Paketten “Annelik” çıktı!
AKP’nin asıl olarak yapmak istediği, kadınları sadece annelikle tanımlamak ve sermayenin hedeflerine uygun olarak esnek ve güvencesiz çalışmayı sınıfın geneline yaymak. › 4
Kobani kurtuldu fakat ....
İki bine yakın kişinin öldüğü, binlerce insanın yaşadığı yeri terk etmek zorunda kaldığı, yıkılıp harabeye dönen Kobani şehrinde IŞİD militanları çekilmek zorunda kaldı. › 12
İşçilerin Sesi
İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır
ISSN: 2147-1568 Şubat 2015/Sayı 35 Fiyatı: 1.5 TL
SYRİZA’nın seçim başarısı üzerine notlar... ■
İşçi sınıfının çıkarlarını temsil eden bir program ve örgütlenme sabırla en altakiler arasında örülmüyorsa, burjuvazinin elimizden aldığı hakların geri alınması, sömürüsüz ve baskısız bir dünya ihtimaline doğru ilerlemek mümkün olmuyor. › 10
■ Charlie Hebdo:
Terörün bedelini göçmenlere ödetecekler Elbette Batılı emperyalist güçler, yapılan saldırının ardından, “Gerçek İslam bu değil” diyerek, sözde Müslümanların inançlarına saygı duyduklarını göstermek istediler. Hiç de samimi değiller, bu saldırıyı sonuna kadar istismar edecekler, ülkelerindeki Müslüman ve göçmen azınlıklara baskı uygulayacak sağcı siyasetlerine malzeme yapmaktan çekinmeyecekler. › 11
“Kaybedecek bir şeyimiz yok” ■ Çapa taşeron
işçileri yönetime geri adım attırdı
Yönetim mücadele geleneği olan İstanbul Üniversitesi işçilerini işten çıkararak gözdağı vermek istemiş olsa da, işçilerin tepkisi ve 2012 deneyimi yönetimin geri adım atmasına yol açtı. Bir saat kadar bekleyişten sonra yönetimden iyi haber geldi, işçiler işine geri döndü. › 13
›
KAVEL BİR BAŞLANGIÇTI
Türk-İş’e bağlı Maden-İş Sendikası’na üye Kavel Kablo Fabrikası işçileri, grev hakkının olmadığı ve grevin yasadışı ilan edildiği 1963 yılı koşullarında iş bırakarak direnişe geçtiler. Sendikaya rağmen iş bırakarak tezgâh başında oturan işçiler, sendikadan istifa etmeleri yönündeki baskılara ve yıllık ikramiyelerinin kaldırılmasına karşı mücadele ettiler. › 8
›
İŞÇİLER GREV HAKLARINA SAHİP ÇIKTI
Metal işkolundaki 28 Ocak itibarıyla 9 işyerinde yapılan grev oylamasının tamamında işçiler greve evet dedi. Üstelik grev oylamaları işyerlerinde sadece bir vardiyanın bulunduğu 12.00-14.30 arasında yapıldı. Bu saatlerde işyerinde olmayan 16.00-24.00, 24.00-08.00 vardiyasında çalışan işçiler, kendi olanaklarıyla grev oylaması saatinde işyerinde bulunup iradelerini ortaya koydular. İşçiler grev haklarına sahip çıktı. › 9
2
İşçilerin Sesi
Şubat 2015/35
n Bugün
Grev hakkımızı isteriz!
n Rusya’da
Patronlar ve hükümet metal işçilerinin grevinden tedirgin oldular. Nitekim, grevin ilk gününün akşamında grevi ertelediler. Daha doğrusu, grev hakkı işçinin elinden alınmış oldu.
Biz kimiz? Ne istiyoruz? Ne için mücadele ediyoruz? dünyaya egemen olan anlayış, sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan ayrımcılıktan uzak yeni bir toplum olmalı; bu da komünizmdir. 1917 Ekim işçi devriminden kısa bir süre sonra, Doğu Avrupa, Çin ve Küba’da daha en başından itibaren “işçi sınıfı ve komünizm” adına yaşananlar işçi sınıfının çıkarlarından uzak, bürokratik ve yozlaşmış rejim deneyimleri olmuştur. Bu rejimlerle işçi demokrasisinin ve komünizmin doğrudan ilgisi yoktur. Komünizm işçi sınıfı ideolojisidir. Onun tarafından ve dünya seviyesinde inşa edilebilir.
n İşçilerin Sesi gazetesi, insanlığın kurtuluşu
olan komünizmi kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezme-ezilme ilişkisinden ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlar. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını savunur.
n İşçilerin Sesi
gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara, burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır.
n İşçilerin Sesi
gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız demokratik ve şeffaf olmalarını savunur. İşçileri ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişek işçi hareketi eliyle işçilerin öz örgütü haline gelmesine çalışır.
n İşçilerin Sesi
gazetesi işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Tüm işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak enternasyonalist komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir komünist enternasyonalin inşası demektir.
n İşçilerin Sesi
gazetesinin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır. Enternasyonalist komünisttir. İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi Aylık süreli siyasi yayın Tarih: Şubat 2015 l Sayı: 35 Baskı: Yön Matbaacılık, Davutpaşa Cad. Güven San. Sitesi B Blok, No 366 Topkapı İstanbul. Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi (Kemal C. Sarıoğlu) Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Çalışlar Caddesi No: 49/6 Bahçelievler / İstanbul web: iscilerinsesi.org email: iscilerinsesi@gmail.com
Grevin ertelenme gerekçesi “milli güvenlik”. Bu gerekçenin hiçbir somut karşılığı yok. Otomobil fabrikalarına parça üreten veya benzer metal işleri yapan fabrikaların milli güvenliği tehdit etmesi nasıl mümkün olabilir? Ancak AKP hükümeti, cam işçilerinin grevini de aynı gerekçeyle ertelemişti. Milli güvenlik sadece formalite bir gerekçedir, ardında patronların ve AKP’nin grev ve işçi düşmanlığı yatıyor. Grev ertelemelerinden sonra tekrar greve çıkmak mümkün değil. Bu nedenle “ertele” kararı siyasi bir karardır, işçi ile patron arasındaki güç dengesine, sermaye lehine müdahalede bulunmaktadır. AKP hükümetinin yeni Türkiye’sinde işçilerin grev yapmasına yer yok! Oysa ki grev, işçilerin toplusözleşme görüşmelerinin bir parçasıdır. İşçiler, patronlarla anlaşmazlığa düşerlerse ve bunu masa başında çözüme kavuşturamazlarsa, greve başvurarak, patronları taleplerine razı etmek isterler. Grev, tüm demokratik ülkelerde demokratik bir hak olarak vardır. Türkiye’de grev hakkı yasalarla zaten sınırlandırılmış, sadece toplusözleşme sürecinde greve çıkma hakkı tanınmıştır. Metal işçilerinin grevi de ekonomik taleplidir. Ücret artışı, ücretler arasındaki eşitsizliklerin giderilmesi, toplusözleşmenin iki yıllık yapılması gibi talepler için greve çıkmak zorunda kalmışlardır. Patronlar işçilerin en basit ücret taleplerini bile karşılamadıkları için, metal işçisi greve başvurmuştur. Dünyanın birçok ülkesinde grevler yeni haklar için ya da işçilerin siyasi tercihleri için de yapılabilmektedir. Türkiye’de sadece bir tek grev biçimine izin veriliyor ve ona da izin verilmiyor. AKP hükümeti patronların çıkarları doğrultusunda grevleri yasaklayarak, işçilerin toplusözleşme, ücret ve sosyal haklarında pazarlık yapma haklarına müdahale etmiştir. Patronlar sermayeleriyle, hükümet elindeki yasalarıyla işçilerin karşısına geçmiştir. Zaten eşitsiz olan güç dengelerini daha da eşitsiz hale getiren bu grev erteleme kararı kabul edi-
lemez. Nitekim metal işçileri de bu müdahaleyi “darbe” saymış ve tanımamıştır. Üstelik grev erteleme kararı Bakanlar Kurulu kararıyla mümkündür ve birçok bakanın yurtdışında olduğu ve resmi olarak Bakanlar Kurulu toplantısı yapılmadığı halde, sanki böyle bir kurul yapılmış gibi imzalar atılmış, karar grevin ilk gününde çıkartılmıştır. Metal işçileri arasında üç sendika örgütlü. Aralık ayının ortasında, Türk Metal ve Çelik-İş Sendikaları, patronlara boyun eğerek, işçilerin hiçbir çıkarını gözetmeden üç yıllık toplu sözleşmelere imza attılar. Greve çıkan DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası ise, 40’a yakın fabrikada toplusözleşme görüşmelerinin uyuşmazlıkla sonuçlanması üzerine greve çıkmıştı. Diğer sendikalar hükümet ve patronun çizgisinde hareket ederek Birleşik Metal-İş’i yalnız bıraktılar. Hükümetin ve patronların öfkesi de kendilerine kafa tutan ve işçilerin çıkarlarını ifade eden bir sendikanın varlığınadır. Onun da boyun eğmesini istiyorlar. MESS’in sözleşme politikası şöyle: En çok üyeye sahip Türk Metal ile sözleşmeyi baştan imzalıyor ve daha sonra aynı sözleşmeyi diğer sendikalara dayatıyor. İşçiler arasında ise, “100 bin işçi imzaladı, biz artık ne yapabiliriz” fikrini yaratıyorlar. Metal işçisi grevi sürdürme kararıyla işçi sınıfının grev hakkını savunmaktadır. Bu grev, artık ekonomik talepli bir grev değildir. Grev hakkını geri almak üzere bir grevdir. İşte bu nedenle diğer grevlerden farklı bir anlama sahiptir. Bu yazı, grevin dördüncü günü yazıldı ve grev yasağını üç gün delmiş olan metal işçileri, grev hakkının savunulması yönünde büyük bir adım atmış oldular. Yasağa rağmen grevi sürdürdüler ve bugüne kadar ertelenen grevlerde bu yola başvurma iradesi ortaya konmamıştı. Kuşkusuz Birleşik Metal-İş sendikal zeminde yalnız başına sermayeye ve hükümete karşı bu mücadeleyi sonuna kadar götürme gücüne sahip değildir. Diğer sendikaların ve işçilerin desteği olmaksızın grev hakkının geri alınması mümkün olmayacaktır. Ancak bu yol açılmıştır ve bundan sonraki aşamalarda grev hakkı fiilen grev yapılarak elde edilebilir. Metal işçileri işçi sınıfı için önemli bir irade göstermiştir. Dayanışmamız onlarla!
İşçilerin Sesi
Şubat 2015/35
3
Bağış, Perinçek ve Baykal birarada... ‘Yok bir farkınız!’
İ
şçi Partisi (İP) Genel Başkanı Doğu Perinçek, yıllar önce İsviçre’de, “Ermeni soykırımı yoktur” demenin yasalara göre suç olmasını kınamış ve “Ermeni soykırımı yoktur” diye açıklama yapmıştı. Bu davadan yargılanmış ve ceza almıştı. Perinçek, Ergenekon davasından yıllardır tutuklu olduğu için, hem İsviçre’de hapse girmesi söz konusu olmamış hem de davası unutulmuştu. AKP, cemaatle ittifakını bozup, Ergenekon gibi siyasi davaları “komplo olarak” ilan ettikten sonra, ceza alanlar da dâhil bütün ulusalcıların tahliyesini sağlamıştı. AKP ile bazı ulusalcıların arasındaki yeni ittifakını bir göstergesi de, Perinçek’in, İsviçre Hükümeti arasında AİHM’e (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) taşınan davası, somut bir örnek oldu. Perinçek, Türk devletinin, Ermeni sorunu ile ilgili resmi tezlerini öteden beri savunduğu için, bu mahkemeyi kendisini öne çıkarmak için bir fırsat olarak değerlendirdi. Adalet Bakanlığı da davayı, milli bir dava olarak gör-
düklerini açıklayınca, mahkemenin yurtdışına çıkma yasağının kaldırılması gecikmedi. Perinçek, AHİM’de “soykırım yoktur”, devlet tezini savundu. Ermenilere yapılan kırımı inkar eden AKP, CHP ve İp temsilcileri yanyana geldi. AKP’li rüşvetten ve yolsuzluklardan yargılanan eski Bakan Egemen Bağış, CHP’nin devrik genel başkanı Deniz Baykal, bazı CHP’li milletvekilleri, DSP genel başkanı ve MHP’liler… “milli birlik” içinde hareket ettiler. CHP Genel Baş-
kanı Kılıçdaroğlu’nun “Sayın Perinçek’in açıkladığı bir düşünceden dolayı yargılanmasını doğru bulmuyoruz” açıklamasını da eklemeliyiz. Charlie Hebdo karikatürlerinin küçük bir bölümünü yayınladığı için gericilerin hedefi haline gelen Cumhuriyet Gazetesi bu kez Perinçek’in savunmasının tam metnini yayınlayarak, gerici ve faşistlerin, ırkçı ulusalcıların gözüne girmiş olmalı! Ermeni Soykırımının 100’üncü yılında AKP’nin Yeni
Türkiyesi, eski Türkiye devletinin resmi tezlerinin tamamına sahip çıkarak esasen eskisinden garklı olmayan bir devlet tasavvuruna sahip olduğunu ortaya koydu. Türk devletinin geleneksel gerici siyasi çıkarlarını korumak için, AKP, CHP, ulusalcı sol çevreler ve Cumhuriyet Gazetesi bir araya gelmekte bir beis görmediler. Kısaca “Yok birbirinizde farkınız, hepiniz inkarcı ve ırkçısınız” demekten başka elden ne gelir? Ufuk DEMİRCİ
“Adaletini söyle hangi sınıftan olduğunu söyleyeyim!”
1
7-25 Aralık soruşturmasında adları yolsuzluk iddialarına karışan eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, eski İçişleri Bakanı Muammer Güler, eski AB Bakanı Egemen Bağış ve eski Çevre Bakanı Erdoğan Bayraktar için TBMM Genel Kurulu’nda Yüce Divan(*) oylaması yapıldı. Haklarında ayrı ayrı oylama yapılan dört eski bakanın Yüce Divan’a gönderilmeleri reddedildi. AKP, en büyük fireyi ‘bakara-makara’ tapesi ile gündeme gelen Egemen Bağış’ın Yüce Divan oylamasında yaşadı. Egemen Bağış için yapılan oylamada 245 kabul oyuna karşılık 255 red oyu çıkarken AKP, çekimser, boş ve geçersiz oylarla birlikte toplam 48 fire verdi. Yolsuzluk ve suiistimal yap-
tıklarına dair deliller olmasına karşın önce, savcılık tarafından takipsizlik kararı verilen bakanları, ardından Meclis Araştırma Komisyonu’da aklamıştı. Yasal bir zorunluluktan dolayı Meclis’de, Yüce Divan’a gidip gitmeyeceklerine dair oylama yapılaması gerekiyordu. Meclis’de ne kendileri ne de partileri bir savunma yapabildiler. Medya, AKP’nin oylamadaki firelerini öne çıkardı, yandaş basın neredeyse oylamayı görmezden geldi. Öyle anlaşılıyor ki, AKP yaşadığı krizi bir an önce unutturmaya çalışıyordu. Hatta AKP’nin tetikçisi gibi davranan iki gazeteci-milletvekili, Bakanların Yüce Divan’a gönderilmesi için evet oyu kullanmalarını, “hainler aramızda” diye gürültü koparmalarından bile rahatsız oldular.
Bakanlarla ilgili olarak AKP yönetiminin, Yüce Divan’a gitmeleri gerekiyor yönünde bir eğilimi olduğu söyleniyordu. Son anda gizli pazarlıklar yoluyla kurtarıldılar. Bakanların, “Biz gönderilirsek, AYM sadece 17 Aralık’ı değil, 25 Aralık’ı da soruşturur, Peşimizden Bilal de gelir” diyerek, AKP yönetimini ikna ettikleri anlaşıldı. Katilleri de koruyan düzen Eskişehir’deki Gezi eylemlerinde polis ve esnaf işbirliğiyle dövülerek öldürülen Ali İsmail Korkmaz’ın davasında karar duruşmasında, Ali İsmail’e son tekmeyi atan ve müebbet hapis istemiyle yargılanan sanık polis memuru Mevlüt Saldoğan’ı ‘ölüme sebebiyet vermek’ suçundan 13 yıl hapisle cezalandıran mah-
keme, “iyi hal” gerekçesiyle bu cezayı 10 yıl 10 aya indirdi. Sanık avukatı, “müvekkilinin dört yıl iki ay hapis yattıktan sonra denetimli serbest hükümlerinden faydalanarak serbest kalacağını” açıkladı. Esnaflar ise, altı yıl sekiz ay hapisle cezalandırılırken, içlerinden birine verilen sekiz yıl hapis cezası, indirimler, iyi hal ve yattığı süre göz önünde bulundurularak tahliyeye çevrildi. Diğer polisler ise beraat ettiler. Karara tepkilerini göstermek için Korkmaz ailesi ve avukatların adliye önünde açıklama yaptığı sırada polis kitleye TOMA ve gaz bombalarıyla saldırdı. Burjuva mahkemelerinden emekçiler ve ezilenler için adalet beklemek boş bir hayalden öteye gidemez. Ufuk DEMİRCİ
İşçilerin Sesi
“Atomu parçalarız ama aileyi asla!” 17 Ocak’ta Akkuyu Nükleer A.Ş. ve Gülnar Kaymakamlığı işbirliğiyle, Gülnar Belediyesi Çok Amaçlı Salonu’nda düzenlenen “Aile İçi İletişim Konferansı”na ağırlıklı olarak Kaymakamlık ve Belediye Başkanlığı çalışanlarından oluşan yaklaşık 600 kişi katıldı. Şirket ve Kaymakamlık yetkilileri, düzenledikleri konferansla atomun parçalanmasıyla ortaya çıkan radyoaktif atıklar ve radyasyonun insan, hayvan sağlığı ve çevreye vereceği zararlarla ilgili pek bir şey bilmeseler de, ailenin bütünlüğü konusunda konuşmaktan geri durmadılar. Gülnar Kaymakamı İsmail Pendik, “Aileyi geliştirip yaşatmak hepimizin üzerine düşen en büyük vazifedir” derken, Akkuyu Nükleer A.Ş. adına konuşan Lütfi Sarıcı ise ailenin toplumun bütünleşmesini sağlayan, aynı zamanda da toplumu geleceğe taşıyan en küçük ama en etkili birimin aile olduğunu söyledi. Türkiye’deki krizlerin kolay aşılmasının ve ciddi toplumsal kaoslarının olmamasının, güçlü Türk aile yapısına bağlandığını hatırlatan Sarıcı, aile içi iletişime vurgu yaptı: “İletişim aile içerisinde başlar ve ailedeki iletişim, tüm toplumu etkiler.” Yani şöyle mi demek istiyor? Olası bir sızıntı olursa, kaos yaratmayalım, her şey “aile içinde” kalsın! Kamuoyuna bilgi vermeye gerek yok. Güney Kore’de radyoaktif sızıntıların halktan saklandığı biliniyor. Tabii ki çocuklar da unutulmadı! “Çocukların aydınlık yarınlara hazır olması bizlere bağlı” diyen Sarıcı aslında şunu mu demek istiyor? Akkuyu nükleer santralından yayılan radyasyona maruz kalan çocukları korumanın en iyi yolu, onlarla iyi iletişim kurmaktır! Kısaca, evinizde oturun, sesinizi çıkarmayın, çocuklarınızı da dizginleyin! İS HABER
Şubat 2015/35
Paketten “Annelik” çıktı!
B
aşbakan Ahmet Davutoğlu geçtiğimiz haftalarda bir toplantı düzenleyerek Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Programını açıkladı. Programın ana hedefini kadın istihdamının ve nüfusun artırılması oluşturuyor. Bu program daha önce başlatılmış olan ve her aileye bir aile danışmanı görevlendirilmesini hedefleyen Aile Sosyal Destek Programı’nı da kapsıyor. “Aile Paketi”nin her bir maddesinin büyük sorunlar taşımasına rağmen, AKP hükümetinin asıl olarak yapmak istediği, kadınları sadece annelikle tanımlamak ve sermayenin hedeflerine uygun olarak esnek ve güvencesiz çalışmayı kadın emekçilerden başlayarak sınıfın geneline yaymak. Hem ucuz işgücü hem doğurma makinesi Kürtajın fiilen yasak hale getirilmesi, sürekli “çok çocuk doğurun” mesajları, kadının yok sayılarak aile ile tanımlanması ve son olarak fazla doğumda kadınlara yapılan sözde teşviklerle, kadınların hayatları hiçe sayılarak, aile muhafazakar bakışla güçlendirilmek isteniyor. Diğer yandan kadınları yarı zamanlı-esnek ve ucuz işgücü olarak kullanmaktan hükümet vazgeçmiyor. Kadınla erkeği eşit görmeyen Tayyip Erdoğan ve hükümetin sözcüleri, sözde eşitliği sağlamak için, dini referansları da kullanarak kadının rolünü yeniden tanımlıyor. Paketin içinde yer alan Aile Sosyal
Destek programında aileye hizmet verecek din görevlilerinin devreye girmesi yeni bir olgu. Din görevlileri, kamu görevlisi kimliğiyle kadınların yaşamları hakkında karar vermelerinde etkili olacak. Diğer önemli bir tehlike ise “Aile sosyal danışmanları”. Bu danışmanlar ailedeki bireylerin durumlarını fişleyecek. Eğer ailede “eksik dini duygular”, “manevi değerlerde eksiklik” tespit edilirse diyanetten uzmanlardan destek istenecek. Bu durum da muhafazakarlık çerçevesinde yeni bir saldırıdır. Aile kadınlar için güvenli bir yer mi? Kadına yönelik erkek şiddetinin ne kadar yaygınlaştığını ve ürkütücü boyutlara vardığını her gün görüyoruz. Şiddetin ardından gelen cinayetlerin bir anlık öfke, cinnet gibi nedenlerle açıklanabilecek sıradan “adli” vakalar olmadığını da görüyoruz. Kadınlara yönelik öldürücü şiddetin giderek artması, erkek egemen sistemin ve hükümetin kendi eliyle sürekli beslediği cinsiyet eşitsizliğinin bir sonucudur. Bu nedenle sorun bütün toplumu ilgilendiren politik bir konudur. Türkiye kadın hareketinin otuz yıllık mücadelesi ile kadına yönelik şiddetle mücadele için yeterince kapsamlı önleyici yasalar yürürlüğe girmiştir. Ancak şiddet oranları ve cinayetlerin her geçen gün katlanarak artması, sorunun asıl nedenlerinin görmezden gelindiğinin açık göstergesidir. Tam da aile içinde oluşan şiddetin
ve aile bireylerince işlenen cinayetlerin, kadınların “itaatkâr, evinin kadını, 3 çocuk kariyeri sahibi” olmaları üzerine kurulu aileyi güçlendirme politikalarıyla ve sadece adli yöntemlerle önlenemeyeceği özellikle son on yıldır yeterince kanıtlanmıştır. “Aile Paketi” kadınların gerçek durumuna ilişkin bir cümle ile bile yer vermemiştir. Kadınların durumunu iyileştirecek, gerçekten eşit cinsiyet konumuna getirecek kapsamlı sosyal politikalar yerine, sadece kadınlara yüklenen, pekiştirilen uygulamalar öngörülmüştür. “Kadın ve erkek eşit değildir”, türü söylemler ayrımcılığın pekiştirilmesine hizmet etmiştir. Ev kadınlığı: Kayıt dışı çalışma! Pakette yer alan kadın istihdamını artırmaya yönelik tedbirler ise, AB ülkelerinde uzun zamandır uygulanan aile ve iş yaşamını uyumlaştırma politikalarının kötü bir kopyasıdır. Kaldı ki o ülkelerde de istenilen hedeflere ulaşılmamıştır. Avrupa özelinde kadınların işgücü piyasasına katılımlarını kolaylaştırmak için uygulanan politikalar, önü arkası düşünülmeden tercüme edilmiş. Kreş bakım hizmetlerinin ücretsiz ve yaygın olmadığı durumda kadınların çalışma hayatına katılımı nasıl sağlanacaktır? Aslında hükümetin amaçladığı kadın istihdamından çok anneliğin artırılmasıdır. Asıl sorun bu da değildir: Görünmeyen, erkek egemenliğinin ve sermayenin güç aldığı esas alan, kadının ev içindeki bakım yüküdür. Çalışan eşin, çocukların ve yaşlıların bakımı ev kadınının üzerindedir. Ev kadınlığı, çalışan ya da çalışmayan her kadın için asli bir görevdir. Esas “kayıt dışı” çalışma alanı budur. Karşılığı ödenmeyen, kadınların hayatlarındaki en büyük eşitsizliğin beslendiği koşulları yaratan bu durumdur. Bu eşitsiz durum kadınların yararına değişmedikçe kadınların özgürleşmesi önündeki engelleri kaldırmak hemen hemen imBanu PAKER kansızdır.
İşçilerin Sesi
Şubat 2015/35
5
Mahallemize sahip çıkacağız
O
kmeydanı Mahmut Şevket Paşa Mahallesinde Tapu tahsislerin tapuya dönüşmesi için düğün salonunda mahalleli bilgilendirildi. Okmeydanı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin öncülüğünde iki aydır mahallede tapu tahsislerin tapuya dönüştürülmesi ve hak kayıplarına karşı mahalleliyi uyarmak ve birlikte bu hak kayıplarının önüne geçmek için birlikte hareket etmenin gerekli olduğu anlatıldı. Yaklaşık iki aya yakın bir zaman diliminde köy derneklerinde, kahvehanelerde, ev toplantıları yaparak birlikte davranmanın önemine vurgu yapıldı. Yapılan bilgilendirme toplantılarından sonra 31 Ocak Cumartesi günü Bir Umut Derneği’nden avukatla birlikte salon toplantısı yapıldı. Toplantının açılışını dernek başkanı yaptı ve derneğin hangi ihtiyaçlar üstüne kurulduğunu, bu mahallenin kuruluşunda bulunan büyüklerimizin nasıl bir dayanışma içinde olduklarını, zamanla bu duygunun erozyona nasıl uğradığını, ama bugün bizler istersek tekrardan ortak sorunlarımız için ortak çözüm şiarıyla bu duyguyu oluşturabileceğimize vurgu yapıldı. Bugüne kadar tapu tahsislerin tapuya dönüşmesi için yürüttüğü-
müz toplantılara ilgi göstermeyen Mahalle muhtarı ve Şişli Meclis üyeleri toplantıya ilgi gösterdiler. İlgi göstermelerinin nedeni ise, “birlikte bu hak kayıplarına karşı neler yapabiliriz” sorusuna yanıt aramaktan çok derneğin yürütmüş olduğu çalışmaların sonucunda mahalleli tarafında “bu bilgilendirme çalışmalarında neden muhtar ve meclis üyeleri yok” sorusu ve baskısıdır. Zaten meclis üyesinin yaptığı konuşmada birlikte neler yapabiliriz değil, birkaç sorunu dile getirerek mahalle için bir şeyler yaptıklarını mahalleliye anlatarak üzerlerinde oluşan baskıyı savuşturmak oldu. Çünkü meclis üyesi “bizler CHP İstanbul il ve İlçe yönetimleri olarak bu bölgelerde toplantılar yapacağız. Ama tarihi belli değil”
dedi. Tapu tahsisleri tapuya dönüştürmek için 15 Mayıs 2015’e kadar süremizin olduğunu unutmuşa benziyorlar. Dolayısıyla yaşadığımız sorunun zamanla bir ilgisi olduğunu ve kaybedecek bir dakikanın dahi olmadığının bilinmesinde fayda vardır. Dernek başkanının belirlediği sorunları meclis üyesi de ifade etti. Meselenin kendisi sorunu ifade etmek olmadığı, bu sorunlara karşı mahalleliyi bilgilendirmenin dışında, mahalleliye nasıl bu sorunu aşacağına yönelik neleri önerdikleridir. Doğal olarak meclis üyesinin konuşması aslında dernek tarafından yürütülen çalışmanın muhtar ve meclis üyeleri tarafından da yürütüldüğü izlenimini vermek idi. Bu yaklaşım tutmadı.
Sonra söz Bir Umut Derneği’nin gönüllü üyesi avukat Erbay Yucak’a verildi. Yucak, meclis üyesinin yaptığı açıklamaya eleştiri getirdi. Konuşmasında “6306 sayılı yasanın 23 maddesi tapu tahsisleri hak sayan yasayı yürürlükten kaldırıyor. Eğer bu güne kadar CHP veya diğer partiler 2,5 yıldır kaldırılacağı bilinen bir yasa için hiçbir şey yapmıyorlarsa ve bugün kalkıp derneğin düzenlediği bir toplantıda bizde bir şeyler yapıyoruz havasını estirmelerinin kimseyi kandıramayacağı” değerlendirmesini yaptı. 2981 sayılı yasanın kalkacağını ve mahallelinin kendi haklarını korumak için bu sürecin takipçisi olmalarının önemine vurgu yaptı. Hak kayıplarını önlemek için öncelikli olarak 2981 sayılı yasadan doğan haklarınızı Şişli Belediyesi başta olmak üzere, Büyükşehir belediyesine toplu olarak dilekçelerin verilmesi gerektiğini vurguladı. Bireysel olarak başvurmanın bir faydası olmadığının altını çizdi. Mahalleliden gelen soru-cevaplardan sonra, hazırlanacak dilekçelerin toplu olarak verilmesi için dernek yönetiminin belirleyeceği gün ve zamanda toplu olarak belediyelere gidilmesi kararı alınarak toplantı bitirildi. Çiğdem ÇİÇEK
Kaç-Ak Saray aklanabilir mi hiç?
İmar planları mahkeme tarafından iptal edilen yapılara gün doğuyor.
Ç
evre ve Şehircilik Bakanlığı’nın kanun tasarısı, İmar Kanunu’nun tek maddesinde torba kanunda yapacağı bir değişiklikle hem Ak Saray’ı hem de Zeytinburnu’nda silueti bozan ve yıkım kararı çıkan 16/9 gökdelenlerini kaçak olmaktan çıkarıp aklamayı planlıyor. Tasarı kanunlaşırsa, mahkeme kararları geçersiz sayılacak ve bu binalar yıkılamayacak. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın “3194 sayılı İmar Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmündeki Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” 16/9 gökdelenleri gibi imar planları mahkeme tarafından iptal edilen yapılara gün do-
ğuyor. Yeni tasarı 3194 sayılı İmar Yasası’nın ruhsat süresi ile ilgili 29’uncu maddesinde değişiklik öngörüyor. Tasarı ilgili maddeyi aynen korurken ek bölümler getiriyor. O ek bölümde ise şu ifadelere yer veriliyor: “İnşasına başlanmış yapılarda, uygulama imar planında değişiklik yapılması veya planın iptal edilmesi sonucunda plana aykırı hale gelen yapılar; plan değişikliği veya iptali yapıldığı tarih itibari ile taşıyıcı sistem seviye tespit tutanağı düzenlenir. Tespit edilen bu seviye ruhsat eki proje ve eklerine uygun olmak şartı ile müktesep (kazanılmış) hak sayılır. Yeni uygulama imar plan kararında bu yapılara ilişkin
hüküm getirilmemişse, parselin niteliği değişmemiş ise yapı bu seviye itibari ile tamamlatılır. Ancak umumi hizmet alanı olması halinde her türlü masrafı tazmin edilerek plan kararlarına uyulur.” Bu değişiklik, plana aykırı olmasından dolayı dava sonucu yıkım kararı çıkan binalar için, yapıldığı kadarını hak sayıyor. Yani eğer tamamlandıysa, artık yıkılamıyor ve üstelik bir de ruhsat veriliyor yani yasal hale getiriliyor. Bu değişiklik aynı zamanda planlamayı da anlamsız kılıyor, belediyeler tarafından onay verilen projeler plana aykırı da olsa yapılabilme imkanı doğuyor. Bu değişiklik aynı zamanda
kentsel muhalefetin yargı ile mücadele yolunu da elinden alıyor. Yargı kararlarının da tanınmayacağını söylüyor. Bu değişiklik, hükümetin “kaçak binalar” konusundaki asıl düşüncesini de ortaya koyuyor: Eğer zenginler için yapılan binalar plana aykırı ise, kaçak olsa da sorun yok, aklarız. Ama dar gelirli işçi sınıfı kaçak ev yaparsa kentsel dönüşüm ilan edilir ve evlerini başına yıkarız, demek anlamına geliyor. Kanunları değiştirebilirler ama ne Ak Saray’ın kaçaklığını ne de yapılan lüks binaların plansızlığını ortadan kaldırabilirler. Evimiz, parkımız, okulumuz, kentimiz bizimdir; kentte yaşayanlarındır. Zehra SELANİKLİ
6
İşçilerin Sesi
Şubat 2015/35
Ne oldu “sert” İSG tedbirlerine?
A
KP hükümetinin hangi sınıfın çıkarlarını kolladığını iş cinayetleri karşısındaki tutumuna bakarak anlayabiliriz. Soma maden ve Torunlar inşaat facialarının ardından kamuoyunda büyük tepki çeken iş cinayetlerini engelleme iddiasıyla ortaya fırlayan AKP hükümeti, ilk zamanlar estirdiği asarız, keseriz edebiyatından geriye birşey kalmadığı gibi, gündeme getirdiği birçok yasal düzenlemede ortada yok. Soma’da Ermenek’de Torunlar’da işçiler katledilirken Çalışma Bakanı Faruk Çelik kendilerini temize çekmek için sık sık “madenleri kapatmak istediğimizde hatırlı kişilerden baskı görüyoruz” şeklindeki açıklamalarını yapmıştı. İşçi sağlığı ve güvenliği paketindeki “sert” tedbirler daha hazırlık aşamasında yumuşadı. Çünkü hatırı sayılan kişiler yine baskı yaptı! Daha doğrusu kamuoyunun gündeminin değişmesiyle birlikte, AKP de vaatleri sümenaltı yaptı. Soma’daki iş cinayeti sonrası verilen yasa teklifinde “maden sektöründe yaşanan ölümlü iş kazasında kusuru olduğu yargı kararı ile kesinleşen işveren için 2 yıl ihale yasağı” öngörülmüştü. Verilen önergeyle, ihalelerden men süresi “kusuru oranında iki
yıla kadar” olarak değiştirildi. Böylece 2 yılın altında da ceza verilmesine olanak sağlandı. Yapılan denetim sonucunda işin durdurulmasını gerektiren bir durum tespit edilirse uygulanması öngörülen idari para cezaları da tasarıdan çıkarıldı. Ayrıca maden ve yapı işyerlerinde cezaların yüzde 300 oranında artırılarak uygulanması düzenlemesinden vazgeçildi. 250’den daha fazla çalışanı bulunan işyerlerinde, para cezalarının katlanarak artırılması düzenlemesinin de tasarıdan çıkarılması planlanıyor. Tasarıda işçilere kişisel ko-
ruyucu donanım temin etmeyen işyerlerine çalışan başına aylık 1000 TL ceza verilmesi düzenlemesi bulunuyordu. Ancak yeni önergeyle söz konusu ceza çalışan başına 500 TL’ye çekilecek. En basit ve zorunlu olan baret kullanımına uymayan patronların para cezaları da düşürülmüş olacak. Birçok acı örnek bize gösteriyor ki, küflü gaz maskeleri, günü geçmiş yangın tüpleri, bozuk elektrik panoları, olmayan yaşam odaları patronların yapması gereken ama yapmadıkları iş güvenliği işlemleridir. Bu yüzden patronlar önlemleri pa-
halı bulup donanım almayarak iş cinayetlerinin ana sorumlusu oluyorlar. Patronların büyüme stratejisinde işçilerin ölümü bir maliyet sebebidir. AKP hükümetinin çark etmesinde, birçok AKP milletvekili ve çevresinin madencilik alanında ocaklara sahip olması da var. İnşaatı saymaya bile gerek yok. Yüksek karlı birçok sektörde patronlar AKP’li ve işçi ölümleri de en yüksek! Bu tesadüf olabilir mi? İşte bu yüzden “sert” işçi sağlığı ve güvenliği tedbirlerinden “light” tedbirlere geçiş AKP’nin fıtratında var! Canan MENGUL
Diyanet kimden yana belli oldu...
İ
şçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, iş cinayetlerine dair yıllık ön raporunu açıkladı. “Rapora göre 2014 yılında en az 1886 işçi yaşamını yitirdi. Hayatını kaybeden işçilerin 54’ü çocuktu. 1754’ü erkek, 132’si kadın, 53’ü göçmendi.” Bu tablo karşısında devletin kurumları ne yapıyorlardı? Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı “iş kazaları” nedeniyle patronlara para cezaları kesmekle yetiniyordu. Devletin bir başka kurumu olan Diyanet ise, bu iş cinayetlerinin üstünü örten, gizleyen ve kadermiş gibi göstermek isteyen bir propaganda çalışmasını yürütüyor. Geçtiğimiz günlerde İstanbul Müftülüğü, kentteki tüm camilerde okutulmak üze-
re hazırladığı bir Cuma Hutbesi’nde, iş cinayetlerini önlemek için alınacak tedbirlerde ölçülü olunması gerektiği savunuldu: “Bu husustaki aşırılık Yüce Allah’a güveni sarsan bir davranış haline dönüşür.” Müftülüğün internet sitesinde yer alan ilgili hutbede “iş kazalarında insan unsurunun etkin olduğu”, “tedbirsizliğin acı sonuçlarının yürekleri yaktığı” belirtiliyor. Görüldüğü gibi, iş cinayetlerinin sorumlusu, patronlar ve çalışma düzeni değil, tedbirsiz işçiler! Hutbeye göre “tedbir alınırsa sorunlar azalabilir” buna karşılık, alınacak tedbirlerde aşırıya gidilirse (iş cinayetleri önlenirse) “Allah’a güveni sarsan bir davranış haline dönüşe bilir”;
azrailin işine karışmayın diyor! “Kul olarak üzerimize düşen görevi yapmış olmamıza rağmen her zaman arzu ettiğimiz neticeye ulaşamayabiliriz” diyerek, iş kazalarının kaçınılmazlığı vurgulanıyor. Sonuç olarak, işçilerin yaşananlara rıza göstermesi gerektiği ön çıkarılıyor. Diyanet, patronlara bu kadar açıktan desteği tepki çekince, ilgili hutbeyi internet sitesinden kaldırmak zorunda kaldı. “Kuyruğu dik tutmak” için yerine konulan yeni hutbede ise yılbaşı kutlamaları ‘yanlış ve gayrimeşru’ olarak tanımlandı. Diyanet bunu ilk kez yapmıyor. 2011 yılında Birleşik Metal İşçileri Sendikası tarafından başlatılan grev ve direnişlerin
sürdüğü Düzce’de “İşçi ve işverenin sorumlulukları” konulu bir hutbede “iş yavaşlatmanın ağır bir dini mesuliyet olduğu” bile ileri sürülmüştü. Bu hutbeye göre “Yüce dinimiz işverenle işçi arasında her zaman adaletli bir bağ kurmuştur. Her ikisinin de karşılıklı olarak uymaları gereken prensipler koymuştur. İşyeri, işçi için ekmek kapısı demektir. Çalışanın geçimi bu ekmek kapısına bağlıdır, işi gereğinden fazla yavaşlatmak veya işyerine zarar vermek, kârı ve kârlılığı azaltıcı davranışlarda bulunmak çalışanı ağır dini mesuliyet altına sokar”mış! Böylece ılımlı İslam’ın, Diyanet’in kimin tarafında olduğu da anlaşılmış oldu! Ufuk DEMİRCİ
İşçilerin Sesi
Şubat 2015/35
AKP “kıdem tazminatı” için yeniden pusuda...
K
ıdem tazminatı son 4 yıldır AKP hükümeti tarafından sürekli olarak gündemde tutuluyor. Son olarak yeniden fona devredilmesi gündeme getiriliyor. AKP hükümeti dönem dönem işçi ve emekçilerin nabzını ölçmek için kıdem tazminatı tartışmasını gündeme taşıyor. 2014 sonunda açıklanan Orta Vadeli Planda, bireysel hesaba dayanan bir kıdem tazminatı sisteminin kurulması planlandı. Orta Vadeli Planda yer alan bu net hedefin seçim sonrası hayata geçirilmesi beklenirken Başbakan Davutoğlu ve Çalışma Bakanı Çelik tarafından yapılan açıklamalarla seçimden önce düzenlemenin yapılacağı söyleniyor. “Bireysel hesaba dayanan bir kıdem tazminatı sistemi” iki yönlü tehdit içeriyor: İlki eksikleri olsa da işçilerin önemli bir kazanımı olan kıdem tazminatı hakkını patronların lehine ortadan kaldırmak; ikincisi ise bir işçi hakkı olmaktan çıkartıp, “bireysel hak” (özel emeklilik) zeminine çekerek, işçilerin sınıf olma bilincini yok etmeye çalışmak. Evet, kıdem tazminatı var olan haliyle eksiktir; kıdem tazminatı alabilen ve sistemden faydalanabilen işçi sayısı çok az. Yapılan açıklamalara göre 100 iş-
çiden sadece 15-20’si kıdem tazminatından faydalanabilmekte. Mevcut kıdem tazminatı sistemi ile kayıtdışı istihdam arasında kısır bir döngü var. Kayıtdışı istihdamın yüzde 37 seviyesinde. Her 100 işçiden 37’si doğrudan kıdem tazminatı sisteminin dışına atılmış bulunuyor. Kıdem tazminatına hak kazanmak için gerekli olan en az 1 yıl çalışma şartı birçok patron tarafından istismar ediliyor. Sürekli giriş-çıkış yapılması bu yüzden. AKP için bu eksikliklerin alternatifi, elimizdeki hakkı da alarak, herkesi eşitlemek! Oysa soru şu: Kıdem tazminatını bu şekilde istismar eden ve eşitsizlik yaratan kim? AKP hükümeti bu suistimali kullanarak, işçi ve emekçilere mağduriyetlerini gidermek adına patronların çıkarlarına hizmet eden
düzenlemeler yapıyor. Kıdem tazminatı sistemini bozan AKP ve patronlardır ve sorunların çözümü fon değildir. Fon kurma ve kullanımındaki geçmiş tecrübelere baktığımızda (Konut Edindirme, Zorunlu Tasarruf vb.) tamamı işçinin kaybıyla sonuçlanmış ya da başka amaçlarla kullanılmıştır. İşsizlik Fonu bunun canlı kanıtıdır. Fonda birikmiş olan 70 milyar TL (katrilyon) para var ama işsizler için kullanılmıyor. Kıdem tazminatı işçi sınıfının kolektif bir hakkıdır ve ödenmemiş emeğinin kısmen karşılığı demektir. Haklarımızı kaybetmemek işçilerin haklarına sahip çıkmasına bağlı. Biz sahip çıkmazsak, ne sendika büroratları ne de muhalefet partileri bizim haklarımızı koruyabilir; korumak için çalışırlar. Nuray TEPE
Soma Holding’e ceza değil ödül verdiler Soma Holding AŞ’ye bağlı Gürmin Enerji Madencilik adlı firmanın Amasya’da kurulması öngörülen termik santral için yetki aldı. EPDK’de yapılan inceleme ve kurulması öngörülen termik santralın bağlantısıyla ilgili TEİAŞ’ın da olumlu görüş vermesi üzerine; Soma AŞ’ye termik santralın kurulmasıyla ilgili ön lisans verildi. Henüz maden faciasındaki ihmallerin hesabı sorulmadan Soma AŞ’ye yeni bir termik santral kurulması için verilen ön lisansın süresi 18 Aralık 2017 olarak belirlendi. Maden faciasıyla ilgili hâlâ yargı süreci sürmesine rağmen Soma AŞ’nin 2015 içinde üretim lisansı alması bekleniyor. Basına yansıyah haberlere göre, Soma AŞ, faciadan yaklaşık bir yıl önce Yeni Çeltek Maden İşletmesi’nden 15 Mayıs 2013 tarihinde rödovans karşılığı söz konusu termik santral sahasını almıştı. Amasya’da bazı sivil toplum örgütleri, santralın kurulacağı bölgenin deprem bölgesi olduğu, çevreyi kirleteceği ve insan sağlığını olumsuz etkileyeceği gerekçesiyle projeye karşı çıkıyor. Projeye göre Merzifon ve Suluova arasında 300 megavatlık kömürle çalışan bir termik santral kurulması öngörülüyor.
Yardımlar eşit olmalı!
HDK’den İSİG Çalıştayı
SGK 2015 yılında işçinin vefatı halinde, geride kalanlarına 5510 sayılı kanuna göre 449 lira cenaze ödeneği vermektedir. Memurlara ise 657 sayılı kanunda yer alan hüküm gereği vefat eden memura asgari 1.507 lira ölüm yardımı yapılmaktadır. Hükümet yıllarca halka SSK, Bağ-Kur, Emekli Sandığını birleştireceğini hiçbir ayrımın olmayacağını anlattı durdu. Yapılan bu ayrımcı uygulamada ölen bir işçinin değeri, ölen bir memurdan daha ucuz anlamına gelmektedir. Biz bu ayrımcılığa karşıyız. Bu ücret arttırılmalı. İşçi de, memur da yıllarca dev-
Halkların Demokratik Kongresi (HDK), Şubat ayı içinde İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Çalıştayı düzenleyecek. Özellikle geçtiğimiz yaşanan iş cinayetlerinin boyutu düşünüldüğünde, iş güvenliği konusunun gündemde tutulması önemli. HDK Emek Meclisi “Esnekleştirme yoluyla güvencesizleştirmenin daha da geliştirilmesi ve de tüm bu uygulamaların en net karşılığı olan taşeronlaştırmanın 2015 yılında da artacağı, AKP hükümetince de açıkça ifade edilmesini” dikkat alarak “2015 yılında da binlerce işçinin hayatını yitireceği ve yine on binlerce işçi-
lete prim ödüyor. Cenaze masrafları bu paranın en az iki katı tutuyor. Eskiden ölen işçinin memurun ardından inançlarına göre (7’si, 40’ı, 52’si) günlerinde et yemeği verilirdi. Şimdi tavuk veriliyor. Artan yoksulluk gelenekleri de değiştirmiş durumda. Benzer bir uygulama doğum yardımı içinde geçerli. Çocuğu doğan işçiye 5510 sayılı kanun gereği bir sefere mahsus 112 lira veren devlet, memurun doğan çocuğuna bu yardımı 198 lira olarak veriyor. Doğum ve ölüm nedeniyle yapılacak yardımlar herkes için aynı olmalı. İS HABER
7
nin de engelli duruma geleceğini öngörerek”, “iş kazaları ve meslek hastalıklarına karşı mücadele için, öncelikle haklarımızı bilmek, daha sonra da bu konuda neler yapabileceğimizi tespit etmek” amacıyla bir çalıştay düzenliyor. Çalışanlar sadece sorunun mağduru değil, aynı zamanda çözümün de sahibi olduğu bakış açısından hareketle, “Halkların Demokratik Kongresi – Emek Meclisi”nce sorunların ve çözüm yollarının tespiti amacıyla 21-22 Şubat’ta Petrol-İş Sendikası salonunda “İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Çalıştayı” düzenleyecek. İS HABER
8
İşçilerin Sesi
Şubat 2015/35
Metal işçisinin grevle imtihanı
“Kaybedecek bi
M Kavel bir başlangıçtı Türk-İş’e bağlı Maden-İş Sendikası’na üye Kavel Kablo Fabrikası işçileri, grev hakkının olmadığı ve grevin yasadışı ilan edildiği 1963 yılı koşullarında iş bırakarak direnişe geçtiler. Sendikaya rağmen iş bırakarak tezgâh başında oturan işçiler, sendikadan istifa etmeleri yönündeki baskılara ve yıllık ikramiyelerinin kaldırılmasına karşı mücadele ettiler. Fabrikanın kapılarını kaynaklayıp bir haftayı içerde geçiren işçiler, eylemlerini işyerinin önünde de sürdürdüler. Mücadelelerin sonucunda sadece kendi haklarını değil işçi sınıfının haklarında önemli bir kazanım elde ettiler. 12 Eylül 1980 Darbe dönemi bağımsız Otomobil-İş Sendikası tarafından örgütlenen Netaş Grevi ile bozdu. Toplu sözleşme maddelerindeki anlaşmazlık nedeniyle 18 Kasım 1986’da başlayan Netaş Grevine 3150 işçi katıldı. Sermayenin askeri baskı tedbirleri bile işçi sınıfının mücadelesini durdurmaya yetmeyecekti. Netaş işçisi 93 gün süren grevin ardından işçi sınıfı tarihine Bahar Eylemleri olarak geçen süreç başladı. 1990 Grevi Bahar Eylemlerinin işçi sınıfına verdiği mücadele ruhuyla 25 Aralık 1990’da 300 bin lira olan ücretlerinin 1 milyon liraya çıkarılması için 280 işyerinde 120 bin metal işçisi greve çıktı. 32 gün süren grev, Irak işgali nedeniyle kesintiye uğradı, Bakanlar Kurulu 2 ay grev erteleme kararı aldı. Her ne kadar Danıştay’dan grev ertelemeye yürütmeyi durdurma kararı çıksa da 1 Mart’ta MESS
ile masaya oturan metal işçisi, sözleşmeye imza attı. İşçilerdeki mücadele yönelimi birbirini etkileyen, birbirinden beslenen bir ruh halidir, aynı günlerde maden işçileri de büyük Ankara yürüyüşü ile tarihe geçiyordu. Tüm işçi sınıfı örgütlerinde 1990’lardan sonra başlayan dalgalanmalar tabanın yetki ve kararına rağmen sendikal yönetimin işçiden ayrı hareket etmeye başlaması 1990’lar sonrasında işçi mücadelelerine yansıdı. İşçi sınıfının tüm mücadelelerinde her zaman bir bürokratikleşme 1990’lar sonrası sermaye ve hükümet politikalarıyla işçi örgütlerini kemirmeye başladı, bugünde devam ediyor. Metal işçisi örgütlenmedeki bu temel sorunla 1990 ve sonrasında mücadelelerinde var olmaya çalıştı. Ancak metal işçisi birçok hak kaybı olmasına rağmen 1990’dan 2011’e kadar 21 yıl boyunca grev silahından uzak duran daha pasif bir mücadele hattında kaldı. 2011 Grevi 21 yıl sonra, yine Aralık ayında, Birleşik Metal İş üyesi 15 bin işçi, MESS ile Türk Metal Sendikası arasında imzalanan sözleşmeyi kabul etmeyeceğini açıkladı. 22 Mart’ta Eskişehir’de bulunan İtalyan ortaklı Süsler Doruk fabrikasında yapıldı. Ardından Gebze’deki Standard Depo ve Arfesan fabrikası geldi. Diğer fabrikalarda patronlar grev yapılmasına bile gerek olmadan MESS’ten bağımsız olarak Birleşik Metal-İş ile anlaşmalara vardı. Süsler Doruk’ta grevin 11’inci, Standard Depo’da ise grevin ilk haftasında anlaşmaya varan Birleşik Metal-İş Arfesan’da da grevin 8’inci gününde anlaşmayı imzaladı.
etal işçilerinin yıllar içinde geldiği nokta, bu başlıkta özetlenebilir. Prysmian İşyeri Baştemsilcisi Gökhan Aydın, “Özellikle genç işçiler bir şeyleri değiştirmenin derdinde” olduğunu söylüyor. Ejot Tezmak işçileri bu yıl MESS’e üye olan patrona tepkili. İşyeri Baş Temsilcisi İlker Tetik “Patron, grev oylaması için imza topladı. Ancak bizim kararlılığımızı görünce sonucun değişmeyeceğini biliyorum dedi ve grev oylaması istemedi” diyor. İşçilerin grevin ve sonuçlarının farkında olduğunu belirten Tetik, işçilerin hem ekonomik olarak hem de psikolojik olarak kendilerini hazırladığını ifade etti İşçilerin grevden korkmadığını kaydeden Gebze Yücel Boru İşyeri Baştemsilcisi Fatih Yıldırım, işçinin kendine güvendiğini ifade etti. Grev oylamalarından çıkan sonucun bunu gösteriyor. Yıldırım, “MESS’in saldırıları başladı zaten. Bu saatten sonra hiç kimsenin işi kolay değil. Asıl mevzu kapıya çıktıktan sonra başlıyor. Psikolojik bir mücadele bu. Bunu da işçi biliyor zaten. İnanıyoruz ve kazanacağız” diyor. 50 bin işçinin çalıştığı, 500’e yakın fabrikanın bulunduğu İzmir çiğli Organize Sanayi Bölgesinde bulunan Schneider fabrikası işçi-
si Raşit Ekin, çevre fabrikalardan çalışan işçilerden de büyük bir destek aldıklarını ve bu grevin büyüyeceğini ifade etti. Ekin, “Önümüzdeki hedef grevi ayakta tutmayı ve grev esnasında diğer örgütsüz fabrikalarda örgütlenmeyi nasıl sağlarız. Bunu düşünüyoruz. Biz bu grevden kazanımla çıkacaksak yalnızca kendi toplusözleşmemizi imzalayarak çıkamayız” dedi. Grev oylaması Metal işkolundaki 28 Ocak itibarıyla 9 işyerinde yapılan grev oylamasının tamamında işçiler greve evet dedi. Üstelik grev oylamaları işyerlerinde sadece bir vardiyanın bulunduğu 12.00-14.30 arasında yapıldı. Bu saatlerde işyerinde ol-
“Biz bitti demeden
B
irleşik Metal-İş Sendikasının 29 Ocak’ta başlattığı grevin 4’üncü gününde Yenibosna’da bulunan Paksan işyerini ziyaret ettik. Grevciler adına şube başkanı söz aldı ve süreci özetledi, grevlerinin hedeflerini ve kazanma yolunu açıkladı. Şunları söyledi: “Bu greve başlarken şöyle demiştik: Grevimiz Türiye’de ötekileştirilen, ezilen, ötekileştiren herkesin grevi olmalı. Biz bu grevin sadece çadırlarda nöbet tutmasından sorumlu neferleri olacağız. Bu grevin herşeyi biz olursak, bu grev başladığı gibi sönümlenir. Bu ülkede ötekileştirilmiş sınıfın bütün birlik ve bölüklerinin katılabileceği bir grev
haline dönüştürebildiğimiz ölçüde sermayeden hesap sorabiliriz demiştik. Biz bu grev çıktığımızda patronlar sendikası MESS ve onunla kolkola giren gangster faşist sendika Türk Metal, bunlar marjinal sendika, greve çıksın ne hali varsa görsün diye ifade etmiştir. Grevin dalga dalga büyümesiyle ise, sadece marjinal olmadığımızı, Birleşik Metal-İş Sendikasının 15 bin üyesinden ibaret olmadığını gördüler. Dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş şekilde sermaye ve sarı-faşist Türk Metal Sendikası, bugünkü iktidardan medet umar noktada grevlerin ertelenmesini istemiştir. Grevin ilk günü, 29 Ocak’ta grevimiz ertelenmiştir. Bu bizim
İşçilerin Sesi
Şubat 2015/35
ir şeyimiz yok” MESS’in sözleşmesi TÜRK METAL’in ve ardından Çelik-İş’in MESS’le imzaladığı sözleşmeyle, sözleşme süresi 2 yıldan 3 yıla çıkarıldı. Ücretlere ilk 6 ay için yüzde 3.78 artı işyeri ortalama saat ücretinin yüzde 6’sı tutarında seyyanen zam alındı. İkinci 6 ayda ise enflasyon oranında zam yapıldı. Üçüncü 6 ayda ise ikinci 6 ayda gerçekleşen enflasyonun 4’ün altında olması halinde yüzde 4; 4 ve üzeri olması halinde ise yarısı yüzdelik olarak, diğer yarısı işyeri ücret ortalaması üzerinden seyyanen verilecek.
mayan 16.00-24.00, 24.00-08.00 vardiyasında çalışan işçiler, kendi olanaklarıyla grev oylaması saatinde işyerinde bulunup iradelerini ortaya koydular. İşçiler grev haklarına sahip çıktı. Hak aramada kararlı olduklarını oylarıyla sandıkta gösterdi. Metal işçilerinin büyük grevine saatler kala MESS’ten (Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası) kopmalar başladı. Geçtiğimiz hafta MESS’ten ayrıldığını açıklayan Delphi’nin ardından 28 Ocak’ta, grevden bir gün önce Schneider, Alstom ve Bekaert MESS’ten ayrıldı. Böylece grev öncesi 4 fabrika MESS’ten ayrılmış oldu. MESS’ten ayrılan Alstom işveren sendikasının önemli üyelerinden biriydi.
Birleşik Metal ne istiyor? Saat ücreti 5.58 TL’nin altında olan işçiler için saat ücretinin 5.58 TL’ye tamamlandıktan sonra 8.97’yi geçmemek üzere 40 kuruş iyileştirme yapılsın. İyileştirmenin ardından bütün işçilere yüzde 5 artı 105 kuruş zam yapılsın. Buna göre, 898 TL net ücret alanların toplam net zammı -ikramiye hariç282 TL olacak. Net 1374 TL civarında ücreti olanlar için 305 lira zam talebi taslağa konulacak. Ayrıca; vergi dilim artışlarının patronlar tarafından karşılanması, bayram, izin, yakacak gibi sosyal ödemelere yüzde 30 zam, 37.5 saatlik haftalık çalışma, yıllık izin sürelerinin arttırılması, günlük 30 dakika çalışma saatinden sayılacak mola hakkı talepleri de yer aldı.
n bu grev bitmez” için geçerli değildir. Biz grev kararını Bakanlar Kuruluyla almadık, üyelerimizle ve siz destekçilerimize danışarak aldık. Bir avuç milletvekiliyle karar almadığımız için, grevin ne zaman sona ereceğine de kararı alanlar karar verebilir. Grevin ertelenmesi halinde bile mücadelemizi sürdüreceğiz. İşyerlerini birer açık cezaevine dönüştürselerde devam edeceğiz. Şalter indirilmeden işverenler anlamıyor. Paksan’da da yarın itibariyle işbaşı yapsak bile, fabrikanın butonuna basarak, kasnağını boşa çevirmeyi bilecektir. Bir tane bile üretim yapmayacağız. Dışarıdaki grevi içeriye taşıyoruz. Çadırımızı sökmeyeceğiz”. Fabrikada 96 sendika üyesi
bulunuyor. Kapıdaki grevcilerin sayısından çok daha fazla sayıda dışarıdan ziyaretçi geliyor ve ilginin yoğunluğu dikkat çekiyor. Diğer fabrikalarda ne olup bittiğinin bilgisine sahip olamamak işçileri huzursuz ediyor. Biz yarın işbaşı yapıp çalışmayacağız ama diğerleri ne yapacak? Ya çalışırlarsa biz ne olacağız gibi sorular sıkça soruluyor. Haberleşme sendika merkezi ve şube başkanları üzerinden yürütülüyor ve fabrikalar arasında ve işçilerin karar süreçlerine dahil olduğu, birlikte karar alınan bir mekanizmaya ihtiyaç var. Not: Pazartesi günü Paksan işvereni MESS’den ayrıldı ve toplusözleşme imzalandı.
9
Grev yetmez: Genel grev “(…) bu eylemlerde söz konusu olan şu ya da bu talep değil hareketin bizzat kendisinin çok önemli olmasıydı. (…) Sessizce her şeye katlanıldığı, her şeyin sineye çekildiği yılların ardından sonunda ayağa kalkma cesaretidir söz konusu olan. Ayağa kalkmak. Kendi adına konuşmak. Birkaç gün boyunca, insan olduğunu hissetmek…” ABD’de başlayan ve kısa sürede tüm dünyayı etkileyen 1929 dünya ekonomik krizinin Avrupa’daki en doğrudan etkisi faşizm olmuştu. Artan hayat pahalılığına ve işsizliğe karşı yükselen işçi muhalefetini bastırmanın aracı olan faşizm İtalya’nın ardından 1933’de Almanya’da Nazilerle iktidar olmuştu. 1934’de Fransa’da ve İngiltere’de faşist hareket hamle yapar ancak işçi hareketinin direnciyle geriletilir. Bu tarihten sonra özellikle Fransa’da işçi sınıfının politikleşmesi artar ve gündemden düşmeyen grev dalgalarıyla gücünü ortaya koyar. 1936 Haziran’ından itibaren grevler genel greve ve fabrika işgallerine dönüşür. 10’dan az işçi çalıştıran işletmelere dahi sıçrayan, metal işkolundan cam temizleme işçilerine, alışveriş merkezleri çalışanlarından büro emekçilerine kadar yayılan; veresiye defterlerini doldurup duran esnafın müthiş desteğini alan, kısacası Fransa’yı yöneten ve sömüren 250 zengin aile dışında tüm topluma yayılan bir harekettir. Her iş koluna her şehre sıçrayan bir grev dalgasıdır söz konusu olan, kelimenin tam anlamıyla genel grev kasırgası. Halkın tüm katmanları mücadeleye katılır, köylüler bile işçileri desteklemek üzere hareket geçer. Haziran 36’da Fransa’da işçiler bu durumun bilinciyle fabrikalarını terk etmemiş, kapıları kaynaklamış, giriş çıkışı engellemişlerdir. İşçi Sınıfı Araf’ta fabrika işgalinin nasıl bir salgın gibi yayıldığını, işçilerin birbirlerinin deneyiminden nasıl öğrendiklerini anlatmakta. Yeni bir hayat, başka bir dünya Fabrikalarda yatıp kalkan işçilerin beslenme ihtiyaçlarını gidermelerinden aile içi sorunlarla baş etmelerine kadar pek çok
konu yeni bir toplumsal doku ve düzenin hâkim olduğunu göstermektedir. Ancak bu yeni toplumsal durum sadece gündelik hayat devingenliği ile sınırlı değil. Yenilenen gündelik hayatın dışında siyasi alanda da değişim gerçekleşmiştir. Halk Cephesi kurulmuş, bileşenleri Sosyalist Parti ve Komünist Parti oy patlaması yaşamıştır. Ancak bu partiler işçi sınıfının bu ilgi ve takdirine ne kadar cevap verebilmişlerdir? Tüm ülkeye yayılmış ve neredeyse tüm yurttaşların katıldığı böylesine devasa, güçlü ve kararlı bir hareket, genel grev ve fabrika işgalleri nasıl olur da devrime dönüşemez? İşçi sınıfının kendi yeryüzü cennetini yaratmaktan alıkoyan ne idi? İşçi sınıfı Araf’tan neden döndü? Bugün sahip olduklarımız Kazanımlar, işte burası çok önemli: Haziran 36’da gerçekten Araf’tan dönülüyor. Ancak yine de eli boş değil. Bugün sahip olunan yıllık ücretli izin hakkını Haziran 36’nın işçi mücadelesine borçluyuz. O tarihten önce Tatil yoktu, turizm bir işkolu olmamıştı. Toplu sözleşme hakkı yine O günlerin kazanımı! Haftalık çalışma süresinin ücretlerde herhangi bir düşüş olmaksızın 48 saatten 40 saate düşürülmesi de sınıfın söke söke aldığı bir kazanımdı. Bugün Türkiye’de 45 saat, fakat Fransa’da 2001’den beridir 35 saattir. İşçi Sınıfı Araf’ta, Devrimin Kıyısında Fransa-Haziran 36 Jacques Danos-Marcel Gibelin h2o kitap, Eylül 2013
10
İşçilerin Sesi
Şubat 2015/35
SYRİZA’nın seçim başarısı üzerine notlar... İşçi sınıfının çıkarlarını temsil eden bir program ve örgütlenme sabırla en altakiler arasında örülmüyorsa, burjuvazinin elimizden aldığı hakların geri alınması, sömürüsüz ve baskısız bir dünya ihtimaline doğru ilerlemek mümkün olmuyor.
S
YRİZA’nın seçim başarısı ortada. Seçim sonuçları genel olarak sola moral vermiş olmalı. Yaratacağı siyasi sonuçları kestiremesek de bu konu üzerinde durulmalı. Maddeleyerek ifade etmek gerekirse: Birincisi, Avrupa başta olmak üzere Dünya genelinde sağın, ırkçılığın yükselişte olduğu koşullarda SYRİZA’nın seçim başarısını “yokmuş” gibi konuşamayız. İkincisi, SYRİZA, “Radikal Sol Koalisyon” olarak seçimlere girip bu sonucu aldı. SYRİZA’nın kendisine biçtiği siyasal rolün “çerçevesini” yok sayamayız. Seçimleri kazanan SYRİZA’dır; bir komünist parti değil. Üçüncüsü, Devrimci zeminde siyasal tartışmalar içine girerek, SYRİZA’yı ilk elde boğmak, SYRİZA’yı sola çekmeyeceği gibi, bu tutum ona umut bağlamış Türkiiyeli emekçi kitlelerin gözünde “önyargı” olarak algılanacak, kavranacak ve itibar görmeyecektir. SYRİZA’lı emekçilere başarılı olmaları için destek verilmeli. Örneğin, Yunan Komünist Partisi (KKE) gibi yapılmamalı. Stalinist bir parti olarak SYRİZA’yı diğer burjuva partileriyle eşitleyen bir politika güderek SYRİZA ile koalisyona gitmeyeceğini
açıkladı. Bu, bir komünist partide olmaması gereken sekter bir tutum. Dördüncüsü, SYRİZA mükemmel bir parti değil. Burjuva sistem içinde başarı kazanmış bir sol parti. Tek başına hükümet kurabilmek için gerekli 151 milletvekilini çıkartamadı, 149’da kaldı ve Komünist Parti’nin sekter tutumunu dışarıda bırakırsak, faşist parti hariç diğer partilerle –bildiğimiz kadarıyla- görüşme gereği bile duymadan sağ egilimli Bağımsız Yunanlar Partisi (ANEL) ile koalisyon yapacağını açıkladı. Beşincisi, sözkonusu bir seçim başarısıdır ve sosyalist hareketin tarihinde seçim başarıları ilk değil. 1900’lü yılların başlarından itibaren Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin seçim başarılarından tutun da İkinci Dünya Savaşında Fransa’da hükümet ortağı olan Fransız KP’sinin başarılarına ve oradan da 1970’li yılların Şili örneğine ve son olarak 90’lı yıllardan itibaren Latin Amerika ülkelerinde görülen seçim başarılarına kadar çok farklı sol, sosyalizm, komünizm anlayışlarının farklı ülkelerde ve tarihlerde elde ettiği
başarılı sonuçlar var. Başarılı seçim sonuçlarının “sınırlarını” görmeliyiz. Bu nedenle SYRİZA’nın seçim başarısını da tarihsel olarak, temkinli iyimserlikle ele almalıyız. Altıncısı, Yunanistan seçimlerinin Türkiye sosyalist hareketine ilk yankısı ÖDP ve HDP’nin SYRİZA’yı sahiplenmesi oldu. Bu sahiplenme 2015 seçimlerinde ÖDP ve HDP’nin yanyana olmasına yol açar mı bilmiyoruz; SYRİZA’nın başarısı ÖDP ve HDP’yi aşağıdan zorlayacak kuvvetli bir etken olacaktır. Yedincisi, SYRİZA’nın “peygamber” tavrı onun en kırılgan noktasıdır. Alexis Tsipras yaptığı açıklamada Avrupa Birliği (AB) ile ilgili olarak “AB ile ne çatışmaya gireceğiz ne de boyun eğeceğiz” dedi. Aynı şeyi dış borçlar meselesinde de görüyoruz. Birkaç yıl önce dış borçların ödenmemesi gibi bir pozisyonda iken, “borçları reddetme” tavrından “müzakere” tavrına eğilim göstermektedir. Borçların bir kısmını sildirmek bir kısmını ödemek gibi. Sekizincisi, SYRİZA’nın oy artışının gerisinde bu makul siyaset vardır. Risk bu muğlaklıkta yatmaktadır. Sı-
nıflar mücadelesi sertleştikçe SYRİZA’nın önündeki seçenekler farklılaşacak ve iki zıt sınıfın çıkarları üzerine kurulu olan dünyanın gerçekleriyle karşı karşıya kalacak. Dokuzuncusu, seçim başarısı “seçim başarısı”dır. Bunun daha ilerisine geçebilmek SYRİZA’nın tepesinde tepişmekten geçmiyor. Sınıflar mücadelesini bulunduğun ülkeden başlayarak yükseltmek gerekli. Yani, devrimci fırsatları değerlendirebilecek bir toplumsal mücadeleyi örgütlemek üzere, devrimci bir program ile fabrikalar ve işyerlerinden her seviyede örgütlenmiş bir parti inşa etmek gerekir. Ancak bu, SYRİZA’nın işi değil. Onuncusu, partiler ve örgütler kendiliğinden ortaya çıkmıyor; tarihsel fırsatların doğacağı günler için önceden devrimci hazırlık gerekiyor. Eğer en başından itibaren işçi sınıfının çıkarlarını temsil eden bir program ve örgütlenme sabırla en altakiler arasında örülmüyorsa, burjuvazinin elimizden aldığı hakların geri alınması, sömürüsüz ve baskısız bir dünya ihtimaline doğru ilerlemek mümkün olmuyor. Seyfi ADALI
İşçilerin Sesi
Şubat 2015/35
11
Charlie Hebdo: Terörün bedelini göçmenlere ödetecekler
G
eçmişte Muhammed karikatürlerini yayımlandığı için ofisi kundaklanan Charlie Hebdo mizah dergisinin Paris’teki merkezine, El Kaide yanlısı militanlar silahlı saldırı düzenlendi. Saldırıda öldürülen on kişinin dergi çalışanı, iki kişinin de polis memuru olduğu anlaşıldı. Başlatılan insan avının sonucunda kıstırılan iki militan kardeş öldürüldü. Onları desteklemek için bir Musevi markettekileri rehin alan bir başka militanın ölü olarak ele geçirildiği polis operasyonunda, markette bulunan dört İsrail vatandaşı da öldü. Bu saldırıları kınıyoruz. Bu silahlı bireysel terör eylemiyle ilgili spekülatif yorumları (saldırını olduğu gün yazar ve çizerlerin toplantıya çağırılması, büroya kolaylıkla girmeleri, polis koruması altında olduğu söylenen büronun önündeki yetersiz güvenlik önlemleri vb.) bir tarafa bırakırsak, saldırı hem uluslararası alanda hem de Türkiye’de bazı siyasi sonuçlara neden oldu. “Bu saldırı Avrupa’nın 11 Eylül’üdür” Emperyalist merkezlerde ve medyasındaki ortak yorum 11 Eylül benzetmesiydi. Hatırlanacağı gibi, 11 Eylül 2001’de, El Kaide ABD’de bir dizi eylem gerçekleştirmişti. Durumdan vazife çıkaran ABD yönetimi, AB ülkeleri yeni güvenlik programlarını ve tedbirlerini uygulamaya başlamışlardı. Güvenlik gerekçesiyle sokaklara kamera konulmasına “insan haklarına aykırıdır” diye karşı çıkanlar, saldırıların ardından susmak zorunda kalmışlardı. Bugün de benzer bir siyaset izleniyor, AB ülkelerinde güvenlik, göçmenlik ve azınlıklarla ilgili yeni uygulamalar gündeme getiriliyor. Burjuvazi, “yere düştüğünde bir avuç toprakla kalkan” kişiye benzer. Yaşanan her krizi kendi siyasi amaçları doğrultusunda, yönlendirmeye çalışır. Charlie Hebdo saldırısında katledilenleri anmak için yapılan Fransa’daki devlet gösterisine çevrilmiş, kitlelerin önünde, em-
peryalist güçlerin ve destekçileri olan ülkelerin liderleri kol kola yürütülmüştü: ”Hepimiz teröre karşıyız”. İsrail Başbakanı Netanyahu’nun kortejde bulunması bile, izlenen siyasi amacı açıkça göstermiyor mu? Elbette Batılı emperyalist güçler, yapılan saldırının ardından, “Gerçek İslam bu değil” diyerek, sözde Müslümanların inançlarına saygı duyduklarını göstermek istediler. Hiç de samimi değiller, bu saldırıyı sonuna kadar istismar edecekler, ülkelerindeki Müslüman ve göçmen azınlıklara baskı uygulayacak sağcı siyasetlerine malzeme yapmaktan çekinmeyecekler. Avrupa’da aşırı sağın yükselişi karşısında, oy için ırkçılık ve yabancı düşmanlığından geri kalmak istemeyen her siyasetçi, bu oyuna dâhil olacaktır. “Gerçek İslam bu değil” mi? Saldırı, Türk hükümetinin Suriye’de İŞİD ve El Nusra gibi radikal dinci örgütlere silah ve para desteği sağladığı yorumlarının Batılı medyada gündemde olduğu bir sırada yaşandı. İslamcı bir burjuva partisi olan AKP ve Batı karşıtı bir söylemi olan Cumhurbaşkanının yönettiği Türk Devleti, bu saldırı karşısında nasıl tavır alacaktı?
Her konuda akıl-fikir vermeyi seven Cumhurbaşkanı, bu saldırıyla ilgili tek yorum yapmazken Başbakan Davutoğlu, Paris’teki yürüyüşe katıldı. Batılı liderler kendisine pek ilgi göstermeseler de, Netanyahu ile kol kola yürüyerek, Türkiye’nin geleneksel İsrail siyasetiyle ters düşecek ve AKP tabanından tepki toplayan bir siyasi gaf yapmış oldu. Hükümet ve yandaş basına göre bu saldırının, “İslamla bir ilgisi yoktu, gerçek İslam bu değildi”. Onlara göre, İslam dini, bir hoşgörü inancıydı. Eğer gerçekten böyle bir inanç sistemiyse, El Kaide’den, Hizbullah’a, HAMAS’dan El Nusra, Boko Haram ve İŞİD’e, bu kadar silahlı örgüt neden referans alıyor? Üstelik, bunun gerçek İslam olduğuna inana ve AKP tabanını oluşturan bir kitlenin varlığına da tanık olduk. El Kaide militanları için kılınan gıyabi cenaze namazı, Muhammed’le ilgili karikatürlerin yayınlanması protesto eden İslamcıların, insanları “dillerini kesmekle tehdit etmeleri”, Cumhuriyet gazetesine saldırı ve nihayetinde Diyarbakır’da onbinlerin katıldığı Hizbullah mitingi bunu gösteriyor. “Gerçek İslam nedir?” tartışması politikacı laf cambazlığından başka nedir? Esas mesele,
yoksul kitlelerin samimi olarak inandığı bir dinin hem emperyalist politikacılarca hem de terörist çıkar gruplarınca kullanılıyor olmasıdır. Tarihi olarak da bakıldığında, bütün dinler, inançlar ve değerler var olan toplumsal-ekonomik düzenden bağımsız değildir. Egemen sınıfların kullanımında olmuştur. Din adamları (Türkiye’de Diyanet İşleri eliyle) iktidarların denetimdedir. El Kaide ve El Nusra gibileri egemenlerin düşmanlarına yani bazen 1979’da Afganistan’da eski Sovyetler Birliği’ne karşı, Rojava’da Kürtlere karşı kullanılmıştır. Din, milliyet gibi değerler üzerinden bölünen işçi sınıfı ve yoksullar olmakta, fatura da onlara çıkarılmaktadır. Bu yüzden, yalnızca sosyalizm, toplumsal yaşamı dinler ve milliyetler üzerinden tasarlamaz. Ancak bu sayede Dünya işçi sınıfının ortak sınıf çıkarları korunabilir, birliği sağlanabilir. Bu sayede tüm din ve inançlara; aynı zamanda inanmayanlara da özgürlük hakkını yalnızca sosyalizm tanıyabilir. Dini toplumsal yaşam hukukunun dışına çıkartmaksızın onun emperyalistlerin elinde bir alet olmasını veya terörist çıkar çetelerince kullanılmasını önlemek olanaksızdır. Kaya İLHAN
12
İşçilerin Sesi
Şubat 2015/35
Kobani kurtuldu fakat IŞİD hala bölgedeki gücünü koruyor
S
uriye’nin Rakka, İdlip, Halep bölgesinde güçleri olan IŞİD 15 Eylül 2014’te Kobani’yi ele geçirmek üzere büyük bir saldırı başlatmıştı. Suriye’nin kuzeyinde hızlı bir şekilde güç kazanan örgüt, kısa bir süre içinde bölgenin en güçlü gruplarından biri oldu. Bir yıla aşkın bir süredir Jarablus, Azaz, Atmeh sınır kentlerini elinde tutan IŞİD, Türkiye-Suriye giriş çıkışlarını bu güzergâhta sağlamaktadır. Suriye’de gücü olan yerlerde şeriat kanunlarını uygulamaya başlayan IŞİD, burada yaşayan kadınları özel olarak köleleştiriyor (cariye), insanları sigara içme, zina, kendisine karşı gelme veya başka siyasi yapılara destek olma gerekçesi ile hapsediyor, işkence yapıyor ya da öldürüyor. Yine kendisine karşı duran birçok yabancı gazeteci ve kurumu bölgesinden uzaklaştırdı. Zaman zaman yabancı gazetecileri ve gönüllüleri esir aldığı oluyor, şu an elinde bulunan iki Japon gazeteciden biri için 300 milyon dolar fidye istedi ve birini de öldürdü. Örgütün gizli işkence merkezlerinin yine Suriye’nin kuzeyinde bulunduğu biliniyor.
Suriye’nin kuzeyi Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları yerleşim alanı Kobani ya da Ayn Al-Arap olarak bilinen bölge. PYD’nin inisiyatifiyle kurulmuş üç kantondan ortada olanı. YPG/YPJ (Halk Savunma Güçleri) için Kobani ne ifade ediyordu? Neden bu kantonun savunulması önemliydi? Kobani, Kürt siyasi hareketi için önemli olan tarihsel bir dizi olayı ifade ediyor. Temmuz 1979’da Abdullah Öcalan Suruç’tan Kobani’ye geçerek Orta doğuya açıldı. PKK’nin ilk yaşamını yitiren
Rojavalı gerillası da Kobanili. Abdullah Öcalan’ın “Demokratik Özerklik” tezinin uygulandığı yer; Kürt siyasi hareketi bu nedenle “Rojava Devrimi” adını verdi. 2012 yılının Temmuz ayından itibaren Kobeni “özerk”. Kobani’nin düşmesi devrimin kalesinin düşmesi demekti. Tüm etnik kimlik, mezhep ve inançların eşitçe yaşayacakları Suriye projesinin düşmesi demekti. Kobani’nin IŞİD kontrolü altında kalması Suriye’nin kuzeyindeki Kürtlerin bölgedeki coğrafi hâkimiyetinin zayıfla-
ması, üç kanton (Cizire, Kobani, Efrin) arasındaki bağın kopması demekti. Yine önemli bir neden, Türkiye-Suriye sınırının IŞİD kontrolü altına girmesi demekti. Ayrıca süreci belirleyici olan birçok iktisadi neden var. Kürtlerin hayati ihtiyaçlarını karşıladıkları su, tarım ve elektrik buradan karşılanıyor. Tabii en önemli neden: Kerkük’le aynı potansiyele sahip olduğu bilinen, Cizire’nin Rimelan bölgesindeki petrol, tüm Suriye’deki petrolden daha fazla olan bir kaynak. IŞİD’in parasal kaynaklarını ve savunma gücünü sürekli geliştirmesi, Koalisyon güçlerini rahatsız etti ve mazlum halkın yanında yer almak zorunda kaldı. İki bine yakın kişinin öldüğü, binlerce insanın yaşadığı yeri terk etmek zorunda kaldığı, yıkılıp harabeye dönen Kobani şehrinde IŞİD militanları çekilmek zorunda kaldı. Bugün sağlanan başarının ardında savaş uçaklarının değil, halkın kendi yaşam hakkını ve alanını IŞİD çetesine karşı savunması, canını ortaya koyan, mücadeleye öncülük eden YPG/YPJ ve Peşmergelere verdikleri destek vardır. S. DENLİ
İŞİD ile kazanamadılar sermayeleriyle deneyecekler!
K
obane yenilgisinin ardından inşaatçılarına iş arayan bir devlet yönetimiyle karşı karşıyayız. AKP ve Tayyip Erdoğan Kobane savaşını Selefi bir İslam Devleti kazansaydı hem siyasi hem ekonomik mutluluk içinde olurdu. Ama hem İŞİD hem de Erdoğan yönetimi siyasi olrak kaybetti. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Kobane zaferinden hayli tedirgin. Ancak ikinci bir kozum var mı diye de ortaya fikirler atmaktan geri durmuyor. IŞİD çetelerinin yenilgisinden rant çıkar mı diye yokluyor. Türkiye içinde şişen inşaat sermayesine
Kobane’de iş arıyor! Erdoğan Somali ziyaretinden dönüşündü “Bakıyorsunuz, DEAŞ oradan çıkmış diye çiftetelli oynuyorlar. Tamam da o bombaladığınız yerleri şimdi kim onaracak?” diye soruyor. (Çiftetelli değil de Kürtlerin oyunlarının halay olduğunu sonra bir TV programında düzeltti; heyecen işte!) Hezimetinden ganimet çıkarmaya çalışan bir lider olarak “siz yıktınız, biz yapalım” demeye getiriyor. Türkiye Kuzey Irak’tan sonar bir “Kuzey Suriye” denklemiyle karşı karşıya kalma ihtimaline karşı şimdiden ön almaya çalı-
şıyor. Hatırlanacağı gibi Kuzey Irak konusunda da Türkiye’nin sayısız “kırmızı çizgileri” vardı ve bugün onlardan neredeyse hiçbiri yok. Bunun birinci sebebi Türkiye’nin Kürtlerle ilgili görüş değişikliği olamaz; öyle olsaydı Türkiye’deki Kürtlere karşı çocuklara varacak kadar cinayetlere başvurmazdı. Kuzey Irak, ne zamanki Türkiye’nin birinci sırada ihracat yaptığı bölge haline geldi, işte o zaman Türk egemen sınıflarının Kuzey Irak siyaseti değişti. Çeşitli rakamlar (15 milyar dolar gibi) veriliyor ancak somut olan şu ki Türkiye’nin en çok ihracaat yaptığı ülke Almanya iken, hızla Kuzey
Irak öne geçti veya geçmek üzere. Türk devletinin politikasını belirleyen sermayedir ve bu sermaye içinde küçük de olsa Kürt sermayesi de vardır. Erdoğan’ın Kuzey Suriye diye adlandırdığı Rojava bölgesiyle iyi siyasi ilişkilerin mümkün olabilmesinin en büyük koşullarından biri, Kobane’nin onarım işlerinin Türk sermayesine verilmesinden geçiyor. AKP hükümeti ve Tayyip Erdoğan sermayenin çıkarlarının sözcüsü olarak konuşuyor ve Kürt meselesine yaklaşımları da esas olarak bu eksende şekilleniyor. Can ATEŞ
İşçilerin Sesi
Şubat 2015/35
13
Çapa taşeron işçileri yönetime geri adım attırdı
İ
stanbul Üniversitesi (ÇAPA) hastanesinde taşeron firma (Vurallar) bünyesinde çalıştırılan ve kadro hakkı, ücret kesintileri (2012 Temmuz’dan buyana yol ve yemek paralarının) geri ödenmesi, güvenli (sağlıklı) çalışma koşulları için mücadele yürüten DİSK Genel İş üyesi 5 işçi, provakatörlük ve işçileri greve teşvik etme gerekçesiyle başhekimliğinin emriyle işten atıldılar. İstanbul üniversitesi Mono Blok Ameliyathanesinde çalışan işçiler 19 Ocak tarihinde hastane yönetiminin, ücretlerin iyileştirilmesi konusunda verdiği sözleri tutmaması üzerine birkez daha eyleme geçtiler. Eylem sürecinde hastane yönetiminin işten atma tehditleri sonrası işe dönen işçiler pişman olduklarını, özür dilediklerini belirten onur kırıcı bir dilekçe yazarak imzalanmaya zorlandılar. Bu eylemlerin sorumlusu gösterilen ve dilekçe imzalamayan işçiler işten atıldılar. Çalışma Bakanı Faruk Çelik taşeron işçisinin sözleşmelerinin 3 yıllık yapılacağı konusunda uzun süredir açıklamalar yapmasına rağmen İstanbul Üniversitesi taşeron işçilerinin sözleşmeleri yine üç aylık yapıldı. DİSK Genel İşe ve Tezkoop-İş’te örgütlenmeye çalışan işçilerin önünde engel olarak konuldu.
Yeni sözleşmede yol parası mahiyetinde (Temmuz 2012’de kesilmişti) 100 lira gibi bir miktar ücret ilave edildi; fakat 15 Şubat’ta ödeneceği söylendi. Hiçbir sözünü tutmadığı için, işçiler yönetimin bu sözüne de haklı olarak inanmıyor. İşten çıkarılan işçiler için 26 Ocak Pazartesi saat 12.00’de Mono Blok önünde basın açıklaması yapmak üzere bütün emek örgütlerine çağrı yapıldı. Çağrı bildirisini SES Aksaray Şubesi, İstanbul Tabip Odası, Eğitim Sen 6 nolu Üniversiteler Şubesi, TAŞİŞDER, İşçi Sözü Bülteni ve Tıp Öğrencileri imzaladı. 2012 yılında yine Çapa ve Cerrahpaşa’dan 180 işçi işten atılmış, Çapa taşeron işçileri 6 ay süren Direniş Çadırı kurmuştu. Bu deneyimi unutmayan hastane yönetiminin ilk işi, eski çadırın yerini bir gece önceden
özel güvenlik eliyle işgal etmek oldu. İşçilerin yaklaştırılmaması konusunda kesin talimat verildi. Pazartesi işten atılan işçiler ve emek örgütleri Mono Blok’tan başlayan ve bir saat süren bir yürüyüş gerçekleştirdi. Bölümlerin önünden sloganlarla geçilirken çalışanlar da eyleme katıldı. İşçilerin bir kısmı eylemin erken olduğu görüşünde. Şubat maaşından sonra ve sendikalaşma süreci ilerledikten sonra harekete geçmeyi doğru buluyor. Ancak, ortada işten çıkartma olduğu için harekete geçmek kaçınılmaz oldu. Erken olduğu düşüncesinin yanısıra idarenin temizlik işçilerine yönelik büyük baskısı yaşandı. Sonuçta hastane işçilerinin azınlıkta emek örgütlerinin daha yoğun katılımlı olduğu bir eylem gerçekleşti. Mono Blok önünde toplanan
işçiler konuşmalar ve sloganlarla (atılan işçiler geri alınsın, taşeron işçisi köle değildir, sermayenin değil rabbimizin kuluyuz, kahrolsun küresel kapitalizm vb.) tepkilerini ifade ettiler. Yönetim ile görüşmeye gönderilen heyetin haberini beklemeye başladılar. Bu arada sembolik de olsa küçük bir çadır kurma girişimi oldu, Ancak 3 otobüs çevik kuvvet polisi işçilerin hemen yanında bekliyordu. Bu sefer çadırı kurdurmamakta kararlıydılar. Yönetim mücadele geleneği olan İstanbul Üniversitesi işçilerini işten çıkararak gözdağı vermek istemiş olsa da, işçilerin tepkisi ve 2012 deneyimi yönetimin geri adım atmasına yol açtı. Bir saat kadar bekleyişten sonra yönetimden iyi haber geldi, işçiler işine geri döndü. 2008 yılında İstanbul Üniversitesi’nin taşeron işçileri hem müfettiş raporlarıyla hem de iş mahkemesi kararıyla hastanenin asıl işini yaptıklarını, hastanenin asıl işçileri olduklarını ispat etmiş olmalarına rağmen yedi yıldır yasalar uygulanmayarak taşeron işçisine eziyet ediliyor. Kadro verilmiyor. Taşeronda çalışmaya devam ediyorlar. Taşeron sistemin olmadığı güvenceli ücretlerin insanca yaşamaya uygun, sosyal hakların olduğu bir çalışma hayatı istiyoruz. Yasemin BAĞCI
Ülker işçilerinin direnişi sürüyor...
H
ak-İş’e bağlı Öz Gıda-İş’in örgütlü olduğu Ülker fabrikasında, DİSK Gıda-İş’e üye oldukları için işten atılan 13 işçi Ülker fabrikası önünde direnişlerine devam ediyor. İşçiler fabrika önünde “sendika seçme özgürlüğümüzü kullandığımız için işten atıldık” pankartıyla mücadelelerini sürdürüyorlar. İşçiler Öz Gıda-İş’in yaşadıkları sorunları görmezden gelmesi ve çözüm için harekete geçmemesi nedeniyle sendikadan istifa ettiklerini ve sorunlarına çözüm olarak DİSK
Gıda-İş’i gördüklerini anlattılar. İşten atılan Ülker işçileri: “Günde on iki saat gece- gündüz çalışıyoruz. 6-7 bin koli sırtımızdan geçiyor, yarımşar saatten bir saat mola veriyoruz. Bunun dışında lavaboya gitmek ya da su içmek için bile işimizi bırakamıyoruz. Sağlık sorunlarımız oluyor işyeri hekimi patrondan yana davrandığından, iş kaybı olmasın diye bizleri geçiştiriyor. Her türlü acil sorunumuz var olsa da çalışmaya devam etmek zorunda bırakılıyoruz. Ülker, dünyanın üçüncü büyük bisküvi fabrikası ve bunu çalışanlarının
ucuz emeğine borçludur. Çünkü dışarıdan görüldüğü gibi değil esnek çalışma, taşeronlaştırma, düşük ücret ve uzun çalışma saatleriyle çalışmak zorundayız. Ne kendimize ne de ailelerimize vakit ayıramıyoruz. Sosyal yaşamı bir kenara bırakalım, bedenimiz dinlenmiyor. Çalışma koşullarımızın düzeltilmesini istiyoruz” diye kendi koşullarını ifade ettiler. Ülker işçileri 31 Ocak’ta dayanışma gecesine hazırlanıyorlar. Ülker patronu, valilik ve polis baskısıyla direnişi bitirmeye çalışmakta, ancak işçilerin dire-
nişi sürdürmeye kararlı. İşsizliğin çok yüksek olduğu, işçilerin aldığı ücretle geçinemediği bu sistemde yaşamaya mahkûm ediliyoruz. Bu kötü koşullar altında banka borcu, zorunlu giderler derken, işsiz kalmak korkusuyla birçok işçinin mücadele etmekten yer yer çekindiği bu günlerde Ülker işçilerinin direnişi kıymetlidir. Çalışma saatlerinin daha az ücretlerin ve sosyal hakların daha iyi (ikramiye, giyim parası, kışlık yakacak vb) olduğu bir çalışma hayatı ve yaşam istiyoruz. Yasemin BAĞCI
14
İşçilerin Sesi
Şubat 2015/35
Zam ayı... patrona dert ayı...
M
aaşlar alınacak, ama halen idare bir açıklama yapmadı. Müdürün de bir dediği öbürünü tutmuyor. Bir bölümde diyor “devlet yüzde 12 verdi bizde öyle veririz öbür bölümde yüzde 8 ile 15 arası verilecek” diye söylenti yayıyorlar. İşçinin çoğunluğunda bir tepki yok. Tepkilerse bireysel ne verirlerse ona razılar. Mücadele işten çıkmayı göze almak demek, işçi bunun farkında. İşini kaybetmeyi göze alan yok onun içinde sessiz kalmayı tercih ediyorlar. Her yıl yeni yılla birlikte, gönüllü deniyor, ama aslında zorunlu mesaiye kalmak için kâğıt imzalattırıyorlar. Bu yılda zamdan önce imzalattılar. Kesin rakam belli değil ama yaklaşık 40-50 arası kadın işçi imzalamamış. Önce muhasebeci zorlamış “atın sonra konuşuruz sorunları” demiş, ama ikna edememiş. İmzalamayanların nedeni ise ustalarla sorun var diye. Sorun olarak ifade edilen ise gelmediğin günün parasını mesai saatinden kesilmesi. Buna benzer sorunlar en temel nedeni maaşların yetersizliği. Hiç bir sosyal hakkımızın olmaması, ama bunu kimse dile getirmiyor. Muhasebe müdürü, bazı bölümlerde imza atmayan işçileriyle toplantı yapmış “imzalamazsanız bu sizin sicilinize
işler” diye tehdit etmiş. Hatta işe yeni giren işçiye işten çıkınca “onları imza atmadılar işten çıkardık yani imza atmayanı patron çıkarır” diyerek gözdağı vermiş. Yine de kimse imzalamamış, zamdan önce imza attırmak demek; patron işçinin nabzını ölçüyor, demektir. Ustaları kötü müdür de iyi polis rolünde oynatıyor. Genel müdür işçilerle hep iç içe hep işçiye iyi davranıyor, ama hiç bir işçin in de sorununu çözmüyor. Patronun yanında olan adama işçi, güvenmemeli birlik olup kendi gücüne güvenmeli. G. KEMERLİ
“Tepe Home Evinize mutluluk getirir” mi?
T
epe Home işçileri asgari ücretle günde 15-16 saat, fazla mesai ücreti almadan kendilerine dayatılan çalışma koşullarına karşı sendikalı olmaya karar verdiler. Bilkent Holding’e bağlı Tepe Home Mobilya Patronu işçilerin sendikal örgütlüğünden haberdar olunca örgütlü işçileri işten çıkardı. Tepe Home’da 15-20 yıldır çalışan işçileri bir gecede kapı önüne koyan Tepe Home patronu, sendikal örgütlenmeyi kırmak, daha fazla kar, daha fazla sömürü için işlerini taşerona devretti.
Sektör ne olursa olsun sorunlar benzer patronların tutumları benzer. Örgütsüz, tek tek işçiler tüm patronların en sevdiği “mutlu-huzurlu” işyeri modeli. Bu model işyeri zemini sağlayan zemin ise taşeronlaştırma. Ancak taşeronlaştırma işçiler için düşük ücret, esnek çalışma, sosyal haklardan mahrumiyet ve örgütsüzlük demektir. Tepe Home işçileri artık bunun farkında bunun içinde DİSK’e bağlı Nakliyat- İş’te örgütlülüklerini koruyabilmek için 20 Ocak’tan beri mücadele etmeye devam ediyorlar. İS HABER
Birlik bize, bölünmek patrona yarar!
İ
şçilerin birliğini bozmak için yeni yeni oyunlar deneniyor. Şef iki yüzlü biçimde davranıyor ve çok içten pazarlıklı. Geçtiğimiz yıl zamları için harekete geçen işçilerin temsilcilerinin sadece Alevi olmalarını kavrayacak kadar da kalın kafalı, sığ bir gerici. Alevi işçiler alttan alta beslediği öfke, esasen bilinçli işçilere olan öfkesi ama bunun adını koyarken, tehlikeli bir yola başvurduğunun farkında bile değil: Alevi-Sünni ayrımına başvurarak kendine göre bilinçli ve mücadeleci işçiler ile patrona sadık işçileri ayırmış olacak! Şef dar çevresine “her yerde zaten bu alevilerin işidir” deyip dururken, temsilci seçimlerinde aday olan Alevi işçilere “ben burada böyle ayrımlara izin vermem” diyecek kadar da ikiyüzlü. Her yıl temsilci seçiliyor. Geçen yılın her temsilciye bir maaş ikramiye verilmeye başlandı. Dikimhaneden 4 temsilci seçilmişti. Bu yıl sayı 2’ye düşürüldü. Diğer bölümlerde de sayı azaltıldı. Bir aylık ikramiye verilmesi temsilcilik seçimlerine ilgiyi artırıyor. Bu yıl dikimhaneden 8 işçi aday olarak isim yazdırdı. Bunlardan 2 işçi Alevi. Şefin yalakalarıhemen
devreye girdi. Bu işçi alevidir oy vermeyelim dedikodusu yapılmaya başlandı. Böyle yaparak, bu işçi arkadaşın moralini bozup adaylığını çekmesine sebep oldular. Patronlar yalakaları aracılığıyla işçileri hep bölmeye çalışıyorlar. İşçinin birlik olmasından korkuyorlar. İşçi birlik olursa daha iyi ücret, sosyal hak, çalışma ortamı elde edebilir. Bölünürse kim kazanır? Patron. İşçileri ya Alevi-Sünni ya da Kürt-Türk diye bölmek patron için bulunmaz bir fırsattır. Geçen yıl mücadeleye öncülük eden işçilerin mezhebi değil işçi için ne yaptıkları önemliydi ve işçiler bu öncülük sayesinde kimi haklar elde etti; tazminatlarını tam ve peşin aldılar. Daha sonra da işyerinde birçok hakkımız tam verilmeye başlandı. Kötü mü oldu? Bizim için bir işçinin ne mezhebi, ne milliyeti önemlidir. Önce insan olmalı ve arkadaşını satmamalı, patrona ve şeflere yalakalık yapmamalı, sadece kendi ücretini, işteki konumunu değil, dürüst bir işçi olarak bütün işçilerin çıkarlarını düşünmelidir. Böyle bir işçi topluluğu birliğini de örgütlü davranışını da oluşturur patrondan haklarını alır. Bölünen işçi ise, her zaman kaybeder. Bir grup işçi
Yeni bir işyerinden merhaba...!
B
u işyeri çocuk giyim üzerine çalışıyor. 30 yıllık bir firma. Önceden şirket içerisinde imalat, kesimhane, ütü paket, baskı-nakış bölümleri varmış ve yaklaşık 300 kişi çalışyormuş. Şimdi dikim bölümünü yok. Patron dikim bölümünü daha önce yanında usta olarak çalışan iki işçiye taşeron olarak vermiş. Ayrıca dışarıda fason atölyelere de iş vererek dikim bölümünü kapatmış. Şimdi firmada sadece kesim, ütü paket, nakış bölümü var 60’a yakın işçi çalışıyor. Bü-
yük bir atölye gibi.Modelhanede işbaşı yaptım. Model makinacılara mesai ücreti vermiyorlar. Sebebi de sadece sezon gecişlerinde işler yoğun oluyormuş ve mesaiye bırakıyorlarmış. Yani mart sonu nisan başı, bir de haziran ile temmuz ortası. Mesailer salı, perşembe ve cumartesi. Öteki aylarda işler az oluyor ya da iş olmuyor oturuyoruz, deniyor. Boş ayların acısını mesai ile kapatmaya çalışıyorlar. Daha iyi ve büyük bir işyeri bulana kadar burada çalışmaya devam. Murat ESEN
İşçilerin Sesi
Şubat 2015/35
15
Hava-İş’ten itiraf gibi bildiri...
H
amdi Topçu, Bakanlık vermezseniz milletvekili olmam dermiş; Kotil de Turkcell yönetiminden milletvekilliğine dönmüş. Öyle anlaşılıyor ki, Kotil gidici, Topçu kalıcı. İşyerlerinde bu konu hep ilgi vesilesidir. Kim kimin ayağını kaydıracak en çok o merak edilir. Oysa topu birden işçi düşmanı olan bu merkezdeki yöneticiler, her vakit işçiyi yönetmek için birbirleriyle rakip bile olurlar. Bizi ilgilendiren işçiler için hiçbirine güvenemeyeceğimiz gerçeğidir. Hava-İş yöneti bizden değil. Onlar Hamdi Topçu ekibi sayılır. Teknik AŞ üzerinde ise, Kotil ekibinin sözü geçtiğinden bir süredir teknik yönetimiyle sendika yönetiminin arası iyi değil. Randevu bile alamaz olmuşlar. Tabii kim takar Hava-İş yönetimini. Nasıl olsa bizim adamımız diye bakıyorlar. Bu itin iti ısırmadığı mecrada olan teknik işçisine oluyor. Teknik işçisi örgütsüz ve çok fazla alt depertmana, iş tanımına,
kıdeme bölündüğü için şirket birleşmelerinden sonra sorunlar daha da arttı, azalmadı. Yüksek sesle de ifade ediliyor. İşte sürpriz biçimde 29 Ocak’ta sendika bir bildiri yayınladı ve bu bildiri teknikte sendikanın hiçbir işe yaramadığını, yapılan protokollerin de işçinin aleyhine olduğunu ortaya koyuyor. Bildiriden aktarıyoruz: “Teknik A.Ş. yönetimi ile ek protokol sonrası yapılan teknik personel alımlarında işverenin bu protokole uymadığı, yöneticilerin bakkal dükkanına çırak alır gibi personel alımı yaptıklarını ibretle izliyoruz”. Sendika yönetiminin işverenin yaptıklarını izlemekten başka yapacak bir güce sahip değil. Ama tehdit var: “Bu çirkin davranışların bir bedelinin olacağını unutmayın, biz unutturmayacağız. Bu yöneticiler Teknik A.Ş.’nin TİS’e bağlı SENDİKAL ÖRGÜTLÜ işyeri olduğunu öğrenmedilerse yakında öğrenecekler”. Vay ki ne vay! Bakın teknik yöneticileri ne-
ler yaparmış: Bildiriden “uçak teknisyeninin aldığı ücretleri takip etmek, vardiya primlerini, revizyon primlerini kesmek için uğraşmak, çalışma saatleriyle oynayarak, senelik ve mazeret izinlerini takip ederek, o da yetmedi cenaze izinlerine bile karışarak uyguladığınız baskı”... Sendika akıl da veriyor teknik yöneticilerine hangarlara uçak doldurmak için çalışın, donanımlı teknisyenleri küstürmeyin, binlerce dolar verip yurt dışından teknisyen almayın... Teknik AŞ yönetimi işçilere fazla mesaiye kalacaklarına dair kağıtlar imzalatmış; sendikadan yine ses çıkmamış. İşte itiraf da geliyor: Yine bildiriden: “üyelerimizin huzurlu ve iş barışı içinde olması, buna azami derecede dikkat etmekteyiz ve sessiz duruşumuzda bu nedene dayanmaktadır”. Sonuç olarak, Hava-İş yönetimini bile bezdirecek kadar işyerlerinde sıkıntı, çözülmemiş sorun, hak kaybı var ve bildiri bunun itiraf ediyor; sessiz kaldığını kabul
ediyor. Aralara tehdit de sıkıştırıyor Hava-İş “Ama unutulmasın ki sabrımızın da bir sonu vardır ve bu sabır maalesef tükenmek üzeredir”. Sonunda en büyük korkularını da itiraf ediyorlar: Teknik AŞ’nin yetkisi metal işkoluna çıkar mı? Bağımsız TC mahkemelerine güveniyorlarmış... Neresinden bakarsanız tutarsızlık içeren bu bildiri, sendika yönetiminin kafa karışıklığını, tükenmişliğini ve çaresizliğini gösteriyor. Ancak mesele şu ki, baskıcı yönetim ve tutarsız ve işbirlikçi bir sendika yönetimi karşısında işçilerin kendi geleceklerini belirleyecekleri bir alternatif oluşturmalarının önünde geçmişten gelen moral bozukluğu var. Hem Atilay Ayçin yönetimi hem de Ayçin’e muhalefet eden farklı sendikal alternatiflerin hiçbiri işçilerin onlara verdiği hakeden davranışlar içinde olmadılar. İşçinin bu işverene ve sendikaha mahkum bırakılmasında Atilay Ayçin ve muhalif sendikal anlayışların da azımsanmayacak payı var. Serdar TOROS
Sendikalı işçinin ancak yarısı TİS imzalayabiliyor!
O
cak 2015 işçi sendikaları istatistikleri yayınlandı. Buna göre toplam kayıtlı işçi sayısı 12 milyon 181 bin. Kayıt dışı işçi sayısı bu hesaba katılmıyor; gerçek işçi sayısı (memurlar hariç) 14 milyon 600 bin civarında. Sendikalı işçi sayısı 1 milyon 297 bin olunca sendikalaşma oranı kayıtlı işçiler arasında yüzde 10.65, tüm işçiler arasında yüzde 9’dan az çıkıyor. Son bir yıl içinde 200 bin işçi sendikalara üye olmuş. Ocak 2013 ile Ocak 2015 arasında brüt sendikalı işçi sayısı 297 bin arttı. Bu artışın 116 bini Türk-İş üyesi sendikalarda gerçekleşti. Hak-İş son iki yılda 133 bin yeni üye kazanarak üye sayısını 296 bine yükseltti. DİSK ise son iki yıl içinde 21 bin üye kazandı. Bu artışta sendika üyeliğinin noter şartından kurtulmasının payı var. Ancak sendika üyesi olmak ile sendikal haklardan yararlabilmek arasında epey bir yol var. Genel olarak ifade etmek gerekirse, sigortalı olmak, ardından sendikaya üye olabilir-
siniz. Üyelik, işyeri yetkisi, toplusözleşme yetkisi ve ardından toplusözleşme ve bu sözleşmenin geliştirilmesi diye sıralanabilecek aşamaları geçebilmek gerekiyor. Bu aşamaların hepsinde ayrı ayrı işverenlere itiraz etme yetkisi tanınıyor ve 60’ar günlük sürelerle süreç uzuyor. Bir işyerinde toplusözleşme imzalama aşamasına gelebilmek, işçi fire vermeden durabilirse ortala ikibuçuk, üç yıl sürüyor. Nitekim, Ocak 2015 istatistiklerine göre 147 sendikanın 98’i barajı geçemedi. Bu sendikaların üye sayısı 110 bine yaklaşıyor. Demek ki, sendikaya üye olmak tek başına yeterli değil. Üyeliği işverenden gizli olabilirsiniz ancak işveren sendika üyeliğinizi reddederse neler yapabileceğiniz konusunda yasalarda kimi haklar olsa da fiili olarak işçinin sözleşme imzalamasını engelleyecek olanakları da işverene vermiş bulunuyor. Bunun başında işten çıkartma gelir. Sendikalaşan işçiyi işten çıkartan işveren tazminatını ve-
rip işçiyi işe geri almayabilir ve böylece uzun süren yetki alma sürecinde o işyerinde sendikalı işçi kalmayabilir. Bunun sayısız örnekleri var. İşte bu yüzden sendika üyeliğindeki artış, göreceli bir iyimserlik sebebi sayılmalı, esas olarak toplusözleşme imzalayan işçi sayısı esas alınmalıdır. Bu noktada özel ve kamu sektöründe bir farklılık var. Özel sektör çok daha acımasız ve sendika düşmanı. Bu yüzden özel sektörde toplusözleşme imzalayabilen işçilerin oranı yüzde 3-4 (500-550 bin) arasında; bu oran kamuda yüzde 6-7. Aziz Çelik’in verdiği rakamlara göre, “2013 yılı sonu itibariyle toplu iş sözleşmesinden yararlanan işçi sayısı 825 bindir. Aynı dönemde sendikalı işçi sayısı ise 1 milyon 97 bindir. Diğer bir ifadeyle 272 bin işçi (sendikalı işçilerin yüzde 25’i) toplu iş sözleşmesi kapsamı dışındadır. 2014 toplu sözleşme verileri açıklanmadığı için 2014’teki fiili durumu bilemiyoruz. Ancak sendikalı
işçilerin en az yüzde 25’inin toplu sözleşme kapsamı dışında kaldığından hareketle 2014 için 300-350 bin işçinin toplu iş sözleşme kapsamı dışında kaldığını söyleyebiliriz. Buradan net sendikalı sayısına ve sendikalaşma oranına ulaşabiliriz. Bu durumda net sendikalı işçi (toplu iş sözleşmesi kapsamında) sayısının 2014 sonu için tahmini olarak 900 bin civarında, sendikalaşma oranının ise yüzde 6-7 civarında olduğu söylenebilir”. Sendikalaşmanın en düşük olduğu sektörler sırasıyla inşaat, turizm, büro, gazetecilik sağlık ve sosyal hizmetler (yüzde 2-5 arasında). En hızlı büyüyen sektörlerden biri olan özel güvenlikte ise, hızlı bir sendikalaşma yaşanıyor: Bu sektörde sendikalaşma oranı yüzde 25. Sendikalaşmanın önünde yasal engellerden daha çok patronların fiili baskı ve işten çıkartma zoru var. Sendikalaşma için önce örgütlenme, komiteleşme, güvenilir bir hazırlık ve ardından üyelik en sağlıklı yoldur. İS HABER
İşçilerin Sesi
Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!
İşçileri bu Dünya’da sınıyorlarmış!
A
nadolu kaplanları ya da “yeşil sermaye” olarak ifade edilen, özellikle de AKP döneminde iyice palazlanan, burjuvazinin muhafazakâr kanadı, iş ilişkilerinde dini söylemi sonuna kadar kullanarak, işyerlerini denetim altında tutmayı da başarıyorlar. Yasin Durak’ın “Emeğin Tevekkülü: Konya’da İşçi-İşveren İlişkileri ve Dindarlık” başlıklı çalışması bu konuda bize anlamlı sonuçlar veriyor. Kitap hem dindar-muhafazakâr patronların hangi yöntem ve söylemlerle işçileri “ikna ettiklerini” gösteriyor hem de işçilerin çalışma koşullarıyla ilgili yaşadıkları sorunlar karşısında, dini açıklamalarla koşullara nasıl boyun eğdiklerinin örnekleri veriliyor. “Emeğin Tevekkülü” Konya’da esas olarak KOBİ olarak bilinen küçük ve orta boy işletmelerde yapılan bir araştırmanın adı. İslam dinini referans alan patronlar “namazlarını kaçırmadıkları, kul hakkı yemedikleri, harama el uzatmadıkları” için “güvenilir insanlar” sayılmaktadır. Bu kişiler neden patron ve zengin insanlar haline
gelmişlerdir? Çünkü onlara “Allah yardım etmiş zamanında... Neden? Harama el uzatmadı da ondan...” İşçilere gelince, onların payına düşün ne? Sabır, kader ve tevekkül. Bunlar ne işe yaramaktadır? Dünyevî eşitsizliklerin, yoksunlukların karşısında, isyan etmemeyi öğrenirler! Kitaptaki işçiler bu anlayışı söyle ifade ediyorlar: “Hepsinden önce sabredeceksin... Sınavdır bu dünya. Hepsi Allah’tandır. Onu (patronu) zenginlikle sınıyor. Benim sınavım da
fakirlik”. Elbette yalnızca dini bir söylem işçileri ikna etmeye yetmeyebilir, bunu bir de milliyetçi bir dille güçlendirmek gerekiyor. Bunu için patronlar, işyerlerinin faaliyetini açıklamak ve kendi varlıklarını neden çok önemli olduğunu göstermek için “Ülke yararına çalışmak, istihdam yaratmak, Türkiye’ye çok şey katmak” kavramlarını kullanıyorlar. Bu milliyetçi dil, patronların kar etmek için kurdukları işyerlerini ülkenin menfaati için çalışan yerler gibi göstermekte, işçilerle patron arasında ortak çıkarların bulunduğu gibi bir yanılsamayı güçlendirmektedir. Dikkat edilsin yasalar bile “milli güvenlik” gerekçesiyle ertelenebiliyor. Bu dini ideolojik hegemonyanın sonuçlarına ilişkin kitapta örnek çok: bir patron “işçiyi sürekli yoğurmak gerekir” diyerek, işçilerle aralarında görüş bakımından uyum yarattıklarını söylüyor. İşçilerin ise, hak mücadelelerine karşı tepkileri var. TEKEL eylemlerine katılan işçilere karşı (“çoğunluğu Kürt, PKK’lı” gibi yaftalarla beslenen) şiddetli husumet
duyulmakta, yaşadıkları sıkıntıların, devlet işletmelerindeki işçilerin ayrıcalıklı konumlarından kaynaklandığını düşünüyorlar ve özelleştirmeyi savunuyorlar. Bütün bu dini hegemonyaya karşın Konya’lı patronlar, yarattıkları “cennet”de sorunsuz değiller. Geçmişte işçilerin gözünü boyamak için verilen üç vakit namaz izni, artık patronlara rahatsız etmekte, üretimi düzenini bozduğu gerekçesiyle kaldırılmak istenmektedir. Ücret ödemelerindeki düzensizlik karşısında, işçiler kredi kartlarına yükleniyorlar, sonuç olarak, banka faizleri altında ezilen, sabreden işçi oluyor. Din, emek-sermaye çatışmasını ortadan kaldırabilir mi? Belki geçici bir dönem başarılı olabilir. Ancak, işçi ve patron arasındaki zıt çıkarlar öylesine sonsuzdur ki, çatışmanın bastırılması mümkün olamaz. Ekonomik krizler, kişilerin inançlarının üzerinde de etki yaratır ve son olarak bir grup Ülker işçisinin, İslamcı sendikasından ayrılıp, Müslüman patrona karşı direnişe geçmelerinde gördüğümüz gibi, belirleyeci olan sınıf çelişkileri olacaktır. Kaya İLHAN
Güvenlik Yasa Tasarısına Hayır! Polisin arama yetkisi artırılıyor: Hakim ve savcı kararı olmadan polis istediği kişinin üstünü, eşyası ve aracını arayabilecek. Polise tanımı muğlak yeni yetkiler tanınıyor: Polisin aldığı herhangi bir önleme karşı gelenler, fiilin suç oluşturması aranmadan polis tarafından uzaklaştırılacak, koruma altına veya yakalanıp gözaltına alınabilecek. Toplumsal olaylarda çıkmayan boya kullanılacak: Polis, toplumsal olaylarda üç gün çıkmayacak özellikte boyalı su kullanacak. Kanuna aykırı toplantı gösteri yürüyüşü tanımı genişliyor: Demir bilye ve sapanın taşındığı, bulundurulduğu toplantı gösteri yürüyüşleri kanuna aykırı sayılacak ve bu toplantılara katılanlar yargılanacak. Polisin silah kullanma yetkisi artıyor: Polis, toplumsal olaylarda “cebinde bilye vardı, bana atacaktı, teşebbüste bulundu” şeklinde bir ifadeyle bile silah kullanabilecek yetkiye sahip olacak. Yargı denetimi olmadan telefon
dinleme yetkisi genişletiliyor, denetim tek bir hakime bırakılıyor: Yargısal denetim olmadan yapılan telefon dinlemenin süresi 48 saate çıkarılıyor ve Türkiye’de yapılan tüm aramalar Ankara’da görevli tek bir hakimin denetimine bırakılıyor. Toplantı ve gösteri yürüşlerine ilişkin cezalar artırılıyor: Bereleyici, boğucu, yakıcı, aşındırıcı, yaralayıcı, her türlü zehir, her türlü sis, gaz ve benzeri maddelerin taşındığı toplantılara katılmanın cezası iki yıl altı aydan başlayıp dört yıla kadar çıkıyor. Toplantı gösteri yürüyüşünde yüzü kısmen kapatmak suç kapsamına alınıyor: Herhangi bir toplantı ve gösteri yürüyüşünde yüzü tamamen veya kısmen kapatarak toplantılara katılmak Toplantı Gösteri Yürüyüşleri Kanununda yeni bir suç olarak duzenleniyor ve cezası iki yıl altı aydan baslayıp dort yıla kadar çıkıyor. Yasadışı bir örgut propagandası yapıldığı iddiasının bulunduğu bir toplantıda yüzü kısmen bile kapatmış olmanız durumunda cezanın alt sınırı üç yıldan başlayıp beş yıla kadar çıkıyor.
Toplantı gösteri yürüyüşlerinde kanuna aykırı döviz taşımak suç: Kanunların suç saydığı nitelik taşıyan afiş, pankart, döviz, resim, levha, araç ve gereçler taşıyarak veya bu nitelikte sloganlar söyleyerek veya ses cihazları ile yayınlayarak katılanlar üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılacak. Cumhurbaşkanlığına hakaret vb. bir çok başlık kanuna aykırı kapsamında değerlendirilip hapis cezası gerekçesi olabilecek. Polise gözaltına alma yetkisi veriliyor: Polis savcı kararı olmadan kişiyi gözaltına alabilecek ve 48 saat boyunca gözaltında tutacak. 48 saatin sonunda savcıya bilgi verecek ve savcı kararına göre gözaltı işlemine devam edecek. Valinin emrine uymamanın cezası bir yıl hapis: Gezi Parkı yasağı, yolların kapatılması vb. valinin ilan ettiği yasağa uymamanız durumunda 1 yıl hapis cezası alacaksınız. Sıkıyönetim yetkilerine sahip vali dönemi başlıyor: Vali, toplumsal olaylarda
belediye ve diğer kuruluşların araç ve gereçlerine el koyabilecek, kurum personeline gerektiğinde polis zoruyla görev verebilecek, savcı yetkilerini kullanabilecek. Belediyeler, vali emrine direnmesi durumunda toplumsal olaylarda meydana gelen zararlardan sorumlu olacak. Araç kiralayanlara ilişkin bilgilerin tümü polis tarafından anında görülebilecek: Ara kiralama şirketlerine araç rotalarını da içerir her türlü bilgiyi bilgisayar ortamında tutmaları ve otellerde yapılana benzer bir terminal vasıtasıyla anlık olarak polis ile paylaşmaları zorunluluğu getiriliyor. Herkesin parmak izi, damar izi ve el ayası vermek zorunda kalacağı bir dönem başlıyor: Kimlik tespit ve doğrulama işlemleri ve yeni çıkarılacak nüfus cüzdanları için herkesten biyometrik veri olarak adlandırılan parmak izi, el ayası ve damar izi alınacak. Özgürlükçü demokrat avukatların güvenlik yasa tasarısıyla ilgili broşüründen alınmıştır.