35

Page 1

Sayı: 35, Ağustos 2009-8, 3 TL, -KKTC 3.5 TL-

RED biz bu çarkı türkçe, kürtçe, arapça, farsça reddediyoruz ve kızıl rengi çok seviyoruz!..

CÜBBELİ AHMET CUMHURİYETİ


Kürt meselesi, ‘açılım’lar, biz... S

anırım, ciddi konularda ciddi yazılar yazabilen birisi durumuna hiç gelemeyeceğim. Gündemi takip ediyorum, düşünüyorum, başlıyorum yazmaya. Ama ne oluyorsa işte tam bu noktada oluyor. Yazmaya karar verdiğim konu üzerinde, ister soldan ‘abileri’, isterse burjuva basından yazanları okuyunca bütün ciddiyetim kaçıyor. Kilitleniveriyorum. Bana bir haller oluyor. Bunun nedenini anlayabilmiş değilim ama üzerinde düşünmeye devam ediyorum. Bu sayıda hani şu meşhur ‘yol haritası’ ve dolayısıyla Kürt meselesi üzerine yazayım istedim. Yazılıp çizilenleri incelerken gerçekten bu konuda yazamayacağımın farkına vardım. Ne yani, “Abdullah Öcalan dikkate alınmalı onunla görüşülmeli,” desem, Ertuğrul Özkök’ten daha mı etkili olacağım; ya da PKK dikkate alınmadan ‘çözüm’ geliştirilemez diyen Hasan Cemal’den, M. Ali Birand’tan daha mı etkili olacağım. Hiç sanmıyorum… Burjuva basında köşe başlarını tutmuş, patronlarının yatlarında ıstakoz yarıştıran bu adamlar bizim söyleyeceklerimizi söyleyince bize başka şeyler söylemek düşüyor. Ya da bizim siyasi ‘abiler’in lafı üzerine laf mı edeceğim? Etsem de ne edeceğim sanki… Bu durumda bize, sadece, kendi mahallemizin sakinlerine kendi halimizce bir şeyler söylemek kalıyor. Nasılsa sürece müdahil olamıyoruz ve nasılsa bizim meraklı bakışlarımız arasında bir süreç akıp gidiyor. Bütün bir cumhuriyet tarihinin kritik kavşaklarında seyrettiğimiz gibi bu süreci de seyretmekle meşgulüz. Müdahil olmak zahmetli ne de olsa, izlemek zahmetsiz. Meselenin şurasında değilim: “Gerilla dağdan iner mi? Siyasal af çıkar mı? vs.” Bunların önemsiz olduğunu düşündüğüm sanılmasın. Zaten bu konularda hem siyasi ‘abiler’ hem de burjuva basınının önde gelenleri kafa yoruyor. Ben daha çok bundan sonra Kürt halkı ve onun devrimcilerinin nasıl bir seyir izleyeceğiyle ilgileniyorum açıkçası… Böylesi önemli süreçlerle ilgili politik öngörülerde bulunmak, hem de ‘siyasi abi’ değilseniz, oldukça riskli ama bir o kadar da yapılması gerekli bir durumdur. ‘Siyasi abiler’ bir şekilde durumu kurtarmanın teorisini yaparlar da ben ne yaparım bilemiyorum. Risklidir; çünkü yanlışlanma olasılığı taşır. Politik belirlemeler, politik duruşu belirlediği için, yanlış politik adımlar atmanız demektir ki o zaman kaybedersiniz. Zorunludur; çünkü eğer sürece dair öngörüleriniz yoksa politika yapabilirliğiniz ortadan kalkar. Zira politika an’da yapılabilen ve içinden geçilen zamanın ruhunu ve gerçekliğini yakalayabilme ustalığıdır.

2

Kürt meselesinde ‘yol ayrımı’na mı geldik, bir ‘kavşak’ta mıyız, çok önemli değil. İsmi ne olursa olsun ortada somut bir durum var. Gerek devletin başları, gerekse burjuva ideologlar hep bir ağızdan artık başka bir konjonktüre girildiğini ve bu meselenin ‘çözümlenmesini’ hep bir ağızdan bağırıp duruyor. Ama hiçbirisi bu konjonktür nedir, neden farklılaşmıştır diyerek mazlum halkımıza bir açıklama yapmıyorlar. İyi şeyler olacak da kardeşim, olacak olan ne, iyilik kime olacak, bunları da söylesene! İşin burasını anladık; ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesini hayata geçirmek için zorunlu gördüğü İmralı süreciyle gelişmeye başlayan yeni konsept, Irak’ın işgaliyle sürmüş, Barzani-Talabani ikilisinin önü açılmış ve emperyalizme tam bağlı Kürt devletleşmesi sağlanmıştır. Şimdi Türkiye’nin ‘kendi Kürdü’yle barışma zamanı gelmiştir. Artık ne Türk devletinin ne PKK’nin süreci bu haliyle götürme şansı yoktur. 99 yılında İmralı’dan geliştirilen çatışmasızlık sürecinde devletin taktik bakışı, süreci zaman yayma ve Kürt halkının gerek Öcalan gerekse PKK ile bağının zayıflatılması ve Kürt halkının apolitikleştirerek sisteme entegrasyonunun sağlanması üzerineydi. Bu anlayış boşa düşmüştür. 29 Mart yerel seçimleriyle bu boşa düşüş resmi olarak da belgelenmiş oldu. Hani devletin başı uygun konjonktür diyor ya, siz onu konjonktür baskısı olarak okuyun lütfen. Artık bu baskıya dayanma mecalleri kalmamıştır. Peki nedir bu uygun konjonktür?

ABD’nin niyeti

ABD, Irak’a fazla enerji ve zaman ayırdığı için, başka bölgelerde rakiplerine karşı hâkimiyet avantajlarını yitirmiş durumdadır. Bir kez daha görüldü ki, ABD savaş aygıtı, devasa büyüklüğüne rağmen, farklı cephelerde aynı anda savaş yürütme kabiliyetinde değildir. Afganistan’da işler hiç iyi gitmiyor ve NATO sürekli AB ülkelerinden Afganistan’a daha fazla asker göndermesini istiyor. Ayrıca beğensek de beğenmesek de, bizim kriterlerimize göre sosyalist olsalar da olmasalar da, Latin Amerika’da ABD karşıtı iktidarlar tek tek yönetime geliyorlar. Ya arka bahçe elden giderse?! ABD, vakit kaybetmeden Irak’tan çekilip, diğer bölgeler, Latin Amerika’ya Kafkaslara yönelmek istiyor. Rusya kaybettiği alanlara geri dönmeye çoktan başladı bile. Sovyetler yıkıldığında, Türk faşistleri kanalıyla, hani şu bizim ‘soydaşlarımız’ olan ülkelere hakimiyet kurma planı bugünlerde işlemez durumda. Irak’tan çekilecek ama çekilirken duyduğu en büyük kaygı, Irak Kürtlerinin, İran, Rusya ya da herhangi başka bir ülke ile yakınlaşması ve petrol yataklarının bu ülkelerin kontrolüne girmesidir. Kürtlerin

güvenliğinden endişe ediyoruz söylemi yalandır. Endişe etseydi, Körfez savaşı sonrası Kürtleri Saddam’a verdiği kimyasal silahlarla baş başa bırakmazdı… Barzani, geçmişten çıkarttığı derslerle bu hazırlıkları yapıyor. ABD sonrasında olası ters gelişmelere karşın hem İran’la hem de Rusya ile ikili ilişkiler kuruyor. Özellikle İran ile geçmişten beri daha samimi ilişkileri olan Talabani bu görevi üstlendi. ABD açısından böylesi istenmedik ihtimalleri ortadan kaldırmak ve Kürt petrollerinin denetimini yitirmemek için en doğru tercih, çekilme sonrası Türkiye’nin o bölgeyi kontrol etmesidir. Devlete bu öneri sunulmuştur. Musul-Kerkük bölgesi Türk devletinin kontrolüne bırakılacaktır, Kürtlerin hamiliği ile birlikte… İyi güzel de, kendi Kürdüyle savaşan bir devletin diğer Kürde nasıl hamilik yapacağı sorun yaratmaktadır. Bunun koşulu bu halde yoktur. Artık bu mesele çözülmelidir. Zaten bir diğer nokta da, Kafkaslara ve Hazar havzasına girişin önündeki en büyük engel olan İran’ın bertaraf edilmesi hala sağlanamamıştır. İran üzerine yoğunlaşmak isteyen ABD’nin cephe gerisinde problem istemiyor. Siyonistlerden sonra en güvendiği devlet olan Türkiye ile Kürtlerin “barışması” ve tarihsel bir analoji yaparsak, İran’a yeni bir Çaldıran Seferi düzenlenmesi ancak böyle mümkün olacaktır. Çankaya’da yerleşik şahsın Kürtleri çok ‘sevmesi’ ve “Artık bu iş bitsin,” demesi bundandır.

Öcalan’ın hamlesi

Bu konjonktürü iyi okuyan Öcalan, taktik bir hamle yaparak devleti kıskaca aldı. Açıklayacağı yol haritasına tarih vererek, atılacak bütün adımlardan kendine pay çıkarttı. Verdiği tarihten sonra bir açılım yapılsa, “Öcalan’ın etkisi” denecek; o tarihten önce bir açılım yapılsa, “Öcalan yol haritası dediği için devlet de açılım yaptı,” denecek... Devlet açısından iki ucu boklu bir değnek bu… Artık sokaktaki çocuk bile biliyor ki, bu meselenin şah damarı Öcalan ve PKK komuta kademesinin ne olacağıdır. Süreci kilitleyen yegâne unsur budur. İnsanlardan gizlenen tartışmalar Öcalan ve PKK komuta kademesinin akıbetinin ne olacağı üzerine yapılan tartışmalardır. Sürecin karakterini bu tartışmanın sonucu belirleyecektir. Köy isimlerinin geri verilmesi, radyo, tv. vs bunlar artık talep olmaktan çıkmıştır. Bunlar artık bayramlık hediye cinsinden şeylerdir ve eğer gerçekten devletin yapacağı şeyler bunlarla sınırlıysa, bu durum çatışmayı derinleştirmekten başka bir işe yaramaz. Ben bu süreçte ne reis-i cumhuru, ne de başbakanı izliyorum. İzlediğim tek kişi devletin kıdemli, derin memuru olan Deniz Baykal’dır. Siyasi af konusunda geleneksel devletin tavrının ne olacağını

da yine Baykal’dan öğrenmiş bulunduk. “Silahlar tamamen bırakılırsa toplumsal bir barış için affı görüşürüz,” demiştir. Aslında burada konuşan Deniz Baykal değildir; geleneksel devletin ta kendisidir. Niyetim kimseye akıl vermek ya da ahkâm kesmek değil. Ayrıca, genel olarak ulusal meseleye, özelin de bizim meselemiz olan Kürt meselesine nasıl yaklaşmak gerektiği konusunda fazlaca söze etmeye de gerek yoktur. Komünizmin kurucu ve geliştiricilerinin bu konudaki tavırları nettir ve bu tavırları bilmeyen de yoktur. Burada uzun uzadıya Lenin bu meseleye nasıl bakardı, Enternasyonal’in kararları neydi türünden bir tartışma yaratmak da değil niyetim. Ama işin özeti şudur; biz, ulusal hareketin önderliğinin politik duruşu ne olursa olsun, ulusların kendi kaderini tayin hakkına saygı duyarız. Böylesi bir teorik duruşun pratik yansımasıyla ilgili Lenin’in, Anadolu’da gelişen Kemalist harekete yaklaşımını hatırlamak sanırım yeterli olur. Lenin bu yaklaşımı, Anadolu’da gelişen antiemperyalist bilincin halklaşmasına verdiği değerden ve Kemalist hareketin, verili koşullarda, uluslararası karşı devrimde açtığı gedikten ötürüdür. Yoksa kimsenin karakaşına kara gözüne hayran olduğu için bu desteği vermemiştir. Kürt meselesi sahte bir emperyalist ‘barış’ sürecine girmiş olsa da, bizim için önemli olan kimin kimle barıştığından ziyade, söz konusu ‘barış’ sürecinde, emperyalist planlara mesafeli duran Kürt devrimcilerin de etkisiz hale getirilmesi, hatta ortadan kaldırılması tehdididir. Bu süreçte hezeyanlara kapılmamalıyız. Halklar arası düşmanlığı körükleyecek her tutuma karşı koymalı, ama süreci bütün karakteristik yapısıyla bilince çıkarıp, sürecin eleştirisini yapıp, emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda yapılacak ‘barış’ların, halkların lehine olmayacağını ve halkların asıl barışının sosyalizm ile mümkün olabileceğini sabırla anlatmalıyız. Meselenin bence en önemli diğer bir boyutu da şudur: Kürt hareketinin bugün geldiği nokta ne olursa olsun, Anadolu topraklarının yarısında devlet dışı bir bilinç ve duygu kolektifliği artık kurumlaşmıştır. Bu, büyük kentlerdeki emekçi Kürt nüfus için de geçerlidir. Devrimimiz açısından değerli ve önemli bir durumdur. Türkiye’de mevcut çarkı alaşağı etmek isteyen, bu durumu göz ardı edemez… Dünya emekçi halklarının ‘kurtuluş hasreti’ capcanlı. Atılacak olan ‘sahte evlilik’ imzaları bizim ortak hasretimizi yok etmez. Bilakis, hasretimizin serüveni daha güçlü ve el ele devam edecektir… Önümüzdeki sayılarda gelişmeleri değerlendireceğiz…

HAKAN SOYDEMiR


ÜMiT DERTLi

KISSADAN HiSSE...

Kıssa I Ali Suat Ertosun Medya tabiriyle, son günlerin flaş ismi. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda (HSYK) hükümete muhalefetiyle, Ergenekon soruşturmasını yürüten bazı hakim ve savcıların görev yeri değişiklikleriyle, sanıklarla yediği yemekler, yaptığı toplantılar, kontrgerillacı askerlerle bağ evlerinde buluşmalarla, ‘Ergenekon’un yargıya müdahalesi’ ile gündeme geldi. HSYK’nın yapısı ve hükümetin yargıya müdahalesi tartışmalarını tekrar alevlendirdi. Ama ne tartışma… Birkaç sene öncesine kadar Adalet Bakanı ve Müsteşar’ının kurul üyeliğini AB normları, kuvvetler ayrılığı ve benzeri geri zekalı demokrasi ilkeleriyle bağdaştıramayanlar bugün Bakan’a ve Müsteşar’a siper ediyorlar göğüslerini. Yine birkaç sene önce HSYK bileşimiyle ilgili hiçbir sıkıntısı olmayanlar, Bakan ve Müsteşar’ın kuruldaki varlığında mahzur görmeyenler bugün bunun AB normları, kuvvetler ayrılığı ve benzeri geri zekalı demokrasi ilkeleriyle bağdaşmayacağını böğürüyorlar. Riyanın, fırıldaklığın, alçaklığın bu kadarı… Ve hepsinin ortasında da Ali Suat Ertosun. Çokları yeni duyuyorlar bu ismi. Ama biz uzunca zamandır tanırız kendisini, iyi tanırız. Onlarca devrimci tutsağın öldürüldüğü ‘Hayata Dönüş Operasyonu’ndan biliyoruz. ‘Ulusalcı’ DSP Adalet Bakanlığı, ‘liberal’ ANAP İçişleri Bakanlığı makamlarını işgal ediyordu. Şanlı Türk Silahlı Kuvvetleri tarihinin en şanlı harekatlarından birini icra etmek üzere her zaman olduğu gibi o zaman da iş başındaydı. Faşist MHP de hükümete destek veriyordu devrimci ve sosyalist kuvvetlere karşı ‘milli mutabakat’ dedikleri kutsal ittifak niyetine. Ve bütün burjuva medyasıyla beraber ulusalcı Tuncay Özkan da ‘beş yıldızlı otel’ diye niteliyordu yeni hapishaneleri. Ertosun da Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü idi. Devlet, ‘son derece başarılı’ olan harekatın ardından Ali Suat’a ‘Üstün Hizmet Madalyası’ verdi. AKP hükümet idi. Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in tavsiyesi üzerine bizzat TBMM Başkanı Bülent Arınç tarafından takıldı madalyası. Hepsi bu da değil, Ertosun’u HSYK üyeliğine atayan da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ta kendisiydi. Bakmayın

şimdi birbirlerine düştüklerine, aynı şer ittifakının bileşenleri idiler. Ve şimdi Ertosun’a atıp tutan çevreler, gazeteler, televizyonlar da onun bu icraatlarının arkasındaydılar. En son basın toplantısında muhabirini dışarı attırdığı Vakit gastesi ve benzerleri katliamın en ateşli savunucularıydılar. Kıssa II Güler Zere ve Nur Birgen Güler bir devrimci tutsak. Tam 16 senedir hapiste ve kanser hastası. Hapishane koşullarında tedavisinin mümkün olmadığı çeşitli doktor raporlarıyla tespit edilmiş. Normal şartlarda, hapisten tahliye edilmesi ve hastanede tedavi görmesi gerekiyor. Ama hâlâ içerde, ölümü bekliyor. Nur Birgen, Hüseyin Üzmez’in tecavüz ettiği kız çocuğu hakkında verilen ‘psikolojisi bozulmamıştır’ raporunun altında imzası bulunan doktor sıfatlı adli tıp uzmanı. Özel Harekat Daire Başkanı kontrgerillacı katil İbrahim Şahin için ‘ömür boyu hafıza sorunu yaşayacağı, iyileşemeyeceği’ yönünde rapor verdi ve serbest bırakılmasını sağladı. Haklarında işkence gördüklerine dair çeşitli doktor raporları bulunan devrimcilerin vücutlarında ‘darp ve cebir izine’ rastlayamayan ve ‘sağlam’ raporu veren de aynı doktor, Nur Birgen. Hastalıkları nedeniyle hapisten tahliye edilenleri ‘sağlamdır’ diyerek tekrar hapse yollayan da o. O bir yeminli halk düşmanı, o bir işkenceci. Yüzlerce insanın kanı var ellerinde, Güler’inkini de bulaştırmaya uğraşıyor. Yani her doktor Hipokrat yeminine uymuyor, Mengele de doktordu… Bu doktorluk performansıyla

Tabipler Birliği tarafından hakkında defalarca soruşturma açılan, defalarca meslekten men cezası verilen de Nur Birgen. Ve hakkında verilen bu cezalar eski, yeni, ‘ulusalcı’, ‘şeriatçı’ hükümetlerin bakanlıklarınca işletilmeyen de o. 90’ların ortalarından bu yana bütün siyasi iktidarlarca el üstünde tutulan, işlediği her suçun ardından ödüllendirilen müstesna doktor Birgen 2006 yılında AKP Hükümeti tarafından Avrupa Birliği’nin doktor, savcı ve hakimlerin işkenceye karşı eğitilmesi için uygulamaya başladığı projenin başına atandı. E tabii CV’si sağlam!.. Lakin, gün olur devran döner, bugün CV’ne yazdıkların yarın suç dosyası olarak çıkar karşına. Kıçı-başı ağrıyan, nezle-grip olan paşa eskileri hapiste yatamayacak kadar hasta oldukları gerekçesiyle salıveriliyorlar. (Bunların ‘muvazzaf ’ olanları da bu kadar nazlı ise vay bu Silahlı Kuvvetler’in haline!) Erbakan, Abdullah Gül tarafından hasta olduğu için affedildikten bir haa sonra İran’a kadar yolculuk edebiliyor, Allah uzun ömür versin. İbrahim Şahin ‘sürekli hastalık’ gerekçesiyle sokağa salındığında domuz gibiydi, bunu tahsilat işlerinde gösterdi de zaten. Ama Güler Zere 16 senedir hapiste. Daha da yatacak. Zira sağlığı elverişli, Nur öyle buyurmuş. Tedavi edilmezse ölecek olan Güler’in katili olacak Nur. Kıssa III Haramidere İstanbul Haramidere’de pek çok harami patronun pek çok fabrikası var. Bunlardan biri de Sabra Tekstil. 8 Haziran günü bir grup devrimci işçi düzenleyecekleri Tekstil İşçileri

Kurultayı için bölgede bildiri dağıtırken Sabra Tekstil patronunun adamları tarafından saldırıya uğruyor. Güvenlikçi olduğu söylenen bir grup bekçi köpeği ateş açıyor işçilerin üzerine. Biri göğsünden, biri bacağından iki işçi yaralanıyor. Aynı gün olay yerine gelen polis “ateş açanları bulamadığı için” işlem yapmadan gidiyor. Ertesi gün saldırıyı protesto etmek için toplanan işçiler bu kez fabrikanın önünde polis barikatıyla karşılanıyor. Ateş açanları bulamayan polis protestocu işçilere saldırıyor ve dört işçiyi gözaltına alıyor. Çıkarıldıkları mahkeme de bu dört işçiyi tutukluyor. Yani patron kurşunluyor, polis gözaltına alıyor, mahkeme tutukluyor. Patron patronluğunu yapıyor, polis polisliğini, mahkeme mahkemeliğini, devlet devletliğini. Vaka-i adiyeden yani. Hisse Sınıf savaşı Aslında, bu hikayelerden hisse çıkarıp buraya yazmak okuyucunun basiretine hakaret olur. Zaten hemen her yazıda da aynı şeyi söyleyip duruyoruz. Hisse şudur: Devlette bir süredir devam eden tepişme, şeriatçı–laik, ulusalcı–liberal, demokrat–darbeci çatışması, emperyalist kapitalist dünya sisteminin entegre bir parçası olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin, tarihsel bir sürekliliğin parçası olarak geçirmekte olduğu kabuk değiştirme, yeni dünya koşullarına uydurulma çabalarıyla ilgilidir. Bu dönüşüm tartışılabilir. Ancak taraflardan hiçbirinin kapitalizmle, emperyalizmle, patronlar düzeniyle esastan bir sorunu yoktur. İhale kavgasıdır bu. İhaleyi alan yeni taşeronla eski taşeronun kavgasıdır. Ve her iki taraf da işçi düşmanı, halk düşmanı, devrim ve sosyalizm düşmanıdır. Tepişen tarafların sözcüsü olan basın organlarında, anlattığımız üç kıssa ile ilgili yayımlananlara -ya da suskunlukla boğulmaya çalışılanlaratekrar bakın. Ne görüyorsunuz? Biz komünistiz ve sınıf savaşına inanırız. Emperyalizme karşı sınıf savaşı, şeriata karşı sınıf savaşı, faşizme karşı sınıf savaşı… Kapitalizme karşı sınıf savaşı... Dahası, her biri bir devrim sorunu olduğu için, ‘bağımsızlık’ için sınıf savaşı, ‘demokrasi’ için sınıf savaşı, ‘özgürlük’ için sınıf savaşı… Başka ve kestirme bir yol yok!..

3


AHMET DOĞANÇAYIR

1

‘Tek yeşil tanırım, ABD doları!’

975’te İslam Kalkınma Bankası ile Dubai İslam bankasının kurulmasıyla başlayan ‘İslam’a uygun’ ‘faizsiz’ bankacılık ve finansal hizmetler, 32 yılda 500 milyar dolar büyüklüğe ulaştı. İslami aktifler yüzde 29 büyüme hızına sahip. İslami bankacılığın önemli oyuncularından HSCB Amanah’ın başkanı İslami bankacılık aktiflerinin 750 milyon doları aştığını bunun her yıl yüzde 1520 arası büyüdüğünü söylüyor. 2010’da ‘şeriata uygun’ aktiflerin 1 trilyon dolar büyüklüğe ulaşması bekleniyor. Üstelik İslami finans kuruluşları sadece Müslümanların yaşadığı bölgelerde değil dünyanın geri kalanında da büyümeyi sürdürüyor. İslami bankacılık İslami finans kuruluşlarını, bankaları, yatırım bankacılığı, finans şirketleri ve sigortacılığı kapsıyor. Şeriata uygun yatırım seçenekleri sunan kurumlar arasında HSBC cty. Standart Chartered Bank gibi dünya devleri de bulunuyor. HSBCnin HSBC Amanah şirketi dünyanın en büyük İslami finans kuruluşu. Bahreyn, Malezya ve Londra İslami finansa önem veren yerlerin başında geliyor. Kuran’ın ribayı yani faizi ve tefeciliği yasaklamasından dolayı böyle bir

şeye ihtiyaç duyulduğu söyleniyor. Ne de olsa Müslümanların da paraya ihtiyaçları var ve bankalar da işlerini yürütmek zorunda! Bu yasağın etrafından dolaşmak için sistemler icat ediliyor. Söz gelimi bir Müslüman’ın bir evi ipotek etmesi yerine banka eve sahip oluyor ve Müslüman’ın evi taksit taksit satın alabilmesi sağlanıyor. HSBC de ‘şeriat yönetim kurulu’ adı altında bir birim bile kurulmuş. Aslında bu şart mı? Kahire deki El-Ezher üniversitesinde ‘riba’nın fahiş kâr anlamına geldiği ve orta halli faize izin verilmesi gerektiği öğretiliyor. Mısır bankalarının büyük kısmı faiz alıyor ve ödüyor. Bu yönden İslami bankacılık eşliğinde önerilen şey, dinin mevcut kurallarının uygulanması değil, bizzat dinin pekiştirilmesi.

Faizsiz bankacılık yalanı

İslamcıların hayalî iddialarına rağmen İslam bankalarının uygulamaları geleneksel bankaların uygulamalarından farklı değil. Geleneksel banka açıkça faiz alırken

bir İslam bankası yakın oranda ‘komisyon’ alıyor. Aralarındaki tek fark, İslam bankalarında takke, geleneksel bankalarda papyon takılmasıdır. Ancak İslam bankacıları kendilerini ‘toplumsal yenilenme’nin öncüleri olarak görüyor. Kendi alt ekonomilerini kurmayı, seslerini duyurup çevrelerini etkilemeyi hedefliyorlar. İslam bankacıları ekonomiyi ve elbette tüm toplumsal düzeni ‘zararlı laik etki’den temizlemeyi amaçlıyor. İslam bankacılığının dini gerekçesi ekonomik gerekçesinden çok daha önemli. İslam bankalarının ekonomik yararları, ‘İslami uyanış’a yaptıkları katkının yanında ikinci planda kalıyor. Bugün İslami para değerlendirme şirketleri, İslami şirketlerin ürünlerini pazarlayan perakende satış merkezleri, İslami yatırım şirketleri, hatta İslami holdingler var. İslamcılığı yaymak için geliştirilen ekonomik araçlara hastaneler, klinikler, yardım kuruluşları, okullar, üniversite öğrencileri için yurtlar, gençlik

merkezleri, yaz kampları ve spor tesislerini de ekleyebiliriz. Özellikle yoksullara sunulan bu hizmetlerle İslami değerlere bağlı kuruluşların çeşitli toplumsal sorunlarla devletten daha iyi baş ettiğini göstermek hedefleniyor. Bu, devleti talep etmenin önkoşulu… Elbette İslamcılar kapitalizmden vazgeçmiyor. Onların ekonomik faaliyeti İslamcılığın gelişmesi için kaynak toplamak ve İslamcılığın büyük toplumsal sorunları çözebileceğini kanıtlamaktır. Örneğin, kazançlı bir İslam bankası veya iyi yönetilen bir klinik hem insanların ikna edilmesini hem de politik bir baskı oluşturulmasını sağlıyor. İktisadi kuvvet, siyasi kuvveti her bakımdan besliyor. Önceden İslamcılık taraarı gibi görünmek istemeyenler, şimdi ne kadar Müslüman olduklarını kanıtlamaya uğraşıyor. Oruç tutmayan, tutarmış gibi yapıyor, herkes Cuma namazlarına doluşuyor. Ne var ki, her fırsatta ‘ahlak’tan söz eden İslamcılar ekonomide ve tabii devlet içinde etkinliklerini artırdıkça, rüşvet, yolsuzluk, sahtekarlık da artıyor. Belki de İslamcıların kendilerine açıklamak zorunda oldukları en önemli çelişki de burada yatıyor…

Fethullah ‘cemaat’inin milyar dolarları

B

orsada 2.2 milyar dolar değeri olan Bank Asya’yı da elinde bulunduran Fethullah Gülen ‘cemaat’i, İslami bankacılıkta, dahası toplumsal yaşamın her alanında ciddi bir iktisadi örgütlenme gerçekleştiriyor. Sadece ‘cemaat’ hakkındaki davanın savcılık iddianamesine bakarsak, 1990’larda bile ciddi bir iktisadi güce ulaştıkları görülüyor: “Fethullah GÜLEN grubunun büyük bir gayrimenkul varlığı vardır. Bu gayrimenkullerden yüksek rakamlara varan kira geliri elde etmektedir. Örneğin gruba bağlı Akyazılı Vakfı’nın 23 ilde çok miktarda konut, dükkan, büro, okul, mağaza, dershane, yurt binası bulunmaktadır. 1997 yılı Eylül ayında kendisine bağlı Asya Finans Kurumu devletten 553 milyar Türk Lirası teşvik almıştır. Bu iki husus birlikte değerlendirildiğinde finans desteği için siyasi partileri ve bürokratları kullandığı, böylece bu kişiler vasıtasıyla devlet imkanlarından yararlanmasına göz yumulduğu sonucuna varılmıştır. Fethullah GÜLEN eğitime finans sağlamak amacıyla kendisine bağlı kişi ve kuruluşlardan vergilendirme adı altında aylık ve yıllık aidat

4

toplamaktadır. Özellikle Fethullah GÜLEN’in Kazakistan’daki okulları için Denizli’deki taraftarlarınca 1 milyon dolarlık kaynak aktarıldığı, Afyon, Malatya, Kayseri ve İzmir

illerinde de bu yolda faaliyetler yürütüldüğü bilinmektedir. Fethullah GÜLEN grubu yurt dışındaki üniversite, orta dereceli okul, ilkokul ve dil eğitim merkezlerinden büyük gelir elde etmektedir. Bu gelirlerin bu kurumların finansmanı ve geliştirilmesinde kullanıldığı düşünülmektedir. Işık Sigorta, Asya Finans gibi büyük kuruluşların gelirleri, İş Hayatı Dayanışma Derneği İŞHAD ve Genç İşadamları Derneği (GİAD) bünyesindeki işadamlarının bağışları da Fethullah GÜLEN’in finans kaynakları arasında büyük bir yer tutmaktadır. Ayrıca televizyon, radyo, gazete, dergi gibi yayıncılık alanından da büyük gelir sağlanmaktadır.” Savcılık iddianamesinde ‘yurtdışı güçler’in de ‘cemaat’e ‘kuvvetle muhtemel’ maddi destek sağladığı belirtiliyor. Bugün Fethullahçılar, yaklaşık 300 şirket ve holding, yıllık 600 trilyonluk ciro ve 25 milyar dolar tahmin edilen servetleriyle, çok ciddi bir ekonomik gücü ellerinde tutuyor.


‘BiRiNE KARŞI OLAN ÖBÜRÜYLE BERABERDiR!’ “…Bu sancağı sahtekârlığın ustalarına bırakmayacağız. Bizim kuşağımız tüm yeryüzünde sosyalizmi kuramayacak kadar zayıf çıkarsa, o lekesiz sancağı çocuklarımıza devredeceğiz… Bütün insanlığın geleceği için mücadeledir bu. Çok şiddetli geçecektir. Uzun sürecektir... Kim bedenine rahat, ruhuna huzur arıyorsa bırakıp gitsin!..” (L.Troçki) EY! CENNETİN ZAPTINDAN, PROLETARYADAN VE ENTERNASYONALDEN UMUDUNU KESMİŞ OLANLAR! SİZ HİÇ ÜSKÜDAR-BEŞİKTAŞ VAPURUNA BİNDİNİZ Mİ? Bayım, Eğer binmiş ve İstanbul’u bir de ‘alıcı gözüyle’ seyretmiş olsa idiniz, BİZİM, bu ‘memleketi’ Yanki’sine-AB’lisine, şeriatçısına-liberaline, tekelcisinemilliyetçisine, burjuvasına-işbirlikçisine, emekli-emeksiz paşasına, CHP’sineMHP’sine-İP’sine-AKP’sine ve efendilerine, TÜSİAD’a-MÜSİAD’a, ağaya-dayıya, hırsıza-ite-uğursuza, HÂSILI cemi-i cümlesine bırakmayacağımızı belki idrak edebilirdiniz. ÇÜNKÜ, YİNE DE YALNIZ İKİ SINIF VAR... … “...BİZ SINIFSIZ BİR MİLLETİZ... BİNAENALEYH BİRAZ PARASI OLANA DA DÜŞMAN OLACAK DEĞİLİZ. BİLAKİS BİRÇOK MİLYONERİN HATTA MİLYARDERİN YETİŞMESİNE ÇALIŞACAĞIZ... ...TÜCCAR SINIFINI ZENGİN EDEBİLMEK İÇİN... TEDBİRLERİ ALMAK ZORUNDAYIZ... ...BİNAENALEYH BÜYÜK ARAZİ SAHİPLERİ DE HİMAYE EDİLECEKTİR... …YİNE ECNEBİ SERMAYELERİNE LAZIM GELEN TEMİNATI VERMEYE HER ZAMAN HAZIRIZ!..” M.KEMAL, 1923, İZMİR İKTİSAT KONGRESİ) Körler sağırlar birbirini ağırlar. “AZİZ VE MUHTEREM VATANDAŞLARIM,BİRAZ DAHA GEÇ KALSA İDİK,BİZİM YERİMİZE BU KÜRSÜDEN, SİZE BAŞKALARI HİTAP EDECEKTİ !..” (KENAN EVREN. 1980) “…DEMOKRASİYE DÖNÜŞ ACELEYE GETİRİLMEMELİDİR !..” (JAMES SPAİN ABD BÜYÜKELÇİSİ, 1980) “…MİLLETİN HAYRI İÇİN VERECEĞİNİZ MÜCADELEDE ZAT-İ ALİ”LERİNE VE ARKADAŞLARINIZA MÜVAFFAKİYETLER TEMENNİ EDİYORUM.PAŞAM EMRİNİZE AMADEYİM!..” (VEHBİ KOÇ.1980) “…YİRMİ YILDIR BİZ AĞLADIK ONLAR GÜLDÜLER. ESKİLER SİZİN YASALARINIZDI BUNLAR DA BİZİM YASALARIMIZ. BİRAZ DA SİZ AĞLAYIN…” (HALİT NARİN, 1980) “...12 EYLÜL HAREKATI BİR DARBE DEĞİLDİR. BİR KURTULUŞ HAREKATIDIR. DESTEK OLMAK HEPİMİZİN BORCUDUR!..” (İBRAHİM DENİZCİER. TÜRK-İŞ GENEL BŞK)

“...GAZETEMİZ YENİ YÖNETİMİN İLAN ETTİĞİ AMAÇLARIN BAŞARILMASINA KATKIDA BULUNMAYA HAZIRDIR. HER ZAMAN OLDUĞU GİBİ...” (ORAL ÇALIŞLAR, AYDINLIK GAZETESİ GENEL YAYIN MÜDÜRÜ.18 EYLÜL 1980) “ERBAKANIN EROİN KAÇAKÇILIĞI İDDİASIYLA İLGİLİ DOSYASI SİVİL SAVCILIĞA YOLLANDI.” 31 EKİM 1980 “…TÜRK ORDUSU BÖLÜCÜLER VE GERİCİLER TARAFINDAN HERGÜN TEKMELENMEKTE VE ETKİSİZ HALE GETİRİLMEYE ÇALIŞILMAKTADIR… YENİDEN BİR VATAN SAVUNMASINA GİRDİĞİMİZ BU KOŞULLARDA… TÜRK MİLLETİ 20. YÜZYIL’DA İNŞA ETTİĞİ CUMHURİYETİNİ, KEMALİST DEVRİM BAYRAĞINA SARILARAK DAHA DA İLERİ GÖTÜRECEKTİR. (İŞÇİ PARTİSİ Gn. Bşk. Yar. Mehmet Cengiz. 27 Temmuz 2009)

asker sıkıla sıkıla. Kuşkusuz ki büyük bir kahramansınız... - Elbette, dedi öğrenci inançla. Şimdi de Rusyamızı ve özgür devrimimizi batırmak üzere olan Bolşeviklere karşı dövüşüyorum. Nasıl açıklarsın bunu? Asker başını kaşıdı ve aklı iyice karıştığından yüzünü ekşitti: - Nasıl açıklanır bilemem orasını. Ama her şey bana olduğu gibi gözüküyor. Cahil olmasına cahilim. Yine de yalnız iki sınıf var galiba ortada. Proletarya ve burjuvazi. - Yine bıraktığım yerde otluyorsun be arkadaş, diye haykırdı öğrenci. - İki sınıf, diyordu boyuna asker inatla. BİRİNE KARŞI OLAN ÖBÜRÜYLE BERABERDİR”... ... Kent uyanık, sinirli bekliyordu. (DÜNYAYI SARSAN ON GÜN-JOHN REED)...

‘MODASI GEÇMİŞ’ BİR KİTAPTAN! ... Kapıda yüz kadar tüccar, memur ve öğrencinin küfür edip bağırdıkları iki süngülü asker duruyordu. Haksız yere azarlanmış çocuklar gibi kendilerini rahatsız ve alçalmış hissediyorlardı. “Öğrenci üniforması taşıyan genç, küstah bir ses tonuyla konuşuyordu - Kardeşlerinize karşı silahlanarak katil ve hainlerin birer aleti olduğunuzu anlıyorsunuzdur sanırım, diyordu. - Kardeş, iş böyle değil, diye ciddi ciddi yanıtladı asker. Siz anlamıyorsunuz. İki sınıf var. Biri proletarya, öbürü burjuvazi. Bizler... - Bu palavrayı biliyorum, diye kesti öğrenci. Siz cahil köylüler için böyle hazırlop sözlerin her yerde anırılması yeterlidir. Hiçbir şey anlamadan papağan gibi hemen tekrarlamaya koyulursunuz. Kalabalık kahkahadan duramıyordu. - Bak, ben Marksist bir öğrenciyim. Size sosyalizm için değil, anarşi için, Almanya hesabına dövüştüğünüzü söylüyorum. - Biliyorum, dedi asker alnından ter damlarken. Siz okumuş bir insansınız. Görülüyor bu. Ben ise cahilim. Ama yine de bana öyle geliyor ki... - Lenin’in gerçek bir proletarya dostu olduğuna mı inanıyorsun, diye kestirip attı öğrenci. - Evet, inanıyorum, dedi asker sıkıntılar içinde. - Ama dostum, Lenin’in kurşun kaplı bir vagon içinde tüm Almanya’yı geçtiğini ve Almanlardan para aldığını da biliyor musun? - Bunlardan pek haberim yok, diye yanıtladı asker inatçı bir tonla. Ama söylediği şeyler, ben ve benim gibi olanların işitmek istedikleri şeyler. Görüyorsunuz ya, yine de iki sınıf var, burjuvazi ve proletarya.. - Sen delisin be arkadaşım. Ben devrimci eylemim için Schlüsselbourg’ta tam iki yılımı verdim. Oysa ki, o zaman sizler devrimcileri kurşunlayıp “allah Çarı korusun” diye şarkılar söylüyordunuz. Benim adım Vassili Georgieviç Panin. Hiç benden söz edildiğini işitmedin mi? - Kusura bakma, ama işitmedim, dedi

HUZUR İSYANDA! - Mücadelemizden vazgeçmeyeceğiz Her gün işe gider gibi greve gidiyoruz... Desteğinize ihtiyacımız var. (Sabah-atv grevcileri) - Mahkemeyse mahkeme. Direnişse direniş. Elimizden ne gelirse onu yapacağız. (Arzu Demir. MEHA direnişçisi. İşçi ve ‘türbanlı’.) RED, Nisan 2009 - Bizler işçi olduğumuzu öğrendik. (IBM işçisi Nedim Akay) - Biz yasalar için mücadele etmeliyiz. Yasaları değiştirmeliyiz. (Emine Aslan. DESA’dan grevci işçi) - Yurt çapında bir süredir YÖK yönetiminin uygulamalarına karşı mücadele ediyoruz... (Ali Şahin. Araştırma Görevlisi. İÜ. Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü) RED, Temmuz 2009. - Özellikle fabrikayı işgal etmemiz büyük etki bıraktı... Bu direnişte başka işyerlerinde çalışanların sorunlarına duyarlı olmayı öğrendim...(Halit Yıldırım, SİNTER METAL işçisi) - Biliyorum ki yanı başımda... Sınıf mücadelesinden yana olanların gücü var. (Gülistan Kobaltan. ENTES Elektronik işçisi) - Direnişin dördüncü ayındayız... Direnme hakkımızı kullanıyoruz.(Murat Aslan-Umut Öztaş. KURTİŞ Matbaacılık) RED, Haziran 2009 -…Ben o başbakandan bir şey beklemem. Sizler de beklemeyin. Ama şu yazdıklarımı okuyanlar bilsin ki hepsinin hesabını soracağız. (Mert Karabacak. Tarlabaşı’ndan işsiz bir Genç) - Çocuklarımızı nerede kaybettiniz? (Cumartesi Anneleri) RED, Mart 2009 - Greve devam diyoruz (Neslihan Topak NOVAMED grevcisi) - NOVAMED’li işçi kadınlarla dayanışma için Adana’dan yükselttiğimiz ses bana çok şey kattı. (Aysel Kılıç) - TELEKOM grevinin kararlı grev gözcüleri… Nöbet tutmaya devam ediyor. (Levent Eriş)

RED, Aralık 2007 - Proleterlerin ne kadar vatanı varsa, bizim o kadar vatanımız var. (H.Gülseven. Nisan 2008) - Kıtamızda ki mücadeleleri birleştireceğiz. (Latin Amerika ve Karayipler’den işçi liderleri. Dördüncü EnternasyonalUluslararası Posta) - İşçiler ve gençlik hareketi kendi yanıtlarını yükseltmelidir. İşgal. Direniş. Politik grev! (OKDE-Yunanistan) - Şimdi mücadeleyi daha da yükseltme zamanı. Hükümete soluk aldırmayacağız. Şimdi kavga zamanı! Kahrolsun uzlaşmacılık! Nihai hedefimize ilerleyelim! (PST-Peru) - Müdür!.. Müdür!.. Alandayız!.. Sadece 1 Mayıs’ı ve Taksim’i değil, bütün yaşamı ve bütün ülkeyi, bütün dünyayı kazanmak da mümkün olacaktır. (Ümit Dertli, Taksim’de bir Serüvenci. 1 Mayıs 2009) SON SÖZ! “…ister askeri diktatörlük olsun, ister faşizm, ister demokrasi; bütün burjuva siyasi iktidar sistemlerinin devasa bir ortak paydaları vardır, PATRONLARIN HİZMETKÂRI OLMAK… Söz konusu olan devletin asıl niteliği, yani sınıf karakteri ise, GERİSİ TEFERRUATTIR... Bir siyasi rejime asıl rengini veren şey, başkanlık koltuğunda oturanın üniformalı ya da sivil olması değil, o rejimin üzerine kurulu olduğu mülkiyet ve sınıf ilişkileridir, kime hizmet ettiğidir… Onlar için özgürlük sermayenin özgürlüğüdür. Para babalarının özgürlüğüdür… …Bağımsız bir sınıf mücadelesi üzerinde yükselmeyen hiçbir mücadele, burjuva sınırların ötesine geçemeyecektir. Devrimciler… İşçi sınıfının iktidar olacağı bir rejimin tesis edilmesi için çaba harcamalıdır ve harcayacaktır. Emin olun ki işçi sınıfı gerekeni yapar. Çok mu iyimseriz? HAYIR! AMA FAZLASIYLA UMUTLUYUZ… (Ümit Dertli. RED, Haziran 2009) —“Biz bundan sonra da direnmeye ve hayat içinde haklarımızı almak için mücadele etmeye sonuna kadar kararlıyız. SON SÖZÜMÜZ BUDUR BİZİM!” (Hatice Harmantepe. MEHA direnişçisi. İşçi ve ‘türbanlı’) BİZ HAYAL KURMAYA DEVAM EDECEGİZ. ÇÜNKÜ YİNE DE YALNIZ İKİ SINIF VAR. BURJUVAZİ VE PROLETERYA...

H. BAYRAKTAR

5


DiRENiŞ NOTLARI

Memlekette işçi vurmak serbest! i

ş yok güç yok bir de üstüne bunaltıcı sıcaklar hiç çekilmiyor. Bir yıl boyunca grevler, direnişler diye diye iyi umutlandık. Kriz en çok da işçi sınıfının harekete geçmesi için bir fırsattı. Bu fırsat burjuvanın dilinde bir geyik, bizim içinse gerçek bir fırsat. Ve bu fırsatı değerlendirebilmek için daha bir asıldık gündeme. Tabii burjuvazinin gündemi ile işçinin gündemi birbirini hiç tutmuyor. Bir taraa milyonlarca işsiz insanın, işçiye uzak tutulan gündemi diğer taraa malum medyanın sıkı takibinde olduğu bürokrat ağaların ve paşaların gündemi… Ergenekon, sivil siyaset, Genelkurmay-AKP… Başbakanlık binasının önünde kafasına ve göğsüne silah dayayan emekli polisi hatırlıyor olmalısınız. Ya da kredi kartı borcundan, işsizlikten intihar eden onlarcasını, veyahut işçilere kurşun sıkan patronları, yeniden köylerine dönenleri. İşinden olan kaç kişi var çevrenizde? İşsiz kalanların sayısı 5 milyonu aştı diyor istatistikler ya kayda geçmeyenler? Kriz dillendirilmeden çok daha önce var olan işsizlik oranı? Nerede kaç kişi grevde, kaç direniş var ve bu mücadeleler hangi zorluklarla yürütülüyor haberimiz var mı? Yok! Çünkü seyrine daldığımız ve bir türlü çıkamadığımız burjuva medyanın gündemi bu değil ki! Televizyon izleme alışkanlığıyla birçok ülkeyi geride bırakan, ‘gazete’ okuma oranıyla birçok ülkenin gerisine düşen Türkiye’de işçiler ya da işsiz kalanlar kendi gündemlerinden nasıl haberdar olacak? Para da yok ki gezelim, öğrenelim. Hal böyleyken ancak bize dayatılanı görebiliyoruz. Olan bitenden bihaberken dayanışma nasıl

S

gerçekleşsin, nasıl birleşsin işçiler? Bir fabrikada olandan aynı ilçedeki bir başka fabrikanın haberi bile olmuyor. Neden? Uzun mesailer sonrası gece vakti eve dönüş, sabah yeniden mesai, bir yemek molası sonra yeniden iş. Bu çalışıp da kendini ‘işim var’ diyerek avutan kesim için geçerli. Ya işsizler? Onlar birbirinden habersiz, ne yapacağını bilemez halde aile içi şiddetle, yozlaşmayla, çürümeyle, lümpenleşmeyle diplerde sürünüyor. Sinirler gergin. Çıkış nerede? Çıkış bilinçli ve tabii örgütlü işçide. Her bilinçli işçi aynı zamanda bir ulaktır. Yani burjuva medyanın yapmadığını ve yapmayacağını yapandır. Bedeli çoğu zaman ağır olsa da! Haramidere’nin haramisi Sabra Tekstil patronunu muhtemelen duymuşsunuzdur. Geçtiğimiz ay birkaç gazetede dipnot gibi bir-iki haberle yer aldı. Sabra Tekstil Fabrikası’nın

ergül Tarhan birçok sektörde çalışmış, ekimde kriz bahanesiyle işten çıkarılmış emekçi bir kadın. Bizce işçi mücadelesine duyarlılığından dolayı, yargıya göre ise polise mukavemetten dolayı tutuklandı. Yaşadıklarını Sergül’den dinleyelim. Öncelikle geçmiş olsun. 35 gün tutuklu kaldın neler yaşadın, kısaca anlatır mısın? Sabra Tekstil’de yaşanan, Tahsinlerin yaralanma olayının haberini, aynı gün öğleden sonra internetten okudum. Haberde akşam basın açıklaması yapılacak ve olay protesto edilecek deniliyordu. Ben de aynı sektörde çalışmıştım ve durumun ciddiyetinin farkındaydım. Destek vermem gerektiğini düşündüğüm için yanımda birkaç arkadaşımla Sabra Tekstil’in önüne basın açıklamasına katılmaya gittik. Oldukça kalabalıktı. İşçiler, sendikacılar, avukatlar, duyarlı birçok kişi katılmıştı. Fabrikaya doğru sloganlar eşliğinde, kortej halinde yürümeye başlamıştık ki polisler saldırdı. Fakat kalabalık olduğumuz için bu ilk saldırıda polis geri çekildi. Daha sonra ikinci arbede yaşandı. Polisler silaha sarıldı. Arbede yaşanırken ben

6

işçilerine, Tekstil İşçileri Kurultayı’na davet bildirisi dağıtmak isteyen işçiler fabrika müdürü ve güvenlik görevlileri tarafından kurşunlanmış, olaydan sonra bir işçi göğsünden diğer bir işçi bacağından yaralanmıştı. Olayı protesto etmek isteyen işçilerden dördü tutuklanmıştı. Olayda ağır yaralanan Tahsin Alıcı yaklaşık iki aydır yatağa mahkûm. Tutuklananlardan Sergül ise 15 Temmuz’da tahliye edildi. Tahsin ve Sergül’le hem yaşadıklarını konuştuk. İlk olarak Tahsin’le sohbetimizi aktaralım. Kaç yaşından beri çalışıyorsun? Bugüne kadar kaç sektör değiştirdin? Ortaokuldan beri yaz tatillerinde hep çalıştım. Önce küçük atölyelerde çalışıyordum sonra lise bitti ÖSS sınavlarıyla uğraşırken bir yandan da daha büyük fabrikalarda çalışmaya başladım. ÖSS’ye birkaç defa girdim fakat iyi bir üniversiteye girme şansım

kenarda duruyordum, kulağımın dibinde silahlar patlıyordu. Arkadaşımın tartaklandığını ve polisler tarafından alınmaya çalışıldığını gördüm, kurtarmaya çalıştım. O sırada polislerin saldırısına uğradım ve ekip arabasına aldılar. Peki, fabrikada durum neydi, o gün siz oradayken fabrikada işçi var mıydı? Tutumları ne oldu? Bizim alındığımız ekip arabası fabrikanın hemen yanındaydı. Fabrikanın bahçesinde elleri sopalı sivil insanlar vardı fakat oranın işçileri değildiler çünkü sabah yaşanan olaydan sonra işçileri erken paydos etmişlerdi. Fabrika boştu sadece dışarıda güvenlik görevlileri, polisler ve elleri sopalı siviller vardı. Bu insanlar bizlere hakaret ediyor, sopalarıyla hareketler yapıyorlardı. Kaç kişi gözaltına alındı? Ekip arabasında ve sonra götürüldüğünüz karakolda neler yaşandı? Dört kişi gözaltına alındık. Üç bayan bir erkek... Arabadayken polisler ağza alınmayacak küfürler savurdular bize. “Şimdi düşmanınız biziz!” diyorlardı, “Ne işiniz var burada, her şeye ses çıkarmak zorunda mısınız?” Karakolda da aynı şekilde hakaretler ve saldırılar devam

pek yoktu ben de açık öğretime kayıt yaptırdım ve iş hayatıma devam ettim. Tekstilde, metalde, temizlikte aslında birçok sektörde çalıştım. Bu olay yaşandığı zaman çalışıyor muydun? Hayır çalışmıyordum. Mayıs ayında krizden dolayı işten çıkarıldım. Bir metal fabrikasında çalışıyordum. Bölüm şefiyle keyfi bir uygulamasından dolayı tartıştım kriz de bahane oldu, işten çıkardılar. Olaya da geleceğiz ama öncesinde işçi platformuna neden ihtiyaç duydunuz? Bunun üzerine biraz konuşalım. Bölgemizde yüzlerce belki de binlerce fabrika var ve bu fabrikalarda çalışan yüz binlerce işçi var. Bu fabrikalar çok büyük ve önemli fabrikalar. Büyük markaların fabrikaları. Fakat işçiler ağır koşullarda, örgütsüz, asgari ücretlerle çalışıyor ve şimdi birçoğu ücretlerini ya alamıyor, ya da çok geç alıyorlar. Üstelik uzun mesailer yapıyorlar fakat karşılığını alamıyorlar. Ben de bu koşullarda çalıştım. İlk sendikalaşma mücadelemi 2005’te kalıp fabrikasında çalışırken vermiştim ve bundan dolayı çalışma başlattığımız arkadaşlarımla birlikte işten atıldık. İşçilerin örgütlenebilmesi gerekiyor. Her işçi bilinçli değil netice. Evden işe işten eve, işyerlerinde birbirleriyle sohbet etme durumları bile çoğu zaman olmuyor. Ve sonuçta örgütlenebilmek için, sorunları birlikte çözebilmek için bir takım araçlara ihtiyaç duyduk. Ve işçi platformu bunun ürünü olarak ortaya çıktı. Peki olay günü neler yaşandı? Tekstil işçilerinin düzenleyeceği kurultaya çağrı için bildiri dağıtmak istedik. Aslında bu olaydan bir iki gün

etti. İnce arama yapmak istediler fakat buna karşı çıktık. Bizi erkek polis çağırıp onların gözleri önünde ince aramayla tehdit ettiler. Avukatlarımız geldi sonra. Fakat onlara da hakaret ettiler ve bu sırada orada da kısa bir arbede yaşandı. Daha sonra nezarethaneye konulduk. Bu sırada teşhis raporu hazırlamışlar. Nedir bu rapor? O gün ilk gözaltına alınanlar bizlerdik. Bizden sonra olaylar büyümüş, yaralanan polisler olmuş. Teşhis raporu yaralanan polisler için hazırlanmış. Polisleri


ESiN TEPE “Bildiri dağıtmak için Sabra Tekstil’in olduğu bölgeye gittik. Bizi görür görmez engellemeye çalıştılar, üzerimize ateş açtılar. Ben sol bacağımdan yaralandım. Diğer bir arkadaşım göğsünden. Arkadaşlarım koluma girdiler, uzaklaşmaya çalıştık. Bu sırada arkamızdan ateş etmeye devam ettiler. Aynı bacağıma ikinci kurşunu yedim...” önce yine platformdan arkadaşlarımız bildiri dağıtmaya gitmişti aynı bölgeye. Bildirileri dağıtırken Sabra Tekstil’in güvenlik görevlileri tarafından tartaklanmışlardı. Oysa fabrikaya çok yaklaşmıyoruz biz. İşçilerin güzergâhında duruyoruz ve kimseleri de zorlamıyoruz bildiri almaları için. Arkadaşlarımız tartaklandıktan sonraki gün aynı bölgeye gittik. Bildiri dağıtacaktık ve dağıtmış olmak da protesto olacaktı. Fakat bizi görür görmez engellemeye çalıştılar ve hemen peşinden üzerimize ateş açtılar. Ben sol bacağımdan yaralandım. Diğer bir arkadaşım göğsünden. Ağrıdan sonra fark ettim vurulduğumu. Arkadaşlarım koluma girdiler, uzaklaşmaya çalıştık. Bu sırada arkamızdan ateş etmeye devam ettiler. Aynı bacağıma ikinci kurşunu yedim. Ve olduğum yere çöktüm. Arkadaşlarım beni almaya çalıştılar fakat onlar silah sıkmaya devam ediyorlardı. Yerdeyken de sopalarla saldıranlar oldu. Fabrikanın müdürü ve sivil birkaç kişi daha vardı. Daha sonra ben yerdeyken saldıranlar fabrikaya girdiler aynı anda polis ekibi geldi. Fabrikaya girdiler dedim. Fabrikaya gittiler ama alamadılar geri geldiler ve çıkmıyorlar dediler. Giremedikleri delik olmayan polisler çıkmıyorlar deyip almadılar onları. Zaten bu fabrikanın geçmişi pek temiz değil. Daha önce Halkevcilere ve Tekstil-Sen’e de saldırıları olmuş. Sabra Tekstil’in Polonya’da çok sayıda mağazası var. Geçen gün gördüm CNNTURK’ün haber spikerlerinin kıyafet sponsoru olmuş hemen hemen her kanalda da reklâmı yapılıyor. Sağlık durumun nasıl? Sol bacağımda biri baldırda diğeri

dizkapağımın altında iki parçalı kırık var. Ameliyat oldum. Dört ay daha yatacağım söylendi. Kemik kaynayabilirse ayağıma basabileceğim fakat dizkapağımın bükülüp bükülmeyeceği belli değil. Sonrasında da fizik tedavi görmem gerekiyor. Hukuki sürecinizi başlattınız. Kimden şikayetçi oldunuz? Olay günü güvenlik amiri Zeki Tekin gözaltına alınmış. Verdiği ifadede sadece ben ateş etmedim başka ateş edenler de vardı. Başkalarında da silah vardı demiş ama savcı, “Senden başka ateş eden kimler vardı?” diye sormamış bile ve delil yetersizliğinden bırakılmış. Biz Sabra Tekstil’den şikâyetçiyiz, davamızı açtık. Zeki Tekin patronun sadece bir maşası bunun farkındayız. Zaten olaydan sonra orada eylem yapılmış biz hastanedeyken o eylemde dört arkadaşımız gözaltına alınmış. Polisin ve yargının tavrı acı bir şekilde ortada. Hukuki olarak da çok açıkları var, sıkışmış durumdalar sonuçta. Bir bildirinin bedeli bacağına sıkılan kurşunlar oldu. Aslında işçi olmanın da bedeli sadece Türkiye’de

yaralayan bizlermişiz. Hâlbuki bize saldıran, silah kullananlar polislerdi. Sözde bizi tek tek odalara alıp teşhis ettiklerini söylemişler oysa biz sabaha kadar nezarethanedeydik ve kimse bizi teşhis etmedi. Mahkeme süreciniz nasıl gelişti? Sabah mahkemeye sevk edildik. Lavaboya dahi götürülmedik saatlerce bekletildik öylece. Avukatlarımız lavaboya götürülmemiz için savcılığa gidip izin kâğıdı aldı. Sonra mahkemeye çıkarıldık. Yaralanan polislerin raporları sunulmuştu. Gerekçelerini orada öğrendik. Görevli polise direnmekten, işini yaptırmamaktan tutuklama kararı çıktı bize. Neredeyse, “Sizi kurşunlayarak öldüreceğiz bi rahat durun,” diyecekler. Biz 2911’den yargılandık. Ve 2911’le yargılanan hiç kimse tutuklanmamış ama bizi tutukladılar. Sonuç olarak biz bunu sınıf kini olarak görüyoruz. Hangi cezaevinde kaç gün kaldınız? Ve tüm bunları ilk defa yaşıyorsunuz neler hissettiniz? İlk defa gözaltına alındık ve ilk defa da tutuklandık. Bakırköy Kadın Tutuk Cezaevi’ne götürüldük. Ben ve arkadaşlarım siyasi tutsakların kaldığı koğuşu tercih ettik.

değil dünyada budur diyebiliriz. Olanları düşünüp bir muhasebesini yaptığın zaman neler çıkıyor ortaya, neler hissediyorsun? İşçiler bir şeyler kazabilmek için her zaman ağır bedeller ödemiş. Gerçekten hayatı kuran işçi sınıfının mücadelesi oldukça zor. Bazen hayatlarıyla ödüyorlar bu bedeli. Bir grev ilan ediyorlar patronun adamlarıyla, polisle karşı karşıya geliyorlar. İşçi sınıfının tarihi böyle şekillenmiş böyle devam ediyor. Ve böyle olması da çok normal çünkü farklı dünyaları savunuyoruz. Patronların ve işçilerin çıkarları birbirleriyle uyuşmuyor. Basına gelelim. Bu olay basında nasıl yer aldı? Nasıl tepkiler aldın? Evrensel ve Birgün gazeteleri bir gün haber verdi. Radikal’de de kısa bir haber yapılmıştı. Sürekli iddia edildi diye bir ibare vardı. Yüzeysel geçiştirmişlerdi. Biz vurulduğumuzu iddia etmedik ya da haberi duyuran insanlar iddia etmedi. Vurulduk. Gözaltına alındığımız bir iddia değildi. Alındık. Ateş edilmesi bir iddia değildi. Edildi. Yeterince görgü tanığı da vardı. Hazır basın demişken medyayı da konuşalım. Gündemi takip ediyor musun? Gündemdeki mevzular mesela Genelkurmay, sivil siyaset, Ergenekon, liberal-ulusalcı tartışmaları seni ne kadar ilgilendiriyor? Senin gündeminde mi bunlar? Bizim gündemimizi aslında işçinin, sınıf

Orada kaldık. Çok uzun yıllardır yatan devrimci tutsaklar vardı. Onlara ve orada ne şartlarda kaldıklarına, umutlarına tanık olmak çok ayrı bir şey. Bedenleri hapsetmeleri bir yana insanları siyasi kimliklerinden arındırmaya çalıştırma politikaları orada da çok çıplak bir şekilde ortada. Bizleri böyle keyfi uygulamalarıyla tutsak etmeye çalışsalar da bizler ne inancımızdan ne mücadelemizden vazgeçmeyeceğiz. Kadın işçilerin durumları için ne düşünüyorsun? Kendinden de örneklerle aktarır mısın? Ben geçtiğimiz ekim ayında kriz bahanesiyle işten çıkarıldım. Çalıştığım fabrika hâlâ faaliyette. Benden sonra da çıkarılan işçilerden biri erkek, altısı kadın. Ekim ayından beri işsizim. Kriz var ve krizin faturası işçiye, emekçiye çıkarılıyor. Bu faturayı en ağır kadın işçiler işçiler ödüyor. İlk işten çıkarılanlar kadın işçiler. Az ücret alanlar, uzun mesailere kalanlar, işyerlerinde baskıya uğrayıp ses çıkaramayanlar da yine kadınlar. Basının, medyanın işçilerin gündemine karşı tutumlarını nasıl değerlendiriyorsun?

hareketinin gündemi oluşturuyor. İşçilerin mücadele eylemleri, grevleri, ekmek dertleri oluşturuyor. Sermaye kendine yapay bir gündem oluşturmuş. Kendi aralarındaki dalaşmalara emekçi ve işçileri yedeklemeye çalışıyorlar. Sermaye, ihtiyaçlarına göre gündemi değiştiriyor. Zaten bunda da başarılılar çünkü medya onun medyası. Türbanlıyla türbansız arasında, laiklikle anti-laiklik arasında, böyle gündemler yaratarak emekçileri kendi hak mücadelelerinden uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Bugün de askerle AKP arasındaki dalaşmaya bolca yer veriyorlar. Bu şekilde kitleleri taraflaştırmaya çalışıyorlar. Biz kendimizi gündemden tam olarak soyutlayamayız ama bu gündemlere bakarken her zaman sınıfın çıkarları doğrultusunda bakmalıyız. Bu çatlaklardan dalaşmalardan mümkün olduğunca işçilerin hak mücadelesi doğrultusunda yararlanmaya çalışmalıyız diye düşünüyorum. Son olarak ne yapmayı düşünüyorsun? İyileştikten sonra tekrar çalışmaya başlayacağım bir iş bulabilirsem. Bunun dışındaki çalışmalarım devam edecek. Bu davanın peşini bırakmayacağız. Sabra Tekstil’den ve benzerlerinden hesap sormak zorundayız. Hesap sormak deyince genelde silahla aynı şekilde cevap verilir sanıyor insanlar. Bizim için cezalandırma o fabrikanın işçilerinin ve genelde tüm işçilerin örgütlenmesidir. Çünkü patronun canından fazla sevdiği yerdir fabrikası. Üretim yoksa her şeyi bitmiştir. İşçilerin örgütlenmesi ve patrona karşı çıkması en büyük cezadır. Bunun için uğraşacağız.

Benim gündemim işçilerin mücadele gündemidir. Kadın sorunudur. İşçilerin örgütlenmesidir, bilinçlenmesidir. Tepki koyabilmesidir ama bunu tek başlarına değil çalıştığı fabrikadaki insanlarla yapabilmeleridir. Bu yaşadığımız süreçte, gazetelerde sabra tekstille ilgili haberler oldu. Hepsi de çok kısmi değinmişlerdi. Mesela Radikal’de bir başlık verilmişti. Kurşun sıkan serbest slogan atan tutuklu diye. Doğru bir başlıktı ama içerikte çok da vurgu yapılmamıştı. Evrensel ve Birgün’de haberi yüzeysel geçiştirmişlerdi. Kendi düşünceme ait bir şey bulamadım. Haber niteliğinde kısaca yazılmışlardı. Oysa olay işçi sınıfına bir saldırıydı ve işçiler dağınıklar. Patronlar ise bir aradalar. Bunlara değinmediler. Onlar için sıradan bir haber anlaşılan. Çünkü böyle gazeteler Taraf da, Cumhuriyet de dahil hepsi işçilerin bir basın açıklamasında yoklar, grev yerlerinde yoklar. Kendi sektörlerinde var olan grevi haber bile yapmıyorlar. atv-Sabah grevini Evrensel ve Birgün’den başka gazete haberleştirmiyor. Ancak iş kazasıyla ölen işçiler olunca belki geçiyor haberleri. Bu da ölü sayısına göre değişiyor. Basın ve medya kendine sahte bir gündem oluşturmuş bence.

7


HAKAN KURTULDU

S

Adli tıpçı kavruk panter!

eneler önce Beyoğlu’nun meşhur, tabureli ve yere yakın masalarından birinde eşimle sohbet edip bira içiyorduk. İzmit’te uzmanlığını yapan tıp doktoru bir arkadaşımız aradı. İstanbul’daymış. Bizimle görüşmek istiyormuş. Neyse telefon trafiği, yer tarifleri derken sonunda Nevizade taraflarında bir yerde buluştuk. Bizim hanımın yanında doktor olduklarını sohbet sırasında öğrendiğim üç arkadaşı daha vardı. İki kadın bir erkek... Toplam altı solcu sohbet etmek için sessiz bir yerler aradık. Zor da olsa ara sokakta bir mekana soktuk başımızı. İsimler, okullar derken tanış olduk. Tanıdıklar Fadime Ana’nın yüreğinden, polis tarafından öldürülen oğlu Metin Göktepe’nin acısı hiç silinmedi...

8

çıkarmaya çalıştık. “Edebiyattan Ahmet’i tanıyor musun”ları, “Mühendislikten, hukuktan İlyasları, Fatmaları tanıyor musun”lar kovaladı. Sohbet kıvamına geldi. Herkes memleket meselelerine kendi yorumunu yapıyor, 70’lerdeki şanlı günlere atıflarda bulunuyor, “Kızıım yetmiş yedi bir mayısında sadece görevli sayısı kırk binmiş oda resmi rakamlar, şimdi kırk bin kişiyi alana toplayamıyoruz,” hayıflanmalarıyla tüm fatura ‘bilinçsiz’ işçi sınıfına çıkarılıyordu. Halk duyarsız ilan ediliyor devrimcileri yalnız bıraktığından dem vuruluyordu. Benim de canım iyiden iyiye sıkılıyor fakat arkadaşın arkadaşıdır ‘kırmayayım kalplerini’ duyarlılığında suskunluğumu sürdürüyordum. Tabii bizim hanım tarafından her politika konuşulduğunda sekter ötesi olmakla suçlanmamın etkisi de büyüktür. Konu nereden geldiyse yoldaşım gazeteci Metin Göktepe’ye geldi. Doğal olarak ben de konuya dahil oldum. Bildiğim ayrıntıların hepsini anlattım. Metin’in polis tarafından dövülerek öldürüldüğünü bilmeyen zaten yoktu. Daha sonraki süreçte ise memlekette yaşanan iğrenç komedi

yine herkesin malumuydu. “Duvardan düştü,” dediler. “Gözaltına aldık ama sonra sapasağlam bıraktık,” dediler. Vali vekilinden tutun da İçişleri Bakanı’na kadar bir seri adam gözaltı listesinde olmadığını gözümüze bakamadan söylediler. Tam bunları anlatıyor ve Adli Tıp Kurumunun utanmazlığından bahsediyorken ortalık buz kesti. Herkes birbirine bakıyor ve gözlerini benden kaçırıyordu. Önce anlamadım. Sonradan biraz çıtlattılar da durumu idrak ettim. Bu çiçeği burnunda solcu doktorlarımız meğer Adli Tıp Kurumu’nda görev yapıyorlarmış. Önce sevindim. Ama sonra onlar hayatın ‘gerçek’lerini bana bir ebeveyn edasıyla anlatmaya başlayınca boğazımda kaldı bütün lokmalarım. Efendim gerçek yaşam benim bahsettiğim gibi bir şey değilmiş aslında. Ciddi bir devlet kurumu olan Adli Tıp’ta ise hiç mi hiç değilmiş. Sen otopsini yaparsın ama başındaki hoca ne derse rapora öyle yazılırmış. Aslında hocalar da bazı işlerden rahatsızmış ama onlar da baskı altındaymış. Bu sistem bilim adamlarına/ kadınlarına baskı yapıyormuş.

Bilimin insanlığı!

Yazık be acıdım şimdi ‘bilim’ insanlarına. Bürokrasi çok katıymış. “E,” dedim, “Sizin nasıl sesiniz çıkmaz? Nasıl deşifre etmezsiniz bu namussuzluğu? Bundan daha iyi fırsat mı olur bu çarkın dişlerini sökmek için?” diye ben yöntemler üretip ne yapılabileceğini konuşuruz zannederken ikinci bir şokla sustum. “Yükselemezsin!” dedi erkek olan. Hem de panter gibi atıldı oğlan ortaya. Öteki zevat da başlarıyla usul usul onaylıyorlardı bu tespiti. “Senin dışarıdan öttüğün kadar basit değil bu işler,” dedi. “Öttüğüm mü?” dedim. “Evet!” dedi. “Dışarıda hiçbir şey yapmadan bizim elimizi taşın altına sokmamızı istiyorsunuz. Atarlar kurumdan,” dedi, “Sürerler! Benim ailem yıllarca beni okutmak için uğraştı. Onlara yazık değil mi? Annem mahvolur sonra”. “Peki,” dedim, “Fadime anaya yazık değil mi? Onursuzca yaşayacağın koca yaşamına yazık değil mi? Başını yastığa koyduğunda tavan gelmeyecek mi üstüne? Kestiğin cesetler iki elinle yapışmayacak mı boğazına?” “Ben ekmeğime bakarım,” dedi. Şimdi bu cevval hekimlerimiz Adli Tıp Kurumunda otopsi raporu hazırlıyorlar. Aşçı ve temizlikçiler otopsiye giriyor, bunlar da imza atıyorlar. Kimsenin arkasından konuştuğum /yazdığım falan yok. İki kızı bilmem ama ‘Adli Tıp’ta kariyer kriterleri ve yükselmenin önemi’ konulu sohbetin başkahramanı kavruk panter oğlanın ismi bende saklı. Kendisine ulaşamadım. Dilerse bu dergi sayfalarından kendisinin vereceği yanıtları yayımlamaya hazırız. Belki de artık kurumda yükselmiştir! Sözü geçen bir memur olmuştur. Bilemem. Ama

benim gözümdeki yerinin tanımı, herkesin istediğinde ulaşıp okuyabileceği bir dergide yazılamayacak kadar küfürlü. Hem de en gün yüzü görmemişlerinden… Şimdi Hüseyin Üzmez meczubunun davasında verilen rapora şaşırıyor musunuz? Malumunuz, Üzmez’i teneşir paklamadan Adli Tıp paklamaya kalktı. Peki otuzdan fazla ameliyat geçiren kanser hastası Erol Zavar’ın süren mahkumiyeti sizi hayrete düşürüyor mu? Onlarca kanser, bel fıtığı, ülser, astım hastası insanın hâlâ tutsak olarak hayatlarını sürdürmesi ve kelepçeyle hastaneye götürülüp getirilmesi sizi şok etmesin. Ve Güler Zere ölürse, on dört senedir ‘yatan’ Güler ölürse, “Bu kadar da olmaz,” diyecek miyiz? Diyeceğiz. Bütün namuslu hukukçuların, sendikacıların, aydınların, siyasi kurumların uyarmalarına, alçakça bir suç işlendiğini ifşa etmelerine karşın, Güler’i çürüterek öldürme niyetindeler. Güler, Erol, İnayet, İzzet ve onlarcası üniversite hastanelerinin mahkumiyetin sonlanması gerektiğine dair raporuna rağmen içerde. Diğer cenahta ise maden suyu içip dinlense hastalığı geçecek ex-paşalar ise –ki bunların da ‘mevcut düzeni silahla yıkma’ mevzuundan tutuklandıklarını biliyoruz- ‘laik’ platformlarda fink atıyorlar, dışarıda ve özgürce. Necmettin Erbakan konusunda zaten yeterince söz söylendi. Trilyon apartmış adam yazlığında namaza duruyor, turlayıp ‘milli görüş’ vaazları veriyor.

Sol memenin altı

Sol memesinin altında idare ampulü yerine cevahir bulunan, kalbi atan bir Adli Tıpçı yok mudur? İktidar baskısından azade bu sefaleti gözler önüne koyacak bir hekim bulunmaz mı be?! Müezzin kılıklı badem bıyıklı iktidar korkusu bu kadar mı esir almış her yeri? Yükselmek istemeyen Adli Tıpçı yok mudur ülkede? ‘Yükselirken’ bastığınız ölüler girmez mi rüyalarınıza? Bu kadar kepazeliğin karşısında hâlâ yüksek perdeden konuşarak gündemi etkileyecek, bu rezaletleri teşhir edecek onurlu birileri yok anlaşılan bu çürümüş kurumlarda, ancak mevzu çok göze battığı için yarın hükümetten gelen haybeden bir heyet olayı soruşturur, Tuzla tersanelerini soruşturup rezil rüsva oldukları gibi... Çözüm mü?.. Çözüm tabandan gelen büyük bir emekçi basıncını yaratmaktan geçiyor. Çözüm yoksul kalabalıkların, ölü toprağı serpilmiş koca koca işçi mahallelerinin bu işleri onur meselesi haline getirmesi, çocuklarını sahiplenmesinde düğümleniyor. İşçilerin sesleri kendi demokrasilerini kurmak için gür çıktığında zaten bu sıçan sürüsün arasından namuslu adam çıkmış-çıkmamış o karmaşada çok önemli olmayacak…


AH! GÜLER... “Yaşamın her zer-r-esine...”

E

llerim yok, uzuvlarım dökülüyor birer birer. Her sabah önüme çıkan ilk gazete bayiinde hazırlıksız yakalanmayayım diye gözlerimi kaçırdığım bütün manşetler, akıl sağlığıma illet olan tüm o kaygıların aksine, rezil bir danışıklı dövüşün ‘skandal!’ makyajlı sabun köpükleriyle bezeliler. İktidarın talim sahasında serseri köpeklere benzeyen bir bumerang gibi önünde sonunda dönüp ümidime saplanacak olan bir ölüm haberinin havasızlığında, ciğerlerime bazen soluksuz da yaşayabilmek gerektiğini öğretiyor ve işte bu nedenle havasızlıktan moraran uzuvlarımı bir bir döküyorum. Sese harman bir koğuş dar geliyor olsa gerek diş gıcırtılarına. Sıvası dökülüyor bak hukuk denen kepazeliğin; esnedikçe demiri duvarların, tenim geriliyor. Esnedikçe kapıları koğuşların; bir gıcırtı, metalik bir genleşme sesi yalayıp geçiyor kemiklerimi. Biliyorsun, zulme inat bir doğumu müjdeliyor bu artçı sarsıntılar. Sığmıyoruz, sığmayacağız! O sefil tiranlığınızın hünerli bir pantomimi andıran mimiklerini kazıdık zihin haritalarımıza; demokrasi, laiklik, hukuk, üniter, şeriat, darbe, ordu, yargı, lak luk, gak guk kakofonisi altında sürüp giden iktidarınızı direncin tüm tonlarıyla kuşatacağız. Canımızı sıktınız ya, canınızı sıkacağız! Dişlerin gıcırdıyor ama bak, sıvası da dökülüyor devlet denen viranenin. Ah, Güler... Dayan ablam, dayan, dayan, diren... Güneşten düştün ya sen, ışığına kapanan tüm duvarları yıkıp yerine koca bir hastane açacağız!

***

Güler Zere. 82 anayasasıyla mahkûm -daha da fenası, malûl- bir halkın devrimci tutsak kızı... Ağır kanser hastası… Gün itibarıyla da (20 Temmuz 2009, Birgün gazetesi) sarılığa yakalandığı haberini okudum. 14 yıldır hapiste. 1789’dan yadigar köhnemiş burjuva ideallerinden mülhem başarısız ve eğreti bir ihtilalin anti-emperyalizmi kendinden bile utandıran söylemlerle kapı kulluğunu yapan faşist ve statükocu iktidar odaklarıyla, ‘terörle mücadele’ makyajı altında dünya haritasını ateşe veren neo-liberalizm mucizesinin yardakçıları arasında dönen iktidar pazarlığının deşifresidir, Güler Zere’nin ısrarlı mahkumiyeti. Devlet, doğası gereği tüm diğer muadilleriyle müşterek olarak zalimdir ve zamanın ruhuna paralel kabaran revizyonist ve reformcu dalgalar, halka rağmen halka yaslanarak konumunu koruyabilen iktidar masasının bacaklarından kısa olanını sabitlemek amacından öte değildir. Gördüklerimize inanmıyoruz; sahnedeki soytarılar, halkların ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak düştükleri oranda gayrı meşrudurlar. Devletin, halklara rağmen bekasından başka hiçbir kaygısı, imanı, var oluş anlamı olmayan ve köhnemiş bir modernite idealleri mezarlığında koca bir ülkeyi hazır ol’da tutan Kemalist statükonun devlet geleneğimize ve kolektif ezberimizin devletçi damarına armağanıdır Güler Zere ve benzer durumdaki hasta tutsakların karşısındaki bu ‘resmi’ sessizlik.

İktidar uluslararası konjonktür gereği yeniden pay edilirken, tek değişmeyen düşman halklardır ve halkların gözü de ‘gerçek’ devrimcilerin tutsak edilmeleri, tecrit edilmeleri, öldürülmeleri yoluyla korkutulmaktadır. Güler Zere’nin babası devletten af değil, kendi koydukları yasalara riayet etmelerini beklediğini söylemiş. Lakin devlet ve otoritesinden pay alan her nevi iktidar unsuru, tabiatları gereği koydukları yasaları çiğneme haklarını da zehirli heybelerinde saklı tutar ve bu haklarından feragat ettikleri de pek görülmemiştir. Umarım bunun bir istisnasıyla zedelenir korkum. Lakin Adli Tıp 3. İhtisas Dairesi’nin sicili kabarık başkanı yahut cezaevleri genel müdürü ve en yahut Adalet Bakanı’nın görevlerinden alınmaları değil, ancak ve ancak mevcut devletin halk eliyle tasfiyesi temizleyecektir bu pisliği. Kalanı oyun, kalanı parodi... Belki biraz da, Güler ablamın bir kızıl tişört içinde, ışıkla gülümseyen fotoğrafına yazılan isyan şiirleri...

***

Ablam, Ellerim hâlâ yok, uzuvlarım dökülüyor pul pul. Her sabah. O ilk gazete bayiinde ‘Skandal!’ makyajlı manşetler. Bazen soluksuz da yaşayabilmek gerektiğini öğrenen ciğerlerim. Dökülüyorum, döküleceğim. Ta ki safi bir his, bir sezgi, bir öfke kadar kalana değin... Her biri yalnızca dirence işaret eden bir duygulanımlar öbeği... Velhasıl, var oluşumun yalnızca dirence eşlendiği, yalnızca direnci imlediği, yaşamımın topyekûn bir ‘direnç’ haline geldiği eşiğe yürüyorum refakatinde. Avucumdan kayan yorgun avucunu öpeceğim hasretle; Güler ablam, sen ve yoldaşların için birer kibrit daha çakacağım faşizmin denizine. Gayrı tek yol değil, her yol devrim bize, Özlemle...

OKAN YILMAZ

9


ERKEN BÜYÜTTÜM SENİ Önce yüreğime sakladım sesini İçime biriken öfkelerde duvarların soğukluğunu aradım Islak bir zeminde güneşsiz duruyordu ayva tüyü çillerin Demir kapının ardında isyan yüklüydün. Güneşin altında taşlarını savururken büyüttüm seni. Kucağıma almadım, başına dokunmadım. Dar sokakların sepeti çamurlu meydancısıydın. Taş kenarından sızan sular ellerine nem taşırdı. Yoksul sokakların oyuncu çerçisiydin Bıkmadan yollara çıkardın, küflü duvar dipleri senden usanmıştı Seni dar odalarda tutamadan büyüttüm Köşe başlarını tanklar tutardı; cemseler kan akıtırdı. Su kenarlarının haramileri ortalıkta kol gezerdi. Zifiri karanlığını kuşanmış bir öfkenin kuytulukları ensendeydi. Selamsız geçen bulutlar gibiydin; bir uzak bir yakın. Dere kenarında çıplak ve asi suya dalarken büyüttüm seni… Güneşin ve ateşin isyanında büyüttüm sesini Gözlerin gözlerin sapan taşı Başka başka nehirlere karışırdı gövden Dal dal ayrıldın iki bedenden Yüzyılların suyunu akıtan birer damlaydın yaşıtlarınla Ağıtlarımla, türkülerimle, oyunlarımla büyüttüm seni Ana dilinde nennilerini susturdular. İki suyun arasında güneşin sarısını kestiler. Sevinçlerin, hüzünlerin asılı kaldı güleç, asi yüzünde Soytarı suratlar sokaklarda kol geziyordu Lastikleri alev almış kentin orta yerinde isyankâr bir çocuktun. Meydanlar dolusu yaşıtınla Koşuyor, koşuyor koşuyordun… Siyahi bir robokopun namlusunda büyüttüm seni. Günışığında caddeler alev almıştı Sen çocuktun; gülüşünle ateşe ateşe koşuyordun Sapanınla bana baktığın günü anımsadım. Yanan lastiklerin kızıllığında büyüttüm öfkeni Korkuyla yanaştılar sinsi vuruşlarında. Seni aldılar, demirle sarmaladılar. Ellerin ufak, ellerin kara hem de gözlerin kadar kara… Demir bir halkayı bileklerine doladım. Tepetaklak bindirdiğim arabadan ıslak betona taşırken büyüttüm seni. Erken serpilmiş gülüşlerinle ana sıcaklığından terkliydin. Dar bir loşluğa koydular seni Sağını solunu duvarladılar. Işıksız bir odada kocaman açıldı gözlerin. Sarı kirli bir ampul günlüğünü yazmaya koyuldu. Meydanlar yasına durmuştu. Sokaklar ıssızlığındaydı sensizliğin Öksüz kalmıştı isyanlarında sapanlar Bir daktilo sesinde büyüttüm seni. Yüksekte tünemiş kara cüppeliler cezanı kesiyordu. Kentlerin içi sızlıyordu. Kör bir öfke sokak aralarında ardına takılmıştı. Geceydi; gölgelerden beslenen karanlıktı önümüz. Yüzleri yoktu, pis gölgeleri sokak kuytularından besleniyordu. Yakası kırmızı ölüm tacirinin kaleminde büyüttüm seni. Güneş yüklü başına idam sehpaları kuruluyordu. Kemik yaşın çocuk diyordu. Yeşil bir generalin salyalı ağzı açıldı Urgan yağlı, gri ve utanmazdı Taktım boynuna halatı Gündoğumunda darağacına sızan ışıkta büyüttüm seni Boynuna doladım halatı Ölüme zeybek oynadın Sen artık yoktun… Beni de yanına kattın götürdün… Umutlu yolculuklarda büyüttüm seni Resmine takılıydı gözlerim Siyah beyaz bana gülümsüyordun. Ardına baktım; ardın kalabalıktı Meydanlarca çocuk ellerinde sapanlarla çelik çomağa durmuştu. Gözmece oynarkenki gibi afacandın. Mağrur, güneş gülüşlü ve çocuktun. Binlerce yıllık öfkenin orta yerinden çektim çıkardım seni. Dalları birbirine dolanmış kiraz çiçekleriyle koynuma sakladım İki suyun arasında yıkadım, göğsüme bastırdım bedenini Çocuktun; rüzgârını savurdum, nehirlere kattım Rüzgarlar taşıdı gövdeni bütün dağ başlarına. Kekik kokulu yamaçlardaydın. Dağ başlarının isyankâr duruşuydun. Çocuktun Necdet’tin Erdal’dın, Uğur’dun çocuktun Zindan Bebeleri’ne sevgilerimle F. ASLAN

10

Little Boy(s)

6

Ağustos 1945. Yerel saatler 08.15’te takılı kalmış. Enola Gay, ABD’nin kara gövdeli B–29 bombardıman uçağı. Kara gövdesinden bombayı fırlatıyor; ölüm sessizliği her yeri kaplamış. Aşağıda 70 bin çocuk, kadın, erkek gökyüzünden inen ölüme bakarken sonsuzluğun karanlığına dalıyor. Ardından radyasyon sebebiyle ölenleri eklersek sayı 100 bini çoktan geçiyor. İnsanlık utançtan yüzünü kapatıyor… Little Boy, (Küçük Çocuk) metal gövdesiyle binlerce çocuğu öldüren bir ölüm makinesinin, atom bombasının adıydı. İnsanın ağlayası geliyor değil mi? ‘Küçük çocuk’ küçücük çocuklara ölüm kusuyordu. Bu ay o büyük katliamın 54. yılını anacağız ve çocuklar ölmesin şiirleri okuyacağız… “Aman geçmişin kirli anıları!” diye zihnimizden geçireceğiz. Olmadı, o an 54 yıl öncesinde kalmadı. Enola Gay’ın tepeden nişanladığı çocukları biz yeryüzünde hem de herkesin gözü önünde ve kahrolası sessizliğinde katlediyoruz. Evet, çocuklarımızı öldürmeye devam ediyoruz. Erdal Eren, daha 18’inde bile değildi. 12 Eylül’ün faşist generalleri kemik yaşının büyütülmesi emrini verdi; uşaklar devreye girdi ve o artık bir yetişkindi. İdam sehpasına çocuk duruşuyla çıktı; başı dimdikti. Onu orda büyüttük ve büyüterek öldürdük. Uğur Kaymaz, Mezopotamya’nın kara gözlüğü çocuğu; 5-c sınıfı öğrencisi, 21 Kasım 2004 akşamüzeri, ayağında terliğiyle ve babasıyla kamyondaki yüklerini almak üzere sokağa çıktığında kara yüzlü ölüm tacirleri peşlerine takılmıştı bile. Onu ve babasını kamyonun yanına çöktürüp öldürdüler. Daha 12’sini yeni bitirmişti, çocuktu; ölüm onu hep çocuk bıraktı. Namlunun ucunda tükenen yaşamının ardına vahşi katliamcılar derme çatma bir düzenek bıraktı. Üzerine bırakılan uzun namlulu silahla örgüt üyesi yapılmaya çalışıldı. Adlarını yan yana koysak sayfalar almaz; çocuklarımızı gözünü kırpmadan katleden katillerle birlikte yaşamaya devam ediyoruz. Bu topraklarda 1991’den bu yana 328 çocuk polis ve asker şiddetiyle yaşamını yitirdi. Peki ya öldüremediklerimiz? Bir anne kulakları sağır eden sesiyle bağırıyor: “ONLAR DAHA ÇOCUK” Anne, arabaya atılan çocukların ardından yürek yakan sesiyle ancak bunu söyleyebiliyordu. Arabaya bindirilen çocuklar ‘Manisalı Çocuklar’ adıyla bilindi. 26 Aralık 1995’te, Manisa’da, çoğu lise öğrencisi olan 16 çocuk, yasa dışı örgüte üye olmak, duvara yazı yazmak, bildiri dağıtmak, molotof kokteyli atmakla suçlandı. Gerçekten de duvara bir yazı yazmışlardı. Anımsıyor musunuz? “Paralı Eğitime Hayır!” Yazı sadece buydu, suçları işte buydu…

Manisa Emniyeti’nde aileleriyle görüşmeye çıktıklarında pelte gibiydiler. Çocuk bedenleri emniyetin karanlık dehlizlerinde işkenceyle tanışmıştı. Dava 5 yıla yakın sürdü. Tümü beraat etti; içlerinden birisi cezaevinde yaşadıkları travmayı kitaplaştırdı. Şimdi bir yerlerde, çocukken aldıkları yaraları sağaltmaya çalışarak yaşamlarını sürdürüyorlar… PEKİ YA ÖLDÜREMEDİKLERİMİZ… “Boynuna o yeşil fuları takma çocuk Gece trenlerine binme kaybolursun Sokaklarda mızıka çalma çocuk vurulursun” Öldüremediklerimizin gece yarısı evleri bastık; babaları anneleriyle birlikte işkence tezgâhlarıyla tanıştırdık; çocuk bedenleri DGM’nin salonlarında yargılandı. OHAL koşullarında 30 gün sorguda tuttuk onları. Yetmedi, oyuncaklarını suç aleti yaptık, sapanları örgütsel malzeme oldu. Loş cezaevi hücrelerine sığdırdık çocuk gülüşlerini. Revire gitmek istediklerinde bir hafta önceden dilekçe yazdırdık. Yıkanmaları için sıcak suyu bile esirgedik onlardan. Özel harekâtçılar dipçik darbeleriyle kafalarına vururken sadece izledik. İşkencehanelerde sorgulayıp üzerlerine suçlar yapıştırmaya; cezaevinde çocuk bedenlerini soldurmaya devam ediyoruz. Kendimizi de insanlık onurumuzu da onlarla tüketmeye devam ediyoruz. Şimdi cesaretle soralım artık soruyu: Kim bu çocuklar? Adları: ZİNDAN ÇOCUKLARI Sokakların mızıka çalan çocukları onlar. İki suyun arasından; yaralı dağ başlarından… Kiminin ailesi Diyarbakır’ın Bağlar’ını mesken tutmuş, kimisi Benusen’de tek göz bir odayı. Kimi Çukurova’nın kenarında, Şakirpaşa’da; Yüreğir’de. Ayazma’da kimi; İstanbul’un yakınında ve ona uzak… Kimine baklava çaldın; kimine lolipop aldın; kimine taş attın diyoruz. Vicdanlarımızı yok eden öfkemizle onları dar odalarda ıslak betona vuruyoruz. Kendimizden utanmıyoruz… “Her çocuk haklarıyla doğar,” diyor metinler; biz ise insanlığımızı karartan vurdumduymazlıkla onları yetişkinler gibi yargılıyoruz. SİZ EŞEK KADARSINIZ BE ADAMLAR “ONLAR DAHA ÇOCUK” Evet, onlar çocuk ama bu topraklar onları ve onlar gibileri polis kurşunlarıyla, ıslak beton zeminle, sopa ve copla bir anda büyütecek. Çocuklarımız, kör bir öfkenin içinde düşman ilan edilecek… Öykülerini arka arkaya eklendiğinde bu toprakların dramı çıkıyor karşımıza 10 Ağustos 1997 gecesi Gaziantep’te ünlü Güllüoğlu Baklavacısı’nın vitrini bütün ihtişamıyla ortadaydı. A. K., L.H., A.A. ve M. S. vitrine dayalı başlarıyla aç midelerine yenildiler. Çocuktular ve gözleri baklavanın fıstığına takılıydı. Kapıyı kırarak baklavaları mideye indirdiler. Gerisi çocuk olmanın çok

ötesindeydi. 9’ar yıl ağır hapis cezasına çarptırıldılar. Çocuk gövdeleri hücreye tanıştı; erken büyüdüler. 2.5 yıl sürdü tutuklulukları; M.S 18 yaşından 6 gün aldığı için ceza indiriminden bile yararlanamadı; Gaziantep’te yatıyor hâlâ. Ali T. (16), Rahman G. (16) ve Ersin Ü. (17), Beyoğlu Tophane’de oturan üç arkadaştı. Ailelerinin maddi durumu nedeniyle okuyamayan üç arkadaş, 8 Aralık 2001 gecesi, acıktıkları için, önünden geçtikleri deponun kilidini kırıp, çokokrem, çikolata ve bisküvi dolu dört küçük koli çaldı ve ardından yakalanarak tutuklandı. Üç arkadaş ifadelerinde, “Açtık, yiyecek alacak paramız yoktu, mecbur kaldık,” deyiverdi çocuk sesiyle… Onların kilidi kırarak depoya girmeleriyse, savcı tarafından ‘ağırlaştırıcı sebep’ sayıldı. Biri üvey babayla yaşıyordu; diğeri hasta annesiyle, öbürünü ailesi terk etmişti.Depo sahibi insaflı çıktı, çocuklar 45 gün yattıktan sonra bırakıldılar. Vitrin, baklava, lolipop ve çocukların önleyemediği açlığı bir zindanın kuytuluklarında asılı kaldı. SAYIN BAYLAR SİZİN HİÇ SAPANINIZ OLMAMIŞ BELLİ… Zindan bebelerinin öyküsü keşke bu kadarla sınırlı kalsa. Onları erken büyütüp bir de ‘Örgüt Mensubu’ yapıyoruz. Sapanları örgütsel malzeme oluyor. Ar damarımız çatlamış sanki… 1991’den, Terörle Mücadele Kanunu (TMK) çıktığından bu yana tam 3 bin çocuk tutuklanmış. 2006’da kanunda yapılan değişikliğin ardından farklı illerde eylemlere katıldıkları iddiasıyla yüzlerce çocuk hakkında ‘örgüt üyeliği’ suçlamasıyla davalar açılıyor. Bu yıl da 15 Şubat öncesi ve sonrasında PKK lideri A. Öcalan’la ilgili gösterilerde 100’den fazla çocuk gözaltına alındı. 2006 ve 2007’de TMK’ya dayanarak 737, Türk Ceza Kanunu (TCK) örgüt suçlarından 835 çocuk yargılandı. 2008’de ise Diyarbakır’da 279, Van’da 28, Adana’da 264 çocuk tutuklandı. Sadece bir yılda tutuklanan çocukların sayısı 571’i buldu. 2009’da ise bu maddelerden ötürü yalnızca Adana’da 69 çocuk 300 yıl cezalandırıldı. 8–11 Haziran 2009 arasında Adana Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri’nde 14-16 yaş arasındaki TMK mağduru çocuklardan dokuzuna toplam 86 sene 11 ay hapis cezası; son bir yılda 82’sine 373 sene ceza verildi. BABA BENİ MAPUSA GÖNDER! Adana’da 2009 Mart’ında örgüt sloganı attıkları ve polise taş fırlattıkları iddiası ile M.Ö. (15) İ.S. (16) yaşlarındaki iki çocuğa mahkeme 8’er yıl 2’şer ay cezayı kesti. Çocuklar Adana Cezaevi’nde yatıyor. Adana’da son aylarda ceza alan çocukların sayısı 69’a çıktı. Yine Şubat ve Mart ayında Adana’na ve ilçelerinde


FiLiZ ASLAN yapılan gösterilerde 157 kişi gözaltına alındı bunlardan tutuklanan 13’ünün yaşları 13-16 arasında. Hepsi Adana Pozantı Tutukevi’nde yatıyor. Onlar çocuk ama yaşlarının ötesinde ergen gibi görülüyor, suçlanıyor ve yargılanıyor. Vatandaşlık haklarını talep ederken çocuk, yargılanırken yetişkin kabul ediliyorlar… Revire çıkarılmıyor, ilaç verilmiyor, sıcak suları kesiliyor, pedagog yüzü görmüyorlar. Temmuzda açlık grevine çıkan çocukların tek talebi insan gibi koşullarda barınmak… Sapanları ve taşları terör eylemi silahı kabul ediliyor; üstelik bunu örgütlü yaptıkları gibi akıl almaz iddialara başvuruluyor. İDDİANIZ ÇOK İDDİANAMENİZ ASILSIZ SAYIN BAYIM; SİZ DE ASILSIZSINIZ ZATEN Onların çocuk algıları, neyin suç neyin suç olmadığına dair bilmeme halleri, yetişmiş olmama halleri hiçe sayılarak 20- 30 yıl ceza veriliyor. Çocukça bir oyunla attıkları taşlar örgütlü suça sokuluyor. İstanbul’da G.B (16), Y.A. (17), Y.T. (16), R.Y. (17), R.A. (17) ve O.B.’nin (16) yani lise çağında 6 çocuk Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) örgüt üyeliği suçunu düzenleyen 314.madde, mala zarar vermeyle ilgili 151. ve 152.madde, Molotof atmayla ilgili 170. ve 174. maddeleri ile 3713 Sayılı Yasa’nın 5. maddesiyle İstanbul 11. Ağır ceza mahkemesi’nde yargılanıyor. Üstelik onların durumu Adana ve Diyarbakır’daki yaşıtlarından farklı. Ortada ne taş var ne de sapan, Bunlardan ikisi hâlâ tutuklu. Avukatları bu çocukların en fazla 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’na muhalefetten yargılanmasını istiyor. Aydınlar çocuklar zindanlardan çıkarılsın dilekçeleri yazıyor; talepler hiçe sayılıyor… HAYDİ ÇOCUKLAR ZİNDANA! Terörle Mücadele Yasası Mağduru Çocuklar’a her gün yenileri ekleniyor. Adana, Antalya, Batman, Bursa, Hakkari, Hatay, İstanbul, İzmir, Mardin, Mersin, Siirt, Şırnak ve Van’da TMK Mağduru Çocuklar birbiri ardına yargılanıyor. Siirt’te gözaltına alınıp tutuklanan 14 yaşındaki R.T, ‘Cezaevinin ödeneği ve yeterli aracı bulunmadığı’ gerekçesiyle mahkemeye çıkarılmıyor. R.T. Adana’ya getirilirse “Örgüt adına suç işlemek”, “Örgüt propagandası yapmak”, “Mala zarar vermek ve tehdit” suçlamasıyla 17 yıla varan ceza istemiyle yargılanacak. İşte böyle: Adları Zindan Çocukları. Çocuktular ve bir süre daha çocuk kalmalarına izin vermedik. Taktık kelepçeyi ince narin kollarına dev adam yaptık. 12–13 saat işkenceyle sorguladık; gözlerinin ferini söndürdük. Pedagog bile ‘Teröristsiniz!’ dedi, asi duruşlu gölgelerini nezarethane duvarına iliştirdik. Görüş günü yakınlarıyla sohbetlerini engelledik. Okul yolunu kapadık, tahliye oldular, okula giremezsin dedik. Sokak aralarında serpilip yetişen, çepil gözleri isyan ateşiyle yüklü çocuklardı. Oyunlarını tanklı, keleşli sokaklarda öğrendikleri için sapanı seviyorlar. Onlara barışa dair bir örnek gösteremedik. Karanlık köşelerde faili meçhullerle büyüttük. Şimdi bitip tükenmek bilmez bir öfkeyle zindanlarda tutuyoruz onları. Sessizliğimiz bedenlerini kavuran betonun soğukluğunu arttırıyor. Susuyoruz…

Çocuklar ‘Ergenekon’dan daha büyük! ‘Ergenekon’dan yargılanan kişi sayısı üçüncü iddianame ile birlikte 200 aşacak. Oysa, 2006 ve 2007’de TMK’ya dayanarak 737, TCK örgüt suçlarından 835 çocuk yargılandı. 2008’de ise Diyarbakır’da 279, Van’da 28, Adana’da 264 çocuk tutuklandı. Sadece bir yılda tutuklanan çocukların sayısı 571’i buldu. 2009’da ise bu maddelerden ötürü yalnızca Adana’da 69 çocuk 300 yıl cezalandırıldı. Çocuklarımız ‘darbe yapacak’ Ergenekoncu sayısını dörde beşe katlıyor değil mi? Cinayet, dolandırıcılık, derin devlet mi? O da ne ki! Çocuklar yatar… Hrant Dink cinayetini örgütleyenler arasında bulunduğu gerekçesiyle yargılanan Yasin Hayal, Trabzon’da Avukat Gülizar Tuncer: “İstanbul’da şu an siyasi nedenlerle tutuklu 20’ye yakın çocuk var. Benim girdiğim 6 çocuğun yargılandığı davada 2 çocuk müvekkilim hâlâ tutuklu. Bu çocuklar TCK’nun örgüt üyeliği suçunu düzenleyen 314.maddesiyle bağlantılı olarak örgüt üyesi olmasalar da örgüt üyesi gibi cezalandırılacaklarını öngören TCK’nun 220. maddesi uyarınca ve mala zara vermeyle ilgili 151/152, molotof atmayla ilgili 170,174 ve 3713 Sayılı Yasa’nın 5. maddesi uyarınca yargılanıyor. Çocuk yargılamalarında tek ceza maddesiyle yetinilmeyip birden fazla maddeden yargılanmaları talep edildiğinden üst sınırlarını da hesaba kattığımızda 30–40 yıla varabilen cezalar istenmiş oluyor. Bu davalarda yargılanmayı gerektirecek hiç bir somut delil yok. Yalnızca jandarma tutanakları ve bu tutanaklara bağlı olarak yapılan tanıklıklarla yetiniliyor. Sarıgazi gibi jandarma bölgesi olan, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı yerlerde Jandarma, ya günler öncesi olmuş bitmiş bir eylemle ilgili fail yaratarak uydurma deliller hazırlıyor ya da henüz bir şey olmamışken aldıkları bir ihbar veya istihbarata göre eylem hazırlığında oldukları gerekçesiyle çocukları yakalayıp mahkemeye yolluyor. Gözaltı süresince yasa gereği soruşturmayı doğrudan savcının yürütmesi

bir lokantaya bomba koydu. Bomba davasından sadece 3 yıl 4 ay ceza aldı. Adana’da 5 Haziran’da sadece tutuklu iki çocuğa 8’er yıl ceza verildi. Kentte çocuklara verilen ceza süresi 300 yılı geçti. Haydi çocuklar cezaya! Babalara indirim, çocuklara mapus! Mafya babası Dündar Kılıç’ın torunu Onur Özbizerdik adam öldürme iddiası ile tutuklandı. Adı, daha önce de bir cinayete karışmıştı. Etiler’de 2005’te bir kişinin ölümüyle sonuçlanan silahlı çatışma nedeniyle 3 yıl sonra yakalanan Özbizerdik, sadece 3 ay hapis yattı. Diyarbakır’da taş attıkları iddiasıyla tutuklanan 6 çocuk ise yaklaşık 11 aydır cezaevinde. Bizim çocuklarımız Fadıl’dan daha mı dolandırıcı?

Ünlü dolandırıcı Fadıl Akgündüz hakkında 1235 yıl istenmişti, gelin görün ki ala ala 4 yıl 2 ay ceza aldı. 15 ay sonra kefaletle serbest kaldı.104 çocuk Diyarbakır Cezaevinde tutuluyor. Haklarında onlarca yıl ceza isteniyor. Zorbalar çıkar, çocuklar yatar! Akdeniz Üniversitesi’nde tabancayla öğrencilere ateş ettiği kamera görüntüsü ile tespit edilen ülkücü saldırgan Ömer Ulusoy, sadece 5 yıl 9 ay hapis cezasına çarptırıldı. Önceki gün de serbest bırakıldı. Yine Adana’dan bir örnek verelim. 13 Haziran 2009’da 6 çocuğa yaklaşık 12’şer yıl ceza verildi. Bu çocukların elinde silah yoktu. Ancak silahlı saldırgandan çok ceza aldılar.

gerekirken böyle olmuyor, yalnızca kimlik tespiti yapmaya yetkili kolluk görevlileri çocukları hem sorguluyor ve ifade alıyor hem de bunları yaparken dövüyor, küfür, hakaret ve tehditte bulunuyor. Çocuk şubesine teslim ancak mahkemeye götürülme aşamasında sağlanıyor ve çocuklara her aşamada yasaya aykırı biçimde kelepçe takılıyor. Çoğunlukla gece

yarısı jandarmanın havaya ateş ederek gözaltına aldığı çocuklar karakolda ve tutuklandıktan sonra gittikleri cezaevinde yaşadıklarının etkisinden kurtulamıyor. Cezaevi psikologlarına göre çoğu travma sonrası stres bozukluğu yaşıyor. Cezaevine girişte çırılçıplak soyulan ve dövülen bu çocuklar davaları nedeniyle de ayrıca tehdit ve hakaretlere maruz kalıyor. Aralarına konuldukları diğer adli dava sanığı çocuklara kendilerinin ne kadar tehlikeli ve saldırgan ‘teröristler’ olduğu anlatıldığı için iletişim kuramayıp dışlandıkları gibi resim, müzik atölyeleri, spor alanları, kütüphane olanaklarından ‘can güvenliği’ gerekçesiyle yararlandırılmıyorlar. Yani cezaevine atılmaları yetmiyor, orada da diğer çocuklara empoze edilen ırkçı-şoven söylemden ötürü ayrı bir dışlanma ve baskılanmayı yaşıyorlar. Anayasa ve uluslararası sözleşmelere göre çocuklara yapılanlar suç! Çocuk hakları bağlamında sorunu ele alıp çocuk adalet sistemini, çocukların yararının öncelikle korunacağına dair çocuk yargılama esaslarını ve çocukların hukuk güvenliği sorununu tartıştığımızda, yasama, yürütme ve yargı organlarının elbirliğiyle, çocukların hiç de hak etmedikleri biçimde yargılanıp en ağır cezalara mahkûm edilmelerini sağlayarak ‘suç’ işlediklerini söylememiz gerekiyor...”

Sanatçı Mehmet Atak: “TM Yasası kapsamında gözaltına alınan çocuk sayısı 3 bin civarında. Bunların bir kısmı evlerinden alınan çocuklar. Gösterilerden alınmamışlar. Evlere şiddetle girip apar topar alınıyorlar. Davada usulsüzlük sürüyor, yani duruşmalar kapalı yürütülmüyor. Gözaltına alınışları yetişkinlerle aynı. Uzun saatler sorguda tutuluyor ve bir iki saat içinde çocuk şubesine teslim edilme hükmü uygulanmıyor. İşkence görüyor, gayri insani koşullarda tutuluyorlar. Sorguda pedagog bulundurulmuyor, sorguya CMUK avukatı ya da polisin belirlediği avukatlarla giriliyor. Çocukların kendi avukatlarına haber dahi verilmiyor. En son Diyarbakır’da 16 aile ile ilişkilendim. Bunlardan 11’inin ailesinde faili meçhul var, gözaltında kayıp var. Kalan birinin yakını gözaltında şu an. Yakını kaybedilmiş, işkence görmüş, gözaltına alınmış bir çocuktan olağan davranış beklenemez. Olağanüstü koşullarda, şiddet ortamında yaşayan çocukların şiddet algısı farklı olur, bunun sorumluluğu onlara ait değildir;

devletin açık sorumluluğudur. Zorun ortasında büyümüş çocuklara ‘Kamu malına zarar veriyorsun’ deniyor. Çocuklara ‘Kamu malı nedir?’ diye sorsanız cevap veremeyecek yaştalar. Bunu tanımlayacak durumda değiller. Onların çocuk olma halleri bir kenara bırakılıyor ve kendilerine, ‘Akli dengesi yerindedir’ ya da ‘değildir’ gibi sahte tanımlamalar içeren raporlar düzenleniyor. Dünya Psikoloji Birliği, yetişkinliğe geçiş yaşını yani çocukluğun tamamlanması yaşını 23 olarak tanımlıyor. Yani çocuk yirmisinden sonra ancak yetişkin olabiliyor. Siz kalkıp bu çocukları 12 yaşında yetişkin dünyasına katıp suçlu ilan ediyorsunuz; olacak şey değil…”

11


V. MAHİR ÜKÜNÇ

Ç

Doğu Türkistan’da tecavüz!

in’in güneydoğusunda, en gelişmiş sanayi bölgelerinden biri olan Guangdong’da, Hong Konglu bir kapitalistin sahibi olduğu oyuncak fabrikasında; ‘Uygurlu işçilerin Han kızlarına tecavüz ettikleri’ söylentisi üzerine, Han topluluğundan işçilerin 2 Uygurlu işçiyi linç ederek öldürmesiyle başlıyor olaylar… Guangdong’da yaşananların Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nin başkenti Urumçi’de duyulmasının ardından, yaşananlardan Hanları sorumlu tutan Uygurlu kalabalıklar Hanlara ait işyerlerine ve evlere saldırıp birçok kişiyi yine aynı linç yöntemiyle öldürüyor. Uygurların öldürdüğü Hanlar, sonrasında intikam için sokağa çıkıp Uygurları öldüren Hanlar, Çin polisinin ve askerinin müdahale etmesiyle öldürülen Uygurlar… Son olarak da olaylardan sorumlu oldukları iddiasıyla Çin Hükümeti tarafından kurşuna dizildikleri duyurulan 196 Uygurlu… Bu ‘okuma parçasını’ kavramak için kullanılacak anahtar kelimeler: ‘Uygurlu ve Hanlı yoksul işçiler’, ‘kapitalizm ve kapitalist patronlar’, ‘komünist olmayan Çin’ ve ‘katliam’…

Uygur neresi?

Yaşanan olaylarla beraber ‘Türklük şuuru’ tavan yapan Türk basınının yeniden keşfedip, çoğu gerçek olmayan tanımlarla anlatmaya çalıştığı Sincan Uygur Özerk Bölgesi hakkında biraz bilgi sahibi olmakta fayda var. “Aslen bozkır Çinlisi olan bu halka, atlarını yürütmek için ‘hoy’ durdurmak için de ‘dur’ demeleri sebebiyle evvelce bu iki kelimenin bileşimi olan ‘hoydur’ adı verilmiş, telaffuzdaki değişim yüzünden de zamanla kelime bugün bildiğimiz ‘Uygur’ haline dönüşmüştür”… Hikâyeyi bize Nihal Atsız’ın oğlu Yağmur Atsız, iktidarın gözdesi ‘gazete’lerden birindeki köşesinden naklediyor; egemen Çin varlığının nasıl bir asimilasyon politikası yürüttüğünün akıldışı bir belgesi olarak. “Dağlarda yaşayan Türklerin biriken sıkışmış karlara basmasıyla çıkan kartkurt seslerinin zamanla bu dağlı Türk halklarına Kürt adının verilmesine ve onların da kendilerini -Türk olmalarına rağmen- Kürt diye olmayan bir halktan sanmalarına sebep olması” hikâyesiyle büyütülen nesillerin yaşadığı bu ülkede Yağmur Atsız’ın anonim anlatısına şaşırmadık. Eğer Atsız’ın söyledikleri doğruysa egemen

12

unsurun Çinli ya da Türk olması hiçbir şeyi değiştirmiyor, ‘hayal gücü aynı hayal gücü’, vaka her iki coğrafya için de ibretlik… Gerçek hikâyeye dönersek, 1884’te Sincan Eyaleti’nin kurulmasının ardından Çin egemenliğine giren Uygurlar, ilki 1933 yılında Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti, ikincisi ise Sovyetler Birliği’nin desteğiyle 1944’te kurulan Doğu Türkistan Cumhuriyeti adıyla iki kez bağımsızlık tecrübesi yaşamış fakat kısa ömürlü olan her iki pratik de Çin işgaliyle sonuçlanmıştır. 1955’den bugüne de Sincan Uygur Özerk Bölgesi adı altında Çin Halk Cumhuriyeti bünyesinde özerk bir statüyle yönetilmektedir. Toplam nüfusun 20 milyon civarında olan bölgenin yüzde 45’i Uygur, yüzde 40’ı Han, yüzde 8’i de Özbek, Moğol, Kazak ve Kırgızlardan etnik topluluklarından oluşmaktadır. Devrim sonrası, Çin’in genelinde feodalizmin tasfiyesi çerçevesinde başlatılan toprak reformuyla paralel olarak, zorunlu eğitim ve bir dizi kültürel uygulama Uygur bölgesinde de hayata geçirilmiştir. Etnik unsur sıfatıyla resmen tanınan Uygurlara, okullarda kendi anadillerinde eğitim ve üniversite sınavlarında ek puan gibi pozitif ayrımcı hakları sağlaması gibi sayılı kazanımların dışında, uygulama ve sonuç açısından değerlendirildiğinde ‘felaket’ tanımını tam anlamıyla karşılayan ‘Büyük Proleter Kültür Devrimi’ bu mirasın ışığında hâlâ bölgede hatırlanmaktadır. Benzer bir yaklaşımla, Çin’de devlet politikası olarak uygulanan ‘aile başına tek çocuk’ zorunluluğundan diğer azınlıklarla beraber Uygurların da muaf tutulması azınlık nüfusunun erimesinin önüne geçilmesi için bir tedbir şeklinde değerlendirilebilir. Kuzeyde Rusya, kuzeybatıda Kazakistan ve batıda Kırgızistan, Tacikistan, Afganistan ve Keşmir bölgesiyle, güneyde Tibet Özerk Bölgesi, güney doğuda Çinghay ve Gansu eyaletleri, doğuda Moğolistan’la komşu olan Sincan Uygur Özerk Bölgesi, Çin Halk Cumhuriyeti’nin sanayileşmiş en zengin bölgelerinden biri konumundadır. Özellikle petroldoğalgaz rezervleri bakımından stratejik bir öneme sahip olan bölge, Orta Asya’dan Çinin doğusuna ve Japonya’ya kadar ulaşacak olan petrol ve doğalgaz hattının da geçtiği yerde bulunmaktadır. Yine bölgeden yıllık 10 milyon varil petrol Çine

gönderilmektedir. Çin’deki maden ocaklarının yüzde 50’sinden fazlası, yani 5 bin civarında maden işletmesi de yine bölge sınırları dâhilindedir.

Çin ‘kızıl’ mı?

Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde yaşananların ardından duyargaları keskinleşen ve ‘Müslüman Türk kardeşlerimize komünist Çin zulmü’ gibi slogan ve başlıklar kullanarak İslam ve Türkçülük sentezli bir demagojiyle hareket eden; fakat aynı hassasiyeti Irak’ta ABD işgalinden bu yana öldürülen 1,5 milyon Müslüman ve son zamanlarda saldırı haberlerine daha sık rastlanan Irak Türkmenleri için göstermeyen kişi, kurum ve ‘tetikçi yayın organlarının’ ikiyüzlülüğü ise teşhire lüzum kalmadan görülebilmekte. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin, 2003’ten bu yana sistematik olarak 200 binden fazla insanın ölümü ve 2.5 milyon insanın evsiz kalmasından sorumlu tuttuğu ve hakkında tutuklama kararı verdiği, ‘Müslüman Sudan’ın Müslüman devlet başkanı’ Ömer El Beşir, ülkesinin petrolünün yüzde 60’ını Çin’e ihraç edip, karşılığında da yine Çin’den siyah Hıristiyan animist çiçileri katletmekte kullandığı silah ve cephaneyi tedarik ederken yukarıda adı anılan unsurların hiçbiri Çin ve Ömer El Beşir arasındaki ilişkilere dair bir değerlendirmede bulunmamıştır. Gelelim ‘kızıl ve komünist Çin’ adlandırmalarının geçerliliğine… Henüz kuruluşundan itibaren işçi sınıfı, köylülük, küçük burjuvalar ve yerli kapitalistlerin ‘ilerici’ kesimiyle sosyalizm öncesi pro-kapitalist bir gelişimi öngören Çin, ilerleyen süreçte de -Mao hayattayken- ABD ile imzaladığı ticaret ve yatırım anlaşmalarıyla kapitalist ülkelerle ilişkiler konusunda farklı bir seyir izledi. 1976’da Mao’nun ölümüyle Çin’in kumandasını üstlenen Deng Siao Ping, 1979 yılında ‘piyasa reformu’ adıyla bir dizi kapitalist restorasyon içerikli uygulamanın da başlatıcısı oldu. Bugün ‘kolektif mülkiyet’ kılıfıyla gizlenen kuruluşların büyük kısmı, Çin Komünist Partisi hiyerarşisi içinde de yer alan ‘büyük kapitalist’lerin elindedir. Ve yine Çin’in Gayri Safi Millî Hâsıla’sının yüzde 80’e yakını yerli ve yabancı şahıslara ait özel şirketler tarafından yaratılmaktadır. Bu tablo içinde örgütlenme de

dâhil olmak üzere yok sayılan işçi hakları, devasa boyutlarda seyreden çocuk ve yetişkin işçi emeğinin yoğun sömürüsü, gelir dağılımdaki inanılmaz uçurum, her alanda hüküm süren hak ve özgürlük ihlalleri Çin’in bugünkü durumunu niteleyen başlıklardır. Bugün Uygur bölgesinde yaşananların temelinde yatan nedenler de aslında kapitalist üretim ilişkilerinin yarattığı vahşettir. Öyle ki, 2003 yılında gerçekleştirilen Çin Komünist Partisi Temsilciler Kurultayı’nda, 5 yıllık planın uygulamasına dâhil edilen ‘fazla işgücünü ülkenin başka bölgelerine kaydırma’ kararı ilk olarak Uygurlar üzerinden hayata geçirilmiştir. O tarihten bugüne 500 binden fazla Uygurlu, demografik yapının bozulması ve asimilasyon tehlikesi göz ardı edilerek ve çoğu zaman zorla ve ırkçı saldırılara hedef olma olasılıkları bilinmesine rağmen ucuz işgücü olarak ülkenin farklı bölgelerine gönderilmiştir. Ülkenin bir ucundaki oyuncak fabrikasında birbirini linç etme noktasına gelen -yazının başında anahtar kelime olarak verdiğim‘Uygurlu ve Hanlı yoksul işçilerin’ bu durumunun doğrudan sorumlusu Çin Halk Cumhuriyeti’nin kapitalist programıdır. Mevcut yoksulluk ve sömürü koşulları içinde, farklı etnik gruplardan işçilerin algısında, göçmenlerin diğer göçmenlerin işlerini elinden alacakları korkusunu yaratarak kan dökülmesine sebep olan sistem de, bu memleketteki ‘cahil tetikçilerin’ sandığı gibi komünist filan değildir… Komünizm böyle bir şey değildir…

Rabia ve ABD bayrağı

Türk medyasının adını bile doğru düzgün öğrenmeden (Kadir mi, Kader mi?) yaldızlayıp, cansiperane savunduğu bir figür olarak bir sabah karşımızda bulduk Rabia Kadir’i. 1993’ten 1997’ye kadar Çin Politik Kongresi üyesi olan ve bu süreçte BM’in 1995’te düzenlediği kadın konferansında Çin’in temsilciliğini üstlendiğini öğrendik sonradan. Sonra daha da çok şey öğrendik: 1994’te Forbes dergisi tarafından Çin’in en zengin 10 ‘işadamı’ndan biri olarak gösterilen Kadir’in şirketlerinin o dönem bilinen sermayesi 400 milyon frank. Deriden dokumaya kadar çeşitli fabrika ve ticaret merkezine sahip olan Kadir’in işleri, özellikle 1997’den sonra, Çin hükümetinin Uygur bölgesindeki ekonomik faaliyetlerine


karşı çıkmasıyla bozulmuş ve 1999’da da ‘gizli devlet belgelerini yabancılara vermek’ suçuyla tutuklanıp 8 sene hapse mahkûm edilmiş. Hapisteyken Norveç tarafından insan hakları mücadelesi orolf-Rao Ödülü’yle taçlandırılan Kadir, Çin yönetiminin uluslararası baskılara boyun eğmesiyle hapis cezasını tamamlamadan 2005 yılında serbest bırakılmış. 2006 yılında Nobel Ödülü’ne aday gösterilmiş. Hapisten çıktıktan sonra Bill Gates’in davetiyle Amerika’ya giden Kadir burada bir şirket kurarak, ‘özgür dünya’da ticaret hayatına yeniden dönmüş. Rabia Kadir’in Amerika’ya daha önce göç eden eşi de hâlihazırda ABD hükümeti tarafından desteklenen ve Çin karşıtı bir yayın politikası yürüten ‘Özgür Asya’ adlı radyoda çalışıyormuş. 2006 kasım ayında Münih’te kurulan Dünya Uygurlar Kurultayı’nın başkanlığını da yürüten şahsın, yönetimlerinde bulunduğu Uygur-Amerikan Derneği ve Dünya Uygur Kongresi’nin NED (National Endowment for Democracy) vakfından geçen yıl içinde 550 bin dolar hibe aldığı da düşülen kayıtlar içinde yer alıyor. ABD politikalarına muhalif ülkelerde, ‘Amerikan sevicisi’ sivil toplum kuruluşlarını maddi olarak destekleyen bu kurumun Chavez karşıtı darbe girişiminde yer almaktan, Gürcistan’daki ‘renkli devrim’ arayışını beslemeye kadar çeşitli ülkelerde

birçok icraatı mevcut… Rabia Kadir’in 2008’de Joshua Kueera ile yaptığı röportaj aslında bugün yaşanan olaylar hakkında bir dizi ipuçları içeriyor. Röportajda, “Çin hükümetinin bölgeye çok sayıda Çinli göç ettirdiğinden, problemin özellikle doğal kaynakların yönetiminin değişmesi ile başladığından, aslında bağımsızlık gibi temel bir taleplerinin olmadığından” bahseden Rabia hanım, “sonuç olarak mevcut baskıların daha da artmasının kontrol edilemeyecek olaylara sebep olabileceği tehlikesini” hatırlatarak ABD hükümetine şükranlarını iletme faslına geçiyor. Röportajın bu kısmında da ABD kongresine davet edildiğinde, ‘azılı katil yavru Bush’ ile yaptığı başarılı görüşmeden bahsederek, “ABD desteğinin artarak devamını ve gördükleri ‘tam destek’ karşısında duydukları minnettarlığı ilettiğini” anlatıyor: “Dünyada yetim kaldık ve şimdi bu büyük millet tarafından evlat edinildik”. Çin’in kapitalist ve zorba devlet aygıtının baskı ve sömürüsünden kurtulmak için Uygur halkının şimdilik eski bir kapitalist patron olan Rabia Kadir’den ve ABD’den medet umduğu açıkça görülüyor. ABD’nin orta ve uzun vadede Avrasya üzerindeki petrol-doğalgaz ve çeşitli doğal kaynaklara ulaşabilme noktasında bölgede bir kargaşa yaratma çabasında olduğu ise bilinen

bir gerçek. Bu noktada Dünya Uygur Kongresi ABD çıkarlarıyla uzlaştığı ölçüde destek görmeye devam edecektir. Zaten bu minvalde uzun yıllardır bölgede CIA eliyle, İslam Reform Partisi, Doğu Türkistan Ulusal Birlik İttifakı, Uygur Kurtuluş Örgütü, Doğu Asya Uygur Cihad Partisi gibi çeşitli İslamcı ve şoven gruplar desteklenmiş ve halen desteklenmektedir. Burada ilginç olan nokta ise, ABD, oradaki Uygurları bu denli ‘sevip kollarken’, Afganistan’da Taliban saflarında ve dünyanın değişik noktalarında ‘ABD karşıtı İslamcı örgüt militanı’ sıfatıyla yakalayıp ‘düşman savaşçı’ statüsüyle 2001 yılından bu yana Guantanamo’da tuttuğu ‘diğer’ Müslüman Uygurlara hiç de sempatik yaklaşmadığı gerçeğidir.

Rabia Kadir mi, Çin mi?

Mevcut durumda Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde ‘emperyalizmden bağımsız’ ve etkili bir devrimci Marksist hareket ne yazık ki bulunmamaktadır. Çin’in egemen kapitalist devlet aygıtı uygulamakta olduğu ‘emperyalist yağma politikasından’ da beslenerek, ülkenin tamamında olduğu gibi olduğu gibi bu bölgede de ‘işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde’ kitlesel terör de dâhil olmak üzere tüm baskı araçlarıyla her an müdahaleye hazır beklemektedir. Rabia Kadir önderliğindeki

küçük burjuva milliyetçi ulusal hareketin bugün itibariyle Çin Halk Cumhuriyetinin açık işgali ve katliamları karşısında -ABD’nin yedeği ve güdümünde- Uygur halkının meşru temsilcisi gibi algılandığı görülmektedir. Çin Halk Cumhuriyeti’nin uzun bir süredir ‘işçi devleti’ olma niteliğini kaybettiği ve bölgede sömürü ilişkilerini zora dayalı bir şekilde yürüten işgalci güç konumunda olduğu da açıkça anlaşılmaktadır. Bizler bu noktada ne Çin’in ne ABD’nin ne de Rabia Kadir’in yönettiği Dünya Uygur Kongresi’nin bölgede yaşayan Uygurlu ve Hanlı işçi ve emekçilerinin devrimci kurtuluşunu sağlayamayacağı söylemekteyiz. Çin’in işgal ettiği Uygur bölgesinden çekilmesinin ardından, bölgenin Çin yanlısı özerk hükümeti istifa etmeli ve kendi öz-yönetimine sahip birleşik bir ‘Doğu Türkistan İşçi Devleti’nin kuruluşu için işçi ve emekçilerin temsilcilerinden oluşan bir hükümet oluşturulmalıdır. Emperyalist güç dengelerinden bağımsız böyle bir oluşum yaratılmadığı sürece ABD destekli olası bir bağımsızlık durumunda, bugün Çin’in işgal ettiği yeri, aynı baskı ve sömürü araçlarını ve ilişkilerini kullanarak ABD ve güdümündeki ‘ulusal bağımsızlıkçı’ hareketin alması kaçınılmazdır.

13


“ÇOK ACAYiP BiR ÜÇLEME”

i

zmir’den İstanbul’a gitmek üzere otobüse binerken, bir büfeden üç gazete satın aldım: Radikal, Cumhuriyet ve Taraf. Büfeci, 20’li yaşlarında uyanık bir gençti. Kafasını büfenin penceresinden uzatarak, şöyle dedi: “Çok acayip bir üçleme oldu be ağbi!” İnsanları satın aldıkları gazetelere göre sınıflandıran büfeci, memlekette yaşanan kapışmanın farkındaydı. Benim nasıl bir siyasi yaratık olduğumu anlayamamış ve durumu ‘acayip’ bulmuştu. Vakit olsaydı, büfedeki tabureye çöküp, memleketin siyasi vaziyeti hakkında ne düşündüğünü anlamaya çalışırdım. Kendi saplantılarıyla körleşmemiş bir büfecinin, sosyalistlerin görmedikleri ya da görmek istemedikleri şiddetli kapışmanın niteliği hakkında anlatacağı çok şey olabilir. Memleketin siyasi havasında bir acayiplik olduğu kesin. En soldan en sağa doğru sıralanan evrensel siyasi yelpaze içinde bu üç gazetenin konumunu açıklamak, ancak tekil insanların birbirinden çok farklı algılama biçimlerine göre mümkün olabiliyor. Ortak bir kanaat oluşturmak neredeyse imkânsız. Bazıları her üç gazeteyi yelpazenin soluna, bazıları ise sağına koyabilir. Gene bazıları, Taraf’ı en sola, Cumhuriyet’i en sağa, Radikal’i ortaya koyabilir. Bazıları da Cumhuriyet’e solu, Taraf’a en sağı, Radikal’e ise ona yakın bir yeri münasip görebilir. Üstelik bu konumlanmaların her birinin doğruluğunu gene tekil bireylerin bakış açısından savunmak da mümkün. Bir sürü şey söylenebilir: Birine Ergenekoncu, ötekine militan demokrat, diğerine liberal/entelektüel demek; ya da birincisinin milli demokratik devrimci, ikincisinin emperyalist ve Fethullahçı, ötekinin saf anlamda kapitalist olduğunu söylemek, şaşırtıcı olmaz. Bundan 30 sene önce, kimse Cumhuriyet’in ve Yeni Ortam’ın solcu, Tercüman’ın ve Ortadoğu’nun sağcı olduğunu tartışmazdı mesela. Sağcı sağcılığının, solcu solculuğunun bilincindeydi. Gene de bu gazeteleri topluca alan birine, o zamanın bir büfecisi, “Çok acayip bir üçleme oldu,” diyebilirdi pekâlâ. Demek ki, çelişkiler o zamanki kadar keskin algılanıyor, fakat olayın sağı ve solu karışmış; kutuplaşma evrensel siyasal yelpazede belirli bir yere oturmuyor. Peki ne oluyor? Mao Zedung, Kültür Devrimi’nin başlangıcında, “Gök kubbenin

14

/ demokrasi’ falan da demezler. Yukarıdan demokrasinin konjonktüre bağlı değişkenliği (kolayca feda edilebilirliği) ve ‘burjuva demokrasisi’ denilen şeyin ikiyüzlülüğü üzerine pek çok şey yazılmıştır. Lakin, televizyon ve internet bu yazılanları elimize almamıza, hatta okuduklarımızı hatırlamamıza bile engel olmaktadır. Başka deyişle, kafamıza akıtılan bilgilerin vanası başkalarının denetimindedir.

İslami faşizm

altında büyük bir karışıklık hüküm sürüyor, fakat durum mükemmeldir,” demişti. (Bu da şimdi nereden aklıma geldiyse?) Benzer bir karışıklık, günümüzde siyasetle ilgilenen, düzenli gazete okuyan ve haber izleyen bütün insanlar için geçerli. Şu farkla ki, durum, mükemmel olmaktan çok uzak.

Kafalar karışık

Durum mükemmel olmaktan çok uzak, çünkü bilinçli olarak yaratılmış bir karışıklık söz konusu. Sağ,

sol, devrimcilik, reformculuk, yukarısı / aşağısı, sivil toplum / resmi toplum, emperyalizm, sosyalizm, din/devlet hepsi birbirine karışmış. Burada kilit sözcük, ‘demokratikleşme’. Tarihsel olarak komünistler, ‘demokratikleşme’ denilen şeyin, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesiyle, yani üretim ilişkilerinin dönüştürülmesiyle, ‘Kulübelere barış, saraylara savaş’ sloganıyla geleceğine inanırlar. Yani, sınıfsal olmayan bir ‘demokratikleşme’ye inanmazlar; aslında buna, ‘demokratikleşme

Türkiye’de potansiyel solun önemli bir bölümünü de peşinden sürükleyen liberalleşmiş kesim, AKP’nin Avrupa Birliği’nin normlarını ve yasalarını uygulayarak memlekete demokrasi getirmekte olduğuna inanıyor ve sürekli bir darbe paranoyası yaratarak dinci akımların saflarını sıklaştırmalarını sağlıyor. AB’nin Türkiye’nin tamamını değil de bir kısmını ve şartlı olarak istemesi, ve bu ‘demokratikleşme’ muhabbetini bir kaldıraç olarak, çok başarılı ve dengeli biçimde kullanan AKP ve Fethullah hareketinin mevcut derin devletin yapısını sökerek kendi derin devletini kurmakta olması (“Polis rejimin bekçisidir”), giderek totaliter ve hegemonik (yani toplumun bütün gözeneklerine nüfuz ederek, Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde görülmemiş ölçüde yekpare bir ideolojik yapı oluşturmaya çalışması, ki buna ‘İslami faşizm’ diyoruz) bu liberal muhabbet tellallarının umurunda bile olmayabiliyor. ÖSS’de 30 bin öğrenci ‘sıfır’ çekti. Özel liseler ve vakıf üniversiteleri beyin göçünün ara istasyonları olarak faaliyet gösteriyor. Diplomasını alan yurtdışına tüymenin yollarını arıyor. İktisadi kriz orta sınıfları hızla çözüyor. Toplumun genelinde bir dincileşme ve ırkçılaşma görülüyor; ülkemiz, mevcut bütün sınıfları kapsayacak şekilde en koyu cehaletin, hödüklüğün, vulgar bir nihilizmin karanlığına gömülmüş. Ve liberal baylar ve bayanlar, AKP ile Fetullah’ın AB yasalarıyla memlekete demokrasi getirmekte olduğuna inanıyorlar ve sadece askeri bir darbeden korkuyorlar. Böyle bir malzemenin, yoksulluğun, cehaletin, yozlaşmanın ve en yırtıcı cinsinden var olma boğuşmasının üzerine ‘demokrasi’ gelse ne olacak? Üstlerine gelen yedi başlı Ergenekon


YAVUZ ALOGAN Marx, pek çok şey söylemiş, fakat “Hic Rhodus, hic salta!” da demiş. “Ne halt edeceksen, hemen et!” ya da, “İşte hendek, işte deve,” anlamında. Bu kadar büyük bir siyasi ve ideolojik altüst oluş, haydi daha açık konuşalım, böylesine büyük bir emperyalist operasyon sırasında, militan bir tepki göstermeyen, kafasını toplayıp olanları çözümleyemeyen bir sol namevcut demektir... canavarına karşı o nasıl bir mücadele azmi, o nasıl bir mazlum demokrat pozları, ey göklerdeki babamız! Hakiki dinci basın bile neredeyse topladığı nallarla peşlerinden koşuyor.

bir sol namevcut demektir.

Kaf Dağı’nın ardından

Hoş şeyler

Diyelim ki, potansiyel solun ve eski solcuların önemli bir bölümü bilinçli bir tercihte bulundu: Sınıflar üstü evrensel değerler, sınıflar üstü demokrasi, sivilleşme, özgürlük, dayanışma falan. Hoş şeyler bunlar. Tezgâh çok, ama çok büyük olduğu için, iktidar ufak tefek şeylerle uğraşmıyor. Yukarıda Allah var, adamlar büyük şehirlerde gayet ‘demokratik’ davranıyorlar. Sendikalar denetim altında tutulduğu, hatta işçiler alttan alta Hak-İş gibi sendikalara doğru sevk edildiği; işten atılanlar, aç kalanlar, kitlesel olarak sokaklara dökülmediği; sınıfın emekten gelen gücü ve mücadele azmi, inceden bir dinci kuşatma içinde kırılmalara uğratıldığı sürece mesele yok. Sokaklarda özgürlük diye bağırmak, çeşitli hakları savunmak, meydanları rengarenk doldurmak, İstiklal Caddesi’nde, “Başbuğ çeneni kapat!” diye bağırarak bir karnaval alayı halinde yürümek serbest. İnsanın çevrede olanları fark etmeyerek kendi ortamında kendisini özgür sanması şeklinde tecelli eden o muhteşem budalalığı kolektif olarak yaşamak gayet mümkün. Dedik ya, hoş şeyler bunlar. Kendi fikriyle kafayı bulup, dar alanda tatmin olma şeklindeki tarihsel eğilimimizi de bu hoş şeylere eklememiz gerekir. Bütün bu hoş şeylerin AKP ve Fethullah hegemonyasına yaradığı tartışma götürmez. Bu aymazlık, 1933’e doğru Hitler’i iktidara taşıyan olaylar karşısında kayıtsız kalan, hatta gizliden gizliye Führer’de bir ‘kurtarıcı’ gören tahsilli Alman orta sınıflarının aymazlığına denk düşüyor.

Ne halt edeceksen…

Peki, bütün bu olup bitenlere kayıtsız kalan gerçek solculara ne buyrulur? Yaşamakta olduğumuz vahim operasyonun başlangıcında bazı sol yayın organları, “Yiyin birbirinizi,” tavrı içindeydiler. Mantık hem çok basit hem de çok ilkeldi. Galiba şöyle düşünüyorlardı: İster askerler, ister dinciler hâkim olsun, devlet yine devlet. Eğitim sistemi çökmüş; imam hatip okulları ve kuran kursları harıl harıl İslamcı yetiştiriyor; cami üniversiteye, RTÜK’e, emniyet

Sokakları demokrasi budalası liberaller ile Alperenlere terk etmiş, insanlara bugün için, hemen şimdi söyleyecek sözü olmayan bir solun, yakın ya da uzak gelecekte kendini var etme şansı yoktur. Çok büyük ideallere sahip olabilir, devrim yapmak isteyebiliriz. Fakat insan bazen büyük hedeflere ulaşmak için çok küçük görünen engelleri aşmak zorunda kalabilir. Büyük laflar bir yana, sokakta sevgilisiyle ele ele yürüyebilmek, sahilde bir şişe şarap açıp şarkı söyleyebilmek için; kadınların saçlarına özgürlük için, çocukların hurafelere boğulmaması için de devrimci mücadele vermek gerekebilir. teşkilatına vb. hâkim olmuş, kışlanın kapılarını zorluyor, ne gam! Devletin sınıf karakteri yine olduğu yerde duruyor: Yukarıda burjuvazi, aşağıda proletarya. İster Pierre Cardin’den giyinsin, ister kafasına sarık sarsın, ister Reina’da eğlensin, ister tekkede ‘hû’ çeksin, burjuvazi yine burjuvazi. İşçi kadın, ister 1970’lerdeki Belgin Doruk gibi görünsün, ister başını örtsün ya da çarşafa, hatta çador’a bürünsün, yine proleter. Biz de zamanla, Laz Marx gibi, İslamcı Marx falan diyerek, besmeleyle fabrikalara gideriz. (İnsanları, sınıflara göre değil etnisiteye ve dine göre bölme uygulaması gerçekten çok başarılı; Marx bile ufaktan etnik ve dinsel bir parçalanmaya uğrayabilir). Kapitalizmin sınıf karakteri İslamcı olmakla değişmiyor ki… Marx dememiş mi ki, sınıf mücadelesi bazen açıktan bazen örtük, her daim devam

eder. Devlet’in sınıfsal karakteri, AKP ve Fethullah hegemonyasıyla değişmeyeceğine, sınıf mücadelesi devam edeceğine, üstelik bu kapışma hafien bir demokratikleşmeye sebebiyet vereceğine (ve vermekte olduğuna) göre, kendi değerli fikirlerimizi sakız gibi çiğnemeye devam etmemizde ne gibi bir sakınca olabilir? Aynen böyle düşünenler var. Marx, pek çok şey söylemiş, fakat “Hic Rhodus, hic salta!” da demiş. “Ne halt edeceksen, hemen et!” ya da “İşte hendek, işte deve,” anlamında. Bu kadar büyük bir siyasi ve ideolojik altüst oluş, haydi daha açık konuşalım, böylesine büyük bir emperyalist operasyon sırasında, militan bir tepki göstermeyen, kafasını toplayıp olanları çözümleyemeyen, bir iki hamle sonrasında olacakları hesaplayamayan, “Aman bana Ergenekoncu derler, ulusalcı falan olurum, aptestim bozulur,” diyen ve sesini çıkarmayan

Meçhul bir yerde bir proletaryanın var olduğunu ve dışarıdan kendisine bilinç taşımamızı beklediğini düşünmek ve o proletarya için programatik metinler yazıp, mısra düşen bir şair inceliğiyle onun adına talepler formüllendirmek, elbette mümkün. Bunu bir meslek haline getirmiş olan kardeşlerimiz var. Aslında, siyaseten tamamen bakir bir proletarya düşüncesinin, romantik/ütopik sol çocukluk hastalığı döneminde kalmış olması gerekirdi. Fakat ne yazık ki, uzun yıllar boyunca sahici ve kıran kırana bir sınıf mücadelesi, hatta hiçbir mücadele ortamı yaşamadığımız için, bu türden hastalıklar çok yaygın. Toplumda ne kadar fikir, siyaset ve ideoloji varsa, ezilen sınıflarda da o kadarı var. Ayrıca sınıfın siyasi yapısı sürekli biçimde sola doğru evrilmez. Siz ortada yoksanız, kriz nedeniyle işini kaybeden adam hükümetten yüz çevirip, daha ihtilalci/dinci bir çizgiye de kayabilir. İran Devrimi’nin ikinci aşamasında, işçi sınıfının önderliği Ayetullahlara geçmişti mesela. Komünistler televizyonlarda özeleştiriye zorlanıp idama götürülürken, yıllarca bilinçlendirdikleri kitlelerden fazla ses çıkmadı. Üstelik onlar, bizim şimdiki halimizle kıyas kabul etmeyecek kadar güçlü ve örgütlüydüler. Bu dergide defalarca, maddi bir siyasi kuvvete dönüşmeyen bir fikriyatın, ne kadar engin ve zengin olursa olsun, zerre kadar etkin olamayacağını, zamanla paslanıp küfleneceğini yazdım. Sokakları demokrasi budalası liberaller ile Alperenlere terk etmiş, insanlara bugün için, hemen şimdi söyleyecek sözü olmayan bir solun, yakın ya da uzak gelecekte kendini var etme şansı yoktur. Çok büyük ideallere sahip olabilir, devrim yapmak isteyebiliriz. Fakat insan bazen büyük hedeflere ulaşmak için çok küçük görünen engelleri aşmak zorunda kalabilir. Büyük laflar bir yana, sokakta sevgilisiyle ele ele yürüyebilmek, sahilde bir şişe şarap açıp şarkı söyleyebilmek için; kadınların saçlarına özgürlük için, çocukların hurafelere boğulmaması için de devrimci mücadele vermek gerekebilir. Devrimci Marksizmi ve solculuğu, Kaf Dağı’nın ardından, teorik spekülasyonlar aleminden çekip sokağa indirmek gerekir.

15


AKP’nin generallere karşı bir demokrasi mücadelesi verdiğine inanmıyorum. Bence AKP iktidarının TSK’ya siyasetten el çek gücünü artırmaktır. AKP’nin renkli ve de mutlu rüyası, geri çekilen TSK’nın devlet içindeki ‘sivillere’ bağlanarak ‘polisleşme

E

ski bir arkadaşım anlatmıştı. İsim yapmış bir şair ahbabı, kendisi hakkında yazılan ve dizelerindeki derin anlamı, sözcüklerinin altında gizli bilgeliği öven yazıları okurken kıs kıs güler, “Eh, her halde öyledir, adamdan iyi bilecek değilim ya!” diye dalgasını geçermiş. Herhalde bizim Başbakan da demokrasi yolunda yaptığı işleri öve öve bitiremeyen kimi liberalleri okurken yüzünde aynı müstehzi ifadeyle şöyle mırıldanıyordur: “Kim bilir, yaptığım belki de bir demokrasi mücadelesidir, adamlardan iyi bilecek değilim ya!” Hakikaten, bizim Başbakan, kendisinden ve temsil ettiği toplumsal güçlerden başkasının işine yarayacak bir ‘demokrasi’yi neden istesin ki? Askeri de zapturapt altına aldıktan sonra bugünkü demokrasinin suyu mu çıktı. Sahi içinizde asker gittiğinde demokrasinin geleceğine veya başbakanın bir demokrat olduğuna inanan kimse var mı? Hem zaten ondan demokrasi talep eden kim? İktidar çevresi mi, muhalefet mi, sermaye mi, ‘sivil toplum’ mu, asker mi, cemaat ve tarikatlar mı?

Demokrasi gelir mi?

Asker giderse sahiden demokrasi gelir mi? Gerçi her bir şeyleri bilen sağdan soldan birilerinin dediğine göre öyle, ama ben pek emin değilim. Çünkü AKP’nin generallere karşı bir demokrasi mücadelesi verdiğine inanmıyorum. Bence AKP iktidarının TSK’ya siyasetten el çektirme çabasının hedefi demokrasi değil, ordunun antidemokratik gücünü azaltarak

G

enelkurmay Başkanı, TSK’ya yönelik ‘asimetrik bir psikolojik harekât’ yürütüldüğünü söyleyip örtülü süsü verilen açık bir dille ‘cemaat’i, polisi ve yargıyı suçladı. Bunun devlet için bir beka sorunu olduğunu da ekleyerek. Başbakan ise, ordu içinde demokrasiye yani AKP’ye ve de ‘Hocaefendi’ cemaatineyönelik bir komplodan söz etti. Yani, yine bir beka sorunu. Ayrıca Bu işlerden anladığı söylenen birileri de iki taraftaki kimi hayal kırıklığına uğramış provokatörlerin, devletin kurumları arasında son zamanlarda oluşmuş uyum ve muhabbet ortamlarını bozmak için tezgâhlar düzenlediğini yazıp çiziyorlar. Bunlara bir de onca yıl boyunca birikip hatta bazen çoksatar romanlara bile konu olan devlet içi entrikaları, kurumlar arası, hatta kurum içi savaşları da eklediğimizde, “Ulaan, ne oluyoruz; bu ne biçim kutsal devlet?” diyesimiz geliyor.

Devlete yakın durmak!

Daha önce de yazmıştım, hani bir gün devlete karşı ‘soğuk ve mesafeli’ tavrımızdan vazgeçip o kutsal kuruma biat etmeye kalksak kimin eline, kimin kucağına veya hangi ‘organizasyon’un içine düşeceğimiz belli değil. Adamlar

16

Asker gid

kendi antidemokratik gücünü artırmaktır. AKP’nin renkli ve de mutlu rüyası, geri çekilen TSK’nın devlet içindeki ‘sivillere’ bağlanarak ‘polisleşmesi’dir. Hani adamın biri demiş ya, “Biz bunun sivil otoriteye bağlı olanını da biliriz!” diye. Başbakan ve saz arkadaşları, bu rüyayı, kendi taraar ortamlarında, muhtemelen ‘Ordunun milletin değerlerine boyun eğmesi, hatta milletin ordusu olması’, harbiden ‘Peygamber Ocağı’na dönüşmesi biçiminde tefsir etmektedirler. Bunun gerçek anlamı ise, onların ‘Yeni Osmanlı’ hayal ve heves dünyalarında ordunun bir ‘kapıkulu ocağı’na dönüştürülmesidir. (Osmanlıya bu yakışır!)

Nedir bu güzellikler!

Bugünkü ‘demokrasimizin’ tek eksiği, ordunun boylu boyunca siyasetin içinde, her şeye maydanoz olması mıdır? Yani tüm kötülüklerin kaynağı asker midir? İktidar partisinin -hatta ondan öncekinin, ondan da öncekinin, ondan ondan da öncekinin; yani ‘büyük patlama’ya veya sonsuza kadar gidebiliriz!yaptıklarına baktığımızda, demokrasi için, askerin siyasetten elinin çekmesi halinde bile daha en az üç tekerlekle bir arabaya ihtiyaç vardır! Üstelik en iyi ihtimalle günün birinde -mesela en sonuncu Ergenekon davasının bittiği gün!- bulacağımız söylenen o tek tekerleğin lastiği de şimdiden patlaktır! Bakın şu bir türlü değiştirilemeyen 12 Eylül hatırası yasa ve uygulamalara. Bu güzelliklerden kim kolayca vazgeçebilir ki, hele bin bir kriz, zorluk ve de meşakkatle dolu bir dünyada? Böyle siyasi partiler, seçim, sendikalar ve toplusözleşme ve de

kalkıp da, “Hadi koçum, vatan senden hizmet bekliyor!” dediklerinde kendimizi artık mensubu olduğumuz organize grubun meşrebine göre ya demokrasiyi yıkarken, ya da cumhuriyetin temellerine dinamit koyarken buluvereceğiz. Kendi ‘beka’ sorunumuz da cabası; yani ayrılma durumlarında! Üstelik iş bununla da bitmiyor. Bakın bu milletin yetişme çağında onca çocuğu var. Tamam, aile terbiyesi, okul eğitimi, sosyal çevre falan eyvallah, ama bir de devlet var, hani en yüksek ‘rol modeli’ olarak. Yani gencecik memleket evladı, kendi devletini örnek almazsa neyi örnek alacak. Şimdi, böylesine bir devlet terbiyesi alan çocuktan hayır mı gelir? Daha bacak kadarken, anasını babasını birbirine düşürmeye, kardeşini, dolabına esrar, kayıp eşya falan koyup evden attırmaya, okuldaki arkadaşları veya öğretmenleri hakkında sahte ihbar mektupları yazmaya başlamaz mı? Minicik yavrunuz, “Ben büyüyünce devlet adamı olacam!” dediğinde, yaşayacağınız o panik ve endişeyi bir düşünün!

Gerilla mı terörist mi?

Şimdi benim anlayamadığım şu: Ortada, ayrı ayrı da olsa, hem TSK’ya -yani

iş kanunlarını; bacak kadar çocukları dahi ‘örgüt destekçisi’ diye içeri tıkan bir terörle mücadele kanununu; mesela meşhur ‘301’i de içeren bir ceza kanununu, polis vazife ve salahiyetleri kanununu, birbirinden değerli daha bir yığın nimeti bir daha nerede bulabiliriz ki?! Herkesin meşrebine göre ‘askeri vesayet-demokrasi’, ‘laiklik- şeriatçılık’ vb. isimler taktığı ve hararetle bizleri de davet ettiği düzen içi iktidar kavgasına bir bakın. 12 Eylül kurumları içinde çoğunluğu koruma veya çoğunluğu ele geçirme mücadelesinden başka ne görüyorsunuz; öyle yargısıydı, RTÜK’üydü, YÖK’üydü, bokuydu, püsürüydü falan…

Muska niyetine…

Ha, AB mi dediniz? Onun vasıtası ile gelen, daha

cumhuriyete- hem de hükümete -yani demokrasiye- karşı bunca komplo varsa, bu vatanı ve bu milleti bir arada tutan en temel kurumlar, -ayrı ayrı da olsa!- böylesine vahim bir beka sorunuyla karşı karşıyaysa daha ne duruluyor? Bakın Kadri Gürsel, 29 Haziran tarihli Milliyet’te, “Asimetrik ‘İç Savaş’ın Gerillaları ve TSK’ başlıklı yazısında, “Mesela düzenli orduyla gerillanın savaşı asimetrik savaştır,” diyor. Ardından da, “Peki ‘Fethullahçı kadrolaşma’ ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasındaki ‘asimetrik iç savaş’ta kim ‘gerilla’, kim ‘düzenli ordu?’” diye soruyor. Cevabı da sorunun içinde veriyor. Yani ortada TSK tarafından ‘gerilla savaşı’ olarak algılanan bir saldırı var. Siz o gerillayı, teamüller gereği ‘terörist’ diye okuyun. E peki, daha ne duruluyor? ABD ile de anlaşarak ‘terör örgütünün tasfiyesi’, ‘son terörist de yok edilene kadar mücadelenin sürdürülmesi’, hatta ‘Terörist Başı’nın iadesinin istenmesi’ gibi durumlar burada da söz konusu olmayacak mı? Sorular bununla da bitmiyor. Koskoca TSK’yı medyayla ‘yüzgöz’ eden ve Paşa’nın dediği gibi, devleti bir ‘beka’ sorunu ile karşı karşıya bırakan bu gücü durdurmak mümkün değil mi? Demokratik rejimimizin teminatı bundan böyle polis teşkilatı mıdır?

Asim

Askerle polis arasında b Bu çatışmada mesela Ta veya Devlet Su İşleri ge konumu nedir? Devleti bu durumda hangi tara Ordunun toplumsal ve sonra ne olacaktır? Sivi kıyısında ağzı açık timsa düşecek paşaları mı bek iğne deliğinden geçer m burası neresi, bunlar ne


HAKKI YÜKSELEN-BABA HAKKI

ktirme çabasının hedefi demokrasi değil, ordunun antidemokratik gücünü azaltarak kendi antidemokratik esi’dir. Hani adamın biri demiş ya, “Biz bunun sivil otoriteye bağlı olanını da biliriz!” diye...

derse...

doğrusu geleceği söylenen şey demokrasinin kendisi değil, kabuğudur. Tabii, gelirse! O demokraside, misal, işçi sınıfının örgütlenmesinin ve hak mücadelesinin önünde görünen bir yasal engel yoktur; ancak sivil toplum alanındaki bin bir hokkabazlık sayesinde, mesela esnek çalışma, çok af edersiniz sözleşmeli fuhuş, taşeronluk, bin bir çeşit ‘deregülasyon’ numarası, kriz bahanesi, işsizlik, ‘çekip giderim’ tehditleri ile kendinizi patronunuzun elinde maymun gibi oynarken bulabilirsiniz; hem de en örgütsüz cinsinden, öyle demokratik demokratik! Hem zaten öngörülebilir bir süre içinde AB’ye girilmesi veya kabul edilmek gibi bir durum da yoktur. Bunu bilen AKP’nin AB’ciliği taktik ve araçsaldır; girmekten ziyade sürecin devamı, mevzuun islim üstünde tutulması, her türlü asker-

darbe çarpmasına karşı koruyucu bir muska görevi görür. Kimse merak etmesin, yurt ve dünya çapında olağanüstü gelişmeler olmadığı takdirde, itiş kakışı bol da olsa emperyalizmin ve yerli finans kapitalin ortak çıkarları doğrultusunda bir uzlaşma rayına oturacaktır. Asıl siyasi tarafların artık birbirlerini bitirme gibi bir niyetleri ve de güçleri yoktur. Ortaya çıkacak sonuç, fazla yukarılarda olan askerin biraz çömelmesi, fazla aşağılarda olan sivillerin de biraz yükselmesidir. Boylar bir biçimde eşitlendiğinde, ilişki de ‘genel olarak’ eşitlenecek ve herkes uzmanlığı dahilinde emperyalizmin ve yerli sermayenin hizmetini görecektir. Bu bazen biraz rahatsız bir çözüm olsa da, dediğim gibi büyük çaplı ‘fay’ hareketleri olmadığı sürece alışılmaz değildir.

Kambersiz düğün olur mu?

Bizim okurdan öylesi çıkmaz ya ben yine de uyarayım: Ey ahali, ulusalcılara da liberallere de kulak asmayın, onların hakiki demokrasiyle, yani ‘halkın yönetimi’yle falan işleri yoktur. Ulusalcılar zaten ‘cumhuriyetçi’, yani demokrasiyle falan işleri olmaz; malum, vatan tehlikedeyse geri kalan her şey teferruattır; gerekirse adam keserler. Öbürleri de aslında demokrat değil, ‘özgürlükçü, bireyci ve de piyasacı’dır. Zengini severler! Kitaplarında özgürlük, girişim özgürlüğü; birey, girişimci; piyasacılık da kapitalizm yandaşlığı anlamına gelir. Demokrasinin ancak bu temellerde var olabileceğini söylerler. Devletten değil, devlet müdahalesinden nefret

metrik psikolojik!..

bir çatışma mı vardır? Tapu ve Kadastro enel müdürlüklerinin ine bağlı insanlar, afta yer almalıdırlar? siyasi rolü bundan il yargı, bir nehir ahlar misali, suya klemektedir? Cinler mi? Ben kimim, ereden geldi, UFO’lar

var mı? Daha bir yığın soru.

Bir ‘cinci hoca’ daha mı?

Elbette her şeyin bir çaresi vardır. Tarihimiz örneklerle doludur. Benim üzerime vazife değil, ama işte size devletin iki yakasını bir araya getirecek olan çözüm formülü: Önce Amerika’ya, yani ‘yüksek hakem’e gidilir ve orada bir ‘mutabakat’a varılır. Sonra Dolmabahçe veya benzeri bir tarihsel mekânda -bu defa Topkapı Sarayı

ederler. Sivil toplumdan yanadırlar, ama devletin sınıf karakterini, ‘toplumsal ilişkilerin politik bir ifadesi’ olduğunu ve sivil toplum içindeki acımasız sömürüyü görmezden gelirler. Ancak çoğunluğun demokrasisi, ‘özgürlükler’i, yani girişim özgürlüğünü tehdit ettiğinde, yani kapitalist özel mülkiyet tehlikeye düştüğünde, geçmişte aynen Şili’de ve başka yerlerde olduğu gibi, demokrasiden vazgeçip kanlı bir ‘özgürlük savaşçısı’na dönüşür ve de ordularıyla sarmaş dolaş olurlar. Bugünkü ‘devrimcilikleri’ sosyalistlere bu konuda akıl öğretecek kadar!- ve de demokratlıkları -yine sosyalistlere akıl öğretecek derecede!- kapitalizmin küresel plandaki nihai zaferine ilişkin olup AKP’ye oy veren çoğunluğun sırtından yürümektedir. ‘Samimiyet’leri ölçüsünde kendilerini aynen ulusalcılarda olduğu gibi derin bir hayal kırıklığı beklemektedir. Yalnız arada ufak bir fark vardır: Ulusalcılar bu noktaya orduya siyasi olarak çok güvenerek, liberaller ise ondan (gizli veya açık) nefret ederek gelmişlerdir. Sonunda varılacak yer aynıdır: Sermayenin kucağı! Son olarak bir daha hatırlatalım: Kambersiz düğün olmayacağı gibi işçi sınıfsız da demokrasi olmaz. O çok övülen burjuva demokrasisinin asıl demokratik yanı, burjuvaziye karşı, çoğu zaman barikatlarda verilen kanlı mücadeleler sonucu elde edilmiş haklardan oluşur. Geri kalanı sermaye fraksiyonlarının uzlaşma ve itiş kakışından başka bir şey değildir. Ancak mücadele halindeki işçi sınıfının da bir kusuru vardır: Bazen önderliğini de buldu mu durmayı bilmez!

olabilir, hatta çok daha anlamlı olur!- biz ölümlülerin ne konuşulduğunu kıyamete kadar öğrenemeyeceğimiz bir görüşme yapılır. Taraflar birbirlerinden, aralarındaki muhabbeti berhava etmeye çalışan kötü muhitlerle ilişkilerini kesmelerini, safralarını atmalarını ister. Ayrıca gerektiğinde kimlerin sivil, kimlerin de askeri mahkemelerde yargılanabileceği konusunda detaylı bir anlaşmaya varılır. Ardından, kimi yazarlara göre ABD yönetiminin artık müttefik olarak görmediği Fethullah Hoca’nın, bekasına kastettiği devlet tarafından yargılanmak

üzere Türkiye’ye getirilmesi ve öyle İmralı’ya falan kapatılmadan, az bir cezayla ve susması şartıyla serbest bırakılması konusunda uzlaşma sağlanır. Bu yolla, ‘terörle mücadele’ ve ‘terör sorunu’ konusunda sağlanan mutabakat daha geniş bir alana yayılabilir. Devlet tecrübemin yok denecek kadar azlığından olacak, benim aklıma başka bir şey gelmiyor. Bir yolu mutlaka bulunmalıdır. Aksi halde, hem devletimiz bir beka sorunuyla yüz yüze gelecek hem de tarihimizde ikinci bir ‘Cinci Hoca Vakası’ yaşamamız kaçınılmaz olacaktır!

Cinci Hoca Kimdir? Asıl adı Hüseyin olan Safranbolu doğumlu Cinci Hoca, çevirdiği entrikalar ve Sultan İbrahim (Deli) üzerindeki etkisiyle tanınan bir din adamıdır. Genç yaşında İstanbul Süleymaniye’deki medreselerden birinde öğrenimini sürdürürken, bir yandan da sihir ve büyü işleri ile uğraşıyordu. Adının sarayda da duyulması üzerine Kösem Sultan tarafından akli dengesi bozuk olan Şehzade İbrahim’i tedavi etmesi istendi. İbrahim’i etkileyerek sinirlerini yatıştırması nedeniyle 1640’ta İbrahim’in tahta çıkmasının ardından medrese tahsilini yarıda bırakarak ilmiye sınıfına alındı ve kısa sürede Galata Kadılığı’na yükseldi. Gittikçe tozutan Sultan

İbrahim üzerindeki etkisinden yararlanarak büyük çıkarlar sağladı. Ulema arasında güç kazandı. Devlet görevlerinin rüşvetle dağıtılması işini organize etti. 1646’da görevden alındı, ancak daha sonra iki defa kısa süreliğine Anadolu Kazaskerliği’ne getirildi. Rüşvet almaya devam ettiği için azledilerek sürgüne gönderildi. Daha sonra affedilerek İstanbul’a döndü. 1648’de tahta çıkan Sultan 4. Mehmet’in (Avcı) dağıtacağı cülus bahşişi için istediği yardımı yapmaması üzerine bütün mal varlığına el konularak Mısır’a sürüldü. Yolda hastalandığı için Mihalıç’ta kalmasına izin verildi. Adamlarının İstanbul’daki sipahi isyanına katılması üzerine öldürüldü…

17


ALPER ERDiK “SEVGİLİ İŞADAMLARI… Bilir misiniz ki bu ülkede sizler için biz çalışırız; bazen bir pastane köşesinde, bazen bir simitçide, bazen bir berberde; siz ‘kâr’ ettikçe size söven totaliter zihniyetteki insanlarla hep biz çarpışırız; hem de sizi hiç tanımadan, bilmeden… Peki siz bizim için ne yaparsınız? Gidersiniz, darbe yanlılarına reklâm verirsiniz; tam sayfa, yarım sayfa… Şimdi biz diyoruz ki, etmeyin, eylemeyin! Bir gün fabrikanıza devlet el koyabilir,babanızdan kalan arsanız kamulaştırılabilir, vergiler yüzde 80’i bulabilir! Siz en iyisi gelin, BU ALANA REKLÂM VERİN! Çok geç olmadan…”

ÇOK KOLPA HAREKETLER BUNLAR! 1

2 Eylül sonrasında gençliğin apolitize olduğu, haklı olarak, hep söylenir ya ‘büyükler’ tarafından; işte bu, her ne kadar içi boş işler de yapsalar, ‘bazı gençler’e tam bir ‘politik meşruluk’ sağlıyor. Aslında kendilerinden başka kimseye zerre kadar yararı olmayan işlere girişiyor olsalar da bu ‘bazı gençler’, yaygın biçimde ‘Abdurrahman Çelebi’ sayılıyorlar; burjuvazinin tahakkümü altında olan kamuoyunda. Ve bu da, egemenler tarafından, en az gençlerin siyasetten uzak durması kadar, hatta daha da büyük bir memnuniyetle karşılanıyor ve teşvik ediliyor. Bahsettiğim ‘politika heveslisi bazı gençlerin’ bir kısmını, RED’in 27. sayısında ‘Rahatsız genç liboşlar’ başlıklı yazıda konu etmiştik. Fakat her ne kadar bu başlığın kapsamına giriyor da olsalar, oluşumlarını ‘Türkiye’nin Tek Liberal Gençlik Hareketi’ diyerek ‘iddialı’ biçimde tanıtan arkadaşların yapıkları ve söylediklerine ayrıca değinmek gerekir diye düşünüyorum. ‘Tek’ diye nitelenen hareket, 3H Hareketi. 3H: Hürriyet, Hukuk, Hoşgörü. 2006 yılının aralık ayında LDP Gençlik Kolları’ndan ayrılan bir grup ve sanal ortamdaki tanışlarının kurduğu 3H Hareketi, üyelerince ‘liberal bir gençlik think-tanki’ olarak tanımlanıyor ve kuruluş süreci şu şekilde özetleniyor: “… gençlerin ‘fikir piyasasında’ birbirini tekrarlayan, klişe ve tek tip siyasi söylemlerinden bıkmıştık. Hamasi, anti-demokratik ve kolektivist fikirler, Atatürkçülük, milliyetçilik veya solculuk adına gençlere damardan veriliyordu ama bu aşı bizim gibi düşünenlere pek tutmuyordu... Aynı zamanda, gençler arasında ‘iktisadi bakış açısının’ da yetersiz olduğunu gözlemlemekteydik. Siyasi manada tamamen liberal/ demokrat sayabileceğimiz kişiler, konu iktisat oldu mu en kötü kolektivist/ devletçilerle aynı fikirde olabiliyordu. Bu manada bir eksiklik hissettik…” 3H’ci gençler, ilham kaynaklarının Atilla Yayla olduğunu söylüyorlar. Evet, tartışma programlarının aranan ismi olan, zaman zaman şeriatçı gazete, dergilerde yazan, geçtiğimiz senelerde ettiği anlamsız sözler ‘sayesinde’ kendisine 301’den dava açtırıp ‘özgürlükçü-demokratlar’ kervanına katılan, Liberal Düşünce Topluluğu’nun da başkanlığını yürüten profesörden bahsediyoruz. Zaten, 3H Hareketi’nin lojistik desteğini de LDT

18

sağlıyor. Friedrich Naumann Vakfı ise, hareketin ilişkili olduğu diğer kurum. Bir liberal Alman politikacının adını taşıyan vakıf, 1958’de Batı Almanya’da kurulmuş; 60’tan fazla ülkede örgütlü; ülkemizde de 1990’dan beri varlığını sürdürüyor. AB, serbest piyasa, liberalizm, insan hakları, özgürlük gibi sözcükleri bir arada kullanan herkese ‘yardım etmeye’ çalışan bu vakfın, en yakın ilişkili olduğu yapılar ise LDP, LDT ve Arı Hareketi. Yani burada da Sorosçularınkine benzer sarmal bir ilişki var!.. Bu kurumların geçmişteki birçok faaliyetinin Friedrich Naumann Vakfı tarafından parasal anlamda desteklendiği, belgelerle sabit. Tabii, mevzu para olunca akıllara hemen George Soros’un Açık Toplum Vakfı geliyor ki, gelmeli de. Mail yoluyla bunu kendilerine sorduğumda, 3H Hareketi adına Alper Akalın şu cevabı verdi: “Açık Toplum ile ilgili herhangi bir temasımız olmadı ama bizim gibi gençlik hareketlerinin var olması için fonlanması lazım… Keşke olsa yani…” Bu cevabı, “Fon nereden ve nasıl gelirse gelsin; safa geldi, hoş geldi!” diye de okuyabilirsiniz. Ya da şu şekil bir şarkı sözü yazılabilir: Fanla beni, finle beni, fonla beni, al koynuna yar!.. 3H Hareketi şimdilik İstanbul ve Ankara’da faaliyet yürütüyor, İzmir için de girişimleri sürmekte. Yaptıklara işlere bakıldığında, genellikle liberal gazeteci ve akademisyenlerle seminer, konferans düzenledikleri görülüyor. Bu etkinliklerdeki konuşmacılardan birkaç örnek vermek gerekirse; Atilla Yayla, Bekir Berat Özipek, Mustafa Akyol,

Bilal Sambur, Rasim Ozan Kütahyalı, Asaf Savaş Akat ve Seyfettin Gürsel’i sayabiliriz. Bunun yanında, 3H’nin yazar kadrosu, internet sitelerinde serbest piyasanın ne kadar ‘muazzam’ bir sistem olduğunu ‘ispatladıkları’ makaleler yayınlıyorlar. Ve son olarak, ‘Liberalem’ adlı mevsimlik bir dergi çıkarıyorlar.

‘En sosyalisti bile...’

Bu grupla ilgili dikkat çeken ve mutlaka söylenmesi gereken bir şey var ki, o da 3H’nin Ekim-Kasım 2008’den itibaren piyasada daha bir görünür olması. Bu tarih önemlidir, zira küresel krizin dünyaya yayılmaya başladığı ve kapitalizmin sorgulanır olduğu dönemin başlangıcıdır. Ve o günlerde, Alper Akalın, Radikal gazetesinin kendisine açtığı sayfalarında, “Kriz kapitalizmin değil bizatihi devletçilik ve müdahaleciliğin krizidir. Sıkı kurallarla piyasaları denetlemek yerine, piyasaların devlet otoritesinden tamamen bağımsız şekilde yoluna devam etmesine olanak vermek bu derin krizin çözümü için uygulanması gereken tek reçete…” konulu yazısını kamuoyuna sunma fırsatı bulmuştur. Gerçi, üç gün sonra aynı gazetede, değerli akademisyen Mustafa Kemal Coşkun, “…devletin sisteme müdahale etmemesi gerektiğini söyleyerek krizin baş nedeni olarak bu müdahaleleri görmek, sanki bir tarafta devlet diğer tarafta da sermaye sahibi sınıf var ve bunlar piyasaya müdahale konusunda birbirleriyle çatışıyorlar gibi düşünmek demektir. Hâlbuki devlet,

bizzat sermaye sınıfının devletidir ve tam da bu nedenle bilmem kaç yıllık şirketleri kurtarmaya/devletleştirmeye çalışmaktadır, elbette ki gelecekte özelleştirmek üzere. Devlet, kapitalist sistemin mantığı içerisinde gerektiğinde piyasaya müdahale edecektir, gerektiğinde de etmeyecektir…’’ diyerek Akalın’ın şahsında tüm 3H’cilere ‘yeni başlayanlar için kapitalizm’ dersi vermiştir ama bu liberal tayfaya davul da zurna da kâr etmemektedir! Evet, bu, yani M. Kemal Coşkun’dan yaptığımız kısa alıntı bile; bu riyakârlıkları sürdüğü sürece, tüm liberallerle teorik alanda bir mücadele vermenin imkânsız olduğunu ortaya koymaktadır; zira savundukları sistemin yapısal özelliklerini dahi inkâr ediyorlar. Bununla beraber, zaten onların derdi de teori falan değildir ve siyaset, onlar hiçbir zaman anlayamayacaklar ama, bir yerde de yürek ve haysiyet işidir. Ve bunlardan yoksun oldukları için; yabancı vakıfların seminer salonları, burjuva medyasının ekranları, bembeyaz sayfaları, bilmem hangi kurumların fonları kendilerini fanfin-fonlamaktadır! Kolaydır; İstanbul’un lüks kafelerinde Taraf gazetesinin dönek yazarlarıyla ‘sosyalistlerin ezberciliğine’ dair röportaj yapıp dergilerde yayınlamak! Ve risksizdir; üniversitelerde özgürlük mücadelesi veren devrimci öğrencilerin başına türlü işler gelirken, her şeyi uzaktan izlemek ve kendileri dışında herkesi, özellikle de solcuları özgürlük düşmanlığıyla suçlamak! Ve de acıdır; ülkemizde siyasetin böylesi makbul görülmektedir. Daha doğrusu, bu pespayelik siyaset sayılmaktadır! 3H Hareketi’nin yayını olan ‘Liberalem’ hakkında da kısaca birkaç şey söyleyelim. Küresel kriz vesilesiyle kapitalizmin tüm dünyada tartışıldığı dönemde çıkardıkları 2008 Güz sayılarında, 3H’ciler derginin temasının ‘kapitalizmi savunmak’ olduğunu söylediler. “Öyle bir dergi oldu ki, iddia ediyoruz, en sosyalisti okuyunca piyasacı olacak,” diye takdim ettikleri Bahar 2009 sayısında ise, ‘sosyalizmin neden mümkün olamayacağına’ dair yazılar yayınladılar. Bir yazar, bu iddia dâhilinde; sosyalist sistemde serbest piyasanın olmayacağından hareketle, sosyalist bir ülkede Coca-Cola ve Fanta üretiminin ne şekilde yapılacağı üzerinden bir tartışma yürütmüş ki, “Beş parmağın beşi de bir olur mu?” saçmalığını aratmayacak cinsten!


Saçmalık demişken, ‘gülmece’ niyetine bir şey eklemek istiyorum. Dünyanın her yerinde böyledir, sağcılar aralarında ne kadar kavga ederlerse etsinler, solculara karşı tam bir birlik içindedirler. Bizim ülkemizde de ‘sosyalizm’ dendiği zaman, herkesin söyleyecek olumsuz bir sözü mutlaka vardır. Örneğin; Nurcuların hazırladığı bir Osmanlıca lügate bakarak, sosyalizmin ne olduğunu öğrenmek isteyen kişi, şu tanımla karşılaşıyor: “İktisadî teşebbüsleri ve teşekkülleri devlete vermek isteyen görüş. İştirakiyecilik. Güya, herkese müsavi mal verme esasını idare sisteminde yerleştirmeyi ve mal birliğini iddia eden ve insan fıtratına zıt olarak hürriyetleri daraltıcı ve din aleyhtarı bir sistem. Serserilere, zenginlerin mallarını mubah edip isyana sevk eden ve ehl-i namusun ahlâkını yıkarak fuhşiyatı teşvik eden bir batıl anlayış.” Evet, gömlekli, kumaş pantolonlu, tuhaf bıyıklı Nurcular ve steril ofislerinde çalışmalar yapan, yabancı dil bilen, şehirli liberal gençler; her ne kadar olaylara farklı açılardan yaklaşıyor ve bunları farklı üsluplarla tartışıyor olsalar da, sonuç itibariyle sosyalizm karşıtlığı konusunda uzlaşıyorlar. Ve sosyalizme dair söyledikleri şeylerde, bayağılık ve anlamsızlık ve lüzumsuzluk konusunda birbirleriyle yarışıyorlar! Toparlar ve özetlersek, kısa alıntılarla da olsa, hemen anlaşılıyor ki; “Yaşasın 3H! Herkese sınırsız hürriyet, hoşgörü ve hukuk!” laflarının altında başka şeyler var. Bunların savunduğu hukuk, burjuva hukuku; yani patronların çıkarlarını koruyan ‘adalet sistemi’! Hürriyet; patronlara koşulsuz üretim, dağıtım, alma, satma, sömürme, semirme özgürlüğü! Hoşgörü; açlık sınırının altındaki asgari ücret karşılığı çalışan ve patronların zulmüne boyun eğen işçilere ve bu düzeni değiştirme amacı gütmeyen herkese gösterilen ‘anlayışlılık’! Bu söylediklerim, dergilerindeki bir yazıyla da somutlanıyor ki, bu metin normal midelerin kaldırmayacağı cinsten: “SEVGİLİ İŞADAMLARI… Bilir misiniz ki bu ülkede sizler için biz çalışırız; bazen bir pastane köşesinde, bazen bir simitçide, bazen bir berberde; siz ‘kâr’ ettikçe size söven totaliter zihniyetteki insanlarla hep biz çarpışırız; hem de sizi hiç tanımadan, bilmeden… Peki siz bizim için ne yaparsınız? Gidersiniz, darbe yanlılarına reklâm verirsiniz; tam sayfa, yarım sayfa… Şimdi biz diyoruz ki, etmeyin, eylemeyin! Bir gün fabrikanıza devlet el koyabilir, babanızdan kalan arsanız kamulaştırılabilir, vergiler yüzde 80’i bulabilir! Siz en iyisi gelin, BU ALANA REKLÂM VERİN! Çok geç olmadan…” Daimi surette fan-finfonlanmak istiyorlar! … Son söz: Masum bebeklerden bu ‘genç’leri yaratan sistem değişmeli!

Uyanın ey ahali, HIRSIZ VAR!..

G

eçtiğimiz aylarda üniversiteliler olarak, YÖK tarafından hemen hemen her sene başında yediğimiz kazıkların bir benzerini daha yemiş bulunduk. YÖK, üniversiteliler arasında ‘harç’ olarak bilinen katkı paylarının, 20092010 akademik yılı için yüzde 8 artırılması kararını verdi. Buna göre katkı payı miktarları örgün öğretimde 71 TL ile 591 TL arasında değişirken, ikinci öğretim öğrencilerinin katkı paylarındaki artışsa daha yüksek oldu. İkinci öğretimde artış oranları bazı programlarda yüzde 100 ve üstünde oldu. (Örnek verirsek, harç ücretleri ikinci öğretimlerde; mühendis fakültelerinde harç ücreti 1416 TL’den 2400 TL’ye; Fen-Edebiyat fakültelerindeyse, 1186 TL’den 2343 TL’ye yükseltilmişti.) Engelliler Entegre Yüksekokulu öğrencilerinin katkı paylarındaki artışsa, yüzde 500 oldu! Tabii ayrıca, tüm bunlardan bağımsız olarak üniversite kurulları da katkı payı miktarlarını, üniversitenin özelliğini, öğrenim dallarının niteliklerini ve sürelerini göz önünde tutarak fakülte, yüksekokul, enstitü ve bölümler itibarıyla yüzde 20 oranına kadar artırabiliyor. Yani anlayacağınız YÖK, ‘Parası olmayan okumasın’ anlayışını, yıllar geçtikçe daha da geliştiriyor. YÖK, üniversiteli öğrenciler üzerinde kurduğu sömürü çarkını geliştire dursun, emekçi ailelerinin bin bir zorluklarla okutabildikleri üniversite öğrencileri olarak bizler de, geleceğimizden daha fazla kaygılanır hale geldik. Öyle ki, şahsen öğretmen anne babanın çocuğu olarak, annemin babamın maaşlarına yıllardır yapılmayan zamları, 1 senelik üniversite öğrenciliği yaşantımda fazlasıyla görmüş oldum. Annem ve babam mı? Babam emekli oldu, annem neredeyse olacak, hâlâ bir zam falan yok ortada. E peki benim harçlarıma

yapılan bu zamları nasıl ödeyeceğiz? Eğer ödeyemezsek, o kadar sene hem madden hem de manevi olarak onca emek vererek kazandığımız üniversite hayatımızı nasıl devam ettireceğiz? Orası YÖK’ü pek ilgilendirmiyor olsa gerek. Neydi felsefeleri? “Paran yoksa…” Öncelikle, zam yaptıkları bu ücretin adına ‘katkı payı’ denilmez arkadaşlar! Çünkü ülkede birkaç üniversite dışında, katkı yapacak doğru dürüst bir üniversite yok. Biz katıyoruz sürekli; ama bu kattıklarımız nereye gidiyor, görenimiz yok. Dolayısıyla zam yaptıkları bu ücretin adına harç da denmez! Bu düpedüz haraçtır! Yaptıkları zamların hukuki boyutuna gelince… Eğitimin ücretsiz hale getirilmesi, Anayasa’da devletin görevi olarak açıklanmasına rağmen, ‘sosyal bir hukuk devleti’ olduğu iddia edilen devletimizde bu uygulama her zaman sadece kağıt üstünde kalabilmiştir. Okumaya başladığımız ilk günden itibaren kayıt paralarıyla başlayan, ortaokulda ve liselerde katkı payları ve üniversiteyi kazanmak için de önümüze tek yol olarak sunulan binlerce liralık dershane paralarıyla, öğrencileri ve ailelerini sömürmek üzerine kurulan bu çarkın hedefi, bütün sektörlerde olduğu gibi, her vatandaşın en doğal haklarından biri olan eğitim hakkını da birer kamu hizmeti olmaktan çıkarıp, eğitimin paralı hale getirilmesidir. Bunun bedeli, parasızlıktan okuyamayan binlerce, milyonlarca insan olsa bile! Çünkü bu çarkın adı kapitalizmdir ve bu çarkın dönmesi için uğraş verenlerin tek düşündükleri şey paradır, menfaattir; bu yolda insanların hayatlarının heba olması, onların umurlarında dahi değildir… Neyse, bu dergiyi okuyanlar, zaten kapitalizmin iğrençliklerinin, kokuşmuşluklarının çok iyi farkındalar. Ama biraz da öğrenciler tarafından

ele almak gerekiyor meseleyi sanki. Evet, yapılan zamların boyutları çok büyüktür; ama peki bu büyük boyuttaki zamlara gereken tepkiyi aynı büyüklükte koyabiliyor muyuz? Koyabilseydik, şu anda bu yazıyı yazmama gerek kalmazdı zaten. Kaldı ki, YÖK’ün bu yaptığı zamlar yeni değil, kurulduğu tarihten itibaren, 20 küsur yıldır üniversite öğrencilerini sömürüyor bu kurum. Peki biz, üniversite öğrencileri, bu sömürüye karşı neden birleşemiyoruz? Neden güçlü bir ortak tepki geliştiremiyoruz? Maddi durumlarımız çok mu rahat? Ailelerimiz çok mu zengin? Çoğumuz hem okuyup hem geçinebilmek için çalışmak zorunda kalmıyor muyuz? E peki, nedir bizi mücadele etmek yerine, yapılanlara boyun eğmeye iten şey? Bizi sömürenler çok mu güçlü? Ya da biz çok mu güçsüzüz? Hayır, hiç de değil! Aynı zorbalıklara, hukuksuzluklara karşı ‘Demokratik Üniversite’ şiarıyla okuduğumuz üniversiteleri işgal, dersleri boykot edebiliyordu ağabeylerimiz, ablalarımız, annelerimiz, babalarımız. Elbette ki bunları, bizler de yapabiliriz, dahası yapabilmeliyiz. Bizler, onların miraslarını yemekten miskinleştik sadece. Uykuya daldık! Ama uyanmalıyız artık! Ceplerimizden çaldıkları paralar uyandırmalı bizleri! Her gün okulun çevresinde bizlere coplarını sallayan polisler uyandırmalı! Üzerimize satırlarla, sopalarla saldıran faşist güruhlar uyandırmalı! Tüm bu olanlara gözlerini yuman üniversite yönetimleri ve patron medyası uyandırmalı! Evet arkadaşlar, uyanmalıyız! Geleceğimiz için, çocuklarımızın bizi utançla anmaması için uyanmalıyız! Uyanmalıyız; çünkü yarın çok geç olabilir…

ONUR ÖZGEN

19


‘Aman politika yapmayalım!’ Ç

ok yorulduk ama değdi. RED kültür’ün açılış gününden bahsediyorum. Haftalarca uğraştık; boyasıydı, temizliğiydi, alış-verişiydi, hazırlığıydı derken keyifli bir akşam oldu. Böyle zamanlar dini-imanı para olmuş insanların dünyasından farklı bir dünyanın olabilirliğinin net bir kanıtı bence. Emeğin paha biçilemez olduğunu düşünüyorum; fakat gecenin sonunda hissettiklerim emeğin, tam olmasa da, doğaya en uygun karşılığıydı belki de. 11 Temmuz Cumartesi akşamının ve son bir haftalık gece gündüz çalışmanın ardından ertesi gün öğlen 13:00’te harç zamlarını protesto etmek için düzenleneceği duyurulan eyleme katılmak için Beşiktaş’ta olacaktım. Gecikmemeliydim; zira ‘solcular tembeldir’ yaftasından hiç haz etmem. Eylem başladığı sırada, ben orada değildim. Tahmin edilebileceği üzere gecikmiştim dostlar. 15 dakikalık rötarla vardığım Beşiktaş İskele Meydanı’nda kimsecikler yoktu; ama eylem bitmiş olamazdı. Hemen eylemde katılacak bir arkadaşımı aradım, neler olduğunu öğrenmek adına. Neyse ki panik edilecek bir şey yoktu, şimdilik. Bana Akaretler durağına doğru yürümemi ve merdivenlerden çıkarken sağa doğru baktığımda onları görebileceğimi söyledi. Öyle yaptım. Eylemin yeri ve atılan slogan birbirini tamamlıyor... Aman Tengrim! Bir de ne göreyim? Yaklaşık 350–400 kişi (rakam daha az ya da çok olabilir, bu konularda beceriksizimdir) Mustafa Kemal anıtının önünde uzaktan ‘paşaya şikâyet’ duruşunda gibi görünüyor. “Herhalde öğrencilerin bilinçli bir tercihi olamaz bu,” diye düşündüm kendi kendime, ne alakası var?! Hâlâ belediyenin ya da valiliğin bir tek oraya izin vermiş olabileceğine dair kendimi ikna turlarındayım. Tüylerim diken diken kalabalığa doğru yürüdüm. Eylem yaz sıcağında pek de çekilir cinsten değildi. Sahneyi net olarak göremesem de müzikal bir oyun sergilenerek zamlar protesto edildi. Hiç slogan atılmayacağını düşünürken eylem sonunda atılmaz olaydı

20

dediğim, beni asıl kıllandıran slogan geldi: Yusuf Ziya Özcan istifa!! Bu noktada artık eylemin yerinin zorla verilip verilmediğinin hiçbir önemi kalmıyor. Eylem komitesi zaten sorunu Yusuf Ziya’ya indirgemiş durumda. Sanki bir başkası olsa durum böyle olmayacakmış gibi bir düşünce uyandırabilir ilk duyan da. Arkadaşlar, bizim derdimiz Yusuf Ziya Özcan ‘muhterem’iyle değil; adı YÖK olarak dile getirilen yapıyla ve bu yapı, 12 Eylül ürünüdür. 24 Ocak kararlarının üniversiteler alanında pratiğe geçirilmesi için atılmış bir adımdır. Ve her şeyin olduğu gibi okulun da paralılaştırılması için kapıları ardına kadar açan, emperyalizm için zemini düzleyen ‘şanlı Türk Ordusu’dur. Çözüm paşada filan değil dostlar; kanımca ilk olarak çözümü buralarda aramayı kesmeli ve buralarda arayanlarla asla uzlaşma zemini aramamalı. Zira paşası da ampulü de aynı yolun yolcusudur ve onların izlediği yol bizim varmak istediğimiz yere gitmez. Özetle bize her yol Paris değildir. Sanırım şunu da eklemekte fayda var: Gerek eylem komitesindeki arkadaşlar gerekse oraya katılanlar arasında şüphesiz iyi niyetli, mesajların ne anlama geldiğinin ya da gelebileceğinin farkında olmayanlar vardır. Sözüm onlara değildir; zaten bu ek de o arkadaşları ayırt etmek içindi. Politik olmayan eylem(ler)!.. Bir de bu çıktı başımıza. Son zamanlarda ‘örgütlü olmayan’ arkadaşların eylem komitelerinde yer aldıklarını görmek, duymak, bilmek son derece güzel ama bazı arkadaşlar ısrarla yaptıklarının siyasi bir şey olmadığı iddiasında; dolayısıyla siyasi yapıların kendi isimleriyle eylemlere müdahil olmalarını istemiyorlar; Beşiktaş’taki eylem komitesindeki ‘örgütsüz’ arkadaşların da böyle bir talebi olduğunu duydum. Evet, artık şu isim, yapı vb. sorununu yeniden oturup düşünmeye, tartışmaya ihtiyaç var. Sorunlar aşağı yukarı ortakken, siyasi mücadele alanının neden bu kadar parçalı olduğuna kafa yormaya ve nasıl yeniden güçlü bir

dönüş yapabileceğimize kafa yormamız gerekmekte. Biz öğrenciler açısından baktığımızda, dünyanın dört bir yanında olduğu gibi burada da üniversitelerde ezen ezilen çelişkisini açık seçik yaşarken, emekçi ailelerin çocuklarının oku(yama)ma şartlarını görürken ve basit düşünme yollarıyla çözüme kavuşabilecekken, neden hâlâ daha öğrencilerin sınıf temelli, kendi sorunları üzerinden örgütlenebilen, güçlü, politik bir örgütünün olamadığını konuşmalıyız. Buraya kadar aşağı yukarı tamam; ama arkadaşlarımızın yapılan eylemin politik olmadığı konusuna katılmam mümkün değil. “Ekonomik ihtiyaçları devlet tarafından sağlanırken üniversite özerkliğinden bahsetmek mümkün değildir.” Yusuf Ziya, çeşitli üniversitelerin öğrenci temsilcilerinin sorularını yanıtladığı bir tv programında, üniversite özerkliği konusundaki soruya bu mealde bir yanıt veriyor –tıpkı Tayyip’in AKP grup toplantısında ‘sermayenin dini, dili, rengi, ırkı olmaz’ demesi gibi Marksist bir tahlil yapıyor aslında başkan. Yani üniversitelerin kendini yönetebilmesi için kendi kaynaklarını yaratabilmesi gerektiğini, dolayısıyla da özerklik isteyenin ekonomik bağımsızlığı savunması gerektiğini söylüyor. Sonuç olarak bize, işi dallandıra budaklandıra anlatsa da, 12 harfli bir sözcük olarak dile gelen şu devlet politikasını savunmamızı öğütlüyor: Özelleştirme Dikkat edecek olursak yüzde 8 ila yüzde 500 arasında değişen zamlar, özelleştirme politikasının günümüzde vardığı son noktadır ve burada kalmayacaktır. Bologna Süreci diye bize dayatılmaya çalışılan şey bilimsellik filan değil; en adi biçimiyle hırsızlıktır. Buradan hareketle arkadaşlarımızın yaptıkları eylem(ler) bu politikalara ters düştüğünden, kendileri yalnızca zamların geri çekilmesini talep etse dahi, yani kendi çözümlerini dayatmasalar dahi –ki zamların geri çekilmesi talebini de bir çözüm olarak alabiliriz, yeni politikalar üretilmesini kendiliğinden

dayatabileceğinden temelden itibaren politiktir -hatta zamların geri çekilmesi, açıkça devrimci beklentilerimizi körükleyecektir. Arkadaşlar tersini iddia ediyor olsalar da, yalnızca harç zamlarına karşı yılda birer kez bir araya geliyor olsalar da bu süreçten doğacak olan şey yeni bir politika olacaktır. İşin aslı devlet denen kaypak teşkilatlanma da bu durumun farkında ve en ufak adımımızda yanımızda bitip bizleri kayıtlara geçiyor. Okullardaki sivilleri eylemlerde hafifçe yüksek bir yerden, yanımızda yürürken vb. durumlarda ellerinde küçük bir kamerayla bizi çekerken görüyoruz, YÖK her sene üniversitelerden terörle mücadele raporları alıyor. Şu haliyle, devlet olup bitenin farkındayken, biz kendimizin farkında değiliz. Tabii mevcut durum yalnız bu tip eylemler ve eylemcilerden ibaret değil. Her ne kadar soldaki durumun vahametinin farkında olsam da küçük kıpırdanmaların ileride bu topraklarda umudu yeniden yeşerteceği umudunu taşıyorum. Ümitvar bir durum. Ay sonuna doğru artacak olan eylemler öğrenci hareketinin geleceği açısından oldukça önemlidir. Harç, yurt, burs vb. sorunlar sınıf mücadelesini doğrudan ilgilendiren sorunlardır; bu sorunlar üzerinden, zaten çok geciktiğimiz, ‘sınıf’la teması sağlayabiliriz. RED’in geçen yıl haziran sayısındaki (Sayı 21) kapak sloganı, bizler için başlangıç şiarlarından biri olabilir: Muhtaç olduğun kudret, alnındaki asil terde mevcuttur. Ancak ve ancak bir araya gelebilirsek, örgütlü bir mücadele vermenin yollarını ararsak güçlü bir dönüş yapma imkânı bulabiliriz. Ve işte bu geri dönüş bizlerin eseri olacaktır: İşçilerin, memurların, çiftçilerin, komilerin, doktorların, odacıların, çırakların, öğretmenlerin, hemşirelerin, garsonların, işsizlerin, öğrencilerin…

KAZIM YILMAZ


KAMiL COŞKUNTEPE Öğrencimiz o kadar eşit bir ortamdadır ki kimse harçlarını ödememezlik etmez ya da düzeltelim, herkesten tahsil edilir. Tahsil edilemeyenler kapının yanına adım bile atamazlar. Sınav sonuç panolarında isimleri ‘HARÇ BORCU VARDIR’ diye belirtilir. Çünkü o artık eşitliği bozandır, zira harç parasını ödememiştir...

Fiş almasam indirim olur mu? A

lışverişe çıkmış dar gelirli üç kuruş daha az ödemek için söyler bu sözü. Esnaf da, “Zaten az kazanıyoruz,” der çoğunda ama biraz daha ucuza satın almak için dar gelirlinin umududur bu söz. Gel gelelim yazının mahiyeti ne esnaf–dar gelirli ilişkisi ne de pazarlık kültürümüz. Konumuz, üniversite harç zamlarımız. Yüzde 8 ile yüzde 500 arasında öğrencilerin ve ailelerinin üzerine bindirilmiş ve tahsil günü için beklenilen dar gelirliyi daha dar ve aslında zaten çoğunluğu çalışan üniversiteliyi yeni işler bulma konusunda daha bir yeteneklendiren harç zamları! Eskiden hem okuyan hem çalışan öğrenci takdir edilirdi, yaptığı büyük işti ve ailesine bu şekilde yardım etmesi onun erdemli olduğuna işaret sayılırdı. (Bu erdemin de pazara ucuz iş gücü olarak dönmesi ayrı bir tartışmanın konusudur.) Şimdilerde çalışan öğrenci sayımız o kadar yüksek ki, bu takdir edilmez oldu. Zira öğrenciler tezgâhtarlıktan anketörlüğe, garsonluktan palyaçoluğa o kadar farklı iş dallarında çalışıyorlar ki; artık övünç müessesesi çalışmaya değil, bu şartlarda okul bitirene saklanıyor. Dinlenme sezonu olarak verilen yaz mevsiminde dahi öğrenciler okul bitirmek için debeleniyor. Suçluyu bulmak zor olmasa gerek. Fırsat eşitçisi ve bilmem hangi ülkeye göre ucuz olan eğitim piyasası. ‘Sistem’ demek isterdim lakin sistem lafı bir devamlı uygulamayı ifade eder. Gerçi harçlar konusunda o kadar düzenli bir piyasa sitemi olduğu aşikârsa da ‘eğitim’ lafı biraz ağır kaçıyor. Harç sistemi o kadar düzenli ve ‘insancıl’ ki serbest piyasaya nitelikli elemanları sınıflara yerleştirmeden yetiştiriyor. Bir kronoloji yapalım ‘üniversiteli olma’ süreci için: Öğrencimiz üniversiteye girebilmek için dershane arar. Bunun için kesesine uygun bir dershaneye girer. Bu ücret kesesini daima aşar ve pazarlık yapmayı öğrenir. Genelde birden fazla ÖSS’ye girmesi gerekmektedir üniversiteli olabilmesi için. Bu seviyede ‘pazarlığa giriş dersi’ni pratikleştirir. Eğer sınav anında cevapları kaydırsa, heyecanlansa, başı ağrısa, yani sınavı veremese, ya ‘pazarlığa giriş dersi’ni yeniden alacak ya da önündeki kitapçıktan seçtiği ‘istediği’ bölüme

gidemeyecektir. Sınırlandırılmış seçenekten yapılmış seçim kişinin istediği değil tercih ettiğidir. Zaten eğitim piyasası burada çok dürüsttür çünkü tercih demiştir.

Pavyona düşmüş gibi!

Bir şekilde üniversiteye giren öğrencimiz kayıt günü bir heyecanla kayıt yerine gider ve okul içinde açılmış banka şubesine kayıttan önce harç yatırılmasını öğrenir. Bu da ‘parayı veren düdüğü çalar’ dersidir. Zira üniversiteli sene başında para vermeden ya da kelimenin gerçek anlamıyla haraç vermeden öğrencilik hakkını kazanamayacağını öğrenmiş olur. İlk etapta müşteriyi ürkütmemek için cüzi bir miktarda ücret istenir. Bu toplam harcın yüzde 10’udur. Çünkü öğrencimize katkı kredisi denen ‘yardım azraili’ çıkabilir. Diyelim ki bu yardımcı çıktı. Öğrencimiz, adeta pavyona düşmüş gibi, milyarlık senetlere imza atar. Bu da ‘kıymetli evrak dersi’dir ve bu seçmeli dersidir öğrencimizin. Harcın tamamını yatırarak bu dersten muaf olabilir. Bu dersle de borçlu yaşamayı öğrenir. Aslında pratiklidir, zira büyük çoğunluk gibi emekçi bir ailenin çocuğudur ve öğrenim sonunda sınavları başlar bu dersin. Mezun olunduktan sonra ödeneceği için biraz rahatlatır öğrencimizi ta ki ‘belli’ bir faiz eklenerek geri alınacağını duyana kadar. Seçmeli dersidir dedik, ya seçmezse diye düşünmeye gerek

yok. Seçse de seçmese de hayatından çok bir şey değişmez. Bir şey dışında: Sömürülmesi artık taksitlidir. Çünkü eğitim piyasası eşitlikçidir, o parayı er geç alır. Haracını peşin ödemek isterse, bir ailenin açlık sınırını 1/3 oranında aşan harçla karşılaşır. (Son zamlarla bu oran yoksulluk sınırı olmuştur, yani üniversite öğrencisi zengindir!) Bunu ödemezse ne derslere girebileceği ne de sınavlara girebileceği söylenir. Biz de öğrencimizi ‘parasını ödeyen’ saydığımızdan kayıt bürosundan çıkardık. Kafası önde kara kara barınma sorununa odaklanmış bir şekilde dışarıdaki bursçuları görür. Bunlar barınma ve burs sorununu çözen seyyar sivil toplumculardır. Hemen işportacı gibi öğrencimizi kafa kola alır, gerekli bilgileri bir forma yalandan doldurur. Bir zaman dilimine mülakat yazar ve burs, yurt ve bilumum ihtiyacı kredi kartına taksitli namazlarla geri ödemesini ister. Bu işportacı zihniyetli seyyar bursçular da ayrı bir yazının konusudur. Öğrencimiz burada da sosyalleşme dersi alır. Zira türüne uygun giyinmesi ve sakal bırakması gerekecektir. Belli bir arkadaş çevresi olacak ve talimnameyi çiğnerse zinhar aforoz edilip bursu kesilecektir. Bu dersi de aldıktan sonra öğrencimiz hepimizin bildiği paso, yemekhane, varsa kira, elektrik, gaz, su, telefon, internet faturası gibi fırsat eşitleyici giderleri ödemek üzere iş araması gerektiğini

kavrar. Şanslıysa iş bulur ve çalışmaya başlar. Burada da alttan bırakacağı dersleri hesaplaması gerekecektir. Bu da ‘özel günler ve haalar dersi’dir. Çünkü hangi derse girecek, hangisini altta bırakacak öğrenmesi gerekir. Nasılsa bütünlemeler vardır. Ama fısıltı gazetesinden bir haber öğrenir: “Bütünlemeler kalktı! Artık –paralıyaz okulu var.” Fısıltı gazetesi dedik, zira bu haberler alenen verilmez. Çünkü eğitim piyasası fırsat eşitliğini savunur. Ya öğrencinin gazete alacak, internete girecek parası yoksa! Televizyonu yoksa! Öyle ya, herkes eşit şartlarda değil, bir eşitlik sağlamak lazım. Yani kimsenin haberi olmazsa her şey eşitlenmiş olur. Gel gör ki, harçlar mevzubahis olunca okulun dört bir yanı bez afişlerle donatılır, zamlar televizyona, ücretler internete gönderilir. Bu da ‘reklâmcılık dersi’dir. Memleketin sivrisineği bile öğrenir harç ücretini. Bu yüzden sokmaz öğrenciyi, bilir kendinden önce hortumunu bağlamış olan olduğunu… Öğrencimiz o kadar eşit bir ortamdadır ki kimse harçlarını ödememezlik etmez ya da düzeltelim, herkesten tahsil edilir. Tahsil edilemeyenler kapının yanına adım bile atamazlar. Sınav sonuç panolarında isimleri ‘HARÇ BORCU VARDIR’ diye belirtilir. Çünkü o artık eşitliği bozandır, zira harç parasını ödememiştir. Okulda dersleri versen de vermesen de önemli olanın ders geçmek değil, okula para yetiştirmek olduğunu anlayan öğrencimiz ‘gerçeğe dönüş dersi’ni de verir. Lakin bu uyanış bile prangasını çözemez. Çünkü yetiştirildiği piyasa bu dersi verenleri sevmez. (Bunun ispatı gözaltına alınan öğrenciler ve terörle mücadele yasasının sonuçlarına bakıldığında anlaşılır.) Uzun uzun çözümler laf kalabalığından öte bir şey vermez. Bütünleme gelsin, yaz okulu gitsin, sınav olmasın, sözlü olsun… Bozuk hamuru ekmek yapmaz. Çözümün özgür üniversite ve parasız eğitimde, bu ilkelerin benimsenmesinde olduğu bir gerçektir. Bu yüzden üniversiteye yeni giren arkadaşlara tavsiye: “Fiş almazsam indirim olur mu?” sorusunu bir sorsunlar. Çekinmeyin sorun, belki olur! Ne de olsa bu esnafın müşterileri uysal. Bu esnaf sahiden iyi kazanıyor.

21


AMAN TACINI KİMSEYE KAPTIRMASIN

H

ürriyet Pazar ekinin, seçici kurulunda kendi yazarlarının olduğu ‘Yaşayan en seksi 100 Türk’ kontesti sonuçlandı biliyorsunuz. Ne hikmetse, bu yaşayan en seksi 100 Türk listesine bir sürü de Doğan Medya Grubu mensubu gazeteci, yönetici filan girmiş. Hatta seçici kurulda yer alan Ayşe Arman ve Ahmet Hakan da bizzat ‘en seksi Türkler’ listesinde yer alıvermişler. Yanlış anlaşılmasın ama biraz sağırlar birbirini ağırlar durumu olmamış mı? “Hadi toplanalım bir liste yapalım abi... Kimler var?.. Sen, ben, selvi yengen... Utanmadan da yayınlarız abi; artık yerse millet!” Ohh ne güzel valla... Gerçi, Ayşe Arman’ın hakını verelim, kadının senelerdir sistematik olarak devam eden bir, “En seksi benim... istersem soyunurum, istersem kapanırım, ama yine de adamı ham yaparım!” çabası var, doğruya doğru... da... E, Ahmet Hakan? Hey allahım, başka işleri de mi yok bunların? Mecburen, internette dolaşan bu kompozisyonları alıntılatıyorlar insana... El mi seksi, Ahmet Hakan mı? Bakın bakalım millet bu danışıklı döğüşlerle nasıl dalgasını geçiyor.

ZURNANIN ZIRT DEDİĞİ DELİK!

B

aşbakan Erdoğan’ın AKP Ankara il kongresindeki son yumurtası: “Eğer son zamanlarda bazı arzu edilmeyen cinayetler, katliamlar duyuyorsak anne-baba olarak kendimizi hesaba çekmeliyiz. Acaba biz nerede hata yaptık? Dün o tesisleri (İstanbul Harbiye Kongre Vadisi inşaatı) incelemeye gittiğimde maalesef gençliğimizin bir bölümünün halini gördüm. Gerçekten üzüntü verici. Bu şekilde sınırsız, kontrolsüz ahlaki erozyonun olduğu yapılanma bizi gerçekten dertlendiriyor. Onun için aileye sahip çıkacağız. Ailemiz, çoluğumuz çocuğumuz nereye giderse gitsin diyemeyiz. Kendi başına bırakılan ya davulcuya, ya zurnacıya... Davulcu zurnacı lütfen bana kızmasın, benim sanatkar olarak davulcuya, zurnacıya saygım sonsuz.” Hadi yahu! Sen de sakın bana kızma ama önce çoluğumuzu çocuğumuzu katledenleri yakalatıp, mahkemeye çıkartıp, yargılatıp, cezalandırmanız gerekmiyor mu? Katilleri himaye edip, millete ‘analık babalık’ dersi vereceğinize, önce kendi işinizi yapın.

B

SAHİ, KİM BU İNSANLAR?

üyük medya piyasası büyük metamorfoz yaşıyor. Gazete sahiplik mekanizmasındaki hızlı değişim ve dönüşümler, gazete yöneticilerini ‘yeni ihtiyaçlar’ doğrultusunda ‘yeni eleman’ alımlarına (veya işten çıkarmalara) zorluyor. Gün geçmiyor ki, yeni bir köşe yazarımız olmasın. “Kim bunlar, millet neden okusun bunların yazdıklarını?” diye sorarsanız, cevap basit: Bu yeni yetme zevat, ona buna saldırıp bok atma, polemik, fitne fücur ve dedikodu konularında sınır tanımadıklarından, internette tıklanma rekoru kırıyor. Okuyanlar bilir, yok birinin dalağı, yok diğerinin komşusunun sevgilisi, gittikleri barlar kafeler, “Sen mi iyisin, ben mi?” polemikleri, “Kızdırma kafamı!” cakaları, “Ona öyle demezler, peynir ekmek yemezler,” çokbilmişlikleri ve bir iki siyasi sataşma dışında ele avuca gelir, akılda kalır bir mevzu yok. Ama olsun, “Köşe yazarı mısın?”, “Evet, köşe yazarıyım kardeşim!.. Babam öyle diyo!” Buyrun bakalım. Geçenlerde Serdar Turgut da dayanamamış patlamış... Eskiden yayın yönetmeni olduğu Akşam Gazetesinin yeni yetme yazarlarını sorgulamış, “Kim bu insanlar?” başlıklı yazısında. Şöyle ki: “Butch Cassidy and Sundance Kid adlı filmi hatırlar mısınız bilemiyorum. Filmde ‘Butch Cassidy’ ve

22

‘Sundance Kid’ peşlerine düşenlerin kim olduğunu bir türlü anlayamadan sürekli kaçarlar ama peşlerindeki insanlar bir türlü kovalamayı bırakmaz. Filmin sonuna doğru Butch peşlerinden dörtnala gelmekte olan atlılara bakıp Sundance’e döner ve ‘Kim bu adamlar?’ diye sorar. Sundance’te cevap yoktur buna. Bütün bunların AKŞAM gazetesi ile ne alakası olduğuna gelince... Ben de Butch gibi yeni yazarlarımıza bakınca ‘Kim bu insanlar?’ diye soruyorum ama benim yanımda bir Sundance olmadığından soruyu kendi kendime sormak zorunda kalıyorum. Örneğin; Cemalettin Taşcı da kim? Başta o olmak üzere diğer bütün yeni yazarlarımız bana çok esrarengiz geliyor. Bu arada çok vahim bir editoryal yanlış da yapılıyor. Kendisini yazar sanıp tip olarak ‘Kurtlar Vadisi’ndeki Polat Alemdar’ın ekibinden alt düzeyde bir çaylak silahşora benzeyen bir kişiyi üçüncü sayfaya koymuşlar. Kontrolden çıkmış bir şekilde durmadan yazıp duruyor. Filmde Butch’un sorduğu soruyla bitireyim bu bölümü: Kim bu insanlar?” Doğru söze ne hacet...


9.

ESRA ARSAN

İŞTE GERÇEK DEVLET ADAMI!

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Temmuz sıcaklarında üşenmeyip katıldığı Mısır’ın Milli Günü dolayısıyla Mısır’ın Ankara Büyükelçiliği’nde verilen resepsiyonda yine incileri ortaya döktü, en has hoş hoşaf hakiki ‘devlet adamlığı’nı gösterdi... Bir şey diyeyim derken, nasıl bir şey denmez... Aynı cümle içinde nasıl olup da hem olumlu hem olumsuz anlam türetilir, hepimize bir kez daha gösterdi. Yazılanlara bakılırsa, gazeteciler kendisine eski milletvekili Esat Canan’ın, Güneydoğu’daki faili meçhul cinayetler ve toprak altından çıkan insan kemikleriyle ilgili sorusuna karşılık Demirel’in, “Devlet adam öldürmez,” sözünü hatırlatmışlar. Bunun üzerine, “Ne diyecektim? ‘Devlet, adam öldürür’ mü diyecektim? Bugün de devletin öldürdüğü ispatlanmış değil. Devlet, devlet politikası olarak adam öldürür, diğeri cinayettir,” buyuruvermiş. Sonra da, çevir kazı yanmasın, askerlerin suça karıştığı yönünde iddialar bulunduğunun hatırlatılması üzerine, “Suç, ferdidir. Bir takım ferdi suçlar ele alarak kurumları suçlamanın anlamı yok. Devlet adam öldürmez, suçu ortadan kaldırmaya çalışır,” demiş. Evet, ‘vigilantizm’ diyor siyaset bilimciler buna... Devlet suç işleme yetkisini bireye havale eder, cinayeti ferdileştirirse, bu anlayışa göre sorun kalmıyor tabii. Ogün Samastlar, Yasin Hayaller boşuna mı boy veriyor bu ülkede? Süleyman Demirel: Böyle devlete böyle adam... Ya da tam tersi!

ÜLKÜCAN!

H

aber şöyle: “Oğlunun MHP teşkilatında fazla vakit geçirmesinden yakındı, komalık edilene kadar dövüldü. Kağıthane’deki Talatpaşa MHP Mahalle Teşkilatı’nda zaman geçiren Şişli Endüstri Meslek Lisesi öğrencisi 18 yaşındaki Ülkücan Avcı’nın taksici babası Turgut Avcı, oğlunun son dönemde eve gelmemesi üzerine endişelenerek artık buraya gitmemesini istedi. Lise son sınıf öğrencisi bir türlü babasını dinlemedi. 8 Temmuz’da mahalle teşkilatını arayan Turgut Avcı, oğlunun uzaklaştırılması için yardım istedi. Telefonda hakaretle karşılaşan baba Turgut Avcı, mahalle teşkilatına gitti. Çıkan tartışma sırasında Turgut Avcı’nın MHP mahalle teşkilatı başkanı Emrah Tosun ve beraberindekilerin saldırısına uğradığı öne sürüldü. 5 kişilik grup, beyzbol sopasıyla Turgut Avcı’nın başına vurdu. Avcı, ağır yaralandı. Doktorların ’yaşama şansı düşük’ dediği Turgut Avcı’nın hayati tehlikeyi atlatamadığı belirtildi. Olaydan sorumlu tutulan 5 kişi, polisteki ifadelerinin ardından soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısı’nın talimatıyla serbest bırakıldı.” Oğlunun adını Ülkücan koyduktan sonra, o da ‘ocak’ta pişecek tabii...

TARAF VE TUHAF BAŞLIKLARI

G

arip ama haber aynen şöyle: “Bu konser kaçmaz” “Rock and Roll Hall of Fame, 25. yılı şerefine dünyaca ünlü sanatçıları buluşturuyor. 25. yıl şerefine ekim ayında konser verecek sanatçılar arasında U2 ve Aretha Franklin gibi isimler de bulunuyor. Paul Simon, Art Garfunkel ile Crosby, Stills & Nash üçlüsü birlikte sahne alacak. Konserler 29 ve 30 ekimde New York’ta gerçekleşecek. Konser vermesi beklenen sanatçılar arasında Bruce Springsteen, Eric

Clapton ve Metallica da yer alıyor. Organizatörler ise, bu kadar büyük sanatçıların hepsini birarada izlemenin ‘hayatta bir kez başa gelebilecek’ bir deneyim olduğunu söylüyor. Biletler 3 ağustosta satışa çıkacak.” Hee, tamam abi, ben hemen biletix’ten bir iki bilet kapatırım! Gören de sanır ki Tarafçılar okurlara bedava konser bileti dağıtıyor. Yahu, bunlar bizim nerede yaşadığımızı sanıyor allah aşkına? Ya da, bu gazetenin yöneticileri nerede yaşıyor? Allah sizi davul etsin e mi!

FENERJİ!

“R

TÜK’ün yeni Başkanı Davut Dursun’un Deniz Feneri Derneği tarafından yapılan bir sempozyumun düzenleyicisi olduğu ve düzenleme kurulunda yer aldığı ortaya çıktı. Düzenleme komitesindeki ikinci isim ise Alman hakimin ’Asıl suçlu’ dediği Harun Kapıyoldaş… Kapıyoldaş, Türkiye’deki Deniz Feneri’nin kurucuları arasında yer aldı ve Kanal 7’nin Mali İşler Sorumlusu olarak görev yaptı.” Anlaşılan RTÜK’le Deniz Feneri arasında bir ‘sinerji’ var. ‘Fenerji’ de denebilir, kötü bir espri anlayışıyla...

23


mantar tarlası ‘Tatil sitesi’ denen

“Türkiye değişiyor. Değişim çok çeşitli alanlarda meydana geliyor: Yerel ekonomiden, küresel ekonomiye geçiyor... İçine kapanık bir hukuk sisteminden, Avrupa bağlantılı bir hukuka geçiyor... Askerlerin hakimiyetindeki ideolojik devletten, burjuvaların hakimiyetindeki hizmetkar devlete geçiyor... Bu çok sancılı bir süreç: Çünkü değişimden memnun olmayanlar; koltuklarını, iktidarlarını, imtiyazlarını ve itibarlarını yitireceklerini hissedenler, ellerindeki tüm araçları kullanarak direniyor.” Emre Aköz… Sadece Türkiye mi değişiyor? Sen de dün, tavlanın şans oyunu mu, yoksa zeka oyunu mu olduğunu yazarken, bugün bürokratik elit öcülerine karşı demokrasiyi savunan cengaver moduna girmedin mi? Ha bir de, günden güne kilo alıyorsun sanki… *** “Türkiye’de sol, sol değil, devletçi bürokrat zihniyetine sahip bir şaşkın takımıydı. Bugün de öyledir. Azıcık farklı düşünen ve değişik öneriler getiren Hüseyin Ergün’e yaptıkları terbiyesizlikler ortadadır.” Engin Ardıç… Farklı düşünmek ve değişik öneriler getirmek, Mahir Çayan’ı MİT ajanı ilan etmek midir? Engin Ardıç gibilerinin kankası olmak istiyorsanız, evet öyledir… *** “Türkiye’de liberalizm ve liberaller meselesi son yıllarda çok konuşuluyor... Kendilerini liberal olarak tanımlamadıkları halde ‘liberal’ addedilen kimi yazarlar kadar, kendilerine ‘liberal’ diyen ama evrensel kriterlere göre bu sıfatı hak etmeyen kimi yazarlar da var Türk medya ve akademyasında...” Rasim Ozan Kütahyalı… ‘En liboş’ sensin, tasalanma… *** “Tamam internet sitelerinde yer alan fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla, aynı masada Sanem Altan’la yemek yiyebilirsin. Keşke hep Sanem Altan gibi delikanlı kadınlarla yemek yesen. Sema Öztürk’ü tanımadığım için bir şey diyemem ama aklı başında biri olduğuna dair kanaatim var. Onda da bir problem görmüyorum. Ama ya aklı başında olmayan, olmadığı için kullanılan, kullanıldığı için senin başını belaya sokabilecek başkaları ile anılmaya devam edersen?” Fikri Akyüz… Rasim Ozan Kütahyalı’ya tavsiyelerde bulunuyor... Medyadaki ‘İslami liberal dayanışma’ değişik haller almaya başladı… *** “Gorbaçov dönemi, yıl 1990, Demir Perde aralanmış; Prof. Turan Yazgan hocamızla Azerbaycan’a uçuyoruz. Bakü havaalanında binlerce Azeri, ellerinde bayraklar ve kalpaklı Mustafa Kemal resimleriyle yeri göğü inletiyor: - Azer-Türk! Azer-Türk! Ağlaşarak kaç kişiyle kucaklaştık Allah bilir. Sohbetlerimizde Gökalp’in şiiri dillerden düşmüyor…” Taha Akyol… Biz kendisini muhafazakar bir liberal yazar olarak bilirdik; ama ülkücü geçmişini hatırlamış olsa gerek. Aydın Doğan tarafından terbiye edilmiş milliyetçi damarları bugünlerde yeniden kabarmaya başlamış anlaşılan. Eğer ‘liberal’ sıfatını hak etmek istiyorsa, kendisine Rasim Ozan Kütahyalı’yı örnek almasını tavsiye ederiz… *** “Fettah Tamince, rekabeti, hoşgörü ortamında yürütmeyi başardığı, tevazuu elden bırakmadığı, herkesin hatırını saydığı için, dost çevresini bu kadar geniş tutabilmiş. Allah “Yürü ya kulum” demiş ama, gördüğüm kadarıyla o “Allah’ın kulu olduğunu” hiç unutmamış.” Nazlı Ilıcak… Rixos otellerinin sahibi Fettah Tamince’yi yıkayıp yağlarken… Benim de arkamda cemaatler olsa, Başbakan sürekli otellerimde kalmayı tercih etse, Cumhurbaşkanı yatımı ödünç almaya tenezzül etse, değil yürümek, Usain Bolt bile olurum. Bu arada Fettah Bey, otelinde Başbakan’ı ağırladıktan sonra, işletmelerine vergi denetimi için gelen memurlar, buldukları açıkları Antalya Cumhuriyet Savcılığı’na şikayet ettikleri için Türkiye’nin çeşitli yerlerine sürülmüşler. Ne garip değil mi Nazlı hanım? Bakın şu Allah’ın işine… *** “Sonuçta biz medeni insanlarız. Anadolu’da yaşamıyoruz.” Eda Taşpınar, ‘sosyetik güzel’... Birinin ona Anadolu’nun hangi medeniyetlerin beşiği olduğunu anlatması lazım... (Hazırlayan: Onur Özgen)

6 24

H

iss-i kablel vuku’nun ete kemiğe kemiğe büründüğü yer burasıdır işte. Evet doğrudur ufolar, uzaylılar diyarındayım. Kaçırıldığımı iddia edip tüm sorumluluğu talih denen ne idüğü belirsiz kavrama yükleyeceğim de sizleri kandırmaya gönlüm el vermiyor; kendim ettim kendim buldum. Son derece öznel sebeplerden dolayı bir iki senedir evden dışarı çıkamamaktaydım. Dışarıda neolup ne bittiği hakkındaki fikriyatım da microsoftun pencerelerinden görünenler etrafında şekilleniyordu. Bahsi geçmeyen bu sebeplerimin nihayete ermesi nedeniyle, biraz da cebren evden tahliye edildim. Ne yapar, nereye giderim yollu endişelerimi, ha bu uzaylı mahlukat telepatik hilelerle öğrenmiş olacak ki; ortak yakınlarımız vasıtasiyle aklımı buraya çeldiler. Olmaz demeyin buraya düşene dek ben de inanmıyordum elin Jübiter’lisiyle ortak yakınlarımızın mevcudiyetine. Bu Jübiter ismi; biz, bir avuç mahkumun kendi aramızda bu gezegene layık gördüğümüz isim. Jüpiter kadar uzak ve başka bir gezegen ama onun kadar bize ilişmeyen yılan olmadığı için onun masumiyetinden farklı bir yer: JÜBİTER. Yukarıda andığımız yakınımızı da buraya gelene kadar geçmişe binaen yakınımız sanıyorduk. O, bilmem kaç senedir bu gezegende yaşadığından, artık ne yakınlığımız kalmış ne geçmişimiz. Adaptasyon adı altında abiye nasıl bi ayar verdilerse, eleman benim diyen Jübiterliden daha Jübiterli olmuş. Bizim oralarda, yani üstten alttan basık mavi gezegenimizin bizim dili konuşan coğrafi bölümünde naçar kalmış üç beş vatandaşımızı türlü çeşit akıl oyunuyla ikna edip bir şekilde buralara çeken bu sorduğumun fezalıları, bi de bizi fazla kıllandırıp ürkütmemek için buraya bizim algımızın da yatacağı bir şekil bulmuşlar. Artık kendi aralarında da o şekilde mi anıyorlar bilmiyorum ama bu gezegenden bahsederken kullandıkları isim: Tatil Sitesi. Bildiğimiz denize benzer bir oluşumun kenarına tesis edilmiş bildiğimiz evlere benzer korunaklardan oluşan bir uzay yerleşkesi ki daha evvel Jules Vernes’den İsaac Asimov’a kadar hiç kimsenin aklına gelemeyecek kadar sıradan bir ileri zamanı yansıtıyor. Bildiğimiz

deniz dedim, evet. Sahilden bakınca aynı bizimkisi gibi namütenahi bir su birikintisi... Teknesi, dubası, dalgası, karşı kıyısı, velhasıl her tür teferruatı eksiksiz düşünülmüş, uzaktan bakanın deniz olduğuna dair bahse girebileceği mavili yeşilli bir renk cümbüşü. Gerçi işte her şeyin doğalı hesabı elin gavuru rüzgarda ayarı tutturamamış. Ne yönden eserse essin deli deli esiyor hava. Ne bizim o gönül okşayan imbatımız, ne dimağ açan poyrazımız. İmbat eşşek imbatı, poyraz handiyse karayel. Teknoloji de bi yere kadar işte. Ha ak göz kara göz ne zaman ayırt edilebiliyor, bunun deniz olmadığı ne zaman ortaya çıkıyor? Sıcaktan bunalıp da serinleme maksatlı ayağını sokar sokmaz anlıyorsun deniz olmadığını. Bildiniz, sıcağın da aynını yapmışlar. Dediğim gibi daha ilk adımda anlaşılıyor neden olmadığı. Elin gavuru, Çinlileri de incelemiş olacak ki pirince özenip tarımı olduğu gibi komple suyun altına çekmiş. Henüz meyveye durmadığı için bu sırnaşık ekinler ne yetiştiğine dair bir fikrimiz yok ama; Çarşı, dize kadara rağmen bu bitkilere karşı olurdu eminiz. Hem sadece bu sebeple de değil, kıyıdan otuz metre ileride şamandıralı bir hat var ki onun da biz mahkumların kaçmasını engelleyecek bir şey olduğuna kaniyiz. Evler de görünüşte bizimkilere benziyor evet, bakarsan kapısı, penceresi, balkonu, püsürü tam tekmil yerinde. Lakin bir kere anlamsızca bitişik nizam. Biraz uzaktan baksan tren katarı gibi görüyorsun. Bir de elin ufocusu minimalist olduğundan mıdır nedir, her ev taş patlasın kırk metrekare. Benim kalem iki vatandaş, akrabayız hissine kapılmadan gezemez ev içinde. Mefruşatı da bakla sofalığına paralel, gündüz otur gece yat mobilyalar ve elektrikli kıvır zıvırdan müteşekkil.

Canlı unsurlar

Zahiri kısım eklenecek bir yığın gereksiz ayrıntıyı saymazsak bunlardan ibaret. De asıl bunaltı ve bulantı bu zuhuratın canlı unsurları devreye girince başlıyor. Öteye beriye bildiğimize benzer diye sıfat giydirdik ya, ahali için benzer sözü dahi gereksiz. Bildiğimiz


SITKI DEMiRKAN - KASABA NOTLARI

çok acayip bir gezegen... ademoğlu şeklindeler. Boy, pos, kaş, göz, ense, kulak, her bişeyleri yerli yerinde. Yaşlı gibi görünenlerinin Tanzimat cümlelerini saymazsak, genç gibi görünenlerinin de telaffuz noksanlarını görmezsek aşağı yukarı bizimle aynı dili kullanıyorlar. Yok yok, sadece bizimle iletişmek amaçlı değil kendi aralarında da aynı dili kullanıyorlar, işin o kısmında herhangi bir kolpa olmadığından eminim. Da kullanıyorlar işte, konuşmuyorlar yani. Zaten bunların ufocu olduğunu bize ilk düşündüren de bu oldu. Bizim memleketin meşhur bir deyişi vardır ya hani, “İnsanlar konuşa konuşa…” şeklinde. Baktık ki bunlar konuşmak fiiline bu kadar tersler, anladık bir tuhaflık olduğunu. Bulduğumuz ipin ucunu çekince de gerisi çorap söküldü. Hepsinin dağarcığında kendi cümleleri var ve bu cümleleri zamana denk düşürüp kendi kabuklarına çekiliyorlar. Lafın hedefinde kim var, ne anlar, ne algılar umurlarında değil. En baba toplumsal olgulardan, en sığ gündelik gerekliliklere varana kadar kullandıkları tek şablon ‘Ben Merkezcilik’. Sanırsın koca Jübiter bunların ekseninde dönüyor. Ve gezegende bi tek kendileri var. Diğerlerinin varoluş sebebi de onlara hayatlarını sürüklemekte zemin hazırlamak. İhtiyarların, yani yaşlı gibi görünenlerin ama yaşın kazandırması gereken hayat derinliğini onca teknolojik imkana rağmen bünyeye katamamış olanların bir yan ve önemli sıfatları daha var: Emeklilik. Sosyal kurumları bizdekini örnek almış olacak ki bunlar da bir yerden sonra beyin denen organın hücre yenileyememe eksikliğini kabullenip, loplar biraz pörsüdüğünde kafatasını ıskartaya çıkarmanın adına emeklilik demişler. Yalnız istisnasız hepsinin emekli olduğu endüstri de bürokrasi. Bu bahsini ettikleri bürokrasinin uygulanış platformu neresidir, Jübiter’in hangi mahallesine denk düşer onu bilmiyorum ama bizim kendi kasabamızdan aşina olduğumuz her lafa, “Bizim Ankara’da bu böyle, bizim Ankara’da şu şöyle,” şeklinde başlayanlarla ortak noktaları hayli fazla. Site diye ad takmışlar ya buraya, yönetim kurulu, başkan bilmem ne diye de atamalar icat edip işleyişe yön verme gayretleri var. Bi dünya kimin neresinden uydurma abuk kurallar ve bu kurallara yönelik subuk ilan panoları var. Beni en kıvrandıranı ise, birisinin artık ziyaret edip de mi gördü, yoksa resimlerden mi beğendi bilmiyorum, Venedik’ten de bir renk katalım gezegene maksadı ile kepçe dozer vasıtası ile açtırdığı kanalların başında gördüğüm uyarı levhası oldu. “Lütfen balıkları beslemeyelim,” yazıyor panoda. Elbette şifreli bişey biliyorum ama yine de komik yav. Ha bir de bu ihtiyar heyetinin organize ettiği anons hadisesi var. Birkaç ana

başlık altında bütün gün, biz mahkumlara bir Auschwitz ambiyansı yaratmak için midir, neden bilmem, “Dikkat! Dikkat!” diye başlayan anonslar yapılıp duruyor. Başlıklardan birincisi haşeratla mücadele, bir diğeri site yönetimi seçimlerinin yeterli katılım olmadığı gerekçesiyle ileri bir tarihe ertelenişi, bir diğeri de suların kesileceğini bildirmek.

Gezegenin mutfağı

Beni; biraz da becerilerimizi bize çaktırmadan öğrenmiş olmalılar ki plaj gibi olan yerin kafeteryasının mutfağına verdiler. Şaşırmayınız şekiller insan suretinde olduğu için gereksinimler de o suretin çerçevesinde ilerliyor. Yani normal insan gibi yiyip içiyorlar bildiğiniz. Normal dediysem, yiyip içmeleri normlara uyan kısmı. Yoksa yiyip içmek istedikleri şeyler en dayanıklı norm taşını çatlatır. Dediğim gibi beni mutfağa kilitleyip, bir de yiyecek içecek giriş çıkışının sağlandığı pencereyi gösterip, “Bütün sorumluluk senin,” tehdidi ile ödümü kopartarak dayanılması güç bir cendereye sıkıştırdılar. Mutfak dediysem de öyle çeşitlilik arz eden bir menüye sahip, ‘ne ararsan var’ bir yer zannetmeyin. Fesfud tabiriyle anılan kalemlere ilave bir tek frozen food inegöl köfte var ki, onu da buzunu çözmeden tost makinesine atıp orada pişiriyoruz. Tabii tabii ben de en başta, “Ulan uzay mekiği mi besliyoruz? Alt tarafı tost, gözleme işte,“ deyip ferahfeza bir ruh haline kanat açmıştım. Velakin feza ve ferah kelimelerinin bileşiklik kuramayacağını elin fezalısı iki günde belletti bana. Bunların kocabaşlarından biri vakt-i zamanında Amerika’ya gidip orada şu küresel köfte-ekmekçilerin standardizasyonuna ayar olmuş olmalı ki, yediden yetmişe alayı standart düşmanı.

“Bana bir tost bir de ayran!” deyip önüne geleni siftinen birine henüz rast gelemedik. Neye istinaden orada bulunduğumuzu bir an bile unutturmamak adına, sipariş adı altında gelen her talep bambaşka yan öğeler içeriyor. Gündüz, ağırlıkla plaj havasından faydalanma maksatlı genç gibi görünenler rağbet gösteriyor mekana. Ve öğle yemeklerini burada öğütüyorlar. Bir de hafif şeyler olarak geçiyor ya bizim imal ettiğimiz gıdalar, o yukarıda bahsettiğimiz deniz gibi görünen yerde kulaç faaliyetine yazılmak istediklerinden tercih sebebi oluyoruz. Denize girmeden evvel ağır şeyler yenmez boş inanışı aynen burada da rağbet görmekte. Boş inanış diyorum şahsi tecrübeyle ve defaatle sabittir, ne yersen ye, deniz iki batıp çıkmada alır götürür bütün ağırlığı. Aman konu dağılmasın, bu kelimeleri ağzının fır döndürdüklerinden ne söylemeye çalıştıklarını anlayamadığımız yaş grubu mensupları; birbirlerini dirsekleriyle dürtekleyip bizi ayar etmeye yeminliler herhalde ki tostu, gözlemeyi başka bir şekle dönüştürtmek için talepte sınır tanımıyorlar. Canım tostun içine havuç rendesi isteyeni mi ararsın, gözlemenin yarısını boş bıraktırıp sonra o boş yarıyı dolu kısma sararak yiyeni mi beğenirsin, sen seç. Evet biliyoruz zevkler tartışılmaz diye bir klişe var ama zevk adı altında başkalaşmaya bi başladı mı kişi yolun varacağı yer David Carradine’a kadar uzayabiliyor. Gündüz faslının hemen ardından akşamüstü için gurupsever gruplar sahne alıyor. Bunların tutkusu da guruba karşı değişik kaplardan çay içmek. Üç çeşit çay bardağı (ince belli, öksüz doyuran ince belli, geniş ağızlı ince belli) bunlara yeterli gelmiyor, cam fincan, porselen fincan, su bardağı, rakı kadehi diye uzayıp giden listeler yaratıyorlar. Şimdi bekliyorum kulplu bira bardağı ile çay içmek isteyecek ilk şahsı mahkumiyetime falan aldırmayıp

büyük bir cesaretle mutfaktan koşarak çıkıp alnından öperek kutlayacağım. Çayın şekillerine, açık, demli, çok açık, süzgeçsiz diye çeşitlilikler üretenlere hiç değinmiyorum farkındaysanız. Onların hemen ertesi kahve tiryakileri giriyor tören alanına. Şimdi onların da yukarılarında Allahları vardır, bu güruhun haklarını yemeyelim. En usturupluya yakın olanları, kafeinden mi kaynaklanıyor bilmiyorum, bunlar. En fazla, “Okkalı olsun!” diye bir istekleri var ne manaya geldiğini çözemediğim. Bir de diğerlerine kıyasla en kısa sürdükleri için pek fazla öfkelenemiyoruz kendilerine. Onların arkasında yeni ergen kısmısı dörderleşip okeye oturuyorlar ki, bizi rahatsız eden özellikleri taş ve ıstaka isteklerini mutfağın penceresine kadar gelip bize bildirmeleri. Istaka ve taşların renk tonu hakkındaki tercihlendirme çabaları, cabaları.

‘Bambaşkayım abi!’

Bir sonraki alay son dönem ergenlerden hafif alkolle tanışıklıklarını, ebeveynlerinin erişebileceği uzaklıkta tesis etmelerine müsaade gösterilenlerden oluşuyor. Onların, “ Ben bambaşkayım abi!” gayretleri de bira markası ve bardak seçimi mecraında ilerliyor. Google’dan bira markası öğrenip onu talep ettiklerinden şüpheleniyorum. Daha önce hiç duymadığımız bir kelimeyi, “Abi Turfinas var mı?” şekliyle soru cümlesi yapıp, aval bakışlarımızı, “Malt bira, pils bira, dark eyl, bıravn eyl” diye, daha düşük kaş, daha manasız ifadeye çekiyorlar. Finali ise reşit olup kafasına göre takılma hakkını elde etmiş çeteler yapıyor. Jübiter’in bilemediğimiz ücralarında yüksek desibel ve kırk derece üstü alkolle kafalarını milyona erdiren asi gençlik, biz Türkler’den esinlenmiş olacaklar ki, içilen geceyi mide tıka basması ile bitirme gibi bir huy edinmiş. Gece yarısından sonra öbek öbek gelip homini gırtlağa yazılıyorlar. Laf aramızda ben en çok bunları seviyorum. Burnunun ucunu dahi göremeyecek kadar gevşemiş ve güzelleşmiş gençlerin, yeme öncesi istekleri ne olursa olsun verileni kabullenme konusunda refleksif bir tevekkülleri mevcut. Sandaletlerimi tost makinesine bastırıp, araya turşu, domates, ketçap, mayonez doldursam, “Hocam süper olmuş yaa!” diyeceklerinden eminim. O yüzden pek rahatsız edici değiller. Evet, böyle bir atmosfere düşürüldüm gafletle, buralara dair anlatacağım elbet bunlarla sınırlı değil de teferruatına aranıza döndüğümde girerim. Şimdi tek beklentim bu satırları birileri okuyorsa bir şekilde beni buradan kurtarmak için bir şeyler yapılması. Kurban olayım beni buradan aldırın yahu, artık fidye mi ödersiniz ne yaparsınız o sizin insafınıza kalmış.

7 25


‘Eşeğin kazancı at için’ ya da E

(Geçen sayıdan devam...) şrafa mensup biri, ekonomik hayatın içinde, her yerde vardır. Tarımsal ya da ticari bir girişimin başı olabilmektedir. (Bazıları, sırasında, kendi evlerini dükkâna dönüştürmekte ve getirttikleri malları orada, alıcıların görmeleri için sergilemekte duraksamıyorlardı). Mal sahibi kimliğiyle, vekilinin işletmelerinin bir tür komanditer ortağı olabilmektedir. Ticari şirketlerden ya da kamu vergilerinin kesintilerinden paylar alabilmekte, nihayet, daha alçakgönüllü ölçülerde kendi kendine çabalayabilmektedir. Hekim Galenus’un hastaları arasında, kendini yetiştirme konusunda en ufak bir kaygı taşımayan ve işlerinin peşinde koşturup duran bir adam vardı; “Satın alıyor, satıyor ve sık sık kavga ediyordu, öyle ki, pek fazla terliyordu.” İşte kurumları ve sosyolojisi bizimkinden son derece farklı olan arkaik olduğunu söyleyebileceğimiz bir ekonomi. Bununla birlikte, yüksek bir üretim düzeyine sahipti ve en az kapitalizm kadar dinamik ve açgözlüydü, çünkü kültür ve bilgiye karşı duydukları ilgiyle farklılaşan bu aristokratların, kazanç tutkuları vardı. En büyük senyörler işten söz ediyorlardı. Senatör Plinius, örnek olma iddiasındaki mektuplarında, zengin mal sahibi olarak kendi davranışını örnek gösterir. Eğer bir senyör eski mobilyalarından ya da inşaat malzemelerinden kurtulmak isterse, bu atıklar için kamuya açık bir mezat düzenleyecektir. (Çünkü bireyler için mezat yoluyla satış, kelepir mallarını elden çıkarmanın olağan yöntemiydi ve imparatorlar bile, ayakaltında dolaşmasından sıkıldıkları imparatorluk mobilyalarından kurtulmak istediklerinde, sarayda mezatlar düzenliyorlardı). Paranın çalışması gerekiyordu. Her şeye faiz ekleniyordu: Dostlar arasında, akrabalar arasında faizle borç alınıp veriliyordu -ama bunu yapmamak, saygın bir tutumdu-; bir damat, kararlaştırılmış olan drahomayı gecikmeyle veren kayınpederinden faiz talep edebiliyordu. Tefecilik, herkesin günlük hayatının bir parçasıydı ve bizim Yahudi düşmanlarımız, takıntılı oldukları konu için, Yahudilerin yerine, pekâlâ ve aynı nedenle Antik Roma’yı da seçebilirlerdi: Roma’da, faizle borç verme ve ticaret, yalnızca profesyonellerin sürdürdükleri bir faaliyet olmadığı gibi, toplumun belli bir sınıfına özgü de değildi. Her zahmet, bir zevk olsa bile ücret gerektiriyordu. Bunun, kadın-erkek

26

ilişkilerinde karşılaşılan pitoresk bir yönü de şuydu: Yüksek sosyete içindeki bütün aşk ilişkileri, sevilen kadına sevgili tarafından bir ücret ödenmesini gerektiriyordu; kocasını aldatan hanım, aşığı ona yıllık bir gelir bağlamamışsa, yüklüce bir miktar alıyordu. Bazı görgüsüzler ayrılık durumunda, verdiklerini geri alıyorlardı, öyle ki işe hukukçular da karışıyordu. Bu, fahişelik değildi, ücretlilikti: Hanım, kendini ücreti ödenmiş olduğu için vermiyordu, kendini verdiği için ücretlendiriliyordu ve en çok sevileni, en iyi ödüllendirilmiş olandı. Yani erkekler drahoma peşinde koştururken, kadınlar da zina ücreti peşinden koşmaktaydılar. Burada örnek vermeye ihtiyaç duymadım sadece haa sonu televizyondaki büyük veya küçük kanallardan birini açıp, bir magazin programı izleyin; orada az yukarıda yazmış olduğum Roma ilişkilerinin biçiminin çok az ‘değişmiş’ olarak devam ettiğini göreceksiniz.

İş bitiricilik!..

Bu genel iş bitiricilik yalnızca toplumsal sınıflar ya da sitedeki toplumsal ‘tarikat’lar arasındaki sınırları silmekle kalmıyor, ekonomik kategoriler arasındaki ayrımları da kaldırıyordu. Aynı kişiler, fırsatçı girişimlerde bulundukları gibi alışılmış faaliyetleri de yerine getiriyorlardı: Hem vurguncu, hem de profesyoneldiler -isimli ya da isimsiz. Aynı kişiler, arkaik bir yöntem olsa da, var olan servetleri kaparak zenginleştikleri gibi, çok modern bir yaklaşım olan yatırımlar aracılığıyla yeni zenginlikler yaratarak da zenginleşiyorlardı. Kâh ekonomik yollardan, üretim ve satışla zenginleşiyorlardı, kâh yasal olsun ya da olmasın, ekonomi dışı yollardan: Miras, drahoma, bahşiş, şiddet, hileli dava. Arz ve talep yasasına dayandıkları gibi, siyasi nüfuz ve ‘sosyete âlemi’ndeki suç ortaklarından da güç alıyorlardı. Yok, yukarıdaki satırlar yazının başında da yazdığım gibi Romalıları anlatıyor, bizim güzel ülkemizde bu gibi durumlara rastlamak mümkün değildir! Devam edelim. Eşraf, aynı zamanda başlıca toprak sahibi olduğundan, iş bitiriciliğinin sonucu bir yanda son derece yoksul bir köylü halktı. Öte yanda ise bize antik hayatın çeşitlilik ve parlaklığına ilişkin imgeyi veren ve çok çeşitli uğraşlar içinde olan zengin bir kentli sınıf vardı. Hekimliğin son derece pahalı olduğu o devirlerde, Galenus’un bütün müşterileri eşraandı ve üstelik erkeklerdi; bunlar kentte oturuyorlar, vekillerini denetliyorlar ve iş peşinde koşmaktan ter içinde kalıyorlardı.

Tıpkı Galenus gibi, onlarında bir takım uğraşları vardı, sitelerinin kamusal işlerinin yönetiminde görev alıyorlardı, okumak ve tercih ettikleri tarikatın felsefi metinlerini tekrar yazmak için evlerine kapanıyorlardı; yaşlandıklarında ise topraklarına çekilmekteydiler. Öldükleri zaman, miraslarının başlıca üç kalemi içerdiği görülüyordu: Ekilmiş ya da inşa edilmiş olarak, tarımda kullanılan aletleri ve mobilyalarıyla birlikte gayrimenkuller ve alacaklar (nomina debitorum). Bankadaki hesaplara gelince, Cumhuriyet ve Erken-İmparatorluk döneminde bilinmekle beraber, Geç-İmparatorluk döneminde buna rastlanmamaktadır. O devrin tefecileri bankacılar değil, eşraf ve senatörlerdi. Her aile babasının evinde, calendarium adı verilen ve içinde alacakların takvimi, borç senetleri, bir de, babanın faizle borç verilmek üzere ayırmış olduğu ve alıcısını bulmayı bekleyen nakit paraların bulunduğu bir kasa vardı: “Belli tutardaki parayı ödünç vermek üzere ayırmak” demek, “onu calendarium’a aktarmak” demekti. Bu konuda, servetin büyük ya da küçük bir kısmını ödünç vermek, çok sayıda kişiye azar azar ya da birkaç büyük borçluya çok miktarda borç vermek gibi herkesin kendine göre bir stratejisi vardı. Borç senetleri, kâh devir yoluyla, kâh ve daha kolaylıkla doğrudan satış yoluyla, hiç zorlanmadan elden ele geçmekteydi. Bunlar bir borçtan kurtulmanın aracı ve bir vurgun nesnesiydiler. Bir tür kaydi paraydılar. Calendarium’un kendisi bile miras yoluyla devredilebiliyor ve böylelikle borçlular üzerindeki haklar ve tefeciliğe ayrılmış olan tutarlar da varise geçiyordu. Çünkü tefecilik, tıpkı tarım gibi, drahomalar ve miras payları gibi, zenginleşmenin soylu bir yöntemi olarak kabul edilmekteydi. Vasiyetinin beklentisi içinde, zengin bir ihtiyarın gözüne girmeye çalışmak, bizde bir patronun ya da bir üstün dikkatini çekmek için izlenen yöntemler kadar sık görülen bir davranıştı: Böyle bir davranışı herkes alaya almakta, ama herkes elinden geldiğince öyle davranmaktaydı. Toplum kurallarının, bir vasiyet sahibinden, bütün dostlarını onurlandırmak ve bütün sadık adamlarını ödüllendirmek için miras paylarını çoğaltmasını beklediğini daha önce gördük. Bu gelenek, kişinin, dikkatli ve özenli bir maiyetle çevrelenmesi sonucunu doğuruyordu ki, o olmadan, gerçek bir Romalının kendini önemli bir insan gibi

düşünmesi mümkün değildi. Tacitius, bir adam ya da bir kadının, bu durumda, çocuk sahibi olmamakla kazançlı çıktıklarını söylemektedir: Böylece kendilerini hoş tutan daha geniş bir çevreye sahip olacaklardır. Oysa nüfus bilimciler, bizim eski rejimimiz boyunca, ortalama bir Türk ailesinin dört ya da beş çocuğunun olduğunu ve bunlardan yalnızca iki tanesinin 20 yaşına ulaşabildiklerini bildirmektedirler; ortalama Roma ailesininse ancak üç çocuğu vardı. Dolayısıyla, bütün oğullarının ya da kızlarının ölümlerini görmüş ihtiyarların sayısının pek de az olmadığını tahmin edebiliriz: Ortada çok sayıda av bulunuyordu; vasiyetçinin özgürlüğü, hem yasa hem de örf ve adetler dayattığı için, Roma’da çok büyüktü. Her kuşakta, ulusal servetin önemli bir kısmı kumar masasına sürülmüş oluyordu: Onu kim ele geçirecekti?

Virtüöz sahtekarlar

Sahtekârlıkta virtüöz bir halk olan Romalılar, işin içinden çıkmasını biliyorlardı. Boşanmış bir anne oğlunu varis yapmıştır, ama eski kocasının pek de güvenilir bir kişi olmadığını bildiğinden, oğlunun ancak, veraset süreci başladığı anda artık babasının hâkimiyeti altında olmaması koşuluyla -çünkü bu durumda, miras babaya geçmiş olacaktır- mirası alabileceği hükmünü vasiyetnamesine koymuştur; başka bir deyişle, oğul ancak babası ölmüşse mirasa konacaktır. Ne yazık ki, baba hayattadır ama en iyi çözümü de bulur: Oğlunu azat etti, o da böylelikle mirasa kavuştu. O halde, bu baba kötü şöhretini haksız olarak mı edinmişti? Öykü henüz bitmedi: Kendi öz oğluna yaltaklanmaya başladı, onu oyuncaklara ve evcil hayvanlara boğdu, kısacası kendi oğlunun vasiyetnamesinin peşine düştü ve kazandı: Şımartılan oğul, o büyük mirası babasına bırakarak öldü. Kamuoyu, yarar gözetici bir davranışı mahkûm etmiyor, nüanslı değerlendirmelerle yetiniyordu. “Etrafı miras avcılarıyla sarıldıktan sonra, Falanca, her şeyini kızına ve küçük oğullarına bırakarak öldü; kamuoyu kararsız kalır: Bazıları onun ikiyüzlü, nankör, dostlarını umursamayan biri olduğunu söyler, diğerleri tersine, bu ihtiyarın çevresine toplaşan çıkarcı kişilerin umutlarını boşa çıkarmış olmasından dolayı çok memnunlardır.” Bunları söyleyen bir senatördür, dolayısıyla haklıdır. Zenginlik peşinde koşmanın çok daha çetin yolları da bulunuyordu.


MURAT KARATAĞ

zenginleşmeye övgü... -2Roma dünyası, gerçek anlamda bir polis örgütüne sahip değildi; imparatorun askerleri (İncil’in sözünü ettiği, Yüzbaşı Cornelius gibileri) ayaklanmaları bastırıyor ve haydutları kovalıyordu ama Roma devletinin ‘alâmetifarikası’ kılmak istediği egemen yetkesini daha az tehdit eden günlük hayatın güvensizlikleriyle hiç ilgilenmiyorlardı. Sitelerin eşrafı, durum elverdiğinde milisler örgütlüyorlardı. Gündelik hayat, Amerikan Vahşi Batısı’ndaki hayat gibiydi; sokaklarda polis yoktu. Herkes kendini koruyor, kendi adaletini kendi dağıtıyordu, küçükler ve daha az büyükler için en iyi yöntem, bir büyüğün koruması altına girmekti. Ama onları bu büyüğe karşı ve büyükleri birbirine karşı kim koruyacaktır? Borçluların zorla alıkonulması, zorbalıklara maruz kalmaları, özel hapishaneler hep rastlanan şeylerdi. Her site yerel ya da bölgesel zorbaların korkusu içinde yaşıyordu. Bunlar kimi zaman eyalet valisi gibi büyük bir yetkiliye bile meydan okuyacak kadar korunmuş oluyorlardı. Güçlü bir kişi, yoksul komşularından birinin toprağına el koymakta duraksamaz. Kimi zaman elinin altındaki adamlarının, kölelerinin başında, bir başka güçlü kişinin ‘çiliğine’ saldırdığı da vakidir. Sizin sırtınızdan zenginleşen bu adama karşı ne yaparsınız? Fazlasıyla meşgul, devletin yararı gereği güçlüleri kollamakla yükümlü ve bu güçlülerle arasında bir dostluk ve çıkar ilişkisi bulunan bir eyalet valisinden, onun keyfine bağlı olarak adaletin tecellisini beklersiniz. Onun adaleti, eğer yerine getirecek olursa, ikinci dereceden bir klanlar savaşı, güç dengelerindeki bir değişim olacaktır. Daha önce de yazdığımız gibi bu durum da tam olarak Roma’ya özgüdür, bizde bu gibi faaliyetlere rastlanmaz! Kaba şiddete, yargının şiddeti de ekleniyordu. Romalılar hukuku icat etmiş olmakla tanınırlar. Dikkat çekici birçok hukuk kitapları yazdıkları doğrudur ve medeni hukukun püf noktalarını, kurnazlıklarını bilmeyi ve uygulamayı pek görkemli ve hoş buluyorlardı; bu bir kültür, bir spor ve ulusal bir övünç konusuydu. Buradan, kanun ve düzenin onların gündelik hayatlarında gerçek anlamında hüküm sürdüğü sonucu çıkartılmamalıdır. Hukuka bağlılıkları yalnızca yaşadıkları kaosa fazladan bir karmaşıklık, hatta bir silah olarak adlandırılabilecek, hileli davayı getiriyordu. İmparatorluk dönemi Yunan’ında hukuki şantaj ve yasallık örtüsü altında zorla alınan para, eski bir

Yüksek sosyete içindeki bütün aşk ilişkileri, sevilen kadına sevgili tarafından bir ücret ödenmesini gerektiriyordu; kocasını aldatan hanım, aşığı ona yıllık bir gelir bağlamamışsa, yüklüce bir miktar alıyordu. Bazı görgüsüzler ayrılık durumunda, verdiklerini geri alıyorlardı, öyle ki işe hukukçular da karışıyordu. Bu, fahişelik değildi, ücretlilikti: Hanım, kendini ücreti ödenmiş olduğu için vermiyordu, kendini verdiği için ücretlendiriliyordu ve en çok sevileni, en iyi ödüllendirilmiş olandı. Yani erkekler drahoma peşinde koştururken, kadınlar da zina ücreti peşinden koşmaktaydılar. isimle ‘muhbirlik’ diye anılıyordu. Varsayalım ki, büyük bir senyörün toprakları, bir başka senyörün iştahını kabartmıştır ve ilki, imparatorluk ailesinin hoşlanmadığı biridir. İkinci, birinciyi hükümdara karşı olmakla suçlama yoluna gidecektir. Muhbir sıfatıyla, ilk iş olarak ölüm cezasına çarptırılacak olan birincinin servetinin bir kısmını alacaktır. Şimdi de varsayalım ki, saraydan uzakta bir yerde, eşraan bir kişi, zengin bir ihtiyarın vasiyetine bağlamış olduğu umutların boşa çıktığını görmüştür; ihtiyarın eceliyle ölmediğini, intihar ettiğini ya da zehirlendiğini, mirasçılarının ise katili araştırmadığını ve velinimetlerinin öcünü almayı ihmal ettiğini iddia etme yoluna gidecektir. Her iki şıkta da, vasiyet bozulmuş oluyor ve miras, muhbire verilecek prim dışında, devlet hazinesine kalıyordu. Oysa hazine, bir vergi idaresi olmaktan çok, sahipsiz ya da usule aykırı miraslar olmaları gerekçesiyle, imparatorun el koymuş bulunduğu

toprakların tamamıydı; hazinenin hem yargıç hem de savcı olduğu kendi yargı düzeni vardı; bu yolla imparator kısa süre içinde kendi imparatorluğunun en büyük toprak sahibi haline gelmişti.

Kızı ayarttı bu!

Dolayısıyla hazine, bir mirasa daha el koymasına fırsat veren muhbirlere inanmaya fazlasıyla hazırdı. Bu o kadar iyi biliniyordu ki, varislerini miraslarından mahrum etmek isteyen kimi vasiyet sahipleri, ortak varis olarak imparatoru gösteriyorlardı: Hazine de bütün mirası almak için gerekenleri yerine getiriyordu. Kısacası hukuk, servetler için verilen savaşta bir silah haline geliyordu; malvarlıklarının sorunsuz bir şekilde sahiplenilmesi ve aktarımı, hiçbir şekilde güvenceye alınmış değildi. İşte, eşinin getirdiği drahomayla mest olmuş bir yeni damat: Kıskanç akrabalar, onu, kızı baştan çıkarmak için kara büyü yapmakla suçlayacaklardır. Gerçek anlamıyla ekonomiye dayanan

zenginleşme yolları da her şeyin mümkün olduğu düzensiz bir dünyayı düşündürmektedir: Genelde bir tekelin de eşlik ettiği bir takım işletme haklarını kamusal erkler aracılığıyla elde etmek; kaotik bir ekonomik dünyanın tutarsızlıkları arasında bir yılan gibi kıvrılarak ilerlemek, herkesin ihtiyaç duyduğu ve kâh sermaye yokluğundan, kâh ilgilenmemiş olmaktan ötürü hiç kimsenin girişimde bulunmadığı bir taşımacılık işletmesi kurmak… Bu, bugün birden fazla yarısömürge ülke ekonomilerinde gözlenen manzaradır. Eşraan nice insanın, uygun fırsatların beklenmedik şekilde ellerinin altında toplanmasıyla, baştan sona tutarsız bir sürü işin ve işletmenin başında bulunmuş olmaları şaşırtıcı gelmeyecektir: Gayrimenkuller, kumaş satışı, kumaş boyacılığı, Ren Irmağı üzerinde mal taşımacılığı, tarım, Ege’de deniz taşımacılığı ve… ücret karşılığı retorik öğretimi, Mısır’dan Atina’ya mal ithalatı. O devrin büyük adamını, kırların huzurlu ortamı ve kırsaldaki hafif işler kadar sade bir senyör imgesiyle tıpatıp bağdaştıramayız; o, Güney Amerikalı bir eşraf kadar renkli bir kişiliktir, ama onun gibi, aynı zamanda senyör de olan zenginleri, birdenbire yoksul kitlelerle karşı karşıya getiren bu toplum içinde soylu bir görünüşü vardır ve hiç de bu zenginleşme yollarına başvuracakmış gibi görünmemektedir. Bunca çeşitlilik gösteren etkinliğin tamamının kasası ve yatırım kaynağı toprak mülkiyetidir. Bu mülkiyet de aynı şekilde bölüm ve parçalardan oluşmuştur, bunlar kimi zaman, en uzak eyaletler arasında dağılmış durumdadır. Ama her şey o aile babasının hesap deerinde kayıtlıdır ve bu deer (rationes, libellus) efendinin servetini nasıl düzenlemiş olduğunun kanıtıdır. Hamamlar evinin bir bölümü müdür, yoksa ayrı bir işletme mi oluşturmaktadır? Bunu, kira bedellerinin evin gerçek hesaplarından ayrı olarak işlenmiş olduklarının saptayarak öğreneceğiz. Vergi, mal sahibi tarafından mı, yoksa yarıcıları tarafından mı ödenecektir? Bu konuda mal sahibi tarafından belirlenmiş olan ‘yasa’ ya da ‘gelenek’ nedir? Deer bunu da ortaya çıkaracaktır. Aynı şekilde, işletmecilerin topraktan sağladıkları ürünleri satan bizzat çiçiler mi, yoksa hakkı olan payı mal sahiplerine teslim eden yarıcılar mı oldukları ve eğer öyleyse, ürünlerin satışını aile babasının bizzat mı üstlendiği, yoksa bu işi vekiline mi bıraktığı da görülecektir. (Son bölüm gelecek sayıda...)

27


BURHAN KUM

Her Türk ressam doğsa!..

Yusuf Atılgan olmasaydı, tramvaydaki adamın kulağının ardındaki kirin bir Matisse desenine benzeyebileceğini nereden bilecektik ki?

Y

anılmıyorsam sevgili Aziz Nesin söylemişti, “Her iki Türkten üçü şairdir,” diye. Şiir okuyanı az ama yazanı çok bir halk olduğumuz kesin. En azından lise yıllarında matematik (edebiyat değil) deerinin arka sayfalarına birkaç şiir karalamamış olanımız yoktur. Buna rağmen, ister hayal gücü kıtlığı deyin, ister sanatsal duyarlılık eksikliği, isteseniz de toplumsal baskı, kendimizi gündelik hayatın dışında bile zengin bir dille ifade edebildiğimiz söylenemez. Bırakın zengin dille ifadeyi basit bir dilekçeyi bile yazmaktan aciz kuşaklar ülkesiyiz. Türklerin gizli kalmış yeteneklerinin arasında (şairlik kadar) ressamlık da olsaydı, dilekçe yazabilmekten vazgeçtim, en azından bir adresi tarif etmekte bu kadar zorlanmayacaktık. Ressamlık için fazlaca bir malzemeye ihtiyaç olduğunu zannetmeyin, şiir yazmak için gerekli olan kalem ve kâğıt ressam olabilmek için de pekâlâ yeterlidir. Ressam olmaktan kastım herkesin eline fırçayı, boyayı alıp tuvalin karşısında ter dökmesi değil elbet. Ressam olmayı, nesneler arasındaki ilişkiyi görsel boyutta algılayıp, görüntünün süreç içinde edinerek teşhir ettiği (ya da gizlediği) anlamın bütün içindeki yerini çözümleyebilmekle eş tutuyorum. Ressam olmak ressam gözüyle bakabilmektir. Bu da, şehir planlamacılığından yerel mimariye, giyim kuşamdan ev dekorasyonuna, aydınlatmadan izlemek zorunda bırakıldığımız televizyon programlarına kadar, eksikliğini hayatımızın her alanında hissettiren bütünlük ve ilişki sorununu aşabilmemize bir nebze yardımcı olabilir. Türk edebiyatının bozkırdaki (sönmüş ama dumanı hala tüten) bir yanardağ misali yalnız adamı Yusuf Atılgan, katıksız bir şehir insanı romanı olan Aylak Adam’ı yazdığı 1959 yılında Manisa’nın Hacırahmanlı köyünde çiçilik yapıyordu. Aradan geçen elli yılda değeri, nadide bir şarap misali artan bu başyapıt, yanında oldukça sığ kalan Issız Adam filminin apaçık ilham kaynağı olduğu halde, hakkının teslim edileceği günü beklemeye devam ediyor. Günümüzde, orta öğretimdeki edebiyat hocalarının bile adını unuttuğu bu yazarımızın, geride az sayıda eser bırakmış olması, kendisine verilen önemin azlığına ve eserlerinin hoyratça yağmalanmasına

28

ne yazık ki oldu ve olmaya devam ediyor. Bağırarak soruyorum: Sorunun yalnızca ekonomik nedenlere dayandırılamayacağını, aynı parayı harcayarak çok daha estetik yapılar inşa edilebileceğini düşünen ve bu doğrultuda mücadele etme kararlılığı içinde olan mimarlar yok mu bu ülkede?

İmgesel düşünma...

Resim, Burhan Kum, Dılo Dılo Kav-Ram-Sal mazeret oluşturmamalı. Her biri zengin insan betimlemeleriyle dolu, ruhumuzun ayrıntılarda gizli örgüsünü ortaya koyan birer görsel şölen diyebileceğim roman ve öyküleri, bir yazarın ancak resimle olan bağının sonucunda ortaya çıkabilecek cümleler panayırıdır. Yusuf Atılgan olmasaydı, tramvaydaki adamın kulağının ardındaki kirin bir Matisse desenine benzeyebileceğini (Aylak Adam, s. 17) nereden bilecektik ki?

‘Toprağım’

Son zamanlarda, Türk dilinin göz ardı edilmiş zenginliklerini edebiyatımıza kazandırdığı için okumaktan keyif aldığım tek romancımız olan Hasan Ali Toptaş’ın birkaç yıl önce Antalya’da yaptığı söyleşiye katılmıştım. Edebiyat üzerine edilen sözler bittiğinde, günümüz Türk ressamlarından kimi beğendiğini ya da sanatına yakın bulduğunu sormuştum kendisine. Utangaç bir edayla, çağdaş Türk resmini pek izleyemediğini (hiç sergiye gitmiyormuş) ancak Yalçın Gökçebağ’ın resimlerini çok beğendiğini söylemişti. (Aralarında sanat anlayışı açısından hiçbir bağ göremediğim Hasan Ali Toptaş’ın naif ressam Yalçın Gökçebağ’ı beğenmesinin nedeni ikisinin de Denizli’nin Çal ilçesinde doğmuş olması ise, rahatsız edici bir ‘toprağım’

durumu ile karşı karşıyayız demektir.) Eğer sanat olarak kendisine yakın buluyorsa, Mehmet Güleryüz’ün en beğendiği yazarın Mahmut Makal olduğunu söylemesi kadar hayret verici bir durum ki daha vahim demektir. O gün yaşadığım hayal kırıklığının etkisini üzerimden atamadığımdan, son deneme kitabını bir türlü elim varıp da alamıyorum. Madem o bizim resimlerimize gelip bakmıyor, ben de onun kitaplarını okumam, diye düşündüğümden değil. Bir yazarın dili ne kadar zengin olursa olsun, imge oluşturabilmesi için görsel kurgunun dilini de okuyabilmesi gerektiğini düşündüğümden. Görsel kurgunun olmadığı yerde dil kelime oyunlarının açmazına düşmekten kurtulamaz. Edebiyat okumadan ressam olunamadığı gibi, resim izlemeden/ okumadan da yazar olunamayacağını düşünüyorum. Geçen ay kültürel birikimin eksikliğinden Türkiye’de özgün bir mimarinin gelişemediğini yazmıştım. Bu kültürel fukaralıkta, mimarlarımızda en eksik olanın da resim bilgisi olduğunu iddia ediyorum. Bir ülke düşünün ki, tüm mimarisi, insan tarafından biçimlendirilen tüm görüntüsü parayı elinde bulundurduğu için karar verme hakkına sahip olan birikimsiz mütahitler tarafından oluşturulsun, olacak iş değil! Ancak

Hepimiz ilkokulda resim dersi aldık. Aldık da, müfredattaki konuları klişeleşmiş görüntülerle kâğıtta hiçbir beyaz nokta kalmayana dek boyamaktan başka ne öğrendik? Geriye dönüp de, yaşadığım şartlara ve temel eğitim yıllarında resim adına neler yaptığıma baktığımda bugün bir ressam olabilmeme hala şaşarım. Gerçi benim gibi kemirdiği ağdaki yırtıktan kaçabilen birkaç balık genel durum için bir gösterge oluşturmuyor. Görünen o ki, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından resimden nefret etmemiz için gösterilen onca gayret meyvelerini hayatın her alanında veriyor. Yaşım kırk yedi, kızım on yaşında. O da, her ‘Yerli Malları Haası’nda, her 10 Kasım’da, her 23 Nisan’da benim de otuz yedi yıl önce yapmak zorunda olduğum resimlerin aynısını (ağlayarak) yapmak zorunda. Bu ülkede, değişmeyen tek şeyin değişmeme olduğun görmek var ya, işte ben de ona ağlıyorum. İmgesel düşünebilmek farklılıkların uyumunu keşfedebilmek, soyutlayabilmek, kavramsallaştırabilmek ve bir duruma çok yönlü bakabilmek demektir. Resimle kurulacak bağ insana imgesel düşünme ve nesnelerle kavramlar arasında ilişki kurabilme yetisini kazandırır. Yalnızca benzetmeye dayalı bir resim anlayışı resmi hayattan yalıtmaktır. Bırakın mimarlık fakültelerini, Türkiye’deki bütün güzel sanatlar fakültelerinde bile resim adına öğretilenler resmin hayatla olan ilişkisini kurmak amacından çok uzaktır. Onun için Türkiye’de şair gibi ressam da çok ama (sanıldığının aksine) sanatçı azdır. Sanat ise hayatın ta kendisidir. Eğer siz de çevrenizdeki görüntü kirliliği denilen karmaşadan rahatsızsanız, resim sanatını hayatınızın bir parçası haline getirmeye gayret edin. Yok, beni ırgalamıyor diyorsanız, o zaman askeri resim eğitimine devam. Sol sağ, sol sağ… Her Türk res-sam doğ-sa!


“Yaz güneşi ortalığı kavuranda Eser püfür püfür eyyam-ı bahur. Şaşkınlar cıbıl, hem de ıslak duranda, Gün gider, yel gider, beyaz lekesi durur.”

H

olywood öğretti; Mekteb-i Holywood belletti ki, yanında vurulunca yoldaşın rahatlarmışın, ‘ben kurtardım kıçı’ deyu! Ve okudular, ve bellediler, ve ‘öyle’ oldular… ‘Öyle’ olmaya; ‘master’lanmış, ‘doktora’lanmış ehlivukuf’la, liberal romanla, bilumum organize sanat faaliyetiyle mayalandılar… Beşer, ‘öyle’ olmaya niyetlenince ‘öyle’ olur. Ve dahi, ‘teorik’ tabelayı astılar teknelerinin kıçına: “İnsanî olan ‘heç bişe’nin üstüne atlamadan duramam!”.. * Eyyam-i bâhur içinde eyyama nazar ederken, bir arkadaş eliyle bir Arif Dino şiiri zuhur etti ekranımda: “ Canavar düdüğü gibi/ Naramızı atıyoruz./ Akbaba çınaraltında leş yesin/ Hamdolsun hayatdayız!” Dino, 1950’lerin Çınaraltı faşistlerine dokunduruyor, “berhayatız” diye… Ve, ben dünyada yokken; onbeş nisan bindokuzyüzelli’nin Varlık’ında, Zahir Güvemli, Arif Dino’yu anlatırken şunları yazıyor: “Şimdiki, menfaatinden başka bir şey düşünmeyen neslin kolay kolay anlamayacağı nokta: Başkaları için son lokmasına kadar her şeyini verebilmek fazileti. Arif Dino’nun asıl orijinal tarafı buydu… Onda para mefhumunun teşekkül etmediğini söylemiştim. Yanlış, galiba. O, parayı sırf başkalarına vermek için kazanırdı. Onun en büyük saadeti, Köprü’den (Galata Köprüsü’dür!) parayla geçildiği devirler; bir yandan bir yana rahatça geçebilmekten ibaretti.” * “Âhir zaman” duygusu kuşaktan kuşağa geçer ve herhalde elli yaş üstüne konar. Gördünüz, Güvemli, “menfaatinden başka bir şey düşünmeyen nesil”den söz ediyor, 1950’de. Bu yüzden, ‘yaşçılık’ mesleğini terkeyleyip, ‘kapitalizm’ gibi, ‘kapitalizmin şimdiki hali- o zamanki hali’ gibi kategorilere başvurmaktan başka çare yoktur: Münevveran modası nereden üflerse üflesin... Yoksa, daha gerilere uzanır, liberal miberal büyük Çehov’u burnunuza dayarız ve ‘güneşin altında değişen pek bir şey yok’çulara gün doğar! Madem ki, Eyyam-i bâhur günlerinde edebî serinlik için yazıyoruz, okuna; Çehov, Tolstoy’la bir didişmesinden sonra bir arkadaşına şunları yazar: “Onun (Tolstoy’un) düşündüğü yeni bir şey değil; her çağda, bütün bilgeler bu şarkıyı söylemişlerdir. Yaşlılarca, hep dünyanın sonu gelmiştir. Hepsi de, ahlakın aşağılara düştüğünü, sanatın yozlaştığını, bayağılaştığını, insanların yozlaştığını vb. söylemek eğilimindedirler. Tolstoy kitabında, sanatın son aşamasına

Eyyam-i bâhur

vardığını, bir çıkmaza girdiğini ve ancak geriye çark ederek bu çıkmazdan kurtulabileceğini ispatlamak istiyor.” Alıntıyı yaptığım kaynak (Henri Troyat), Çehov’un Tolstoy gittikten sonraki halini şöyle tasvir ediyor: “Bu kesip biçici, düşler içinde yüzen adam gittikten sonra Çehov, dinginliğe kavuşamadı. İyi uyuyamadı. Şafakla birlikte, yeni kanama geçirdi” * Rotamız edebiyat, devam ediyoruz: “Toplumun oturma odasında yaşamaktan hoşlanmadığımı keşfettim”, diye yazmıştı Jack London; “düşünsel olarak sıkılmıştım. Ahlaki ve ruhsal olarak rahatsızdım”, diye devam ediyordu. “Entelektüellerimi ve idealistlerimi, meslekten el çektirilmiş vaizlerimi, ezilmiş profesörlerimi ve sınıf bilinçli işçilerimi hatırlıyordum. Yaşamın, özverili maceralar ve ahlaki romantizmin ruhsal cennetindeki vahşi ve tatlı bir harika olduğu güneşli ve yıldızlı günlerimi, gecelerimi hatırlıyordum. Önümde parıltılarıyla yanan Kutsal Kase’yi görüyordum. Ben de, içinde doğduğum ve ait olduğum işçi sınıfına geri döndüm. Artık tırmanmak istemiyordum.” * ‘Ayşe’ de işçi sınıfına geri mi dönsün? Haşemalı veya bikinili ‘Ayşe’, ihtimaldir, ‘işçi sınıfı mı kaldı’ “mood”una transferdir, epeydir… “Coppertone” korumalı, dindarliberal-ulusal teçhizatlı, bir başka ‘ahir zaman’ındırlar… Haberli olmasalar da “Schröndinger’in Kedisi”nden, ‘yaparlar’ bilmeden; bütün ‘yapanlar’ gibi… Mâlum, Avusturyalı fizikçi Erwin Schrödinger 1935’te bir makale döşenmiş ve bir deney önermiştir. Bir kedi kapalı bir kutuya konacaktır. İnsafsızlar, kedinin yanına radyasyon yayan bir madde de bırakacaktır. Bu maddeden yayılan ve atomaltı parçacıklar demek olan radyasyon, kutunun içindeki zehir dolu cam tüpü kıracak ve kedi ölecektir. Ancak, bütün külyutmazların hemen kavrayacağı gibi, sürecin böyle işleyip işlemediği, kedinin hayatta olup olmadığı kutuyu açmadıkça bilinemeyecektir. Schrödinger avenesi buyurdu ki: “Schrödinger’in kedisi, biz ona bakmazken aynı anda hem ölü hem de hayattadır!”.. Yazıyorum: ‘Aynaya bakmazken hem ölüsünüzdür hem de diri!’.. Alın size Ağustos için ‘bâhur’ bir felsefe tezi!.. * Efendim, “eyyam”, arapçada “günler” demektir. “Bâhur” da, “fazla sıcaklık” ve “sıcak zamanlarda yerden yükselen buhar”dır. “Eyyam-i âdiyye”, “sıradan günler” demek oluyor; “eyyam-i tatiliyye” ise “tatil günleri”. “Eyyam-i bâhur”, “Ağustos’un pek sıcak

ALi OSMAN COŞKUN

olan ilk haftası” manasındadır, ama halkımız “Sam Yeli” diyerek bir rüzgâra tahsis etmiştir bu adı. “Eyyam efendisi” (ya da “ağası”), “her devrin büyüklerine hoş görünmesini geçim kuralı bilen karaktersiz kimse” olarak tanımlanmakta. Bunun “eyyamcı” diye uydurulmuş hali kulağınıza gelmiştir. Denizciler, havanın iyi olması dileğini dile getirmek için “eyyam ola!” derler… * Eyyama bir de Venedik’ten bakalım… Ağustos geçip gidecek, taa Kasım’ın sonlarına doğru bitecek 53. Venedik Bienali. Her kula nasib olmuyor gidip görmek bile, ama Beral Madra buyurmuş ki, “her sanatçı Venedik’e katılmalı…” (Çağrışım: “Dünya Türk Olmalı!”) Madra, yirmibir Haziran ikibindokuz tarihli Radikal’deki yazısına andığımız başlığı uygun bulmuştu. Ve, okurlarını şöyle sokuyordu havaya: “Dolunay Venedik’i daha da romantik bir havaya soktu, 53. Bienalin açılış haftasında… Dolunayla birlikte suların yükselmesi de romantik olarak algılanıyordu ki, San Marco meydanında yalınayak havuz sefası yapan turistler ve bienal izleyicileri mutlu görünüyorlardı. Labirentin dar koridorlarındaki hiç de hoş olmayan kokulara kimsenin aldırdığı yoktu…” (Bir slogan daha icat ettim: ‘Yaşasın, labirentin dar koridorlarındaki hiç de hoş olmayan kokulara aldıranlar!’) Sonracığıma; “Venedik küresel sorunları unutmak için bulunmaz bir tiyatro sahnesi”ymiş, “ve herkes rolünü benimsiyor”muş “bu sahnede”. “Çağdaş sanat üretimi de burada üstüne düşen rolü oynuyor; sanatçılar ve yapıtlar ülküsel, gerçeküstü, gerçekötesi, aykırı, yanılsamacı vd. biçimler, diller, anlatılar kullanarak dünyayı yeniden tarif etmeye çalışıyorlar”mış. “Küratör Daniel Birnbaum boşuna ‘dünya kurmak’ diye başlık” atmamışmış… “Küresel siyasetin yıldırıcı ağırlığına dayanamayan insanlar için bir umut kapısı açmak gerekiyor”muş, “ve sanat piyasası kötümserliği sevmiyor…”muş… Madra’nın yazdığına göre, yetmişyedi ülkeden “yüzlerce sanatçı binlerce sanat uzmanı, galerici ve koleksiyoncu ile karşı karşıya” gelmiş ve bu karşılaşmadan “ya yeni ortaklıklar, işler ve umutlar doğ(muş) ya da umutlar tüken(miş)…” Madra, iki eğilim tesbit etmiş Bienal’de: “Dünyanın bütün sorunlarını dert edinen, bir toplumbilimci, bir gazeteci, bir belgeselci gibi çalışan ve bu sorunların insanları sarsmasını bekleyen sanatçılar (…) Ya da Avrupa merkezci sanat tarihinin estetik değerlerini yüceltip piyasanın isteklerine yanıt verenler.” * İmdi; bu “piyasanın isteklerine yanıt verme” meselesinde kafam karıştı, benim. ‘Birinci eğilim’dekiler, ‘mastürbatör’ olarak

olsun piyasanın dışındalar mı? Piyasa, “ölü kedi”ye sırtını dönüp, militan “diri kedi”ci kesildi de benim haberim mi olmadı? Benim bildiğim piyasa, “ölü” demez “diri” demez ‘götürür’… Modalar ilân edip, starlar kotarıp, bir oradan bir buradan ‘götürür’… (“Sağdan soldan estarabim!”) * Kızdığım; bu piyasa tapınıcılarının Schrödinger’in Kedisi’yle rus ruleti oynarken ve ‘piyasa’ bizatihi bu demekken, sureti hak’tan görünüp bir de ucube ‘piyasa determinizmi’ icat etmeleri! “Küresel sorunları unutmak için bulunmaz bir tiyatro sahnesi” olan Venedik’te ve benzer sahnelerde bulunmaktan büyük haz duyabilirsiniz… Orada bulunan “herkes”in “rolünü benimsiyor” olmasından hoşnut olabilirsiniz… Hattâ, “çağdaş sanat üretimi de burada üstüne düşen rolü oynuyor” olabilir… “Oyuncular”, binbir kılıkta arz-ı endam ederken “dünyayı yeniden tarif etmeye çalışıyor” da olabilirler… Ve; fakat: “Sahne”, “oyuncular”, “piyasa”, “sermaye”, vs.vs. konusunda dişe dokunur, damarı bulan, topu oyunda tutan, insanların gözlerinin içine bakan tek kelime etmeden ve dahi “küresel sorunlar”ın ‘nasibsiz’, seyirci bile olamayan ‘seyirci’lerini anmaksızın sanat üstüne yazmak, hakikaten, “hiç de hoş olmayan kokular” saçıyor… * Schrödinger’in kutusuna bile saklanabilirsiniz… Rüzgâr ve eyyam da elverişlidir… Bir de teknenin ‘sol’ (iskele) tarafına ilişiverirsiniz… Ohhh… Gören de, insanları “sarsarak” devrim yapacaklarını sanır! Sanat endüstrisinin idare amirleri maç izlenimi gibi bienal izlenimi yazıyor, birtakım hevesliler de “sahne”yi, “oyun”u unutup “iş”ler üstünden muhabbet açıyor… “Sahne”ye pek hevesliler! * Yazıyı daha da uzatma imkânı olsa, “Dolunay Venedik’i”nden sonra sizi bir de “Assos Ayvacık”a götürür, “yeşil erikli sardalya” yedirirdim… Eh, tabii ki kalın ‘sazan’ pullarıyla örülmüş/örtülmüş “sınıf” duvarlarını aşıp ‘yiyebilenlerdenseniz, ve ‘yerseniz’!.. Neyse; Kuatum fiziği bildiğim kadarıyla mikro evren (atomaltı parçacıklar dünyası) için geçerli. İçinde işkence gördüğümüz, terlediğimiz, dövüştüğümüz, seviştiğimiz, gözle görülür elle tutulur, dolunay seyredilir makroskobik evren için Newton fiziğinin aşılması söz konusu değil… Newton ve Kuantum fiziği birleştirilebilmiş değil… ‘Kaynak yapan’ spekülatörler ise kıyamet gibi! Spekülasyon ormanından çıkıp “kutu”nun kapağını açabilir, “kedi”yi kurtarabilirsiniz… Eyyam ola!..

29


açıldı!..

ED kültür 11 Temmuz’da dostlarımızın katıldığı bir kutlamayla açıldı. İki katın ve terasın tıklım tıklım dolduğu açılışta, Redcilerin ezgileri, türküleri ve marşlarıyla eğlenceli bir akşam geçirildi. Oyuncu Haldun Açıksözlü de bize özel kısa bir Laz Marks oyunuyla açılışa renk kattı. Bizleri yalnız bırakmayan tüm dostlarımıza teşekkür ediyoruz... İstanbul’un çeşitli bölgelerinde direnişte olan işçi dostlarımız, ÖDP yöneticileri ve Genel Başkan Alper Taş, Türkiye Gerçeği’nden

R

Mehmet Güneş, eski sendika ve işçi liderlerinden ve son seçimlerde milletvekili adayı Ercan Atmaca, Birgün gazetesi Yazıişleri Müdürü Selami İnce, DTP yöneticileri, Ezilenlerin Kurtuluşu, Bilim ve Gelecek, soldan.net, Hayat TV, İmece Kolektifi, Eğitim-Sen 2 no’lu şube, Devrimci Sağlık-İş, Limter-İş, İHD, ESP, Eğitim-Sen 1 no’lu şube, TMMOB, Makine Mühendisleri Odası, ÇHD, Tüm Bel-Sen 1 no’lu şube, SES Aksaray Subesi, EMEP Beyoğlu İlçe, Atılım Gazetesi, DİSK, KESK, BDSP, Birleşik Metal İş yöneticileri, üyeleri,

temsilcileri... Emekçiler, öğrenciler, devrimciler... bizimle beraberdi... RED kültür’ün giderek çeşitlenecek ve artacak etkinlikleriyle bir boşluğu dolduracağına inanıyoruz. Öte yandan kafe ve terasında hoşça vakit geçirilebilecek ve yiyecek-içecek bakımından ‘hesaplı’ bir mekan yarattığımızı düşünüyoruz. Yarattığımız mekanı canlı tutmak, geliştirmek, etkinlikleri çeşitlendirmek elimizde. Tüm dostlarımızı RED kültür’deki etkinliklere katılmaya, kendi mekanımıza sahip çıkmaya, yaşatmaya davet ediyoruz.

AĞUSTOS AYI ETKİNLİKLERİ Serhat Özcan’la söyleşi “Sanat ve Siyaset...” 16 Ağustos Pazar, saat 17:00 Ümit Dertli’yle söyleşi “Liberal ‘sol’ nereye koşuyor?” 23 Ağustos Pazar, saat 17:00 Hakan Gülseven’le söyleşi “Kemalizm ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş temelleri” 30 Ağustos Pazar, saat 17:00 Adres: İmam Adnan Sok. No: 18 İstiklal Caddesi Beyoğlu / İstanbul

Melisa ve Mahir’e mutluluklar diliyoruz... 30


S

ırlarla yalanların iç içe olduğunu zaman öğretti bana. Arkadaşımın sırrı, aile sırı, devlet sırrı… İki kişinin bildiğinin sır olmadığını da hayat öğretti bizlere. Ve yine hayat öğretti ki, “Bu sır benimle mezara gider!” lafı en büyük palavradır, iletişim çağında. Bir insanın yaşamında travmalara neden olan bir gizli görüşmeyi bir psikiyatrın uluorta açıklaması etik dışı ve Hipokrat yeminine ne kadar ihanetse, bir ülkenin tamamını ilgilendiren konuları, oy çoğunluğunu elinde bulundurmak suretiyle ‘öteki’ saydıklarınıza açıklayamamak, düpedüz ahlaksızlığın dik alâsıdır. Yok efendim, bir ağzını açarsa ülke karışırmış, yok efendim taş taş üzerinde kalmazmış. Ya da bu sır onunla mezara gidermiş. Kimin sırını kimden kaçırıyorsunuz beyler? Ülkenin yerleşim alanlarına yayılmış bunca insan adına hayati kararlar verirken, bu sırlar dünyasına karışmalar ve ‘kurtlar vadisi’ esrarı hangi hakla? İki kuşkulu ‘P’ var burada… Parlamento ve Pentagon… Dolmabahçe sarayında bir general ve bir başbakan ülkenin kaderiyle ilgili sırları paylaşıyor ve bu sır onlarla mezara gidecek, ya da duyulursa fırtınalar kopacak. Biz de gergin bir bekleyişle susup oturarak ne çıkarsa bahtımıza, onu mu bekleyeceğiz? Beklemeyin diye size açıklıyorum sevgili okurlar. Ülke satılmıştır. Bir takım satılmış sözüm ona aydın bozuntularının dediği gibi, “Emperyalizm diye bir şey yoktur,” palavraları da, emperyalist güçlerin ve işbirlikçisi iktidarın ülkenin kaderini direkt belirlemesinin güçlü bir göstergesidir. Her ne kadar aslından uzaklaştırılmaya çalışılsa da, olayın temelini emek sermaye çatışması oluşturmaktadır. ‘Derin devlet’ palavradır. Bütün NATO ülkelerinde olan

‘P’ler

‘devlet içi çete’ ya da ‘çete içi devlet’ modelinin ta kendisidir ‘derin devlet’ dedikleri. Bütün NATO ülkelerinde emekçi örgütlenmelerine karşı kurulmuş, bir takım kolaylıklar sağlanmış, zora düştüklerinde güvenlik güçlerince desteklenip yargıdan kaçırılmış, zamanla palazlandırılarak ülkenin tüm değerlerinin üzerinde payeler verilmiş bu şahıslar, laboratuarlarda yaratılmış virüsler misali, boğuşulması zorunlu hale gelmiş canavarlara dönüştürülmüşlerdir. Buradan bakıldığında bu ülkede siyasetin ‘s’sinden bile bahsetmek abesle iştigal gibi görülse de, sorulması gereken doğru sorular hâlâ vardır. 1. Örtülü ödenek nedir kimlere nasıl dağıtılmıştır? 2. 12 Eylül’ü yapanlar ülkenin bugününün temelini atarken kime hizmet etmişlerdir? 3. Ve hâlâ devlet tarafından açıklanmayan şeyler neyi, kimi korumaktadır?

Bunlar bu ülkenin aklı başında bir sürü insanının her gün sorduğu ya da sormak zorunda olduğu ve maalesef ‘sıradan’ sorulardır. Bu ülkenin, din, mezhep, etnik köken, ‘kim daha Müslüman’ gibi sorunları var mıdır? Varsa genel bir beslenme ve zekâ sorunundan bahsetmek olası mıdır? Bu durum, emperyalizmin tüm dünyada uyguladığı yayılmacı ve insanı hiçe sayan, sonuna kadar sömürmeci zihniyetinden kaynaklanır.

Anlaşılır şeyler

Dayatılan her şeyin, bir süre sonra sıradanlaşması ve ‘anlaşılır bir şey’ (?) olması bu yüzdendir. Bu zihniyetin Avrupa’da, Asya’da Afrika’da, Ortadoğu’da ve ne yazık ki dünyanın her yerinde eş düşünenleri ve eş başkanları olmuştur. Sistemli ve yıllara yayılan politikalarla ve yıllarca süren çabalarla, önce değer yargılarının altı oyularak çürümeye bırakılmış, sonra daha

SERHAT ÖZCAN

çürük temeller ambalajı parlatılarak yeni ve çağdaş oluşumlar olarak sunulmuştur. Medya da tekelleşip üçüncü bir ‘P’ haline gelince -bu ‘P’ye sıfat kazandırmak demokrasi gereği vatandaşın özgür iradesine bırakılmıştır- televizyonlar ve gazeteler sadece istenileni söyleyen, zavallı bir nota tutmaz borazan olmuşlardır. Bağımsızlığından kuşku duyulmaması gereken tüm kurumların, kuşkunun tam merkezine yerleştirilmesi de tabii ki rastlantı değildir. Seçim öncesi söylenenlerin seçimden sonra hiçbir hükmü yoktur. Çünkü bunun hesabını soracak merciler de yoktur. Koca koca binalarda altın varaklı tabelalar vardır ama içlerinde kimse yoktur. Maaşları vardır kanımızdan ödenen ama kendileri yoktur. Şeffaflık bile tüketilmiş bir kavramdır bu ülkede. Açılan ve açıldığı anda kıpkırmızı kana boyanan ya da anında kararan beyaz sayfalar gibi. Kurşun attığı ya da yediği anda kendi çocuğunun da kahraman olmasını bekleyen anneler var mıdır bu ülkede sizce? Ne derin şey değil mi devlet? Eflatun’un kitabından bahsedersek, gerçekten derin. Kapalı kapıların ardını çarpıtıp servis edenler bir yana, yakın tarihin verilerinden yola çıkıp süzenler bir yana. Boşuna beklemeyin. Kimse çıkıp, “Ben filancanın adamıyım, sizi sattım, yalancıyım, hırsızım,” demeyecek. Ama siz, şunu yapabilirsiniz. Dudaklarınızı sıkıca kapayın… Nefesinizi hafifçe içinize çekip birden ileri fırlatın. ‘P’nin sesi çıkacak ağzınızdan. İster puşt deyin ister pezevenk!.. Bu kısa zamanlı bir ferahlama sağlayacaktır… Ama en keyifle söylenenin, çözüm ‘P’sinin ‘proleter’in ‘P’si olduğunu göreceksiniz…

mSayı 35, Ağustos 2009, Aylık süreli yayındır mYayımcı: LM Basın Yayın Ltd. Şti. mİmtiyaz Sahibi: Tuncay Akgün mYazıişleri Müdürü: Hakan Gülseven mMüessese Müdürü: Ali Yavuz mGörsel tasarım: Esin Tepe mTel: 0212 292 95 65 (4 hat) mFaks: 0212 245 38 06 mAbonelik: 0212 292 95 65 mBaskı: Leman Matbaası-İstanbul. Tel: 0212 858 00 93 mGenel Dağıtım: D.P.P. A.Ş. mAdres: İmam Adnan Sok. No: 14 Beyoğlu / İstanbul mRED KÜLTÜR, İstiklal Caddesi, İmam Adnan Sokak No:18, Kat 2-3-4 Beyoğlu İSTANBUL

www.redciyiz.biz

31


HAKAN GÜLSEVEN

Cübbeli Ahmet ve sınıf savaşı B u yazıyı okumadan önce, lütfen başyazıyı, Ümit Dertli’nin yazısını okuyun. Çünkü bu ay enteresan bir şey oldu, her ikimiz de Ali Suat Ertosun’dan yola çıkarak benzer yazılar yazmayı planlamışız. Bu durumda, birbirini tamamlayan iki ayrı yazı kaleme almaya karar verdik. Ümit’in yazısı, ‘İslamcı’lar ile ‘ulusalcı’ların, devletin sahipliği üzerinden giriştikleri kapışmaya rağmen, her iki kesimin de, mevzu emekçiler ve devrimciler olduğunda nasıl ittifak geliştirebildiklerini çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Üzerine söylenecek bir söz daha yok. Ve yazı, ‘sınıf savaşı’ önermesiyle son buluyor. Peki, ama sınıf savaşı nasıl verilecek?.. Sınıf mücadelesi, malumunuz, sadece fabrikalarda, işyerlerinde süren bir iş değildir. Hayatın her alanında, ‘ideoloji’nin girdiği en ücra deliklerde, her an yaşanır. Bugün, devlette yaşanan yarılma ve çatışma da, hakim sınıfın kendi içinde yürüttüğü bir iktidar mücadelesidir, bir yönetme krizidir ve bizi kesinlikle ilgilendirir. İlgilendirir, çünkü bu ‘ilgi’ sayesinde, ‘üç vakte kadar’ yaşamımızın sona erip ermeyeceğini bile keşfedebilmemiz mümkündür. Buna göre siyasetler belirleriz, durduğumuz yerleri iyi hesap etmeye çalışırız. Böylesine karışık dönemlerde, yani at iziyle it izinin birbirine girdiği dönemlerde farklı analizlerin yapılması kaçınılmazdır. Tüm solda olduğu gibi RED dergisi yazarları arasında da, dönemi değerlendirirken farklı vurgulara, farklı analizlere rastlıyoruz. Hemen belirteyim, biz bunu zenginlik olarak görüyoruz. Kimi yazarlarımız, yaşanan düzen içi çatışmanın daimi bir uzlaşmalar zinciriyle, kimi yazarlarımız ise kaçınılmaz nihai bir hesaplaşmayla sonuçlanacağını düşünüyor. Amerika’nın her seferinde ‘çocuklar’ın kulağından tutup, zoraki de olsa barıştıracağını ve kayıkçı kavgasının biçim değiştirerek süreceğini düşünen de var, taraflardan birinin kesin bir darbeyle diğerini tasfiye edeceğini düşünen de. Yani çatışmanın ‘şiddet’ine dair farklı görüşlerimiz var. Ne var ki, hiç birimiz gönül ferahlığıyla ‘gelecek parlak günler’den söz edemiyoruz. Yani, ne ABD’nin kesin egemenliğinden kuşku duyan, ne de mevcut iktidarın ‘Ergenekon’ operasyonuyla ülkeyi demokratik bir evreye sıçratacağına, özgürlüklerin kısmen de olsa bir ‘standarda kavuşacağına’ inanan var aramızda. Bu, en azından saf olmadığımızı gösteriyor… Türkiye, açıkça, tarikatlar koalisyonunun daha da egemen olduğu, bunların içinden Fethullahçıların pek çok kurumu ele geçirdiği, polis teşkilatını kontrol ederek geleneksel ‘Kemalist’ kadroyu adım adım tasfiye ettiği yeni bir devlet yapısına doğru ilerliyor. Dinin egemen olduğu yaşam biçimi yayılıyor. Dinsel hegemonya artıyor. Belki çok sembolik ama artık Fatih

Altaylı, Cübbeli Ahmet adındaki meczubu, hem de art arda iki kez, Teke Tek adlı programında ağırlıyor, hurafelerini, bilim ve akıl dışı saçmalıklarını saatlerce ve canlı canlı topluma duyurmasına vesile oluyor. ‘Çağdaş’ yaşamın, yani bilimin yön verdiği hayat tarzının pek çok akılcı kabulü, yerini ‘cahiliye’ devrinin, yani ‘şeytan icadı’ diye bilimsel gelişmelerin reddedildiği karanlığın hakimiyetine terk ediyor. Bu anlamda ‘gericilik’ sıfatı, İslami akımlar için hak edilmiş bir sıfattır. Ne yazık ki, Türkiye’deki İslami akımlar arasında, birkaç son derece cılız ekibi saymazsak, emperyalizmle dövüşme niyeti taşıyan da yok. Ta Osmanlı’nın son döneminden bu yana, İslamcılar hep emperyalizm dostu olmuş, kendilerini bastıran Kemalizmden rövanşı alabilmek için emperyalistlerle ittifakı mubah görmüş. Fethullah’ın ABD’yle işbirliğini meşrulaştıran, hatta bir zaruret olarak izah eden fetvaları çok anlamlıdır. Zaten ‘Komünizmle Mücadele Derneği’ liderliğinden bu güne uzanan macerasında nasıl bir Amerikansever olarak ‘hizmet’ ifa ettiği de bilinmektedir. En tehlikelisi, İslami akımların kendilerini katı kuralları olan birer kitle hareketi olarak örgütlemesidir. Din, bu örgütlenmeye müthiş bir ideolojik kuvvet sağlıyor. Bunların şimdi uslu uslu durduğuna bakmayın. Bizi Sivas’ta yakanlar, Allah adına yüzlerce ‘faili meçhul’ü gerçekleştirenler, kendileri gibi İslamcı olanları bile ‘domuz bağı’yla ortadan kaldıranlar bunlardır. On binlercesinin harekete geçmesi, bir fetvaya bakmaktadır. Kendi adıma, ta Hizbullah’ın bir kontrgerilla kolu olarak örgütlendiği 90’lı yıllardan bu yana İslami akımları kendine özgü birer faşist hareket olarak görüyorum. Hem de ‘devlet’i ve ‘ırk’ı yücelten geleneksel faşizmden çok daha kuvvetli bir ‘ideolojik’ destek olan dine yaslanıyorlar. İşçi sınıfı içinde çok kuvvetli olan dinsel hassasiyetleri kullanarak işçilerin ciddi bir bölümünü kontrol ediyorlar. (Geçenlerde Yavuz Alogan’la konuşurken, 1960’lardaki Paşabahçe grevinin fotoğraflarına baktığımı, kadın işçilerin birer Belgin Doruk gibi göründüğünü söylemiştim. Sağ olsun, bu sayıdaki yazısında kullanmış bu örneği. İşçi sınıfının içine sürüklendiği kötü koşulların, mücadele düzeyindeki gerilemenin, hurafeciliğin ve gericiliğin yayılmasıyla doğrudan bağı olduğunu söylemek iddialıysa, dolaylı bağı var diyelim. Bir bağ olduğu kesin.) Dahası, İslami akımlar esnafın, küçük üreticinin, köylünün düzenden hoşnutsuz kesimlerini etkileri altına alıyor. Sadaka örgütlenmeleri sayesinde, işsizlere, yoksullara dağıttıkları rüşvetlerle müthiş bir hakimiyet kuruyorlar… Bu, kendi sermayesini yaratmış bir hareket için ne muazzam bir güçtür!.. İronik olan, İslami akımların, 1970’lerde ülkeyi saran devrimci harekete karşı

bizzat şimdi kapıştıkları ‘laik’ kadrolar ve ordu tarafından beslenmesi ve palazlandırılmasıdır. ‘Laik’lerin bir maşa olarak kullandığı Frankeştayn’ları, şimdi kendi oturdukları sandalyeyi altlarından almaktadır. ‘Beter olsunlar!..’ da, İslami akımların iktidarı tam ve gerçek manada zaptı, işçiler, emekçiler, dahası devrimci hareket açısından daha avantajlı koşullar mı yaratır, yoksa bugüne kadar görülmedik bir baskıyı mı getirir? “Vaziyet çok daha kötü olur,” dediğiniz anda, karşınıza, “Hah! İşte yakalandınız! Ergenekoncular sizi! Kemalist misiniz bakalım? Darbeyi mi savunuyorsunuz?” diye bir sürü ruh hastası çıkmaktadır. Bunların arasında, muhayyel bir darbeye karşı İstiklal Caddesi’nde bir alay Sivas katiliyle, bir alay liberal yavşakla, Nazlı Ilıcak’la, Abdurrahim Dilipak’la, Vakit gazetesi taraftarıyla yan yana düdük çalan bilinçli işbirlikçiler de vardır. Bir kere biz, tarikatlar koalisyonunun iktidarı tam ve gerçek manasıyla zapt etmesinin ‘çok daha beter’ bir duruma yol açacağını söylerken, Ali Suat Ertosun muadili ‘kadro’larla işbirliği yapıp bunu engellemek gerektiğini savunmuyoruz. Kendimize, Mao gibi, işbirliği yapacak ‘Komintang’lar aramıyoruz. Mevcut rejimi savunmuyoruz. Bu derginin yazarları, rejimin mapuslarında yatmış, işkencelerini bizzat yaşamış, eziyet görmüş, yani o ‘ulusalcı’ denen zevatı yakından tanımıştır. Onlar bizim katillerimiz, işkencecilerimiz, sömürenlerimizdir.

Ne yapmalı?

O zaman ne yapacağız? ‘Sınıf savaşı’ nasıl verilecek? Düzenin sahipliği için çatışan her iki gerici kutuptan birinin himayesine girmeden, onlarla işbirliği yapmadan nasıl hakiki bir mücadele yürüteceğiz?.. Bir kere, ta Bolşeviklerden beri göz bebeğimiz gibi koruduğumuz bir ilkemiz var: İşçi sınıfının politik ve örgütsel bağımsızlığı. Bu bağımsızlığı yitirmeden, yani Deniz Baykal’ınki, Tuncay Özkan’ınki gibi patron partileriyle, klikleriyle işbirliği yapmadan, yükselen İslami faşizme, gerici tehdide, ılımlı İslam diktatörlüğüne… adına ne derseniz deyin, bu lanet gidişata karşı nasıl bir mücadele vereceğiz? Kitaplar, bunun bir yolu olduğunu yazıyor: Birleşik İşçi Cephesi. Bu, Komünist Enternasyonal tarafından 1920’lerde formüle edilen bir mücadele yöntemidir. Reformist olsun, devrimci olsun, tüm işçi partilerinin ortak bir mücadele programı etrafında cepheleşmesini ve tehlikenin engellenmesini öngörür. Komünistlerin doğru adımlar atması halinde, bu süreçte işçilerin çoğunluğuna meramlarını anlatabileceği ve işçilerin iktidara yürüyebileceği gibi bir ihtimal düşünülmektedir. Fakat hayat kitaplara uymuyor. Yıllar önce Baba Hakkı’yla konuşurken, Baba her zamanki nüktedanlığı

ve asabiliğiyle şöyle bir bakış fırlatmış, “Zamanında adamlar Almanya’da yükselen faşist harekete karşı Birleşik İşçi Cephesi’ni önermiş. İki tane dev gibi işçi partisi var: Sosyal Demokrat Parti ve Komünist Parti. ‘Kardeşim, hadi bir cephe kurun, ezin şunları’ demişler. Şimdi biz Birleşik İşçi Cephesi desek, bu saçma memlekette hangi işçi sınıfı partilerini birleştireceğiz? Ortada işçilerle birleşmiş parti mi var?” demişti. O gün bugündür denklemi çözmek için düşünüyorum. Baba Hakkı’nın bana yaptığı kötülüklerden sadece biridir bu… Evet, Türkiye’de işçi sınıfı ‘adına’ söz söyleyen, siyaset üreten partilerin, örgütlerin, grupların hiçbiri sınıfın ciddiye alınabilecek bir kesimini temsil etmiyor. Dolayısıyla, mevcut kapışmada, bu kapışmadaki tarafların etkisi altında kalmadan, bu kapışmadan yarar sağlayarak iktidara yürüyebilecek bir kuvvet yok. Üzerinde kitle hareketinin sorumluluğunu taşıyan hiçbir kitlesel devrimci akım olmadığı için, merkezkaç kuvvetler devreye giriyor, zaten anlamsız yere bölünmüş olan sol, daha da bölünüyor. Üzerinde hiçbir sorumluluk olmayan, kağıt üzerinde son derece ‘devrimci’, fiiliyatta ise hareketsiz bir sürü ekip, kimin en devrimci olduğu üzerine bitmek bilmeyen tartışmalar yapıyor. Samimi sohbetlerde ise, ‘devrim’ pek çoğuna ‘hayal’ geliyor… Oysa ‘devrim’ bir ‘hayal’ değil, bir hakikat ve zarurettir. Biz önce İstanbul’u, sonra Türkiye’yi, sonra Ortadoğu’yu ve dünyayı alacağız. Aksi takdirde insanlık için bir gelecek yoktur. Bugünkü koşullarda, itle-köpekle, İslamcıyla-ulusalcıyla kol kola girmeden bir mücadele verebilmemizin, ‘sınıf savaşı’ yürütebilmemizin ise tek bir koşulu vardır: Durumun vahametinin farkında olan, ‘devrim yapma’ derdindeki tüm sol parti, grup ve örgütlerin gerçek talep ve sloganlar, kitlelere anlamlı gelen bir dil, basit ve anlaşılır siyasetler temelinde bir araya gelmesi… “Tek bir parti kurulsun, hayat bayram olsun,” gibi tertemiz ve naif bir öneride bulunmak anlamına gelmiyor bu. Ama basit bir mücadele programı oluşturamazsak ve bunun etrafında bir mücadele birliği gerçekleştiremezsek, mücadelenin öznesi olan ‘sınıf’a asla ulaşamaz, Fethullahçılarla ‘laik’ler, Kürtlerle Türkler, Alevilerle Sünniler arasındaki yarılmalara bakar bakar, en fazla ‘pozisyon’ları Ahmet Çakar ve Erman Toroğlu gibi yorumlamaya çalışırız. Hatta sahada olmadığımız halde, sadece ‘pozisyon’ yorumları üzerinden birbirimize de gireriz. Sadece komik oluruz. Halbuki, ‘trajikomik Cübbeli Ahmet’lerin ‘ilim adamı’ olduğu, katillerin ve uşakların ‘bağımsızlıkçı’ kesildiği bir ortamda, sol basiret gösterip birleşik bir mücadele örgütleyemiyorsa, en azından komik olmamalıdır…


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.