34_

Page 1

Kadın Örgütleri yok sayıldı!

İstanbul Sözleşmesi olarak anılan “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” 1 Ağustos’ta yürürlüğe girdi. › 4

2014’de iş cinayetleri arttı

2014 yılında iş cinaytlerine kaza demekte ısrar edildi.Ancak 1 yılda bin 886 işçi, iş cinayetlerinde hayatına kaybetti. › 7

İşçilerin Sesi

İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır

ISSN: 2147-1568 Ocak 2015 / Sayı 34 Fiyatı: 1.5 TL

AKP kıskacında kadınlar! ■

Kadınların ne can güvenliği ne hak kazanımları bakımından iyi bir yıl geçirdiğini görebiliyoruz. 2015’e her gün beş kadının erkekler tarafından öldürüldüğü gerçeğiyle giriyoruz. Erkek şiddetine, tecavüzüne maruz kalan kadınlar ise AKP iktidarının ve ona bağlı sözde adalet sistemiyle tekrar mağdur ediliyor. › 8

■ Kürt yoksulları

sabrın sınırında!

Kürt sorunun burjuva demokratik bir şekilde çözüleceğine dair umutların ve beklentilerin yükseldiği ama bir karşılık bulamadığı bir yıl oldu. 17-25 Aralık süreciyle birlikte Cemaatle bir siyasi kavga içine giren AKP yönetimi bir yandan Ordu ile ilişkilerini düzeltirken, yeni bir “müttefik” adayı olarak Demokratik Kürt Hareketiyle ile yakınlaşmak zorunda kalmıştı. › 9

31 Aralık 2014 sayılı BirGün Gazetesi’nden alınmıştır.

■ Yatağan işçisi

446 gün direndi...

Yatağan işçilerinin yürüttüğü mücadelede gelinen aşama, özelleştirmenin kendisinin değil ama ilk aşamada işçileri etkileyecek sert sonuçlarının durdurulması, bir süre ertelenmesi düzeyinde kaldı; işçi teslim olmadığı için başarılı sayılır. Şube başkanları bir protokolle, özelleştirmeyi İş Yasalarının ve toplusözleşme sürecinin delhizlerine ertelediler. Özelleştirme durdurulamamış oldu. › 15

Özgürlük işçilerle gelecek!

AKP, YÜCE DİVAN’I GÖZE ALAMADI. “Yüce Divan’a gidilseydi sonuç değişir miydi” sorusundan çok “4 eski bakan Yüce Divan’a gitseydi itirafa başlar mıydı” sorusu iktidar için öncelikli oldu. Nitekim oylamanın 22 Aralık’tan 5 Ocak’a alınmasının nedeni AKP’nin soruya yanıt bulmakta zorlanması oldu. Başbakan Ahmet Davutoğlu “yolsuzluk yapan, kardeşim de olsa kolunu kopartırız” sözünden iki hafta içinde çark etti. › 2

HDK VE BHH BİRBİRİLERNİN EKSİKLERİNİN FARKINDA...

Karşılıklı eksikliklerin tespiti her ikisinin eksikliklerini gidermelerine yetmiyor. Birleşik mücadele için, karşılıklı olarak en fazla sayıda değme noktası aramak ve yaratmak için çalışmalıyız. Sermayenin iş cinayetleri ve sömürüsüne, AKP’nin baskıcı devlet yapısı ve siyasi muhafazakâr siyasetine karşı çakıl taşı kadar bile olsa, engel oluşturma olanağımız varsa bile, bunu değerlendirmek gerekiyor. › 10


2

İşçilerin Sesi

Biz kimiz? Ne istiyoruz? Ne için mücadele ediyoruz? n Bugün

dünyaya egemen olan anlayış, sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan ayrımcılıktan uzak yeni bir toplum olmalı; bu da komünizmdir.

n Rusya’da

1917 Ekim işçi devriminden kısa bir süre sonra, Doğu Avrupa, Çin ve Küba’da daha en başından itibaren “işçi sınıfı ve komünizm” adına yaşananlar işçi sınıfının çıkarlarından uzak, bürokratik ve yozlaşmış rejim deneyimleri olmuştur. Bu rejimlerle işçi demokrasisinin ve komünizmin doğrudan ilgisi yoktur. Komünizm işçi sınıfı ideolojisidir. Onun tarafından ve dünya seviyesinde inşa edilebilir.

n İşçilerin Sesi gazetesi, insanlığın kurtuluşu

olan komünizmi kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezme-ezilme ilişkisinden ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlar. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını savunur.

n İşçilerin Sesi

gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara, burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır.

n İşçilerin Sesi

gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız demokratik ve şeffaf olmalarını savunur. İşçileri ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişek işçi hareketi eliyle işçilerin öz örgütü haline gelmesine çalışır.

n İşçilerin Sesi

gazetesi işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Tüm işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak enternasyonalist komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir komünist enternasyonalin inşası demektir.

n İşçilerin Sesi

gazetesinin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır. Enternasyonalist komünisttir. İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi Aylık süreli siyasi yayın Tarih: Ocak 2015 l Sayı: 34 Baskı: Yön Matbaacılık, Davutpaşa Cad. Güven San. Sitesi B Blok, No 366 Topkapı İstanbul. Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi (Kemal C. Sarıoğlu) Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Çalışlar Caddesi No: 49/6 Bahçelievler / İstanbul web: iscilerinsesi.org email: iscilerinsesi@gmail.com

Ocak 2015/34

Baskı ve sömürüye barikat olalım:

Özgürlük işçilerle gelecek! AKP hükümeti, Tayyip Erdoğan’ın “ustalık dönemi” dediği, üçüncü iktidar döneminden başlayarak, giderek daha çok hissedilen siyasi İslamcı, muhafazakâr bir söylem tutturdu. Sadece dil düzeyinde değil, uygulamada da despot, baskıcı örneklere daha sık rastlıyoruz. “Yeni Türkiye” diye adlandırılan ve Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle yeni bir aşamaya geçilen bu dönemde, sıklıkla kadınlar üzerinden bir politika izleniyor; kadınların çok çocuk doğurması ve evde oturması gibi gerici, erkek egemen fikirler topluma aşılanıyor. Soma’da 301 işçinin ölümünün ardından, iş cinayetleri işin “fıtratından” sayılıyor. Bazen de Osmanlıca gibi semboller üzerinden Cumhuriyet rejimiyle hesaplaşmaya gidiliyor. Erdoğan, kamuoyuna “alışıldık cumhurbaşkanı olmayacağım” diye seslenerek, yasa ve Anayasa’da yer almayan; yer alsa bile 12 Eylül rejiminin hükümetleri denetlemek üzere özel durumlar için yasalara konulan, “Bakanlar Kuruluna başkanlık etmek” gibi yetkilerini sürekli kullanmak istiyor. Anayasayı değiştirmeden, parlamenter demokrasinin olağan işleyişiyle ters olan bu yetkileri kullanarak, fiilen başkan olmak eğiliminde. Nitekim, başbakanlık için yaptırılan ve cumhurbaşkanı olunca el koyduğu “saray” da bütün bu şahsi rejimin ihtişamlı ve kudretli bir sembolünü temsil ediyor. Rejim şahsileştikçe, iktidar yalnızlaştıkça hem yeni baskı yasaları ve uygulamaları artmakta hem AKP içindeki bütünlüğün korunması zorlaşmaktadır. Bu nedenle hükümete yönelik en küçük bir eleştiri ve açık yargılama talebi, AKP cephesinde siyaseten karşı durulan, dokunulmasına izin verilmeyen hassas bir alan oluşturuyor. Rüşvet aldıklarını kendileri bile “hediye” diyerek kabul eden, yolsuzlukları Erdoğan’ın emriyle yaptıklarını söyleyen dört eski bakan, bunca delile ve ses kaydına rağmen önce soruşturmayı yürüten savcı görevinden alınıp bir başka savcı atanarak “kovuşturmaya yer olmadığı” sonucuna varıldı. Ardından meclis araştırma komisyonu tıpkı atanmış savcı gibi, 9 AKP’li milletvekilinin oyuyla, bakanların Yüce Divan’da yargılanmasına izin vermedi. “Yüce Divan’a gidilseydi sonuç değişir miydi” sorusundan çok “4 eski bakan Yüce Divan’a gitseydi itirafa başlar mıydı” sorusu iktidar için öncelikli oldu. Nitekim oylamanın 22 Aralık’tan 5 Ocak’a alınmasının nedeni son toplantıda konu bile edilmemiş bilirkişi raporları olmadı, AKP’nin iç bütünlüğünü sağlamak üzere zamana ihtiyacı olduğu anlaşıldı. Başbakan “yolsuzluk yapan kardeşim de olsa kolunu kopartırız” diye kükrerken,

oylama sonucunda “Ak Parti’nin bütünlüğü önemli” diyerek, çark etmiştir. “Darbe planlanıyor, tezgâh kuruluyor” söylemi, artık bir iktidarda kalma yöntemi haline geldi. Burjuva hukuku bile işletilmez oldu. İktidar her türlü demokratik eleştiri ve sorgulamayı “suç” kapsamına aldı ve iktidarın kendini savunma mekanizmalarını güçlendirdi. Bu bazen “darbeci” polis müdürleri, savcı ve hâkimlerin görevden alınıp sürgün edilmesine dönüşüyor bazen de yayın ve internet yasaklarına. Öte yandan Kürt hareketiyle yürütülen müzakere süreci, AKP’nin bir başka sıkışma alanı. Kürt halkının demokratik hak ve talepleri, hükümet tarafından “kamu güvenliği” kapsamında değerlendiriliyor. Siyasi bir sorunu “güvenlik” kapsamında ela alma yöntemi Türkiye için yeni değil. Güvenlikçi politikaların 1990’lı yıllara benzemeyecek büyüklükte yeni çatışma alanları yaratacağını çok açık. AKP kamu düzeninden vazgeçmeden sorunları çözeceğini iddia ederek, aslında siyasi bir çözüme yanaşmadığını gösteriyor. Tayin edici olan ise, ekonomik krizin Türkiye’ye yansıma şiddeti olacaktır. Enflasyon yükselmekte, büyüme rakamları ve sanayi üretimi düşmekte, işsizlik artmaktadır. Yolsuzluklar işçi sınıfını arasında yeterli oranda AKP karşıtı bir siyasi etki yapmamıştır ama, ekonomik verilerin olumsuz yönde gitmesi ve etkisinin hissedilmesiyle birlikte, AKP eski siyasi gücünü koruyamayacak. 2015 yılı Türkiye işçi sınıfı açısından, hem ücret, iş güvencesi, iş güvenliği açısından hem de AKP’nin Yeni Türkiye’si ile ezilen ve sömürülenlerin Türkiye’si arasındaki mücadele açısından son derece sıcak geçeceğe benzer. Bu mücadelede işçi sınıfı hem kendi haklarını savunmalı hem de demokratik hak ve özgürlüklerden yana olmalı. Bu ikisi birbirinden ayrılamaz. Burjuva devletin baskı araçları, güvenlik politikaları sadece yolsuzlukları, rüşveti gizlemek; soruşturmaları karartmak, hakkını arayanı tutuklamak; işini, ekmeğini isteyeni işten atmak üzerine kurulu. Bu nedenle tüm özgürlükler baskı ve sömürüden, yeni sınıf ayrıcalıklarından, adaletsizlikten, hukuksuzluktan çıkarı olmayanlar; işçi sınıfı ve ezilenler tarafından savunabilir. İşçi sınıfı ve ezilenleri birleştiren de ayrımsız tüm demokratik hak ve özgürlük talepleridir. Bu yüzden fabrikalar ve işyerleri başta olmak üzere, ezilen ve sömürülenleri her düzeyde örgütlemek, yeni yılda da tüm bilinçli işçilerin ve enternasyonalist komünistlerin hedefi olmalı.


İşçilerin Sesi

Ocak 2015/34

Yolsuzluk iddialarıyla sıkışan AKP, cemaatle kavgasını öne çekti

G

eçen yıl cemaat yanlısı savcı ve polislerin işbirliği sayesinde gerçekleşen 17 Aralık soruşturması, 25 Aralık’da Başbakan Erdoğan’ın oğluna sıçrayınca, hükümet tüm devlet imkânlarını kullanarak, bu operasyonu durdurabilmiş, buna karşılık “sıfırlayamamıştı”. Onlarca savcı, hakim ve polisin görev yeri değişti, büyük bölümü polis ve polis müdürü olmak üzere meslekten men edildi. Operasyonları yapan Zekeriya Öz gibi savcılar ise, görevden el çektirildiler. Hükümet ve borazanı medya “yolsuzluk operasyonu değil, mili iradeye karşı darbe girişimi” diyerek, kamuoyunu yönlendirmeye çalıştılar. Gülen cemaatinin açıktan bu saldırısı karşısında başlarda bocalayan Erdoğan, başta dört bakanını feda ederek, sıyrılmayı denedi. Başarılı olamadığı gibi, operasyon ailesine de uzanınca, topyekün bir savaş başlattı. Cemaatle olan bu mücadelesini yerel seçimlerde ve Cumhurbaşkanlığı seçiminde, bir koz olarak kullandı ve başarılı oldu. Baş düşmanını “yaralı bırakmak” istemeyen Erdoğan, uzun bir hazırlık süreci içine girdi. Gülen cemaatinin yargı ve polis içindeki etkisini kırmak, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda (HSYK) çoğunluğu ele geçirmek, Yargıtay’a güvenilir isimleri atamak ve yasalarda değişiklik yapmak için neredeyse bir yıl harcadı. 2015 Haziran ayında yapılacak milletvekili genel seçiminde “yolsuzluk ve hırsızlıkların” temel argüman olacağı belli oluyor. AKP seçim öncesinde gündemi belirlemek ve muhalefetin önünü kesmek için (cemaatle işbirliği yapıyorlar, darbecilere destek veriyorlar demagojisini kullanarak) hazırlık yapıyor. Meclisteki muhalefetin (CHP ve MHP), 17-25 aralık tarihlerini “Yolsuzluklarla Mücadele Haftası” ilan etmesinin yanında, sokak muhalefetinin de benzer bir kampanya yürüteceği belli

olunca, AKP acil olarak gündemi değiştirmek zorunda kaldı. 14 Aralık’da yapılan Zaman Gazetesinin ve Samanyolu Televizyonu’nun yöneticileri ile eski polis müdürlerini hedef alan en kapsamlı cemaat operasyonu bu amaçla gerçekleşti. Bir hafta süren ve güncel bir ifadeyle karşılıklı olarak “algı operasyonlarına” şahit olduğumuz bir süreç yaşandı. Hükümetin yaptığı bütün hazırlıklara karşın, medya kuruluşlarına baskın yaparak yöneticilerini gözaltına alması, dizi senaristlerini komplocu diye suçlaması ve uyduruk suçlamalarla soruşturmanın başlatılması operasyonunun düzmece olduğunu gösterdi. Buna karşın cemaat tarafını hazırlıklı olduğu, gözaltına alınan ve tutuklanan temsilcilerinin siyasi duruşlarından anlaşılıyor. Cemaat, operasyonu “basına ve demokrasiye darbe” şiarını öne çıkartarak, boşa düşürmek istedi, içeriden ve Batılı ülkelerden destek almayı başardı. Hükümetin kazancı ise, cemaatçi olarak bilinen bu kişileri “silahlı terör örgütü” üyesi olarak göstermek ve örgüt lideri olarak F. Gülen’i, savcılık soruşturmasının içine alabilmesi oldu. Hükümetin yolsuzluk tartışmalarının üstünü örtmek için giriştiği bu operasyon hükümetin istediği hedefe ulaşmamış gözüküyor. Yapılan baskılar sonucun-

da sindirilmiş gibi duran merkez medya, AKP’nin artık “yumuşak karnı” haline gelmiş olan yolsuzluk ve hırsızlık iddialarını, son operasyonu vesile ederek bol bol gündeme getirdi. Gerçekleri perdeleyerek gizlemek isteyen hükümet, bir zamanlama hatası yaparak, hem siyasi rakibi haline gelen cemaati, mazlum rolüne itti hem de burjuva muhalefetin karşı propagandasını önleyemedi. AKP çaresizlikten, ana muhalefet partisi olan CHP’nin, parti binalarını basarak, yolsuzlukla ilgili afişleri yasadışı bir şekilde indirmek zorunda kaldı. Öyle anlaşılıyor ki, yolsuzluk ve hırsızlıklar, Ak-Saray’daki saltanat, partili yakınlarını bürokrasi içinde yönetici makamlara atanması ve sınavsız bir şekilde AKP yandaşlarının devlet memuru yapılması gibi uygulamalar, hem parti içinde hem de tabanında rahatsızlık yaratmış durumda. Bunu farkında olan parti yönetimi, yolsuzlukla suçlanan dört eski Bakanın, Yüce Divan’da (Anayasa Mahkemesi) yargılanmalarının önünü kesmek istiyor, bunun yaratacağı tepkiden de korktuğu için bir yıldır sürüncemede bıraktığı bu konuyu nasıl çözerse çözsün, yolsuzlukları itiraf etmeyekleri için çözmüş olmayacaklar ve yolsuzluklar gündem olmaya devam edecek. Ufuk DEMİRCİ

3

17-25 Aralık’ta ne olmuştu? 17 Aralık soruşturmasının sonucu ne oldu? İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, yaklaşık 11 ay süren incelemenin ardından, 17 Ekim 2014’te dosyayla ilgili takipsizlik kararı verdi. Savcı, usulüne uygun delil toplanmadığı, suçun unsurlarının oluşmadığı ve herhangi bir örgüte rastlanmadığı’ belirtildi. Eski Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Aslan’ın eyleminin ise ‘Yardım Toplama Kanunu’na muhalefet’ niteliğinde değerlendirilmesinden dolayı dosyasının ayrılmasına karar verildi. Takipsizlik kararına yapılan itirazı değerlendiren İstanbul 6. Sulh Ceza Hakimliği, 16 Aralık’ta 2014’te, yani 17 Aralık gözaltılarının yıldönümünden saatler önce itirazı reddetti. Hakim Fevzi Keleş yaptığı açıklamada “53 şüpheli hakkında verilen takipsizlik kararı usule ve yasaya uygundur” dedi. 25 Aralık soruşturması nasıl sonuçlandı? 2 Eylül 2014’te, 25 Aralık soruşturmasıyla ilgili takipsizlik kararı verildi. Bilal Erdoğan’ın da aralarında bulunduğu 96 şüpheli hakkında kovuşturmaya yer olmadığı belirtildi. Kararda ‘96 şüpheli hakkında, örgüt kurmak ve örgüt üyesi olmak suçlarından kovuşturmaya yer olmadığı’ ifade edildi. Ayrıca kararda, soruşturmayı hazırlayanların ‘Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya çalışmakla’ suçlanması dikkat çekti. Savcılar, ‘25 Aralık soruşturmasının hukuki bir soruşturma görünümü altında Türkiye Cumhuriyeti hükümetini cebren ortadan kaldırmaya ve engellemeye yönelik bir teşebbüs’ olduğunu belirtti. İS HABER


4

İşçilerin Sesi

Ocak 2015/34

İstanbul Sözleşmesi: Kadın Örgütleri yok sayıldı!

T

ürkiye’nin ilk imzacısı olduğu ve İstanbul Sözleşmesi olarak anılan “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe girmişti. Toplam 14 ülkenin imzaladığı Sözleşme gereği oluşturulacak ve taraf devletlerin sözleşmenin gereklerini nasıl uyguladığını denetleyecek olan GREVIO heyetinin Türkiye adayının belirlenmesi için Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Ankara’da düzenlediği toplantıda kadın ve LGBTİ örgütleri engellendi. Muhatap alınmadıklarını söyleyen ve vergi numaraları, kaşeleri olmadığı için seçimde oy hakkı tanınmayan örgütler toplantıyı terk etti.

Sözleşmenin kapsamı İstanbul sözleşmesi, ilk olarak kadına karşı şiddetin toplumdaki kadınlar ve erkekler arasındaki güç eşitsizliğinden kaynaklandığını net bir şekilde yer veriyor. Eşitsiz konumdaki kadının güçlendirilmesini merkeze alan bir sözleşme. İkinci olarak, şiddetle ilgili

olarak devlete ciddi yükümlülükler getiriyor. Sözleşmeye göre, ülke çapında yeterli sığınak/danışma merkezi, etkili bir alo şiddet hattı gibi etkili kurumlar kurulmalı. Ayrıca şiddet mağdurlarına verilecek desteklerin niteliği konusunda da belirli ölçüler yer alıyor: Örneğin tüm şiddet mağdurlarına, anadillerinde destek verilmesi. Örneğin ağır şiddet mağdurlarına karşılanmayan zararları için devletin tazminat ödemesi. Örneğin tüm bu faaliyetlerin sivil toplum örgütleri ile birlikte organize etmesi ve kadın örgütlerine maddi ve insani kaynak sağlaması. Üçüncü olarak da, Sözleşme uyarınca Türkiye’deki yargı süreçlerinde de ciddi bir değişim olmalı. Sözleşme, yargılamanın hızlı olmasını öngörüyor ve şiddet durumlarında arabuluculuk ve uzlaştırma girişimlerini kesin olarak yasaklıyor. Şiddet eylemlerinde, kültür, gelenek, din, görenek veya sözde ‘namus’ gibi gerekçeler ileri sürülmesini yasaklıyor. Ancak kadına yönelik şiddeti azaltmada önemli tedbirleri içeren bir sözleşmenin imzacısı olmakla hükümet

övünedursun, daha baştan bürokratik manevralar yaparak, kadın örgütlerini ve bağımsız stkların katılımı engellendi. Sonuç olarak izleme komi-

tesine seçilen kamu temsilcisi örgütler de, hükümet gibi kadınları gözeten bir yerden değil, aileyi güçlendiren bir görüşle hareket edecekler. Banu PAKER

2014’de kadına yönelik saldırılar arttı...

Y

erel ve ulusal gazetelerden, haber sitelerinden ve ajanslardan derlenen haberlere göre, erkekler Aralık’ta 28 kadın öldürdü, 14 kadına tecavüz etti, 38 kadını yaraladı, 39 kadın ve kız çocuğuna cinsel tacizde bulundu. 2014’te erkekler 281 kadın öldürdü, 112 kadın ve kız çocuğuna tecavüz etti, 561 kadını yaraladı, 143 kadın ve kız çocuğuna cinsel tacizde bulundu. Erkekler 2013’te 214 kadın ve 10 çocuğu öldürdü, 167 kadın ve kız çocuğuna tecavüz etti/tecavüz girişiminde bulundu, 241 kadın ve kız çocuğuna şiddet uyguladı, 161 kadın ve kız çocuğuna cinsel tacizde bulundu. 2014’ün ilk gününden itiba-

ren sadece ana akım medyaya yansıyan haberlere göre 2014’ün ilk 11 ayında 209 kadın erkekler tarafından öldürüldü. 123 kadın darp edildi, 50 kadın taciz veya tecavüze uğradı. Bu kadınların yarısından fazlasını kocaları, eski kocaları, ayrı yaşadıkları kocaları, imam nikâhlı yaşadıkları kocaları ve sevdikleri erkekler öldürdü. Neredeyse hepsi aynı yöntemlerle işlenen cinayetlere kurban gitti. Bıçaklandılar, boğuldular, pompalı tüfeğin de dahil olduğu ateşli silahlarla vuruldular. 2014’te Türkiye’de kadınlar aile bireyleri ve birinci dereceden akrabaları olan erkekler tarafından darp edildi, taciz ve tecavüze uğradı.

Kadınların hedef olduğu saldırılar Bir erkek tarafından öldürülen kadın Ocak 22 Şubat 12 Mart 15 Nisan 21 Mayıs 21 Haziran 20 Temmuz 26 Ağustos 22 Eylül 17 Ekim 17 Kasım 16 Toplam 209

Bir erkek tarafından darp edilen kadın 10 19 14 8 6 11 15 13 6 11 10 123

Bir erkeğin taciz veya tecavüzüne uğrayan kadın

4 3 2 6 6 8 5 4 6 4 2 50


İşçilerin Sesi

Ocak 2015/34

5

Okmeydanı halkı, tapu hakkının peşini bırakmayacak

B

izim yaşam alanımız olan, Okmeydanı Mahmut Şevket Paşa Mahallesi kentsel dönüşümün içerisinde. Mahallemizde bulunan Okmeydanı Sosyal Yardımlaşma Derneği Mahallenin en acil sorunlarından biri olan kentsel dönüşüm ve tapu tahsislerin tapuya dönüştürülmesi konusunda mahalleliyi bilgilendirmek üzere belli çalışmalar yürütüyor. Mahallenin bir kısmının tapusu, bir kısmının tapu tahsis belgesi, bir kısmının da, 2000 TL’lik makbuzu var. Bu karma karışık sorunlar yumağı idareciler tarafından yıllarca mahalleli üzerinde bir tehdit olarak kullanıldı, oy deposu olarak görülen mahalleliye her seçim zamanında “Tapu sorunlarınızı çözeceğiz” diyerek umut verildi, ardından geçiştirildi. Okmeydanı bölgesi rantın yüksek olduğu bir bölge olduğundan, hükümet ve yerel idareciler bu bölgeyi kentsel dönüşüm projesi kapsamına aldılar. Bu bölge daha önce vakıflara aitti, vakıflar genel müdürlüğüyle yapılan anlaşmalar sonucunda hazineye devredil-

di. Hazine de Büyükşehir’e devretti, Büyükşehir bu bölge için 1/5000’lik planlarını yaptı. İlk yapılan planlara mahalelinin açtığı davalar sonucu planların yürütmesi durduruldu. Dava Danıştay’da devam ediyor. Ama Büyükşehir Danıştay’ın kararını beklemeden eski planda belli rötuşlar yaparak 12.12.2014 tarihinde tekrar belediye meclisinden geçirdi. Bu sorunlar temelinde dernekte konunun uzmanlarıyla (Bir Umut Derneği’nden avukat

ve şehir plancı arkadaşlarla) hem bilgilendirme hem de bundan sonrası için neler yapılacağına dair konular konuşuldu. Hangi yolların izlenebileceği tartışıldı. Tartışmaların sonucunda bir yol haritası oluşturuldu. Bu temelde mahallelinin tapu tahsislerin tapuya dönüştürülmesi için öncelikli herkesin mülkiyet durumlarının tespitleri ve bilgilendirme çalışmaları yapılıyor. Kahve toplantıları, köy dernekleri, bina ve ev toplantıları

devam ediyor. Bazı sokakları tek tek gezilerek mülkiyet durumlarının reçetesi çıkarılıyor. Ayrıca dernekte haftalık düzenli durum değerlendirmeleri yapılıyor. Okmeydanı’nda emekçilerin, yoksulların çalışma sorunlarına, geçim dertlerine bir de konut, barınma sorunları eklenmiştir. Yoksul emekçilerin göç ettikleri büyük şehirler, bugün birer rant alanına dönüştü. Büyük plazaların bir metrekaresi borsada satılır oldu. Sermaye için rantın yüksel olduğu bölgelerde emekçilerin yaşamasına izin verilmek istenmiyor ve bunun için yeni yasalar ve planlar hayata geçiriliyor. Köyüne dönmek isteyen bir yurttaşın, artık geriye dönme sansı yok! Çünkü hükümetin çıkarttığı yasalarla dağları, taşları, köyleri, ovaları, barajlara veya santrale dönüştürme projelerini hayata geçirmek istiyorlar. Kısacası yoksul halk kitlelerin bu iktidarlardan bir beklentisi olmamalı. Kendi haklarını, hukuklarını aramaktan başka bir seçenek bırakılmıyor. Çiğdem ÇİÇEK

Bu sistemde kentsel dönüşüm ya da koruma alanlarında yapılan büyük çaplı inşa faaliyetleri için, “çılgın projeler” için kamulaştırılma da öngörülüyor. Kamulaştırılacak alandaki gayrimenkulleri sertifikalandırarak orada yaşayanların yaşadıkları yer ile ilgili imar hakkı elinden alınacak ve bu sertifikalar onlara verilecek. Bu yolla kamu

idaresi, hem geniş çaplı inşaat projelerinin hem de mega projelerin önündeki engelleri kamulaştırma yöntemini kullanarak aşmayı hedefliyor. Ayrıca sertifikaların bono ya da hisse senedi gibi değer artışı ihtimali olan belgeler haline gelmesiyle birlikte şu ana kadar karşılaştıkları kentsel muhalefeti de azaltmayı İS HABER hedefliyorlar.

Gayrimenkul, menkulleşiyor…

İ

ktidarın, inşaat sektörü üzerinden ekonomik sistemi yürütme ve ekonomik krizi öteleme çabaları şimdi de İmar Hakkı Transferi sistemi geliştirilerek aşmayı hedefliyorlar. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Aralık ayında İmar Hakkı Transferi (İHT) sistemini de içeren bir yasa taslağı hazırladı. Sistem, bakanlığın sayfasında şöyle tanımlanmış: “Bir parsel üzerindeki imar hakkının tamamen ya da kısmi olarak yasaklanması durumunda bu parsel üzerindeki imar hakkının bir kısmının veya tamamının menkulleştirme yöntemi ile başka alanlara transfer edilmesidir.” Kentsel dönüşüm alanındaki parsel sahibi, İHT modelinden yararlanmak istediğinde kendisine

imar hakkına dayalı bir sertifika verilecek. Kamulaştırmayı da öngören taslağa göre parsel sahibinin çoğu durumda başka tercihi de olmayacak. Parsel sahibi bu sertifikayı almak isteyenlere satarak bu hakkını paraya çevirebilecek ya da elinde tutarak değerlenmesini bekleyecek, hatta miras bırakabilecek ya da gösterilen başka bir yerdeki bir arsa ile takas edebilecek, isterse de bu sertifikaların alım-satımının gerçekleşmesi için kurulacak olan İHT borsasına yatırarak işlem görmesini sağlayacak. Ayrıca İHT sisteminin bir parçası olarak da yeni bir banka kurmayı ve sertifikaların alım satımı ile imar borsasının kuruluşunu sağlayacak finansal mekanizmaları bu banka aracılığıyla yapmayı planlıyorlar.


6

İşçilerin Sesi

Ocak 2015/34

Metal işçileri: “Mesele bir kaç kuruş meselesi değil!”

B

irleşik Metal-İş sendikası, yürütmekte olduğu toplusözleşmenin uzlaşmazlıkla sonuçlanmasının ardından, eylemlerine hız verdi. Özellikle Türk Metal sendikasının imzaladığı sözleşmeye yönelik tepkileri açığa çıkartan ve mücadeleyi öngören Birleşik Metal-İş, 21 Aralık Pazar günü Gebze’de bir miting düzenledi. Mitingin ana konusunu, işçilerin insanca yaşayacak ücret ve çalışka koşulları talebi oluşturdu. Mitingde kürsüye çıkan sendika genel başkanı, işçilerin bu duygularını “Mesele insanca yaşamak, mesele insanca çalışmak! Yani mesele insan yerine konmak meselesi!” diye ifade etti. “Sermayeye köle olmayacağız” diyerek konuşmasını sürdüren sendika başkanı, mitinglerinin işçileri mücadeleye çağıran bir “toplanma borusu” olduğunu belirtti. Adnan Serdaroğlu’nun miting konuşmasından › “Bildiğiniz gibi 2014 dönemi grup toplu iş sözleşmesi MESS ve diğer iki sendika arasında bağıtlandı. Biz ise sözleşmeyi imzalamak yerine süreci devam ettirme kararı aldık! Neden? Toplu sözleşme taslağı üyelerimizin her işyerinde kendi aralarından belirledikleri Toplu İş Sözleşmesi Kurulları ile birlikte hazırlandı. Bu kurullar üyelerimizin yüzde 15’inini oluşturuyor. Yani bu taslak işçiler tarafından hazırlandı” dedi. › “Birinci talebimiz şu oldu: 2002’den sonra işe girenlerin ücretlerinde iyileştirme yapılması, ücret makasının kapatılması için zorunludur. Aynı işi yapanların ücretleri arasında adil olmayan fark, bizi bölen ve sermayeyi güçlendiren bir durum olduğu için bunu taleplerimizin başına yazdık. › İkinci olarak, metal işçileri ağır çalışma koşullarında uzun sürelerle çalıştığı için çalışma sürelerinin kısaltılmasını talep

ettik. › Çalışma sürelerinin kısaltılması için 45 saatlik haftalık çalışma süresinin 37,5 saate düşürülmesini istedik. › Günde 2 kez 15 dakikalık dinlenme molası istedik. › Yıllık izin sürelerinin artırılmasını talep ettik. › Daha kısa çalışıp, daha yüksek ücret istedik. › Teknolojinin ulaşmış olduğu seviye dikkate alındığında haftalık 45 saatlik çalışma akıl dışıdır! Milyonlarca işsizin olduğu bir ülkede işçilerin yasal olarak 45, fiili olarak 60 saat çalışmaları akıl dışı olmanın yanında insanlık dışıdır! Biz çalışma sürelerinin çalışmak ihtiyacında olan herkese eşit dağıtılmasını istiyoruz! Milyonların sıfır saat çalıştığı yani işsiz olduğu, milyonların sınırsız çalıştırıldığı bir duruma karşı çıkıyoruz!” › “Metal işçilerin bu toplu sözleşme dönemindeki üçüncü talebi ücretlerden yapılan kesintilerle ilgilidir. Bir vergi sisteminin adı “gelire göre artan oranlı vergi sistemi” ise ne düşünürsünüz? Gelir arttığında vergi de artar!

Bunun için vergi oranının sabit tutulması yeter! Vergiyi yüzde 15’te sabitlerseniz, işçinin geliri 1000 liradan 1200 liraya çıktığında vergi de 150 liradan 180 liraya çıkar. Bizde ise gelir artmadığı halde vergi artmaktadır. Bu düpedüz soygundur!” › “Metal işçileri ücretlerden yapılan vergi kesintilerinin yüzde 15 oranında sabitlenmesini, bunun üstündeki oranların gerçekte kan kardeşi olan devlet ve sermayenin halletmesini savundular”. › “Bizi sadece sermaye sömürmüyor. Devlet bu işe ortaklık ediyor!” diyen Serdaroğlu ayrıca yüz binin üzerinde metal işçisinin taleplerini en açık ve net biçimde taslaklarına koyduklarını da belirtti. › Türk Metal ile MESS arasında imzalanan toplu sözleşmeye de değinen Serdaroğlu, MESS’in kimi taleplerini geri çektiren sendikanın Birleşik Metal olduğunu vurguladı: › “20 gün ve altında istirahat alan işçilere ikramiye ve yakacak ödemelerinin yapılmayacaktı” Ayrıca sözleşmenin yürürlük süresinin 2 yıldan 3 yıla çıkarılması söz konusuydu. MESS bunlardan ilkini yani ikra-

miye ve yakacak ödemelerinin kesilmesi teklifini geri çekti”. › “2010 yılında Birleşik Metal İş, kendi varlığını ortaya koyarak, işbirlikçi ve dayatmacı toplu sözleşme düzenine karşı başkaldırdı ve kendi koyduğu hedeflere ulaştı. 2012 sözleşmesinde hiçbir sendikanın taslağında olmayanlar sözleşme oldu ise, 2014 sözleşmesinde yaprak kıpırdatmadıkları halde MESS tekliflerini geri çekti ise, evet belirleyici sendika artık biziz! MESS sermayenin örgütü olduğu için işbirlikçi sendika ile olan ittifakını sona erdiremiyor! Bağıtladıkları sözleşme ile ücret makasının kapatılması yerine bu makası iyice açtılar. Birinci altı ay yüzdeli maktu zam. Diğer beş altı ayın sadece bir ayında maktu zam geri kalanı yüzdeli zamlar! Bu nasıl makas kapatmak biz anlamadık Makasın kapanması ancak ve ancak iyileştirme ile mümkündür. İyileştirme olmadığı sürece makas kapanmaz!” dedi. › “Büyük bir kavganın öncesindeyiz! Bu köle görünenlerin isyan çağrısı, toplanma borusudur. Bu kürsüden sermaye iktidarına sesleniyorum! Ya bu çağrıyı dikkate alırsınız, ya dikkate alırsınız!” İS HABER


İşçilerin Sesi

Ocak 2015/34

7

2014’de iş cinayetleri arttı öfke büyüdü

T

ürkiye’de 2014 yılında ilk başta Soma’da, Torunlar Center’da asansörde yere çakılan ardından da Ermenek’te toplu işçi katliamları yaşandı. Kamuoyunda yaşanan katliama “kaza” demek ısrar edildi. Soma’da resmi rakamlarla katledilen işçi sayısı 301 ile Ermenek de ise 18 denildi. İşçi sınıfı geçtiğimiz yıl fabrikalarda, organize sanayi bölgelerinde, tarlalarda çalışırken; işe gidip gelirken çok can verdi. Peki, işçiler ister maden ister inşaat isterse de işe giderken bindikleri servis aracında hayatlarını kaybetsin, bu ölümlerde gerçek sorumlular kim? Patronlar ve hükümet ağız birliği etmişçesine her işçi ölümlerinden sonra aynı nakaratları tekrar ettiler “bu işlerin fıtratında var, işçiler prosedüre uymuyorlar, işçilerin eğitimsiz olması” sözlerinin arkasına sığındılar. Ancak yaşanan her işçi katliamın sahne arkası aralandığında gerçeklerde gün yüzüne çıkıyor: Patronların yapılacak işlerde işin ehli olmayan işçilere daha ucuza mal edebilmek için iş cinayeti riski olan işleri yaptırması. Uzun çalıştırma saatlerinde işçinin

Halkalı inşaat işçileri, çalışma ve barınma koşulundaki olumsuzluklara isyan etti, TEM yolunu kesti.

yorgunluk sonucu kaza geçirme ihtimalinin artması, işyerinde işin yapılırken kaza gerçekleşebilme ihtimallerine bağlı olarak önlemlerin alınmaması bu listeyi bu şekilde uzatıp sürdürebiliriz. Listenin patronlar açısından tek ortak noktası maliyet. Maliyet demek patronların cebinden daha çok para çıkması demek. İşte tamda bu nedenle işkolu ne olursa olsun işyerlerinde yaşanan katliamlar patronların maliyet hesaplarının arasına sıkışıp kalmakta. Patronlar bi tarafa maliyetin para cinsini koyuyor diğer tarafa bu maliyeti yapmazsam kaç işçi ölürü net bi şekilde yazıyorlar. İş cinayeti olduğunda da “din-

le, fıtratla” kamuoyunda timsah gözyaşları akıtıyorlar. Türkiye’de2014 yılında patronların kar hırsı yüzünden, iş cinayetlerinde en az 1886 işçi can verdi. Bu işçilerin 54 çocuk işçiydi. Hükümet iş cinayetlerinde değnekçi Patronların maliyet hesaplarının, baş danışmanlığını da hükümet yapmakta. İş Sağlığı ve Güvenliği alanında en son model yasalar mevcut, ancak bu modern yasalar bugüne kadar katledilen işçilerin gerçek sorumlularının yargılanmasını sağlayamadı. Tam tersi Soma’da, Torunlarda, Ermenek’te hükümetin çıkardığı İSG

yasaları sayesinde patronlar değil, mühendis, teknisyenler ve beyaz yakalı çalışanlar tek sorumlu olarak, patronları aklayan bir halle yargılandırıldılar. Hükümet bu denetimi yapıyor mu? Tabii ki de hayır. Yaşanan iş cinayetlerinde denetimlerin ”dostlar alışverişte görsün” yaklaşımıyla yapıldığı gözler önüne geldi. Kapitalist sistemde ucuz iş gücü ile karlarına kar katan patronlar “işçi katletmeyi” göze alarak işleteme açıyorlar. Hükümetlerde patronların değnekçisi olarak buna çanak tutuyor. Kapitalizmde işçi cinayetleri; sistematik ve bilinçli olarak gerçekleşiyor. İşçi cinayetlerinde temel sorun işçilerin yapabilecekleri, patronların ve hükümetlerin sistematik olarak işledikleri bu cinayetlerde bir şey yapmalarını beklemek; katilinden “medet uman” kurbana döneriz. Temel eksiklik işçi sınıfının patronların bazen toplu bazen tek tek cinayetlerine karşı yapabilecekleri neler olmalı? En baştaki eksikliğimiz ister sendikal ister komite ya da dernek örgütsel gücü sağlayacak aygıt eksikliği kendini hissettiriyor. Canan MENGÜL

Meclisi olmayan “Emek Meclisi”nin Merkezi var!

K

asım ayında gerçekleşen HDK Genel Kurulu’unun amacı, HDP ve seçim tartışmalarını ardından arka plana düşen örgütü yeniden canlandırmak amacıyla düzenlenmişti. HDK’nın en önemli yerel ayaklarının oluşturması beklenen Emek Meclisi (EM) ise İstanbul’la sınırlı kalmış ve bunun zorunlu bir sonucu olarak merkezi bir konuma evrilmişti. HDK İstanbul Emek Meclisi, HDK Genel Kurul’unda emek alanı ile ilgili alınan kararları gerçekleştirmek için kendi içinde bir tartışma yürüttü. Mecliste HDP bileşenleri (esas olarak Kürt demokratik hareketi), Meclisin işlevsizliğine ve dağınıklığına karşı çözüm olarak, bir yönetmeliğin oluşturulmasını ve

İstanbul’un merkez olarak varlığına devam etmesini istediler. Diğer illerde kurulması beklenen Meclislerin, İstanbul’un bilgisi ve denetimi altında faaliyet göstermesi bekleniyor. Emek Meclisi’ne, taslak olarak getirilen “yönetmelik” ismini aşan bir içeriğe ve işleyişi öngören içeriğe sahipti. Bir partinin tüzüğünü çağrıştırıyordu. “Yönetmelik” karmaşık bir iç işleyişi ve ast-üst ilişkisi tarif ediyordu. Mevcut Meclis ile yönetmeliğin öngördüğü Meclis arasında hiçbir karşılık yoktu. Emek Meclisi’ne yapılan bu müdahale karşısında, HDK Genel Kurul öncesinde HDP’den çekildiğini ve bundan sonra HDK içinde bulunacağını açıklayan Emek Partisi (EMEP),

Emek Meclislerinden de çekildi. EMEP temsilcisi, “yönetmeliğin yukarıdan aşağıya bir örgüt işleyişi tanımladığını, parti olarak kendilerinin yerel emek meclislerinde olmayacaklarını, yerellerde HDK meclisleri bile yokken ayrıca emek meclisleri oluşturmaya çalışmanın çok gerçekçi olmadığını” belirtti. Önerilen “yönetmeliğin” bürokratik bir niteliğe sahip olduğu doğru. Olmayan bir faaliyetin, ortada bulunmayan yerel örgütleri de kağıt üzerinde olacaktır. Taslağı önerenler ve karşı çıkanlar (İşçilerin Sesi olarak biz de karşı çıktık) arasında, “yönetmeliğin” siyasi bir tartışma ve ayrılık sebebi yaratacak dayatma olarak gündeme gelmesi doğru olmamıştır. HDK bileşenlerinin oluruyla “yö-

netmelik” işleme kondu! İstanbul Emek Meclisi bir dizi etkinlik kararı aldı. Şubat ayında iki günlük bir çalışma olarak “İşçi Sağlığı ve İş güvenliği Çalıştayı” yapılacak. Bir broşür yayınlanacak. Nisan ayında “Emek Kurultayı’ düzenlenecek. Gereksiz “yönetmelik” tartışmaları bir tarafa, HDK’nın emek alanına ilişkin yapacağı her eylem ve etkinliğini anlamlı olduğunu söylüyoruz. HDK Emek Meclisi kağıt üzerinde kalan, bir protokol kurum olmak istemiyorsa, kendi dışında kalan “emek” örgütleriyle, siyasi bileşenlerle ilişkiye geçmek zorunda. Birleşik Haziran Hareketi’ni birleşik mücadeleye zorlamalı. Kaya İLHAN


8

İşçilerin Sesi

Ocak 2015/34

AKP kıskacında kadınlar!

K

adınların ne can güvenliği ne hak kazanımları bakımından iyi bir yıl geçirdiğini görebiliyoruz. 2015’e her gün beş kadının erkekler tarafından öldürüldüğü gerçeğiyle giriyoruz. Erkek şiddetine, tecavüzüne maruz kalan kadınlar ise AKP iktidarının ve ona bağlı sözde adalet sistemiyle tekrar mağdur ediliyor. Aslında kadınların hak kayıpları, hak ihlalleri yeni değil.12 yıllık AKP iktidarı muhafazakar politikalarıyla, kadın bedenine yönelik söylemiyle cinayetleri ve şiddeti tırmandırıyor. Diğer yanda neo-liberal, erkek egemen eğilimin dünya çapında kadınlara yönelik belirlediği, esnek-yarı zamanlı ve güvencesiz çalışma koşullarını dayatan politikalarıyla uyumlu bir çizgi AKP hükümeti tarafından benimseniyor. Kadın-erkek eşitliğine inanmadığını her fırsatta ifade eden cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, “kahkaha atmayın, iffetli olun” diyen Başbakan yardımcısı Bülent Arınç, “kadının kariyeri annelik olmalı” diyen Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu’nun açıklamalarını biraraya getirdiğinizde bile hükümetin izlediği muhafazakar siyaset hakkında önemli bir fikir edinmiş olursunuz. Kadına geleneksel, cinsiyetçi annelik ve eş rolü dışında herhangi bir işlev yüklenmesinin, hükümetin yetkili sözcülerinin ağzından nasıl bir tehdit olarak görüldüğü ortada. Kadınların özgürleşmesi toplumun muhafazakar değerlerinin aşındırılması anlamına geliyor ve engellemek için bilinçli bir politika izleniyor. Bir yandan da hükümet yetkilileri kadın bedenine yönelik saldırılarını “toplumsal ahlaki çöküş” gibi gerekçelerle destekliyor. “Çok çocuk doğurun”dan kürtaj hakkının fiili olarak engellenmesine, doğum kontrolüne erişimin neredeyse imkansız hale getirilmesine, kadınların fişlenmesine kadar bir dizi tedbirle, kadınların baskı altına alınması sürdürülüyor. Erkeklere de aileyi, kadınları baskı altında tutarak kurtarma

“görev”i yükleniyor. Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı döneminde sarf ettiği “Kadın erkek eşitliğine inanmıyorum” sözlerini, başbakan olduğu dönemde de duymuştuk. Bu açıklamanın hemen arkasından, çeşitli bakanlıklar bünyesinde oluşturulan kadınlarla ilgili özel bölümler kapatıldı ve Kadın Bakanlığı ortadan kaldırıldı. Kadınların kazanılmış haklarına da saldırılar oldu. Örneğin, Medeni Kanun’da yapılan bir değişiklikle, miras kalan tarım arazilerinin ve bu araziler üzerindeki araçların ehil kardeşe (büyük erkek çocuk!) bırakılması. Kadının tarımsal mülkiyet edinebilme hakları bakımından bir geriye gidiş gerçekleşti. En önemli geri adımlardan biri de, gerek erken yaşta evlilik konusunda gerek kadınların eğitim ve meslek edinme haklarının önünde engel olabilecek 4+4+4 eğitim sisteminin getirilmesi. Göstermelik olarak yapılan “Baba Beni Okula Gönder” kampanyalarına rağmen kız çocukların eğitimden erkenden çekildiklerini verilerle görebiliyoruz. Kürtaj, zina, çocuk sayısı, sezaryenin yasaklanmasıyla ilgili açıklamadan geri durmayan Tayyip Erdoğan evlilik konusunda da tavsiyeden geri durmamış ve “evlenmelisiniz fazla seçici olmamalısınız” sözleriyle de hükümetin kadına biçtiği asıl rolü ifade etmişti. Üniversite öğrencilerinin kredi borçlarının silinmesi, genç evlilere kredi yardımı verilmesi gibi eğitimin yerine evliliğin geçirilmesine yönelik devlet politikaları, hükümetin kadınlara yönelik planlarını tamamlamak üzere kuruldu. İktidar politikası, aile sınırları dışına çıkmak isteyen, aile içinde eşitlik ve eşit haklar talep eden kadınların dışlandığı ve şiddete maruz bırakıldığı bir toplum modeli üzerinden yürüyor. Dolayısıyla kadın cinayetlerinin ve kadına yönelik her türlü şiddetin dev adımlarla artmasının arkasında yatan önemli nedenlerden biri de, hükümetin ve devletin izlediği politikalardır. Banu PAKER

“Sıcak savaşa

D

ünya siyasi durumu belirleyen kapitalist ekonominin büyüme hızındaki düşüş, istihdamda hızlı gerileme, enerji kaynaklarında daralmadır. Kapitalizmin rekabet kanunu, en büyük otomobil şirketlerinden cep telefonu ve internet teknolojisine kadar bir dizi şirket üzerinde baskı oluşturuyor. Şirketler ayakta kalmak için giriştikleri ekonomik kavgada, pazardan pay alabilmek için daha büyük yatırım, daha ucuza üretim yapmak zorunda. Üretim ekonomisi eski kâr oranını yakalamadıkça, spekülasyon araçlarına; emlak, döviz, borsa, bono ve tahvil piyasalarına yöneliş yaşanıyor. Borsa ve spekülasyon araçları, işçi sınıfı üzerindeki yoksulluğu ve baskıyı artırıyor. Geçtiğimiz aylarda ABD ve İngiltere makamları döviz piyasasını manipüle ettikleri gerekçesiyle beş bankaya toplam 3 milyar Dolar ceza kesti. Citibank, JP Morgan, RBS ve UBS döviz fiyatlarında usulsüzlük yaptı. Avrupa’da işsizlik ve büyümedeki düşüş Euro’dan kopmaları gündeme getirirken, toplumsal öfke yer yer sokağa dökülüyor. Ekonomik krizden en çok etkilenen ülkelerden biri olan Yunanistan’da üst üste yapılan seçimler

sonuç getirmiyor. İtalya’da işsizlik gençler arasında yüzde 43. Kurulan koalisyon hükümetleri çözüm getiremiyor. İspanya, Portekiz, İrlanda iflasın eşiğinde. Fransa’da ikibuçuk yıldır sözde sosyalist hükümet işbaşında ancak, fabrikalar kapatılıyor, 50 milyar Euro tasarruf için sağlık, emeklilik haklarından kısıtlama planlanıyor. Çalışma ilişkilerinde esneklik, güvencesizlik ve taşeronlaşma, siyasal düzende otoriterleşme, ırkçılık, muhafazakârlaşmaya karşı-

Kapitalist rant ile insan ya

2

000’li yıllardan beridir iktidar tarafından inşaat sektörü Türkiye’deki ekonomik sistemin önemli bir bel kemiği olarak görülüyor. İnşaat sektörünün bir özelliği de ucuz ve kayıt dışı emek gücünü bolca kullanması. İktidar, kayıt altına almak için herhangi bir çaba harcamak bir yana iş cinayetlerini görmezden geliyor. Diğer taraftan kentsel rantı artırmak üzerinden gelişen politikalar, dönüşüm projeleriyle birlikte “değerlenmiş” semtlerde yaşayan dar gelirli aileleri yerinden etmeye devam ediyor. Van depreminde felaketi rantsal anlamda fırsata çeviren iktidar, kentsel dönüşümle ilgili önüne çıkan tüm engelleri ortadan

kaldırmak için 6306 sayılı Afet Yasasını çıkarmıştı. Dar gelirlilerin yaşadığı işçi mahalleleri ya da Tarlabaşı, Fener Balat gibi tarihi kent merkezlerindeki dönüşüm projelerinde ise kentsel muhalefet iktidarın karşısına çıkıyor. 2014’te Okmeydanı, Tarlabaşı ve Fener Balat için Danıştay tarafından verilen durdurma kararları kentsel muhalefetin iktidara karşı önemli kazanımlarıdır. 2014, kent merkezlerindeki muhalefetlerin yanı sıra çevre hareketlerinin de hukuki kazanımlarının yaşandığı ve iktidarın, hızla ranta dönüşebilecek her türlü toprak parçasına yönelmesine dair cevapların verilmeye devam ettiği bir yıl olarak da karşımıza çıkıyor. De-


İşçilerin Sesi

Ocak 2015/34

a” doğru mu?

lık geliyor. Emperyalizmin siyasi politikaları ise, Afrika, Ortadoğu ve Güney Asya’da siyasal İslamcı terör örgütlerinin pıtrak gibi bitmesine yol açıyor. Avrupa’nın merkezinde ırkçı-aşırı sağcı partilerin, faşist partilerin oy desteği alması; hatta Macaristan’da olduğu gibi hükümette yer alması bu zeminde mümkün oluyor. Dünya seviyesinde yaşanan ekonomik kriz, siyasal saflaşmaya yol açıyor. Şimdiki bloklaşmaya, eski iki lider ülke, Rusya ve

Amerika yeniden liderlik etse de, bu kez dünya kapitalizminin ulaştığı küresel boyut, uluslararası şirketlerin dünya düzeyine yayılmış olması, bloklardan herhangi birinin zaferiyle sonuçlanacak bir hesaplaşmaya izin vermiyor. Her iki kampın birlikte çöküşüne yol açacak düzeyde derin, yaygın ve iç içe geçmiş sorunlar var. Ukrayna Krizi, Avrupa ve ABD ile Rusya arasında şimdiki ana gerilim noktasıdır. Ukrayna’yı Batı’ya kaptırmak istemeyen Rusya, Ukrayna üzerindeki nüfuzunu kaybetmemek için her şeyi göze almış görünüyor. Kırım’ın ilhakı ve Batı’nın Rusya’ya yaptırım kararıyla birlikte petrol fiyatlarındaki düşüş ‘yeni bir soğuk savaş mı?’ başlıyor sorusunu aşma eğilimindedir. Dünya kapitalizminin rasyonel bir çözümü bulunmuyor. Aşırı üretim baskısı ve spekülasyon (kumar) ekonomisi insanlık için olumlu bir geleceği temsil etmiyor. İnsanlığın geleceği için, ekonominin şirketlerin karlarına göre değil insanların ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlemesini gerekiyor. Bu ise, üretim araçları üzerindeki söz ve tasarruf hakkının özel mülkiyetin elinden kurtarılmasıyla mümkün olabilir. Can ATEŞ

aşamı karşı karşıya… relerde, zeytinliklerde iktidar ve sermaye hukuki süreçleri beklemeden çevreyi yok etmeyi inatla sürdürürken, Türkiye’nin birbirine çok uzak illerinden, köylerinden, derelerine, zeytinliklerine sahip çıkan köylüler bir araya gelmeye devam ediyor. Hevsel’de yedi bin, Yırca’da altı bin ağacın yargı süreci beklenmeksizin kesilmesi sermaye ve iktidarın geleceğe rağmen, hatta belki kendi geleceklerine rağmen nasıl dünyayı yok ettiklerini göstermeye aday olaylar olarak tarihe geçiyor. 2014 sonunda ise iktidar tarafından hazırlanan iki yeni yasa tasarısı kalan kentsel muhalefeti de yok etme çabalarının devam edeceğini gösteriyor bize. İktidar, meslek odalarının

kentsel muhalefetle birlikte hareket etmelerine dair, Şehir Plancıları Odası ve Mimarlar Odasının dava açma yetkileri ellerinden almak üzere kanun tasarısı oluşturdu. Yine kentsel dönüşüm alanlarındaki muhalefeti dönüştürmeyi hedefledikleri İmar Hakkı Transferi sistemi, kentsel dönüşüm alanlarındaki hak sahiplerine bir sertifika vererek ve imar borsası kurarak, menkulü piyasaya açmayı planlıyor. 2014’te yaşananlar, 2015’te de sermayenin toprak üzerinden rant oluşturma emellerinin devam edeceğini, dolayısıyla toprağın, kentin asıl kullanıcılarının, sahiplerinin muhalefetinin artarak süreceğini anlatıyor. Zehra SELANİKLİ

9

Kürt yoksulları, sabrın sınırında!

K

ürt sorunun burjuva demokratik bir şekilde çözüleceğine dair umutların ve beklentilerin yükseldiği ama bir karşılık bulamadığı bir yıl oldu. 17-25 Aralık süreciyle birlikte Cemaatle bir siyasi kavga içine giren AKP yönetimi bir yandan Ordu ile ilişkilerini düzeltirken, yeni bir “müttefik” adayı olarak Demokratik Kürt Hareketiyle ile yakınlaşmak zorunda kalmıştı. Hükümet, MİT üzerinden İmralı’da A. Öcalan ile görüşmeleri sürdürürken, HDP heyeti İmralı ile kandil arasında mesaj taşıyor, kamuoyunu bilgilendiriyordu. Sürecin bu şekilde devam etmesi toplumda iyimserlik havası yarattı, AKP’de bunu medya aracılıyla büyüttü. HDP tarafında ise ihtiyatlı bir iyimserlik vardı. AKP’nin yerel ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerini vesile ederek süreci uzattığı söylenebilir. Buna karşılık Kürt tarafı da bu dönemi boşa geçirmiş sayılmaz. Her iki seçimden de başarılı çıkan partilerden biri de HDP oldu. Suriye Kürdistan’ındaki askeri-toplumsal dönüşüm Rojava gerçeğinin ve kantonal bir toplumsal modelin ortaya çıkması ise, Kürt hareketinin esas başarısıdır. Rojava deneyimi, PKK’nın silahlı gücünün çok üstünde siyasi bir destek sağladı. Türkiye’nin IŞİD’i masaya sürmesinin ABD eliyle boşa düşürülmesi, Kobane direnişini ve Kürt siyasal hareketini güçlendirmiştir. Suriye’de başaramadığını Türkiye’de başarmak isteyen AKP, Kobane üzerinden Kürtleri hazırlıksız bir iç isyana kışkırtmayı denedi. HDP’nin sokak çağrısı üzerine “ayaklandılar” söylemine sarıldı. Devletin beklediği buydu: “Kürtleri hazırlıksız bir şekilde tepki göstermeleri”. 6-7 Ekim günleri Kürtlerin hiç de boş olmadıklarını hem devlete hem de HDP’ye gösterdi. 6-7 Ekim, “müzakere sürecini” akamete uğratan bir duruma yol açmadı, süreci Kürtler lehine yeniden format-

ladı. Hükümetin, “kamu düzeni” söylemi ile HDP’nin “gizli diplomasiyi” benimsemeleri, aynı siyasetin farklı yüzleridir. Devlet de, HDP’de şunu gördüler; Kürtler sokağa indiklerinde, birkaç yüzbin Kürt genci ölümü göze alarak hareket edebiliyor. Bu gençler, ezilen ve yoksul Kürtlerin duygu ve isteklerinin cisimleşmiş halleridir. Öyle görülüyor ki, böyle bir genç kitlenin varlığı, müzakere sürecinin en çetrefilli konusunu oluşturmaktadır. Müzakere sürecinin yeniden başlayıp hızlanması, bu tarihten sonra oldu. Sürecin nereye evrileceğini bilmiyoruz. Ancak AKP’nin Kürt halkına hiçbirşey vermeden çözüm istediği ortadadır. PKK ve HDP tarafı ise, siyasal haklarla sınırlı bir müzakere ve çözümden yanadır. Ya Kürt yoksullarının talepleri? Bugüne kadar ödedikleri büyük bedelin onlar için karşılığı ne? Kürtlerin sosyal durumları bugüne kadar gündeme gelmedi; “yoksuluz, işsiziz” demediler, ölümü göze alarak “Kürdüz” diyerek kendilerine ifade ettiler. Toplumsal değil ulusal taleplerini dile getirdiler. Ancak hem süreç uzarken hem de ekonomik kriz sebebiyle yoksulluk artarken, siyasal müzakerenin, çözümün sınırları olacaktır. Kürt sorunu, aynı zamanda mülkiyet ve devlet sorunudur ve burjuva siyasi temellerde çözüldüğünde bile Kürt toplumunun içindeki sınıfsal çelişkiler ortadan kalkmayacaktır. Aksine daha görünür olacak ve öne çıkacaktır! 6-7 Ekim’de sokağa çıkan veya Yüksekova’da devletin baskısı altında HDP ve Demokratik Bölgeler Partisi’ni yanında görmek isteyen yoksullar ve gençler, “kamu düzeni”nin sınırları içinde yaşamayı kabul etmediklerini gösteriyorlar. Onları kim ve ne için kamu düzeni içinde yaşamaya zorlayabilir? Müzakere sürecinin henüz görülmemiş esas ayağını, Kürtlerin toplumsal talepleri oluşturacaktır. Kaya İLHAN


10

İşçilerin Sesi

Ocak 2015/34

HDK’nın eksiği BHH’nin fazlası...

B

irleşik Haziran Hareketinin (BHH) ortaya çıkış kaygısı, Halkların Demokratik Kongresi’nin (HDK) ve esasen de Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) dolduramadığı Türkiye siyasal alanının, eksik yanını doldurmak suretiyle AKP karşısında gerçek bir devrimci kuvvet oluşturmak. HDK ve HDP; esasen Kürt demokratik hareketi, uzun süredir bu eksikliğini “Türkiye partisi olmak” diye ifade ederek, kabul etmektedir. Dışarıdan bakıldığında her iki tarafı da bardağın dolu ya da boş kısmını tarif ettiğini görüyoruz. Ancak bütünlüklü bir “eksiklik” tarifi yok. Her iki taraf da bulunduğu pozisyondan siyaset tarif ediyor. Kürt hareketi politik ve askeri gücünü AKP iktidarını devirmek yerine onunla müzakere/pazarlık zemininde kullanıyor; BHH’nin temsil ettiği sosyal demokrat ve sosyalist Türkiyeli güçler ise, AKP karşıtlığını yegâne eksen sayarak Kürt demokratik hareketinin AKP ile müzakere sürecindeki pazarlık noktalarını, taktik tutumlarını, içinde barındırdığı ulusal eğilimleri öne çıkartmak suretiyle ayrım çizgisini kalınlaştırmayı tercih ediyorlar. Dolayısıyla eksiklikleri

tarif etmekte ortaklaşırken, farklı seviyelerde politik güce ve önceliklere sahip iki hareket olarak “değme” noktalarını üretemiyorlar. Değme noktalarını üretemeyince her hareket kendi çizgisinde doğrusal büyümeye ağırlık verdikçe, aradaki açı farkı giderek açılıyor. ÖDP’nin CHP ile müzakere, HDP’nin AKP ile müzakere için harcadığı çabayı, ÖDP ve HDP karşılıklı olarak birbirleri için harcasa, belki bir yol alınabilir… 2015 seçimleri ilk sınav Aradaki açı farkını somut olarak gösterecek olan anlardan biri seçimler olacak. 30 Mart 2014 yerel seçimleri kısmen bu farkı açığa çıkartmıştı. 10 Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı seçimleri bu farkı bir oranda azalttı. Ancak Kürt hareketinin önceden seçim politikasını açıklayıp sonra da kendi dışında kalan solu birlikte hareket etmeye davet edişi, CHP’yi AKP ile eş gören siyaseti ÖDP ve/veya BHH ile ittifakı yakınlaştırmıyor. BHH’nin seçim siyaseti henüz belli olmasa da, ÖDP Eş Genel Başkanı Alper Taş, İMC TV’de

katıldığı 3 Ocak’taki programda ısrarla ve döne döne vurguluyor: 2015 seçimlerinin “AKP faşizmini”nin ilan edileceği bir seçim olmaması isteniyorsa “CHP olmadan olmaz”, “CHP’yi ittifaka zorlamalıyız, CHP’ye baskı yapmalıyız”. Dolayısıyla hem Kürt demokratik hareketi ve/veya HDP hem ÖDP ve/veya BHH, 2015 seçimlerinde ortaklaşa bir seçim faaliyeti yürütmekten uzak görünüyor. HDK’nın bağımsız bir siyaseti olmamakla birlikte, EMEP’in “sözcülüğü” kabul edilecek olursa, onun da söylediği önceki Emek, Barış, Özgürlük Bloku deneyimlerinden farklı değil: Kürt hareketinin etrafında somut durumlarda işbirliği yapmak. Seçimlere bağlı değiliz dense de, dönüp dolaşıp seçim konuşulduğu sosyalist siyasetin gündemine gerçek bir gündemi yerleştirmek gerekli. Sosyalizm ve devrim gibi iddiası olanların gündemi sadece seçimler olamaz. Seçimlerle düzen değişikliği nerede görülmüş? Birleşik Mücadele ihtiyacı sürüyor Haziran İsyanından bizim çı-

kardığımız yegane sonuç, toplumunu AKP otoriterleşmesinden giderek artan rahatsızlığı. Bu rahatsızlığa CHP dâhil hiçbir sol, ilerici, sosyalist parti, hareket tercüman olamadı. Dolayısıyla, yeniden ve aşağıdan bir hareketin örülmesi gerekli. Kısa ve orta vadeli olmaktan çok, uzun vadeli bir plan, program, mevzilenme ve hazırlık gerekli. Tüm bu çabanın seçimlere kitlenmeden yapılması gerekli. Nerede yapılmalı? Her yerde mi? Mümkünse evet. Ancak, Gezi’nin sınıf dinamiği olan en geniş işçi sınıfı zemini esas olmalı. Bugün ne HDK (ki içinde yer alıyoruz) ne de BHH bu perspektif ve hazırlık için çaba sarf ediyor. Seçim odaklı, kestirmeden sonuç almaya yönelik yüksek siyaset yapıyor. HDK de BHH de birbirinin eksiğinin farkında; karşılıklı eksikliklerin tespiti her ikisinin eksikliklerini gidermelerine yetmiyor. Birleşik mücadele için, karşılıklı olarak en fazla sayıda değme noktası aramak ve yaratmak için çalışmalıyız. Sermayenin iş cinayetleri ve sömürüsüne, AKP’nin baskıcı devlet yapısı ve siyasi muhafazakâr siyasetine karşı çakıl taşı kadar bile olsa, engel oluşturma olanağımız bile varsa, bunu değerlendirmek gerekiyor. Seyfi ADALI

Kastro, ABD ile anlaşma taraftarı...

K

üba hükümeti ile ABD yönetimi arasında gelişen yeni ilişkiler, tüm dünyada dikkat çekti. ABD elinde tutsak tuttuğu Kübalı yurtseverleri iade etti, Küba’da elinde bulundurduğu Amerikalı ajanı serbest bıraktı. Fidel Kastro ve ardından işbaşına gelen kardeşi Raul Castro “Küba ve ABD ilişkileri üzerine” başlıklı makalesinde bu durumu şöyle açıklıyor: “Devlet ve Bakanlar Kurulu Başkanlığı’na seçilmemden bu yana, halkımızın ulusal bağımsızlığına ve kendi kaderini tayin hakkına zarar vermeden ABD’yle geniş bir yelpazede karşılıklı anlaşmaya varmak için eşitlik temelinde saygılı bir diyalog kurmaya gönüllü olduğumuzu

pek çok vesileyle tekrar tekrar dile getirdim.” Kastro’nun siyaseti Batista rejiminin devrilmesinin ardından kurulan hükümet, 15 ay sonra yapılacak seçimlere kadar, 1940 Anayasasınıa bağlı geçici hükümet konumundaydı. Hükümette yer alan kişiler eski partilerin ileri gelenleriydi. Geçici Başkanı liberal bir savcı olan Urrita idi. Başbakan iş çevrelerinin en büyük avukatlarından biri ve ABD yanlısı bir siyasetçiydi. Fidel ve Raul Castro ve Che bakanlıklarda görev almadılar. Fidel Kastro’nun devlet başkanlığına gelişi devrimden birbuçuk ay sonra oldu. İlk ziyareti bakanlarıyla birlikte ABD’ye oldu ve orada CİA ile görüştü. 23

Nisan günü şu açıklamayı yaptı: “Küba’da ne faşizmin ne Peronizmin ne de komünizmin izi olmayan gerçek bir demokrasi kurmak istiyoruz”. Ardından Kanada, Brezilya ve Arjantin’i ziyaret etti ancak destek bulamadı. Küba’ya döndüğünde, yoksul köylülükle ittifak yaparak ılımlı bir toprak reformu yaptı. Bu bile ABD ve toprak sahiplerinin infial etmesine yetti. Kastro bu yaygaralara kulak tıkayarak reformunu ilerletti. Hükümetteki bakanlar istifa ettiyer, orta ve büyük burjuvalar da ABD’ye kaçmayı tercih ettiler. Kastro, ABD’nin ambargo ve ekonomik tehditleri karşısında 1960 yılında Rusya ile ilişkiye geçti. Sovyetler Birliği Küba’ya düşük faizle borç verdi. Domuz-

lar Körfezi çıkartması adıyla bilinen ABD’nin askeri müdahalesi, başarısız olunca, Kastro yönetimi hem ülke içinde hem de Sovyetler Birliği ilişkilerinde yeni bir güç kazandı. Küba ve Rus Devrimi Kastro’nun önemi, halk kitlelerine sadık kalmasıdır. 1960’lı yıllarda ABD’ye teslim olmamıştır. Ancak herşeye rağmen ABD ile anlaşma yanlısı olmuştur. Bu eğilim, bugün kardeşi Raul Kastro tarafından temsil edilmektedir. Bütün bunlar nedeniyle Kastro rejimine özel bir eleştiri yapmıyoruz. Ancak kimse de bize, Kastro’nun dünya işçi sınıfının ve komünizmin saflarında olduğunu söylemesin! Can ATEŞ


İşçilerin Sesi

Ocak 2015/34

11

Putin-Erdoğan “elele”: Nereye?

2

014 yılında Dünya ekonomisinde en belirleyici gelişme petrol fiyatlarında görülen büyük düşüş oldu. 2014’ün başında Brent petrolün varil fiyatı 106 dolardı. 7 Ocak itibariyle 48.61 dolara indi. Bu durum Türk medyası ve burjuva ekonomistler tarafından çok olumlu bir gelişme olarak gösteriliyor. Özellikle AKP’nin yandaş basını “Türkiye’nin dış ticaret açığı düşecek” diyerek olumlu bir hava yayıyor. Topluma hayal pompalıyorlar. Verilmek istenen izlenim “artık cebimizden daha az para çıkacak”. Buna karşılık, petrol varil fiyatı yarı yarıya düşmesine karşın, akaryakıt fiyatları kuruş kuruş indiriliyor, doğalgaza yapılan zamlar ise, cepten daha fazla harcama yapılmasına neden oluyor. Petrol fiyatlarındaki düşüşün ardından bazı komplo teorileri gündeme geldi: “ABD, Rusya, İran ve Venezüella gibi ülkelerin ekonomilerini sarsmak için, böyle bir operasyon tertipledi” gibi… Petrol, kapitalist ekonominin “kanı” gibidir. Geçmişte 1. Dünya Savaşı’nın ardından emperyalist devletler, Ortadoğu’yu, petrol havzalarına göre haritaladılar. Kriz, bugün de benzer bir şekilde müdahalede bulunmalarını zorluyor. Komplo teorileri bir yana, dünya ekonomisi yeterince hızlı büyüyemiyor. Özellikle Çin, Ja-

ponya ve AB ülkeleri gibi en büyük pazarlarda daralma var. Bu ekonomilerde yaşanan “durgunluk” petrol talebini düşürüyor. Bunun yanı sıra, petrol fiyatlarının 150 dolar seviyesine çıktığı dönemde, başta ABD olmak üzere bazı ülkeler, petrole bağımlılıklarını azaltmak için “kaya petrolü” çıkarmak için yatırım yaptılar ve üretime geçtiler (petrol fiyatındaki yüksek artış, kaya petrolünü çıkarmak için koşulları uygun hali getirmişti). Bugün, ABD kaya petrolü nedeniyle dünyanın en fazla petrol üreten ülkesi konumunda, geçmişe göre daha az petrol ithal ettiği için, dünya petrol piyasasında arz fazlasının ortaya çıkmasına neden oluyor. Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri (OPEC), piyasa payları düşer diye üretimi kısmadılar

ve petrol fiyatlarının düşmesine tepki vermiyorlar. OPEC ülkeleri üretimi kısınca, diğer büyük petrol üreticisi ülkeler olan Rusya ve İran bundan yararlanabilecek. Bu iki ülke petrol ve doğalgaz ithalatı ile ayakta duruyor. Otoriter ikizler! İki lider elele pozlar verseler de, aralarındaki siyasi krizlerin üstünü örtmekte zorlanıyorlar. Suriye’de Putin’in en büyük hamisi olduğu Esad’ın devrilmesi için Erdoğan ısrarını sürdürüyor. Rusya’ya ilhak edilen Kırım’daki Tatarların liderine Çankaya Köşkü’nde devlet nişanı takılarak, destek verildiği biliniyor. Buna rağmen, Ukranya krizi nedeniyle ABD ve AB’nin Rusya’yı zorlayan ekonomik ve siyasi yaptırımlarına Türkiye’nin katılma-

ması, Putin’i rahatlatan bir hamle olmuştu. Erdoğan ABD ya da AB ile karşılaştığı her krizde Putin’e seslenmekte, “Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) bizi de alın” çağrısında bulunmaktadır. Geçen yıl Rusya ile Türkiye arasındaki ticaret büyüklüğü 32 milyar doları bulmuştu. ABD ile Rusya arasında bu rakamın 38 milyar dolar olduğunu dikkate alınırsa, iki ülke arasındaki ekonomik ilişkinin düzeye hakkında bir fikir verir. Putin, Rusya’dan alınan doğal gazın fiyatında yüzde 5 indirim yaparken, Erdoğan da Rusya’nın inşa edeceği Akkuyu nükleer santralinin önün açan yasal düzenlemeleri kaldırdı. Öte yandan Rusya’nın Batı ürünlerine ambargo uygulaması, Türk patronlarının “iştahını kabartıyor”. Ülkelerinin ekonomileri daralan, diplomatik ve siyasi olarak “yalnızlaşan” iki otoriter liderin, birbirlerini kucaklamaları şaşırtıcı olmadı. Rusya’da iş dünyasını, medyayı, yargıyı ve polisi (orduyu atlamayalım) kendine bağlayan Putin’in, Erdoğan için bir “rol model” olduğu kuşkusuz. Uluslar arası ekonomik krizin dünya devletlerini yeniden bloklaşmaya doğru ittiği şu günlerde, Putin ve Erdoğan karşılıklı ortak çıkarlara sahipler ve birlikte oluşturacakları gücü, iktidarlarını sürdürmek için kullanacaklardır. Ufuk DEMİRCİ

Fransa’da mizah dergisi Charlie Hebdo’ya saldırı: 12 ölü

F

ransız basını, mizah dergisi Charlie Hebdo’nun ülkenin başkenti Paris’teki binasına saldırı düzenlendiğini duyurdu. Saldırı sonucu 12 kişi hayatını kaybetti. İlk belirlemelere göre 4 ağır yaralı var. Görgü tanıklarına göre, önce siyah kapşonlu üç kişi kalaşnikoflarla dergi binasına girdi ve çalışanların üzerine ateş açtı. Şüpheliler saldırının ardından olay yerinden uzaklaştı. Yıllardır tehdit edilen dergi ve karikatüristleri 7/24 polis tarafından korunuyordu. İlk olarak dergi bürosunu basan saldırganlar burada 2’si polis

11 kişiyi katletti. Daha sonra siyah bir araçla olay yerinden uzaklaşan saldırganlar yolda bir sivili ezdiler. Arabayla çarptıkları kişinin

de hayatını kaybetmesiyle ölü sayısı 12’ye yükseldi Charlie Hebdo saldırısında derginin editörü Stéphane Charbonnier ve ünlü karikatürist Jean Ca-

but hayatını kaybedenler arasında. 47 yaşındaki Charbonnier çizdiği karikatürler için ölüm tehditleri alıyordu. Charlie Hebdo din eleştirisi yapan karikatürler de yayınlıyordu. Daha önce İslam peygamberi Muhammed ile ilgili karikatür yayınladığı için radikal İslamcı örgütler tarafından dergi ve çalışanları tehdit ediliyordu. Charlie Hedbo dergisinin bugün (7 Ocak) saldırıdan kısa süre önce resmi Twitter hesabından attığı son tweet’te IŞİD çetesi lideri Ebubekir el-Bağdadi’nin karikatürü vardı. Saldırıyı şiddetle kınıyoruz. İS HABER


12

İşçilerin Sesi

Ocak 2015/34

Ücretlerimizi yükseltmek için, 1978 yılının işçisini örnek alalım...

A

KP hükümetleri döneminde asgari ücretin sayıca miktarı artsa da satın alma gücü giderek geriledi. Bu nedenle yüzde 6 + 6 asgari ücret artışı, satın alma değeri bakımından asgari ücretli bir işçinin kayıplarını karşılamıyor. Ocak 2015 için açıklanan asgari ücret 949 lira. Bu paranın içinde 90 lira (en düşük) asgari geçim indirimi var. Dolayısıyla gerçek asgari ücret, yani tazminatlarımızı hesaplarken kullanılan ücret 859 lira nettir. Temmuz 2015’de net asgari ücret 910 lira + 90 lira AGİ ile birlikte 1000 lira olacaktır. Sendikaların yaptığı hesaplamalara ve istatistik kurumunun açlık ve yoksulluk sınırı tespitlerine göre, bu rakam olması gerekenin yarısından biraz fazladır. DİSK bu rakamı bin 800 lira olarak açıkladı. Türk-İş, hükümete bağlı istatistik kurumu (TÜİK) verilerini esas aldı ve bir işçi için bin 425 lira olarak açıkladı. Sermaye çevreleri ise, her açıklanan asgari ücret rakamını yüksek buluyor. İşsizliğe yol açar diye tehdit ediyor. Bölgesel ve esnek asgari ücret istiyor. Oysaki, AGİ dahil 949 lirayı bulan asgari ücret, bir işçiyi yoksulluk sınırının altında yaşamaya mahkum edecektir. İş cinayetleri ve zorunlu mesai Asgari ücretin düşük tutulmasıyla işçilerin mesaiye kalması teşvik ediliyor. İşçiler mesai yoluyla ücretlerini yoksulluk sınırına çıkartmaya zorlanıyor. Patronlar bunu istiyor. Yeni bir işçi almak yerine bir işçiyi 12 saat çalıştırmayı tercih ediyor. Oysaki, uzun iş saatleri iş kazalarına davetiye çıkartmaktır. İş cinayetlerine yol açan nedenlerden biri de asgari ücretin düşük tutulmasıdır. Ücretini yükseltmek isteyen işçiye, mesai kapısı açık tutulmakta, uzun çalışma saatleri de iş kazalarını ve iş cinayetlerini da-

vet etmektedir. Asgari ücretin düşük kalmasının sorumluluğu ise, sermaye ve hükümettedir. Diğer yandan sendikaların gerektiği gibi harekete geçip asgari ücretin artırılması için çaba sarf etmediği bir gerçek. Bu yıl DİSK’in yürüttüğü asgari ücret bin 800 lira olsun kampanyası da mitinglerle sınırlı kalmıştır. Gerçekten asgari ücretle çalışan ve sayıları 5 milyonu geçen işçilerin harekete geçmesi yönünde bir kampanyaya dönüşmemiş, sendikal rekabet düzeyinde sürmüştür. Yine de olumlu bir çaba olarak kaydetmek gerekli. Ücretler 1977/78 seviyesine İşçi sınıfının görece iyi ücret aldığı yıllar da oldu. 19771978 yılları böyle yıllardır. Sendikalı işçi sayısı yüksekti ve 4 ikramiye ve sosyal haklar yaygındı. Turizm ve otelcilik gibi işkolarında 6 maaş ikramiye (bir ay tek biray çift maaş) alınabilmişti. 1977/78 yıllarına baktığımızda, işçi sınıfının sendikaları ve siyasal örgütleriyle aktif olduğunu, mücadele ettiğini, güçlü olduğunu görüyoruz. Burjuvazi ve egemen sınıfların “anarşi”

diye adlandırıp karalamaya çalıştığı bu dönem, işçi sınıfının hem ücret hem de sosyal haklarda en ileri olduğu yıllardı. Nitekim, 1 Mayıs 1977 katliamı, 24 Aralık 1978 Maraş katliamı derin devletin ve sivil faşist hareketin terörüyle, ardından 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle, işçilerin kazanılmış haklarına yönelik saldırılar oldu. Askeri darbe ardından kurulan Özal, Çiller ve son olarak da AKP hükümetleri işçile-

rin ücret, ikramiye, iş güvencesi ve 8 saat çalışma düzenini bozdular, güvencesiz ve esnek hale getirdiler; taşeron uygulamasını yaygınlaştırıp, sendikaları işlevsiz birer işbirlikçi örgüte dönüştürdüler. Eğer ücretlerimizi artırmak istiyorsak, 1977 ve 1978 yıllarındaki satın alma gücüne kavuşmak istiyorsak o zamanın işçileri gibi yapmalı, örgütlenmeli, birlik olmalı ve mücadele etmeliyiz. İS HABER

AKP hükümetleri dönemine ait bazı rakamlar... n 2014 yılında Türkiye’de 2 milyon 568 bin kişi kredi kartı, tüketici kredisi borcunu ödeyemiyor. Bu sayı 2002’de 847 bin kişiydi! n Aynı dönemde Motorin fiyatı yüzde 225 arttı. 1.30 TL olan 1 litre motorin bugün 4.22 TL… n Benzin fiyatı yüzde 192 arttı… 1.66 TL olan 1 lt Benzin fiyatı şimdi 4,84 TL… n Vatandaşın bankalara 2002’de borcu 6,6 milyar TL iken, şimdi 299 milyar TL… Vatandaşın borcu 10 yılda 45 kat arttı. n Tüketici kredisi borcu olan 2002’de 1,7 milyondu. Şimdi 13,8 milyon kişi! n AKP Döneminde ekmek fiyatı yüzde 173 oranında arttı. 2002’de 1,03 TL olan ekmeğin kilosu 2,8 TL’ye çıktı! n Aileler 2002 yılında gelirinin yüzde 5,5’u kadar bankalara borçluydu; şimdi borç gelirin yüzde 50’sine ulaştı! n Batık tüketici kredisi 2002 yılında sadece 278 milyon TL idi; şimdi 9 milyar TL’yi geçti… Not: 2002-2014 karşılaştırmalı veriler CHP milletvekili Umut Oran’ın açıklamalarından alınmıştır.


İşçilerin Sesi

Ocak 2015/34

Birleşerek kazanırız

Y

azın tatil yok kışın bol bol tatil var. Patron işine geldiği gibi davranıyor. Yeni yılda bir buçuk gün tatil verdi onun yerine ya hafta sonu çalıştıracaklar ya da maaşlardan kesilecek; izini işçiyi düşündüğü için vermiyor. İdare sadece öyle bir hava yaratıyor. Oysa iş az olduğu için izin verdiler. Madem işçiyi düşünüyorsa her bayramda şimdi de yıl başında verdiklerini niye kesiyor? Her sene yıl başında kuruyemiş, tatlı verilirdi bu yıl kuruyemiş ve tatlının bir paketini vermediler; ellerinde kalan çikolatayı verdiler. Seçmece mesailerde servis yok yol parası veriliyor 2 tl. Şimdi yakında oturanlara yol parası yok demişler. Muasebeciye bir işçi itiraz etmiş; mesai varsa ben yakında da otursam servis ya da yol parası vermek zorundasınız demiş. Muhasebeci yasada servis yok deyince işçi de bu kadar haktan yasadan bahsediyorsunuz o zaman uzaktan gelen işçiye daha fazla yol parası vermeniz lazım demiş. Hak yemiş olmuyor musunuz deyip çıkmış.

Yalaka hemen müdüre şikayet etmiş işçiyi. Bayramlarda bayram harçlığı diye verilen parayı bu sefer vermediler. Patron zenginledikçe cimrileşiyor, nerden kessem diye düşünüyor. Bu ay zam ayı yine müdür nabız yoklamaya çıktı asgari ücrete yıllık yüzde 12 zam geldi diye konuşmaya başladı. Bu demektir ki bize de bu oranda zam verecekler. Şimdiden yolunu yapıyor. İşçiler kendi aralarında konuşmaya başladılar. Bazı bölümlerin işçileri ustalarıyla konuşmuşlar. Bir bölümde de bir işçi herkes ne kadar maaş istediğini yazsın ve bunu müdüre verelim, değerlendirsin demiş. O bölüm böyle yaptı. İşçi bir birinden kopuk haraket ettiği için kimsenin bir diğerinden haberi yok. Bireysel olunca patron fazla dikkate almıyor. İşçi kendi arasında bölünüyor. Zaten yeni-eski diye bölünme var. İdare de bunu bilerek haraket ediyor. Patrona koz vermeden, bölünerek değil birleşerek kazanırız. Bunu her G.KEMERLİ işçi bilmeli.

13

Eğlenecek hal mi kaldı?

Y

ılbaşı kutlamasını her yıl idareciler kendi arasında yapar, işçilerle muhatap olmazlardı. Bu sene ise başlarına taş mı düştü diye düşündürttü. İdare yılbaşı kutlamalarını işçi ile birlikte organize etti. Peki neden? Bu sorunun cevabı; işçilerin bu yılki mücadele dolu bir yıl geçirmiş olmasında yatıyor. İşyerindeki birçok sorunumuz vardı, sorunlarımıza karşı sessiz kalmamış deneyimlerimizle sınırlı olmak üzere örgütlenmeye çalıştık. Evet, bedel ödedik. Öncülük eden işçi arkadaşlarımız işten çıkartıldılar. Ancak işyerinde hoş bir seda kaldı. Patronun işçilerin mücadeleleri karşısındaki zayıflığı, yalakaların sınırlarını görme şansımız oldu. İşte bu yılki yeni yıl kutlamaların birleştirilmesinin sırrı da bu. İşçiyi şirin gözükmek, yalaka idareciler işçinin gözünü boyama operasyonu desek yerinde olur. Fakat işçi tüm çekilişlere, hediyelere, ikramlara ve para ödüllerine rağmen eğlenceye rağbet etmedi.

Nasıl etsin ki; eğlenceye ve birçok gereksiz harcamaya parası olan patron, iş zamlara geldiğinde yüzde 4 gibi komik bir zam yaptı. İşçi çok öfkeli, maaşlar zamla birlikte asgari ücretle nerdeyse kafa kafaya geldi. Bu durumda olan işçi, patronun göstermelik eğlencesini ne etsin. İşyerindeki geçmiş mücadeleden dersler çıkarıp, aynı hataları yapmadan sorunlarımıza karşı mücadele yolları aramaya devam etmeliyiz. Mesainin primi şefe, yorgunluğu bize Bazı şefler patrona yaranmada sınır tanımıyor. Şefe göre “mesai dediğin 22:00-23:00 kadar olurmuş, 21’e kadar ki olan mesai sayılmazmış.” Vay be! Tabi mesaiye kaldığımız her saat şefin primine pirim katılıyor. Yorgunluğumuzda bize kar kalıyor. Düşük ücretlerle kaldığımız mesailer sadece bizi sağlığımızdan, sevdiklerimizden ayırıyor. Primi kim alıyorsa gece yarılarına kadar mesai onlar kalsın. Murat ESEN

2014 yılında işçi eylemlerinde artış oldu

D

İSK/Birleşik Metal-İş TİS Uzmanı İrfan Kaygısız’ın yaptığı araştırmaya göre, 2014 yılının ilk 6 ayı içerisinde 446 eylem gerçekleşti. Her gün iki işyeri eyleme çıktı, eylemler çoklukla uzun dönemli oldu. Eylemlerin 375’i “işyeri temelli” gerçekleşti. Tüm eylemlerin yarısını taşeron işçileri gerçekleştirdi. Büyük oranda sendikasız işyerlerinde eylemler yaşandı. Eylemlerin yüzde 40’ı işten atmalara karşı gerçekleşti. Eylemlerin yarısı sendikalaştıkları için işten atılan işçiler tarafından yapıldı. Diğer eylemlerin yüzde 42’si ise işyeri kapandığı için işsiz kalan işçiler tarafından gerçekleştirildi. Çalışma koşullarının iyileştirilmesi nedeniyle yapılan eylemlerin oranı da yüzde 26 oldu.

Kıdem tazminatı ve ücret alamama nedeniyle yapılan eylemlerin toplam eylemler içindeki payı ise yüzde 20 oldu. Çalışırken ücret alamama nedeniyle eylem yapanların yüzde 83’ünü taşeron işçiler oluşturuyor. Dikkat çekici bir nokta da bu eylemlerin önemli kısmının sendikasız işyerlerinde yapılması. Toplu sözleşme uyuşmazlıklarını protesto ya da ücret talepli eylemler ise yüzde 3.
2014’ün ilk 6 ayı boyunca işçi eylemlerinin yüzde 58’si sendikalı işyerlerinde gerçekleşirken, yüzde 42’si sendikasız işyerlerinde yapıldı. Sendikasız işyerlerindeki eylemlerin bir bölümü de işçi sınıfından yana siyasal kurumların ve kamu emekçileri sendikalarının desteği ile örgütlendi. Sendikasız işyerlerine bakıldığında, eylemlerin yüzde

22’si iş cinayetlerinin en çok gerçekleştiği ve işten atmaların yaygın görüldüğü inşaat sektöründe oldu. İn-şaat işçilerini yüzde 18 ile genel işler, yüzde 17 ile sağlık, yüzde 12 ile tekstil ve yüzde 7 ile enerji sektöründe çalışan işçiler izledi. Genel işler kapsamındaki belediye işçilerinin seçim sonrası işten atılmalarının da etkili olduğu biliniyor. Araştırmada “İşten çıkarmaların nedenleri içinde birinci sırayı yüzde 84 ile herhangi bir gerekçe ile işten çıkarılma alırken, yüzde 10 işyeri kapanması, yüzde 3 sendikalaşma nedeniyle işten çıkarma yapılmıştır. Sendikasız işçilerin eyleme geçme nedenleri arasında ikinci sırayı kıdem tazminatı ve ücret ödenmemesi oluşturmaktadır. Taşeronlaşma nedeniyle yapılan ey-

lemler üçüncü sırayı almaktadır. Ücret zammı talepli eylemler ise dördüncü sıraya yerleşmektedir” deniliyor. Eylemlerin sendikal dağılımında karşımıza çıkan tablo da oldukça dikkat çekici. Çünkü eyleme katılan işçilerin eylemleri ve sendikal örgütlülükleri arasında neredeyse bir uçurum var. En fazla eylem yapan sendikaların başında sırasıyla; Dev Sağlık-İş, Birleşik Metal-İş, Enerji-Sen, Genel-İş, Petrol-İş geliyor. Ancak Türk Metal Sendikası 169 bin 549 üye ile toplam sendikalı işçilerin yüzde 14.3’ünü temsil etmesine karşın, bu dönem sendikal eylemlerin sadece yüzde 1’ini gerçekleştirdi. Veriler eylemlerde belirleyici olanın sendikaların politikaları ve mücadele anlayışları olduğunu gösteriyor. İS HABER


14

İşçilerin Sesi

Ocak 2015/34

Hava-İş yönetimi ile işçi bambaşka dünyalarda...

Hava İş Sendikası Abant’taki Büyük Abant Otel’de İş Sağlığı ve Güvenliği semineri düzenledi. Seminere yaklaşık 110 kişi katıldı. İşçi sorunu dışında her şey konuşuldu.

K

asım ve Aralık aylarını temsilcilerle ve işkolundaki derneklerle Abant’ta toplantı yaparak geçiren sendika yönetimi, çalışanlara ulaşamayınca, temsilci ve dernek yöneticilerinden bir olanak bulabilir miyim diye düşünmüş olmalı. Abant’ta 3,4 günlük toplantılardan ortaya bir sonuç çıkmasını beklemek boşuna. Ancak sendika olarak iş yapabilme ihtimali için bile, Abant’ta davet vermek zorunda. Oysa, işyerleri özellikle de Teknik AŞ adeta yanıyor. HABOM-Teknik AŞ birleşmesi tamamlandı ama sorunlar çözülmediği gibi, sendikanın sorunlara vakıf olma ve çözme kapasitesi sıfır. İşveren eliyle tepeden gelmiş olmalarına rağmen, Teknik AŞ’de temelden yapılan değişiklikler sebebiyle sendika işverentemsilcileriyle görüşme randevusu bile alamazken, ricacı olmanın ötesine geçemiyor. Nihayetinden adama, “git sendikacılık yap” derler! Teknik AŞ’nin işkolu davası 17 Aralık’taki duruşmada karar verilmesi beklenirken, mahkeme karar vermedi ve 1 Nisan’a davayı attı. Mahkemeden hangi yönde bir karar çıkacağına dair farklı iddialar olmakla birlikte, Haziran ayında Teknik AŞ’nin

toplu sözleşme görüşmelerine geçilmiş olması gerekiyor. Yani, sendikanın Teknik Aş için yetki başvurusunda bulunması gerekecek. Bu yetki başvurusuna Bakanlık ne cevap verecek? Teknik AŞ’ye geçen HABOM çalışanları Hava-İş’e (taşımacılık işkoluna) geçmeleri sebebiyle Çelik-İş’ten (metal işkolundan) ayrılmış olsalar da, son düzenlemelerde Teknik AŞ işaret edilerek bu işyerinin taşımacılık işyerinin yan işlerini yapan bir işyeri olarak değil de, ağır sanayi ve talaşlı imalat yapan bir işyeri olarak metal işkolunda olması istenmiştir. Çalışma Bakanlığı işkollarını birleştirip sendika sayılarını azatıp, yetki barajını yüzde 3’e düşüren (daha sonra yüzde 1 oldu) torba yasada, deniz, hava,

kara taşımacılığını bir işkolu kabul ederek, tek bir sendika altında tüm bu işyerlerinden işçileri üye yapma hakkı tanınırken (nakliyat, demiryolu, denizyolu, havayolu bir sendikada), Teknik AŞ’yi metal işkolunda olacakmış gibi düşünmüştür. Şimdi devam eden işkolu davası sonuçlanınca, neredeyse 5 bin işçinin hangi işkolunda olacağına karar verilmiş olacak. Ancak Hava-İş bu davanın peşinde olacağına Abant’ta güç geçiriyor (dava günü Abant’taydılar), kooperatifçilik peşinde koşuyorlar. Öteyandan HABOM ile Teknik AŞ işçilerinin ilk giriş ücreti ve çalışma koşullarının uyumlu hale getirilmesine yönelik yapılması gereken pekçok şey var. Sendika bütün bunlardan uzak. Kabinde ise, 305’ten geri

dönen kabin amirlerinin veya yıllarını mesleğe vermiş çalışanların, yeni işçi gibi işbaşı yapmalarından doğan uyum sorunları var. Her ne kadar çoğu çalışanca saygı duyulsa da, iş ortamı, bu eski işçilere yeni işçi muamelesi yapılmasına fırsat veriyor. Tüm bu sorunlar mevcut sendika yönetimiyle çözülebilecek olması bir yana, onlara aktarılması ve anlamaları bile mümkün olmayan tiptedir. Özellikle Teknik AŞ’nin işkolu tespiti, Hava-İş sendikasının kaderini belirleyecektir. Metal işkolu olunca hangi sendika bu işyerinde olacak? Teknik AŞ metal işkolunda sayılırsa, Hava-İş yönetimi kabin çalışanlarını temsil edebilecek mi? Şimdi yanıtı aranan sorular bunlar. Serdar TOROS

Kargo şirketinde satış muamması!

B

üyük bir holdinge bağlı kargo şirketi yaklaşık bir yıldır “satış” gündemdeydi. Patronun sermayeyi inşaat alanına kaydırma hedefi vardı. Hatta alıcı şirket de belli olmuştu. Fakat internet haberlerinde okuduğumuz kadarıyla, döviz kurlarındaki değişimden dolayı satış olmadı ve iptal oldu. Tabii biz işçiler bu satılma haberlerini dolaylı yollardan ve eksik olarak alıyoruz.

Hem satış ve hem de belirsizlik biz işçileri oldukça moralsiz duruma düşürdü. Şu haliyle işyerinde sosyal haklarımız yok, çok mükemmel şartlarda çalışmıyoruz, hatta bu şartları değiştirebilecek örgütlülüğe de sahip değiliz, ama işçilerin çoğunluğu yıllarını bu şirkette çalışıp geçirmişler ve bir dostluk, arkadaşlık ilişkileri; alışkanlıkları olduğu için bu belirsizlik işçilerde moral bozukluğuna neden oluyor.

Kuşkusuz çalışanlar için patronun kim olduğu çok da önemli değil, çünkü hangi sermayedar olursa olsun, iş koşullarında iyileşmeye yönelik bir değişiklik olmayacak. Çalışma yaşamımızın deneyimlerinden biliyoruz, fakat bunu böyle bilsek de bizleri ekonomik olarak ilgilendiriyor. Yeni şirket bizlerle çalışmaya devam edecek mi, kıdem tazminatlarımız ne olacak? Bütün bunların netleşmesi açısından, satış bile olacaksa ilk

önce bize bildirilmesi gerekli. Biz işçiler birlik olup bilinçlenebilseydik bu gibi durumlara müdahale etmek, edemesek bile durumu lehimize sonuçlanması için elimizde bir gücümüz, bilgi birikimimiz olurdu ve masada üçüncü ve asli taraf olarak sözümüzü söyleme durumumuz olabilirdi. Ama bu durumda görünen o ki sermayedarların hakkımızda verecekleri kararları bekliyoruz. Ufuk ALİBEY


İşçilerin Sesi

Ocak 2015/34

15

Yatağan işçisi 446 gün direndi...

Y

atağan işçilerinin yürüttüğü mücadelede gelinen aşama, özelleştirmenin kendisinin değil ama ilk aşamada işçileri etkileyecek sert sonuçlarının durdurulması, bir süre ertelenmesi düzeyinde kaldı; işçi teslim olmadığı için başarılı sayılır. Şube başkanları bir protokolle, özelleştirmeyi İş Yasalarının ve toplusözleşme sürecinin delhizlerine ertelediler. Özelleştirme durdurulamamış oldu. Özelleştirme karşısında güçler Özelleştirme, AKP’nin temel ekonomi politikalarından en önde gelenlerinden biri. AKP hükümetleri, Türkiye tarihinin en çok özelleştirme kararını uygulamasıyla ünlü. Ana muhalefet partisi CHP, AKP ile söz düellosuyla meşgul. İşçilerin özelleştirmeye ve dolayısıyla AKP’ye karşı mücadelesine ciddi bir destek vermiş değil. Çünkü kendi politikaları da özelleştirmeye karşı değil. Yatağan Termik Santralinin ve linyit kömürü işletmelerinin işçilerinin üye olduğu sendikalar ve konfederasyon olarak Türk-İş ise, özelleştirmeye değil, yabancılara satışa karşı. Bir de mevcut işçilerin hakları kaybolmasın seviyesinde duruyor. Özelleştirmeye cepheden karşı değil. İlçe halkının gözünde ise, “Santral işçisi çok para alıyor” imajı var; kendileriyle aralarında statü farkı olduğu algısı oluşmuş durumda. Özelleştirmeye program olarak karşı olan sosyalist parti ve örgütler ise, hem Yatağan’da hem de işçi sınıfı arasında belirleyeci bir güce sahip değil. Dolayısıyla eylemleri ziyaret ve bu ziyaret üzerinden kendilerinin haber olmasıyla sınırlı kalıyorlar ya da eylemleri abartarak sunuyorlar. Geriye santral ve ocaklarda çalışan 850 işçi ve aileleri; onların mücadele deneyimleri, mücadeleyi sürdürebilme iradeleri, dirençleri kalıyor. Yatağan’da bu süre, 446 gün oldu!

İşte o protokol

İşçi umudunu yitirince, protokol imzalandı Birbuçuk yıldır Türk-İş Genel Merkezinin desteği olmaksızın hükümetin dayattığı özelleştirme politikalarına direnen işçiler, direnişlerinin bu aşamasında yani 1 Aralık’ta Özelleştirme İdaresi’nin Elsan Elektrik’le devir sözleşmesi imzalamasının ardından 2 gün içinde direnişine son verdi. İhanetçi Tes-İş (eski Türkİş genel başkanı Mustafa Kumlu’nun sendikası) ile yine Soma’da gördüğümüz, şube başkanlarını bile patronların belirlediği Türkiye Maden-İş’in genel merkez politikalarına rağmen, işçilerin zorlamasıyla süren direniş, 446 gün sonunda sendikacıların kararıyla sona erdi. İşçilerin örgütü durumundaki sendikalar, işçiyi bu geçen süre içinde 446 gün boyunca, amaçsız ve yorucu; sonuç alması mümkün olmayan medyatik eylemler, dava açmalar, Ankara yürüyüşleriyle oyaladılar. Mücadeleyi sendikanın üyesi olan diğer işyerlerine yaymak, bölgedeki işyerlerine ve ilçe halkına durumu anlatmak; bu süreyi bir eğitim olanağına çevirmek yönünde hareket etmediler. Gazeteci Burak Öz’ün gözlemlerine göre, direnişi bitirme kararı alındığında, santralin 450 işçisinden sadece 100’ü direnişi sürdürürken diğerlerinin iş başı yaptığı, 380 maden işçisinin arasında da durumun benzer olduğu görülüyor. Mücadelede belirli bir yorgunluk ve umutsuzluk ve fiilen direnişi devam ettirememe hali başlamış. 446 gün az bir süre değil. Burak Öz’den aktaralım:

“Tes-İş Yatağan Şube Başkanı Fatih Erçelik’in benim orada olduğumu unutarak 2 gün önce gece direniş alanında işçileri direnişten vazgeçirmek için, “Biz işyeri terk etmeme eylemi yapıyoruz diyoruz da resmen işgal bu! Cezası 8 yıl. Devlet bize toleranslı davrandı. Sonuçta sabırları var. İşten atılan benden hesap sorar. Santrale gelenler bir şey yapsa bunun altından nasıl kalkarız? Bana kazandı da sattı da diyecekler. 4-C’ye geçişin uzatılması Yatağan direnişi sayesinde oldu. Evrensel, BirGün ‘sattı’ der” sözleri Türk Maden-İş Yatan Şube Başkanı Süleyman Girgin’in, “Müdahale olsa bizi kimse muhatap almaz” söylemleri şube başkanlarının sendikal kimliklerini ifade eder nitelikteydi”. Sonuç Özelleştirmeye karşı mücadele, bir işyerinin altından kalkamayacağı kadar derin ekonomik ve siyasi kökleri olan bir saldırı. Neredeyse özelleştirilmeyen kamu kuruluşu kalmadı. Adım adım izin verildi. Yasalar değiştirildi. Danıştay’ın “yerindelik” hakkı kaldırıldı, özelleştirmeyi kolaylaştıran ihale yasaları yapıldı. Sendikalar ve ana muhalefet partileri özelleştirme karşısında önce “ulusalcı” (yabancıya satılmasın), sonra “savunmacı” (mevcut işçinin hakkı korunsun) çizgisinde hareket ederek fiilen özelleştirmeyi kabul ettiler. Bu nedenle Yatağan gibi bir ilçenin sınırlarında özelleştirmeye karşı mücadele, 446 gün sürebildi ve özelleştirmeyi geri aldıracak seviyeye çıkamadı. Seyfi ADALI

1. Mevcut toplu iş sözleşmesi yeni toplu iş sözleşmesi imzalanana kadar devam edecektir. (Mart ayında yeni toplu iş sözleşmesi yapılacak) 2. Asıl işlerde taşeron çalıştırılması konusunda mevzuat hükümleri uygulanacak. İş Kanunu’nun 2’nci Maddesi’ne göre teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işler dışında çalıştırılamaz. 3. İşçileri madencilik (enerji) işkolunda faaliyet gösteren maden(enerji) işkolunda faaliyet gösteren ve veya asıl işe bağlı olarak, çalışacakların SGK girişleri madencilik(enerji) işkolunda gösterilir. 4. İşçi istediği takdirde 4-C için yasal süre içinde işverenden iş akdinin fesih işlemini isteyebilir. Bu durumda işveren işçinin iş akdini fesih eder ve fesih ile birlikte toplu iş sözleşmesinden doğan bütün haklarını kıdem, ihbar, izin ücretlerini peşin, defaten ve nakden öder. 5. Kamuda iken askerlik borçlanmasını yapmış olan çalışanlar şirkette çalışırken emekli olması halinde kamudaki gibi kıdem tazminatlarına esas hizmet süresine askerlik borçlanma süresi eklenecek. 6. Lojman ücretleri Yeniköy ve Kemerköy lojman ücretleri esas alınarak makul seviyeye çekilecektir. Yeniköy’de lojmanlar 200 TL, 156 TL civarında. 7. Toplu iş sözleşmesinde yer alan işçi ve öğrenci servislerinin mevcut durumu korunacak. 8. Nitelikleri itibariyle hizmetlerine ihtiyaç duyulanlar dışında emekli personel çalıştırılmayacak. 9. İşçi alımlarında yöre halkına öncelik verilecektir. 10. Devir tarihi itibariyle mevcut işçi personel sayısının korunması sağlanacaktır. Toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde bu husus değerlendirilecektir.


İşçilerin Sesi

Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!

Mücadeleyi ve dayanışmayı hatırlatan film!

B

elçika’daki işçinin yaşadığı işten çıkartılma, işsiz kalma hayat mücadelesi ile Türkiye’deki bir işçinin yaşadığı sorunlar farklı mıdır? Bu soruyu merak ediyorsanız “iki gün bir gece” adlı filimi muhakkak izlemelisiniz. Belçikalı yönetmenlerden Dardenne Kardeşlerin son filmi “iki gün bir gece” Belçika’da iktidara gelen aşırı sağ hükümetin kemer sıkma kararlarına karşı Belçika’da işçi sınıfının mücadelesinin ivme kazandığı bir dönemde çekildi. Bir nevi Belçikalı emekten yana sanatçıların işçilerle dayanışması diyebiliriz. Sandra\Marion Cotillard güneş paneli fabrikasında çalışan bir kadın işçidir. Depresyon yüzünden izne ayrılan Sandra, izin sonrası işine geri dönmek istediğinde depresyonunu artıracak bir sürprizle karşılaşır. Sandra’nın yokluğunda patron, işlerin daha az kişiyle aynı şekilde yapabileceğini keşfeder, diğer çalışanlara 1000 Euro prim

karşılığında Sandra’nın işten çıkarılmasını teklif etmiştir. İşçi arkadaşlarından 16’sından 14’ü bu teklifi kabul etmiştir. İki çocuk annesi olan Sandra’nın sorumlulukları ve hayat mücadelesini düşündüğünde rahatsızlanması sonrası yaşamı kâbusa döner. Kapitalist kar hırsının baskısını ensesinde hisseden Sandra, eşinin ve bir iş arkadaşının yardımıyla işinde kalmak için mücadele etmeye karar verir. Patron, işte kalabilmek için yapılacak yeni bir oylamaya ikna edilir. Sandra’nın işte kalabilmek için arkadaşlarını ikna etmek üzere yalnızca bir hafta sonu (iki gün, bir gece) zamanı vardır. Sandra, işe dönebilmesi için iş arkadaşlarının primlerinden vazgeçmeleri gerekir. Filmin bu süreci bize işçi sınıfının hayat mücadelesini; sorumluluklarını, geçim sıkıntılarını ve kaybolup giden dayanışma ruhunu örnekleriyle aktarıyor. 16 işçiyi ikna etmek için ayrı ayrı görüşen Sandra, onların yaşam mücadelelerini

bize yansıtıyor. Patron, işçi işten çıkarmak söz konusu olunca, son derece bonkördür, 1000 Euro; birinin ev taksiti diğerinin çocuğunun okul taksitleri bir diğerinin yetişmeyen faturalarını için gereklidir. Sandra’nın her bir işçiyi ikna etmek için yaptığı görüşmeler bize, çevremizdeki işçi arkadaşları ya da bizim iş yaşamımızdaki yüklerimizi hayat koşuşturmamızı yansıtıyor. Patronlar bütün bu yükleri üstümüze yıkıp bizleri dayanışmadan, birlik olmaktan uzaklaştıran kişisel gerekçeler yaratmamıza yol açıyorlar. “İki gün bir gece” filmini seyrederken kendimizle de, hayatla da verdiğimiz mücadelede doğru yerde miyiz, diye kendimizi sorgulamamıza yardımcı oluyor. Oylama tekrardan yapılır, Sandra bir oyla tekrar kaybeder. Ama tek kaybettiği oylamadır. Sandra bu sürede tekrardan mücadele etmeyi öğrenmiştir, sonucu ne olursa olsun. Patron Sandra’nın kısa zamanda arkadaşlarının önemli bir kısmını

ikna etmesinden etkilenir, başka bir işçiyi işten atmak şartıyla Sandra’yı işe geri almayı teklif eder, ancak Sandra bunu redde der. Çünkü Sandra daha kıymetli bir şeye elde etmiştir: Mücadele etmek ve işçi arkadaşlarıyla birlik olabilmek. Sandra mücadele ve dayanışma sayesinde depresyonu yenmeyi başarır. “İki gün bir gece” Belçikalı işçilerin tecrübesiyle unuttuğumuz ya da unutturulmak istenen; dayanışma ve mücadeleyi bizlere sinema yoluyla hatırlatmakta. Canan MENGÜL

Kapitalizmin geleceği yok…

I

rak ve Suriye krizi temelinde enerji kaynakları ve petrol rezervleri olan Ortadoğu’daki çıkar çatışmasının ürünüdür. Milyonlarca insan için büyük acı, ölüm ve göç demektir. Ancak büyük devletler için bunların hiçbiri Ortadoğu siyasetlerini değiştirmek için bir neden oluşturmuyor. İslamcı terör emperyalizmin politikalarından doğuyor. Boko Haram, IŞİD ve Taliban emperyalizmin yan ürünleridir. Boko Haram 14 Nisan’da Nijerya’da 200’ün üzerinde kız öğrenciyi kaçırdı. Örgüt kızları satmak, zorla evlendirme ya da köle olarak

kullanmakla tehdit etti. IŞİD 29 Haziran’da Suriye ve Irak’ın da belli bölümlerini içeren bir bölgede hilafet ilan etti. Her iki ülkede de geniş bölgeleri kontrolü altına alan örgüt, eylemleriyle korku ve dehşet saçıyor. Örgüt, yüzlerce Ezidiyi, Şii’yi katletti, on binlercesi evini terk etmek zorunda kaldı. Kadınları cariye yaptı. Taliban 16 Aralık’ta Pakistan Peşaver’de bir okulu bastı. Çoğu öğrenci 140’tan fazla insan öldürüldü. Bunların tümü emperyalizmin kılıç artıklarıdır veya emperyalizmin Ortadoğu, Afrika ve Asya’daki siyasetlerini istismar ederek taraftar toplayarak kendi ikti-

darlarını kurmaktadırlar. ABD’de ırkçılık ve Meksika’da mafya toplumsal çürümenin ifadesidir. 9 Ağustos’ta bir polisin bir siyahîyi silahla vurarak öldürmesi, Ferguson kentinde, haftalar süren sokak çatışmalarına yol açtı. Mahkemenin polisin yargılanmasına gerek olmadığı yönündeki kararı ise, 170 kentte binlerce kişiyi sokaklara döktü. Ardından benzer biçimde bir siyahî daha polisçe öldürüldü ve bir siyahi de iki polisi öldürdü… Çünkü ABD’de orta gelir düzeyindeki çalışanlar reel anlamda 1999’dakinden daha az kazanıyorlar ve yoksullaşma ırkçılığı körüklüyor.

26 Aralık’ta Meksika’nın Iguala kentinde 43 öğrenci gözaltına alındı. Sonra ortadan kayboldular. Iguala belediye başkanının emriyle bir uyuşturucu çetesi tarafından öldürüldükleri tahmin ediliyor. Meksika’da hükümet, mafya ve polisin ilişkilerini protesto eden büyük gösteriler oldu. Göç ve Ebola hızla artıyor. Pakistan, Afganistan, Suriye, Irak, Libya gibi ülkeler başta olmak üzere savaş alanlarından ve yoksulluktan kaçan yüz binlerce insanı Avrupa’ya geçmeye çalışıyor. Mart 2014’te Batı Afrika ülkesi Gine’de ilk Ebola virüsü görüldü ve 6 bin ölüme yol açtı. İS HABER


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.