çalışan işyerlerinde hayat sigortası başlatılacak. Böylece işvereni sigorta şirketi, kamu müfettişleri ve akredite bağımsız kurumlar denetleyecek. Çalışılırken kullanılması zorunlu maskelerin bile en kullanışsızının alınması tüm ölümlere rağmen yaşam odalarının kurulmaması bir samimiyetsizlik ifadesi. Sigorta şirketlerinin maliyeti işçilere mutlaka yansıyacak ve kar amacıyla kurulmuş şirketler tazminat ödememek için bir kaçış yolu mutlaka bulacak. Sistemin çok iyi işlediğini varsaysak bile, iş hayat sigortası işçi ölümlerini durduramaz. Hükümet kendinin ve patronların sorumluluğunu üzerinden atmaya çalışıyor. Bu tasarıda işçilerin yararına hiçbir yaptırım olmadığı gibi işçileri oyalama taktiği içindeler. İşçiler ancak örgütlü mücadeleyle bu oyunları boşa çıkarabilir. Yasemin BİLA
İzmir’de ihale, belediyenin kendi şirketlerine kaldı!
İ
zmir Büyükşehir Belediyesi’nde belediye şirketlerinde çalışan binlerce çalışanı tedirgin eden hizmet alımı ihalelerine iki gün üst üste özel taşeron firmalar katılmayınca işçi rahat nefes aldı. İZENERJİ’nin tek başına teklif verdiği 4 bin 726 işçiyi kapsayan 24 Kasım yapılan ihaleden sonra bugün de 2 bin 4 işçiyi ilgilendiren hizmet ihalesine sadece belediye şirketi İZELMAN teklif verdi. Böylece, daha önce özel taşeron şirketlerin aldığı ihaleler ve işçiler arasında hayli güvencesiz kabul edilen şartlar, anakent belediyesine ait şirketlerein ihaleyi almasıyla kısmi bir rahatlama yarattı. İşçiler belediyenin kadrolu çalışanları olmasalar da, belediyenin yükümlülük aldığı taşeron şirketlerde 3 yıl çalışma güvencesine sahip oldular. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin Ekim, Kasım ve Aralık aylarını kapsayan park ve bahçe işleri çalışanların kapsayan üç aylık ihalesini taşeron firmanın kazanması üzerine bugüne kadar bu birimde çalışan bin 170 İZENERJİ çalışanının yaşadığı tedirgin günler ve eylemlerde sona gelinirken, yeni ihalelerle de heyecanlı dakikalar yaşandı. İhale dosyasını 6 firma alma-
sına karşın ihale saatine kadar sadece belediye şirketi İZELMAN teklif verdi. Yaklaşık bedeli 268 milyon 386 bin 736 TL 53 kuruş olan ihalede İZELMAN 267 milyon 627 bin 663 TL teklif verdi. Yapılacak değerlendirme sonrasında karar 15 gün içinde açıklanacak. Bürokratik bir aksilik veya evrak eksikliği olmazsa İZELMAN’ın ka-
zanacağı ihale sonrası 3 yıl süreyle çalışma koşulları sağlanmış olacak. İhale kapsamındaki iş sürese 1 Ocak 2015’te başlayacak. Gruplara göre 1 ila 3 yıl aralığındaki bir süreyi kapsayacak. Bu işçiler belediyenin körfez temizliği, mezarlıkların bakımı ve onarım işleri, teknik hizmetler, destek hizmetleri, fen işleri, temiz-
lik, bakım, altyapı, büro ve temizlik hizmetleri, yeşil alanların bakımı, sağlık hizmetleri, sosyal hizmetler, engelli hizmetleri, ulaşım, gençlik ve spor hizmetleri, basın yayın hizmetleri, sosyal hizmetler, tarım ve zirai hizmetler, kültür ve sanat faaliyetleri gibi alanlarda idari ve teknik personel olarak çalışacak. İS HABER
İşçilerin Sesi
Aralık 2014/33
11
Doğa katliamında sermaye ile onların devleti el eleydi…
7 Kasım’da Soma’nın Yılca Köyü’nde bir gecede 6000 zeytin ağacı kesildi, yerine termik santral yapılmak üzere kesildi, köylülerin tüm direnişlerine ve ağaçları koruyan kanunlara rağmen kesildi. Aynı gün, birkaç saat sonra termik santral projesine durdurma kararı çıktı. Tüm bu tesadüfler şimdi de Yırca’da köylülere ve doğaya karşı el ele vermişti…
S
oma 13 Mayıs’ta Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı en büyük maden faciasıyla gündeme oturdu. Denetlemelerin tam yapılmamasından, madendeki görünür durumda olan bir dizi aksaklığa rağmen işçilerin fazla mesai ile çalıştırılmasına, taşeronlaşmaya sayısız ihmal, 301 işçinin iş cinayetine neden oldu. Bugünlerde ise Soma’nın Yırca Köyü’nde yaşanan yeni bir katliamla yeniden gündemde. Köylülerin maden dışında kalan tek ekmek kapısını, 6000 zeytin ağacını Danıştay’ın durdurma kararına rağmen termik santral inşaatı için bir gecede kestiler. Yırca Köyü’nde neler oldu? 28 Ağustos 2012’de Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu’nun düzenlediği termik santral ihalesine giren Kolin A.Ş isimli şirket, bölgeye termik santral yapma ihalesini kazandı. 26 Aralık 2013’te Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) projenin yürütülmesi yolunda “kamu yararı” kararı verdi. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı da 13 Ocak 2014’te bu kararı onayladı. 21 Nisan 2014 tarihinde toplanan Bakanlar Kurulu, Yırca Köyü’nde Termik Santralin yapılacağı bölgeye ilişkin acele kamulaştırma kararı aldı. Oysa Bakanlar Kurulu’nun da “acele kamulaştırma” kararı hukuka uygun değildi. Acele kamulaştırma kararındaki “yurt savunması” gibi zorunlu şartların, olağanüstü durumların hiçbiri burada yoktu. Bakanlar Kurulu’nun kararının ardından zeytin ağaçlarının bulunduğu araziye ilişkin tahliye emri Hazine adına Soma İcra Müdürlüğü tarafından köylülere gönderildi, köylüler de acele kamulaştırılma sürecine karşı dava açtı. 14 Eylül’den itibaren de dava süre-
cine rağmen Kolin Şirketler Grubuna bağlı iş makineleri zeytinliklere girdi, önce zeytinliklerin çevresi tel örgü ile çevrildi sonra da köylülerin direnişlerinden dolayı ilkin daha az sayıda ağaç kesimi ile katliama başlandı. Köylüler zeytinliklerini bekliyor, direniyor, zaman zaman da jandarmadan destek istiyorlardı. Jandarmanın yeterli olmadığını gören köylüler diğer devlet kurumlarından da yardım istediler. Bu süreçte, 18 Ekim’de Manisa Valiliğinden bir açıklama geldi: “Söz konusu ağaçların feda edilmesi, Suriye’de, Irak’ta, Ukrayna’da feda edilenlere kıyasla son derece makul karşılanması gereken bir durumdur.” Valiliğin açıklaması devlet kurumlarının Kolin Şirketler Grubunu desteklediğini onaylar nitelikteydi. 21 Ekim’de zeytin toplamaya giden 80 köylü dozerlerle yaklaşık 1000 ağacın kesilmesine tepki gösterdi ve şirketin güvenlik görevlilerince dövüldü. Köylülerin ihbarı üzerine jandarma
geldi ama köylülerin ifadelerine rağmen gözaltı işlemi yapılmadı. Kolin Şirketler Grubu bir yandan köylü dövüp, bir yandan ağaç keserken Enerji Bakanı Taner Yıldız’dan şirkete destek geldi: “Ama oraya 1,3 milyar dolarlık yatırım yapacaksın, oradaki kesilecek 100-200 tane zeytin ağacı Türkiye’nin gelişmesine de mani olmaması lazım. Yatırım seçtiğiniz alana değil kömür nerede çıkıyorsa oraya geliyor.”, ayrıca zaten zeytin ağaçları iktidarları döneminde çok artmıştı, 91 milyondan 162 milyona çıkmıştı. Tüm bu desteklere rağmen hala yasalar köylülerin ve zeytin ağaçlarının yanındaydı, kanunen 3 kilometre yakınına fabrika kurulması bile mümkün olmayan bir alandı. Bu nedenle de bir destek de Çevre ve Şehircilik Bakanlığından geldi, Kolin Şirketler Grubu’nun Soma’da kurmayı planladığı termik santrale kömür temin edecek madenler ÇED’den (Çevresel Etki Değerlendirme Raporu) muaf tutuldu.
Kolin, aldığı tüm bu desteğe de dayanarak 6 Kasım günü 2 otobüs dolusu özel güvenlikle zeytinliklere girdi ve nöbet tutan köylülere gaz sıktılar, copla ve çivili sopalarla dövüp, darp ettiler. Yine jandarma geldi ve yine saldırganlara gözaltı işlemi yapılmadı. 7 Kasım günü sabahın çok erken saatlerinde dozerler termik santralin yapılacağı alana girdiler ve hasat edilmemiş, asırlık ağaçların da bulunduğu 6000 ağacı köklerinden söktüler. Mahalle sakinleri ve çevreciler, santral yapılması düşünülen bölgeye giden yolu trafiğe kapattı. Aynı gün Danıştay’ın 6. Dairesinden “acele kamulaştırma kararının iptali” yönünde kararın çıktığı duyuruldu. Bu karar bir gün önce çıksaydı ya da duyurulsaydı 6000 ağaç katledilmemiş olacaktı. Yırca Köylüleri mücadeleleriyle seslerini tüm Türkiye’ye duyurdular ve hukuki savaşlarını kazandılar. Bu kazanımın hemen ardından gelen Bülent Arınç’ın Kolin’i destekleyen, “Türkiye’de bazı bölgeler hükûmetimizin verdiği destek nedeniyle her taraf zeytin tarlası olmuştur. Dağ, taş zeytin ağaçlarıyla dolmuştur. Ama Türkiye’nin enerjiye de ihtiyacı var ” açıklamaları, mücadelenin süreceği anlamına gelmektedir. İkinci Soma katliamı bir kere daha kanunların sermaye ihtiyacına göre esnetilebileceğini, devletin güvenlik kurumlarının ve adli uygulamaların da sermaye tarafında yer alacağını açığa çıkardı. Kolin’in köylüleri dövdürdüğü güvenlik görevlileri süreç durunca işten atıldı ve onlara destek yine onlardan dayak yiyen köylülerden geldi. Bu son yaşanan da işçi sınıfının ancak kendi sınıfı ile birlikte hareket edebileceğini gösteriyor olması açısından Zehra SELANİKLİ önemlidir.
Nikel madeni her şey değil! Göçmenlere destek olalım
M
anisa’nın Turgutlu ilçesinde nikel çıkarılması için 2 milyon ağacın kesileceği büyük bir doğa katliamı planlandığı, projenin ÇED raporunun, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından 27 Ekim’de onaylandığı ortaya çıktı. 2009 yılından buyana projenin hazırlık aşamasında yaklaşık 250 bin ağaç kesildi. Çaldağ ve çevresinde yaklaşık 29.7 milyon ton nikel cevheri var. Çaldağ,
Türkiye’nin en büyük nikel rezervine sahip. ÇED raporuna ihtiyaç olmaksızın şirketlerin faaliyetlerini sürdürmesine izin veren yasa değişikliği ise, bugüne kadar devam eden madencilik çalışmalarının daha da hızlanacağını gösteriyor. Nikel madenin çıkartılması için kullanılan sülfirik asitin miktarının 15 milyon ton olacağı düşünülürse, Çaldağı ve Turgutlu’da yaşayan halkın ve doğanın büyük bir tehlike altında olduğu çok açıktır. İS HABER
S
ıcak bir yatağı olmayan, hatta sıcağı bırakalım yatağı dahi olmayan insanlar aramızda sokağımızda, mahallemizde, şehrimizde. Göz görmeyince gönül katlanırmış. Pekiyi göz görürse ne olur? Suriyeli göçmenler savaştan kaçtıkları için geldiler Türkiye’ye. Ama biz hiç iyi bir ev sahibi olamadık. Hep onları eleştirdik. Yerlerinde kalsalardı diye. Siz olsaydınız çocuklarınızla kalır mıydınız orada? Oysaki onları eleştirenlerde farklı tarihlerde,
farklı nedenlerle göç edip gelmişler bugün bulundukları yere. O zaman da kimse onları beğenmemiş hep hor görmüş. Oysa onlar da bir kat yatakla gelmişler İstanbul’a. Yemek yiyecek tabakları yokmuş. İnsanoğlu ne de çabuk unutuyor yaşadıklarını? Kapitalistlerin kar hırsları, paylaşım savaşları insanları ne hale getiriyor? Birbirimize düşman olacağımıza, daha çok dost olalım. Düşman göçmenler değil, onları göçe zorlayan emperyalist haydutlar! Çiğdem ÇİÇEK
12
İşçilerin Sesi
Aralık 2014/33
Ebola hâlâ yayılmaya devam ediyor
B
atı Afrika ülkelerinde 4 bin 500 insanın ölümüne yol açan ebola virüsü, ABD ve Avrupa’da da görülmeye başladı. Associated Press ajansı tarafından sızdırıldığı iddia edilen gizli bir raporda “Salgını engellemek için çalışan dünya sağlık örgütü (WHO) yetkililerinin neredeyse tümü başarısız oldu” ifadeleri dikkat çekiyor. Liberya, Sierra Leone ve Gine’de salgından en çok etkilenen üç ülke. Salgın bir yana, doğum gibi rutin sağlık hizmetlerinde bile yetersiz olan en yoksul Afrika ülkeleri olan Sierra Leone, Liberyaa ve Gine’de her 100.000 kişiye ikiden az doktor düşüyor. Bu ülkeler, az miktardaki musluk suyu ve yaygın olmayan sağlık koruma sistemiyle, ebolanın yayılması için verimli bir zemin oluşturuyor. İnsani kalkınma indeksine göre, 185 ülke arasında Gine 178. Sierra Leone 177. ve Liberya 174. sırada bulunuyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre, ebolanın son görüldüğü tarihten itibaren 42 günden beri yeni bir vakaya rastlanmaması durumunda bölgenin “temizlenmiş” olarak kabul edildiğini belirtiliyor. Türkiye’nin Dakar büyükelçisi Zeynep Sibel Algan, ebolanın Batı Afrika ekonomisini şu ana kadar 30 milyon dolar sekteye uğrattığını söyledi. Ebo-
la, bir an önce tedbir alınmazsa sadece Batı Afrika’yı değil, tüm ülkeleri hatta dünya ekonomisini etkileyebilecek bir felaket” ifadelerini kullandı. Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü (MSF) tarafından yapılan açıklamada ise, tıbbi personel eksikliğinin yanı sıra ebola salgınına karşı dış dünyanın çok geç harekete geçmesinin ölümleri arttırdığına dikkat çekmişti. MSF Genel Sekreteri Joanne Liu, “ebolaya verilen yanıt çok yavaş ve zayıf kaldı” diyerek, salgına yönelik aylar öncesinden yapılan uyarılarının dikkate alınmamış olmasına yönelik öfkesini dile getirmişti. Ebola Türkiye’de de paniğe neden oldu Afrika’da ortaya çıkan ebola salgınının yayılma riski nedeniyle Sağlık Bakanlığı, Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) salgın uyarısı üzerine toplanan Bakanlık Bilim Kurulu ebola virüsün teşhis ve tedavisinde görev yapması için Ankara ve İstanbul’da ikişer olmak üzere 36 ilde 45 hastane belirlendiğini açıkladı. Türkiyede şu ana kadar 6 vaka görüldü. 6’sına da sıtma teşhisi konuldu. Salgınının nedeni Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda görevli Prof. Dr. Mehmet Zencir, bu soru-
nun ekolojik ve sosyal-siyasal-kültürel nedenleri olduğunu söylüyor. Zencir, ebola salgınını tetikleyen nedenleri şöyle sıralıyor: Ormansızlaştırma politikaları, sert ve uzun süreli kuraklık, iç savaş (Sierra Leone, Liberya), yoksulluk, sağlık hizmetlerinde tahribat ve yetersizlikler, hükümete, kamu görevlilerine ve uluslararası kurumlara olan güvensizlik, salgının hafife alınması, ulusal ve uluslararası düzeyde gecikmiş ve etkin olmayan kontrol önlemleri. Salgının Gine’de ortaya çıktığı Sierra Leone ve Liberya sınırları arasında kalan bölge, bu ülkelerde uzun süredir yaşanan iç savaştan kaçan insanların yerleştiği bir kesimi oluşturuyor-
du. Ormanlık alanın yeni yerleşimler için sürekli olarak tahrip edildiği bölgede, vahşi hayvanların yaşam alanlarına müdahale edilmesinin insanlarla diğer primatlar arasındaki etkileşimi artırdığı, salgının ortaya çıkmasında bunun etkili olduğu düşünülüyor. Ekolojik dengenin bozulmasının yanı sıra ortaya çıkan ebola salgınıyla mücadele konusunda ciddi bir engel de bulunuyor. Yoksul ülkelerin salgınla mücadele etmek için ne yeterli para kaynakları ne de sağlık personeli ve ekipmanları var. Zengin büyük devletlerin yaşanan salgına müdahale etmemelerinin temel nedeni ise, bunun “kârlı” bir iş olmaması. Çiğdem ÇİÇEK
Meksika: Polis-Çete işbirliğine halkın öfkesi artıyor 43 öğrenci 26 Eylül’de Mexico City’nin 200 kilometre kadar güney batısındaki Iguala kasabası yakınlarında gösteri yapmak istemiş ve polisin müdahalesine uğramışlardı.
M
eksika’da 43 öğrencinin topluca öldürüldüğünün açığa çıkmasının ardından, yaşanan şok devam ediyor. Çoğu Meksikalı yetkililerin yaptığı açıklamaya ikna olmuyor ve hala öğrencilerin sağ bulunabileceği umudunu taşıyor. Günlerce süren protestoların yenileri Kasım ayının ortasında da devam etti. Üç farklı noktada düzenlenen protestolardan önce havaalanı yakınlarında 200 kadar maskeli eylemci polisle çatıştı. Kayıp öğrencilerden 19 yaşındaki Magdelono’nun babası Francisco Lagro “İki aydır nerede olduklarını bilmiyoruz. Hiçbir şey bilmiyoruz ve çaresiziz. Ne yapıyorlar? Nasıl koşullardalar? Yiyecekleri, içecekleri var mı, bağlı halde mi tutuluyorlar? Çok fazla sorumuz var”, dedi Son protestolara binlerce kişi katılırken, kentin ana meydanı Zocalo’da da binlerce eylemci toplandı. Yürüyüşler nedeniyle başkentte birçok iş yeri de kapalıydı. Eylemciler genel grev çağrısında bulundu. 43 öğrenci 26 Eylül’de Mexico City’nin 200 kilometre kadar güney
batısındaki Iguala kasabası yakınlarında gösteri yapmak istemiş ve polisin müdahalesine uğramışlardı. Yerel polis yetkilileri öğrencileri gözaltına aldıklarını ve daha sonra bölgede faaliyet gösteren Guerreros Unidos (Birleşik Savaşçılar) adlı uyuşturucu çetesi mensuplarına verdiklerini itiraf etti. Başsavcı Murillo Karam yakalanan çete üyelerinin de öğrencileri öldürüp yaktıklarını itiraf ettiğini açıkladı.
Çete üyelerinin, yanmış cesetleri çöplük olarak kullanılan bir suya attıklarını ve şu anda kendisi de tutuklu olan çete liderine de öğrencileri hasım çeteye mensup olduklarını düşünerek öldürdüklerini söyledikleri kaydediliyor. Çöplükte yapılan aramada plastik torbalara doldurulmuş yanık ceset kalıntıları bulunmuştu. ‘İstikrarı bozma’ suçlaması Olayın meydana geldiği Iguala’nin
Belediye Başkanı Jose Luis Abarca da polise öğrencilere müdahale emri verdiği gerekçesiyle tutuklu. Guerrero eyaletinin valisi Angel Aguirre geçen ay öğrencilerin bulunamamasıyla oluşan baskılar sonucu istifa etmek zorunda kalmıştı. Meksika Cumhurbaşkanı Enrique Pena Nieto bazı eylemcileri “istikrarı bozmaya çalışmakla” suçladı. Yorumcular, eylemlerin Nieto’nın iki yıllık iktidarında karşılaştığı en büyük sorun olduğunu söylüyor. Meksika özellikle uyuşturucu kaçakçılığının önlenemediği ve ABD ile uzun kara sınırı sebebiyle de yoksulların çetelerin tuzağına kolayca düşebildiği bir ülke. Son on yıl içinde Meksika’da 100 binden fazla kişi öldü, 27 bin kişi de kayboldu. 43 öğrencinin gözalıtana alınıp daha sonra çetelere teslim edilmesi ise, polis-uyuşturucu mafyası ilişkisinin ne kadar sıkı olduğunu gösteriyor. Adaletin olmadığını ve halkın öfkesinin siyasa iktidarı tedirgin ettiğini Meksika’da yoksullar geleceklerine sahip çıkmanın bir yolunu mutlaka bulmak zorunda. Aksi halde çocuklarını ve kendilerinin gelecekleri olmaİS HABER yacak.
İşçilerin Sesi
Aralık 2014/33
13
ABD: Polis cinayetine tepki yeniden yoksulları öfkelendirdi...
Silahsız gencin ölümüyle ilgili ‘adalet’ talep eden göstericiler sokaklara dökülürken, polis protestolara gazla müdahale etti. Mahkeme yargılamaya gerek görmedi ancak katil polis istifa etmek zorunda kaldı.
A
BD’nin Ferguson kasabasında 18 yaşındaki siyah genci vuran polisin aklanmasının ardından çıkan olaylarda 61 kişi gözaltına alındı. Missouri eyaletinin Ferguson kasabasında 9 Ağustos günü silahsız siyah genç Michael Brown’ı öldüren polisin jüri tarafından aklanmasına tepkiler büyüyor. Silahsız gencin ölümüyle ilgili ‘adalet’ talep eden göstericiler sokaklara dökülürken, polis protestolara gazla müdahale etti. Ferguson Emniyeti olaylarda 61 kişinin gözaltına alındığını açıkladı. Göstericiler ‘Kundaklama, kanunsuz gösteri, yağma ve kamu malına zarar verme’ gibi suçlamalarla gözaltına alındı. Bir yerel polis yetkilisi “muhtemelen Ağustos ayındaki en şiddetli olaylardan bile daha kötüsünü” yaşadıklarını söyledi. Fergusonlu göstericiler Michael Brown’ı vuran polisin aklandığı jüri binasının önünde protesto çağrısı yaparken kasabada okullar salı günü için tatil edildi. St Louis mahallesinde yoğunlaşan olaylarda bölge emniyet müdürü Jon Belmar’ın açıklamalarına göre, dün geceki olaylarda 12 bina ateşe verildi, en az 150 el ateş edildi. Polis müdürü John Belmar pazartesi gecesi çıkan olayların siyah genç vurulduktan sonra düzenlenen gösterilerden daha şiddetli olduğunu vurguladı. Ayrıca New York, Chicago,
Seattle , Los Angeles, Oakland ve Washington’da da gösteriler düzenlendi. Beyaz polisin siyah genci vurmasıyla ilgili jüri kararı ise tartışılıyor. Soruşturma Savcısı Bob McCullogh’un babası da bir polis ve siyah biri tarafından öldürülmüş. Fergusonlular McCullogh’un ‘adil bir soruşturma’ yürütemeyeceği görüşünde. McCullogh, jürinin oy birliğiyle mi yoksa oy çokluğuyla mı polisi akladığına dair bilgi vermedi.
İtalya: Kapitalizmin adaleti!
1
9 Kasım’da İtalya’da Torino şehrinde bir üst mahkeme, Eternit davasından yargılanan İsviçreli Stephan Schmidheiny’i suçsuz buldu. Kurban yakınlarına ödenecek tazminatı da iptal etti. İtalya’da bulunan dört fabrikasının yaydığı amyanttan dolayı 3 bin çalışanının ölümüne neden olmakla suçlanan Schmidheiny böylece beraat etmiş oldu. Eternit’in sahibi, kurban yakınlarına ödemesine karar verilen 90 milyon avroyu da ödemekten kurtuldu. Eternit isimli İsviçre-Belçika menşeili şirket İtalya’da 1906 yılından beri faaliyetteydi. Fabrika 1986 yılında iflas nedeniyle kapanmıştı. Hakimler çevre felaketinin kapanışla beraber sona erdiğine, ölüm ve hastalıkların onun uzantısı olarak yaşandığına hükmettiler. Çatı malzemeleri üreten Eternit
hakkında görülen davada 256 kişinin kansere yakalanarak ölümlerine neden oldukları gerekçesiyle mahkeme, 2012 yılında Schmidheiny ile Belçikalı Baron Louis de Cartier’yi 16 yıla mahkum etmişti. Ancak Torino’daki üst mahkemenin kararı, Eternit yöneticilerinin kanserojen maddeler kullandıklarını bilmelerine karşın, 256 kişinin kanser nedeniyle can vermesini görmezden geldiğini gösteriyor. İşte bu skandal kararın gazete başlıklarına düştüğü İtalya’da başbakan Matteo Renzi, önce sendikaları hedef alarak tepki ve öfke yaratan bir açıklama yaptı: “Siz grevi bahane ediyorsunuz ben iş olanağı yaratıyorum” dedi. Renzi’nin bu sözlerine karşılık olarak Parma ve Bologna’da başbakan protesto edildi. Sendikalar ise 12 Aralıkta İtalya’nın genel greve gideceği duyurdu. İS HABER
Brown nasıl vuruldu? Michael Brown ve arkadaşı Dorian Johnson 9 Ağustos günü sokakta yürüyorlardı. Arkalarından gelen polis memuru Darren Wilson iki arkadaştan trafiği engelledikleri gerekçesiyle kaldırıma geçmelerini istedi. Görgü tanıkları ikilinin polis aracına yaklaşıp ve Wilson’la tartıştıklarını, ardından da polisin silahını ateşlediğini anlatıyor. Silah sesinin ardından Brown ve Dorian Johnson farklı yönlere kaçtı. Polis memuru
takip ettiği Brown’a silahla altı kez ateş etti. Bu noktadan sonra tanık ifadeleri değişiyor. Polisin ellerini havaya kaldırmasını emrettiği Brown’ın bu emre uyduğunu söyleyen ifadeler var. Wilson’ın polisin üzerine yürüdüğü iddiası da var. Ferguson polisi olaydan sonra siyah gencin hırsızlık yaptığını gösteren güvenlik kamerası görüntülerini yayınladı. Ancak polis memurunun, Brown’ın hırsızlık yaptığından haberi olmadığı ortaya çıktı. İS HABER
14
İşçilerin Sesi
Aralık 2014/33
Şişecam işçisi sendikaya kırgın patrona ise çok öfkeli
Ş
işecam fabrikalarında Haziran ayşında 5 bin 800 işçi greve çıkmış, grev hükümetçe ertelenmiş, ardından ise, işçilerin (az farkla da olsa) referandumda hayır oyu kullanmasına rağmen sendika genel merkezi sözleşmeyi imzalamıştı. İşçi iradesine rağmen imzalanan sözleşme, patronun saldırıları için aradığı fırsatı vermiş oldu. Peşinden de saldırılar başladı. Sendikanın yayınladığı basın açıklamasından öğrediğimiz kadarıyla, saldırılardan bazıları şunlardır: • Görevi sona eren Gebze Şube Başkanı Orhan Koç toplu iş sözleşmesinin açık hükmüne rağmen işe almadı. Şube başkanını işten attığını duyurdu. • Grevi kırmak için görevlendirmek istediği kapsam dışı 10 işçi, “ben grevdeki işçinin işini yapmam” dediği ve hukuka, akla ve vicdana uygun davrandığı için işten çıkarıldı. Yine kapsam dışındaki 12 işçi aynı gerekçe ile istekleri dışında emekliliğe sevk edildi. • İşveren aynı hasmane tutumu grev sırasında da sergilemiş, Tamer Balcı ve İsmail Çalışkan adlı işçiler işten atılmıştı. Grev sırasında işten atılan işçiler hâlâ işlerine geri döndürülmedi. • Bilecik’te kurulu Camiş Maden-
cilik işyerinde çalışan 118 işçinin sendikaya üye olmasının hemen ardından Şişecam 8 işçiyi işten attı. İşveren Bakanlık tarafından sendikaya verilen toplu iş sözleşmesi yapma yetkisine itiraz etti. • İşçi sağlığı ve iş güvenliği amacıyla takılan kameralar, amacı dışına çıkılarak işçiler üzerinde baskı ve özel hayata müdahale aracı haline getirildi. Buna karşı ortaya konulan itirazlar disiplin cezalarıyla cezalandırıldı. • Şişecam işvereni, kerameti kendinden menkul disiplin kurulu kararlarıyla üye ve temsilcilere işten uzaklaştırma cezaları verdi. Yönetici ve
temsilciler hakkında savcılıklara suç duyurularında bulundu. Şişecam yetkilileri bununla da yetinmedi, toplu iş sözleşmesine açıkça aykırı bir biçimde, disiplin kurulunu dahi toplamadan sendika üyelerine ihtar cezaları vermeye başladı. • Şişecam yönetimi Şişecam tarihinde ilk kez bir fabrikada, Trakya Polatlı Cam Sanayi A.Ş’de grev oylaması yoluyla işçilerin grev hakkını ellerinden almak istedi. “Greve hayır” çıkması için fabrikaya kamp kurup, tehdit, şantaj ve rüşvet yoluyla işçilerin tutumunu değiştirmeye çalıştılar. Ancak, genç cam işçileri “greve evet”
diyerek bu oyuna gelmeyeceklerini gösterdiler. • Şişecam yönetimi sendikayla arasında var olan işyerlerinde taşeron çalıştırılamayacağına ilişkin protokolü de çiğneyerek, Trakya Polatlı Cam Sanayi A.Ş’de yükleme rampasını taşerona verdi. Bütün bu detayları, sendika Genel Başkanı Bilal Çetintaş imzasıyla yayınlanan basın açıklamasından öğreniyoruz. Ancak saldırıları durdurmak için bir eylem ve mücadele çağrısı, programını bu açıklamada bulamadık. Basın açıklaması şu cümleyle bitiyor: “Şişecam bu hukuksuz ve keyfi tutum ve uygulamalarından vazgeçmezse Kristal-İş Sendikası olarak demokratik ve meşru yollarla mücadelemizi sürdüreceğimizi ilan ediyoruz”. Tamam da sıralanan birçok olay ortadayken, bunun anlamı Şişecam yönetiminin “uygulamalardan vazgeçmediği” değil de başka nedir? İşçinin iradesine rağmen sözleşmeyi imzalayan sendika genel merkezinin Şişecam patronuna karşı kavga yürütmek üzere işçilerin güvenine sahip olmadığı anlaşılıyor. Kendine olan özgüveni de yitirmiş görünüyor. Öyle olmasa, patron eylem yaparken, sendika basın açıklaması yapmaz, hukuksuzluğu durduracak eylemlerini İS HABER açıklardı.
Ülker, işçilerin sırtından büyüdü, şimdi sırtını döndü
G
eçtimiz ay 10 Ülker işçisi, “iki sendikaya üyelik” haklarını kullanarak Özgıda-İş’in yanında DİSK Gıda-İş’e üye oldular. Ülker yönetimi işçileri bir gün işte tuttu ve ikinci gün tazminatsız olarak işten çıkarttı. Ülker’den sendika değiştirdiği için atılan işçilerden biri Bilal Sakallı, 21 yıldır bu işyerinde çalışıyordu. Ülker’de aldığı net ücret bin liranın altında. “Burada işçi karnını doyurmak için mesai yapmak zorunda” diyor. Ercan Durak ise 14 yıldır Ülker’de çalışıyor. “Ben buraya girdiğimde Ülker’in 4-5 tane fabrikası vardı. Şimdi 70’in üzerinde şirketi var” diyerek, şirketin büyüme hızına dikkat çekiyor. Özcan Keleş, 5 yıl önce Ülker’de çalışmaya başlamış. İşe girmeden önce kulağında herhangi bir sorunu yokmuş, şu an yüzde 48 işitme kaybı var. Nedeni makinelerin yüksek oranda gürültüyle çalışıyor oluşu. 15 yıllık işçi olan Mustafa Çakar 50 kiloluk Şeker ve pirinç çuvallarını kaldırıp indiriyor. Bu yüzden bel ve boyun fıtığı olan Çakar, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde psikolojik tedavi de görüyor. Murat Topal çalışma ortamından söz ederken “yarım saat yemek molası var,
yemek mi yiyelim, çay mı içelim, tuvalet ihtiyacımızı mı karşılayalım?” diye soruyor; sürenin 10 dakikasının sırada geçtiğini anlatıyor. İşçiler bir ayı geçen bir süreden beri fabrikanın önüne kurdukları çadırda direniyorlar. DİSK’e üye olan başka işçiler de var ancak kapıda direniş olduğu için onları şimdilik işten çıkartmıyorlar. İşten çıkartılan işçilerden bazıları ise, direnişe katılmıyorlar. Toplam 13 işçi çıkartılmış durumda. İşe iade davaları açılan işçiler, işe geri dönmek istiyorlar. Ülker’de DİSK örgütlüydü 12 Eylül öncesinde DİSK Gıda-İş’in örgütlü olduğu işyerinde ciddi mücadeleler ve grevler yaşanmıştı. 12 Eylül askeri darbesi, DİSK’in faaliyetlerini durdurdu. DİSK üyesi sendikacılar ve işçiler, Türk-İş yerine o tarihlerde çok küçük bir sendika olan Özgıda-İş’e geçmeyi tercih ettiler. Böylece sendika üzerinde etkili olabileceklerini düşündüler. Nitekim Özgıda-İş Genel Sekreteri Mustafa Paçal, hem DİSK’li sendika şube yöneticiydi hem de eski Türkiye Komünist Partisi çevresindendi. Mustafa Paçal gibi eski DİSK’liler Özgıda-İş’i kendi yanlarına çekemediler ama zaman içinde ve özellikle AKP döneminde hepsi
birer “sol liberal”, AKP’ci oldular. Büyüyen sermaye Ülker şirketi, sadece yönetim ve patron düzeyinde değil, bizzat işyerinde çalışan işçilerin seçiminde de ölçü mezhebi, inancı oluyor. İşçiler, belirli cemaatlerden seçilerek işe alınıyor. Ülker, görkemli camisi ve binlerce çalışanıyla birlikte adı gibi “yıldız”ı yükselen bir şirket. Nitekim, yurtdışından kökleri 184 yıl öncesine dayanan İngiliz bisküvi devi United Biscuits’i 3 milyar dolara satın aldı. Yorumcular, Türkiye tarihinin en
büyük yabancı şirket satın alma işlemi olduğunu söylüyor. Ülker işçilerinden küçük bir grubun ortaya koyduğu tavır, Ülker işçisi arasında henüz bir yayılma göstermese de, işçilerin durumları üzerine düşünmelerini sağlayan önemli bir özgüven örneği sayılır. Yıllarını vermiş bir grup işçinin şirkete yönelik içerden eleştirileri, İslami esaslarla işleyen bir fabrikada çalışma koşullarının hiçbir vicdana, adalet duygusuna ve hakkaniyete dayanmadığı göstermiştir. Bu bile başlı başına değerlidir ve işçiler bu bakımdan davalarında kazanmış sayılırlar. Seyfi ADALI
İşçilerin Sesi
Aralık 2014/33
15
THY yönetimi çalışanları daralttı! Sendika, kooperatifçiliğe başladı Hava iş kanununun olmaması ve ısrarla çıkartılmamış oluşu, sivil havacılık çalışanlarının başka kabusudur.
T
ürk Hava Yolları’nda çalışma şartlarınnda her geçen gün daha çok hukuksuzluk, daha çok angarya hakim oluyor. 2012 yılında 305 işçinin işten atılması, 2013’te işçinin destek vermediği grev uygulaması ve sendika kongresine yönelit işveren baskısını artırmış, kongreye delegelerin gitmesi engellenerek, işverenin kendisine yakın bir listenin kazanmasını sağlamıştı. Bu süreç, sendikanın da kayıtsız kaldığı bir dizi yeni saldırıya yol açıyor. Toplu sözleşme ihlal ediliyor. Kabine nöbet agaryası Üç tür nöbet var: Alan nöbeti, ¬ev nöbeti ve otel nöbeti. ¬Alan ve ev nöbeti daha önce de vardı. Alan nöbetinde uçuşa hazır biçimde alana gelinir, alanda nöbet tutulur ve ücreti ödenirdi. Ev nöbeti 8 saat içinde sizi göreve çağırma hakkı tanıyordu. Yeni olan otel nöbetinde ise, alana yakın bir otelde (Wow Otel), aynı odayı 3 vardiya olarak kullanarak kalınıyor ve çalışanlara hiçbir ücret ödenmiyor. Bu nöbet mesaiden sayılmadığı için, son dakikaya kadar uçuş verilebiliyor. Uçuş çıkarsa ücret ödeniyor, çıkmazsa ücret yok. Dolayısıyla yol parası da yok. Kabus gibi... Kanun yok, güvence de... Hava iş kanununun olmaması ve ıs-
rarla çıkartılmamış oluşu, sivil havacılık çalışanlarının bir başka kabusudur. Azami uçuş saati haddi gibi sınırlamalar uluslararası yasalarca belirlense de, ne ücret, ne kıdem tazminatı, yıllık izin gibi haklara sahipler; sayıları onbinlerle ifade edilen uçucu çalışan “borçlar kanunu” ilişkisine dayalı iş sözleşmeleriyle çalışıyorlar. İşe iade davası bile açamıyorlar. Hava taşımacılığında hizmet verenler, korunmasız bir durumdalar. Tek istisna işçilerin sendikalı olduğu THY’dir. Sendika üyeliği sayesinde iş kanunu uygulansa da, iş koluna dair özel bir yasanın olmayışı, iş güvenliği riskini pilotların sırtına yıkıyor. THY işvereni karşısında korumasız bırakıyor.
Teknikte işler karma karışık 17 Aralık’ta Teknik AŞ’nin işkoluda dair davanın yeni bir duruşması olacak. Bu davanın sonucunda teknisyenlerin taşımacılık işkolunda mı metal işkolunda mı olacağı kesinleşecek. Hatırlanacağı gibi, THY, HABOM adıyla ayarı bir şirket kurmuş ve bu işyerini metal işkoluna uygun biçimde düzenlemiş, Hak-İş’e bağlı Çelik-İş bu işyerinde yetki almıştı. Ocak ayında HABOM kapanıyor ve Teknik AŞ’ye geçiyor. Bu durumda işçilerin Hava-İş’e geçmesi gerekirken, Çelik-İş korunuyor. HABOM’dan ayrılıp Teknik AŞ’ye geçen işçilerin ise intibaklarına ilişkin belirsizlik ve ayrımcılık sürüyor.
Örneğin, HABOM’dan (Sabiha Gökçen) Teknik AŞ’ye (Atatürk Hava Limanı) geçiş yapan teknisyenlerin intibakları yapılmadığı gibi, “kısmi yetki” belgesi verilmedi. Bu belgenin Kalite Güvence Müdürlüğü mü verecek Başkanlıklar mı verecek, diyerek uygulamayı bozan yönetim, geçiş yapan teknisyenlerin ayda bin liraya yakın bir ücret kaybetmesine neden oluyor. MNG Teknik’i de satın alan THY, teknisyenler arasında üç farklı ücret ve yetki kullanarak, işçilerin bölünmesini artırıyor. Bütün bu olup bitenlere ise, sendika sessizliğini korumuş olması bir yana, onay veriyor. Sendika mı TOKİ mi? Sendika yönetimi işçilerin sorunlarıyla ilgilenmek yerine, 3. Havalimanına yakın bir yerde (yer belli değil), konut yapmak üzere (sayı da belli değil), 30 bin peşin ayda 2 bin lira taksitle 150 metrekare ev yapmak üzere yapı kooperatifi kuruyor. Kooperatifin yönetimi ise, daha önce işçilerden para toplayıp ne ev verip ne de paralarını iade eden vakfın yöneticilerinden oluşuyor. Sendika asli görevini yapmadığı gibi, işçileri daha önce dolandıran kişileri kooperatif yönetimine alarak, sonu baştan belli bir maceraya üyelerini süSerdar rüklemekten de çekinmiyor.
25 liraya çalıştırıp 265 lira prim ödetiyorlar!
Sırtımızdan kazandınız, yeterli ücret istiyoruz!
İ
İ
sparta’daki tarım işçilerini taşıyan aracın gerekenden fazla işçi almasının sonucunda devrilmesinin ardından 18 tarım işçisi hayatını kaybetti, 27 işçi yaralandı. Tarım işçilerinin güvenceleri var mı? Yeni Sosyal Sigortalar Kanunu (5510 sayılı Kanun) 01.10.2008 yılında yürürlüğe girdi. Böylece, 1984 yılından beri yürürlükte olan 2925 sayılı Tarım SSK ortadan kaldırıldı. Tamamen sigortasız-sosyal güvenlik kapsamı dışında bırakıldı. Sonradan gelen tepkiler üzerine 2011 yılında 5510 sayılı Kanun’a eklenen, ek 5 madde ile sigortaları (kendi ceplerinden ödemek kaydıyla) geri getirildi. Tarım işçilerinin sezonluk çalıştığını da düşündüğümüzde 3 aylık yaz sezonunda iş bulabiliyorlar. Elma toplamaya giden bir tarım işçisinin 25-30 lira yevmiye ile çalıştığı bir ortamda, tarım işçisinin sigorta primini kendisinin ödemesi öngörülüyor. Bunun da aylık bedeli 265 lira. İşçinin günlüğü 30 lira, 30 günün
tamamını çalışmış olsa aylığı en fazla 900 liraya denk gelecek. Eğer işçi kendisini sigortalı yapmak istiyorsa cebinden aylık 265 lira sigorta primini devlete yatırması gerekiyor. Geriye tarım işçisinin elinde kalan 635 lira. Tarım işçisi 635 lirayla yaşamını sürdüremeyeceğine göre sigortasız ve güvencesiz çalışmayı tercih edecek. Bu kanun, hükümetin işçileri nasıl güvencesizliğe ittiğinin açık bir resmi. Hiçbir sosyal güvenceye sahip olmayan ve çalıştıklarında da sigorta primlerini kendilerinin ödemesini isteyen bir sosyal devlet daha var mıdır? İşçilerin yaşamlarını zorlaştıran ve zaman zaman hayatlarına son veren üretim süreci son 35 yıldır hükümetlerin çıkartmış oldukları yasalarla güvence altına alınmıştır. Güvencesiz, esnek ve kuralsız çalışma; taşeronlaştırma, dayıbaşıların varlığı yasal güvence altındadır. Faturayı canlarıyla ödeyen işçilerdir ve aileleri de bu bedeli ölen işçinin ardından ödemeye devam etmektedir. B.UMUT CAN
şyeri büyümeye devam ediyor. İş yerinde son dönemde yeni işçi alındı. Patronun maksatı mesaileri azaltmak ise, işe giren işçinin işyerinde kalmasını sağlaması gerekir. Yeni işçi “az para çok iş”i görünce işten çıkıyor. Bir türlü işçi tutamıyorlar. Önceden cama küçük bir iş ilanı asarken şimdi kocaman ilan asıyorlar; yine de gelen işçi çıkıyor. Yeni işçilere ne soyunma dolapları var ne de kıyafet. İki kişi bir dolapta giyiniyor, üst üste dolaplarda boğuşuyoruz. Kış geldi, klimalar çalışıyor ve bölümler çok soğuk. Kışlık kıyafet yok. İncecik kıyafetlerle çalışıyoruz ne polar ne de yelek veriliyor. Çoğu işçi hasta, izin almaya gittiğinizde, patronun işi yetişsin diye izin verilmiyor. İşçi sağlığına önem verilmiyor, İş yerinde o kadar eksiklik varki, saymakla bitmiyor. Dinlenme odası yok. Kışın dışarıya da çıkamıyoruz; soyunma dolaplarına gidiyoruz orda da ne oturacak yer var ne de düzgün ısıtıcı. Koskoca yerde bir ısıtıcı var, o da ken-
dini zor ısıtıyor. Paydos mu yapıyoruz eziyet mi çekiyoruz belli değil. Yemekler berbat, geçen hafta yemek şikayeti üzerine yemek şirketinden iki kişi geldi.Ustalarla ve bazı idarecilerle toplantı yaptılar. Yemekler düzelecek denildi ama sadece menünün günü değişti, yemekler aynı! Bu sorun çözülmemişken şimdi de ne kaşık ne bardak ne de tabak yetişiyor. Yarım yamalak yıkanıp işçiye veriliyor. Patronun cebinden para çıkmasın diye nereden kar edeceğini bilmiyor. Zam ayı yaklaşıyor. Ama yine aynı söylentiler yayılmaya başladı. Mesaiye imza atmassanız üç vardiya yaparım, demeye getiriyorlar. İşçi 3 vardiyayı istemiyor. Çünkü maaşlar düşük ve mesai parası olmasa geçinemiyor. Patron bunu koz olarak kullanıp mecburi mesailere imza attırıyor. Hiçbir şeye mecbur değiliz yeterki bunu bilincinde olup bir birimize güvenip, örgütlenip hakkımızı alabiliriz; bireysellikle hak alamayız. Gül KEMERLİ
İşçilerin Sesi
Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!
Sivas: Erkek erkinin haz için doğaya hükmü!
Filimin senaryosu Aslan’ın sevgi, bağlılık, olgunlaşma hikâyesini bozkırın zorlu hayatı ile harmanlayarak anlatmakta.
S
ivas filimi genç bir yönetmen olan Kaan Müjdeci’nin ilk uzun metrajlı filmi. Filmin Türkiye’de bir anda gündeme gelmesinin nedeni “Sivas’ın” 71. Venedik Filim Festivalinde, jüri özel ödülüne layık görülmesi. Bozkırın ortasında bir köy, yoksulluk balçık gibi ayaklardan dizlere kadar çıkmış. Yoksul köyün çocukları da bu yoksunluğun içinde hızla, yaşlarına rağmen olgunlaşıyor. “Sivas” 11 yaşındaki Aslan’ın hayalleri, umutsuzlukları ve sevgisiyle olgunlaşmasının öyküsüdür. Filimin senaryosu Aslan’ın sevgi, bağlılık, olgunlaşma hikâyesini bozkırın zorlu hayatı ile harmanlayarak anlatmakta. 11 yaşındaki bir çocuk olgunlaşması, hızlı bir şekilde büyüklerin dünyasına attığı adımlarını ve çatışmalarını anlatır. Aslan, bozkır hayatının zorluklarında yetişen bir çocuktur. Okul çıkışla-
rında hayvancılıkla geçinen ailesinin sürülerini, otlatan, kendisinden yaşça büyük abisi gibi küfür etmeyi bilen, sınıfındaki Ayşe’yi tutkuyla, kıskançlıkla sevmesini öğrenmiş bir çocuktur. Hırslıdır, okuldaki kutlamalarda Pamuk Prenses olan Ayşe’nin beyaz atlı prensi olmak için çabalar. Kendisi prens olmayacaksa, Ayşe’nin de prenses olmamasını ister. Cesaretlidir. Annesi ismi gibi cesur olan oğlunu “Aslanım “ diyerek sevmektedir. Bozkırdaki zorlu hayat Aslan’ı yaşıtlarına göre daha erken olgunlaşmasına neden olmaktadır. Ama Aslan’ın hayatını tamamen değiştirip, onu abilerin, amcaların dünyasına hızlı bir şekilde girmesine neden olan ise, yaralı bir kangal köpeği olan “Sivas’la” tanışmasıyla olacaktır. Aslan abisiyle gittiği bir kangal köpek dövüşünde, ağır yaralandığı için ölüme terk edilen “Sivas” adlı köpeği terk etmez. Sivas’ın yaralarını temiz-
ler, onu ölümden kurtarır. Köpekle aralarında sevgiden bir kopmaz bağ oluşur. İyileşip sağlığına kavuşan Sivas, Aslan’ın en yakın dostu olur. Evet, Aslan köpeğin hayatını değiştirmiştir, ama en çok da Aslan’ın hayatı değişecektir bundan sonra. Bozkır’da kangal köpekleri dövüştürmek için beslenir, bu dövüşlerde para kazanılır, bozkır hayatında erkeklerin eğlencesidir. Köpekler ölümüne dövüşür, bozkır erkekleri haz alır, para kazanırlar. Aslan’ın sevgiyle, tutkuyla baktığı köpeği Sivas köyün en güçlü kangalı haline gelmiştir. Aslanın “yık oğlum dediğini” yapmak Sivas için hiçte zor olmamaktadır. Köyün erkekleri para kazanmak ve hazlarını yaşamak için Aslan’ı da Sivas’ı da bu uğurda kullanmaktan vazgeçmezler. Ta ki Aslan’ın ben Sivas’ı dövüştürmüycem karşı çıkışına kadar. Filim doğadaki egemenlik mücade-
lesinde erkek erkinin baskınlığını da suratlara vuruyor. Erkekler toplumda güç merkezi olarak kendi cinsini dayatmalarına benzer bir durum doğada da yaşanır. Erkeklerin bu ezici baskınlığı hayvanlara uygulanan şiddette de kendini göstermekte. Canan Mengül Bozkır kültüründe her hayvanın bir işlevi vardır, işlevi bittiğinde her şeyi sonu gibi onunda bir sonu olacaktır. Doğadaki bu şekilsel gerçeklilik bozkırın hayatının dilidir. Bir fino köpeği “süs” içindir, bir kangal köpeği ise güç ve dövüşmek için. 11 yaşındaki bir çocuğun, sevgiyle bağlandığı Sivas’a böyle bir gözle bakması mümkün müdür? Aslan, Sivas’la sevgiyi, bağlılığı, sorumluluğu ve büyüklerin dünyasının sevgisizlikle dolu hazlarını hızlı bir şekilde öğrenir ve aynı hızla terk eder! Sivas ona, hayattaki tüm hırsları, hazları, erkek egemenliğini, babasının, abisinin ve tüm yakınlarının doğrularını sorgulatabilmiştir.
Sentetik uyuşturucu Bonzai’yi kim üretiyor?
B
aşbakan Davutoğlu bonzaiyi bırakan gençlere devlette iş bulma sözü verdi. Hükümet açıktan sentetik uyuşturucu içen gençlerin işsizlikten, geleceğe dair bir umutları olmadığından uyuşturucu kulandıklarını kanıtlıyor. Bu açık bir itiraftır. Uyuşturucuyu bırakmanın çok zor ve bırakanların sayısının çok az olması başbakana bu öneriyi söyletti. Önemli olan gençler uyuşturucuya başlamadan bir çözüm bulmaktır. Gençler bu illetten kurtulmak istiyorlar ama bunu başaramıyorlar. Önce tedaviyi kabul ediyorlar randevu alındığın da gitmiyorlar. Amatemler her hastanede yok. Paralı olanlar da çok pahallı. Bağımlıların aileleri yada kendileri böyle bir tedavi istediğinde, devlet buna yardımcı olmalıdır. Kullanan kişiler gözaltına alındığında serbest bırakmak yerine hastanelerin amatem bölümlerine yatırılmaları gerekiyor. Sanıldığı gibi bunu sadece gençler değil çoluklu çocuklu kişiler de kul-
lanıyor. Dolayısıyla aileleri ve çocuklarıyla ilgilenemiyorlar. Bu kişilerin eşlerine ve çocuklarına ekonomik destek verilmeli. Ücretsiz sağlıktan yararlanma hakkı tanınmalıdır. Sentetik Kannobinoid (Bonzai) Psikologlar bonzai yerine sentetik kannabinoidler ya da sentetik uyuşturucular denilmesinin daha doğru olacağını söylüyorlar. Basında, televizyonlarda adı çok öne çıkıyor. Çünkü meraklı gençlerin ilgisini çekebileceğini söylüyorlar. Fiyatı ucuz olduğu için Türkiye’deki gençler arasında kullanımı hızla yayılan sentetik uyuşturucu, beyin hücrelerini öldürüyor. Sentetik cannabinoid ismi altındaki birçok maddeden oluşuyor. Tamamen kimyasal bir uyuşturucu; bir kereden bir şey olmaz düşüncesiyle kullanan gençleri bağımlı hale getiriyor. Bonzai kokainden, eroinden çok daha ağır ve tehlikeli bir maddedir, bu
zamana kadar bu sentetik uyuşturucunun içindeki maddelerin sadece dörtte biri tespit edilebilmiş. Sentetik uyuşturucu beyin hücrelerinde kısa sürede büyük hasarlara hatta ölümlere neden oluyor. Televizyonlarda her gün bu ölümlere tanık oluyoruz. İnternette son dakika haberlerin altında okuyucu yorumları var. Bu yorumlarda askerlik görevini yapanların bile yaygın bir şekilde bu uyuşturucuları kullandıklarını yazıyor. Bu çok ciddi bir durum; aileler çocuklarını devlete teslim ediyor, bağımlı olarak geliyorlar. Bilimi de kullanıyorlar Uyuşturucunun dünyanın dört bir tarafından üretildiğini görüyoruz. Sentetik uyuşturucular bir çok farklı isim ve ambalajla satılıyor. Kalitesine etkisine göre bu isimler değişmektedir. Çin menşeli olduğu söyleniyor. Aynı zamanda Avusturya, Almanya medikal ve kimya şirketleri tarafından üretildiği tespit edilmiş. Profesör Alexandros
Makriyannis (Sentetik Kannabinoidlerin Mucitlerinden) halen Northeastern Üniversitesinde görev yapmakta olan bir bio-organikkimya uzmanıdır. Uyuşturucu etken maddeleri. HU-210 isminin kaynağını, Hebrew Üniversitesinde icad olması nedeniyle başharflerinden almıştır. Üniversitelerde hocalar labaratuvarlarda buluyor, ilaç firmaları da bunları üretiyor. Bu ürünlerin satışlarının genel olarak internet üzerinden yapıldığı söyleniyor. Spice benzeri ürünlerin içeriği olan etken sentetik kannobionidler, Avrupa ülkelerinde ilk olarak 2009 yılında Avusturya ve Almanya başta olmak üzere yasaklanmış. Halen uyuşturucunun serbest olduğu ülkeler var. Kapitalist devletlerinde uyuşturucuyla mücadele etme gibi bir niyetleri yok. Bilimi, üniversiteleri, hocaları, ilaç firmalarını dahi kullanıyorlar. Uyuşturucu tüm dünyayı etkiliyor. Halklar da birleşmeli tüm bu kurumları halkın yararına kullanmalıdır. Çiğdem ÇİÇEK