36

Page 1

Sayı: 36, Eylül 2009-9, 3 TL, -KKTC 3.5 TL-

RED biz bu çarkı türkçe, kürtçe, arapça, farsça reddediyoruz ve kızıl rengi çok seviyoruz!..

BU SAYIMIZ, BÜLENT ERSOY’UN EN SON EVLENDİĞİ ŞAHSI HEMEN BİLEN AMA KENAN EVREN’İ TANIMAYAN GENÇLİK İÇİN ÇIKARILMIŞTIR!..

12 EYLÜL DARBESİNİN ARDINDAN, YILMAZ GÜNEY KONUŞUYOR:

“Türkiye’de insanlara, özellikle de sizin gibi genç insanlara çok iyi yaşama koşulları hazırlanmazsa, siz orada ne olursunuz biliyor musunuz? Bu dinamizmle gangster olursunuz. Kabadayılık hastalığına tutulur, hapishanelere düşersiniz. 20 sene, 30 sene... Kiminiz ölür, kiminiz kurşunlara dizilir, kiminiz bir kadına hasta olur, orada genelevin önünde, barın önünde vurulur... Kiminiz esrar kaçakçısı, kiminiz sigara kaçakçısı olarak kaldırımlarda ölürsünüz... Yok!.. Bir tek kurtuluş var: Devrim!..”


SITKI DEMiRKAN - KASABA NOTLARI

Ş

Ben bi açılıp geliyorum...

imdi siyasi lügatimize yepisyeni bir kelime hakim: AÇILIM... İlk defa Deniz Baykal’ın kara çarşaflı teyzelere rozet taktığı törenlerin medyaya servis edilen görüntülerine altyazı olarak karşımıza çıkmıştı bu terim hatırlarsanız. Chp’nin türban açılımı, çarşaf açılımı, vesaire gibi ifadelerle; sosyal demokrat kesimin diğerlerini yani yüzde kırkyediye dahil olanları keşfini izlemiştik. Ve o çarşaflı, türbanlı ablalar Endonezya’dan gelmiş gibi açıklamalar yapılmıştı parti ileri gelenleri tarafından. “Bizim aramızda size de yer var, size de partimiz çatısı altında toplumsal örgütlenme hakkı verebiliriz,” yollu, lütuf dağıtımı cümleleri kurmuşlardı. Ağır Osmanlıca bir deyim vardır ya hani, “Kıpti; marifetlerini sayarken hırsızlıklarını itiraf eder,” manasında, işte yurdum sosyal demokrasisinin de sergilediği tavır bu deyimi somutlayan türdeydi. Aslında bu ülkenin insanına ve o insanın hayat algısına ne kadar yabancı olduklarını ifşa etmişlerdi. O insanların, o örtülere neden büründükleri konusunda varsayımdan bir adım öteye gitmeyen garip tespitlerini bir süreliğine geriye atıp, “Biz sizi bu şekilde de kabulleniyoruz,” diye o insanlara daha da uzak bir yere yuvarlanıvermişlerdi. E tabii, tamamiyle ayak oyunlarına dayalı kasaba delegasyon sisteminin en tepeye çıkardığı bir adam ve onun yanını yöresini dolduran unsurlardan bundan daha perspektifli bir bakış açısı beklemek en hafif tabiriyle safdilliktir. Mübarek vatanımız sathında, siyaset adı altında sergilenen alicengiz oyununu, bizim gibi “N’oluyo lan?” işkiliyle karşılayan her vatandaşımız, olan bitenin üç günlük şovdan öteye geçemeyeceğini bildiğinden o hadisenin üzerinde pek durulmamıştı. Amma velakin bu açılım tikinin şimdi bu A. K. P.’leri tarafından sergilenen şekli, işkili aşmış kıllanma boyutuna ulaşmıştır. İşin sosyolojik, internasyonel, konjönktürel ve sair taraflarına ben ve benim algı ayarımdaki sıradan yurdum insanının aklı pek basmıyor malumunuz. Buzdağının görünmeyen kısmına ahkam kesmek için kat kat kauçuk dalgıç elbisesi, okşizen tüpü, gözlük ve de bilumumu hem de bu saatten sonra donanmak pek mümkün değil. Onun için gördüğümüz kısımları tarif edeceğim müsaadenizle. Hem bu andığım açılardan görünenlere giden ay RED yazarlarından Hakan

2

Soydemir açıklamalar getirmişti. Alamet-i farikaları ampul olduğundan, birdenbire kafalarında Kürt ampulü yanmamıştır herhalde, değil mi? Kurmay kadrolarında barındırdıkları Dengir Fırat, Zapsuyu gibi Beyaz Kürtlerin dürtüklemesinden de söz etmemiz, zaman içindeki bu konuda sergiledikleri tavırsızlığa bakarak, olası değil. Tosuncukların gardenya liderinin dillendirdiği, bu mecraın yol göstericisi ‘I want you’ parmağının da bunlara şu anda doğrultulmadığını biliyoruz. Pekala nedir ta Çankaya’dan Bozdağ’a varasıya kırpık bıyık güruhunun Norşin’e dikkat kesilmesinin sebebi.

Allah-kitap işleri bitti

Efendim miatları doldu ve inkıtaları oynamakta olduklarına aydılar hepsi bu. Din, iman, Allah, kitap gibi garibanı vecde getiren gazın tazyiki buraya kadar sürdü. Küresel olduğu, yani köşeleri olmayan, bildiğin yuvarlak şekilde cereyan ettiği için nedenselleştirilemediği konusunda cem-i cümle iktisat alimlerinin hemfikir olduğu ekonomik kriz girdabı, bizim altyapısız ekonomimizi de eksenine çekmeye başladı ve mızrak çuvala sığmıyor gayrı. Bitişlerinin startı da bu vesileyle verildi zaten. İmam Efendi tüm basiretsizliğine rağmen ne büyük bir yangının alev aldığını en evvelinden sezinlemiş ve oraya doğru oluşacak telaşı engelleme gayretiyle abuk söylemler geliştirmiştir. Yalaz çok uzaktayken, “Teğet geçecek elhamdülillah,” demiş, çatırtılar duyulmaya başlandığında, “Az biraz hararet hissedebiliriz,” diye çark etmiştir. Şimdi bizim kozalakların

da tutuştuğunu görmektedir ve ağzındaki baklayı çıkarmasına cevaz verecek bir Nasrettin bulsa en Kasımpaşalı şekliyle, “Girsin çıksın kalbini bozma,” fütursuzluğuna dahi meyledecektir. Kendi iç dinamikleri içerisinde al gülüm ver gülüm ekonomisini yaratan şark esnafının değirmenine su taşıyan kaynaklar da yavaş yavaş kısıldığından mızıklamalar başlamıştır. Kısacası siyaset sahnesindeki rollerinin sonlarına geldiklerinin ve neye istinaden elde ettiklerinden kendilerinin de pek haberdar olmadığı iktidarlarının son dönemlerini yaşadıklarının farkına varmanın telaşıyla en son değneği tuttular. İyi de farkına varmadan ellerine aldıkları değneğin iki ucu falan değil her yanı bok içinde. Ve memleketin hiçbir sorununa dair öngörüsü olmayan bir alay imam-hatip; değneği temizlemek şöyle dursun değnekteki pisliği oraya buraya bulaştıracak maalesef. Daha ne olacağına, ne yapılacağına, ne yapılması gerektiğine dair sunulan hiçbir şey yokken kopan yaygaranın ve devinilen mecraların abukluğu, somuta varacak olamamanın en büyük kanıtı. Benim algılamakta zorlandığım en tuhaf nokta ise bu işe taraf olması gereken kim varsa topunun mevzudan uzak durma gayreti. Bizim yarımın yarısı aklımız, ortalamadan sığ bakış açımız dahi bu topraklarda yaşayan herkesin bir şekilde bu meselede taraf olmasının kaçınılmaz olduğunu çözmekte. Gelip görüyoruz ki subaşını tutan ne kadar deve varsa üç maymunu sahneliyor. Yahu madem yöneten, ileri gelen vesair sıfatlar taşıyorsunuz, e üçünüz beşiniz bi çıkın ortaya da en azından bi isim koyun

meseleye. Yok yok Kürt Meselesi diye hangi aklıevvelden yumurtlanmış garabet tamlama tamlamıyor olup biteni. Bırakın tanımlamayı demin dediğim gibi olayı sadece etnisiteye kilitleyip çetrefilleştirmeye varıyor. Onlarca yıldır ciddi ciddi kan dökülen, kıçıkırık bir ekonominin milyarlarca parasını sömüren bir gerçeklik var ortada. Öyle ucundan kıyısından da değil tam merkezine almış yetmiş küsur milyonu, ama mesele Kürt Meselesi. Sizce de bu tanımda bile bi çapanoğlu yok mu? Kan, gözyaşı, can sıkıntısı, kalp daraltısı beraberinde getirdiği ne varsa hangimiz daha az etkileniyoruz? E durum bu minval üzreyken bizden ayrık birileri mi çıkıp oturacak direksiyona. Saçmasapan bir ayrıştırmaya vardı dayandı işte şimdi. Onlar ve bunlar olarak nitelendiriliyor, sanki kesin, belirgin bir çizgi varmış gibi. Abicim bin senedir olduğu gibi birarada yaşıyoruz ve yaşayacağız işte istesek de istemesek de. Kimsenin bir yerden bir yere gitmesi mümkün mü? Kafa kafaya verilip ne olduğunda bu davanın sona ereceğinin bulunması gerekiyor bu kadar basit işte.

Birbirimize açılsak ya!

Ha, şu net bir şekilde anlaşılmıştır ki kafa kafaya verecek olanlar bu davanın sürmesinden çıkar elde edenler olmayacaktır. Ya da yağmurlu havada iki tavuğa su vermekten aciz politika cambazları bırakın çözüm üretmeyi, buradan kendilerine puan yontmaya çalıştıkları için, daha çıkmaz sokaklara sürükleyecekler memleketi. Evet, o çıkmaz sokaklarda kendi yalnızlıklarına gömülüp, kimsenin adını anmayacağı kişilere dönüşecekler tamam da bize ne faydası var? Bizim yaramıza merhem ne onu kim bulacak? Aslında bu ülkede yaşayan herkesin, yediden yetmişe herkesin şu meşhur deneyde olduğu gibi soğuk suya konup altına ateş yakılan kurbağalar gibi olduğunu fark etmesi gerekiyor. Bir süre sonra haşlanacağız yahu var mı bunun ötesi? Kimsenin kimseyi uyandırmasına gerek yok ki. İçgüdüsel olarak mevzua uyanılması ve bu tencerelerden, cenderelerden kurtulunması gerekiyor. Bunun hayata geçirilmesi için ne gerekiyor onu biz bulacağız işte. Uzunun kısası herkes bir şekilde bu ağababalara ittir çekip birbirine açılsın, bakın o zaman nasıl bıçak gibi kesilecek kavga…

7


SÜREYYA YILMAZ

Harbiden, bi açılsana!.. Benim yarım Kürt, diğer yarım Arnavut ama toplamda El Salvadorluyum. ABD bayrağı ile Kosova’nın bağımsızlığı kutlandığında, “Bu ne lan?!” demiştim.

K

albimde sevgisi, üzerimde emeği büyük olan bir ihtiyarın, “Yavrum, televizyonda kanalların yeri değişmiş, bi ayarlayabilir misin?” sorusunu, olumsuz yanıtlayamazdım. Sevgi beslediğim kimsenin yardım çağrısına kayıtsız kalamayacağım gibi. Yeni bir uydu atılmış uzaya, izleyemiyormuş o sebepten istediklerini. “Merak etme,” dedim, ”Onlar daha da rahat izliyordur istediklerini,” ama içimden dedim. Belli başlı geleneklerde kaynağını bulan ritüellere karşı alakayı hep dik tutmuşumdur. Yer yer savaşırım da kendi ritüellerim uğruna; post-modernizmin her türlüsüne karşı Marksizm, neoliberalizme karşı sosyalizm, küreselleşmeye karşı enternasyonalizm… Biraz daha yerelleştikçe; Batı’ya karşı Doğu, top sakala karşı bıyık, şaraba karşı rakı, gitara karşı bağlama, saatçi Ercan’a karşı Ahmet Kaya… Uzar da gider. Benim ritüellerine sadık ihtiyar, başladı neyin nerde olmasını istediğini söylemeye: “1. sıraya trt 1, 2. sıraya trt2 (bekledim merakla 6. sıraya ne gelecek diye), 6. sıraya trt şeş...” “Niye?” dedim, “Sen Kürtçe bilmiyosun ki?” ve o, kırdı geleneksele gömülü olan kafanın bir kemiğini tereddütsüz: “Kürtler için değil ki o kanal!” “Nasıl yani?” dedim. “Verdiğini söylediğine inanma devletin, almaya çalıştığına bak!” [Maden işçiliğinden emekli ihtiyarın, kışın kozalak yaktığı günleri anımsadım. ”Ulan tamam ‘yabancılaşma’ eyvallah da, kömüre de yabancılaşılır mı?” benim derdim.] Her neyse, işçiliğin zekatı da buydu demek ki; aynı madene girdiği Kürtler yerin üstünde de kalbine girmişti, asla çıkmadan. Çalıştıkları dönem Arjantin’deki bir madenden göçük haberi gelmiş, gitmişler işletme müdürüne, “Biz gidiyoruz Arjantin’e, haber et valiye…” Bozdurmuşlar Kürdün gelininin altınını, yeni doğmuş bebenin nafakasını, “Harcırah yok,” diyen valiye, ”Al atını n’idiyim tımarını!” demişler. Ama olmamış mı, yetmemiş mi, -anlat(a)madıgidilememiş… Radyo başında beklemişler Arjantin’de göçükten çıkan –kaçınılmazesmerlerin haberlerini, kah kederden, kah sevinçten içilen boğma rakı eşliğinde. Sonraki günlerde indiklerinde madene bildikleri her dilden ağıt yakıp, madendeki çavuşun da silahına el koyup -belki de bugün bile çavuş madene silahla iniyor olabilirmiş- durdurmuşlar işi bir hafta kadar. ”Değil çevik, çelikten kuvvet inemez madene -o zaman ki adıyla toplum polisi-; hele ki yasın yolu Arjantin’se…“diyor. ”Benim içimde yer alan Kürdün tuttuğu mekan budur,” dedi ve bitirdi aklındaki hikayesini…

Velhasılıkelam, ihtiyarın hikayesinde emin olduğum en büyük gerçek, işçilerin gönüllü birliği her türden ulusalcılığa karşı bugün bile en sağlam, belki de en son kale. “Devletin her verdiğine şüpheyle bakmayı en köklü geleneği haline getiren emekçiler bi çoklansa, kendilerine bir yer açsalar, bak neler olur...” diye düşünürken bi sürü fotoğraf geldi aklıma, baktım hepsine tek tek. Dön bi de bugüne; takunya giyip, sakalı göbeğinde olanın liberal kesimin sokak kalabalığını oluşturduğu, “Bu halktan bi halt olmaz,” buyurup ‘solculuktan’ vazgeçtikten sonra, ‘bugünkü toplumun dinamik ve dönüşümü hızlandıran yapısından’ (!) umutlanan aydınların yaşadığı, aklın ve vicdanın aslında uzaya giden ilk hemşerilerimiz olduğu bir yerdeyiz. Hey özgürlük! Benim yarım Kürt diğer yarım Arnavut ama toplamda El Salvadorluyum. ABD bayrağı ile Kosova’nın bağımsızlığı kutlandığında, “Bu ne lan?!” demiştim. Şimdi de açılıyorlar, Kürtleri ‘kazanmak’ için. Yetmedi mi kazanılmış olan ‘Kürtler’ size? Halis Toprak, Mehmet Ağar, Abdülkadir Aksu, Ümit Fırat, İbrahim Tatlıses, Turgut Özal ve aynı muhtevadaki diğerleri. He, diyebilirsin, “Onlar zaten farklı farklı biçimlerde Kürt olduklarını inkar ettiler, sisteme-devlete eklemlendiler, ispatlamak için kendilerini, tam beş katı fazladan çabaladılar,” tamam da, bunu sen dersin ama ‘açılanın’ yapmaya çalıştığı; bir halkı bu hallere getirmek. Ancak, yıllarca umudunu kendi çabasında aramış, büyük çoğunluğu yoksul köylü ve maalesef çoğunluk halinde yalnız kalmış bir halkı ‘kazanmak’ amacıyla –elbette ABD aklıyla- yapılan açılım ve beklenen karşılığı, adam olanın canını fena sıkıyor. Ne güzel hallediyor ABD bu işleri, büyükelçisi zırt AKP’de, zırt -ilk açılım oturumundan bir gün sonra- MHP’de. İlkine

akıl veriyor, ikincisine ‘akıllı ol’ mesajı. Çok değil, biraz esip gürledikten hemen sonra çıkar, bu devletin arsasından anca bir bahçelik yer ayartabileceğini yavaş yavaş idrak eden geleneksel fikir babaları, ”Sokakta ülkücü görmek istemiyoruz,” deyu. Gerçi hazır ve nazır beklerler, ‘otur’ komutuna gerek olmaksızın. (Sadece beyinsizler ikna olur kapitalizmin bunlara bir daha hiç ihtiyacı olmayacağına, yargılayıp cezalandıracağına.) Ayrıca bi bakmışsın büyükelçi jest olarak ay bıyık bırakıp, ”Ben açtırırım ülkü ocaklarını, içerdeki İngilizce konuşanlar için de, kopuzun mucidi Missisipi Türkleri deriz,” dermiş. Yok devenin gönlü. Belki de arıza bende, doğal nedenlerden dolayı mensubu olduğum milletlerden biri beni meczup kıldı. İkisinin de dağları, dağlarında da bolca kovanları var. ‘Sonları benzemesin’ yazıcam ama, böylesi bir son her şeyin tabiatına aykırı olamaz zaten. Kürt halkına gelince elim yazmıyor, beynim kabul etmiyor. Açılımmış! Az açıl da vurayım ağzının ortasına ekmek tahtasıyla, dünyanın ve yaşadığım coğrafyanın yoksullarının üzerinde hiçbir şey doğrayamayacak hale getirildiği, o kul yapısı doğa harikasıyla, bak bakalım Allah’a gerçekten yakın olmak nasılmış, ‘one minute’ten azında ispatlanır. Alışmışlar çevrelerinde görmeye, şakşakçılıklarını yapan ‘solcu’ eskilerini. Gördük harçları protesto eden öğrencilerin masasına 100 metre yaklaşınca dönerini tıkınabilmek için, ayı irilerine nasıl muhtaç olduğunu. Yalnızca ‘et döner’ diye bi kaide yok, keser de döner, sap da döner elbet. Sormaz da etin tadını unutan adam, “Sarıyım mı, burada mı yersin?“ diye… Ama coğrafyamızdaki tüm sosyalist, devrimci hareketlerin bu süreci çok iyi değerlendirip -hindi gibi birbirlerine kabarmaktan vazgeçerek- Kürt halkıyla can evinde buluşması lazım. Sanırım emek eksenli olur bu iş, zira işçinin –hâlâ- diğer tüm toplumsal katmanlardan farkı; dediğini

yapma kudretinin en fazla onda olması. Ve tüm ulusal önyargıları kırmaya en hazır sınıf olması. Bilir sahipler -bilim böcekleri aracılığıyla-; önce kalayı basan adam, çoklanırsa gelir dünyanı basar. Şükür eden değil, küfür eden emekçi görmektir korkuları, Kürt-Türk-Arap-Laz-Arjantinli bir işçi yalnızken basar en hökereklisinden küfrü, bilir mevzunun mayasını, tam bu vakitlerde bir arada yapmak istediklerini haykırabilecekleri bir ortam oluşabilse, yapacakları her şey burjuvaziye küfürdür artık. Aklı daha iyi basanlar daha da güzelini yaparlar. Ben, yer yer düşünmek bile istemiyorum bu açılım yutturmacasını; eskiden egemenler bir iş çevirecekleri zaman ‘saray oyunu’ denirmiş, şimdi hepten ‘rezil ayak oyunları’ bunlar. Ne olacaktı; müracaat için 6 fotoşopsuz vesikalık yetecek olsa kendi partilerinin bile üyeleri olamayacak şekilsizlikleriyle retinamıza verilen değer zaten ortada. Ayağın en baracklısı baş olmuş, bilmem söylesem mi? ”Alınyazısına fit olmalısın,” diyenler, almışlar usturayı ellerine halkların alnına ‘kaz’ yazmaya çalışıyorlar. Kadere değil, kedere bakmak lazım; bunca imkanın içinde böyle bir sefalet (her türlüsünden) varsa, bir müddet daha gidebilirsin ama cant üstü. Ya arabandan olacaksın ya da direksiyonda kaldığın süre daha da uzarsa hep beraber şarampol turizm. Daha hikmetli kelamları, mürekkebe daha çok bağımlı olanlar edecektir. Ama biliriz elbet, azrailin can dağıttığının hiçbir yerde görülmediğini; her milletten yoksulun evinde, “Nerelisin?” sorusunun cevabının önemli olmadığını. Yoksulluğun enternasyonalizmini. Lakin istisnaydı görmek, kuruşun olduğu yerde duruşu. Kalpten inanırız o türkünün sözüne; “Yiğittir yiğidin öcünü alan.” Düşünmeye doyamayız, ‘her ülkede sosyalizm’i. Anlarız; insanların doğdukları, yaşadıkları yere olan karşılıksız sevgiyi. Nefret ederiz, ulusalcılığın her türlüsünden. Türlüyü severiz, o ayrı. En nihayetinde bu meseleleri halletmek; işleyen kafa, sağlam irade, kani gönül ve örgütlü mücadele gerektirir. Umuda gelince kafam karışık, umut adına yerleştirilen “gramajı düşük ekmek” algısı hep egemenlerin işine yaradı, bizimkileri yaraladı. Aslında umudu, ”bedeli ödendiğinde mutluluğun, güzel günlerin geleceğine inanmaktır”, diye koyduk göğüs kafesimizin içine. Ayrıca bir kitapta okudum, sonra da unutmadım; “Umut akılcı olmayabilir ama gerçektir. Umut var olduğu müddetçe zemini de vardır. Yapılacak bir şeyler de.” Aklıma yattı, umutlandım. Geleneklerime bağlıyımdır; mübarek Ramazan’ınız Tatar olsun.

3


-mantar özel-

H

ani bir zamanların ünlü dolandırıcısı Sülün Osman vardı. İstanbul’da saf vatandaşlara, tramvayından, Galata Kulesi’ne, şehir hatları vapurlarından, kent meydanındaki saatlere kadar satmadığı kamu malı kalmamış. Gerçekten işinin ehli bir dolandırıcıymış. İşte Ertuğrul Özkök’ü aynı Sülün Osman’a benzetiyorum. Sülün Osman’ın 21. Yüzyıl’daki medyatik portresi. Yani, söyler misiniz Allah aşkına, ha Sülün Osman Galata Kulesi’ni satmış, ha Ertuğrul Özkök her gün Hürriyet’te yazılarını yazmış. Ne fark var? İkisi de ellerinde bulunmayan bir şeyi satıyor sonuçta: Değerlerini!.. Bunu nereden mi çıkardım? Bakın Özkök, NTV’de yayınlanan ‘Haydi Gel Bizimle Ol’ programında Müjde Ar’ın 12 Eylül darbesi ile ilgili sorularına ne yanıtlar veriyor: “12 Eylül bütün dünya

T

“İşçi Partisi, devletin bekasından yana yurtsever bir partidir.” (Türkiye İşçi Köylü Partisi (TİKP) Savunmasından) “Yurt savunmasına katılmak üzere yurda dönme kararı aldım. İşkence söylentileri batılı devletler ve terörist örgütlerin uydurmasıdır. Bir yurtsever olarak askeri yönetimin yanındayım.” (Mustafa Kemal Çamkıran, TİKP Merkez Komite Üyesi, Aydınlık) “Gazetemiz, yeni yönetimin ilan ettiği amaçların başarılmasına katkıda bulunmaya hazırdır. Her zaman olduğu gibi!..” (Oral Çalışlar, Aydınlık gazetesi Genel Yayın Müdürü, darbeden 6 gün sonra yaptığı bir açıklamadan.) En son araya şu an Kemalizm ile pek bir alakası kalmayan Oral Çalışlar da karıştı ama, karışmayacak gibi de değil gördüğünüz gibi. Neyse sonuç olarak, milyonlarca kişinin hayatını karartacak, binlerce kişi işkencelerden geçirecek, gencecik insanları yaşlarını büyültülerek asacak, kitapları yakacak kadar karanlık bir zihniyete sahip bir cuntayı, ülkenin ‘solcu’, ‘devrimci’,

‘anti-emperyalist’ olarak bildiği insanlar, partiler, işte böyle destekliyorlar. Ve bugün vicdanlarında en ufak bir rahatsızlık yok! İşte bakın Doğu Perinçek, bir röportajında 12 Eylül dönemi ile ilgili sorulan bir soru üzerine ne cevap veriyor: Gazeteci: “Geçmişinizin muhasebesini yaparken, vicdanınızı rahatsız eden şeyler var mı? Mesela Aydınlık gazetesinde ihbar edilen sol adresler, isimler filan?” Doğu Perinçek: “Az bile yapmışız!” Başlıkta söylediğim gibi, bunların anti-emperyalistliği, devrimciliği, solculuğu ne kadar gerçekse; dünyanın dikdörtgen olması da o kadar gerçektir. Tüm bu geçmiş örneklerin yanında, bir de güncel olarak, daha birkaç ay önce Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alınan, serbest bırakıldıktan hemen sonra da, evinde televizyonlara, “Ben Amerikancıyım!” diye açıklamalar yapan YÖK eski başkanı Kemal Gürüz’ü akıllarımıza getirirsek, bunların karakter analizini tamamlamış oluruz. Ama tüm bunları göre göre, hâlâ emperyalizme karşı olmak adına, kafalarında kalpak, bunların ardına dizilen varsa, onların zeka analizini yapmaya girişmek bile gereksiz. Ne demişti 2002’de Soros? “Türkiye’nin en iyi ihracat ürünü ordusudur.” Tanrı Türk’ü korusun ve yüceltsin; size de biraz akıl fikir versin emi!..

ON İKİ EYLÜL VE TRAJİKOMİK VAZİYETLER

ürkiye’nin siyasi tarihinin belki de en acı dolu yıllarının yaşandığı dönemin, 12 Eylül döneminin ve sonrasının, insanı sinirden de olsa güldürecek yanlarının olabilmesi ne garip değil mi? Örneğin darbeden günler sonra, Türk-İş Başkanı İbrahim Denizcier’in, “12 Eylül harekatı bir darbe değildir, bir kurtuluş harekatıdır. Destek olmak hepimizin borcudur,” diye açıklama yapması, aynı sendikadan Şevki Yılmaz’ınsa 3 yıl sonra, “İtiraf etmeliyim ki, askeri idare altında sendikacılık hareketine, işçi hak ve özgürlüklerine yönelik tehlikenin böylesine büyük olabileceğini tahmin edememiştim,” demesi. Veya Doğu Perinçek’in, “Cuntanın muhatabı AP ve CHP’dir,” demesi. Cuntanın başındaki Kenan Evren’in

4

algılarımı değiştirdi. Önce, ‘bir dakika sen demokrat bir adamsın, nasıl askeri darbeden memnun kalabilirsin?’ dedim. Bir dakika sonra, ‘Boşver! Oh Allah’ım! Hayatım kurtuldu!’ dedim. ‘Kenan Evren aleyhine hiç yazı yazmadım!’” İşte, aynı Sülün Osman! Olmayan değerlerini, bir dakika içinde nasıl sattığını pişkin pişkin anlatabiliyor... Ve yukarıdaki sözleri söyleyen Ertuğrul Özkök, Hürriyet gazetesindeki köşesindeyse, 12 Eylül dönemi ile ilgili yazarken şu ifadeleri kullanıyor: “Ben sadece bir dönemin gerçeklerini yazıyorum. O günleri yaşayanlar zaten biliyor. Yaşamayanlara da anlatmak isterim. Hepsi bu. Türkiye’de artık askeri darbe falan olamaz. Çünkü mazimizde çok büyük acılar var.”

Bu kadarına pes! Bir televizyon programına çıkıp, 12 Eylül darbesi olduğunda “Amaaan darbeymiş! Boş versene hayatım kurtuldu nasılsa” diye düşündüğünü açıklayan bir adam, gazetedeki köşesinde utanmadan o dönemin gerçeklerini yazdığını iddia edip, insanların çektiği acılardan bahsetme cüretini kendinde bulabiliyor! Bu ne tür bir pişkinliktir böyle? Sonra da insanlara sanki garanti verircesine, “Türkiye’de artık askeri darbe falan olmaz,” demez mi?! Olsa ne olacak ki? Yarın darbe olsa generallere methiye düzmeye başlamayacak mısın yine? Ertuğrul Özkök gibi adamlar, öyle adamlardır ki, olası bir sol parti iktidarının sabahında, ‘azılı bir komünist’ olarak uyanabilirler. Ve en çok böylelerine dikkat edilmelidir! Neyse, yakında Ahmet Hakan’la umreye gideceği konuşuluyor. Umarım gerçektir. Mutlaka arada karışıklık olur ve şeytan yerine Ertuğrul taşlanır!..

ulusalcıların solculuğu ya da dikdörtgen dünya

ürkiye’de yıllardır süregelen en ciddi politik yanılsamalarından biri, ‘ulusalcılığın’ insanlar üzerinde bıraktığı, ‘anti-emperyalistlik’, ‘bağımsızlıkçılık’, ‘solculuk’, ‘devrimcilik’ gibi intibalardır. Hazır 12 Eylül konusu açılmışken, Kemalistlerin/ulusalcıların ve ordunun, bazılarının sandığı gibi ne kadar anti-emperyalist olduğunu, ne kadar bağımsızlıkçı olduklarını sorgulamadan geçmek olmaz. Evet, ülkemizin nadide ulusalcılarının, 12 Eylül dönemi ve sonrasında, darbecilerle ilgili neler yumurtladıklarına, bir bir göz atalım isterseniz. ”Ben, laik Atatürk cumhuriyetinin var oluşu ve bütünlüğü için, dün bana işkence etmiş olanlarla bugün el ele vermeyi, yurtseverliğin doğal ve sade gereği sayıyorum.” (İlhan Selçuk) “TSK, parlamentodan yanadır.” (Doğu Perinçek – Aydınlık) “TSK, bir demokratik devrim ordusudur.” (Doğu Perinçek) “Türkiye’nin geleceği ışıklıdır, güzeldir.” (Doğu Perinçek – Aydınlık)

T

SÜLÜN ERTUĞRUL

ONUR ÖZGEN

ise, “Biz gelmeseydik, onlar gelecekti,” diye açıklamalar yapıp, muhataplarının devrimciler olduğunu açıkça ilan etmesi ve Doğu Perinçek’in ileri görüşlülüğüne bizi hayran bırakması… Ve en bombası da dönemin AP Genel Başkanı, namı diğer ‘demirbaş’ Süleyman Demirel’in yıllar sonra, “İhtilaller bir şeyi halletselerdi, ilk önce beni hallederlerdi,” diyerek olayı bitirmesi sanırım… Daha sonra işkenceler üzerine siyasi adamlarımızın yaptığı müthiş tespitleri de atlamamak lazım tabii. Örneğin Ecevit’in, “İşkencenin nedeni, eğitim eksikliğidir,” sözü. Bir insan daha ne kadar ne şiş yansın

ne kebapçı olabilir acaba? Ya Turgut Özal’ın, “İşkence, asabı bozulmuş polislerden kaynaklanmaktadır,” tespitine ne demeli? Yani şey mi oluyor örneğin, polisler evde karılarıyla falan kavga ediyorlar, asapları bozuluyor, sonra geliyorlar karakolda insanlara işkence ediyorlar. O halde Turgut Özal’ın da işkence görmesi gerekmez miydi? Çünkü fena halde asap bozucu! Ama hepsinden de acayibini, ANAP eski milletvekillerinden Bülent Akarcalı Bey söylemiş: “Arkasında devletin ve yargı merciinin olduğu işkence yoktur. Araba içinde birbirlerini tırnaklayıp yaralamaktadırlar.” Nasıl, hepsi başlı başına birer işkence savunuru değil mi? İşkencecilik… Fahişelikten sonra dünyanın en eski ikinci mesleği; ama fahişelik kadar onurlu değil!..


HAKAN KURTULDU

Gevşeğini beceremeyenlerin sıkıyönetimi D enizler asılalı sekiz sene dört ay olmuş, Erdal da yedi aydır gözaltındaydı. Grev davulları Türkiye işçi sınıfının kalp atışları olmuş, davulun yanında çalan zurnalar işçi sınıfın nefesini sermayenin ensesine ensesine üflediğinin habercileriydi. Elli yedi senedir -İzmir İktisat Kongresi’nde de buyrulduğu üzere- el bebek gül bebek saksıda yetiştirilen ‘yerli sermaye’nin ‘saat gibi’ işleyen tezgahı bozulmuş eli nasırlı bir sürü adam ürettiklerini idrak edip yönetebileceklerini de iddia etmeye başlamıştı. Bu eli nasırlı çıbanların başlarında ise kökü dışarıda ama Balıkesirli bir memur olan, Rus ajanı ama Sivaslı bir köylü doğmuş, beyni yıkanmış ama ülkenin en babacan üniversitelerinde okuyan, bir sürü komünist öncü vardı. Cürete bakın ki, Enternasyonal denen gayri milli bir marşla, “Bundan sonra her şey benim!” demek bir işçi için normal bir hal almıştı. Emek ve sermayeden oluşan ülke bünyesi tepe taklak olmaya yüz tutmuş, ayaklar başlığa adaylığını çoktan koymuştu. Bayrağına üç ‘aydede’ sıkıştırmak ve demir dağdan adam apırtan nev-i şahsına münhasır kurdu şef belleme dışında kayda değer herhangi bir politik ibadeti bulunmayan memleketin diğer andavalları da, bu ‘gelin üleşek’ diye diye ser veren ‘çıban başları’nı tarihte eşi görülmemiş bir ‘ücretsiz kiralık’ kimliğiyle kurşunluyor ya da kahpe ev baskınlarıyla öldürüyordu. Ağababaları böyle buyurmuştu ve görev mukaddesti!.. İşçi sınıfı/militan halk hareketlerinin yükseldiği bütün coğrafyalarda Yanki memurları, çıkarlarına ters bir durum oluşmaması için kendine yerli işbirlikçi arar durur. Ama eminim ki bizim ‘kanlı Pazar’ mimarı yobazlar kadar, ‘üç aydedeci’ ücretsiz kiralıklar kadar kolay yerli işbirlikçi bulunmamıştı. Kaldı ki zamanın mevcut muktedirleri ve zinde NATO silahlı gücü zaten bu Yanki memurluğu sınavından gönüllü kontenjanından geçmeye çoktan hak kazanmıştı. Şimdinin en darbe karşıtı Fethullahçı dergileri bile ‘Mehmetçiğe selam duruyoruz’ baş yazı başlığıyla Ekim baskılarını yayına hazırladı. Merak eden Sızıntı dergisi 1980 Ekim sayısını bulsun. Haa! Unutmadan bu zinde silahlı gücü de Türkiye devriminin itici gücü atfeden kilo kilo adam vardı… Sonunda Yanki baktı ki iş boka sarıyor ve Ortadoğu karakolunun en kınalı yerleri güneş görecek, hemen memurlarına buyurdu: ‘Ekşın!’ Zaten altyapı oluşmuş. ’Sağ-Sol’ kavgası var. Maraş var. Çorum var. E ‘talebeler’ de nümayişte. İşçiler desen bilinçlenip duru. Çalışmanın hüner olduğu düzende -ki bu vecize sonradan Marmaris kütüğüne kaydolmuş kolpa bi ressama ait– işçiler çalışmamayı hüner sayar olmuş. Üstüne üstlük bu çalışmama işini davullu–

düştüğünde zıplayıp asfaltı kirletmemesi açısından çok gergin olmayacak. İstihap haddi dolan çuvalların içeriği saman ve ana malzeme olarak ayrıştırılacak. Atlar her sabah tıraş olacak. Bu kurallara uymayan at ve sahibi olacak deyyus mevcut kanunlarla cezalandırılacak...” Böylece, ülkenin bölünmez bütünlüğü ve genel huzurun tesisi açısından çok stratejik konularda kararlar alsaydınız ya. Hatta kesin almışsınızdır da ben ulaşamamışımdır.

Muhtarın hikayesi

Hasan Mutlucan’a hazırlattıkları ‘cıngıl’ eşliğinde bir sürü biyolojik iktidarsız ihtiyar, siyasi iktidarı ele geçirdi. Normalde Kapıkule sınır kapısından dışarı adım attığında mesleki anlamda herhangi bir niteliği olmadığından dolayı ‘acından’ ölecek bi sürü dede, koca ülkeyi zindana çevirmekte herhangi bir beis görmedi. Zira aldıkları emir bunu gerektiriyordu. Yanki’nin oğlanları -our boys- artık iktidardaydı… zurnalı eğlenceye çevirmişler. E, ne yapmak lazım? Artık hangi Ortadoğu istasyon şefi Yanki buyurmuşsa, darbe yapılacak... Hasan Mutlucan’a hazırlattıkları ‘cıngıl’ eşliğinde bir sürü biyolojik iktidarsız, siyasi iktidarı ele geçirdi. Normalde Kapıkule sınır kapısından dışarı adım attığında mesleki anlamda herhangi bir niteliği olmadığından dolayı ‘acından’ ölecek bi sürü dede, koca ülkeyi zindana çevirmekte herhangi bir beis görmedi. Zira aldıkları emir bunu gerektiriyordu. Yankinin oğlanları -our boysartık iktidardaydı.

Darbeci mantar tarlası

Bu darbecilerin tamamı eceliyle ölse de, yaşanan bir dünya acının hesabını bir gün işçi sınıfı darbeyi tezgahlayan sınıftan elbette soracaktır. Bu bir ümit ediş değil tarihsel bir gerçektir. Er ya da geç. Fakat bütün bu acılar yaşanırken iktidar olmanın sarhoşluğunu yaşayan bu sevimsiz general dedeler ve etrafına tünemiş beceriksizler ordusunun zırvaları bugün bakıldığında koskoca bir ülkenin, koskoca bir devrimci mücadelenin, koskoca bir yaşamın kimlerin elinde oyuncak edildiğinin göstergeleridir: “Aziz vatandaşlarım, İstanbul’da bir otelde çalışan bir metrotelin maaşı, aldığı ücret 100 bin lira, eline geçen 57 bin lira, benim elime geçen 40 bin lira sayın vatandaşlarım, bu adalet değildir. Bir otelde, diğer bir otelde çalışan şef garsonun eline geçen net 47 bin lira, diğer bir garsonun o otelde eline geçen net 36 bin lira, başka bir otelde 35 bin lira, başka bir otelde 30 bin lira bunlar net paralar ayrıca bahşişler buna dahil değil. Ondan sonra tutuyorlar bunu yapanlar

karşımıza geçip sosyal adaletten bahsediyorlar, bu mu sosyal adalet? Bu sosyal adalet değildir...” K. Evren Algı seviyesinin gerileyebileceği bundan öte yer var mıdır? Karşısındaki koca bir toplumu mumya yerine koyup, bu kadar saçmalanabilir mi? Devam edelim: ‘Biz çok aydınlar görmüşüzdür, vatan hainliği yapan bazı şairlerimiz var. Ne yapayım ben öyle aydını?! Bu memlekete hükmetmek için aydınlık gerekmez.” K.Evren Aydınlık gerekmez, sen gerekirsin di mi! Vatan hainliği yapan şair var da, ‘cin ali’ bile çizemeyecek adamdan ressam yok mu? Yargılanmadan, hesap vermeden gideceksin ona yanarım. Neyse... Bir de dönemin diğer memurlarının vecizelerine bakalım: “Tüm yaya vatandaşlar yaya kaldırımlarından yürüyecek ve karşıdan karşıya geçişler mutlak suretle yaya geçitlerinden yapılacaktır. Aksi hareket edenlere mevcut yasalar uygulanacaktır. At arabaları ana caddelere girmeyecek, daima ara sokaklardan yararlanarak icraatlarını sürdüreceklerdir. Plakasız ve kayıtsız at arabaları trafikten men edilecektir.” Eskişehir-Afyon-Kütahya Sıkıyönetim Komutanlığı Darbeyi yaptınız. İki günde bütün siyasi, ekonomik, kültürel makro sorunları çözdünüz de sıra at arabalarına geldi! Ama atladığınız bir konu olmuş komutan. Şu atlar yerlere sıçmasın diye kıçı ile araba arasına gerilen çuval konusunda da bir sıkıyönetim kararı attırıverseydiniz başlamışken. Mesela şöyle: “Çuval kir göstermemesi açısından kahverengi olacak. Bok çuvala

Mahallemden kısa bir hikaye ile yazıyı sonlandırmak niyetindeyim. ‘İhtilal’ sabahı herkes şaşkınlık içinde ne yapacağını bilemeden bekleşirken herkese höt-zöt etmeye alışmış olan mahalle muhtarı sokağa çıkmış. Yakada şaha kalkmış kır at rozeti. Azılı Demirel militanı… Muhtarın oğlu da askerden izne gelmiş o sıralar. O da dolanıyor ortada. “Ben de askerim. Şafak kaç?” falan derken, muhtarın oğluyla nöbetçi er dalaşıyor. Muhtar da askere tokat atıyor. Asker dipçikle bizim muhtarın kafayı üçe bölüyor. Hemen askeri lise komutanlığından nöbetçi subay geliyor. Sorular, yanıtlar derken görgü şahitleri yazılıyor. Şahitlerden biri Demirkol lakaplı bir CHP li. Sonra nöbetçi subay da dönüp ere bir tokat atıyor. “Biz sana o tüfeği dipçiğini kullan diye mi verdik?! Mermin yok mu?!” diye fırçalayıp gidiyor. Dava Gölcük donanmasında sıkıyönetim mahkemesinde görülmeye başlıyor. Bizim muhtar Demirkol’un otobüs biletini alıyor. Biniyorlar otobüse… Yolda yemek-içmek durumları da muhtar tarafından finanse ediliyor. Muhtar yalakalığın seviyesini düşürdükçe Demirkol kendini vali zannetmeye başlıyor. “Aman,” diyor muhtar, “Gözünü seveyim Demirkol, ‘Bizim muhtar suçsuz,’ de, ‘Asker durup dururken vurdu,’ de,” gibisinden ifade durumlarını ayarlamaya çalışırken, Demirkol soğukkanlı, ağızda kürdan, cam tarafında oturmanın verdiği konforu sonuna kadar kullanıyor, camdan dışarı bakarak, “Hallederiz,” diyor. Mahkeme başlıyor. Askeri hakim tanık ifadelerini dinlemek istiyor. Demirkol’un ifade, “Valla komutanım, ben gördüğümü söyleyeyim. Bizim muhtar iyi bir adamdır ama bazen eşref saati kaçıverir. Bu olayda öyle oldu herhalde. Sen durup dururken Türk askerine ne diye tokat atarsın? Yazık asker de küçücük bi’şey. Sonuçta 20 yaşında delikanlı. Muhtardan tokadı yediği gibi miğfer bi tarafa, silah bi tarafa uçtu. Neye uğradığını şaşırdı oğlan!” Doğal olarak, Muhtar dört ay on gün Gölcük sıkıyönetim cezaevinde misafir! Demirkol ise bir ‘sağcı’yı içeri attırdığı için mutlu. Dönüşte ödediği otobüs parası için üzgün. Ama yine cam kenarındaydı…

5


AKBABANIN RÜYASI Tarih: 27 Nisan 1898 Yer: Amerikan senato binası Ortada: Dünya haritası Karşısında: Akbabalar Kürsüde: Senatör Albert J. Beverigde konuşmaktadır: “Daha soylu ve erkek insanlardan doğan, daha yüksek uygarlıklar önünde alçak uygarlıkların ve çürümekte olan ırkların ortadan kalkması Tanrı’nın sınırsız tasarısının bir parçasıdır,”

diye başlar konuşmasına Senatör Albert J.Beverigde. “Bütün yeryüzünde ticaret karakolları kurulacak, okyanusu ticaret filomuzla kuşatacak ve büyüklüğümüzle orantılı bir savaş filosu meydana getireceğiz. Ticaret karakollarımızın çevresinde, bizim bayrağımızı dalgalandıran ve bizimle ticaret yapan, kendi hükümetlerine sahip,

‘KUNDAKÇILAR’ HER YERDE! Düşman (proletarya, ezilen emekçiler ve devrimci-sosyalist-demokratik güçler) çoğalmaktadır. ‘Kundakçılar’ her yerdedir. Servet düşmanlığı almış başını gitmektedir. Milli birlik ve beraberlik kalmamış, rejim rotasından çıkmıştır. PENTAGON ve NATO planları tehlikededir. Dolmabahçe’de yutulan tuzun tadı, Kommer’in ‘kundaklanan’ arabasının dumanı daha hafızalardan silinmemiştir. Ecnebi sermaye tehlikededir. “Grevler ve anarşi yatırımları önlemektedir.” (T.Özal) IMF ve Dünya Bankası’nın dayattığı 24 Ocak Kararları uygulanamamaktadır. “Binaenaleyh hazine 70 sente muhtaçtır.” (S.Demirel) Holdinglerin kârları azalmıştır. ‘Düşman’, işçi tulumuyla fabrikadadır. Sendikaya kaydolmakta, gazete, dergi ve yıkıcı-bölücü yayınlar okumakta, greve çıkmaktadır. Grevler almış başını gitmektedir. Ücretler almış başını gitmektedir. ‘Düşman’ ekmek istemektedir. ‘8 saat işgünü’, ‘eşit işe eşit ücret’, ‘fazla mesai’, ‘ikramiye’, ‘sigorta’, ‘iş güvenliği’ istemektedir. Sonu gelmemektedir isteklerin. Ve işgal etmektedirler fabrikaları. İşçi ‘militanlaşmıştır’ ve mukavemet yapmaktadır kolluğa. “İşçiler, silahlı kuvvetler ve devlet aleyhine kışkırtılmaktadır.” (Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Ulusu, darbe dönemi başbakanı.) ‘Düşman’ sendikalardır. “Sendikal eylemlerdeki son başı bozukluk ekonomiyi çökertir hale gelmiştir.” (Cunta üyesi Haydar Saltık). 11 Eylül 1980’de 5 milyon 721 bin 74 düşman sendikaya kayıtlıdır. Ve grevlerdeki düşman sayısı 71 bindir. “Düşman içerdedir. Kökü dışarıdadır.” ‘Anarşi’ tırmanmaktadır. G GÜNÜ S SAATİ ‘YÖNETENLER YÖNETEMEZ DURUMDA’DIR VE DEVLET TEMELLERİNDEN SARSILMAKTADIR… 6 Mart 1978’de, “Ordunun demokrasiye inanan aydın generali Kenan Evren’ işbaşı yaptı.” (B. Ecevit) 26 Aralık 1978’de sıkıyönetim ilan edildi. 11 Eylül 1979’da Haydar Saltık başkanlığında darbe planlama birimi kuruldu. “Müdahale kararı alınmıştır. Ancak şartların oluşması beklenecektir. Anayasa önemli değildir.” (2. Ordu Kom. B. Demirel)

6

büyük sömürgeler kurulacak, kurumlarımız ticaretin kanatları altında, bayrağımızı izleyeceklerdir…” ’Amerikan Rüyası’ diye yutturulacak olan bu emperyalist yağma ve talan sistemi daha sonraki yıllarda, iki dünya savaşı, sayısız bölgesel ve yerel savaşlarla günümüze kadar olanca vahşetiyle süregeldi. Sadece 1958-1978 arasındaki 20 yılda, 56 ülkede

‘Düşman’ öğretmen kılığındadır. Yazılı sınavında Darwin’i sormakta, genç beyinleri zehirlemektedir. ‘Düşman’ öğrenci kılığındadır. Üzerlerine çevrili namlulara ve atılan bombalara rağmen ısrarla devam etmektedir okuluna. Ve ‘parasız eğitim’, ‘özgür üniversite’ istemektedir. Kışkırtılan öğrenciler polise ve askere taş atmaktadır. “İlkokul da dahi örnekleri müşahade edilmiştir.” (K.Evren) Misak-ı Milli tehlikededir. Kürtler, ‘Kürt’ olduklarını iddia etmekte, bölücülük yapmakta, ’kendi kaderini tayin etmek’ istemektedirler. ‘Düşman’ köylerde ve çarıklıdır. Toprak, ucuza mazot, ucuza tohum, okul, yol, su elektrik, doktor, ebe, sağlık ocağı… istemektedir. ‘Düşman’ kamuya sızmıştır. Memur kılığındadır. ‘Grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkı’ istemektedir. Kanunlara ve yönetmeliklere riayet etmemekte ve amirlere karşı itaatsizdir. ‘Düşman’, partiler, meslek kuruluşları ve derneklerdir. Yazarlar düşmandır.Profesörler ve bilim adamları düşmandır. Düşman tarihçilerdir. Şairler, gazetecilerdir. Gazeteler, dergiler, kitaplardır. Yazanlar, basanlar, dağıtanlar ve okuyanlardır. Harp okullarında Maraş Katliamı protesto edilmektedir. “Bunlara hain lafı bile azdır.” (K.Evren) 2 bin Harbiyeli ‘feda’ edilecektir. ‘Düşman’ anayasadır. ‘Bol gelmektedir’. ‘Düşman’ kanunlardır. ‘Az gelmektedir’. “Milletimiz demokrasiye alışık değildir.” (K.Evren) Tariş’te- Gültepe’de, Taksim’de ‘ihtilal provaları’ yapılmaktadır. Fatsa’da devlet yoktur. İzmir İktisat Kongresi’nde kabul edilen rejimin temel değerleri ve Misak-ı Milli tehlikededir. ‘Memleket elden gitmektedir.’

Darbe şartlarının oluşabilmesi için kollar sıvandı. Başbakan Demirel gazetelere demeç verdi: “Duman Attıracağız..!” 1978: 848 ölü, 7 bin 132 yaralı 1979: 1252 ölü, 5 bin 900 yaralı 30 Ağustos 1980: 1972 ölü, 3 bin 898 yaralı Bedrettin Cömert, Bedri Karafakioğlu, Abdi İpekçi, Ü.Yaşar Doğanay, C.Orhan Tütengil, Akın Özdemir, Ümit Kaftancıoğlu, Kemal Türkler öldürüldü. Belediye otobüsleri ve kahvehaneler tarandı. Malatya, Elazığ, Sivas, Maraş, Çorum’da... toplu katliamlar yapıldı.

143 darbe askeri darbe gerçekleşti. Türkiye ve Ortadoğu tarihi, zengin petrol ve enerji kaynakları, madenleri ve birçok başka nedenle, tarihin her döneminde akbabaların üzerinde uçuştuğu, kanlı savaşların ve darbelerin de tarihidir. 29 Ekim 1923’ten 19 Mart 1987’ye kadar olan 63 yıllık ‘Kemalist, laik, İslami’ Türkiye tarihinin 25 yıl, 4 ay, 19 günü sıkıyönetim idaresinde geçmiş, üç askeri darbe, sayısız muhtıra ve darbe girişimleriyle devletin bekası ve rejimin devamlılığı sağlanmıştır.

HAL VE GİDİŞ... Hasılı rejim sınıfta kalmış ve ipliği pazara çıkmıştır. Rejimin bu hal ve gidişine dur diyebilmek için, CIA ve MOSSAD uzmanları ve Alman istihbaratı, Pentagon ve NATO ve bütün müttefikler ve ‘vatansever kuvvetler’ kolları sıvadı. Türkeş’in komando kamplarında eğittiği 250 bin komando silahlandırılıp sokaklara salındı. Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı, Muhsin Yazıcıoğlu, Oral Çelik, M. Ali Ağca ve diğerleri ‘vatan’ için tetiği çekti. ‘5 bin elemanıyla’ MHP Yozgat İl Başkanı Ruhi Bacanlı ‘devletin güvenlik kuvvetlerine yardımcı olmaktadır…’ 1974-1980 arasında geçen sürede 2 bin 109 devrimci-demokrat faşist saldırılarda öldürüldü. Balgat, Piyangotepe, Bahçelievler, Mecidiyeköy Pasajı, Barboros Kıraathanesi, Yükseliş Koleji ve daha pek çok yerde CIA ve konrtgerilla işbaşındaydı ve katliamlar yapıldı. Aydınlık gazetesinde devrimcilerin isimleri ve adresleri jurnal edildi. O devrimcilerden çoğu saldırılara uğradı. TUSİAD ve MHP genel idare kurulu tarafından ‘ordu göreve’ çağrıldı. CHP ve ‘halkçı’ Ecevit ‘solcu

7 Eylül 1980, “Bizim gülmeye takatimiz kalmamıştır. Gülemiyoruz, fakat seyrediyoruz, katlanıyoruz, bekliyoruz…” (Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı) 11 Eylül 1980, Tahsin Şahinkaya ABD’den döndü. “Üst düzey Amerikalı komutanlarla faydalı görüşmeler yaptığını” açıkladı. 11 Eylül 1980, NATO Trakya’da Anvil ekspres tatbikatını başlattı.3 bin kişilik NATO birliği alarma geçirildi. 11 Eylül 1980 NATO tankları ve zırhlı birlikler Ankara’ya mevzilendi. Brüksel’de gözler Ankara’ya çevrildi.

zorbalara elini vermeyecek’ ve fetih günü dolayısıyla Ülkü Ocakları başkanına çektiği telgrafta ‘vatansever çabalarından dolayı’ faşistleri kutlayacaktı. Türkiye’nin ‘gelmiş geçmiş en demokrat devlet adamı, Başbakan S. Demirel, “Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz. Siz Fatsa’ya bakın,” diyecekti. DİSK’in bürokrat yöneticileri sıkıyönetimle, meydanlar için,‘makul sayı’ mutabakatları yaptı. (Bugün de yapıyorlar.) “TÜRK-İŞ 12 Eylül öncesi ve sonrasında mili menfaatler istikametinde bir tutum içinde oldu.” (K. Evren, 8 Haziran 1982) Sol küçük burjuva devrimci güçler rejimi temellerinden sarsan bu muazzam proletarya ve halk hareketi karşısında iktidar perspektifinden yoksun, batağa saplanmış, şaşkın, dağınık, örgütsüz ve korkaktırlar. “Tarih onları örgütlenemedikleri için yargılayacaktır.” (Melih Pekdemir / Savunma’dan). ‘Devrimci Komünist güçler’ “...kitleselleşen devrimci hareketler inşa edememiş, ciddi bir örgütlenmeye gitmek yerine... ham hayallere kapılmış ve her seferinde hüsrana uğramışlardır... Örgüt olma basiretini ve cesaretini gösterememiştir.” (H. Gülseven)

ABD Büyükelçiliğinde, gecenin ilerleyen saatlerinde hâlâ ışıklar yanıyordu. Tarih: 12 Eylül 1980. Saat: 03.59 Beyaz Saray’ın telefonu çaldı, Telefonda Paul Henze, “Our boys have done it… Bizim çocuklar başardı,” dedi.


ONUR GÖKTEPE

DARBE UZMANLARI! Memleket bir kez daha ucuza kurtarılmıştı. Suudi Krallığı, Pakistan diktatörü ‘birader’ Ziya Ül Hak, Arnavutluk ‘Sosyalist’ Halk Cumhuriyeti, Yahudi cemaati lideri Aşeo, yine bir rivayete göre Emel Sayın, Ayten Gökçer, Müşerref Akay ve daha pek çokları darbecileri kutladı! ABD Büyükelçisi James Spain, ülkesinin ‘demokrasiye dönüş için Türk Ordusunu sıkboğaz etmeyeceğini’ söyleyecekti. ‘Demokrasiye dönüş aceleye getirilmemeliydi.’ Darbeden 5 gün sonra, 17 Eylül’de ABD kongresinden bir grup parlamenter, darbeyi incelemek için Türkiye’ye geldi. Bir kaç gün sonra Brüksel’de Türkiye’deki son gelişmeler uluslar arası bir forumda tartışılacaktı. Foruma SAYIN MUHBİR VATANDAŞ! Topyekun bir seferberlik ve taarruz başlatıldı. Her birey ve kurum rejimi kurtarmak için adeta yarış halindeydi. Gazeteler alkışlarla karşıladı darbeyi. Ertuğrul Özkök, “Oh be, hayatım kurtuldu!” diye sevindi. “Bu yönetim Atatürk ilkelerine bağlı olanları tatmin edecek bir tutum içindedir,” diye buyurdu Oktay Ekşi…’Teslim ol’ çağrısı yapılan DİSK yöneticileri, Selimiye kışlası önünde kuyruklar oluşturdu. İki günde 950 sendikacının teslim olduğu saptandı. DİSK Genel Sekreteri Fehmi Işıklar Hilton otelindeki özel süitinde darbeyi bekledi. İşçi Partisi– Aydınlık- ‘yeni yönetime yardımcı olmak üzere’ toplu halde teslim oldu. TKP ve TİP yöneticileri ‘güler yüzlü ve insancıl sosyalizmi tanıtmak üzere’ dönüş yolundaydı. TKP-İGD üyesi Mustafa Balbay İzmir Emniyetinde arkadaşlarını ihbar ettiği için serbest bırakıldı. (Avukat Bülent Tokuçoğlu). Sayısı on binleri bulan ‘ihbar mektuplarına kısıtlama’ getirildi. 650 bin ‘düşman’ “5 GENERAL YÖNETİMİ SEÇİMLERDEN SONRA SİVİLLERE TERKETMEDİ. ÇIKIP KENDİLERİ OTURDULAR. 12 EYLÜL SİVİL KILIKTA DEVAM EDİYOR.” S. DEMİREL, MAYIS 1990’ 12 Eylül 1980’de gerçekleşen askeri darbe, anayasası, 200’e yakın zulüm yasası ve bütün kurum ve kurallarıyla sivil ve İslami kıyafette 29 yıldır ülkenin üzerine bir kabus gibi çöktü... ‘Kırgınlıkları unutalım.’ (15 Ağustos 1986 K.Evren) Ve bugüne geldiğimizde, 12 Eylül darbesi 1 milyon 683 bin kişiyi fişledi.

Mehmet BOĞATEKİN

BiR DARBENiN OTOPSi RAPORU

çok sayıda Amerikalı uzman katılıyordu. Amerikalı uzmanların cirit attığı daha pek çok konferanslar,

gözaltındaydı. İki milyona yakın ‘düşman’ fişlenmiş ve izlenmekteydi. ‘Mahkemeleri hızlandırmak, teröristlerin süratle ve şiddetle cezalandırılmasını sağlamak gerekiyor’du. (Vehbi Koç, TUSİAD) Yüzlerce devrimci, sorgu merkezlerinde ve askeri cezaevlerinde ‘başını duvara vurarak, yahut kendini merdivenden atarak, kimi zamanda camdan atlayarak’ öldüler. Karnında doğmamış bebeğiyle kadınlar zindanlara atıldı. 84 yaşında Gazi Abidin Başol, 13 yaşında Hakan Bayraktaroğlu zindanda cezasını çekiyordu. Manukyan’ı vergi rekortmeni, Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya’yı 40 bin lira maaşla dünyanın en zengin yedinci generali olarak TIME dergisine kapak yapacak olan, 24 Ocak Kararları, ‘ABD’yi en çok seven Türk’ -T.Özal- tarafından süratle yürürlüğe sokuldu. Bağbank, Hisarbank ve İstanbul Bankası kurtarıldı. Çünkü, “Devlet bankaların babasıdır.” (1983.Adnan Başer Kafaoğlu, Maliye Bakanı) Rakamı bir daha okuyun! Bu 1 milyon 683 bin insan devlete göre ‘Melaike’ değildi. Rejimin ve devletin düşmanıydı. NATO’yu ve Hava Kuvvetlerini alarma geçirecek derecede tehlikeliydi. Onlar, birimizin annesi, birimizin babası, birimizin amcası, dayısı, yengesiydi. Ve sayıları bugün daha da fazla. Bu topraklarda isyanın tohumları ekili. Zulüm edebiyatına sığınmış yenik sol, devletin arşiv kayıtlarına bakıp bu muazzam boyutlardaki kitle hareketini kucaklayamadığı için kendinden utanmalıdır. 1 milyon 683 bin kişi buna inanmaya yetmiyorsa eğer, destanları, eşkıyaları ve türküleri de bu hakikatin

araştırmalar, deneyler yapıldı, raporlar yazıldı. Kasım 1980’de Türkiye’ye gelen Dünya Bankası heyet başkanı, “Biz de Atatürk gibi düşünüyoruz,” diyecekti. Darbe gözlemcisi genç diplomat Williams’tan, CIA uzmanı Paul Henze’ye kadar herkes, uluslararası finans ve sermaye çevreleri de dahil Türkiye’yi düşünüyordu. Elbirliğiyle ve büyük bir gayretle ekonomik, siyasi ve kültürel geleceğimizin inşasına giriştiler. Ekonominin başına Turgut Özal, anayasanın başına Orhan Aldıkaçtı, üniversitenin başına İhsan Doğramacı getirildi. Emekli generaller bürokraside işbaşı yaptı. Faşist katiller milletvekili rozetiyle ödüllendirildi. Makine Kimya işkence aletleri üretimine başladı.

‘DİNİMİZE SIMSIKI SARILMALIYIZ’ (K. EVREN) Şiirli, vaazlı, manili, ayetli, sopalı, süngülü günler başladı. Darbenin elebaşı, bir elinde Nutuk, bir elinde Kuran, cebinde vatandaş mektupları ve ardında konsey üyesi soytarılarıyla meydanlara indi. Bir mahkumun hazineye maliyeti 282 bin liraydı. ‘Asmasınlar da beslesinler miydi?’ 1256 aydın dilekçe verdikleri için vatan hainiydi. Barış Derneği yöneticileri vatan hainiydi. Rejimden yana olmayan herkes vatan hainiydi. “İşkence önceden de vardı.” (K.Evren). “Teröristlere karşı acımasız olmak gerekiyordu.Uyanık olmak gerekiyordu:Anarşi yeniden hortlasın mıydı?” “Fişleme ve takipler resmi ve sivil kılıkta sürmeliydi.” Fabrikalara ‘istihbarat üniteleri’ kuruldu. 4 bin 900 öğretim görevlisi üniversiteden atıldı. Her şey ‘nizami’ olmalıydı: Eskişehir, Afyon, Kütahya illeri komutanı trafik sorununun düzeltilmesini emretti. ‘Sakallı şoförlerin çalışma karneleri geri alınacaktı. Hatalı park edenler 5- 10 bin lira para cezası ödeyeceklerdi, hız sınırını aşanlar 15- 60 gün cezaevinde yatacaklardı. Sonra, “Simitçiler eldiven takmamaktadır. Taksi ve dolmuş şoförleri ise tıraşsızdır.” (Ankara

belgeleridir. Bugün emekçilerden ve sosyalizmden umudunu kesenler, bilmeliler ki, asıl emekçiler onlardan umudunu kesmiştir. Hem de 12 Eylül 1980 sabahı. ‘Keşke’ dememek için, sol, tarihle yüzleşmelidir! Sol, kendisiyle yüzleşmelidir! Sol, proletarya ve emekçilerle yüzleşmelidir! Çünkü sokaklar dalgalanmaktadır. Yakın

Belediye Başkanı emekli general Süleyman Önder) “E 5 karayolu çevresinde evler beyaz badanalı değildir.Çirkin, derbeder ve iptidai görünümdedir.” (İçişleri Bakanı Emekli General Selahattin Çetiner) “Koskoca başkentin 1.ligde takımının olmaması uygun değildir.” (K. Evren) Daha neler yoktu ki hoşa gitmeyen. “Emeklilik yaşı uzatılmalıydı. Çöpler neden kokuyordu?” Bilhassa öğretmen ve öğrenciler uzun saçlı, aşırı makyajlı, mini etekli, dar pantolonlu, açık yakalı olduklarında derslere alınmayacaktı. Ülkenin dört bir tarafında imam hatip okulları ve cezaevi inşaatları yükseldi. Kuran kursları her sokakta boy gösterdi. “Demokrasi disiplin rejimidir.” (T. Özal) “Din en ucuz disiplin aletidir.”(Genel Kurmay ATESE Başkanı). “Tanrısı bir, kuranı bir, peygamberi bir, aynı sesleniş ve yakarışla namaz kılanları, birbirinden koparmaya imkan yoktur.” (K. Evren) YÖK üniversiteye bir kabus olup çöreklendi.10 bin dolar maaşla ABD’li uzmanlar, Fulbright Anlaşması gereğince, 1949’dan bu yana Milli eğitim Bakanlığının başındadır. Rejim yeni tipte vatandaş üretiminin, itaatkar, uslu, alkışçı, okumayan, düşünmeyen, sorgulamayan, apolitik, robotlaştırılmış bir yeni insan tipi üretiminin formülünü bulmuştu... gelecek zorlu mücadeleye gebedir. Çünkü hâlâ iki sınıf var; proletarya ve burjuvazi... ’Pek Muhterem’ İlhan Selçuk ve diğerleri… Biz sivil ya da apoletli, kalpaklı ya da cüppeli, laik yahut İslami kılıkta, kravatlı yahut silahlı, hangi maskeyi takarsa taksın, katillerimizle barışmıyoruz. Hafızalarımız silinmeyecek! Yolunuz Taksim’e düşerse eğer, orada Cumartesi Anneleri’ni göreceksiniz. Bakın bakalım gözlerine, devletleriyle hiç barışabilir gibi duruyorlar mı? Devrimin adaleti er geç tecelli edecektir. Kaçış yok! Alıntılar: Erbil Tuşalp (Bütün eserleri) Desenler: Mehmet Boğatekin, Bolu F Tipi Hapishanesi

7


DÜNYA GEMİSİ KRİZE DEMİRLİ… 1950’lerden 70’lere kapitalizmin altın dönemi… Sermaye üretimi rekorlara koşuyor. Teknolojik yeniliklerle artı-değer iyice artı; sermaye biriktirdikçe biriktirdi. Bu dönemde devlet sermayeye para aktaran araçlardandı. Bir de, ‘sosyal devlet’ denilerek görünümü cilalandı. Sosyal yardımlar ve devlet desteği ile ceplere birazcık para bırakılıyordu. Sağlık, konut ve eğitim devletten ucuza gelince cepte kalanı sermayeye göndermek lazımdı. Kitlesel tüketim kültürü yaratıldı; emekçilerin tüketim mallarına koşmaları sağlandı. Sermayenin bol ürettiği bol sattığı mutlu günleriydi… YIĞINLA SATILAMAYAN MAL Ancak kapitalizm krizlere gebeydi. Her yer mallarla dolunca hepsi satılamadı; eh, satılamayan da elde kaldı tabi. Hele hele

Mehmet DURU

‘İSTİKRARLI’ DARBELER Acı reçetelerle ekonomi düze çıkacaktı. IMF kötü niyetli komşu gibi borçlandırdıkça bağladı; bağladıkça borçlandırdı. IMF her ülkede yerli bir işbirlikçi bulmadan yola devam edemiyordu. Her ülkede güvenilir ve istikrarlı işbirlikçilere gerek vardı. Askeri diktatörlük bu iş için biçilmiş kaftandı. ABD ajanları o ülkeden bu ülkeye darbeler için uykusuz geceler geçirdi. Arjantin’de Menendez, Şili’de Pinochet, Pakistan’da Ziya Ül Hak, Türkiye’de Evren’leri bularak kanlı diktatörleri iktidarlara taşıdılar. Cumhuriyet sonrasının devlet eliyle kalkınma modeli 1960’ların ortalarına kadar sürdü. Gümrük duvarları, ‘koruma’ anlamına geliyordu. İthal etmek yerine memlekette üretmek ve satmak esastı. Makine, hammadde, enerji hatta yarı mamul mallar ise dışarıdan ithal ediliyordu. Kullanılan enerji çoğunlukla petroldü.1970’li yıllarda petrol fiyatlarının hızla artmasıyla maliyet yükseldi. Dış ticaret hadleri üretim için gerekli hammadde, yarı mamul sağlamak zorlaştı. Kâr oranları düşmeye başladı. Türkiye’nin büyüme hızı negatiflere indi. Bunalıma çare arayan tekelci burjuvazi çıkış için

8

emperyalist kalelerde elde kalan mallar daha da çoktu. ABD’de endüstri ürünleri üretimi1960–1970 arası yüzde 5 artarken, 1970–1980 arasında ancak yüzde 3.3 arttı. Petrol fiyatları artınca sermayenin tatlı kârları iyice azaldı. ABD’de 1955 ‘te yüzde 34,5 olan ortalama kâr oranları, 1975’te yüzde 19’a düştü. 1980’lerde kapitalizmin kaleleri yüzde 1’lik büyüme oranıyla sarsılıyordu! Kârların düşününü azaltmak için fiyatlar artırıldı. Her yerde enflasyon; maaş ve ücretler ile tarım kesiminin alım gücü düştü. Enflasyon oranı ‘gelişmiş’ ülkelerde yüzde 10’lara tırmandı. BIRAKINIZ YAPSINLAR, BIRAKINIZ GEÇSİNLER Kapitalizm krizin kucağına düşünce yeni politikalar akla geliverdi. Devlet küçülüyor, eğitim, konut, sağlık gibi alanlardan çekiliyordu. Kamunun ulaştırma,

enerji santralleri, dev üretim birimleri özelleştirmelerle sermayenin kucağına bırakıldı. Devletin elindeki-avucundaki satılıyordu. İngiltere’de Thatcher hükümeti iktidara gelir gelmez devlete ait varlıkları özelleştirdi. Artık yol yapan, okul inşa eden, ‘yatırımcı’ olan devlet yerine, ‘savunma hizmeti’ veren devlet geliyordu. Şili, Güney Kore, Tayvan, Brezilya, Meksika, Arjantin yeni ekonomi modellerinin kalesi haline getiriliyor; yığınlar üzerinde yoksulluk ve açlık reçeteleri yazılıyordu. İLACIN EN ACISI, DOKTORUN EN PİSİ: IMF En acı ilaç hangisidir dersiniz? Penisilin mesela, antibiyotikgillerden biri ya da… Bu ilaç başka ilaçtı, bu reçete başka bir reçeteydi.

emperyalistlerin reçetelerine sarıldı. IMF’yle enflasyonist tedbirlere yöneldi. SATIRLARA BAKIN! Gazeteler alacakaranlık yolculuğu kulaklara fısıldıyor. “Kısa vadeli borçlar artıyor. Merkez bankası dövize el koydu.” 11 Kasım 1977 Cumhuriyet: “Cumhuriyet tarihinin en büyük 4 devalüasyonundan biri yapıldı. Yüzde 38 oranıyla 1 dolar 25.50 tl oldu” 2 Mart 1978, Cumhuriyet: “IMF, 450 milyon dolar kredi açtı.” “Maliye bakanlığı açıklama yaptı: Stand-by düzenlemesinin amacı ödemeler dengesi durumunu güçlendirmektir. T.C. hükümeti fonun politikalarına uygun gördüğü önlemlerle ilgili fona danışacaktır.” 1978–80 arasında gerçek işçi ücretleri yüzde 20, memur maaşları yüzde 19 oranında geriledi. İŞÇİLER ÖRGÜTLÜ 11 Eylül 1980 günü 5 milyonu aşkın emekçi sendika üyesiydi. 1971’de sendikalaşma oranı yüzde 30 oldu.1975’te ücretlilerin yüzde 42,8’i sendikalıydı. Sendika demek haklar için grev önlüğü takmak demekti. 1980’e kadar grev ve greve katılan sayısı sürekli arttı. ‘TONTON’ İŞ BAŞINDA! Turgut Özal Amerikalarda yetişmiş bir uzmancıktı. Devlet Planlama Teşkilatı’nın başında yıldızı parladı. IMF ve Dünya Bankası çatması projeyi alladı pulladı. Paket sermayenin yeni birikim modeline hizmet için ortaya döküldü. İhracat için üretim seri halde devam edecek, aksatan eylemlere engel olunacak. Yani sendika üyesi örgütlü işçiye dur denilecek. Ücretler sınırlandırılacak, vatandaşın mal alacak dermanı kalmayacak, iç talep kısılacak. Üretim artışı sağlanınca enflasyonist

Ellerinde ‘bond’ çantalarıyla birtakım adamlar birer birer ülkelerin hava alanlarına indi ve lüks otellerde her ülkeye bir reçete yazıldı. Ulusal paraların değeri düşürüldü, devlet harcamalarının kısılması, enflasyon, pahalılık ve işsizlik… 1980’lere doğru IMF işbaşında tam gaz ilerliyordu; Latin Amerika ülkelerini kucağa düşürmüştü. Meksika’da, 1976’da Pezo ilk kez devalüe edildi; ardından IMF ile ‘stand-by’ imzalandı. Peru’da 1980’lere doğru önce ekonomi bakanı değişti; fiyatlar yüzde 60 düzeyinde zıplatıldı. Latin Amerika’nın en ağrılı ülkesi Arjantin devalüasyonlarla çöktü. Şili, Arjantin, Peri, Bolivya hatta Gana… Acı ilacı yutmayan kalmadı.

EMİR BÜYÜK YERDEN 1979 yılı Ekiminde, Washington’da düzenlenen stratejik bir toplantıda Dünya Bankası, IMF ve CIA temsilcileri yerini alır. Prof. Anne Kureger, toplantıda Türkiye uzmanı olarak öneriler sıralar: “Ekonomik politikalarda birden bire toptan değişiklik yapılması gerekir… İstikrar programının istikrarlı olması için güçlü bir siyasal yapıya gerek vardır.” Araya giren başka bir uzman da sözü Latin Amerika ülkelerine getirir ve, “İstikrar politikalarının arkasındaki gruplar askerlerle ittifak halindeki özel kapitalist sektörlerdir. Bunlar kaynakları tamı tamına özel kapitalistlere aktarmak için etkin bir siyasal çerçeve yarattılar. Bu süreç devletin rolünü azaltmayı ve işçileri disiplin altına almayı gerektirdi,” sözleriyle modeli özetler. GÜN SENİN GÜNÜN! Model Türkiye’ye yollandı; CHP’nin programını sermaye beğenmedi.

tedbirlerle gelirler sermayenin kârı arttırılacak. Ve devalüasyonlar tabii. 25 Ocak 1980’de 47 TL olan 1 ABD doları seri devalüasyonlarla 80 TL oldu. Özal’ın 1980 Haziranında yayınladığı genelge topuzun kime vurduğunu anlatıyor: “Toplu sözleşmelerde işyeri yönetimine dair konular yer almayacak. Sözleşmelere ek mali yükümlülükler konulmayacak. Kıdem tazminatı ile ilgili toplu sözleşmelerle elde edilen kazanımlar kabul edilmeyecek. Yeni işçi için kıdem tazminatı her yıl 30 gün olacak. Sözleşmeler iki yıldan fazla

TÜSİAD, ekonomik politikayı ‘yavaş, tereddütlü, geç, etken olmaktan uzak’ görüyordu. Hatta, “İşadamları ve örgütleri gazetelere tam sayfa ilanlar vererek Türkiye’nin kötüye gittiğini gerekçe göstererek hükümetin devrilmesi çağrısında bulundu.” (Ekim 1979, Cumhuriyet) İstikrarlı yönetim için Ecevit gönderilirken, Demirel Kasım 1979’da başbakan oldu. Sermaye görevine devam etti. PETROLÜ KİM İÇTİ? Enerji ve petrol krizi had safhadaydı; konutlara fuel oil aktarımı durduruldu. Başbakan Demirel, petrol sıkıntısı ile ilgili, “Ecevit bize tanklar dolusu fuel oil bıraktı da içtik mi onu?” diyecekti. IMF ZAMMI GELİYOR… birbiri ardına zam haberleri: “IMF ile anlaşıldı, yüzde 40 devalüasyon yapıldı. Kamu ürünlerine zam yapıldı.” (15 Aralık 1979, Cumhuriyet) “Et ve et ürünlerine yüzde 100 zam yapıldı.” (7 Şubat 1980, Akşam)

uzatılmayacak. Yıllık ücretli izinler uzatılmayacak.” ‘OTORİTER HIZ’ İÇİN DARBE İşadamı Rahmi Koç, 24 Ocak Kararları dolayımıyla 12 Eylül’den önceki ve sonraki uygulamalara vurgu yapıyor: “12 Eylül’den önce her şeyi demokratik bir sistem altında yapmak zorundaydık. Bu da karar almak, yasa çıkarmak için aylar geçmesini gerektiriyordu… Askeri yönetim altında fark, alınan kararların parlamentodan geçmesi gibi bir zorunluluk olmadığından hızlı hareket edebiliyorduk.”


FiLiZ ASLAN

KURSAKTAKi LOKMAYI BiLE ALDILAR SEVGİLİ VATANDAŞLAR, SUKÜNET İÇİNDE RADYO VE TELEVİZYONLARIN BAŞINDA OTURUN VE YAYINLANACAK BİLDİRİLERİ İZLEYİN… Tankınız ne güçlü generalim / Siler süpürür bir ormanı / Yüz insanı ezer geçer / Ama bir kusurcuğu var / İster bir sürücü. (B. Brecht) “Çalışkan ve vatanperver Türk işçisinin mevcut ekonomik koşullar çerçevesinde her türlü hakları korunacaktır... Tüm işverenlerin iş barışının koşullarını sağlayacak esaslardan ayrılmayarak üretiminin artırılması ve ihracata yönelik gayretlerinin gelişmesine yardımcı olmak için her türlü tedbir alınacaktır.” (12 Eylül sabaha karşı, birden ‘Devlet Başkanı’ haline gelen Genelkurmay ve MGK başkanı Orgeneral Kenan Evren…) Açıklama, ‘Çalışkan ve vatanperver Türk işçisine’ karşı hangi tedbirlerin alındığını açıkça gösteriyordu. Aradan 12 saat geçmeden MGK 7 numaralı bildirisi ile, DİSK, MİSK, Hak-İş ve bu örgütlere bağlı sendikalar ile bağımsız sendikaların faaliyetleri durduruldu. Ardından DİSK’in kapatılması kararı verilecek ve yöneticileri yargılanacaktı. 1992’ye kadar da GREV SAPLANTISI 24 Ocak 1980 sonrası 77 kez grev ertelendi, 133 bin işçinin greve çıkması ertelendi. Darbecilerde grev bir saplantıydı. 12 Eylül sonrası ise grevler tümden yasaklandı. Anayasaya grev yasağı getiren hükümleri savunan Kenan Evren 31 Ekim 1982’deki konuşmasında grevlerin ideolojik olduğu saplantısını şöyle savunuyordu: “Dünyanın hiçbir yerinde çalışmıyoruz diye sevinç ifade eden davullu zurnalı grev yapılmaz… Ama bizde grev yapılan işyerinin önünde günlerce davul zurna çalınmıştır. Çalışmamak hüner değildir, çalışmak hünerdir…” (1980’de 220 greve 84 bin 832 işçi katılmışken, 1981, 82, 83 yıllarında hiçbir greve meydan verilmedi. 1984’te her şeye rağmen 561 işçinin katıldığı dört grev oldu. 1987’ye gelindiğinde, 307 işyerinde 29 bin 734 işçi yeniden greve çıktı.) 27 Kasım 1980 tarihli düzenleme ile MGK bildirilerinin1961 anayasasına ve bağlı yasalara aykırılık durumunda bildiri maddeleri yeni anayasal ve yasal hükümler olarak BAHSE GİRME! Özal o dönem ekonomide her şeyin serbest bırakılmasını ve müdahale edilmemesini söylerken, bir tek işçi ücretlerinin kontrol edilmesini savunmuştu. Ve işte büyük sözlerinden biri: “Bu işçinin yararınadır. Ücretlere karışamazsanız bahse girerim işçinin aleyhine olur…” (Aralık 1980, Turgut Özal) Rakamlar yalan söylemez. Kişi başına gerçek ücret 1977 yılı baz alındığında yarıdan fazla azaldı. İşçilerin gerçek ücretleri 1963 düzeyinin altına düştü. Kamu çalışanlarının 1981’deki ortalama gerçek ücreti 1976’dakinin yarısıydı! Ortalama gerçek ücret 1977’de 100’ken, 1985’te

kapalı kalacaktı. İşveren örgütü TİSK’e dokunan yoktu. TİSK Başkanı Halit Narin kararı alkışlıyor ve, “20 yıldır biz ağladık onlar (işçiler) güldü. Biraz da onlar ağlasın,” diyordu. 14 Eylül günkü 5 no’lu bildiri ile “vefakâr ve fedakâr Türk memur ve işçilerinden işlerini ve görevlerini vatanseverlik, milli beraberlik ve kardeşlik duyguları içinde sürdürmeleri bekleniyor” ve tüm grevler ile lokavtlar ikinci bir karara kadar erteleniyordu. 17 Eylül’de ‘vefakâr Türk işçisi’ için 2319 sayılı yasa hazırlanarak kıdem tazminatına sınır getiriliyor, 30 günlük asgari ücretin 7,5 katını aşamayacağı açıklanıyordu. Geçmiş dönemde toplu sözleşmelerle elde edilen kıdem tazminatına el konuluyordu. Sonrasında da toplu sözleşmelerle belirlenen kıdem tazminatı oranın en yüksek devlet memuru ikramiyesini geçemeyeceği eklendi. Bir de işçi kendi isteği ile ayrılırsa bu tazminatı alamayacaktı. KAZANANLAR VE KAYBEDENLER Darbe, yapacağını yaptı. Kişi başına ulusal gelir 1980’de 1.540 dolar iken 1984’te 1.000 dolara indi. 1979’da 8,4 dolar olan günlük ücret 1985’te 2,8 dolara düştü. 1979’dan

kabul edildi. MGK böylece yasama görevini de üstlenmiş oluyordu. 24 Aralık 1980, 2364 sayılı yasa ile Yüksek Hakem Kurulu devreye sokuluyor ve 1984 sonuna kadar toplu pazarlık hakkı ortadan kaldırılıyordu. İçinde sadece iki işçi temsilcisi olan hükümet ve işveren temsilcileri ağırlıklı bu kurum, tüm toplu sözleşmeleri işverenlerin önerileri doğrultusunda bağıtlıyordu. 17 Nisan 1982 günü ‘vatansever Türk işçisi’ için yeni bir hamle daha yapıldı. 2448 sayılı yasa ile toplu sözleşmelerle en fazla dört ikramiye verilebileceği kararlaştırılırken geçmiş kazanımların ücretlere eklenmesi ve ilave tediye alan işyerlerinde iki ikramiyeden fazla verilmemesi hükme bağlandı.

44.6’ya geriledi!.. 1970’lere kadar toplu pazarlık hakkını kullanan örgütlü işçi sınıfı asgari ücreti de otomatik olarak yükseltmişti. Darbe sonrası asgari ücret yarı yarıya düştü! RAHAT ÇALIŞMA ORTAMI! “Şimdi bu adamların -burada 12 Eylül generalleri kastediliyor- iki dudağı arasından çıkan söz kanun olacak… Grev hikâyesi falan yasaklanıyor. Yani daha rahat bir çalışma ortamı çıkabilir bundan sonra. …” Turgut Özal, 12 Eylül darbesi’nin ardından kabinede yer almaya davet edildiği günlerde etmişti bu sözü. Çok geçmedi çalışma ortamı hayli rahatladı. Adamların iki dudağı arasından çıkanlar

1984’e alkolik sayısı 4 kat arttı. (Bakırköy Akıl Hastanesi Başhekimi’nin açıklaması.) 1979’da bütçenin yüzde 18.7’si olan sağlık, sosyal güvenlik ve eğitim harcamaları yüzde 14’ün altına düştü. Kişi başına et tüketimi 1980’den itibaren 1940’lı yılların altına düştü. (Veteriner hekimleri Odası’nın açıklaması) Vatandaş ete süte muhtaç oldu be kardeşim! İşte fiyatlar! Ekmek 1970’te 1.27, 1977’de 5.19, 1979’da 10.43, 1983’te 60.35, 1986’da 174.11 lira! Peki ya kazananlar? 1980-88 arasında maaş ve ücretlerin Ulusal Gelir içindeki payı yüzde 32.79’dan yüzde 13’e inerken kâr, faiz ve rant gelirlerinin payı yüzde 42.88’den yüzde73’e çıktı. Bu dönemde nüfusun en zengin beşte birlik azınlığı, yaratılan değerlerin yüzde 60’ına el koyarken en fakir beşte birlik kesim sadece yüzde 2.63 ile yaşamaya çabalar hale geldi. Türkiye dünyada gelir dağılımı en bozuk altıncı ülke oldu. 1980’den 1983’e 117 şirkete sahip Koç Holding’in geliri sabit fiyatlarla 163,7 milyardan 407 milyara çıktı. Çukurova Holding’in geliri de 88,2 milyardan 203 milyara yükseldi.

ŞAKŞAKÇI TÜRK-İŞ “İşçi örgütü darbe alkışçısı olur mu?” demeyin. Silahlı Kuvvetler-TÜSİAD ekseni, TÜRK-İŞ’le tamamlandı. Türk-İş yönetimi darbeyi iki gün önce haber aldı, onlara bu bilgiyi sızdıranlar kendilerinden hükümete bakan istemişti. Sonra Türk-İş genel sekreteri Sadık Şide hükümete çalışma bakanı oluverdi! 17 Temmuz 1982’de açıklanan Anayasa tasarısı sonrası, Türk-İş yaptığı açıklama ile, “Temel hak ve özgürlüklerin, sosyal devlet ilkesinin ayaklar altına alındığını, böyle bir durumda sağlıklı demokrasinin kurulamayacağını” açıkladı. Bir süre sonra Türk-İş’in sesi birden bire kısıldı. Hatta 5 Kasım 1982 günü Türk-İş Genel Başkanı Şevket Yılmaz televizyonlara çıkarak, darbecilerin hazırlattığı Anayasa’ya ‘evet’ oyu kullanılması çağrısında bulundu. Herkes tarihi

yasa oldu. Hem de ne yasa! 2821 sayılı Sendikalar Yasası ile meslek ve işyeri temelindeki örgütlenmeler yasaklandı, sadece işkolu esasına göre sendika kurma hakkı tanındı. İki ve daha fazla sendikanın bir araya gelerek federasyon kurması yasaklandı, ancak en az beş sendika bir araya gelerek konfederasyon adıyla üst örgütlenme kurabilecekti. 12 Eylül sınıfın uluslararası dayanışmasını da yok etti, sendikaların uluslararası kuruluşlara üyelikleri için Bakanlar Kurulu izni getirildi. 12 Eylül öncesi sendika hakkı tüm çalışanlara yani işçiler yanında memurlara da tanınmış bir haktı. 82 anayasası ve bağlı yasaları

misyonunu tamamlıyordu. KİM KİMİN EMRİNDE? Vehbi Koç, 3 Ekim 1980’de Kenan Evren’e mektup yazarak, “Emrinize amadeyim!” diye yumurtladı. Ve ardından darbecilerin yolunu çizdi: “Türk ordusunun bu hareketi son derece geçerlidir… Yıpranabilirsiniz, aman yıpranacak hareketlerden kaçının… Bu arada da anarşistlerin mahkemeleri hiç uzatılmamalı, cezaları süratle verilecek kanunlar çıkarılmalı ve polis teşkilatının imkânları arttırılmalı. (…) İşçi-işveren ilişkilerini düzenleyecek kanunlar bir an önce çözülmelidir. DİSK’in kapatılmış olmasından medet umanların bu anlamda heveslerinin kursaklarında kalması lazım… Kıdem tazminatları kurulacak bir fonda toplanmalıdır. İşçilere ödenecek yıllık miktarlar ayrıldıktan sonra geriye kalan kısım kamu ve özel sektör yatırımları için düşük faizde kullandırılmalıdır.” sadece işçilere sendika hakkı tanıdı. Sendika yöneticisi olabilmek için en az 10 yıl işçilik yapmak koşulu getirilerek hem yöneticilik zorlaştırıldı, hem de genç işçilerin sendika yönetimlerinde görev almaları engellendi. Toplu sözleşme ve grev yasakları ile ilgili ceza alan kişilerin sendika yöneticisi olma hakkı ellerinden alındı. Ne gariptir ki işveren sendikaları için bu yasaklar hiç uygulanmadı...

9


Bir tanık:

Turgut Özal’ın rüşvetle satın almaya çalıştığı sendikacı anlatıyor...

C

elal Alçınkaya... DİSK Maden-İş Rabak işyeri baştemsilcisi. 1963-1980 arasındaki tüm işçi direnişlerinde yer aldı. 15-16 Haziran’da yürüyüşçüydü. 12 Mart zindanlarını gördü. 12 Eylül’de Selimiye’de tutuklu kaldı. Hakkında 3 kez idam cezası istendi. İşçi sınıfının öncüsü olmanın bedelini ödedi; başı hep dik kaldı. Onunla 12 Eylül’ü ve 12 Mart’ı konuştuk. 12 Eylül 1980 sorgusundan... İki yıl sorgusuz Davutpaşa’da kaldım. İki yılın sonunda sorgu sırası bize geldi (30 sendika temsilcisi arkadaşımla bana). İddianame savcının (Süleyman Takkeci) kendi kafasına göre hazırlanmıştı. Savcı hazırladığı iddianameyi bana okudu ve, “Bu suçları kabul ediyor musun?” diye sordu. Ben de, “Bunların hepsini reddediyorum, bunlar savcını düzmecesidir. Benim bir tek suçum var,” dedim. Arkadaşlar itirafta bulunacağım diye terddütle birbirlerine baktı. Sonra ben, “O dönemde işçiler beni seçti, ben de o işçilerin hakkını işverene karşı aradım. Bu suçsa kabul ediyorum,” dedim. Bu ifademden sonra beraat ettim. Özal MESS temsilcisi-DİSK temsilcisi Celal Alçınkaya’nın anlatımıyla bir emek-sermaye diyaloğu... Turgut Özal işvereni savunuyordu, sonra da Silahtara elektro-metal fabrikasında onların temsilcisi oldu. Ben de o dönemde (1970-77) Maden İş baştemsilcisiydim. Karşı karşıya geldiğimizde bana dedi ki: “Sen görevini yapıyorsun işçileri savunuyorsun, ben de işvereni savunuyorum ben onların temsilcisiyim. Sen de haklısın ben de haklıyım...” Bu diyaloğun geçtiği dönemde Rabak’tan dört işçiyi çıkarttılar diye direniş oldu. Turgut Özal geldi, işçilerle konuşmak istedi. Ben de, “Sen işçilerle konuşamazsın, onlar benim üyelerim, sen ancak benimle konuşabilirsin,” karşılığını verdim, çıktı gitti... Direnişimiz günlerce sürdü sonra işveren pes etti. Protokol yaptık işçiler geri alındı. Sonra ben Turgut Özal’dan işçilere 1 aylık ücretli izin verilmesini istedim. Nedenini sordu. Ben de, “Kaç günden beri bu adamlar direnişte, işten attığınız için zaten onların da ailelerinin de moralleri bozuldu. Tatile ihtiyaçları

10

var,” dedim. Ve arkadaşlarımız gerçekten tatile çıkmıştı. Güçlü olduğumuz için direnişlerimiz cevabını fazlasıyla alıyordu. Özal’ın başarısız satın alma operasyonu... Bir gün işyerindeki odamızdayken Turgut Özal yanıma geldi. Dışarıda arabamı görmüş, “Gideyim de Celal Bey’in bir çayını içeyim,” demiş. Sonra ben, “Hayrola?” dedim. “Yok bir şey sadece çayını içmek için geldim,” diye cevap verdi. Sonra ağzındaki baklayı çıkardı. “Ya Celal Bey çok dürüst, namuslu adamsın. Bu işler senin için değil. Sen çekil ben sana açık çek vereyim sen miktarı yaz. Çocuklarını da al, istediğin yere git,” dedi. Ben de, “Bunu cebinden mi veriyorsun, beni satın alamazsın. Bir daha sakın böyle bir şeyle karşıma çıkma,” dedim. “Pişman olursun,” dedi. “Niye pişman olayım ben görevimi yapıyorum,” diye karşılık verdim. Kapıyı gösterdim, çekti gitti. Aradan yıllar geçti 12 Eylül geldi. Sonra tutuklandık. Davutpaşa’da yatarken birgün arkadaşlarla radyo dinliyorduk. Radyodan Turgut Özal’ın başbakan yardımcısı olduğu haberini alınca. Abdullah Baştürk’e seslendim: “İşimiz zor, artık çıkamayız.” “Niye zor?” diye sordu. Özal’la aramızda geçen diyaloğu anlattım ve, “Kenan Evren sendikacıların ne ettiğini nereden bilecek ama Özal müdürlük yaptı, bizi bizden iyi bilir. Gerçekten işimiz çok zor,” dedim. Öyle de oldu. Özal gelince tutuklamalar arttı, tahliyeler durdu. Onlar için sakıncalı olanları biliyordu çünkü, yıllarca onların içindeydi. Tüm sakıncalı bulduklarını tutuklattı. 12 Eylül ve emek örgütleri... Sendikacılar 12 Eylül’e hazırlıklı değildi. Grevler, sözleşmeler vardı. Darbe için duyumlar vardı ama kuvvet çok geniş olduğu için darbenin işçi kesimini, sol kesimi vuracağı hiç tahmin edilmiyordu. 12 Eylül sorguları... Birçok sendikacı arkadaşım Davutpaşa’da işkence gördü ama biz darbeden 6 ay sonra tutuklandığımız için çok kötü muameleyle karşılaşmadık. Yine de öğrencilere muameller ayrıydı. Onlar alt katlardaki hücrelerdeydi biz üst katlardaydık. Tüm gece onların çığlıklarını duyuyorduk ve bir şey yapamamanın acısını çekiyorduk.

GÖZDE CAN

Devletin islamlaşması Ü lkede, son yılların en önemli tartışması bu minvalde dönüyor. ‘Memlekete şeriat mı geliyor?’, ‘Kemalizm tasfiye mi ediliyor?’, ‘AKP ve Fethullahçılar gerçekten şeriatçı mı?’, ‘Ordu ve devlet elitleri gerçekten laik mi?’, ‘Sürüp giden didişmenin tarafları şeriatçılarla çağdaşlık yanlıları mı?’ gibi tali soruların hepsinin ötesindeki ana soru şu olsa gerek: İslamcılar mı devleti ele geçiriyor, devlet mi İslamcıları? Bu yazıda, 12 Eylül’ü merkeze alarak memleketin son 40-50 senelik tarihinde bu sorunun yanıtını arayacağız. Ama ‘yüksek fikirlerimizi’ ileri sürerek değil, sürecin aktörlerinin konuşmaları, yazıları, raporlar, rakamlar gibi somut olguları ortaya koyarak yapmaya çalışacağız bunu. Bir nevi ‘kolaj’ olacak bu yazı ve umuyoruz ki sonunda bir ‘büyük resim’ çıkacak ortaya.

Ve aleyküm selaaam…

27 Mayıs’la birlikte arası bozulan Devlet ve İslamcılar 60’larda ilişkilerini yeniden tesis etmeye girişmişti. Komünizmle Mücadele Dernekleri, İlim Yayma Cemiyetleri gibi ‘sivil’ örgütler, Nakşibendiler ve Nurcular gibi tarikatlar, yükselen işçi ve gençlik hareketine karşı sistemi ve emperyalizmin çıkarlarını koruyup kollamaya gönüllü idi. 1969 senesinde zamanın Genelkurmay Başkanı, sonradan Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay şöyle söylüyordu: “Bugünkü okullar birer anarşi yuvası haline geldi. Bu okullardan yetişenlere memleket idaresi teslim edilemez. On yıl sonra bunların hepsi iş başına gelecekler. Onlara nasıl güvenebiliriz? Hem biz laik okullara karşı İmam Hatip Okullarını bir alternatif olarak düşünüyoruz. Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri bu okullarda yetiştireceğiz.” Bütün 70’ler boyunca devlet kendini İmam Hatip Liseleri açmaya vakfedecekti. İslamcılar da paşanın bu içten selamını almakta hiç gecikmedi. Bugünün ‘Monşer Müslüman’ı Mehmet Şevket Eygi 69’da şunları yazıyordu: “Müslümanlara saldıran bir komünist it havlıyor: ‘Müslümanlar 6. Filoyu kıble ittihaz ederek namaz kıldılar. Müslümanlar ABD emperyalizmine alet oluyorlar.’ Bu Moskof itine ‘HOŞT’ demek lazım…Rusya ve Çin Allah’ı inkar ediyor, Amerika ise Allaha inanıyor. Dini var. Amerika’da İslamiyeti yayabilmek hürriyeti var. Amerika İnançlarımıza hürmet ediyor. Amerika ehvendir, ehaftır. Rusya kızıl kafirdir, Amerika ise ehl-i kitaptır… Kıblemize dil uzattın, hesapsız bırakılmayacaksın. Burnunu sürte sürte anandan emdiğin sütü burnundan fitil fitil getireceğiz. Çünkü o süt sana helal değil, haramzade köpek.” Birkaç yıl içinde devlet ‘kıbleye dil uzatanların’ ‘emdiği sütü burnundan getirmek için harekete geçecek, 12 Mart 71’de darbe yapacaktı. Tabii bu selamları da karşılıksız kalmadı.

Mohaç’tan bin selam!

“Bu ses sanki Mohaç’tan gelen sestir. Bu ses sanki Malazgirt’ten yükselen bir sestir. Bu ses Kanije gazilerinin sedasını aksettirmektedir… Bu ses hürriyet ve istiklalimizin, bu ses din ve imanımızın, şerefimizin ve haysiyetimizin bekçileri şerefli paşalarınızın, erlerimizin,

tek kelimeyle Mehmetçiğimizin sesidir…Bu ses sağa da sola da gelişigüzel yumruk sallayanların değil tehlikenin nereden geldiğini bilen, gören ve onun üstüne yürüyen, ona son defa ‘hizaya gel’ komutu verenlerin sesidir.” Nurcuların gazetesi Yeni Asya böyle alıyordu silahlı kuvvetlerin selamını. O zamanlar henüz tıfıl bir vaiz olan Fethullah, gelecek vadeden bir üslupla –ve muhtemelen gözyaşları içinde- şöyle diyordu: “Her milletin tarihinde asker bir tepe varlıktır. Bir de anadan doğma asker millet vardır ki o asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler, ve asker olarak ölür. Aşıktır askerliğe, serhat boylarına, akına ve kavgaya... Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini, ve yıldırımlaşan celadetini gördük…Eğer atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamaktan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam, ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam…”

Tetik çeken, tespih çeken

70’li yıllar boyunca devlet bir yandan toplumsal muhalefeti ezmekle, bir yandan da İslamcıları kendi hizmetine daha da fazla sokmakla iştigal etti. 71-80 arasında, devletin son kırk yılının kilit adamı ve 28 Şubat’ın ‘yılmaz laiklik savunucusu’ Süleyman Demirel 269, hasso Kemalist Ecevit 33 tane İmam Hatip Lisesi açmıştı. Ecevit 73’te bu okulların orta kısımlarını da açarak mezunlarına bütün üniversitelere giriş hakkı tanımış, 76’da Demirel kız çocuklarına da İmam Hatip kapılarını açmıştı. Öte yandan Nurcusu, Süleymancısı, Nakşisi bütün tarikatlar Kuran Kursu atağına geçti.Aynı yıllar, 80’lerin gözde ideolojisi olacak Türk-İslam Sentezi’nin mayalanma dönemiydi. ‘Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman’ idi faşist MHP ve temel sloganı da ‘Rehber Kuran Hedef Turan’ idi. Demirel şunları söylüyordu: “Aslına bakarsanız, Türkiye cumhuriyetini var eden, ayakta tutan Müslümanlıktır... Allah’a şükür ki biz Müslüman’ız. Bizi millet yapan Müslümanlığımızdır. Kim bunu tahribe kalkarsa altında kalır.” “Türkiye cumhuriyeti kanunlarında irtica diye bir suç yoktur. Böyle bir suç insanların lisanında vardır.” “Türkiye cumhuriyetinde başbakanlık arabasıyla Cuma namazına giden ilk adam benim. Peki neden gittim. Çünkü ben gidersem herkes rahat gider. Sonra ben zaten o yolun yolcusuyum. Yani herkesin göğsünü gere gere ben Müslüman’ım demesi kafi değil. Onun icabını da korkmadan yapabilsin. Bir memleket düşünün ki nüfusunun yüzde 99’u Müslüman olan o memleketin insanı ibadetini korka korka yapacak.” İslamcılar ve faşistler Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta Allah adına, Kuran adına, devlet, millet adına vahşi katliamlara girişirken Demirel, “Hiç tespih çeken elle tetik çeken el bir tutulur mu?” diyordu, “Geçen elli sene içinde tespih çekenlerin cumhuriyeti devirmek için giriştikleri, örgütlendikleri, ellerine silah


ÜMiT DERTLi

ya da islamın devletleşmesi... aldıkları, cumhuriyeti yıkalım diye devletin üzerine yürüdükleri görülmemiştir.” Haklıydı. Cumhuriyeti yıkmak değil, onu ‘komünistlerin şerrinden’ korumaktı niyetleri.

Resulullah slogan attı mı?

İslamcılar devletin karşısında değil yanındaydılar. Devletin yapmaya çalıştığı da Kemalizmi ‘tasfiye etmek’, ve yerine ‘Türk İslam Sentezi’ni ‘ikame etmek’ değil, İslamcılığın sivri taraflarını törpüleyerek Kemalizmi ‘tahkim etmek’ti. 1977’de İslam Enstitüleri’nde yapılan öğrençi boykotunu kırmak için, “İslamda boykot yoktur,” fetvasını veren de Fethullah’tı, 12 Eylül öncesinde, “Var mı Resulullah’ın yürüyüş yaptığı, slogan attığı?”, “Anarşist ve teröristleri devletin asker ve polisine bildirmeyen Allah katında mes’uldür… Polise, askere kurşun sıkan bu hainlere mahkemelerde gereken ceza verilmezse ne devlet kalır ne millet!” vaazlarını veren de... “Atatürk’ün annesinin ve kardeşinin giydiği kıyafetleri Meclis’e sokmak istiyoruz,” diyordu Erbakan. “Devletimiz laiktir. Ama milletimizi bir araya getiren de İslam’dır.” Bunu da Özal söylüyordu. Ve ABD Ulusal Güvenlik Doktrininde 12 Eylül rejiminin stratejik hedefleri tespit ediliyordu: “Otoriter bir askeri rejim altında, antikomünizm ekseninde ‘Türk Milliyetçiliği’ ve İslami siyasetin bir arada tutulması, bu bağlamda bir yandan Atatürk Milliyetçiliği söylemi kullanılırken, bir yandan da ‘Türkİslam Sentezi’nin benimsenmesidir.”Anti komünizmin ve “Yeşil Kuşak” ın teminatı da gerek cunta döneminde gerekse sonradan Özal döneminde “milli birlik ve beraberliğin” temel harcı Türklük ve Müslümanlık olacaktı.

Disiplinin ucuzu!

“Dinsiz millet düşünülemez. Dinimize sımsıkı sarılmalıyız.” “12 Eylül yönetimi sadece sözlerle yetinmedi. MSP’lilerin bile başaramadığı, din derslerini okullarda mecburi hale getirdi.” “Tanrısı bir, Kuran’ı bir, peygamberi bir, aynı sesleniş ve yakarışla namaz kılanları birbirinden koparmaya imkan yoktur.” “Ben arada sırada vatandaşı ikna edebilmek için ayet okuyorum. Bunu da bazı yazarlarımız tenkit ediyorlar. ‘Cumhurbaşkanı, ayet okur mu?’ diye. Sanki Kur’an’ı Kerim’i okumak günahmış gibi, laikliğe aykırıymış gibi.” 12 Eylül sonrası çıktığı yurt gezilerinde üstünde üniformasıyla böyle konuşmalar yapıyordu Evren Paşa. O paşa ki, ‘silahlı kuvvetlerin en demokrat, en Atatürkçü komutanı’ olarak, Ecevit’in özel çabalarıyla, askeri teamüllere bile aykırı şekilde Genelkurmay Başkanlığı’na atanmıştı. Fethullah’ın Sızıntı dergisi darbeyi manşetten selamlarken, ‘Hocaefendi’ derginin Ekim 1980 sayısının başyazısında “...Ve, işte şimdi, binbir ümit ve

sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz,” diye yazıyordu. Bir söylentiye göre, kanun kaçağı olan Fethullah, darbe sonrası Burdur’da göz altına alınıyor, ertesi gün serbest bırakılıyor ve şehrin Emniyet Müdürü Erzurum’a sürülüyordu. Cunta’nın 1981 senesinde ‘Din İstismarını İnceleme Grubu’ adıyla oluşturduğu kurul hazırladığı raporda “İmam Hatip Liseleri bu haliyle on yılda bile din görevlisi ihtiyacını karşılamada yetersiz… Yeni İmam Hatip Okulları, İlahiyat Fakülteleri, Yüksek İslam Enstitüleri açılmalıdır... Din bilgisi dersleri, ilkokullardan başlayarak ilk ve orta öğretimde mecburi olarak okutulmalı... Halkın basılı dini yayın ihtiyacı tesbit edilmeli, her yaş ve kültür seviyesinden insanın ihtiyacı olan dini neşriyatın yaygınlaştırılmasına önem verilmeli… TRT’de yapılan dini yayınlar güçlendirilmeli… Yeni camiler yapılmalı, kadrosu bulunmayan 18 bin köy camiine kadro verilmeli…” gibi tespit ve öneriler yer alıyordu. Dönemin Genel Kurmay ATASE (Askeri Tarih ve Stratejik Etütler) Başkanı Tuğgeneral Mahmut Boğuşlu, bir yazısında şunları söylüyordu: “Disiplin dünyanın en pahalı üretimidir. Disiplini kolaylıkla üreten ve ucuza maledebilen bir düzen, asker ocağı, kışlalar ve bazı eğitim kuruluşları dışında henüz icat edilmemiştir. Türk tarihinde disiplini en ucuza imal edebilen düzenlerden biri ise, İslamiyettir… Din adamı tipinde değişikliğe gidilmeli, her türlü meslekten, hakimden, savcıdan, avukattan, lise öğretmeninden, doktordan, gemi kaptanından yeni din adamları yetiştirilmelidir. Bu arada sayıları son yıllarda artan İmam Hatip Okulları reorganize edilmeli, bu okullara endüstriyel, ticari, turistik vs. hüviyetler kazandırılmalıdır.” Evren Paşa şöyle gerekçelendiriyordu icraatını: “Biz hurafelerle çocuklarımızın beyni yıkanmasın diye

okullarımıza mecburi din dersi koyma kararı aldık.” “Baktık ki yüzde 90 öğrenci zaten din derslerine gidiyor. Yüzde 10 da katılsın deyip karar verdik.” 12 eylül sonrasının icraatı kısaca şöyleydi: “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi 12 Eylül’ün hemen ertesinde zorunlu hale getirilmiş, 1982’ye kadar sadece bir tane olan İlahiyat Fakültesi sayısı, 1982’den sonra hızla artarak 21’e çıkarılmış, 1983’te 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Yasası’nda değişikliğe gidilerek İmam Hatip Lisesi mezunlarına tüm Fakülte ve yüksekokullara girme hakkı tanınmış, böylece İmam Hatip Lisesi mezunlarına bürokrasinin tüm kapıları açılmış, klasik İmam Hatip Liseleri’ne Anadolu İmam Hatip Liseleri eklenmiş, buralarda genel politika olduğu üzere İngilizce eğitim verilmiştir. İmam ihtiyacının karşılanması için açıldığı iddia edilen İmam Hatip Liselerindeki öğrenci sayısındaki artış (1983-90 arası) yüzde 50’dir. 1997 rakamlarıyla 107’si Anadolu İmam Hatip Lisesi, 36’sı çok programlı İmam Hatip Lisesi ve 2’si de süper İmam Hatip Lisesi olmak üzere toplam İmam Hatip Lisesi sayısı 610’dur. Öğretmen sayısı 20 bin, öğrenci sayısı 512 bindir. 1983-95 arası 72 İmam Hatip Okulu açılmış, öğrenci sayısındaki artış ise yüzde 105’dir.” (www.ozgurluk.org) Yani bugün ortalıkta dolanan kırmızı yanaklı, badem bıyıklı, temiz tıraşlı, hakim, savcı, avukat, lise öğretmeni, doktor, gemi kaptanı uzaydan gelmedi, bilakis bu devletin okullarında yetiştirildi hepsi.

İslam’dan emir geldi!

“Vatandaş! Bakın en yüce İslam dini size ne emrediyor... Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Allah tecavüzkarları sevmez. (Kur’an-ı Kerim Bakara Suresi, 140. ayet) Onlara karşı savaşmak senin gibi her Müslümanın görevidir.” 1986’da Kürt Köylerinin üzerinde uçan askeri helikopterlerden atılan bildirilerden birinin üstünde bunlar yazıyordu. Ordu ‘İslam Dünyasının Ordusu’ ilan ediliyor, Kürt halkı ‘Müslümanlık görevi’ icabı ‘İslam Cephesi’ne çağırılıyordu. Türk Ocakları 1990’da hazırlarığı raporda, “Kürt ayrılıkçılığının büyük ölçüde laik-pozitivist eğitimin hızlandırdığı söylenebilir… Yörede resmi faaliyet gösteren az sayıda kuran kursu ile çok az sayıda İmam Hatip Okulu vardır. Bunların sayı ve kapasiteleri yetersizdir. Fiili güç ve itibar dengesinin sağlanması için gerillaya karşı mücadelede silah, araç ve gereç üstünlüğü sağlanmalı, savunmasız alanlar tamamen kapatılmalıdır,”

diyordu. Kürtlerin ‘Hizbulkontra’ dedikleri Türkiye Hizbullah’ı da 90’larda bizzat devlet tarafından örgütlenmiş, silahlandırılmış, korunup kollanmıştı. Devletin karşısındaki her şeyin, komünizmin, Kürt hareketinin hatta ‘irtica’ dedikleri ‘radikal islamın’ da karşısındaydı Devlet İslamı. Fethullah Gülen, 26 Kasım 1989’da İzmir Hisar Camii’nde verdiği ve aynı anda 35 camide birden yayınlanan vaazı onun devlete olan itaatini tazelemesinin doruğuydu. 12 Eylül’den sonra ilk kez alenen verdiği vaazda “[o dönemde] Türkiye’deki İslami cephenin ezici bir çoğunluğunu uzun süreden beri ilk kez bir araya getiren başörtüsü eylemlerindeki (…) çarşaflı kadınların çoğunun erkek olduğunu geri kalanların da aslında açık saçık kadınlar olduğunu,” söyledi. (Ruşen Çakır, Ayet ve Slogan, bianet.org) İslamcılara karşı yapıldığı iddia olunan 28 Şubat müdahalesinin dördüncü yıl dönümünde Fethullah’ın Zaman gazetesinde şunlar yazılıyordu: “Şimdi biraz şaşırtıcı gelecek; ama böyle bir zamanda 28 Şubat her iki bakımdan da yararlı oldu… Hem içte ve dışta rahatlama sağlayarak olumlu değişimi hızlandırdı, hem de samimi, mazbut büyük İslami çoğunluk ile İslamcı adını lekeleyen, kullanan, yüce dinimizi vahşete alet etmek isteyen zavallıları ayırdı… Hem ‘siyasal İslam’ diyenlerin gözü açıldı, hem milletimizin gözü açıldı... İslamcı kesim artık şunu anladı. Din siyasete alet edilmemeli.”

Sonsöz:

“Fethullah Gülen 12 Eylül’ün panzehiridir.” ‘Cemaate yakın’ bir web sayfasında ‘adının açıklanmasını istemeyen bir okur tarafından gönderilen’ bir yazı aslında meselenin ibretlik bir özeti gibi: “Günlerdir medyamızda kimi kendini bilmez müfteriler Fethullah Gülen Hocaefendi’nin 12 Eylül darbesi ile ilgili söylediği bazı sözleri çarpıtarak Hocaefendiyi ‘darbeyi hoş gören bir insan’ gibi tanıtma gayreti içindeler… Sayın Hocaefendi’nin 12 Eylül ile ilgili tek alakası 12 Eylül darbesinin bünyelerde ve cemiyette yarattığı zehrin tahribini azaltıp cemiyetin vücudundan atmasını sağlayacak bir tür panzehir vazifesi gören çalışmalardır… 12 Eylül darbesi ile gelen yeni anlayışta devletin sosyal rolü daha geriye itilmişti. işte böyle bir zamanda, Fethullah Hoca ve etrafındaki muhabbet gönüllüleri bu boşluğu doldurup muhtaç insanlara yardım ettiler… Hani kalıplaşmış bir laf vardır, darbe bizi on yıl geriye götürüyor diye. Eğer 12 Eylül darbesine rağmen hâlâ bir kaybımız yok gibi görünüyorsa, bu durum Fethullah Gülen Hocaefendi gibi insanların çalışmaları sayesindedir.” (aynakemer.blogspot.com) Başka söze gerek var mı?..

11


ALi OSMAN COŞKUN

Ona ‘şey’ denir!

Ya da ‘Kenan Evren’in ressamlığı’ “ördek çükü gibi bir şey bu hayat tuhaflığı ölümden geliyor daha doğrusu doğmaktan…” Can Yücel an Yücel ‘menkıbeleri’nin ne kadarının uydurulmuş, ne kadarının ne kadar ‘değişikliğe’ uğramış olduğunu bilmek gün geçtikçe zorlaşıyor… Sahte şiirleri dolaşıyor ortalıkta. Bu yüzden, uydurulmuşsa da ‘iyi’ uydurulmuş aşağıdaki hikâyeyi diğer bir ‘versiyon’a tercih ederek alıyorum buraya. Yazının başındaki şiirin ve hikâyenin ‘sahih’liği, edebiyat tarihçilerinin meselesi. Ben de ‘maksad’ denetimine açığım tabiî… Can Yücel, 12 Eylül cuntacılarına hakaretten yargılanmaktadır. İçinde ‘g.t’ kelimesi geçen bir şiir söz konusudur. Hâkim, “neden g.t yerine popo mopo demiyorsun” deyince, şair şu fıkrayı anlatır mahkemede: “Köyün birinde ateşler içinde yatan bir hasta vardır. Yakınları kasabaya, doktora götürür hastayı. Doktor, muayeneden sonra reçeteye fitil yazar ve ‘anüsten sokacaksınız fitili’ der. ‘Anüs’ün ne olduğunu bilmez köylüler, ama doktordan çekindikleri için soramazlar, hastayla birlikte köye dönerler. Köyde kimse ‘anüs’ün ne olduğunu bilmiyordur. Hastanın durumu ağırlaşınca, muhtar çekinerek telefon eder doktora, ne yapacaklarını sorar. Doktor bu kez, ‘makattan sokacaksınız fitili’ der. ‘Makat’ da malûmu değildir köylülerin. İşin içinden çıkamazlar ve mecburen ve çok ürkerek tekrar arar doktoru, muhtar. Doktorun bu defa çok kızacağından emin olan muhtarın, telefonda konuşurken yüzü kıpkırmızı olmuştur. Köylüler merakla beklemektedir. Telefonu yerine bırakan muhtar, hışımla köylülere döner: ‘Demiştim size çok kızacak diye, g.tüne sokun g.tüne diye azarladı beni!’ der…” Şair, neye ne deneceğini böyle izah etmiş (“Bizim köyde g.te g.t denir”)… Rivayete göre, fıkrayı dinleyen mahkeme heyeti gülmekten yerlere yatmış. Biz, Kenan Evren’e “ressam” denince yerlere yatamıyoruz. Bırakın gülmeyi, yüzümüzde kas

C

oynamıyor. Picasso tablosu gördüğünde, “Bunu ben de yaparım,” dediğini; Avrasya Bienali’nden bir Polonyalı ressamın tablosunu kaldırttığını da unutmadık, generalin. ‘Doktorun dil’ini tercih eden birileri “ressam” da der adama… Sonra doktorun da dili çözülür, tercüme tamamlanır. Kenan Evren’den “resim” çıkmamıştır… Kenan Evren yalakalığı çıkmıştır… Hitler, resim yapma hevesinden Hitlerliğe; Evren de diktatörlükten resim yapma hevesine yürümüştür. “Kenan Evren’in ressamlığı” meselesi bu kadardır… Bu kadar… Konuşulacak konu bile yok! Konuşulacak olan, Kenan Evren’in cunta reisliğidir; Nato generalliğidir… Konuşulacak olan 12 Eylül’dür… “Bizim çocuklar” denilenlerdir… Şimdi, kısacık, “şeytanın avukatlığını” yapacağım: “Bu adam”, hakikaten “resim” yapsaydı ne diyecektik? Evet: “Ördek çükü gibi bir şey” olan bu hayat, kazara önümüze bir Louis- Ferdinand Céline, bir Ezra Pound, bir Salvador Dali, bir İsmet Özel ‘kadar/gibi’ sanat yapabilen birini çıkarsaydı ne halt edecektik?..

Yargılanmamış darbeci Kenan Evren, bir koruma ordusu eşliğinde Marmaris çöplüğünde resim yapmaya başladı. Hande Ataizi’nden esinlenerek yandaki ‘şey’i boyadı. Boyadığı ‘şey’ler, sırf o boyadı diye büyük paralara satılıyor. Tabii ‘müşterileri’ni ayrıca tartışmak lazım... 12

NECDET ADALI “Sizleri ve ezilen halklar uğruna mücadeleyi erken bırakmak zorunda kaldığım için üzgünüm… Kahrolsun faşizm!” SERDAR SOYERGÜN “Yeri geldiğinde, benim kemiklerimi Mahir Çayan’ın yanına gömün…” ERDAL EREN “Bütün bu yapılanlar, başımdan geçenler, kinimi binlerce kez artırdı ve mücadele azmimi körükledi; kavga ve devrime olan inancımı yok edemedi… Devrimci selamlar…” VEYSEL GÜNEY Onu öldürdükten sonra ailesine vermediler, mektup yazmasına bile izin vermediler. Ve Veysel, üzerinden onca yıl geçmesine rağmen hâlâ bilinmeyen bir yere gömüldü. AHMET SANER “Bütün arkadaşlarıma selam. Ben biniyorum, gidin anlatın dostlarımıza, anlatın arkadaşlarımıza.” KADİR TANDOĞAN “Beni düşünürken, dünyada tek oğlunuz Kadir’inizi yitirmiş bir kişi olarak değil, sadece binlerce kişiden biri olarak düşünmenizi isterim.” MUSTAFA ÖZENÇ “Ben ve yüzlerce kişinin öldürülmesi sınıf savaşını durdurmayacak ve bu savaş, bu bozuk düzen tüm pislikleriyle tarihin çöp sepetine atılıncaya kadar sürecektir. Elveda!” İBRAHİM ETHEM COŞKUN “Biz bu davaya baş koyduk, başımız devrime, halkımıza ve partimize feda olsun.” NECATİ VARDAR “Hoşça kal yoldaş. İdam bize vız gelir. Yaşasın sosyalizm!” SEYİT KONUK “Korku sizinle her gün yaşayacak. Cellatlardan ve onların devletinden hesap sorulacak. Kahrolsun faşizm!” ALİ AKTAŞ “Aman ha… Aman mavişim, karamsarlık yok… Her karanlığın bir aydınlığı, her zorluğun çıkacağı bir düzlük vardır kuşkusuz… Haydi, hoşça kal… Gözlerinden öperim Mavişim…” ÖMER YAZGAN “Hoşça kalın arkadaşlar, devrimci mücadelenizde size başarılar diliyorum. Kahrolsun faşizm!” RAMAZAN YUKARIGÖZ “Tüm Gültepe halkına ve Türkiye halklarına selam. Ben halkımın mutluluğu için savaştım. Adım hüzünle birlikte anılmasın...” MEHMET KAMBUR “Beni hayat devrimci yaptı. Nihai hedefin, mutlaka ama mutlaka bizim olacağı inancıyla…” ERDOĞAN YAZGAN “En çok sevdiğim dörtlüğü size de yazıyorum: Açardın yalnızlığımda Mavi ve yeşil açardın Keklik kanı kınalı berrak Yenerdim acıları, kahpelikleri Sıktıkça cellat kemendi.” İLYAS HAS “Şu an sizlere son mesajımı iletiyorum. Sizlerin yüzünü kara çıkaracak hiçbir şey yapmadım. Bugünlerde size ağır gelen bu itham, gelecekte sizlere bir şeref payesi olarak görünecektir.” HIDIR ASLAN “Yüreğimin tüm sevgisiyle, tüm onurlu güçlerimle seni, sizi, hepinizi kucaklar, doyasıya öperim. Güçlü olun. Başı dik olun. O güzel günlerde tekrar yanınızda olacağım.”


OKAN YILMAZ

Bu bir korkaklık rejimidir...

Ölüme karşı bu soğukkanlılık, birilerinin düşeceği, sonrakilerin devam edeceğine olan bu keskin inanç, bedelsiz yol alınamayacağının bu koyu idraki ve köpekleşerek yaşamaktansa onurluca ölmeyi yeğleyen bu ahlak infazcıları korkutur. “Yerkürenin en geniş, en derin okyanusunun, tarihin altında, o en dip noktada, üzerimde tonlarca küp deniz, tonlarca küp karanlık ve sessizlik; dibe sabitlenmiş küçük bir tüpün içinde, tutsağım. Görünürde yalnızım; lakin benimle beraber bu kör karanlığa hapsedilmiş yüzlerce yoldaşımla yan yana, sıra sıra dizilmiş, sessizliğe mahkûm, ama aynı düş ve düşüncelerle, gözlerimizi yukarıya, karanlığa karşı kurulmuş barikatlara, sessizliği çözen barikatlara diktiğimizin bilincindeyim. Hareketsiziz ve zaten hiç şüphe yok ki öldük. Tüplerimizden sıyrılıp çıkan son hava kabarcıkları da yukarı, yüzeye doğru yükseliyor. Kaç yıl alır bilmem; beklerim, bekleyeceğim. İnce bir yosun yaprağı dalgalanıyor aheste… Ve parlak bir toz zerresi süzülüp geçti karanlığın kucağından. Ah, sessizlik! Tok, boğuk, neredeyse astımlı bir ölüm uğultusunu andıran şu sessizlik... Fısıltım bile kulağıma ulaşamadan evvel boğazlanıyor karanlığın pençelerinde. Nasıl da özledim Dersim türkülerini, nasıl da tütün çekti canım üstelik. Lakin beklerim. Velhasıl, bekleyeceğim…”

Ü

ç tarafı denizlerle çevrili ‘güzel ve yalnız’ ülkemin tarihine çeyrek asır önce müdahil olanların şişelere sıkıştırıp zamanın akıntısına fırlattıkları son mektuplar da devletin kıyılarına vurdu. 12 Eylül askeri diktatörlüğünün ellerinde yargılanıp idam edilen devrimci tutsak Erdoğan Yazgan’ın son mektubunun Devrimci 78’liler Federasyonu’nun girişimiyle, 27 yıllık bir gecikmeden sonra yakınlarına teslim edilmesiyle birlikte, Genelkurmay arşivlerinde alıkonulan son ‘resmi’ selam da adresine gitmiş oldu. 12 Eylül, zulmün ilmiğini boynuna geçiren devrimcilerden kalan son vedaların 27 yıl gecikmeyle halka ve yakınlarına ulaşmasını bile olağan ve hatta şanslı kılan bir dönemin adıdır. Zira ‘faili meçhul’lerle katledilen, ortadan kaybedilen, koğuşlarda asılıp intihar süsü verilen ve daha nice korkakça yöntemlerle öldürülüp adressiz topraklara gömülen yüzlerce devrimciyse mevzubahis, üstünden 27 yıl da geçse, önünde sonunda son soluğunu duyurabilmeye ‘talih’ denir. En basiti ‘talih’ olmak üzere bütün sözcüklerde, topyekûn dilde nice anlam kaymaları, deformasyonlar yaratan bu rejimin kelime haznesindeki tek sözcük ise, her gün diz dize yatıp kalktığı ‘korku’dur. 12 Eylül bir korkaklık, riyakârlık ve tüm bunlardan mülhem bir zulüm rejimidir. Egemenler ve burjuvazi, ahlak, bağlılık, sadakat, metanet gibi kavramlar üzerine

hiçbir şey söylemeyen ama saatler süren vaazlar verir. Lakin paradan ve zümrelerinin çıkarından başka hiçbir yaşam nedeni, hiçbir eylem sahası olmayan, bunu da mevzubahis vaazlarıyla kamufle eden egemenler, sözünü ettikleri kişisel ve toplumsal değerlerin gerçek ifadeleriyle karşılaştıklarında köşeye sıkıştırılmış kedi ürkekliği ve vahşiliğiyle hareket ederler. Bunun en somut ve güncel örneğini, Güler Zere ve onun o yorgun, ağır hasta ve tutsak durumuna rağmen ışıl ışıl gözlerle zafer işareti yapan fotoğrafında temsil ettiği diğer hasta tutsak devrimciler meselesinde gördük. Güler Zere ve diğerlerini, bırakın tedavileri için geçici süreyle dışarı salmayı, kameralarla, yakınlarıyla, hastane ve cezaevi önünde bekleyen yoldaşlarıyla bir an olsun görüştürmeye bile cesaretleri yok. Korkularının nedeni açık; yıllar boyu hapsettikleri, tecrit ettikleri, en aşağılık yaşam koşullarında alıkoydukları, ilaçlarını esirgedikleri, gıdalarını esirgedikleri, gün ışığını esirgedikleri o devrimciler, tüm köpekçe muamelelere rağmen, santim santim ölüme yürüdükleri gerçeğine rağmen,

inatla, azimle, cesaretle duruşlarından ve zafer özlemlerinden bir adım geri çekilmiş değil. ‘Vatan-Millet-Sakarya’ üzerine kanlı bıçaklı kabadayı naraları atanlar, bu toprak ve bu toprağın halkları için bedenlerini ölüme, iradelerini devrime emanet etmiş bu onurlu insanların gölgelerinden bile allahları kadar korkarlar. Çünkü tarih yazmak için canını ortaya koymuş devrimcilerin iradeleri karşısında, burjuvazinin oynak ve çapsız değerlerinin hükmü yoktur.

Evet, sakıncalıdır!

Erdoğan Yazgan ve diğer 12 Eylül kurbanlarının durumuna da bu çerçeveden bakmak lazım. “Sakıncalı” bulunan o mektuplar evet, sakıncalıdır; zira darağacına yürüyen bir devrimcinin kararlılığı ve metaneti, üç kuruş için karakterini tezgâha asan, isyanın ‘i’sinde dahi ıslak köpekler gibi sünüp kaçacak yer arayan halk düşmanlarının ufkunu aşmaktadır. Erdoğan Yazgan’ın bir gün ışığa kavuşacağı inancıyla karanlığa bıraktığı o son hava kabarcığında şöyle bir ifade yer alıyor: “…Soran tüm dost ve akrabalara selamlar. Acele ediyorlar, kısa

oldu. Sizi hep seven, oğlunuz ve abiniz…”. ‘Acele ediyorlar’ ifadesi anlamlıdır. Seher vaktine gebe bir zaman diliminin o soğuk, nemli, titrek bahçesinde, saniyelerin idama sürüklendiği o uğultulu aralıkta, darağacına çıkmadan önce eşe dosta yazılan, onurdan, halktan, isyandan bahsedilen bir mektubun yarıda bırakılması, yazarının apar topar infaza götürülmesi bize ne söylemektedir? Ölüme karşı bu soğukkanlılık, birilerinin düşeceği, sonrakilerin devam edeceğine olan bu keskin inanç, bedelsiz yol alınamayacağının bu koyu idraki ve köpekleşerek yaşamaktansa onurluca ölmeyi yeğleyen bu ahlak, infazcıları korkutmaktadır. Çünkü böylesi bir sahne onları yıldırmakta, zulümlerini boşa çıkarmakta, kendilerinden utandırmaktadır. Ve en kolayı, faşizme yaraşır biçimde, gözlerini kaçırarak, alelacele infazı gerçekleştirmektir; tıpkı yine faşizme yaraşır biçimde hep arkadan vurmanın, kurbanının gözlerinin içine bakmadan kurşun sıkmanın en kolayı olduğu gibi. İşte bu nedenle, 12 Eylül bir korkaklık rejimi miras bırakmıştır. Somut ifadesini üç kişiden fazlasının bir araya gelmemesi talimatında bulan bu rejim kişileri yalnız, emekçileri örgütsüz kıldığı, öğrencileri eli kanlı bir darbeciyi bir pop yıldızından daha az tanıyacak kadar apolitize ettiği, insanları bireyciliğe, maddiyatçılığa, sahtekârlığa, muhbirliğe, itirafçılığa teşvik ettiği oranda bekasını koruyabilir. Vedalar gecikecek, geciktikçe birikecek, biriktikçe hakkaniyet talebi çığ gibi büyüyerek egemenlerin, tekellerin ve onların çıkarları için kurşun sıkan devlet ve baskı aygıtlarının ensesinde patlayacaktır. Kapitalizm sorunlu, burjuvazi korkak, devletse bilhassa en zalim kesildiği anda görünenin aksine kısa bacağını onarmaya çalışan masa misali balçığa batmış, devinimdedir. Günün koşulları ve reform girişimleri kafaları karıştırmasın, bunlar asıl fotoğraf üzerindeki rötuşlardır yalnızca. Bize gereken, biraz daha inanç, biraz daha eylem, biraz daha cesaret… Tarihin içine dalıp, karanlık ve sessizlikle sarmalanmış devrimcilerin ideallerini mektuplarının peşi sıra gün yüzüne çıkarıp, türküye ve tütüne, halka ve zafere hasret tüm şehit ve tutsakları tarihte hak ettikleri yere koymak için 12 Eylül, tüm mimarları ve kurumlarıyla beraber derhal ve şimdi yargılanmalıdır! Bu ise, koşullar elverdiğince her türlü ‘demokratik’ adımı politik manevra icabı atan iktidar partisi yahut muhalefet unsurlarına koz vermemek için halk eliyle, halk iradesinde, halk güçlerince yapılmalıdır! Tüm Devrimci 78’lilere içten selamlarla...

13


Azalarak değil, mümkünse hemen!

H

emen hemen tüm süreli yayınların makûs talihidir bir otobüs durağında ya da bir vapur köşesinde yeni sahibini beklemek. Bu durum bazı kesimlerin -ki genellikle yayıncılarınşikâyet odağı olurken, dar gelirliler açısından ise ‘hayırlı’ bir duruma vesiledir. Geçim sıkıntısının hayatının merkezine konuşlandığı memleketim insanı zaten günlük ekmek parasını diğer alanlarda kullanamaz. Yukarıdaki manzarada ise artık bir dergisi\gazetesi olmuştur. Hem de gün içinde kendisine ayırabildiği tek zaman diliminde! İşte kaderine teslim olmuş bir vaziyette beni bekleyen o mizah dergisini elime alırken tam da bu duygular içindeydim. Malumunuz yine bir vapur köşesinde. Fakat bir cümle dikkatimi aniden başka bir noktada yoğunlaştırmama neden oldu: “Ürkek sperm kuşağı!” Yazar tam olarak bu kelimelerle tasvir etmişti yeni nesli. Öğrencileri, işçi ve işsiz gençleri. Yani bizleri. Her geçen gün daha bir ürken, pısırıklaşan, yozlaşan; her yeni gün daha bir kaderciliğe saplanan; düşünceden, eleştiriden, muhalefetten uzaklaşan bizleri. Seçilen kelimeler bir takım arkadaşları rahatsız etmiştir elbette. Lakin ‘teşbihte hata olmaz’! İçinde bulunduğumuz tablo ortada… Devletin sahipleri, üretmekten ve geliştirmekten hiç sıkılmadıkları teçhizatları ile dur durak bilmeden daha fazla hayatımıza yerleşiyor. Hareket alanımızı daraltıyor. O soğuk nefesini her an ensemizde hissettiriyor. Her bir sokak köşesine dikilen MOBESE kameraları ve yüz tanımlama yazılımlarıyla, dünya çapında sayılı olduğu belirtilen telefon dinleme teknolojisiyle, bıkmadan usanmadan geliştirilen gaz bombalarıyla, coplarıyla… Ve hâlâ peşimizi bırakmayan 12 Eylül’leriyle. Üzerlerine düşen görevleri hayâsızca, pervasızca ve ‘layıkıyla’ yerine getiriyor. Peki ya siz ‘ilerici, demokrat’ aydınlar, siz eski solcular?

Tablo, acemi ressam, figürler

14

Tarih 14 Eylül 1980. Cunta, okula yeni başlamış öğrenci edasıyla üçüncü gününde ödevlerine sıkıca sarılır. Harfiyen uygulama başlar. İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı, DİSK ve MİSK yöneticilerinin 18:00’a kadar komutanlığa teslim olmalarını ister. Tamamına yakını sürelerini doldurmadan teslim olur. Kendilerini ‘sosyalist’ olarak nitelendiren bir kısım örgütlerin MK üyeleri, iradeleriyle beraber kaderlerini de ‘devletin müşfik kollarına’ teslim eder. Karakolların önlerinde oluşan uzunca kuyrukların ön saflarında yer alırlar. Memleket genelinde toplam 650 bin gözaltı kayıtlara geçer. Bu rakamın korkunç büyüklükteki bir kısmı işte bu kuyrukları oluşturur. Annelerimiz, babalarımız, ağabeylerimiz, ablalarımız… Fazla söze ne hacet! Evet, bizler ürkeğiz. Pısırığız. Acaba neden? Mevzu aydınlarımıza gelince; genel olarak aydınların, sanatçıların, gazetecilerin toplum için önemini ve toplum üzerindeki etkisini yeniden cümlelere dökmeye gerek yok. Ama konu ‘bizimkiler’ olunca yazılacak cümle çok. Onur Özgen’in ‘mantar özel’ine tekrar dönüp okuyabilirsiniz. Nasıl bir

‘aydınlanma’ ama!

Zihnimizin kolbastı ağaları!

Tüm bu olanlar o günlerden bizlere miras kalanların çok büyük bir kısmını oluşturuyor ne yazık. Fakat hepsini değil. Korkaklıkla suçlanan genç kuşağın karşısında tarih kitaplarındaki yerini alıyor yaşananlar. Devlet denilen aygıt farklı kılıflara bürünse de tarihsel misyonunu ve sınıfsal karakterini koruyarak baskı ve zulmü sürdürüyor. Ergenekon çulsuzluğu kapsamında eskinin askeri şimdinin ise rektörü olan bir şahsın ofisinde yapılan arama sırasında ele geçen bir CD’de okuldaki politik öğrencilerin isimleri, adresleri, telefonları, aileleri, öpüştüğü koklaştığı diğer tüm insanların bilgileri yer alıyor. (Prof. Dr. Osman Metin ÖZTÜRK \ Giresun Üniversitesi Rektörü.) Anlayacağınız donumuza kadar kayıt altındayız. Bu arada medya ve iletişim araçları da özünden bir şey kaybetmiş değil. Önce Yaprak Dökümü’yle boşalıyoruz. Ardından Televole’yle özgürleşiyoruz. Aşk-ı Memnu ile bütün bir hafta beyin jimnastiği yapıyoruz. Sonra kolbastı öğrenip kültürel zenginliğimize bir yenisini daha ekliyoruz. Ve tarihsel rolünden koparılıp içi boşaltılan ve sistem tarafında birer meta haline getirilen Che, Deniz ve nice yoldaşlarımızı tişörtlerimizde taşıyıp kendimizi tatmin ediyoruz. Kendi gözyaşlarımızda kendi sıradanlığımıza ağlıyoruz… Tabii!.. Bir de cezaevlerine girmiş, ölümler görmüş, işkencelere maruz kalmış annelerimiz, babalarımız, ağabeylerimiz, ablalarımız var. Bugün ise hiçbiriyle yüzleşemeyenler; belki de yüzleşmek istemeyenler. Çoğu şimdinin eski solcuları yani. İtaat etmemizi öğütlüyorlar ve isyan etmemiz yasaklanıyor. Akşam eve kafamızda cop izi, salya sümük döndüğümüz zaman bir de onlardan ceza alıyoruz. 1 Mayıs’larda odalarımıza kilitleniyoruz. En büyük öfkemiz de onlaradır. Nasıl olmasın? Onlar ki bir zamanlar özgür bir dünya düşüne sarılmışlar.

İsyan, huzur ve biz...

Tüm bu zifiri karanlık içinde güzel bir insanla tanışma fırsatını yakalayanlar sıyrılabiliyor bu ablukadan. Bütün öğrendiklerini tersten okumaya başlar işte o zaman. Farklı bir yerden bakmayı öğrenir ve düşünür. Ve serin eylül gecelerinde kendilerini teslim almaya gelen kolluk kuvvetlerine ölümleri pahasına teslim olmayanları anımsar. Diyarbakır Cezaevi’nde tek tipe karşı direnenleri; işkencelerde çözülmeyenleri bulur belleği. Birden Kızıldere’de buluverir kendini. Belki de Fatsa’yı düşünür; Terzi Fikri’nin ince sabrını. 15–16 Haziran’da, Tariş’de kol kola savaşan işçi ve öğrencileri okur. Kendisine kalan bir miras bulur ve sımsıkı sarılır ona… İşte tüm bu ahval ve şerait içinde bizler sarılacaklarımıza sımsıkı sarılıyor, öğrenciler, yani işçi ve işsiz gençler olarak bu çarkı reddediyoruz. Önümüze servis edilen tüm renklere rağmen kızılı seviyoruz. Ha… Bu arada, artık eski sağcı görmek istiyoruz.

MiCAN EFENDi


ALPER ERDiK

DARBE ALMAMAK iÇiN... B

u ülkenin devrimcilerinin en zor dönemleri, darbeyi ve de Sovyetler Birliği’nin dağılışını takip eden yıllardı. Her devrimcinin; kişisel, örgütsel, düşünsel açıdan ‘yaralandığı’; keskin ve geri dönüşü olmayan bir yol ayrımına geldiği ve böylece Türkiye devrimci hareketinin yakın tarihteki kırılma noktalarından da ikisini teşkil eden olaylardan bahsediyoruz zira. İşte bu sebeplerdendir ki, bunlarla ilgili olarak ağzımızdan çıkan her kelimenin ucunun bize de dokunduğunu fark ediyor ve sürekli geçmişe atıfta bulunmak zorunda kalıyoruz. Bunun kötü bir şey olmadığını da biliyoruz; ya da bilmeliyiz. Ve akabinde, artık yeni bir yol ayrımında bulunduğumuzun bilincine varıp, nedense ‘solun büyük bölümü’nce kesilmesi çok elzem görülmeyen veya pek fazla konuşulmayan ‘hesap’ları bir an önce gündemimize almalıyız. Evet, biz gençler yapmalıyız bunu; çünkü herkesten çok bize düşüyor bu görev! Mahir Çayan, Kesintisiz 1’de, devrim dönemine ilişkin şöyle diyor: “…evrim dönemlerinin nice başarılı, ulema devrimcisi bu dönemde acizliğin, korkaklığın ve ihanetin bataklığında kulaç atar.” Bunlar, yani ‘acizlik, korkaklık ve ihanet’; ‘darbe ve yenilgilerin’ ardından da yaşandı; ve işte darbe o zaman gerçekten darbeye dönüştü! Bizi ilgilendiren de zaten budur. Sosyalist hareketin her anlamda güçlü olduğu, işçilerin aktif biçimde sendikal mücadeleye katıldığı, egemenlerin uykularının kaçtığı yıllarda; yazmak, çizmek, konuşmak elbette yine kolay değildi ama birçok zaafı da kamufle edecek potansiyele sahipti. Öyle dönemlerde yalnız değilsinizdir çünkü o zaman, bağlılığınızı ve cüretinizi sınayacak pek bir şey yoktur; tabii sokaklar dışında! Ve zaten sokakta olanlar zaaflarından arınmış kişilerdir! Bu ‘acizliğin, korkaklığın ve ihanetin bataklığında kulaç atma’ mevzuu, maalesef ki çok derin, trajik ve de uzun; ancak bir sayfa bile derdimizi anlatmamıza yardımcı olabilir. Malum olduğu üzere, son yıllarda her yerde karşımıza çıkan, hep en doğruyu bildiğini söyleyen ve bizim anlamadığımız bir tür solculuk icat eden bir grup liberal aydın müsveddesi var. Bunlar, bıkmadan usanmadan solculara sövüp, solun aslında başka türlü bir şey olduğunu ve gerçek solculuğu da kendi yaptıkları ve söylediklerinin teşkil ettiğini anlatıyor! Yani hiç utanmadan, ‘acizlik, korkaklık ve ihanet’lerine ideolojik kılıf uydurmaya çalışıyorlar! Misal… Solun neresinde duracağına bir türlü karar kılamamış, bir –cu, bir –ist olmuş, ama ikisinin de hakkını verememiş bir adam… Geçmişteki solculuğu da tartışmalı yani; olsa olsa ‘küçük bir aydın’ denilebilir ona. Şimdi kendini kitap yazmaya vermiş. Ankara’daki solcu gençlere mail yoluyla e-kitap olarak yolluyor yazdıklarını. Bir tanesinin sonuna Taraf gazetesine yazdığı mektubu eklemiş.

Taraf’ın demokrasi mücadelesini takdir ettiğini; kendisinin de 1974’ten bu yana tarih, siyaset, felsefe yazdığını; fırsat verirlerse, Taraf’ın solcu yazar eksiğini tamamlayabileceğini yazmış mektupta. Ama olumlu veya olumsuz bir cevap alamamış hâlâ. Türkiye İşçi Partili bir kadın… İstanbul Üniversitesi’nde sosyoloji asistanıyken, 1968’de, ‘Türkiye’de işçi sınıfının doğuşu ve yapısı’ konulu doktora tezi, kendisi solcu olduğu için iki kez reddedilmiş. Deniz Gezmiş ve arkadaşları, sırf bu yüzden okulu işgal etmiş. 12 Mart’ta tutuklanmış, 12 Eylül’de yurtdışına çıkmış. Bu süreçte roman yazmaya başlamış ve de ‘solun artık değişmesi gerektiği’ düşüncesine varmış. 1990 sonrası Türkiye’ye dönmüş. O da bir e-mail ile Taraf’ta yazmak istediğini Ahmet Altan’a söylemiş. Onun ricası kabul edilmiş. Her eleştiriye göğüs germiş ama Altan’ın kendisinin Taraf’ta yazmasıyla ilgili olarak yaptığı değerlendirmedeki erkek egemen benzetmeden çok rahatsız olup bırakmış köşe yazarlığını. Taraf’ı desteklemeye devam edecekmiş ama.

Yakışıklı oğluyla...

Yakışıklı oğluyla birlikte, son yıllarda ‘toplumsal aktivist’ olma çabasındaki bir tiyatro sanatçısı… DİSK’in etkinliklerinde Nazım şiirleri okuyor sıklıkla. ‘Sesimiz Baskın çıksın!’, ‘Oyumuz Baskın’a!’ diyen tayfadan. Aydınları ikiyüzlü buluyormuş artık bu oyuncu; çünkü aydınlar AKP’nin yaptıklarını görmezden geliyormuş. “Bu partinin 6.5 yıllık iktidarında çıkardığı demokratikleşme yasalarını niye takdir etmiyorsunuz?”

diye kızıyormuş dostlarına. Voltaire’in, “Senin fikrini savunmak için hayatımı veririm,” sözünden hareketle, o da zamanında Tayyip Erdoğan’ın rahatça şiir okuması için canını verirmiş. (Tayyip’in şu şeriat propagandası yaptığı şiiri ve aldığı cezayı kast ediyor!) Bu sözleri medyada tartışma konusu olunca da yanlış anlaşıldığını, hayatı boyunca Marksist yaşamaya çalıştığını ve herkese özgürlük istemekten başka bir niyetinin olmadığını söylemiş. Listeyi daha fazla uzatmaya gerek yok, bu ‘çok seçkin’ üç örnek yeterli. Zira bu sayfalarda, bunların çoğunu defalarca teşhir ettik; neyi nasıl yaptıklarını söyleyip geçelim. Bunlar, büyük bölümü bilinçli olarak, küçük bölümü ise bilinçsizce; AKP eliyle Türkiye’nin, demokratikleşme adı altında, ‘yarı-sömürge’ ilişkilerinin derinleştirilmesine ‘taraf’lar! Soros’un paracıklarıyla yazan, çizen, seçim kampanyası düzenleyenlerin kuyruğuna takılırlar! AB’den gelecek üç kuruşluk burjuva demokrasisi için, azıcık dini inançları olsa, dua bile ederler!.. Ama tabii asıl iğrençlik, tüm bunları solculuk adı altında yapmaları ve ‘ittifak’ halinde bulundukları dincilerin fazlalığından aldıkları cesaretle gerçek solcuları ezberci, devletçi, statükocu diye suçlamalarında!

Milli bataklık

Peki, bu ‘bataklığın’ içinde, kendilerini ‘ulusal solcu’ diye tanımlayanlar yok mu? Var elbet; bir dönem yanlış anlayarak da olsa devrim ve sosyalizm sözcüklerini dillerinden düşürmeyen ve fakat bugün kapitalizmi yıkmayı kendine hedef koymayan, Mustafa Kemal nostaljisi yapmayı solculuk zanneden bu kitle de

bugünün şartlarında ilerici falan değildir. Ancak onların durumları da ortada... Hakan Gülseven’in birkaç ay önce yazdığı gibi:’’Bir şu sömürge hükümetine bakıyorlar, asapları bozuluyor; kafayı çevirip bir de ‘milli’ NATO ordusuna bakıyorlar, iyice afallıyorlar.’’ Dolayısıyla ne bize laf yetiştirecek halleri kaldı, ne de kendi kitlelerine söyleyecek sözleri. Bunun yanında, onların da var gazeteleri, televizyonları, şirketleri, tanıdık patronları, yurtdışı ilişkileri falan; hatta niceliksel açıdan diğer gruptan daha güçlüler ama iktidarı elinde bulunduran AKP’nin kanatları altına giren ve ‘siyasal etki’ bakımından büyük bir güç elde eden liboşların seviyesine ulaşmaları için daha ‘kırk fırın ekmek yemeleri’ lazım. Kaldı ki, şu an cebelleştikleri tasfiye operasyonu yüzünden, ‘ekmek yiyecek’ kapıları da kalmadı. Fakat ‘keseceğimiz hesap’ın, tabii ki, dışında değiller! Evet, zor bir dönemdeyiz. Evet, fazlaca vaktimiz yok. Ama bu meseleyi konuşacak ve gerekeni yapacak kadar zamanımız var, olmalı! Israrla söylüyorum, şu ‘hesabı keselim’ artık! Önce tespitlerimizi yineleyelim; ilk gruptakilerin acınası ve bu kadar bariz biçimde pespayeleşmelerinin sebebinin, ‘darbe ve yenilgiler’ olduğunu; ‘karakterlerine uygun biçimde’, sırtlarını uluslararası vakıflara, patronlara ve hükümete dayamanın verdiği güvenle ve ‘ezber bozmak’ maksadı ile kendilerini bozduklarını ve gerçek solcuları da bozmaya çalıştıklarını sürekli söyleyelim. İkinci gruptakilerin de aynı şekilde, ‘darbe ve yenilgilerin’ ardından, artık sosyalist devrimin ihtimal dışı olduğu tezinden yola çıkarak, 80 yıl evvelki ‘mutlu günler’e kafayı takıp bir adım ileri gidemediklerini; değişen ekonomik-politik ilişkileri analiz edemeyip, yerinde saymayı bırakın, her geçen gün gerilediklerini; ama özellikle gençlerin kafasını bir hayli karıştırmayı başardıklarını devamlı vurgulayalım. Yukarıda ‘niteliklerini’ kısaca anlattığım ve sayıları hiç de azımsanmayacak kadar fazla olan bu kişilerin hepsine birden ‘laf etme’ ve bunu neden yaptığımızı anlatma yeteneğine sahip olalım. En genel anlamda ‘cenahımız’ bu kişilerden ‘tamamen ve her şekilde’ nasıl arınır, tartışalım… Sonra kendimize dönelim ve her şey yeni başlıyormuş gibi ve fakat geçmişin onurlu mirasını da omuzlayarak sarılalım devrimciliğe! ’68 ve ’78 kuşağından ağabey ve ablalarımızla, ve toplumun üzerine serpilen ölü toprağını delerek kavgaya girişecek genç yoldaşlarımızla kuracağımız ‘yeni ülkenin temelini’; ‘kafayı duvara vurmaya hazır yeni insanlar’ olarak evvela kendi beynimizde, dergimizde, örgütlerimizde atalım! Tüm bunları da dediğim gibi, bir an önce yapalım! Yapalım ki, devrim yolundaki olası yeni ‘darbe ve yenilgiler’ karşısında, ‘acizlik, korkaklık ve ihanetle’ vakit kaybetmeyelim; yani ‘gerçek darbeler’ almayalım!

15


Yeni liberallerimiz, patronlarının da keşfettiği gibi, marifet sahibi insanlardır. Asıl işleri illüzyonistlik, yani hokkabazlıktır. Sermayenin bu memlekette yapılan askeri darbelerdeki rolünü de kaşla göz arasında kaybedebilirler. Onca ‘darbe-darbeci’ muhabbeti yapmalar yaptığı bir darbedir; yeryüzündeki bütün darbeler gibi! Oysa hepimizin de bildiği üzere 12 Eylül, devletin sivil toplumu şe’etmesi fala

i

Bir gerilim hikayesi: B

şte bir 12 Eylül daha. Ağzımdan yel alsın, yani yıldönümü manasında! Merak etmeyin, amacım kabak tadı vermek değil. Benim derdim, detaylarını artık biz moruklardan başka neredeyse kimselerin hatırlamadığı geçmiş bir felâketin bunca yıl sonra dahi üstümüze düşen kopkoyu gölgesi. Bu gölge, yeni zamanların başka karanlıklarıyla üst üste geldiğinde, daha da iç karartıcı bir hal aldı. Özellikle son 15 yılın hasarı, geri çekilen işçi hareketinin ve genel dünya durumunun da etkisiyle büyük oldu. Bizim cenahta, aklına mukayyet olmayı başarabilen küçük bir devrimci azınlık dışındakiler, ideolojik ve politik olarak uzun zamandır şiddetli bir depremin yıkıntıları arasında yaşar gibiler. En kötüsü de milliyetçisinden liberaline, dincisinden laikine her türlü gericinin, fırsattan istifade, akbabalar misali, tepemizde dolanmak ne kelime, çoktan yere inip gövdemizi ve ruhumuzu didiklemeye başlamış olması. Aynen bir felâket mahallinde yaralıların para, saat ve telefonlarını yağmalayan fırsat düşkünü haysiyetsiz soyguncular misali.

Eleştiri - özeleştiri

Ancak her ne olursa olsun, yaşanmış ve de yaşanmakta olan her şeyi, tek başına 30 yıl önceki bir darbeye bağlamak niyetinde değiliz. Ayrıca 12 Eylül’ü, kapkara bir acı ve mağduriyet söyleminin ardına sığınarak ve sadece düşmanı suçlayarak da geçiştiremeyiz. Elbette, tarihimizi bir askeri darbe yardakçılığıymışçasına aşağılamaya kalkan liberal cinliklere; devrimci ve sosyalist içeriğini yok sayarak ‘sosyal yurtseverlik’ ve yine bir askeri darbe yardakçılığı seviyesine düşürmeye kalkan ulusalcı hinliklere karşı duracağız. Ancak 12 Eylül, aynı zamanda bizim cephe açısından koskoca bir eleştiriyi ve özeleştiriyi de hak etmekte. Çünkü 12 Eylül, bir bakıma ‘bugün’ün nedeniyse, ‘dün’ün bir sonucudur da! Yani özellikle genç kuşaklar tarafından bilinmesi, düşünülmesi ve anlaşılması gereken bir dün vardır. Darbe, işçi sınıfı mücadelesinin ve devrimci hareketin ileri derecede basiret, dirayet ve feraset sahibi önderlikler altında, hata ve günahtan münezzeh kesintisiz başarılarının ardından değil, verilen mücadelenin, yapılan fedakârlıkların, gösterilen kahramanlıkların seviye ve çapına hiç de uygun düşmeyen ideolojik ve teorik bir sefaletin ve ağır politik hataların ardından gelmiştir. Yani bu yönüyle günahlarımızın bir bedelidir. Bu günahlar, öyle, “Elbette

16

biz de dört dörtlük değildik, bizim de bazı hatalarımız oldu!” cinsinden kem kümlerle geçiştirilecek türden değildir. Üstelik çözüm de dünde değil bugündedir; yani dünü ancak bugünün teori ve pratiği ile aşabiliriz. Bu kıssadan çıkacak hisse şu olabilir: Dün yanıldığımız gibi, bugün de yanılıyor olabiliriz!

Kısmetimize düşen!

Dedik ya, sorunumuz elbette ‘askeri bir darbe olarak’ 12 Eylül’le falan sınırlı değil; çünkü 12 Eylül çok daha büyük çaplı uluslararası bir bütünün kısmetimize düşen parçasıdır. Türkiye’ye bir darbe olarak yansımış olsa da, mesele sermayenin işçi sınıfına ve tüm emek güçlerine yönelik uluslararası saldırısıdır. Bütün ülkelerde yaşanmıştır. Bugün de devam eden bu NEOLİBERAL saldırı, bütün dünyada krize girmiş sermayenin önünü sınırsızca açarken emeğin bütün direncini kırmayı, sosyal ve ekonomik haklarını yok etmeyi veya olabildiğince güdükleştirmeyi, kullanılamaz hale getirmeyi hedefliyordu. Bu dönem elbette aşılacaktır. Uzunca bir süre ’tarihin sonu’nun geldiği konusunda neredeyse bütün insanlığı ikna eden ‘küreselleşmecilik’in ölüm çanlarını çalan, hadi daha yerli bir mecaz kullanayım, salâsını okutan neoliberal krize paralel olarak işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesi, dünyanın orasında burasında, farklı tempolarla da olsa canlanıyor. Aynı şey Türkiye’de de olacaktır. Bu nedenle, yaklaşık 30 yıl önceki bir darbeyle tuzla buz olan bir geçmişi -içinde sakladığı çok değerli anılar, tecrübeler ve değerler dışında- “Bir zamanlar biz neydik!” özlemiyle anmak yerine yepyeni bir geleceğin temellerini atmak için inatla ‘akıntıya karşı’ yüzmek zorundayız. ‘Kara deryalar’da parıldayan her şeyin üzerine, “Nah işte fener!” deyip atlamadan ve birtakım bok çukurlarını devrimin ve sosyalizmin engin denizleri sanma gafletine düşmeden…

Milliyetçi-liberal darbe

12 Eylül, her şeyden önce işçi sınıfına karşı düzenlenmiş milliyetçi-liberal bir saldırıdır. Bu memlekette boy vermiş ve bugün birbiriyle papaz olmuş bütün gericiliklerin yakın tarihteki ortak atasıdır. 12 Eylül, ‘bütün taşların bağlandığı ve bütün itlerin salındığı’ bir dönemin sembolik tarihidir. Amacı sadece krize düşmüş bir sermaye birikimi modelinin yerine bir başkasını koymak değil, buna bağlı olarak işçi sınıfı hareketini ezmek ve zamanın devrimci

ruhunu öldürmektir. Siz bakmayın o darbeyi takip eden dönemde hidayete eren eski solcu, yeni liberal ‘demokrat’ muhabbet kuşlarına; onların itirazı cuntanın bir takım hödüklüklerine ilişkindir. Yoksa onun iktisadi programı olan 24 Ocak’la, cuntanın sermayeyle bağlantısı ve akıl hocası, ardından da siyasi devamı olan Özal’la ve onun devri saltanatıyla hiçbir sorunları olmadı. Ellerine verilen birkaç oyuncakla oynayıp -Özal sayesinde ilk defa bilgisayarları, otomatik telefonları ve serbestçe taşıyabildikleri dolarları olmuştu!- meunu oldukları Özal’ın ‘çağ atlama’ masallarını dinliyorlar, dinledikleri masalları da biraz daha allayıp pullayıp bize anlatıyorlardı. ‘Gusto’ sahibi olmayan yoksul Türklere, ‘kaliteli şarap’ yerine Kalaşnikof ’u tercih eden Kürtlere, ‘fukaralık edebiyatı’ yapıp çağa ayak uyduramayan ‘başarısız’ güruha ve aklı hâlâ geçmişte kalan ‘dinozorlar’a küfretmeyi de unutmadan. Yani liberal beylerimiz ve hanımlarımız da aynen darbeci bürokrasimiz ve Türkİslamcı bilmem nelerimiz gibi kısa sürede dönemin Türkiye’sinin etinden sütünden, tırnağından yününden faydalanmaya başlamışlardı; üstelik de onca yıl kadir ve kıymetlerini bilememiş patronların yanında, adamların devrim ve sosyalizm korkularının yatışmasının da etkisiyle, yüksek ücretli işlere girerek. Kendilerinden istenen şey basitti: Bugünlerine övgü ve şükür, geçmişlerine nefret ve küfür! Yani, bildiğimiz, “Bu işler bitti oolum!” hikâyeleri. Emeğin kolunu kanadını kıran baskılar, gasp edilen haklar, örgütlenmenin önündeki engeller; eğitimin ve üniversitelerin hali; ağır yoksullaşma; işkence idam ve ölümler; Kürtlere yaşatılanlar… Öyle hiç ‘enseyi karatmaya’ gerek yoktu; bunlar olsa olsa geçiş dönemi sancılarıydı ve Türkiye dünyayla bütünleşiyordu! Kısacası bu memlekette neoliberal dönemin kapısını sopa zoruyla açan 12 Eylül, liberallerimiz için gerçekte, ‘istemem yan cebime koy!’ cinsinden bir şey oldu. Artık kıçını tek başına kurtarmaya çalışan bireylerden müteşekkil (neo)liberal bir toplumduk!

El çabukluğu marifet!

Dedim ya, siz bakmayın o muhabbet kuşlarına! Her bir şeyi anlatırlar da eksik anlatırlar. Evet, yeni liberallerimiz, patronlarının da keşfettiği gibi, marifet sahibi insanlardır. Asıl işleri illüzyonistlik, yani hokkabazlıktır. Sermayenin şapkasından el çabukluğu ile ‘ilericilik, devrimcilik, enternasyonalizm’ tavşanlarını çıkarabildikleri gibi,

Malum, genel bir kural olarak, sorulacak ilk soru o cinaye Darbenin sınıfsal izini bu sermayenin bu memlekette yapılan askeri darbelerdeki rolünü de kaşla göz arasında kaybedebilirler. Onca ‘darbedarbeci’ muhabbeti yapmalarına rağmen ağızlarından patronlarına ilişkin bir tek kötü söz çıkmaz. Onlara göre 12 Eylül, devletin sivil topluma karşı yaptığı bir darbedir; yeryüzündeki bütün darbeler gibi! Oysa hepimizin de bildiği üzere 12 Eylül, devletin sivil toplumu şe’etmesi falan değil, o sivil toplumun mümtaz bir parçası olan sermayenin doğrudan çıkarlarının ifadesidir. Sivil toplumun diğer parçalarının ezilmesi pahasına. Malum, genel bir kural olarak, eğer ortada bir cinayet varsa, sorulacak ilk soru o cinayetin kimin işine yaradığıdır. Darbenin sınıfsal izini bu yolla takip edebiliriz. O darbe öncesi ‘komünist’ Ecevit hükümetine karşı çarşaf çarşaf yayımlanan TÜSİAD bildirileri, patronların darbe yanlısı demeçleri, TİSK (Türkiye İşverenler Sendikası Konfederasyonu) Başkanı Halit Narin’in çınlayan kahkahaları, Boğaz’da bir yalıda hazırlanan iş yasaları, Kalender Orduevi’nde sürdürülen yasama çalışmaları ve sonunda kimlerin parsayı topladığı… Tabii, 1982 Anayasası’nın darbe öncesinde her gün dile getirilen TUSİAD ve TİSK taleplerinin siyasihukuki bir ifadesi olduğunu da unutmadan. 12 Eylül, paşaların iktidar hırsının değil, sermayenin mutlak egemenlik hedefinin bir ürünüdür. Yeni liberallerimizin bugünkü demokratlıkları, bizlerden ziyade patronlarının çıkarlarıyla ilgilidir. Yani


n şapkasından el çabukluğu ile ‘ilericilik, devrimcilik, enternasyonalizm’ tavşanlarını çıkarabildikleri gibi, sermayenin rına rağmen ağızlarından patronlarına ilişkin bir tek kötü söz çıkmaz. Onlara göre 12 Eylül, devletin sivil topluma karşı an değil, o sivil toplumun mümtaz bir parçası olan sermayenin doğrudan çıkarlarının ifadesidir...

HAKKI YÜKSELEN-BABA HAKKI

Bedene üflenen ruh!

, eğer ortada bir cinayet varsa, etin kimin işine yaradığıdır. u yolla takip edebiliriz... efendileri kendilerini koyvermişlerdir. Ateş -şimdilik- serbesttir! Kapitalist özel mülkiyete yönelik görünür bir tehlikenin olmadığı, sınıf mücadelesinin tek taraflı yürüdüğü bir dönemde askere, devlete, bürokrasiye ‘cart curt!’ etmek kolaydır. O nedenle hepimizi sınıf savaşlarının artık sona erdiğine ve de sosyalizmin öldüğüne inandırmaya çalışırlar; neoliberal hayal dünyalarını yıkacak, başlarını derde sokacak bir patırtının çıkmaması için. Liberalizmin Nirvanası’na ulaşmamızı sağlayacağı söylenen o ilahi dengenin bozulmaması adına. Aksi halde ‘işlerini’ kaybedecekler ve eski model darbecibürokrat düşman kardeşleri gibi kapının önüne konulma tehlikesiyle burun buruna geleceklerdir!

İstenmeyen neticeler veya çelişkili yârim!

12 Eylül, kendisinden beklenen sonuçların önemli bir bölümünü verirken (otoriter rejim, ekonomik model, işçi sınıfı mücadelesinin ezilmesi, devrimci muhalefetin tasfiyesi vb.) bazı açılardan farklı, hatta istenmeyen sonuçlara yol açtı. Bu dönemde, yapılmak istenenin tersine, Cumhuriyet’in üzerine oturduğu çelişkiler bazen en patlayıcı halleriyle ortalığa saçıldı. ‘Türkiye Kürtlüğü’ maddi ve manevi olarak ortadan kaldırılmak veya doğduğuna pişman edilmek istenirken, bu politika tam tersine sonuçlar verdi. Tarihin en büyük, en modern, en organize ve en şuurlu Kürt ayaklanması, bölgede 1980’den

başlayarak dört yıl süren bir vahşet ve asimilasyon döneminin ardından geldi. Burjuva devleti, uzun yıllar yenilgi korkusuyla ecel terleri döktükten sonra, şimdi hep birlikte, Kürtlerin varlığını inkârdan ‘referandum’ muhabbetlerine gelmiş bulunuyoruz. Yani, paradoksal bir biçimde, bir ‘ulus’ yok edilmeye çalışılırken var edilmiştir! Hem de epeyce yüksek bir bilinç düzeyiyle ve de dönülmez bir biçimde… Benzer bir durum belirli farklarla da olsa din ve İslamiyet konusunda yaşandı. O meşhur ‘Konya Mitingi’ni bahane edip ‘şeriat tehlikesi’ni gözümüze sokan darbeciler, bir süre sonra toplumun itaatini sağlamanın, işçi mücadelesinin ve sosyalist hareketin tasfiyesinin tek yolunun, onun devlet denetiminde İslamlaştırılması olduğu sonucuna vardılar. Zaten bu memlekette var olan hemen her maddenin ve ruhun içine bir biçimde sızmış olan milliyetçilikle resmi düzen laboratuvarında harmanlanmış güdümlü bir İslamcılık yaratılmak istendi. Yeni liberal darbe rejiminin resmi ideolojisi olarak, Alevi köylerinin camilerle, şehirlerin imam hatiplerle donatılmasına yol açan, ‘Türk-İslam Sentezi’ budur. Ancak hep deriz ya, evdeki hesap çoğu zaman çarşıya uymaz! Günaha girmek bahasına da olsa şu gerçeği belirtmek zorundayız: İslamcılık da diğer siyasi ideolojiler gibi ‘rakıya benzer’, yani ‘şişede durduğu gibi durmaz!’ İşin milliyetçilik faslı, biraz da tabiatının etkisiyle genel olarak kontrol edilebilir bir mecrada kalırken, İslamcılık, dünyadaki ve bölgedeki şartların ve devrimci hareketteki sert gerilemenin de etkisiyle, öyle ‘apoletli üvey baba’ sözü falan takmadan âlemlere akmaya başladı. Neredeyse bütün toplumu şu veya bu biçimde etkiledi. Namazla niyazla ilgisi olmayanlar bile kendini İslam’a göre ayarlayıp dedesinin namaz kıldığından, ninesinin başını örttüğünden dem vurmaya başladı. Laik darbecilerden yarı açık-yarı örtülü ‘el alan’ tarikatlar, en ‘maddi’ halleriyle ortalığa saçılıp dört başı mamur alternatif bir toplum yarattı. Ekonomik, siyasi ve toplumsal hayat üzerinde bu memlekette bugüne kadar görülmemiş bir gücün sahibi oldular. Yolu açılan İslamcı hareket, kısa sayılabilecek bir sürede iktidara heveslendi ve sonunda uygun kılık kıyafet ve jargon değişiklikleriyle bu hevesine ulaşmayı başardı; kapitalizmin hizmetindeki mümtaz yerini aldı.

Çelişki mi ararsın!

Patlayan bir başka çelişki de, geleneksel

asker-sivil bürokrasimizin 12 Eylül’den başlayarak, emperyalizmin ve yerli sermayenin kuyruğunda, yaratılması için canla başla çalıştığı yeni liberal düzende, eski konumunu kaybetme tehlikesiyle yüz yüze gelmesidir. Değişen dünya şartlarında, özellikle 1990’larda yerli ve yabancı sermayenin yeni bir hizmetkâr tipine ihtiyaç duyması sonucu, eski uşak kadroların yenileriyle değiştirilmesi eğilimi ortaya çıktı. Bu karmaşık ve çok yönlü düzen içi kavgada, emperyalizmin ve Soğuk Savaş’ın soğukkanlı tetikçileri, hem ‘Anavatan’ Türkiye’de hem de ‘Yavru vatan’ Kıbrıs’ta gözü yaşlı birer ‘antiemperyaliste’ dönüştüler! ‘Geleneksel, Batıcı, laik…’ gibi sıfatlarla da tanımlanan ve esas olarak TÜSİAD adlı ‘panteon’da kümelenen büyük patronlara gelince. Onlar da bütün kazanım ve kazançlarına rağmen, sözünü ettiğimiz çelişkinin bir nevi ‘kurbanı’ oldular. ‘Buraları hep bizim!’ havasında gezdikleri bir çilikte şimdi bütün açgözlülüğü ile arzı endam edip her şeylere ‘yeşillenen’ yeşil bir sermayenin -ki, giderek sütbeyaza dönmektedir!hükümet destekli rekabetine maruz kaldılar. Eee, etme bulma dünyası!.. Toparlayacak olursak, “İşçileri, emekçileri ve de sosyalistleri ezersek huzur buluruz!” ana fikriyle yola çıkan burjuvazi, sömürü ve hırsızlıkla istiflediği bütün servete rağmen aradığı huzur ve saadeti bulamadı. Sermayenin ve liberallerin, ‘piyasanın görünmez eli’ vasıtasıyla yolunu bulan, devletin sadece gardiyanlık yaptığı çelişkisiz bir toplum fikri, neredeyse 35 yıldır bastırılan, zaman zaman uç veren ve sonunda bastırılamaz bir hal alıp patlayan krizin de gösterdiği üzere iflas etti. Sermaye ve onu temsil eden politik düzen, hiçbir zaman, çok af edersiniz, ‘köpeksiz köyde değneksiz gezme’ cesaretini gösteremedi. İşçi sınıfını uzunca bir dönem için ezmeyi başarmış olsa da, kendi kanlı iç çelişkilerinden kurtulmayı asla başaramadı. Bunca yıldır süren, içinde bütün resmi ve gayrı resmi cinayet şebekelerinin yer aldığı o kanlı mücadeleler, darbe tezgâhları, karşılıklı saydırmalar; ayağa, dize, olmadı kafaya sıkmalar hep bunun kanıtıdır.

Ey ruh, seni kime sormalı!

“12 Eylül yaşıyor mu, yaşamıyor mu?” En inandırıcı cevabı, öyle liberalden, ulusalcıdan, dinciden, milliyetçiden, hatta devrimciden, sosyalistten falan değil, toplumun iki uzlaşmaz gücünden alabiliriz. İşçilerden ve patronlardan. Kendi yoksullaşma ve zenginleşme,

kölelik ve egemenlik hikâyeleri olarak. Yani önce işçilere, emekçilere, ezilenlere sorulmalı. Öyle tarihsel bir bilgi veya siyasi bir tarif olarak da değil, doğrudan kendi hayat hikâyeleri olarak. Sonra da büyük patronlara. Saltanatlarının o beton kazıklar misali hayatımıza saplanmış temelleri açısından. Yani kazananlara ve kaybedenlere… O, kimi zaman ‘bireysel haklar’la perdelenmeye çalışılan, arada şöyle bir kaşı gözü boyanan, kıçı başı gerdirilen, suratı botokslanan; ama aslı esası, temelleri, niyetleri, gerekçeleri ve sonuçlarıyla üstümüzde lök gibi oturan askeri darbe mirası kanunlara şöyle bir bakın; iş, grev, toplusözleşme, sendikalar, seçim ve siyasi partiler kanunlarına; o her türlü devlet cinayetini örtmeye çalışan ‘bağımsız’ yargı kararlarına. Sendikasızlaştırmaya, kayıt dışı köleliğe, taşeronlaştırmaya, esnek çalışmaya, artan işsizliğe, sistematik yoksullaştırmaya bakın. ‘Terör’ ve ceza yasalarına, polis şiddetine, tüm topluma yayılmış o ‘sivil’ vahşete, ‘teşvik kapsamına’ alınmış milliyetçi linç kampanyalarına bakın. O her yana yayılmış göz ve kulaklarıyla istisnasız hepimizi dünün, bugünün, olmazsa yarının suçluları ilan eden polis devletine bakın. Bütün hayatımızı sarmalayıp sonsuz bir kâbusa çevirmeye çalışan dini gericiliğe, onunla kıvamını bulmuş riyakâr muhafazakârlığa bir bakın. Bütün o açılım saçılım muhabbetlerine, yayılan bütün çözüm umutlarına rağmen, hâlâ ölümcül riskler ve kanlı potansiyeller taşıyan Kürt meselesine bakın. Askerin devam eden ve bir biçimde devam edecek olan rolünü, o YÖK’ten-boktan işleri, 12 Eylülcülerden hesap sormayı yasaklayan anayasa maddesini ve de hâlâ yürürlükte olan cunta anayasasını da aklınızdan çıkarmayın. Şimdi bir daha soralım: 12 Eylül yaşıyor mu, yaşamıyor mu? Bakın, darbeden neredeyse 30 yıl sonra hâlâ ‘demokratikleşmeden’,’demokrasi açılımı’ndan söz ediliyor. AKP’nin 12 Eylül döneminden çıkış hükümeti olduğunu söyleyenler bile var. Her türlü hayal bir yana, bu sözler ve beklentiler dahi 12 Eylül düzeninin sürüp gittiğinin kanıtı. Son 30 yıldır gelmiş geçmiş bütün sermaye hükümetleri, kendi sınıf çıkarları gereği, kimi zaman darbe düzeninin ‘orasına burasına’ dokunsalar da ‘ruhuna’ asla ilişmediler. Çünkü kendilerine hayat veren o ruh, bedenlerine emperyalizm ile büyük sermaye tarafından üflenmişti.

17


‘Muz Cumhuriyeti’nde darbe ve direniş

“B

ugün Honduras sadece darbecilerce işgal edilmiş bir ülke değil, aynı zamanda Birleşik Devletler Ordusu tarafından işgal edilmiş bir ülkedir. Tegucigalpa’ya (ülkenin başkenti, Ç.N.)100 km uzaklıkta olan ve Palmerola adıyla da bilinen Soto Cano’daki askeri üs, 1981 yılında Ronald Reagan yönetiminin girişimiyle yeniden faaliyete geçirilmiş ve Oiver North tarafından Nikaragua’ya karşı düzenlenen kirli savaşta kullanılmıştır. Burada Birleşik Devletler Hükümeti, El Salvador ve Guatemalalı devrimcilere saldırılar düzenleyecek ve binlerce insanın ölmesine sebep olacaktır… Soto Cano aynı zamanda Honduras Havacılık Akademisi’nin de merkezi. Honduras Silahlı Kuvvetleri’nin bir kısmı burada Birleşik Devletler askerleriyle kaynaşıyor… Bu askeri üssün amacı nedir? Honduras’da Birleşik Devletler’e ait uçakların, helikopterlerin ve askeri birliklerin işi ne? Hiç şüphesiz bütün bunların amacı bunların Orta Amerika’da kullanılması. Uyuşturucu kaçakçılığına karşı savaşta bunca silaha ihtiyaç olmadığı aşikar.” Fidel Castro 10 Temmuz tarihli açıklamasında bunları söylüyor Honduras için. Orta Amerika’da Nikaragua, El Salvador ve Guatemala ile komşu, yaklaşık 7 Milyon nüfuslu bir ülke. İhracatının (muz, kahve, et, balık, çinko) yüzde 73’ünü, ithalatının da (makine ve taşıt araçları, endüstriyel hammaddeler, kimyasal ürünler, yakıt, gıda maddeleri) yüzde 53’ünü ABD ile yapıyor. Ülkedeki tarım üretiminin de tamamına yakını United Fruit Company ve Standard Fruit Company adlı iki emperyalist şirket tarafından yapılıyor. ‘Muz Cumhuriyeti’ deyimi de bundan dolayı kullanılıyor. Yaklaşık yüz yıldır, ülke siyasetinde en önemli aktörler olagelen bu ABD şirketleri zaman zaman farklı siyasi ya da askeri klikleri destekleyerek, zaman zaman da askeri diktatörlükler ve Amerikan ordusunun açık işgalleri yoluyla (tam yedi defa) ülkedeki faaliyet ve çıkarlarını sürdürüyorlar. Bugün her üç kişiden birinin işsiz olduğu ülkede halkın ezici çoğunluğu ağır bir yoksullukla cebelleşirken, küçük bir işbirlikçi azınlık emperyalistlerin sofrasından dökülenlerle sefa sürüyor. Haziran ayındaki darbeyle koltuğundan uzaklaştırılan Başkan Zelaya da aslında egemenlerin bir kesiminin temsilcisiydi. Ancak koltuğunu sağlamlaştırmak amacıyla attığı bazı adımlarla, Chavez, Morales gibi anti emperyalist liderliklerle kurduğu ilişkiler, yoksul kitleler lehine aldığı kimi kararlarla emperyalizmin ve ülke oligarşisinin sabrını zorluyordu. Bardağı taşıran damla ise Zelaya’nın Anayasa’yı değiştirmek üzere referanduma gitme kararıydı. Değiştirilmek istenen anayasa, 1982 yılında Reagan döneminde kabul edilmişti. Yüksek Mahkeme bu kararı yasadışı ilan etti ve Ordu Komutanı General Romeo Vásquez Velásquez referandumun oy pusulalarını dağıtmayı reddetti. Zelaya’nın bu generali görevden almasının ardından Referandumun yapılacağı günün sabahında Silahlı Kuvvetler darbe yaparak Zelaya ve bazı bakanları ülke dışına sürgüne yolladı. Parlamento Başkanı Roberto Micheletti fiili devlet başkanı olarak göreve başladı. Darbenin hemen ardından da Honduraslı kitleler sokaklara dökülerek direnişe geçti. Zelaya, darbeye karşı yükselen kitlesel direnişin desteğiyle birkaç defa geri dönmeyi denediyse de bunda başarılı olamadı. Kitleler sokaklarda kahramanca dövüşürken Zelaya bir yandan da Kosta Rika Devlet Başkanı Oscar Arias’ın arabuluculuğunda darbecilerle bir dizi uzlaşma görüşmeleri yürüttü. Zelaya’nın kabul ettiği, ancak fiili devlet başkanı Micheletti tarafından reddedilen uzlaşma şartları arasında Zelaya Hükümeti yerine bir Ulusal Birlik Hükümeti kurulması ve darbecilerin işlediği suçlar için genel af çıkarılması da vardı. Zelaya’nın bu uzlaşma arayışları esasen emperyalist siyasetlerden kopamadığını açıkça gösterirken, emperyalizmin askeri darbe karşısındaki tutumu da ayrıca dikkat çekici. Obama yönetimi eskisinden farklı olarak darbecileri açıktan desteklemiyor, hatta yarım ağızla kınamış durumda. Ancak ABD büyükelçisi hala görevi başında ve Zelaya ile darbecileri uzlaştırma girişimleri de esasen bir ABD projesiydi. Darbeci generallerin hepsinin ABD’de eğitilmiş askerler olması da ayrıca manidar. Bugün gelinen durumda, darbeciler fiili olarak hâlâ iktidarlarını korurken, Zelaya da hâlâ ülke dışında uzlaşma arayışında ve kitleler de darbeye karşı mücadelelerini kararlılıkla sürdürüyor. Uluslararası İşçi Birliği – Dördüncü Enternasyonal (UİB-DE) sürecin başından itibaren darbeye kararlılıkla karşı çıktı, uzlaşma arayışlarını mahkum etti ve kitlelerin mücadelesini destekledi. UİB-DE’nin yayın organı Uluslarası Posta’nın Ağustos sayısında yer alan değerlendirmeyi süreci çok iyi analiz etmesi ve darbenin yenilgiye uğratılması için izlenmesi gereken yolu berraklıkla ortaya koyması bakımından okurlarımızla paylaşıyoruz. ÜMiT DERTLi

18

HONDURAS: B

u yazının yazıldığı sırada Honduras’ta meşru hükümeti deviren ve başkan Manuel Zelaya’yı sürgüne yollayan askeri darbenin üstünden yaklaşık yedi haa geçmiş ve ülkede Darbeye Karşı Direniş Cephesi’nin çağrısıyla ve darbe karşıtı başka kesimlerin de katılımıyla Tegucipalga’ya Yürüyüş başlamış bulunuyor. Roberto Micheletti başkanlığındaki darbe hükümeti halihazırda pek çok kişinin ölümüne ve yüzlercesinin de yaralanmasına yol açmış olan azgın bir baskı politikası uyguluyor. Öte yandan, ABD emperyalizminin himayesinde Kosta Rika devlet başkanı Oscar Arias üzerinden yürütülen, Zelaya’nın da açık kapı bıraktığı, darbecilerle uzlaşma girişimleri sürdürülüyor. Yürüyüş, bu baskı ve uzlaşma siyasetlerine rağmen darbe karşıtı direnişin hâlâ çok güçlü olduğunu gösteren çok önemli bir eylem. Diğer taraan, karşılaştıkları direnişe ve uluslararası tepkilere rağmen darbeciler pozisyonlarını pekiştirememiş olmakla birlikte, hâlâ yönetimi ellerinde tutuyor. Bu çerçevede Uluslararası İşçi Birliği-Dördüncü Enternasyonal (UİB-DE) olarak Honduras’lı işçi ve emekçi kitlelerin darbeye karşı direnişine koşulsuz destek ve dayanışmamızı sunarken, bu mücadelenin büyümesi ve zafere ulaşması için gerekli gördüğümüz bazı noktalara işaret etmek istiyoruz. Merkezi görev darbeye karşı mücadeledir Honduras halkının seferberliğinin esası darbenin boşa çıkarılması için mücadeledir. Diğer bir deyişle, bu mücadele Roberto Micheletti’nin gayrimeşru yönetiminin alaşağı edilmesi mücadelesidir. Darbe hükümetinin seçim yoluyla meşruiyet kazanarak iktidarını güçlendirmesi aslında ülkenin gerici burjuvazisi ve silahlı kuvvetlerinin zaferi olacak ve bu zafer işçi ve emekçi kitlelere karşı daha şiddetli saldırılara zemin hazırlayacaktır. Emperyalizmin niyeti Arias Planı’yla darbecileri koruma altına alacak ve cezalandırılmalarını engelleyecek bir uzlaşmayla Zelaya’nın elini kolunu bağlamaktır. Darbenin bozguna uğratılması ise Honduras emekçi kitleleri açısından büyük bir zafer olacak ve bugün yaşanan yoksulluk ve sefaletin temelindeki sosyoekonomik koşulların da değiştirilmesine yönelik devrimci bir süreci tetikleyecektir.

Bu sosyo ekonomik koşullardan kastımız emperyalist sömürgeleştirme, büyük toprak sahipliği, ‘makila’lar (güvencesiz çalışılan atölyeler) ve benzerleridir. Başka bir deyişle, sosyalizm mücadelesini yükseltmek için darbeye karşı savaşmak elzemdir. Latin Amerika’da 20 yıldan daha uzun bir süredir başarıya ulaşabilmiş herhangi bir darbe yok. En son iki tanesi, Venezuella’da 2002’de Chavez’e karşı ve 2005’te Bolivya’da Hormando Vaca Diez tarafından girişilen darbeler kitlelerin mücadelesiyle yenildi. Bu bakımdan Honduras direnişinin zaferi ya da yenilgisi aynı zamanda bütün dünyanın, özellikle de Latin Amerika işçi ve emekçilerinin zaferi ya da yenilgisi anlamına gelecektir. Denişe verilecek destek ve Honduras emekçileriyle dayanışmanın asıl gerekliliği de bundan kaynaklanıyor. Zelaya Hükümeti’nin iş başına geri dönmesi talebinin anlamı Honduras’ta ve dünyadaki orta sınıflardan solun bütün kesimlerine kadar geniş darbe karşıtı cephe içinde esasen iki önemli tartışma öne çıkıyor: Birincisi darbe karşıtı mücadelenin programı ne olmalı ve ikincisi de bu mücadele hangi yöntemlerle yürütülmeli? En fazla tartışılan konulardan biri UİBDE ve diğer bazı örgütlerin ileri sürdüğü ‘Zelaya Hükümetinin geri dönmesi’ talebinin doğru olup olmadığıdır, zira Zelaya bir ‘burjuva lider’dir, bundan dolayı da hükümetinin geri dönmesi talebi ‘burjuvaziyle uzlaşmak’ anlamına gelecektir. UİB-DE’nin Zelaya’nın kim olduğu konusunda hiç şüphesi yok. Zelaya, Honduras oligarşisinin gerici burjuva liderlerinden biri ve sınıf çıkarlarını savunan politik sistemin bir parçasıdır. Emperyalizmin kucağında darbecilerle uzlaşma siyasetine teslim oluşunun ve mevcut darbe karşıtı kitle seferberliklerini frenlemedeki rolünün de farkındayız. Ancak Honduraslı kitlelerin önemli bir çoğunluğu onu hâlâ ‘kendi’ liderleri olarak görüyor ve hükümeti tekrar işbaşına getirmek için mevcut darbeci kuvvetlere karşı savaşma iradesi gösteriyor. Bu, bir ülkedeki kitlelerin burjuva bir liderin tekrar iktidara gelmesi için mücadeleye atıldıkları ilk örnek de değildir. Mesela Arjantin’de 1955’te gerçekleşen askeri darbeye karşı kitleler Peron’un yeniden iktidara gelmesi için 20 yıla yakın bir süre, hem de zaman zaman neredeyse ayaklanmaya varan kuvvetli bir mücadele


DiRENiŞ YOL AYRIMINDA sergilemişlerdi. Aynı şey Venezuella’da oldu, 2002’deki darbe girişimine karşı mücadele eden kitleler Chavez’i tekrar iktidara taşıdı. Ve bu mücadeleler, her ne kadar burjuva liderlere güven gibi olumsuz bir yan taşısalar da ilerletici mücadelelerdir, hatta devrimci dönüşümlere de gebedir. Zira bu mücadeleler sırasında kitleler burjuvazinin ve silahlı kuvvetlerin en konsantre kesimleriyle, ‘iktidar odakları’yla karşı karşıya gelirler. Öte yandan, bir ‘burjuva lider’in, şu durumda Zelaya’nın, ‘geri dönüşü’ kitlelerin deneyim yoluyla bilinçlerini geliştirmeleri ve giderek mücadelelerini mevcut sınırların ötesine taşımalarına yol açacaktır. Arias Planı’na hayır! ‘Zelaya geri dönsün’ sloganı aslında bu taleple darbeye karşı kitle mücadelesini, darbecilerle uzlaşma peşindeki Zelaya’nın taraarlarını da kapsayacak şekilde genişletme amacı taşır. Ve aynı zamanda Zelaya’nın mevcut siyasetine karşı da keskin bir muhalefeti ifade eder. Özellikle de Arias Planı’na (gerçekte ObamaClinton Planı) verdiği desteğe, yani, direnişi ‘barışçıl’ bir zeminde tutarak darbecilerle yürüttüğü pazarlıkta elini güçlendirecek bir koza dönüştürme ve Micheletti yönetimini alaşağı etmenin tek yolu olarak görmeme siyasetine karşı muhalefeti ifade eder. Darbeyle mücadelede görüşme ve pazarlıklara bel bağlamak –Zelaya’nın yaptığı budur- direnişi bozguna uğratacaktır. Bu yüzden Arias Planına (ya da darbecilerle yürütülecek herhangi başka pazarlıklara) karşı çıkmak direnişin programının ayrılmaz parçası olmalıdır. Obama’nın siyaseti Darbe karşıtı direnişin ne yönde gelişeceği tartışmasına girmeden önce Obama’nın izlediği siyasete bir göz atmak gerekiyor. Emperyalizmin dünya siyasetine ve kitle mücadelelerine yaklaşımındaki politik taktikler konusunda Obama, selefi Bush’a nazaran bir değişimi temsil ediyor. Yanlış anlamalara mahal vermemek için hemen belirtmeliyiz ki, Obama da selefi Bush gibi emperyalizmin çıkarlarını temsil ediyor, buna şüphemiz yok. ‘Askeri yöntemler’i terk etmiş bir ‘barış güvercini’ olmadığını görmek için Afganistan’daki savaşı şiddetlendirmesine ya da Kolombiya’daki askeri üslerini kullanmasına bakmak yeterli. Ancak Bush siyasetinin (‘Amerikan Yüzyılı’ ve ‘Terörle Savaş’) Irak ve

Venezuella’da uğradığı başarısızlık ve Afganistan, Ortadoğu ve benzeri yerlerde içinde bulunulan olumsuz koşullar emperyalizmi siyasetlerini değiştirmeye zorladı. Bu siyaset değişikliklerinden biri de Latin Amerika’da askeri darbeleri açıktan desteklememek. Dolayısıyla şurası kesinlikle açıktır ki, bu taktik değişikliğinin sebebi Obama’nın ‘iyiniyet’i değil emperyalist siyasetleri yenilgiye uğratan kitle mücadeleleridir. Bu çerçevede baktığımızda açıkça görülüyor ki Obama Hükümeti Honduras’taki ‘iktidar odakları’nın Zelaya üzerindeki baskısını desteklemişti. Öte yandan, şimdi, darbe sonrasında da emperyalizm Zelaya’yı kurucu meclis seçiminden vazgeçmeye ve darbecilerle uzlaşmaya zorlamak için elinden geleni yapıyor. Ama darbeye açıktan destek vermekten kaçınıyor. Mesela Birleşmiş Milletler ya da Amerikan Devletler Örgütü gibi hiç de antiemperyalist olmayan kurumların darbeye karşı kararlar almaları ve Micheletti hükümetini tanımayı reddetmeleri dikkate değer. Bu, Bush’un 2002’de Venezuella’da izlediği siyasetten ya da daha genel olarak 1960 ve 70’lerde Richard Nixon yönetiminin bütün Latin Amerika’yı askeri darbelerle idare etme siyasetinden çok farklıdır. Devrimci süreçleri hükümet darbeleriyle ve diktatörlükler yoluyla değil, seçim, pazarlık, uzlaşma, barış anlaşmaları gibi ‘demokratik’ yollarla

ezme siyasetidir. Şu halde, darbeciler Obama’nın uzlaştırma siyasetinin yarattığı boşluktan da güç alarak Zelaya’nın görevine geri dönmesi taleplerini reddediyor, hatta iktidarı yeni seçilecek devlet başkanına devretme konusunda dahi gönülsüz davranıyor, zira geri dönüş, darbenin yenilgisi anlamına gelecek. Obama Yönetimi’nin Honduras’a dayattığı reel siyasete, yani Arias Planı çerçevesinde darbecilerle uzlaşma arayışlarında somutlanan derin tehlikeye karşı koyabilmek için emperyalizmin bu taktik değişikliğini anlamak zorundayız. Darbecilerin arkasındaki esas kuvvetin Obama Yönetimi olduğunu görmemek, niyetlerden bağımsız olarak yeni emperyalist siyasete teslim olmaya yol açacaktır. Direnişin önündeki görevler İlk ve en önemli görev direnişin henüz harekete geçmemiş ya da şüpheyle yaklaşan kesimleri de kapsayacak şekilde genişletilmesi ve bu yolla sosyal temelinin güçlendirilmesidir. Aynı zamanda, mücadeleyle geçen haalar gösterdi ki, Zelaya’nın istediği ‘barışçıl direniş’ darbeyi alaşağı etmek için yeterli değil ve bu yüzden darbeciler hâlâ iktidarda. Mücadelenin başarıya ulaşabilmesi için Zelaya’nın koymayı başardığı bu sınırın mutlaka aşılması gerekiyor. Öte yandan, silahsız kitlelerin barışçıl eylemler yoluyla özel eğitimli

ve silahlı asker ve polis kuvvetlerine dayanan diktatörlükler karşısında zafer kazanabildikleri tarihte görülmemiştir. Tam aksine, bugün Honduras direnişinin kahramanlığına darbeye karşı silahlı direniş de dahil olmak üzere daha radikal ve sert mücadele yöntemleri eklenmeli, darbenin askeri cephesini zayıflatma ve bölmeye yönelik eylemler gündeme getirilmelidir. Pek çok durumda kitleler yenileceğini anlayan burjuva ve darbeci liderliklerin uysal ve uzlaşmacı yönelimlerinin de icabına bakmışlardır. 2002’de Venezuella’da askeri darbenin yenilgiye uğratılışı hâlâ hafızalarda. Honduras’ın bugünkü durumundan çok daha ağır koşullarda, darbeciler emperyalizmin tam desteğini arkasına almışken ve Chavez de zaten ‘silah bırakmışken’ Venezuellalı kitleler başkanlık sarayını kuşatmış, orduyu bölmek ve silahlanmak amacıyla kışlaların kapılarına dayanmış, savaşmak için ‘Bolivarcı Birlikler’ kurmuş ve aynı doğrultuda başka eylemler yapmıştı. Chavez’in koyduğu sınırları da aşan bu mücadele yoluyla 48 satten de kısa bir zaman içinde darbeciler ve Carmona Hükümeti devrilmiş, Chavez tekrar iktidara taşınmıştı. Venezuellalı kitleleri zafere taşıyan bu mücadelenin ana hatlarının altı mutlaka çizilmelidir. Honduras’a dönecek olursak, her ne kadar Zelaya hâlâ kitlelerin önemli bir kesiminin politik kontrolünü elinde tutuyorsa da mücadelenin gündelik yönelimi çeşitli siyasal sosyal ve sendikal örgütlerden oluşan darbeye karşı direniş cephesinin kontrolündedir. Cephe, Arias Planı’ndaki önerileri reddetmiş olmakla beraber bugüne kadar Zelaya ile arasına bir çizgi çekememiş ya da başka bir deyişle onun koyduğu sınırları aşamamıştır. UİB-DE olarak, darbeye karşı yürütülen ulusal ve uluslararası seferberlikleri kuvvetlendirme çağrısında bulunuyoruz. Darbeye karşı mücadelede zafer kazanabilmek için kitlelerin sınıfsal bağımsızlığı zorunludur. Direniş Cephesi’nin ‘Roberto Micheletti’nin AskerSermaye Diktatörlüğünü Boykot’ çağrısını destekliyoruz. Bu çağrının hayata geçirilmesi de bize göre bir taraan bütün ülkelerin hükümetlerinin darbecilerle ilişkilerini kesmeleri, diğer taraan da özellikle ABD’de ve El Salvador gibi Orta Amerika ülkelerinde ekonomik boykotun yükseltilmesiyle mümkün olacaktır.

19


-DiRENiŞ NOTLARI-

K

urulduğu 1923 yılından 1987’ye kadar geçen 63 yıllık sürenin 25 yıl 9 ay, 18 gününü sıkıyönetimle geçiren bir memleket... Kalan zamanlarda araya sıkıştırılmış darbelerle insan hak ve özgürlükleri hiçe sayılırken susmak olmaz. İçlerinden biri çocuk olan 17 devrimcinin bedeni darağacında susturulmuşken, işkencelerde sakatlanan bedenler ve

örselenmiş yürekler belleklerimizdeyken, 40 bin can faili meçhullerdeyken, 3 bin çocuk terör suçlusu diye zindanda yatarken, üniversiteler özel güvenlik, polis, asker, yönetim ekseninde kışlaya çevrilmişken, YÖK belası bilimin yerine gençlerin başına bela iken, örgütlenme hakkı adeta yok edilmişken, grev yasakları devam ederken, 12 Eylül bitmiş bir tarih değildir…

HALKALI KÂĞIT GREVCİLERİ YASAKÇI ZİHNİYETE RAĞMEN KAZANDI Sabah saatlerinde yola düşüp gitmiştik 17 Temmuz’da başlayan Halkalı Kâğıt grevine. Ağustos sıcağı tepemizde yükseliyordu grev nöbetine giderken, “Bu grev kazanılmalı!” dedik birbirimize... Ve bu grev bir anlamda kazanıldı. İşverenle 33. gün anlaşma sağlandı. Birinci yıl sıfır zam yerine yüzde 20 alındı. 2010 yılı için sendikanın teklifi olan 120 lira yerine 90 lirada anlaşıldı. Ekonomik olarak bütün talepler kazanılmasa da; grev, stokların eritilmesi ve revizyon için işverene ücret ödemeden bir ay fırsat tanısa da kazanıldı. Grev tentelerinin ortasında birbirini tanıyan, aynı aşı paylaşan, kederini sevincini birbirine katan grevciler kazandı. Artık 1 Mayıs’ı biliyorlar, Taksim’e ‘eyleme çıkma’nın macera olduğunu düşünmüyorlar. Çünkü kendileri Taksim’de yürüyerek seslerini duyurdu. Artık sorular soruyorlar, birlikte neler yapabileceklerini düşünüyorlar, tartışıyorlar. Aynı teknenin hamuru olmanın muhteşem gücünü öğrendiler ve öğretecekler. Velhasıl sınıf olma hallerinde bir şeyler kazandılar… Uzaktan grev yeri kalabalık ve rengârenkti. Grev çadırı yerine kurulan tenteler rüzgârda sağa sola savrulurken işçileri güneşten koruyamıyordu. Eski siyah beyaz bir fotoğraftan grev kapısının anlı şanlı grev çadırları geçiyor gözümün önünden. Evet, 12 Eylül, 29 yıl sonra Yener OKur 5,5 yıllık işçi. Yemekhanede çalışıyor. Şimdi takmış sendikanın şapkasını başına ve grev gözcüsü arkadaşı ile birlikte grev yerinde direniyor. “Patronlar sürekli bizi krize inandırmaya çalışıyor. Ben her gün yemekhanede 10–15

20

12 Eylül anayasası topluma korku ve sindirme taktikleriyle zorla kabul ettirilmiş bir anayasadır. Yasakçı, temel insan haklarını hiçe sayan hükümleriyle bu gün aynen uygulamada iken 12 Eylül bitmiş bir tarih olamaz. Celladı, işkencecisi, JİTEM’i, faili meçhullerin müsebbipleri ortada gezerken, kayıpların hesabı görülmemişken bu kavga

yasaklarıyla ve engelleriyle grev kapısının orta yerinde duruyor. İşyeri önüne grev çadırı kurmak, yüksek sesle propaganda yapmak, tuvalet için baraka kurmak yasak. O yasak, bu yasak... Grev yerinde de önce yasakların müsebbibini sormak gerek o halde. 12 Eylül dersem?.. “Annem 12 Eylül günü perdeleri kapatmıştı. Ben o zaman 6 yaşındaydım, o günden bunu anımsıyorum, içerisi kap karanlık olmuştu, her yer kararmıştı.” O gün 6 yaşında olan; greve katılamayan personel olduğu için adının verilmesini istemeyen işçi devam ediyor. “Bu işyerindeki grevin arkasında başka bir sorun var. Burası devletten teşvik alıyor. Vergi muafiyeti var. Bir takım kaynaklara göre naylon fatura listesinde adı var. Çok düşük vergi veriyor patron.” Evet, 12 Eylül devam ediyor. İşte ‘greve katılamayacak işçi listesi’ de12 Eylül enkazı. Greve katılamayan işçi devam ediyor “Biz 8 kişi yasa gereğince greve katılamayan personeliz. Bize grev sırasında grevden ve lokavttan yararlanamayacağım, üretim ve satışa yönelik olmamak üzere içeride çalışacağım şeklinde kâğıt imzalatıldı. Stoklanmış malzeme olduğundan satışa yönelik hizmetlerde çalıştırıldı arkadaşlarımız. Yasa delindi. Bizim zararımız günlük 25 tl kadar. Onun zararı ise günlük olarak en az 15-20 milyar dolayında. Burada sahiden kaybeden kim dersiniz?”

işçiye ek yemek veriyorum. Bunlar taşeron işçileri yani her gün ek olarak inşaatta çalışanlar var. İdari binalar yenileniyor, taş döşeniyor ve sürekli taşeron işçisi çalışıyor. Kriz olan bir işyerinde yatırım yapılmaz. Ben işe girdiğimde sendika vardı,

bitmeyecektir. CELLÂDIMIZLA HESAPLAŞMADAN YOLA DEVAM EDEMEYİZ. 12 EYLÜL KARANLIĞINA KARŞI SOKAKTA, ZİNDANDA, ÜNİVERSİTEDE, İŞYERİNDE, GREV NÖBETİNDE, ATÖLYEDE, MEYDANLARDA HER YERDE MÜCADELE… VE MÜCADELE EDENLERLE DAYANIŞMA!..

İşçi Rüştü Karaman, 5,5 yıllık bir işçi. Makine bakım atölyesinde vardiyalı çalışırken şimdi grev kapısında nöbet bekliyor. Greve neden çıktınız? Greve çıkmak istediğimiz bir şey değildir. 2009 ve 2010 yıllarını kapsayan sözleşme görüşmelerinde işveren 2009’a ‘0 zam’ önerdi; 2010’da da istediğimiz zam oranına yaklaşamadı. Biz 120 lira istedik, o bize 80 lira verdi. Çalışan kişi sayısı140, fark ne kadar tutar ki! Bu grev işverenin işine geliyor, işyerinde revizyon yapıyor ve bir takım eklemeler yapıyor ayrıca stoklar var bunları eritmek için bir süre grev olması işine geldi patronun. İlk kez grev ortamını yaşıyorsunuz. İşçi arkadaşlarınızla birlikte 12 saat burada olmak nasıl bir duygu? Bu grev bizim ilk grevimiz, deneyimsiziz ama sendika bize bilgileri aktarıyor. Bu ilk deneyim olarak bize okul oluyor. İlk başta çok şaşırdık. İşyerinde hızlı çalışıyorduk, konuşmaya zaman bulamıyorduk. Şimdi grev nedeniyle hep bir aradayız. Her gün değişik konularda sohbet ediyoruz. Yemeğimizi burada yiyoruz, çayımızı birlikte içiyoruz, dayanışmayı öğreniyoruz. Eskiden 8–10 saat birarada iken şimdi gece gündüz buradayız. Ben kendim 10 gündür hiç eve gitmiyorum, eşimi ve çocuklarımı köye yolladım ve evde yatmak yerine burada kalıyorum. “İŞÇİ KÖLE DEĞİLDİR, PATRON İŞÇİLERİN SAYESİNDE PATRONDUR” İşverenlerin tutumu böyle olduğu sürece bu grevler devam eder. İşçiler hiçbir zaman köle değildir. Patron işçilerin sayesinde patrondur. Sürekli büyüyen ve yeni yatırımlar yapanlar patronlardır. İşçi ise sürekli işçidir; 20 yıl hep işçi olarak çalışan kişidir. Bizim tek arzumuz karnımızı doyurmaktır. Ama patronlar işçinin emeği üzerine oturur. Biz şu ana kadar bayram

önce korktum, sendikaya hemen üye olamadım. Baktım servise biniyoruz sendikalı olmayanlar eve bırakılmıyor, yolun ortasında atılıyor. Baktım bizim hiçbir hakkımız yok. O zaman sendikalı olmaktan başka çözümüm kalmadı...”

demedik tatil demedik hep çalıştık. Üçbeş yıl patron sürekli ‘0 zam’ verdi. Sendikayı getirince patronun bize bakışı da değişti. Eskiden tek başımıza idik çünkü sendikalı değildik. Bugün ise bir aradayız ve örgütlüyüz. Patron neyi dayatıyor? İstediğimiz para ile onların teklifi arasındaki fark 40 lira gibi küçük bir para. Patronlar bu parayı masada bahşiş bırakıyor. Onun küçük bir bahşiş parası pazarlık masasında anlam kazanıyor. Bahşiş parasını verenler bize gelince vermem diyor. Bu işyeri sürekli büyüyor ama kriz gerekçe ediliyor. Burada üretim de var, kâr da var, yani patronun krizde olmadığını gösteren her şey var. Aslında patronların düşük ücret yaklaşımı sınıfsal bir yaklaşım. Eğer çok para verirse onun sosyal yaşamı olur, istediğini yapar, bana bağlı olmaz diye düşünüyor. Sonuçta evimiz kira, ben burada üç kişiye bakıyorum. Eşimi alıp bir yemeğe gidemiyorum, çocuklarımı zaman ayıramıyorum, akşam eve gider gitmez yatıp uyuyorum. İçerideki şartlar çok ağır. Her arkadaşım iş kazası geçirdi ve ölümle burun buruna geldi. Ben iki kez iş kazası geçirdim. Kazan dairesinde kaynak yaparken içindeki sıcak basınçlı su beni yaktı. Ben işe başladıktan sonra ölümlü iş kazası oldu burada. Yeni işe başlayan işçiler bir hafta dayanamıyor. Biz eski işçileriz, alıştık; ortama ve koşullara katlanıyoruz. İçeride çalışırken ciğerler şişiyor. Kimi arkadaşlarımız ciğerleri şiştiği için doktor raporuyla işi bıraktı.


FiLiZ ASLAN

‘GREV BiZiM iÇiN BiR ZARURETTiR!’ İrfan Akgün 10 yıllık işçi, işyerine geldiğinde burada yetkili bir sendika bulunmuyordu, işyerinde sendikanın yetki kazanması için elinden geleni yapan öncü işçilerden... 2004’te Halkalı Kâğıt bir revizyona girdi. Bütün işçi arkadaşlarımızla geceli gündüzlü durmadan çalıştık. Fabrikayı yeniledik ve hepimiz prim almayı bekliyorduk. Ancak bir gün panoda bize ‘0 zam’ yazıldığını gördük. İşte o an tek başımıza bir şey yapamayacağımızı gördük, üç günde yoğun bir tartışma sürecinden sonra sendikayı işyerine getirdik. Kimi zaman grevci işçiler için maceracı bunlar denir. Siz greve biraz macera mı yaşayalım diye mi çıktınız? Bizim için grev bir zarurettir. Başka çaremiz yoktur. Biz 650–700 lira kazanıyoruz en az 400 lirası kiraya gider; geriye kalan 200- 300 lira ile ne kadar

Bilal Ataş, 14 yıllık işçi, grevdeki en kıdemli işçilerden biri. İşyerinde gecegündüz demeden çalışmış. Ama iş hakkını almaya gelince patron karşısına dikilivermiş. Halkalı Kâğıt işyeri insan sağlığı bakımından son derece tehlikeli bir yer. 13 sene bilfiil hamur hazırlama bölümünde usta olarak çalıştım. Toz toprak içinde kaldım. O bölümde kâğıt tozu çok olur; sokakta toplanan kâğıtların tozu her tarafa dağıtılır. Bu süre içinde sağlığım tabii ki olumsuz etkilendi. Sizin akciğer filmleriniz düzenli olarak çekiliyor mu; işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri alınıyor mu? Yılda bir kez çekiliyor ama işyerinde sağlık sorunları çok fazla. Çok uzun saatler

zaman yaşayabilirsin ki? Yaşamımızı sürdürmek için greve çıktık. Gerekirse ailelerimizi de getireceğiz ve oturma eylemi yapacağız. 12 Eylül yasaları işyeri önünde grev çadırı, tuvalet barakası kurulmasını yasakladı, eskiden bu olanaklı idi. Siz bir çadıra, barakaya gereksinim duyuyor musunuz? Aslında işveren greve çıkan işçilerin suyunu ve tuvalet ihtiyacını karşılamak zorunda. Biz ilk günler fabrikanın giriş kapısındaki suyu kullandık ve ikinci gün bu su kaldırıldı. Burada kötü niyetli bir tutum var. Bu konu basına iletilince tekrar koydu ama biz inat ettik ve onun suyunu kullanmıyoruz. Biz tuvalet için yakındaki camilere gidiyoruz. Cami buradan hayli uzakta, gece oraya kadar gidiyoruz. Görüşmeden önce patronların sınıf dayanışmasından söz etmiştiniz… İşçiler nasıl örgütleniyorsa işverenlerin de örgütlenmek için bir kurumu vardır. Şu anda tüm işyerlerinde 2009 için bir zam kararı yok. Belli ki işverenler kendi aralarında bir karar almışlar. Patronlar kendi aralarında örgütlü ve bu sene işçilere zam vermemek için krizi bahane ediyorlar. * Zafer Şair işyerinde 8 yıldır çalışıyor. Sendika olmadığı dönemde işe girmiş

uykusuzluk içinde, moralsizlik içinde çalışıyoruz. İçeride aşırı sıcak var. Günlük çalışma saatimiz 8 saat ama sürekli her gün 4 saat mesaiye kaldık son üç-dört ay içinde bu kadar ağır bir çalışma temposu içinde çalıştık. Bedenimiz bu kadar ağır bir tempoda çok zorlanıyor. Bizim çalıştığımız makineler stres kabul etmeyen hızda. Dikkat dağınıklığı olduğunda hemen kaza oluyor. Fabrikanın dışına çıktığımda kendimi çok rahat hissediyorum... Hakları için mücadele eden işçilere neler söylemek istersiniz? Birlik olsunlar, tek bir yürek gibi davransınlar. Direniş! Direniş! Direniş! Başka söze gerek yok. Bu grev benim hayatımı değiştirdi. Hak-hukuk bilmeden çalışmışım bunca yıl. Bizi kimse yönlendirmiyordu, eve gidip işe gelmekten başka bir şey yapmıyorduk. Biz sözleşmeyi yapıp içeriye girersek bu birlik ve beraberliğimiz orada da sürecek. Bu şekilde sürdürürsek haklarımızı daha kolay alacağız. Herkes hakkını hukukunu arasın. Bıkmadan usanmadan arasın. Birlik olmadan hak alınmaz. Benim evde çocuklarım bana grevi soruyor. Oğlum bana destek olmak için işe girdi. “Baba sen hakkını arıyorsun ben sana destek olacağım,” dedi o yaşında. Küçük kızım benim gazetedeki resimlerimi arkadaşlarına gösterip, “Bakın benim babam grevde,” diye övünüyor. Arkadaşlarımızla birlik içindeyiz. Birliği kimse yıkamaz.

ve sendikanın yetki kazanması için çaba harcamış işçilerden biri. Şimdi grevle ekonomik haklarını elde edeceğini düşünüyor. Kapıda grevci olmak nasıl bir duygu? Bunların işçilere grev yaşatabileceklerine inanmıyordum. Onlara gizli gizli güveniyormuşuz. Ama onun tavrı bize çok şey öğretti. Burada onca bölümde çalışan, sadece selamlaşan insanlardık. Şimdi işçi birbirini tutuyor; birbirine destek olabiliyor yani kendi gücümüzü gördük. Bir de dışarıdan insanlar dayanışmaya geliyor, hatta bize, ‘Paranız var mı?’ diye destek sunanlar bile var. Burada kendimize güvenmeyi öğrendim. *

Fatih İmer 1,5 yıllık genç bir işçi, grev sözünü önce kitaplardan duymuş sonra da kendisi yaşayarak öğreniyor. İçerideki çalışma koşulları nasıldı? İçerideki çalışma koşulları genel olarak ağır. Eleman sıkıntısı çekiliyor iki kişinin Engin Toprak 9 yıllık kıdemli bir işçi. Fabrikayı bugüne getiren bir emekçi. Genelde atölye sisteminde çalışan bir fabrikaydı burası. Sendika gelmeden önce koşullar daha da ağırdı. Burada iş kazası çok oluyordu. Herkesi her işe sürmekten dolayı kazalar oluyordu sık sık. Bir gün makinede diğer gün laboratuarda çalıştırırsanız kaza kaçınılmaz oluyor. Sendika girince bu durum daha iyileşti. İşveren kanunlar çerçevesinde çalıştırmaya başladı. Şu an işçi sağlığı malzemeleri düzenli dağıtılıyor. Eldiven, baret, kaynakçılara gözlük dağıtılıyor. Öğle yemeğinde yoğurt gibi malzemeler veriliyor. İşveren sizin ekonomik talepleriniz karşısında neden bu kadar inat etti? Bizim hakkımız için kapıya çıkacağımızı düşünmedi. Dışarıdaki krizden cesaret edemeyeceğimizi düşündü. Şimdi grev yerine bazı kişileri

işini bir kişi yapıyoruz. 30 kilo taşıması gereken bir kişiye zaman oluyor 60 kilo yük taşıtılıyor. Sendikayla nasıl tanıştın? Askerden dönüşü ikinci işyerimdi burası. Önce sendikayı hiç duymamıştım ve bilmiyordum. Ama deneyimli arkadaşlarımız bana sendikayı anlattı. İşverene güvenmemek gerektiğini anladığım için sendikaya üye oldum. Bu dayanışma, onurlu bir şey, grev hak için yapılır. İşçinin grevden başka aracı yoktur. Grev hak almak için yapılacak onurlu bir şeydir. Grev süresince ne tür şeyler öğreniyorsun genç bir işçi olarak? Gerek işçi ağabeylerimden, gerek bizi ziyarete gelen gidenden her şeyi öğreniyorum. Kıdem tazminatını, ihbar tazminatını öğreniyorum. Diğer işyerlerinden gelenlerden sorunlarını, nasıl koşullarda çalıştığını öğreniyoruz. Benim için bundan daha iyi bir okul olabilir mi? Çalışmış olduğun emeği alabilme hakkını öğreten bir okul burası. Arkadaşların, yakınların senin greve katılmanı nasıl değerlendiriyor? Ailem iyi karşılıyor, sonuçta arkadaşlarınla bir karar almışsın diyor. Bu kadarı uygula diyor. Arkadaşlarımın bazıları grevi bilmiyor ne olduğunu onlara ben anlatıyorum. Ben anlatınca iyi ki katılmışsın diyor. gönderiyor ve bizi tek tek yemlemeye çalışıyor. Biz tek tek çağrılara itibar etmedik etmiyoruz; temsilcimiz sendika, tek başımıza anlaşma zeminimiz yok. Grev bitince neler olacak sizce? Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Biz birlikteliğimizi krize rağmen gösterdik. Burada 28 gündür tecrübe yaşıyoruz. En önemli tecrübemiz sınıf dayanışmasıdır. Ben grevden önce bakar kördüm şimdi sınıf olmayı fark ettim. Bundan sonra nerede bir grev varsa oraya gideceğim. Bana ne demem artık. Bu grev bize aynı sınıfın elemanı olmayı öğretti. Biz önceden 1 Mayıs’a gidelim diyince en fazla iki-üç kişiyi götürebiliyorduk. Ama grev sonrası bir yerde direniş başlayınca hemen oraya gitmek istiyor arkadaşlar. Bundan sonra 1 Mayıs’lara da kalabalık biçimde katılacağız.

21


FERHAN UMRUK

Hayata gülümseyerek veda eden bir devrimci... B

u yazıyı kaleme almak için klavyenin başına oturmak benim için çok güç oldu. Kadim dostum Ahmet RED’in eylül sayısında basılmak üzere kaybettiğimiz dostumun anısına bir yazı kaleme almamı istediğinde tereddütsüz olur dedim ama hüznün üzerime çöken ağırlığını atlatabilmiş değilim. Bilmiyorum yazının sonunu getirebilecek miyim? Şimdilik başlamış bulunuyorum. Onu, 12 Eylül askeri diktatörlüğünün sol üzerinde estirdiği terör döneminin ardından sosyalistlerin toparlanma çabaları içerisine girdiği yıllarda tanıdım. 1993’de bir grup sosyalistin ve İstanbul sendikalar platformundaki sendikacıların ve öncü işçilerin yer aldığı Birleşik İşçi Emekçi Partisi girişimi toplantılarına girişimde yer alan Hasan San’ın bizlere tanıştırmasıyla katıldılar. Katıldılar diyorum çünkü, her daim birlikte oldukları hayat arkadaşı Fatoş ve o, yani Ali Dehri serüvene bu şekilde dahil oldular. Daha sonra Birleşik Sosyalist Parti ve Özgürlük ve Dayanışma Parti’sinde devam eden birliktelikler, ‘soldan’ sitesini birlikte sürdürmemiz. İşte, o günden bu yana süren dostluğumuzun ortak anılarıyla kifayet etmek zorundayım artık. Bilinçli hayata sosyalizm davasını omuzlarına yükleyerek başlayan 68 yükselişini, 70’lerin mücadele yıllarını yaşamış olan bir devrimci olarak hiç bir zaman geçmişin anılarıyla yetinmeye yönelmemiş en zor dönemlerde bile umudun belli belirsiz ışığını yakalamak için çözüm arayışı içerisinde ve o göreve hazır olmasını bilmişti. Ser verip sır vermeyen yiğit devrimci geleneğin kurucularındandı, bu geleneğin özellikle ulusal sorun üzerine yaşadığımız coğrafyadaki sosyalist harekete yaptığı katkı konusunda her zaman onur duyardı. Devrimci hareketin geçmişindeki olumlu değerleri sonuna kadar ödünsüzce savunurken marksist düşünceyi içselleştiren bir kişilik olarak eleştirel ve sorgulayıcı düşünce metodunu elden bırakmaz, doğmatizmin labirentlerine sürüklenmemeyi bilirdi.

72’de gerilla

Burada onun yakın arkadaşı Ali Taşyapan’ın anılarından bir pasajı sizlerle paylaşmak isterim: “72’nin Ekimi’ydi ... Cafer de kent merkezinde okuyan Kürecik yöreli bir gençle yeni geleni buluştuğumuz eve göndermiş. Tanışma faslından sonra yeni gelen göbekli gerilla, zulasından küçük bir pusula çıkarıp bana uzattı, ‘Bunu falan yoldaşa verirsin,’ diye vurgu yaptı. ‘O yoldaş benim,’ dedim, etraftakiler gülümsedi. Kır ahalisine uymak için başına bir köylü kasketi geçiren kel kafalı

22

“Kürt sorununun çözümü, devlet içinde yer alan ve “derin devlet” olarak anılan gerici-faşist güç odaklarının tasfiyesiyle yakından ilişkilidir. Kürt sorununun çözümü ve “derin devlet”in tasfiyesi, aynı zamanda demokratikleşmenin önündeki en önemli engellerin aşılması anlamını taşıyıp, sınıf mücadelesine de ivme kazandıracaktır. Ancak bu işin gerçekleşmesi de sınıf mücadelesi ile ilgilidir.” ALİ DEHRİ MAYIS 2005 Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı, Versus Yayınları

Genç yaşta atıldığı devrimci mücadelede, İbrahim Kaypakkaya’nın ilk yoldaşlarından olan ve devrimciliği hep sürdüren Ali Dehri (Aziz Vatan), RED yazarları arasında da yer aldı. Saygı ve sevgiyle anıyoruz. gerillamız kendinden emindi, düzgün bir Türkçe’yle akıcı konuşuyordu, üslubuyla entellektüel bilgi birikimli biri olduğunun işaretini veriyordu... O kıra geldikten sonra şoke olmadı, uzun süredir kırda didinen bizler kadar durumu olağan karşıladı. Bence bu, onun güçlü istek ve azimle sınıf kavgasına katıldığının göstergesiydi.” Onun mücadele geçmişine ve niteliklerinin sağlamlığına ilişkin bu tasvir, şimdi aramızdan ayrılmış olan dostumun, yoldaşımın hakiki resmini sunmakla kalmamakta, onu tanıdığım yıllardan hayata veda ettiği 10 Ağustos 2009 tarihine kadar bizlerin de tanık olduğu bu evrede de Ali Taşyapan’ın söz ettiği değerli nitelikleri korumayı bilmiş tutarlı ve kararlı bir insanla yanyana olmuşluğumuzun farkına daha da derinliğine varmış bulunuyorum. Onun hakkında bu düşüncelerimi dile getirirken şöyle bir endişeye kapılıyorum: Cenazelerde hoca cemaate sorar, “Merhumu nasıl bilirdiniz?” diye, cemaat de ritüelden şaşmaz, her seferinde, “İyi bilirdik!” yanıtını verir. Ancak bu yanıt bazen hiç de gerçeği ifade etmez. İşte ben de onun meziyetlerinden bahsederken, acaba hiç mi kusuru yoktu, yoksa ben hayatını kaybetmiş bir insanın ardından onun kişiliğini belirleyici kusurları göz ardı ederek, ritüelin gereğini yerine mi getirmekteyim, diye düşünmeden edemiyorum. Samimi olarak ifade edeyim, onun niteliklerini sizlerle paylaşırken hakikatın dışına çıkmadan düşüncelerimi dile getirmekteyim. Kuşkusuz, ‘hata insana mahsustur ’ deyişinin insani derinliğini kavradığımızda, insanın zaman zaman hata yapabileceğini

hiç kimse yadsımaz. Onun için değil midir ki, Marx’ın, “İnsani olan hiçbir şey bana yabancı değildir,” sözü hayatı kavramanın anahtarı olmuştur.

Ali Dehri’nin ‘yalan’ı

Yalan mı? Evet bir yalanı vardı, eğer yalan sayarsanız, Demir Küçükaydın Köksüz sitesinde onun ölümünün ardından yazdığı yazıda soldan sitesinden aldığı yazılarda Ali Dehri isimli yazarın esas adının Aziz Vatan olduğunu bilmediğini, bana da sormadığını ifade etti. O zamanlar sorsaydı yine bir yanıt alamayacaktı, bütün çevrenin olduğu gibi, ben de onun Ali Dehri olduğundan başka bir bilgiye sahip değildim. Ama bundan beş-altı ay önce şöyle dedi; “Artık benim gerçek adımı kullanmak gerekiyor. Adım Aziz Vatan’dır.” Karşılıklı gülümsedik, doğrusu Stalinizmle bağlarını koparmış ama sosyalizm davasına bağlı ve enternasyonalist bir dünya görüşüne sahip dostumun, ismiyle müsemma olmayan durumunu karşılıklı olarak tebessüm etmekten başka bir çare de yoktu. Daha önce bir sohbette Dehri soyadının anlamını sormuştum, yanıt kısa oldu, Arapçada ‘ateist’ anlamına geldiğini söyledi. Bu demektir ki, her zamanki titizliğiyle ‘müstear ismini’ seçerken de hayata bakışına uygun tercihi sektirmemişti. Ali isminin de döneminde sistem karşıtı heterodoks inancın Anadolu halk geleneğinde ifade ettiği anlamıyla tercih ettiği kuşkusuz gözüküyor. Doğrusunu söylemek gerekirse ben esas adını öğrendikten sonra da ona yıllardır bildiğim adıyla hitap etmeyi sürdürdüm. Ne diyeyim, ona bu ismin daha bir yakıştığını, onu daha iyi ifade

ettiğini düşünüyorum. Hayatını sınıf mücadelesine adamış, her somut anda düşünce ve eylemin birlikteliğini hepimize göstermiş bir devrimcinin veda edişi bu. Her türlü ezme ve ezilme biçimine karşı verilen mücadeleyle geçen bir yaşam. Marx’ın belirttiği hakikatin, “Ezilen ulus özgür olmadan, ezen ulus özgür olamaz,” düşüncesi doğrultusunda Kürt halkının hakları için verdiği mücadelenin yanında sürdürülen bir yaşam. Etnik, cinsel, kültürel kimliğinden inançlarından dolayı baskıya uğrayanların mücadelelerinin yanında sürdürülen bir yaşam. Çevreci bilinci benimseyen bu mücadeleyi sürdüren bir yaşam. Sevgili Hrant katledildiğinde birlikte Agos’a koşarak hüzünle katıldığımız gece yürüyüşü.

Barikatta bir ‘ihtiyar’

1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak için Mecidiyeköy’de polis barikatı karşısında bekleyişimiz, onun her an olabilecek panzer saldırısına karşı taktik önerileri ve polis saldırdığında dağılış, benim hiç kondurmadığım ama aramızdaki gençlerin, “İhtiyara bir şey oldu mu?” diyerek endişelenmeleri… Onu toprağa verirken göğsümüze taktığımız fotoğrafa baktığımda tonton bir ihtiyarın tebessüm ettiğini fark edince gençlerin haklı olduğu ortadaydı. Ve o 1 Mayıs gecesi, dincisinden liberaline egemen sınıf medyası koro halinde ilan ediyordu; “1 Mayıs sendikalı işçilerin Taksim’de yaptığı mitingle kutlandı, marjinal gruplar polis tarafından meydana sokulmadı.” İşte gençlerin ‘ihtiyar’ı son eyleminde de sistemin reddetiği ama bizlerin iftiharla kabul ettiği marjinal nişanesini göğsüne takarak kısa bir süre sonra bizlere veda etmiş bulunuyor. Bir devrimci ama herşeyden önce bir insan, kendisine karşı kanaatkar, dostlarına ve devrimci harekete karşı gönlü bol bir insan. Dostluğu politik birlik ve ayrılıkla karıştırmayan, ne yazık ki genelde nadiren rastladığımız bir davranış biçimi olarak dostlukları her daim sürdürmeye çalışan bir kişilik. Ve o hayata veda ederken yüzüne bir gülümseme yayılmıştı, hayata gülümseyerek veda etti. Yaşadığı dopdolu hayat boyunca insanların eşitliği, özgürlüğü için, yoksulluktan adaletsizlikten, haksızlıklardan kurtulmaları için verdiği mücadelenin yarattığı vicdanen rahatlığın ve huzurun sonucu olduğuna inanıyorum bu gülümseyişin. Dostlarının, yoldaşlarının onu yalnız bırakmadığı veda töreninde tabutunun üzerindeki kızıl karanfiller ve mor güller ona çok yakıştı...


KAZIM YILMAZ

‘Türk’ün eğitimi Yanki’nin elinde! ABD Büyükelçisi’nin, Türkiye’deki eğitim sistemi konusunda Milli Eğitim Bakanı’ndan daha yetkili olduğunu biliyor muydunuz? Peki, resmi-sivil polislerin öğrencilerin gırtlağına yapıştığı bu ‘eğitim’den nasıl bir hayır gelecek?..

H

ani böyle, kimileri için artık klişeleşmiş bir siyasal tahlil vardır: 2. emperyalist paylaşım savaşının bitimiyle beraber başlayan soğuk savaş yıllarında ABD dünyanın her yerinde bin bir çeşit, kirli anti-Sovyet politikaları izlemiştir. Avrupa’nın yeniden yapılanması, kalkınması çok önemlidir. Türkiye ve Yunanistan ekonomilerine 400 milyon dolar ‘destek’ vermiştir. Ortadoğu’da, “Allahsız kitapsız Sovyetler geliyor!” tarzında propagandalarla beraber İslam’ın radikalleşmesini desteklemiş, pek çok örgütün eline silah vermiş vs. vs. Türkiye de bu politikalardan ekonomik, siyasal, kültürel vb. anlamlarda nemalandı; savaşın ardından ABD’nin el vermesiyle demokratik açılım/kapitalist restorasyon süreci başlatıldı. Bu el hemen her adımda hissedildi ve CHP ile başlayan süreç Demokrat Parti ile hızlandı. Önce CHP, sonra DP ABD ile birtakım ikili anlaşmalara imza attı. Bu anlaşmalardan bir kısmı borç alımıyla, ekonomik ‘destek’le, krediyle ilgili; bir kısmı kültürel etkileşimle, ‘tanışalım-kaynaşalım’la ilgili. Benim dikkat çekmek istediğim anlaşma ise 27 Aralık 1949’da imzalanan ‘Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonları Kurulması Hakkındaki Anlaşma’dır. Antlaşmanın ilk maddesinde kurulacak olan Türkiye-Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu’nu Türkiye hükümetinin finanse edeceği belirtilir. Kaynak ise ABD’nin verdiği borçların faizleri olacaktır. 5. madde ise komisyonu tanımlıyor. Buna göre komisyonda 4’ü TC, 4’ü ABD vatandaşı olmak üzere toplam 8 üye olacak. ABD misyon şefi (büyükelçisi) komisyonun ‘fahri başkan’ı olup karar alma sürecinde oylar eşit olduğunda nihai kararı verme yetkisine sahiptir. Özetle Amerikan büyükelçisi Milli Eğitim Bakanı’ndan daha yetkilidir Türkiye’de. Ayrıca anlaşmada Amerika’dan gelecek eğitici personel, Türkiye’den gidecek eğitilecek personelle ilgili düzenlemeler de yapılmış olup, ileride bu kişilerin yönetici pozisyonda, devletin resmi kademelerinde önemli görevler alması sağlanmıştır. Türkiye’nin tüm eğitim politikaları da bu komisyon tarafından belirlenmektedir. Peki burada eğitim antlaşmasının önemi nedir? Açıkçası bir öğrenci olarak bu konuya dikkat çekmek istedim. Ayrıca

ve yoksullara karşı bir darbeye ihtiyaç olduğunu düşünen emperyalizm, 12 Eylül’le bunu gerçekleştirdi. Türkİslam sentezi yeniden resmileştirildi ve tam da bugünkü ‘Ilımlı İslam’ın önü açıldı. 90’larda radikalleşen, kontrolden çıkma eğilimi gösteren İslam’ın ise 28 Şubat’ta askeri bir ‘balans ayarı’ ile hizaya sokulduğunu hatırlamakta fayda var. Yani bugünkü egemenlerin aslen şeriat gibi bir dertleri yok. Ortadoğu’daki bunca karışıklığa Türkiye’nin de eklenmesi bugün kabul edilemez emperyalistler için; daha ziyade Türkiye’yi Müslüman âlemine iyi bir örnek olarak sunma derdindeler. Dinler arası diyalog, hoşgörü, neoliberal/piyasacı ekonomi, AB ile dirsek teması/üyelik süreci, ABD/İsrail aşkı vs. eğitim politikalarını kimin, nasıl, niçin belirlediği yalnızca benim ya da tüm öğrencilerin ve öğretmenlerin sorunu değil, bütün toplumun sorunu. Eğitim-öğretim olarak adlandırılan şey iktidardaki sınıf için bir güvence esasında. Bugün iktidarda burjuvazinin olduğunu dikkate aldığımızda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Bir kişinin kreşten/anaokulundan liseye/üniversiteye, yüksek öğreniminin sonuna kadar geçen süreçte burjuvazinin hâkimiyeti açıkça hissediliyor. Bu sürecin sonunda kişinin burjuva sınıfının gücünü/kudretini, özelliklerini, yıkılmazlığını vs. benimsemiş olması amaçlanıyor. Yani burjuva iktidarı bilinç anlamında bir proleter yetiştirmek niyetinde değil, olamaz da zaten ve bu durum tüm egemen sınıflar için geçerli. Elbette ki arabasını, elektriğini, uçağını üretecek; sebze-meyvesini yetiştirip önüne koyacak; ipliğini dokuyacak işçi sınıfına ihtiyacı var; fakat eğitim gücünü düşman sınıfın çıkarları doğrultusunda, düşman sınıfı bilinçlendirmek için kullanmak istemiyor. Ama ister istemez kendi mezar kazıcılarını yarattığı gibi, bu mezar kazıcılarının sistemin hiç tasvip etmediği fikirlere ulaşmasına, öğrenmesine engel de olamıyor sonsuza kadar. Tabii doğrudan okullarda verilen eğitimin yanında kitle iletişim araçları da çok önemli. İnternet, TV programları, verdikleri haberler,

gazeteler sayesinde toplumun bilinç düzeyini geride tutmaya da çalışır ve bugünkü olanakları son derece gelişkin. Lakin gün gelir, devran döner; ki artık gün gelmeli ve devran dönmelidir! Uzun lafın kısası burjuvazi verdiği eğitimle piyasa kanunlarının, kapitalizmin toplumdaki kesimlerce kabul edilmesini istiyor –burada eğitimin önemini vurgulayan tarihten iki söz sanırım anlatımı kuvvetlendirir. Bunlardan biri Cem Yılmaz’ın “Eğitim şart!” sözü; diğeriyse Paşa’nın “Öğretmenler, yeni nesil sizlerin eseri olacaktır,” lafı. 2. paylaşım savaşının ardından ABD, Türkiye ile imzaladığı anlaşma sayesinde eğitim politikalarını tümüyle eline geçirerek aslında topluma şekil verme imkânı buldu; kapitalizmin meşrulaştırılmasının yanı sıra yeni toplumsal kimlik için de bir mihenk taşı oldu anlaşma. Ilımlı İslam ülkesi olma projesinin temelleri de ta o günlerde Amerikan emperyalizminin öncülüğüyle atıldı bu memlekette; zira İslamiyet komünizme karşı en güvenilir unsur olarak görülüyordu.

YÖK düzeni

Tabii, bugünküyle o günkü ılımlılıklar arasında farklılıklar da var. Bunların başında, 1980’lere geldiğimizde, emperyalizmin artık devletin ekonomiye minimum müdahalesini öngören neo-liberal politikaları benimsemiş olması geliyor. Türkiye’de neo-liberal siyasetlerin uygulanabilmesi için, örgütlü işçi sınıfı

Silahlar kampüste!

YÖK’se burada eğitimin sermayeleşmesinde, sosyalist öğrencilerin örgütlenmesinin önüne geçilmesinde, milliyetçi-İslamcı fikirlerin yayılmasına ön ayak olunmasında –fakültelere kadar camileri doluşturarak- başat rolü oynuyor. Polis artık üniversitede ağzımızın içinde. Faşistler silahlarını kantinlerinde, kulüplerinde saklıyor ve eylem olacağı gün didik didik arama yapılırken kapıda, solcu öğrenciler yine de kampüsün içinde dışında satırlanıyor. Rektör, polis olayların alenen içinde. (Bu olaylar Marmara Üniversitesi Göztepe Kampüsü’nde geçtiğimiz kış birebir yaşanmıştır, benzerleriyse Türkiye’nin her yerindeki üniversitelerde yaşanıyor.) Bunların yanı sıra harç zamları, yurt parası, 10 milyarı aşan senetlere imza atılarak alınan öğrenim/harç kredileri, yol parası, yemek parası, özelleştirmeler derken artık ezilen sınıflar bütünüyle okulların dışına atılıyor. Piyasaya günbegün ucuz emek gücü olarak öğrenciler akıyor. Kitap okumak, sinemaya/tiyatroya/ konsere/maça gitmek lüks haline gelmiş durumda; işte YÖK düzeni. Bunca şeyin ardından çözüm için de uzun uzun bir şeyler yazıp çizmek gerektiğini düşünenler vardır belki; ama benim naçizane görüşüm şudur: Evet, YÖK de kalkacak, polis de gidecek, bu kahpe düzen de değişecek. Bize düşense bir araya gelip üreterek, düşünerek, tartışarak, örgütlenerek, dünyanın Türkiye’sinde, durmadan sosyalist bir devrimin mücadelesini vermektir.

23


Polis devleti, polisleştirilen gelecek

... Ve 650 bin gözaltı; 500 bin sanık; 43 bin 613 dava dosyası 14 bin vatandaşlıktan çıkarma 30 bin mülteci 4 bin 970 üniversitelerden uzaklaştırma Orhan Aldıkaçtı Ve yeni anayasa İhsan Doğramacı Ve YÖK ... ‘İstikrarlı baltalama kurumu’: YÖK YÖK... 12 Eylül 1980 askeri darbesinin geleceği baltalama hatta yok etme kurumu. O günden bu yana en ufak bir değişikliğe uğramamış tek kurum. Türkiyeli üniversite gençliğinin, doğal olarak da Türkiye geleceğinin baş düşmanı. Üniversitelerin birer bilim yuvası değil de ticarethane olması yönündeki amacın ilk ve en sağlam adımı. Üniversitede okumanın imkânsızlaştırılmasının güçlü kaynağı. Tamamen çıkar amaçlı oluşturulmuş bu sistemin iğne delikli eleğinden geçmeye uğraşan gençliğimiz ideallerini gerçekleştirebilmek uğruna ‘gençliğinden’ olmaktadır. Ki kontenjanlar doğrultusunda bu idealleri gerçekleştirmek pek de mümkün değildir. Ama üzülmeyiniz! İdealinizdeki bir bölüme yerleştirilemediyseniz, artık çok daha iyi bir alternatifiniz var: Güvenlik Üniversiteleri! Geçtiğimiz günlerde İçişleri Bakanı Beşir Atalay, polis akademileri için, “Önümüzdeki dönemlerde akademilerin Güvenlik Üniversitesi haline gelerek, dünyanın sayılı eğitim kurumlarından biri olacağını” söyledi. Bakanın, polis akademilerini yüceltmesiyle beraber, akademiye hazırlık kursları da kollarını sıvadı ve memleket sokaklarının duvarlarını, “Polis olmak ister misiniz?” türünde sloganlar içeren afişlerle donattı. Yalnız aynı duvarlarda doktor olmaya, mühendis olmaya, öğretmen olmaya, vs. yönelik herhangi bir çağrı yok. Yani gençlik olarak salt polis olmaya davet ediliyoruz!.. Tam anlamıyla devlet güvencesi altında olan bir meslek, polislik. Sırtını ‘yüce’ güçlere dayamış, resmi görev hakları alabildiğine genişletilmiş... Neredeyse kendi kurallarını koyarak bir meslek icra ediyor kolluk kuvvetlerimiz. Ezkaza durum yargıya intikal ederse de, ya terfi alıyorlar ya da göstermelik bir sürgün!.. Polisliğe çağrı meselesini, kolluk kuvvetlerinin daha sistemli, daha profesyonel olabileceği fikri nedeniyle halkımızın iyi karşılanması kuvvetle muhtemel. Zira ‘sade vatandaş’ımız,

24

Yani sözün özü, mevcut profesyonel ve sistemli polis teşkilatımız zaten iyi bir tabana sahiptir, kurulacak olan güvenlik üniversiteleri, işi biraz daha ileri götürme amaçlıdır. İşte tam da bu sebeplerden ötürü, umut bağlanan bu kurumlar; çürümüş kurumlardır. Oraya yoksul Anadolu ailelerinden birinin henüz kirlenmemiş genç evladı, belki ailenin gurur kaynağı olarak girecek ve hızla yozlaşacaktır. Zira ortada bulunan sepetin içindeki elmaların tamamı çürüktür ve sepete sağlam girenin oradan sağlam çıkma ihtimali yoktur. Bütün bunları bir kenara bırakarak, bu güvenlik üniversitelerinin sabırlı, insani memurlar yetiştireceğini ve bu nedenle de kuruma, maddi manevi ve muazzam bir destek verilerek, ‘nitelikli’ bir hal aldırılacağını düşünebilirsiniz. Lakin bunu düşünmek için, mevcut polis yapılanmasına ve eğitimine baktığınızda, tek bir sebep bile bulamazsınız.

bahsi geçen afişleri gördüğünde, adi suçların tavan yaptığı memleketimiz adına hayırlı bir adım olduğunu düşünerek, bir rahatlama hissedecektir. Ancak yanılıyorlar; durum göründüğü kadar masum değil. ‘Profesyonel polisten profesyonel cinayetler…’ Zamanında CIA ajanlarından eğitim görmüş ‘profesyonel’ polislerimizin icraatlarını Gayrettepe 1. Şube, Ankara DAL (Derinlemesine Araştırma Laboratuarı -gerçekten!) vb. mekânlarda çok net görebiliriz. O kadar profesyonel ölümlere imza attılar ki, olayın sistematiği kanımızı donduruyor. Bu pek bilgili polisimizin dâhice bir icraatını hemen alıntılayalım: Görevli birim: DAL grubu. Görevli sorgu ekibinin başında, Komiser Muavini Enver Göktürk ve ekibi. Tarih: 5 Ekim 1980 Maktul: Hasan Asker Özmen, Fizik Mühendisliği’nde öğrenci. Darbenin hemen ardından gözaltına

alınıyor. ‘Sistemli polis’lerce yoğun işkencelerden geçirilmesinin ardından, hücresinde, ayakları karnına çekili, sırtını hücrenin duvarına dayamış, yumrukları sıkılı ve bedeni soğur vaziyette bulunuyor. Ve otopsi: ‘…vücudunda yanıklar olduğu’ ‘…bu yanıkların’ ‘…elektrikle’ ‘…yahut kızgın demirle’ ‘…elektrik akımının vücuda verilmesi’ ‘…yahut kızgın bir demir parçasının’ ‘…vücuda batırılması suretiyle meydana getirildiği’ ‘…bu fiillerin sorgu’ ‘…ve yüzleştirme sırasında yapıldığı’ ‘…zalimane’ ‘…ve gayrı insani davrandıkları’ ‘…haysiyet kırıcı muamelelerde bulundukları’ ‘…bu fiilleri’ ‘…doğrudan doğruya’ ‘…ekip halinde ve beraberce işleyip’ ‘…işkence ettikleri’ ‘…tespit edilmiştir’ Bu ve bunun gibi yüzlercesi...

‘Onları kendi çelişkilerinde boğalım!” Adi suçların ayyuka çıkmasını eğitimsizliğe bağlayan ve bunun önünü almak adına da ‘nitelikli’ güvenlik üniversiteleri projesine girişen ‘sayın’ devlet büyüklerimiz, bir takım pratiklerle eğitimsizliği derinleştiriyor. Yakın zamanda üniversite harçlarına yapılmış olan zamlarla ve devlet üniversitelerini de vakıflaştırmak istemeleriyle bunu kanıtlıyorlar. Alenen, “Parası olmayan okumasın,” diyen tüccar zihniyetli YÖK başkanının kankası Bakan Atalay, var olan eğitimsizlik kaynaklı suçları, bu güvenlik üniversiteleri ile bertaraf edileceğini savunuyor! Perhize ve lahana turşusuna dikkat! Kolluk kuvvetlerine katılıp profesyonel katiller olmayı reddediyoruz! Parasız eğitim haktır! Emekçi çocuklarına eğitimde öncelik istiyoruz! YÖK ün kaldırılmasını, üniversitelerin özgürleşmesini istiyoruz! Güvenlik üniversiteleri değil, devlet üniversitelerinin nitelikli hale getirilmesini istiyoruz! Eğitim hakkı böylesine iğrenç hesaplarla elinden alınan gençliği, eğitimsizliklerinden sorumlu tutarak, buna karşı bir ‘güvenlik harekatı’ başlatılmasını kabul etmiyoruz! Başroldeki ‘oyuncu’ların çarpık, kokuşmuş, rezil sistemlerine kalifiye eleman yetiştirme amaçlarını boşa çıkaracak, bu oyuna figüran da seyirci de olmayacağız!

ZÜHRE TEPE


PELiN DENiZ

B

Bir garip ‘50/D’ süreci...

izler… Yıllarını sancılı, çok sancılı üniversite basamaklarında ve sayısız sınavlarda harcamış araştırma görevlileri…Minimum 4 yıllık lisans eğitiminin ardından 2 yıl yüksek lisans dönemi ve hiç durmadan aynı sene başlayan en az 4 yıllık doktora eğitimine hayatlarının en önemli yıllarını harcayan ve sonunda, son dönemlerde YÖK denen eleyici makine sayesinde neye, kime göre, neden ve nasıl olduğu, olması gerektiği belli olmayan, ufacık düşünülmeyen bir şekilde, çıkmaz sokaklara, belirsiz süreçlere sürüklenen emekçi insanlar topluluğu… Öylesi bir belirsizlik ve bulanıklık peydah olmuş ki etrafımızda, L. Zadeh (İran’lı matematikçi ve bilgisayar biliminde bulanık mantık teorisinin temelini koymuş bilim adamı) herhalde böylesi bir ortamda ‘üçgensel bulanık sayılar’ önüne olduğu gibi dizilmiş olsa bile, bu sayılardan net bir ‘üyelik fonksiyonu’ oluşturabilmesi imkansıza eş değer bir olasılık arz ediyor olurdu, bulanık mantık teorisine göre. Kapalı kapılar ardında, dört duvar arasında görüşülen, çözümlenen ve bize uyarlanan ‘Bologna Süreci’ kararları… Hiç kimseye, hiçbir akademik ferde danışılmadan üç-beş kişi tarafından alınan karar çıktıları ve sonucunun nelere mal olacağı bilinmeden YÖK ve Bologna Süreci işbirliğinin üzerimizde yarattığı psikolojik gerilim. İşte sizlere bir seneyi aşkın bir süredir bize yaşamamız gerektiği söylenen 50/d yaşam çizelgesi… Evet, şu an bizlere ‘burslu öğrenci’ yaası yapıştırılmaya çalışılıyor. 50/ d mantığına göre öyle olduğumuz söyleniyor. Zaten dikkatle süreç incelendiğinde, ‘iş güvencesi’ kavramının ellerimizden kayıp

gittiğini, istenildiği şekilde bundan sonraki iş hayatımızda oynamaların, yerleştirmelerin yapılabileceğini görüyoruz. Bunu görmemek için kör olmak lazım. Bizler burslu öğrenciler değiliz, hiçbir zaman da olmadık, olamayız da. Öncelikle gelir vergisi ödüyoruz, adımıza bordrolar düzenleniyor. Hiçbir öğrencinin yapamayacağı ve hatta yapmakta istemeyeceği her türlü ‘angarya’ işi hiçbir şey demeden yükleniyor ve yerine getiriyoruz. Yüksek makamlı hocalarımızın, yasak olmasına rağmen, vizefinal-ödev gözetmeksizin sınav kağıtlarını okuyor, derslerine giriyor ve öğrencilerle onlardan çok daha fazla ilgilenmek zorunda kalıyoruz. Çoğu zaman ismimiz ‘Ar.Gör.’ olarak anılmasına ve asıl işimiz ‘bilim’ adına araştırmalar yapmak, özgün yayınlar çıkartmak olmasına rağmen, bizler bunları yapacak zamanı –o çok değerli zamanı!- ne yazık ki bulamıyoruz. Yine de, her ne olursa olsun büyük bir idealle işlerimize sarılıyor, aldığımız maaşların en son durumunu tartışmayı bir kenara bırakıyor ve ellerimizden gelenin en iyisini her nasıl yapabileceksek, yapmaya devam ediyoruz. Maaşlardan söz açılmışken, şunu da belirtmemde fayda olacağı kanaatindeyim. Hepimizin aldığı maaşlar, en son rakamlara göre, açlık sınırının üstünde ve yoksulluk sınırının altında seyreylemektedir. Pek çok aynı dönem lisans mezunu arkadaşlarımız bu maaşların birkaç katı fazla olan aylıklarla, özel sektörde arz-ı endam ederken, bizler üniversitelerde, gururlu bir

inatla kalmaya devam ediyoruz. Evet, kalmaya devam ediyoruz ve edeceğiz de. Bu durumdan da zerre gocunmuşluğumuz ve pişmanlığımız bulunmamaktadır, bütün bu yaşadığımız ‘asistan kıyımı’ olarak addettiğimiz 50/d sürecine rağmen… Bizlere göre bu üniversitelerde bizlerin kalması gerekirken YÖK’ ün gitmesi gerekmekte. Bizler ideallerimizle, bu ülkenin yetiştirdiği ve bu toprakların düşünce sistemimizi en ince ayrıntılarına kadar genişletip geliştirdiği ve bizleri her anlamda direnmeye, hak aramaya sevk edecek daha nice olaylarla etrafımızı, akademik hayatımızı bezediği böylesi bir arenada, mücadelemize devam ediyoruz.

Bodoslama daldılar!

Bundan bir sene evvelinde tarihler 31 Temmuz’ a yürüyorken, YÖK kapılarımızı daha iyi üniversite kadroları kisvesi altında, bir kısım zorunlu uygulanması gereken kararlarla çalmaya başladı. Ve kendisine izin verilmeden de, birkaç haa içinde aynı kapıdan bodoslama içeri daldı. Bu kararlardan bütün üniversite yönetimlerinin haberi illaki olacaktı aynı anda. Bütün üniversitelerde doktora öğrenimine devam eden ve 50/d maddesine göre alınan tüm araştırma görevlilerinin doktoraları bitince 33/a maddesine geçmesi durumuna, hiçbir gerekçe ve açıklama gösterilmeden son verildi. Böylece YÖK bizlere bizler hakkında aldığı bir kararı şu şekilde açıklıyordu: Doktorası biten araştırma görevlilerinin tamamı (50/d ye mensup olan) ALES denen

bir sınava tabi tutulacak ve başarılı olanlar da ülke çapındaki herhangi bir üniversiteye ÖSS mantığı çerçevesinde atanacaktı. Tabii bu esnada birileri, bazı arkadaşlarımız da yanacaktı. Onların işlerine son verilecek ve sonraki günlerde, hiçbir şey söylenmeden üniversite kapısının önüne konulacaklardı. Bu noktada ALES sınavından da bahsetmeden geçilemeyeceğini düşünüyorum. YÖK başkanının bizlere söylediği ‘daha kaliteli üniversite eğitimi’ amaçlı düzenlenen bu süreçte ALES gibi bir sınavın standart olarak alınması ayrıca yorumlara açık bir konudur. Elbette her birimiz ALES ve diğer pek çok önümüze kıstas olarak konulan sınavlarda başarılı olmuş kişileriz. Bunun dışında kendi emeğimiz, alın terimiz ve çabalarımızla teker teker tırmandık akademi merdivenlerini. Evet, göreve başlarken bu konularda hiç birimize tek bir açıklama yapılmamıştı. Bırakın açıklamayı, durumun buralara kadar geleceğini hiçbir Ar. Gör. arkadaşım ve ben tahmin bile etmemiştik. Bizler, üniversitelerde kendi kısıtlı imkanlarıyla araştırma yapmaya çalışırken, bir yandan da her türlü angarya işe yönlendirilen emekçi üniversite çalışanları olarak YÖK başkanı Y. Ziya Özcan’ın üniversiteleri daha ‘kaliteli’ yapmak adına, kimimize bıyık altından, “Sizler kalitesizsiniz!” etiketini yapıştırması fikrine katılmıyoruz. Bu sürecin altında bambaşka amaçların olduğunu görüyor ve gizliden gizliye sürdürülen ‘kadrolaşma’ çalışmalarına, AB politikalarıyla beslenen, emeğe kayıtsız Bologna Süreci’ ne sonuna dek karşı çıkıyoruz. Mücadelemiz son hız devam edecek…

25


FATİH ALTAYLI, TÜKETTİKLERİ, YATIRDIKLARI

KADER AY

Satın alınır sanır bu adamlar alenen, edeben, örfen, utanmadan, bir geç kızın, kadıncağızın zamanını...

A

şk üzerine yazılmaz bu memlekette. Dinlemez bi kere kimse. Aşk yok bu topraklarda. İmrenme var. Anana, babana, kardeşine önce, sonra onun anasına babasına, kardeşine. Yerine koyma var bu şehirlerde. Buram buram köy var hâlâ kokusunda. Babasının anasını sevdiği gibi sevmeler var. Hoyrat. Kaba. Mahcup. Pişman. Anasının babasını sevdiği gibi sevmeler var. Öeli. Yılgın. Mecbur. Pişman. Kardeş kardeşe güvenemez ki elkızına güvensin, eloğlunun peşinde koşsun. İmrenirsin sonra; başkasının yaşamı farklı gelir. Çabalarsın başkası olmak için. Fiyasko. Anan çeker paçandan, babanla yarışır. Baban çeker saçından ananla yarışır. Kendine kızarsın, sonra onlara, sonra evliliğe, sonra tüketime. Harcamaya. Akıl edersen tabii…

Bilmeyenler utansın

F. Altaylı, lüksü tartışmış bugün kıymetli köşesinde. (2 ağustos, haber TURK –dikkatinizi çekerim, turk yazılıyor, türk okunuyor.) Evrensel sentezlere ulaşmış, belli, dün gece demleneyim derken bulandırarak. Yoksa döneminin üniversitesi Gassaray Lisesi’nde ‘okurkenden’ kalmış olabilir mi bilgi kırıntıları? “Lüks nedir? Bana göre iki tanımı var. Birincisi, bir ihtiyacı karşılarken, gelirinin üzerinde bir harcama yaparak bu ihtiyacı karşılamak lüks tüketimdir. İkincisi ise ihtiyaç duyulmayan, özellikle de pahalı bir şeyi satın almaktır.” Kanımca, gerçekten böyle düşünüyor olsa gerek ki bu net tanımlamanın hemen üstündeki haber-yorum kırıntıcığında da; “20 binden fazla ama bence sayısı belirsiz insanımızı kaybettiğimiz deprem sonrası, Veli Göçer’i yaptık günah keçisi. 20 bin canın tek sorumlusu olarak hâlâ hapiste. Banka hortumlarında da aynısı olmadı mı? Ali Balkaner’i içeri tıktık. Gerisi keyfinde. Sanki onlar değil ben batırdım bankayı. Son günah keçimiz Halis Toprak. 17 yaşında bir kızla evleneceğini HABERTÜRK (tashih kendisinindir) yazdığından beri gündemin birinci maddesi. Sanki Türkiye’de 17 yaşında kızla evlenen ilk ve tek kişiymiş gibi. Bir grup şapşal, sanki dünyadan habersizmişçesine ‘Vay, bu nasıl

26

olur’ diye ayakta. Nasıl olduğunu, yıllardır olduğunu bal gibi biliyorlar,” diyor bile bile, bile. Ben de buna –bile bile- ciddi ciddi lüks tüketim derim, itiraz da istemem. Bu Toprağın, bu tek dişi kalmış canavarın, 17’lik ‘genç kız’la evlenmesi, lüks tüketim değil de nedir? F. Altaylı, o köşede şimdi bunları, ona-buna okuttuğunda, ben bunu okuduğumda, okuttuğu yetmedi, üstüne bi de ben okuttuğumda, eloğlunun, elkızının zamanını lüks lüks, ferah ferah tüketmiyor muyuz? O, şimdi ‘yaz(t)arak’, o, ihtiyacını

karşılarken, çapının üzerinde bir harcama yapmış olmuyor mu, bu adam, bu Topraklar? “’Böyle evlilikler yasaklansın.’ Bence de yasaklansın da, nasıl olacak. Baksanıza Halis Toprak’ın annesi de evlendiğinde 14 yaşındaymış. Türkiye’nin geleneğinde bu var.”

Yatıranlar utansın

Evet, yahu, Türkiye’nin geleneğinde var, Türk erkeğinin iliklerinde var, önce anasını sever gibi sevmek. Geride kalıp geri kalan her ana olana / olmuşuna / olma potansiyeli

taşıyana sövmek. Ama bu bizim bereketli toprak aşk pıtırcığı da üretir, görüp geçirmişsen: “Adı sanı henüz duyulmamış bir sanatçıyı keşfederek 30 bin dolara tablosunu almak aptalca bir lüks tüketim olarak görünebilir. Ama 10 sene sonra o tabloyu 5 milyon dolara satmak veya evinizin duvarındaki 5 milyon dolarlık tabloyu 50 bin dolara almış olmak lüks müdür?” Hayııır, yatırım… Aman aman, yanlış anlaşılır: “Bu yazıya bakıp da benim, kadınların çocuk denecek yaşta evlendirilmesine olumlu baktığımı zannetmeyin. Sadece gerçekleri hatırlatmaya çalışıyorum. Kız babası olarak böyle bir durumu kabullenmem mümkün değil.” Elbette; yatırım yaptı abimiz. Mümkün değil, kabullenemez: Çocuk yapmak (adı sanı olcak mı bilinmez tabii) şimdi lüks tüketim görünebilir. Bi çocukcağızı, hoyratça okurlarına verdiği fikirlerle eğitmek, tüketmek değildir yani, bir yaşamı, öyle mi? Onu öylece sokağa salmak sonra, okula –kolejlere, pardon- insan içine. Sevmez mi o kız coçuk şimdi başkalarını babasını sever gibi. Babası gibi... Nefret etmez mi? Bilmez mi yatırım nedir? Anlamaz mı yatırımı? Büyüyüp serpildiğinde, ya sen kime satacaksın ‘göz ağrın’ yatırımı? Mutlu mudur, ya o babacık, 17’lik genç kızını Toprağa yatırdı, lüks yaşayacak diye. Satın alınabilir yaşayacaklar diye. “Bence dünyada tek bir lüks vardır. Zamanı satın alabilmek.” Bence de. “Zamanını başkalarının istediği gibi değil, kendi istediğin gibi kullanabilmek. Gerçek zenginlik budur. Ve işin güzeli, banka hesabınızda kaç lira olduğuyla hiçbir bağlantısı yoktur. “ Bence vardır, banka hesabında, hatta o an cebinde kaç lira olduğuyla bile bağlantısı vardır. Satın alabilir sanırsın kendini. Satın alınır sanır bu adamlar alenen, edeben, örfen, utanmadan, bir geç kızın, kadıncağızın zamanını. Fikir pazarlığı yaptığın, birinin tazecik zamanıdır, birinin tazesi. Hesaba bakmıştır, mutlak, ince hesaba. İnce ayar. İhtiyaç karşılamak. Gelir. Harcama. Lüks tüketim: ihtiyaç duymamak, satın almak. Tüketme, be hey kara fikirli, kara vicdanlı, babalar, yar-lar... yatırma!


POPSTAR MISIN MÜBAREK! ED’in geçen sayısında Türk basının yaşamakta olduğu değişim ve dönüşümlerden bahsetmiştik. Konjonktüre bağlı yeni kadrolaşma hareketine Akşam gazetesi ve Serdar Turgut örneğiyle değinmiştik. Meğer medyamızın yükselen yıldızları, İslami basının star isimleri de yeni dönemde ‘Tasfiye edilecek gazete(ci)ler’, ‘Ayakta kalacak gazete(ci)ler’ başlıklı yazılara imza atarmış. Zaman’ın genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın yaktığı ateşe, artık Ahmet Hakan’ı mı istersiniz, Akif Beki mi dersiniz koro halinde katılarak ‘kim kalacak, kim gidecek’ kendi çaplarında benzin atıvermiş. Eh, millete konu lazım tabii… Çok geçmeden, hem Ekrem Dumanlı hem de Akif Beki ile yapılmış özel söyleşilere rastladık orada burada. Her ikisi de kendi alanlarında belli bir icraata imza atmış beyler ve Türkiye gazetecilik tarihi, günü geldiğinde onları gereken yere koyacaktır elbet. Lakin benim takıldığım şey başka: Ekrem Dumanlı ve Akif Beki’yle ya da İslami kesimin bir başka yükselen yıldızı Mustafa Karaalioğlu’yla bir söyleşi söz konusu olduğunda, bu insanların gazete sayfalarından bize çizdikleri portelerin semiyolojik açıdan incelenmesi… Çok ufuk açıcı bir çabadır bu çerçeveleme analizi

R

hakikaten. Bakıyorum o fotoğraflara, hepsinde bir Mahsun Kırmızıgül, bir Küçük Emrah havası… Kameraya doğru bir bakış, gözlerde yaratılan anlam, bacaklar önde kafa arkada pozlar filan… Ama hepsinden de çok merak ettiğim şey, İslami kesimin ‘selebriti’ erkeklerinin o kafam büyüklüğünde saatlere ilişkin dayanılmaz tutkusu. Asla rahmetli Ercan Arıklı’nınki gibi Rolex veya Güneri Cıvaoğlu’nunki gibi Bulgari değil; ille de Panerai midir, nedir, bir kocaman kara leke olacak bilekte. (‘Sonradan görme’ Fatih Altaylı’ya benzeme çabası belki de). O saat, gömlek kolundan fışkıracak ve gözümüze gözümüze sokulacak. Bir de bazı sosyete dergilerinde sanayici ve işadamlarıyla yan yana fotoğraflanan ve elinde utanmadan ‘çük’ kadar puro taşıyan ex-İslami gazeteciler var ki, onlar daha bir evlere şenlik elbette… Neyse, şimdi benim korkum şudur, çizdikleri bu imaja bakılırsa Türk basınının talihi konusunda ahkam kesen bu arkadaşlar sanıyorlar ki cafcaflı bir saat, 3G cep telefonu, 4 çeker araç ve bir de ‘laik’ gazete veya TV’ye transfer olmak ‘olgunlaşmış gazeteci olmak/artık olmuş olmak’ için yeterli bir göstergedir.Ama maalesef o işler öyle olmuyor beyler. Gazeteci olmak için, önce gazeteci kılığında dolaşmanız, aklınızı başınıza toplamanız gerekiyor. Şu fotoğraflara bir bakın allah aşkına; yeni album çıkaracak tıfıl popçu kılığında ‘basında kim kalacak kim gidecek’ diskuru çekiyorlar. Ne gülünç olduklarının Ekrem Kırmızıgül ve Küçük Akif... farkına varmadan…

ALLAHINIZA KURBAN!..

1

7 Ağustos depreminin yıldönümünde gazetelerden bir haber: “Kızılay Konutları’ndan çıkarılmak istenen depremzedeler, Başbakan Erdoğan’a seslerini duyurmaya çalıştı, ancak başarılı olamadı. Evleri ellerinden alınarak ‘bürokratlara’ verilen depremzedelere polis müdahale etti. Irak hükümetince hibe edilen petrol ürünleri satışından sağlanan 10 milyon dolarla yapılan konutların tapusunu almayı beklerken, evleri tahliye etmeleri istenen depremzedeler, seslerini bu kez Başbakan Erdoğan’a duyurmak istedi. Bunun için Atatürk Spor Salonu önüne giden depremzedelere, barikat kuran polis müdahale etti.

Burada yaşanan arbede sırasında bazı kadın depremzedeler fenalaştı.” Yoksul, kimsesiz için toplanan yardım parası... Depremzede için yapılan konutlar... Hazır günü gelmişken, inananların fitre ve zekâtlarını da toplayıp yesinler; o da yakışır bunlara.

ESRA ARSAN

DARISI BAŞIMIZA

T

ürkiye’ye ‘ılımlı İslam demokrasisi’ olarak örnek gösterilirken kısa zaman içinde şeriat kurallarıyla yönetilen bir ülke haline dönüşen Malezya’da bira içen bir kadın kırbaç cezasına çarptırıldı. Mankenlik de yapan 32 yaşındaki Kartika Sari Dewi Shukarno adlı kadın, Ağustos 2008’de ülkenin doğusundaki Pahang eyaletinde, bir otelin gece kulübüne düzenlenen baskın sırasında bira içerken yakalandı. Önceki gün şeriat mahkemesinin karşısına çıkan Shukarno, “Cezama razıyım. Suçluyum. Bir an önce cezalandırın, kocama ve çocuklarıma geri döneyim,” diye ifade verdi. “Ay, İran olmayalım, Cezayir de olmayalım… Malezya olalım şekerim,” tartışmaları geldi aklıma… “Malezya, otoriter İslamcı model değil, birden fazla dinin bir arada barış ve hoşgörü halinde yaşayabilmesinin bir çağdaş örneğidir” diyenlere, “Bu da size kapak olsun!”diyesim geldi.

NE ŞEHİT, NE GAZİ!

A

nadolu Ajansı’ndan bir haber: “Kocaeli Seymen Tank Taburu Karargah Destek Bölüğü’nde depo temizliği yapan 3 askeri arı soktu. Askerler, Gölçük Askeri Hastanesi’ne kaldırıldı. Durumu ağır olan er Mustafa Altınbaş, İstanbul Gülhane Askeri Tıp Akademesi’ne kaldırıldı. Altınbaş, tüm müdahalere rağmen kurtarılamayarak şehit oldu. Mustafa Altınbaş’ın tezkeresine ise 90 gün kala şehit olduğu öğrenildi.” Ölen gence Allah rahmet eylesin, yakınlarının başı sağolsun... Arı sokan ama hayatta kalan diğer iki ere gazi maaşı bağlanacak mı, ben onu merak ediyorum.

27


‘Eşeğin kazancı at için’ ya da (önceki sayıdan devam) oprağın mülkiyeti tarımdan çok daha geniştir; bir gayrimenkul üstünde tarım yapılabilir, ama üstündeki binanın tümüyle ya da daireler halinde kiraya verilmiş olduğu imarlı bir parsel de aynı şekilde gayrimenkuldür. Böylece toprak üzerinde her türlü işletmeyi barındırır. Eşrafın da yalnızca ekili toprağı değil ayrıca ikinci büyük zenginlik kaynağını, yani kent konutlarını da sahiplenmiş olması mümkündür. Bunlar, kendi topraklarında limanlar, meyhaneler, genelevler, ‘ambar’lar -yani içine mal depolamak ve aynı zamanda kent yangınları sırasında değerli eşyaları ve belgeleri korumak için kiraya verilen ambarlar- inşa ettirmektedirler. İmparatordan, kendi mülkiyetleri altındaki yerlerde bir pazar kurma ve buradaki ticari işlemler üzerinden bir vergiyi kaldırma

T

T

oprağı elleriyle işlemekte olan her insan iki ya da üç kişiyi besliyordu, yani kendi ailesini ve toprak sahibi olan eşraf mensubunu; daha fazlasını değil. Bu, işçi kitlelerini çalıştırmak için yeterli değildi ama zenginlerin geriye kalan toprağı, sanayi devrimi öncesi sınıflı toplumların alâmetifarikası olan o anıtsal süslemelere dönüştürmeleri için yeterliydi. Ne var ki, zenginler bu dönüşümü ancak toprağın ürettiklerini satarlarsa, ticaret aktif olarak gerçekleştirebilir: Sütunlar ve heykellerle buğday takası yapmaları gerekir. Roma dünyası, bazılarının gözünde canlandırdığı gibi o ağır çeken tahılın takasının yapılmadığı imparatorluk olmuş olsaydı, turistler ve arkeologlar, ziyaret etmek ve kazmak için bu kadar çok ören bulamazdı. Ticarete karşı olmak şöyle dursun, tarım ticaretle eş anlamlı bir sözcüktü. Toprak hem zenginliğin korunduğu yer, hem de hayatı sürdürmenin ve takasların kaynağıydı. Zenginlerin başlıca stratejilerinden biri, hayatı sürdürmeye yarayan malların spekülasyonunu yapmaktı; ambarları buğdayla doluydu ve bunu en yüksek fiyata satabilmek için düşük rekolte ve pahalılığı bekliyorlardı: Hukukçu Ulpianus, “Toprak ürünlerini gerçek fiyatla satmayı kabul etmiyorlar ve kıtlık yıllarını bekledikleri için fiyatların yükselmesine neden oluyorlar,” diye yazar. İzledikleri bir başka strateji bölgesel uzmanlaşmaydı. Arkeologlar, Roma dünyasındaki bazı bölgelerin -Tunus’un o sıralar iyi sulanan ve verimli Sahel şeridi gibi- yalnızca ihracat amacıyla, Akdeniz çevresinin

28

ayrıcalığını -ya da hükümdarın lütfunuelde etmek için çaba göstermektedirler; maden ve taş ocaklarını işletmektedirler ki, bu da, tarımın içinde bir tür yan etkinliktir, tıpkı sanayi gibi: Mal sahibi tarafından ya da kiralanan tuğla fırınları ya da çömlek imalathaneleri bu topraklar üzerinde çalışmakta, toprak emekçileri başlıca tarımsal zenginlikleri olan buğday, şarap ya da zeytinyağından birinin ya da diğerinin üretimini yaptığı kanısındadır: İşin bölgeler arası bölüştürülmesi, pazarın tarımsal olarak yönlendirilişi… Satışlar düşse ya da ticaret sekteye uğrasa bile servet var olmaya devam eder ve toprak da geçimlik ekonomi alanına çekilir: Mal sahibi, topraklarının tamamına buğday ve üzüm kütüğü gibi spekülasyona açık ve masraflı ürünler ekip dikmekten özenle kaçınır. Sahipli toprakların hepsinin bir bölümünde, hiçbir masraf istemeyen ve emniyet sandığı işlevi gören ormanlar bulunur. Her şeyi tersinden yapan bir ahmağı anlatmak için kullanılan bir atasözü, onun, bağlarını satacak yerde ormanlarını satmaya kalkan borçlu bir adama benzediğini söylüyordu. Sonuç olarak, değerini her zaman koruyacak olan toprağa sahip olmaktır önem taşıyan; bu toprağı işlemek gibi zorunluluk yoktur; kölelerini, tarım işçilerini ya da yarıcılarını yönetmekle zaman kaybetmek, ne kadar oyalayıcı olursa olsun çok mu gereklidir? Plutarkhos’un anlattığına bakılırsa, Cato, sonunda, “tarımı, bir gelir kaynağı olarak olduğu kadar, hatta daha da çok bir eğlence olarak görmüştür”; ancak eğlenceye meraklı olmadığından, verimli ama ekili olmayan gayrimenkulleri tercih ediyordu çünkü bunlar da mevcuttu: “Balıklı göller, termal su kaynakları, keçe tesisleri, doğal otlaklar, ormanlar”: O, “bütün bunlardan, hava koşullarının iyi ya da kötü olmasından bağımsız bir gelir elde ediyordu.”

ise ölü mevsimde buralarda hafif işlerle uğraşırlar. Mısır’da, bir çömlekçi ile toprakları üstünde fırınları bulunan bir toprak sahibi arasında yapılmış iki yıllık bir iş sözleşmesi bulunmuştur; çömlekçi, yılda 15 bin küp imal etmekle yükümlüdür ama mal sahibi de ona gerekli kili sağlayacaktır. (Duvarcılara ya da zanaatkârlara,

S

ervetin işletilmesi nasıl örgütlenmiş olursa olsun, önemli olan onu ‘iyi bir aile babası olarak’ idare etmektir.. Bu deyim sanıldığından daha az ataerkildir ve modern ticaret hukukunda bu deyim hâlâ hisseli şirketlerin sağlıklı yönetimi anlamında kullanılmaktadır. Romalı hukukçular, bir aile babasının ‘becerikli ve namuslu’ olması gerektiğini söylüyordu ve Cicero ile Seneca’nın da servet artışını bu aile babası için bir saygınlık olarak gördükleri hatırlanacaktır. Romalılar, iyi bir işletme şefinin hasleti olarak bu ‘beceriklilik’ üzerinde düşünmüşlerdi: Bu ada layık bir aile babası olmak için, tarafsız bir şekilde davranmak ve varislerine azalmamış bir servet aktarmaktan başkaca bir tutku taşımamak yeterli değildir; arzu edilebilecek her türlü sağduyuyla ve yatırımın maliyetini ondan beklenebilecek gelirin artışıyla kıyaslamasını bilerek yatırıma da yönelmek salık verilir. Çünkü, Digesta’nın son kitabında, hukukçu Paulus, “bir malvarlığının yitmesine ya da değer yitirmesine engel olan zorunlu” harcamaları, bahçeler, resimler ya da mermer kakmalar gibi süs harcamalarını ve yatırım adını verdiğimiz, “yapılmadıkları taktirde gayrimenkulün değerini yitirmeyeceği, ama daha fazla gelir sağlayarak onu daha da çoğaltan” harcamaları birbirinden ayırır. Örneğin, “bir bağı verimli bir durumda tutmak için gerekli olandan daha fazla çubuk ekmek” ya da depolara bir değirmen, bir ekmek fırını eklemek ya da yine “kölelere bir eğitim verdirmek” gibi…

kendilerinden istenen işin gerektirdiği malzemeleri sağlamak adettendi.) Bununla birlikte bütün bu çeşitlilik bizi yanıltmasın: Bir yanda tarım vardı, diğer yanda da tüm geriye kalanlar ve bunlar da toprağın ürettikleriyle mümkün oluyordu... Toprak, yeterli bir verime sahip olmadığı için, günümüzde gelişmiş ülkelerin başına gelenlerle karşılaşılmıyordu: Yani nüfusun yalnızca küçük bir kesiminin uğraştığı ve kıtlıktan çok üretim fazlalığının tehlike yarattığı çok bereketli bir kaynak haline gelmemişti. Antikçağ’da tarım, geniş bir sanayi etkinliğine olanak verecek ölçüde yeterli ürün vermiyordu; halkın büyük çoğunluğu, kendinin ve üretici olmayan az sayıdaki kişinin hayatını sürdürebilmek için toprağı işlemek zorundaydı. Bu durumun, servet sahiplerinin özel stratejilerini koşullandırdığını göreceğiz. Paulus bu yatırımların maliyetinin, sahip olunan toprak varlığının net gelirini düşürmemesi gerektiğini hatırlatmaktadır. Sık sık bu türden problemlerle ilgili görüş açıklamak durumunda kalan hukukçulara göre sorun, bir yatırım konusunda kimin ne zaman karar vermek hakkına sahip olduğunu bilmekti; çünkü bu önemli karar, en adil şekilde ancak mal sahibinin kendisi tarafından alınabilirdi: Bir vasinin yegâne görevi, vesayetini üstlendiği çocuğa servetini azalmamış olarak teslim etmesidir; ama özellikle de bir aile babası, bir vasiden beklenenin tam tersini yaparak övgü toplayacak ve ülküsü servetini daha iyi duruma getirmek olacaktır. Bir vasi büyük çaba sarf etmemelidir: Yatırım kararları almak ve vesayeti altındaki çocuğu rizikoya sokmak ona düşmez. Aynı şekilde, çocuğun toplumsal saygınlığını artırmak amacıyla bile olsa vesayeti altındaki küçük adına bir takım savurganlıklar yapmamalıdır; tam tersine, vasinin birinci görevi, yok olabilecek varlıkları -yanabilecek döşeli evler ve ölebilecek köleler- satışa çıkarmak ve bunların karşılığını yalnızca sağlam değerlere yatırmak olmalıdır: Gayrimenkullere ve faizle borç verilecek altına. Ama aile babası ise, tam tersine, bu fazlasıyla yansız tutumu sürdürmek zorunda değildir; onu, gerçek sahibinin evlatları olacağı bir servetin bir tür vasisi ya da bütün hanedanının seçkin mülkiyetini sahipleneceği bir malvarlığının geçici intifa hakkı sahibi gibi düşünmekten daha yanlış bir şey olamaz.


MURAT KARATAĞ

zenginleşmeye övgü... -3D

aha da iyisi, Roma hukukunda, sıradan intifa hakkı sahibinin yatırımlar yapma, ‘çoğaltma’ hakkı bulunur. Bu da bir aile babasına değer kazandıran şeydir. Karısının drahomasında yer alan malvarlıklarını idare eden kocanın da buna hakkı vardır. Digesta’nın XXIII. kitabında Javolenius, drahomadaki gayrimenkuller üzerinde mermer ocakları açmış olan bir adamın öyküsünü anlatır: Adam karısından boşanır ve kadın, kural olduğu üzere drahomasını geri alır. Ancak, eski kocasına, gayrimenkulünün değerini arttırmış olan bu ocağı açmak için yaptığı harcamaları geri ödemek zorunda değil midir? Eski okuldan olan düşünürler bunun zorunlu olmadığı düşüncesindeydiler çünkü bu harcama ‘zorunlu’ değildi ve toprağı ‘çoğaltmak’ şöyle dursun, koca, yeraltında sakladığı mermerinden yoksun bırakmıştı onu. Ama Javolenius, drahomayla gelen bir gayrimenkul üzerinde bile, yalnızca ‘yararlı’ olan harcamalara izin olduğunu söyledi. Buradaki tek koşul, ocağın, mermerin ölmüş olmaması, ‘büyümeye devam eden’

B

u metinler belirleyicidir: Okundukları zaman, sıklıkla yapılageldiği üzere, atalardan kalma bir zenginliği büyütemediği için olduğu gibi aktarmakla yetinecek ataerkil bir akılcılık ile kârları azamileştirmeyi hedefleyecek kapitalist akılcılığı karşı karşıya getirmenin boşunalığı görülmektedir. Romalılara gelince, onlar, eğer mümkünse artmış bir serveti ardıllarına aktarmayı amaçlıyor ve ardıllarından önce kendilerini düşünüyorlardı. Kapitalist bir firmanın büyümekten başka stratejisi olmadığını söylemek, siyaseti yeni kentler kazanma sanatına indirgemek olurdu. Gerçekte, modern işletmelerin politikası devletlerinki kadar karmaşıktır ve bir işletmeden diğerine, İsveç’in dış siyasetiyle büyük bir imparatorluğunki kadar değişkenlik gösterir. Romalılar hakkında, köylü toplumu şeklindeki kürsü retoriğini de bir yana bırakalım. Eşrafa mensup olanlar zenginleşmeyi hedefleyen girişimcilerdi; cimrilerin altın paralarını biriktirip durdukları gibi, dönüm dönüm toprak biriktirmiyorlar, yatırım ve spekülasyon yapıyorlardı. Kazanç sağlama tutkuları, onları pek çok başka halktan ayrı bir yere koyan, orijinal etnik yönleridir. Çünkü birbirinin benzeri olan bir ekonomik yapıya ve sınıfsal çıkarlara, bir halktan diğerine son

ocaklardan biri olmasaydı: Bu durumda kadın hiçbir şey kaybetmemiş olacaktı, çünkü koca ocaktaki meyveleri toplamakla yetinmişti. (Mermerin ya da altının, yetişip büyüdüğü inancına bütün halklarda rastlanır ve bu inanç, maden yataklarıyla derece eşitsiz dinamikler denk düşebilir, tıpkı ötekilerden daha çalışkan, daha sanatkâr ya da daha savaşçı kavimler olduğu gibi. Olgu ortada durmaktadır ve bu eşsiz ‘anlayış’lar isteğe bağlı olarak ne üretilirler, ne de birbirinin sonucu olurlar: ‘Üçüncü dünya’nın kimi ekonomilerini geliştirmeyi denemiş olan iktisatçılar, ekonometrinin değişkenlerine hâkim olmanın ya da sınıfsal çıkar olasılıkları yaratmanın, insanların bunlara gerçekten ilgi duymalarını sağlamaya yetmediğini maalesef saptamışlardır; dileğe bağlı olarak biçimlendirilmeyen ve neresinden biçimlendirileceği bilinmeyen bir ‘anlayış’ mevcuttur; Galbraith’ın bundan çıkarmış olduğu dersi, tarihçiler de akıllarında tutmalıdırlar. Sonuç olarak, Romalıların ekonomik ‘anlayış’ının son derece dinamik olduğunu belirtelim; bir ‘aile babası’nın nasıl yoğrulmuş olduğu göz önüne getirilmek istendiğinde, ekonomik yapılara ya da belirli sınıfsal çıkarlara göre değil, ama anlayış dediğimiz o özerk değişkene göre değerlendirmek gerekir: Zengin bir Romalı, bir işadamı ruhuna sahipti ve zenginleşmeyi çok iyi biliyordu. Bunun üretim düzeyi açısından olumlu sonuçları ortadadır; paylaşıma gelince, bu ayrı bir sorundur.

taş ocaklarına ilişkin Roma hukukunun da temelinde yer alır). Sonuç olarak, idare tarzını aklıyla belirlemesini bilen her iyi aile babasının yapmak zorunda olduğu şey, her intifa hakkı sahibinin yapmak zorunda olduğu

B

itirirken söylemiş olalım ki, beklenmedik bir olgu, Romalıların iş hayatına olan yatkınlığını doğrulamaktadır: Yahudiler gibi, bugün ve geçmişin Yunanlıları gibi ve Çinliler gibi, Romalılar da asla yalnızca çiftçi, önder ve asker olmaksızın, aynı zamanda ‘diaspora’ya sahip bir ulustular. Bizden yüzlerce yıl önce bütün bir Yunan’ın doğusunda, Afrika’da ve barbar âlemin sınırlarında, tüccar ve bankacılar olarak ve aynı zamanda da tarım işletmecisi olarak dağıldılar. Siyasi nüfuzlarının da yardımıyla, Afrika ya da Türkiye’nin ortasındaki en iyi toprakları aldılar ve Yunan kentlerinin ticari etkinliklerini

Ü

ç sayı boyunca bu yazı dizisini okuyanlara çok teşekkür ederim ve özür dilerim. Bu kadar uzun yazıların RED’in işlevine ve biçimine uymadığının farkındayım. Bundan böyle tek sayfalık, geçmişle bugün arasındaki paralellikleri ele alan, mesela ‘iyi bir aile reisi olarak’ zenginleşen Romalılarla bugün iyi aile reisi

şeyin satır aralarında okunmaktadır. Aile babasından farklı olarak, intifa hakkı sahibi, elbette eldeki mülkün ya da parçalarının kullanma amacını değiştirmeye kalkışmayacak; gezinti bahçelerinde tarıma dönük ekim yapmayacaktır. Bu kayıt bir yana, Ulpianus’un VII. kitapta yazdığına göre, örneğin taş, kum ya da kireç ocakları -kireç giysileri parlatmaya ve kolalamaya yarıyordu-, altın, gümüş, kükürt ya da demir madenleri açarak, “toprakların konumu da iyileştirilemez”, “oysa ki aile babası bunları açabilir ya da zaten açmıştır.” Ama bazı durumlarda... Bu yoldan komşu ekim alanlarına zarar vermemelidir; madenleri, kökünden söktüğü bağ çubuklarından ya da zeytin ağaçlarından daha fazlasını getirmelidir; intifa hakkı sahibi olduğu sürece yeraltını tüketmemeli ve kendinden sonra bomboş bırakmamalıdır; nihayet, yeni yatırım, toprağın kalan kısmı için yıkıcı olmamalı ve fazladan istihdam edilen emek gücü dikkate alındığında, bütünün geliri azaltılmış olmamalıdır. kendi çıkarlarına yönelttiler. Roma kenti, çok sayıda Yunan aydınını barındırıyor ve Romalı aydınlar da bunlara karşı kıskançlık duyguları besliyorlardı; ama aynı anda, Midilli ya da İzmir, Yunanlıların çok haklı nedenlerle nefret duydukları İtalyan iş bitiricileriyle doluydu. Ve son olarak globalizm olarak adlandırılan saçmalığı belki de bizlere hediye etmiş olan Romalılardan öğrenilecek daha pek çok şey var. Geçmişi doğru olarak değerlendirmekle günümüzdeki durum hakkında bir fikir sahibi olmamız ve aslında pek bir şeyin değişmediğini söylememiz de mümkündür. (Bitti)

- kötü devlet yöneticisi malum şahıslar arasındaki bağlantıları ortaya koyan, daha ‘canlı’ yazılar kaleme almaya çalışacağım. Sabrınıza, özel olarak da yazıların editörlüğü görevini üstlenen Hakan Gülseven’in sabrına teşekkür ettiğimi vurgulamak istiyorum. RED’i hep beraber büyütme dileğimle...

29


‘Halkçı Katil!..’

“Kıtlıkta kırımda, tipide ve boranda… Hükmü geçmeyecek sevdalara sığınılacak limandın… Candın, canandın...” Haydar Yıldırım

O yıllarca tiyatroya emek veren bir arkeolog… Sümer uzmanı... Bizimkiler dizisindeki ‘Katil’ rolüyle hayatımıza girdi ve orada yarattığı hiddetli fakat alttan alta adil ve açık sözlü sevimli kabadayı kimliğiyle kabul gördü. Aslında gerçek hayatında da o dizide oynadığı kimlikten pek farklı değildi. Dobra dobra konuşur, hiç lafını esirgemezdi… Hangi partiden olduğu ya da hangi politik görüşü taşıdığının önemi yoktu sevenleri için… Çünkü o, her zaman haksızlıkların karşısında duruşuyla simgeleşmiş, kabul görmüş ve sevilmişti.. Çünkü insanlar onda kendilerini görüyor, yaşadıkları, haksızlıklara karşı öelerini, onun tepkileriyle gerçeğe dönüştürmenin hazzını yaşayarak deşarj oluyorlardı… Koltuğunda horozuyla apartmana girerek aslında kimsenin aklına getirmediği bir başka gerçeği hatırlatıyordu ‘Katil’... Apartmanda oturmayı hayal edip de ona kavuşamayan insanlar için bir teselliye, belki radikal bir eyleme imza atıyordu… Çünkü o herkesin tepeden baktığı kapıcıyla en içten, en samimi insan halleriyle iletişim kuruyor, bilakis bürokrat zengin iş adamları ile mesafeli ve soğuk duruyordu… Yani insanlar onda güçlüye karşı kendilerinin yapamadıklarını

görüyordu… Onun güçlülere karşı, daha güçlü oluşu, gerçek hayatta ki otoritelerle savaşmak gibi yansıyordu insanlara… Bundandır ki adı o diziyle beraber ‘Halkçı Katil’ olarak anılmaya başladı ve ta ki ansızın aramızdan ayrılıncaya dek devam eden bir etikete dönüştü… Tam bu noktada bana anlattığı bir anısını paylaşmak istiyorum. CHP kurultayı için Ankara’da salona girdiğinde bir anda sloganlar inletiyor salonu: “Halkçı Katil! Halkçı katil!..” Aykut Oray, gülsün mü kızsın mı bilemiyor. Ve diyor ki, “Şimdi ben başbakan olsam, ‘Katil Başbakan!’ diye mi slogan atacaksınız?!” Anılara girmişken bir paylaşımı daha aktarmak istiyorum ona dair… Bir röportaj için bir araya geldiğimizde doğrusu bu kadar naif, neşeli bir insanla karşılaşacağımı düşünmemiştim… Sanki röportaj için değil de iki yakın dostun uzun aradan sonra bir araya gelerek sohbet etmesi gibiydi. Hiç durmadan anlatmaya başladı... O anlattı ben dinledim, ben sordum o anlattı… Kah hüzünlü kah neşeli bir seyir izleyen sohbeti hâlâ kulağımda… O günlerde de gündem maddelerinden birini oluşturan ‘türban-laiklik’ tartışmalarıyla ilgili ne düşündüğünü sorduğumda, “Bugünü değerlendirmek bile istemiyorum, 1950’lerde bile daha özgürdük” demiş ve o günlerde tartışılan gündem konusu türban meselesine bakış açısını esprili bir dille anlatmıştı… “Saç kıllarını göstermiyorlar ve

Nesrin Aksu ve Aykut Oray... bunun Müslümanlık olduğunu zannediyorlar. Peki, saçlarınızdaki kıl da, kaşlarınızla kirpikleriniz kıl değimli kardeşim… Yalnız saç kılı mı Müslümanlıkta günah, kaşlar da var, kirpikler de.. Peki ya bunlar da günahsa ne olacak? Tühhh yarı yarıya günahkar oldular gitti şimdi… Bence kaşlarını da kirpiklerini de örtsünler… Zaten gördükleri bir şey yok, hiç göremesinler daha iyi!” Güncel olaylara her zaman duyarlı olan Aykut Oray, çok radikal bir sol kimliğe sahip olmasa da, empati oluşturabilen biriydi… At gözlüğüyle hayata bakanlara, duyarsız yaşayan

insanlara tepki gösterirdi… Yanlışıyla doğrusuyla inandıklarını savunan ve öyle yaşamayı tercih eden biriydi… Gidenin arkasından bir şeyler söylemek hiç kolay değil… Hayata iz bırakan insanlar, aslında hiç ‘giden’ olmuyorlar bence… Kalanlarda yaşayan anılarıyla aslında hep birlikteyiz onlarla… Yani onları hep hayatın içinde hissederek bıraktıkları yerde yollarına devam ederken düşünmek sanırım onlara en güzel hediye olacaktır…

NESRiN AKSU

(nesaksu@gmail.com)

Bu coğrafyanın ortak sesini kaybettik... Ailesi Batman’ın Sason İlçesi Bianda Köyü’nde yaşayan ve 1934 yılında bu köyde dünyaya gelen Aram Tigran, çocukken ailesiyle birlikte Suriye’nin Kamışlı kentine göç etti. Tigran, dokuz yaşından itibaren müzikle ilgilenmeye başladı, bugüne kadar Kürtçe, Ermenice, Süryanice, Arapça, Yunanca, Zazaca ve Türkçe şarkılardan derlediği 435 şarkıyı seslendirdi… Vasiyeti, Diyarbakır’daki Ermeni Mezarlığı’na gömülmekti. ‘Yetkili’lerden izin çıkmadı. Ailesi onu Belçika’da toprağa verdi. Üzerine Diyarbakır’da kendisi için hazırlanan mezardan götürülen toprak atıldı. Söylenecek çok söz yok, genç bir RED okuru arkadaşın internette yazdığı şu sözler duygumuzu yansıtıyor, başka söze gerek yok: ULAN O KADAR AÇILIM, MAÇILIM!.. Bİ ARAM AMCA’YA MI İKİ METRE MEZAR AÇAMADINIZ? HERKESE VARDI, BİR ARAM TİGRAN’A MI YOKTU? YAZIK, ÇOK YAZIK!.. 30


SERHAT ÖZCAN

T

BAM BAM!

aş Devri adlı çizgi filmin sevimli kahramanı Bam Bam. Eline geçen hiçbir şeyin kıymetini bilmeyip yerden yere vurup parçalamasından dolayı ‘Bam Bam’ denmişti bu sevimli minik, sanal dizi kahramanına. Yıkıcı bir tip olmasına rağmen sevimli bir çocuk olmasıydı onu anlaşılır kılan. Ama benim bahsettiğim tek bam. Ve hiç o kadar da sevimli gelmiyor gözüme. Bam… Bilim. Açılım. Maneviyat. Televizyonda, ‘Darwin teorisi’ tartışılıyor. Biyoloji uzmanlarının gen yoluyla yıllardır insanın kökenine inme çalışması da diyebiliriz en anlaşılır haliyle. Ve tartışanlar, biyolojinin gen mühendisliği alanında uzman akademisyenler. Her biri üniversitelerde uzman olarak ders veriyorlar genç bilim insanı adayı çocuklarımıza. Uzmanlardan biri son derece aklı başında, teorinin insanlık tarihi açısından ve bilimsel çalışmaların ilerlemesinde ne denli önemli olduğunu mantıklı örneklerlerle ve sıradan insanların da anlayacağı bir dille anlatıyor. Anında konukların birinden itiraz geliyor. -Peki… o zaman yaradanı nereye koyacaksın? Soruyu yönelten ilahiyatçı değil, biyoloji uzmanı bir profesör. İnançlı biri ya da değil. Benim ilgilendiğim de zaten bu değil. Bu onun kendi bileceği bir şey. Ama bu kafayla hangi bilimsel tezi hazırlayarak profesör oldu ve bilimin önünü tıkayacak maneviyatı, her şeyin önüne koyarak nasıl bilim insanları yetiştirecek, sorun burada. İşte, işin beni ilgilendiren yanı da bu... Bu soruları ne yazık ki program boyunca kimse soramadı. Ya kariyer çabası, ya yaşamsal korkular, en sorulası soruları bile sorduramaz oldu bir sürü kaygılı insana. Aklı başında bilim adamlarının benim aklıma gelen soruları düşünemeyeceğini aklımdan bile geçirmedim. Ama sorulması gerekenler sorulmuyor, sorulamıyor. Tam çözülme noktasında en net sorular sorulamayınca, konuşulan her şey havada kalıyor.

Haklı- haksız, doğru- yanlış. Zaten kafası karışık insanları, daha da çözümsüzlüğe sürüklüyor. Açılım meselesi de böyle. Kimine göre Kürt açılımı, hükümete göre de demokratik açılım. Söylemler çok hoş gelebilir kulaklara. Kardeş kavgası olmasın, kan dökülmesin, hiçbir kökenden, ırktan, dinden anneler ağlamasın. Bunu bizlerden fazla kim isteyebilir ki? Hangi sosyalistin dünyadaki her hangi bir insanın rengiyle, diniyle, giyimiyle, cinsiyetiyle derdi oldu bugüne kadar? Bizler kapitalizmin milliyetçilik gazıyla akıttığı salyalarının yayılmacı politikalarla, emekçi kesimlerin yaşamına nasıl darbeler vurduğunu, bu kardeşlik ve demokratikleşme palavralarının, Avrupa’da, Asya’da Ortadoğu’da, insanları nasıl ayrıştırdığını, yıllarca süren ve cehaletle körüklenen kan davalarının daha yıllarca insanlık tarihine kara leke olarak sürmeye devam edeceğini bilemeyen insanlar mıyız? Amerika’nın Irak’tan çekilirken, geçtiği yolların temizlenmesinden tutun da, sağlanacak barışın ülke ekonomisine getireceği artılarla ilgili teorilerin geçerliliği şu anda hiç meselem değil benim.

‘Açılım’ mı dedin!?

Mesele demokratik açılım yalanı ve bundan medet uman, sözüm ona aydın, sanatçı, gazeteci ve bilim adamlarının zavallılığı. Hangi demokratik açılım? Yani ülkenin batısında demokrasi tavan yapmış, her şey günlük güneşlik, ama doğusunda demokratik bir açılıma gereksinim var. İşte yalanın temeline harcın döküldüğü nokta burası. Yoksa bu güzel ülkenin güney doğusunun da en batı noktasının da sadece emekli olmuş yabancı turistlerce gezilmesini savunacak

değiliz herhalde. Ülkenin doğusunda ve güneydoğusunda yaşanan olayların kabullenilemeyecek insanlık suçları olduğunu da inkâr etmenin suça ortak olmakla eşdeğer olduğunu da biliriz. Hep söylediğimiz gibi, emekle sermayenin çatışması, bazı bölgelerde aşiret liderleri ve toprak ağalarıyla, bazı bölgelerde aynı zihniyeti taşıyan işadamlarıyla yaşanır ülkemizde. Ama zihniyet aynıdır. Sadece yöreler ve kıyafetler değişir, o kadar. Ülkenin doğusu ve batısıyla her yerinde, din etiketli yalancı siyaset, hâlâ kapitalizmin artıklarıyla oyalarken insanlarını, kendileri dünya standartlarında dolar milyarderleri sınıfında yerlerini almışlardır bile. İşkence, açlık, yoksulluk, çaresizlik, dünyada bir sürü uluslararası raporlarda üst sıralarda yerini almışken, alın size demokratik açılım paketi!.. Acaba İzmir’ in Konak meydanında son derece haklı ve insani bir söylemle üniversite harçlarını protesto eden öğrencileri, ‘gavur İzmirli’ döver gibi döven 1233 kask numaralı polis memuru bu demokratik açılım sayesinde ne ceza aldı? Kayıp trilyon davasından, İstanbul, Ankara belediye soygunlarından, çocukların gemiciklerinden, hanımların hastanelerinden, dokunulmazlıklardan, F tipi örgütlenmelerden vaz mı geçildi bu demokratik açılım sürecinde? Manisa davası adı altında hayatları söndürülmeye çalışan çocuklarımızdan özür dilenip kalan ömürlerini rahat geçirtecek tazminatlar mı ödendi? LeMan dergisi çizerleri, ya da Musa Kart’a ‘pardon’ mu dendi? Uğur

Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Ahmet Taner Kışlalı ve daha bir sürü aydınımızın katilleri mi bulundu? Erdal Eren’in hesabı Kenan Evren’den mi soruldu? Deniz Feneri davasında sonuca ulaşılıp suçluları cezaevine mi kondu? Ergenekon davası, ucu Susurluk’ta ortaya çıkan gerçek kontrgerilla davasına mı çevrildi? Kültür merkezlerinde artık vaizler yerine muhalif tiyatrolar mı var? Taksim Meydanı 1 Mayıs’ta işçilere mi açıldı? Toplu sözleşmelerde kazanılan haklarla işçi, memur, emekli yaşamları dünya standartlarına mı ulaştı? Eğitim, sağlık, barınma, ısınma, gıda gibi temel insan ihtiyaçları mı giderildi? Şeriat isteklerinden mi vazgeçildi? Münevver Karabulut’un katili yakalanıp, ‘Parası olan da olmayan da hukuk karşısında eşittir’ mesajı mı verildi? Bu yazıyı okuduktan sonra bana, “Eline sağlık kardeş işte bizim sanatçımız, bütün engellemelerimiz için özür dileriz,” mi diyecekler? “İar çadırlarını kaldırıyoruz, çünkü kimsenin ihtiyacı kakmadı,” mı diyecekler? Yaşasın benim gibi düşünmeyenler, sağ olsun bize oy vermeyenler, onlar da vatandaşımızdır, onlarında oyu kutsaldır mı diyecekler? Cumartesi Anneleri ne durumda? Gazi maaşları ne kadar? Çanakkale’yi kazanan ak sakallı dedelerin kimliklerine ulaşılabildi mi?

Travesti açılımı

Hangi ‘demokratik’ açılım? Tabii ki bu ülkenin bütün etnik köklerinin haklarını koruyacak, geliştirecek politikaları olsun. Ne oldu da bugün kucaklaşma merasimlerine gerek duyuldu? Bunu biz yaratmadık. Biz ne ‘eşbaşkan’ız herhangi bir yayılmacı oluşuma, ne de başbakanız herhangi bir ülkeye. Ama Bam Bam değiliz elindekinin kıymetini bilemeyip yerden yere vurarak parçalayacak. Madem açılım, samimi olsun bari. Bu ülkedeki en samimi açılım Travesti açılımı olabilir bence. Hatta talep ediyorum. Parası olana ‘Diva’ diyenler parası olmayan garibanları da insan gibi görüp her gece Taksim’de dövmeyerek insanca bir açılım gerçekleştirebilir belki…

mSayı 36, Eylül 2009, Aylık süreli yayındır mYayımcı: LM Basın Yayın Ltd. Şti. mİmtiyaz Sahibi: Tuncay Akgün mYazıişleri Müdürü: Hakan Gülseven mMüessese Müdürü: Ali Yavuz mGörsel tasarım: Esin Tepe mTel: 0212 292 95 65 (4 hat) mFaks: 0212 245 38 06 mAbonelik: 0212 292 95 65 mBaskı: Leman Matbaası-İstanbul. Tel: 0212 858 00 93 mGenel Dağıtım: D.P.P. A.Ş. mAdres: İmam Adnan Sok. No: 14 Beyoğlu / İstanbul mRED KÜLTÜR, İstiklal Caddesi, İmam Adnan Sokak No:18, Kat 2-3-4 Beyoğlu İSTANBUL

www.redciyiz.biz

31


HAKAN GÜLSEVEN

Bir ara geçiş formu olarak ‘aydın’ ve Kürt sorunu

M

alumunuz, son dönemde Darwin ve evrim kuramı üzerine, Yiğit Bulut adındaki ‘tahta’ uzmanı şahsın programında, bazen çok iyi, bazen geri zekalı laflar ediliyor. İş popülerleşti yani. Programa katılan bilim insanları, kısaca ‘Adnan Hocacılar’ diye tanınan ve hangi ihtiyaca göre kurulduğu çok da tanımlanamayan tarikatın uydurma ve Amerikan odunlarından arak ‘yaradılış’ hikayelerine çok anlamlı yanıtlar verdi. Adnan Hocacılar kendilerine bir alan yaratmak için çıktıkları yolculuklarında, tabii ki reklam açısından bir başarı kazandılar ama ‘kötü reklam’ oldular. Neyse, Adnan Oktar denen şahsın bu programlardan birinde ettiği laf şu: “Şeytan çeşitli kılıklarda görünür. Troçkist, komünist, mason olarak görünebilir.” Şahsen masonluğu bu yaşıma kadar bir türlü anlayabilmiş değilim; tuhaf ritüelleri olan bir tarikat ama neredeyse bütün büyük burjuvalar bu tarikatın içinde. ‘Kardeşlik’ diyorlar, sonra birbirleriyle rekabet içinde ‘ensest ilişki’ kuruyorlar. Hani öyle törenler, büyücü kılığı gibi urbalar falan… Masonluğu ayıkladıktan sonra, Adnan’ın ‘şeytan’ tanımına giren iki sıfata şahsen sahip olduğum söylenebilir. Böylelikle, bana pekala ‘şeytan kare’ de denebilir. (Tabii kanaatimce iki sıfat tek parantez içindedir ve en fazla şeytan olabilirim.) Şimdi, bu kadar lafı niye ettim? ‘Yaradılışçılar’ durmadan, evrime kanıt diye ‘ara geçiş formu’ istiyor. Bilim insanları o ara geçiş formlarını gösteriyor ama onlar, bizim altı yaş civarı sokakta oynarken yaptığımız gibi, “Saylanmaz! Saylanmaz!” diye bağırıyor. Bilimin yetersiz olduğu an!.. İşi kolaylaştırayım, halihazırda yaşayan ara geçiş formları var: ‘Aydın’larımız… ‘Aydın’lık konusunda şimdiye kadar hiçbir iddiam olmadı. Hatta, bir ara, ‘Halk aydınına sahip çıkıyor’ diye bir kampanya yapmışlardı, beni ‘sahip çıkılan aydınlar’ arasına koymaya ve bu konuda bir broşüre kelle resmimi yerleştirmeye kalktılar; baktım ki o ‘aydın’lar arasında Abdurrahman Dilipak ve Ece Temelkuran gibi isimlerin de kelleleri var, “Kardeşim, kusura bakmayın, ben aydın değilim,” diye olaydan imtina ettim. Ne yani, Abdurrahman’ın gazetesi beni alenen hedef göstermiş ama ikimiz de mağdurmuşuz gibi mi yapalım? Ece meselesine hiç girmeyeyim… Özetle, yemişim aydınlığını!.. Ayrıca, ‘aydınlardan imza’ diye bir gelenek vardır; gazetelerde yayınlanan metinler ve imzalardır bunlar; siyaseten birbirinin zıddı metinlerin altında hep aynı isimlere rastlarsınız; aradıklarında, metne illa ki ve sonuna kadar katılıyorsam, “Tamam, atın benim imzayı da,” derim… Ama şimdiye kadar bir işe yaradığını görmedim, orası ayrı konu… Fakat arkadaş bütün metinlerin altında aynı ‘imzacı’lar

nasıl bir otomatiğe bağlanmış!.. Öte yandan, bizim kadrolu ‘aydın’larımız vardır. Aslında bunlar ‘aydın’ değil, tam da Adnan’ın aradığı ‘ara geçiş formları’dır da, ‘aydın’ diye anılmaktadır. İki örnek vereceğim: Oral Çalışlar ve Halil Berktay. İkisini de iyi tanırım. Bunların ikisi de, şimdi solculara ‘solculuk’ dersleri vermeye çalışıyor; biri Radikal, biri Taraf gazetesinde… Şu meşhur ‘açılım’ süreciyle birlikte, “Milliyetçiliğe kapılmayın ey solcular,” diye gayet hayırlı bir yerden giriyorlar, “Emperyalizm ve planları her zaman kötü değildir, bakın silahlar susacak, ortam güzelleşecek,” diye gayet haysiyetsiz bir yerden çıkıyorlar. Anladınız siz onu…

Kim kardeşim bunlar?!

Mevzu bunların lafları değil de, solculara ‘solculuk’ anlatmaya çalışmadaki cüretleri. Kim bunlar? Özet geçiyorum, teferruata girersem kusma etkisi yaratır. Bunlar ilk ‘solcu’ oldukları zaman, kafa kafaya verip kendilerinden ayrılan İbrahim Kaypakkaya’yı nasıl öldüreceklerini planlayan ‘devrimci’ler. 12 Mart’ta bülbül kesilenler. Nasıl itirafnameler, nasıl!.. 1970’lerde, “Sovyetler Birliği saldırgan emperyalist, ABD güvercin, ABD’nin yanında tavır alalım,” diyenler. Elleri kalem tutuyor, krokiler çizip ‘sahte solcu’ dedikleri devrimcilerin ev adreslerini yayınlıyorlar liderlik kadrosunda yer aldıkları Aydınlık hareketinin gazetesinde. Sonra faşistler gidip o adresleri bombalıyor, gencecik insanlar ölüyor. Bu hareket çok devrimcinin kanına giriyor, Adana’da Oktay ve Faysal’ı satırla öldürüyorlar… 12 Eylül öncesi cunta istiyorlar, darbe sonrası ‘hizmete hazırız’ diyorlar. 12 Eylül bunları göstermelik olarak içeri atıp sonra salıyor. (Halil’in keyfi yerinde.) Tekrar siyaset sahnesine çıktıklarında, Gorbaçovcu oluyorlar. Bu arada, çok açık, kamuoyuna nazır sorayım: Halil, sen Büyük Britanya devletine rapor yazıp para kazanmadın mı? Oral, sen şu Almanya devletinin verdiği hangi ‘burs’la yaşadın? Şimdi, bunlar, yani solculara ‘solculuk’ dersi vermeye cüret eden bu adamlar ne yapmaktadır? Halil Berktay, Sabancı Üniversitesi’nde, düğmelerini iliklediği ceketinin önünde ellerini birleştirmiş bir vaziyette, Güler Sabancı’nın –hadi kibar olsun- poposunun dibinde, “Güler Hanım, Güler Hanım, şimdi, şöyle izah edeyim…” diye koşuşturmaktadır. Bizzat gördüm, çok utandım… Oral Çalışlar, Aydın Doğan’ın tahsis ettiği korumayı peşine takmış bir vaziyette dolanmakta, dolanırken de, kendinin –ve sülalesininarmut gibi tipine bakmadan, “Solcu kızlar çirkindir,” diye ‘meşhur’ olmaya çalışan oğlunu cilalamaktadır. İnsanlar ‘soy’larıyla cezalandırılıyor ya, zaman zaman ‘yaradılış’a inanasım geliyor!.. Bunlar şimdi ‘açılımcı’ oldu. ‘Kürt

açılımı’nı savunmalıymışız, ABD ve AKP iyi şeyler yapabilirmiş… Solcular milliyetçi davranıyormuş… Falan… Arkadaş, az evvel özetlediğim tarihte bir ‘solculuk’ gören var mı? Bunları -en azından birini- biz niye ‘aydın’ diye ölüm oruçları sırasında ‘pazarlıkçı’ yaptık? İğne-çuvaldız... Peki, fikrimizi söyleyelim biz de…

Bizim fikrimiz...

‘X’ ülkesinde, büyük bir nüfus kendini bir milletten görüyorsa, o kimlikle var olmak istiyorsa, anadilinde eğitim istiyorsa; hatta, “Biz devlet kurmak istiyoruz,” diyorsa, geri kalanlar buna sadece saygı duymak zorundadır. Saygımızın sınırı yok… Bunu bir kenara kalın harflerle yazıyoruz… Peki, bizim bir fikrimiz yok mu? Var! Bir: Kürt sorunu bir ‘Kürdistan sorunu’ değildir. Bugün, İran, Irak, Türkiye, Suriye topraklarına yayılmış Kürtler, birleşip bu topraklarda bir Kürdistan kursa da Kürt sorunu çözülmez. İstanbul, İzmir, Ankara, Antalya, Muğla… hatta Ayvalık-Altınova’da Kürtler var olduğuna ve bu nüfusun tümünü muhayyel bir Kürdistan’a ‘sürmek’ mümkün olmadığına göre, Kürt sorunu sadece müstakil bir Kürdistan’la çözülemez. Bir Kürdistan kurulsa bile, İzmir’de bir Kürdün şivesiyle dalga geçilmesi kanımıza dokunur. İki: O halde, yani bir arada yaşanılacaksa, kardeşleşme kaçınılmazdır. Kardeşleşemezsen, birbirinin çocuğunu öldürürsen, katliama mahkum olursun. Üç: Kardeşleşmenin tek yolu, buna müsait bir zeminde, yoksulların dayanışmasında birleşmektir. Aşiret ağalarıyla generallerin ve çocuklarına ‘gemicik’ alma peşinde koşanların pazarlıklarına teslim olan bir ‘barışma’ süreci, komşusuna ‘koktu diye’ yemek götürenlerin barışıyla en ufak bir benzerlik taşımaz. Dört: Çok ötenlerin çocukları savaşsın! Ben çocuğuma ağlayarak bakıyorum. Bakmaya kıyamıyorum. Çocuğumun canını alanın sülalesinin canını alırım. Bu ülkede 40 bin çocuğun canı alındı! Beş: Çocukların canını alanların, o öğütme makinesinin tamamı bizim hedefimizdir. Silahlar derhal susmalı, insana insanca muamele edilen bir barış ortamı tesis edilmelidir. Kontrgerilla şeflerinin neredeyse tamamını biliyoruz; ‘Bucaklar’dan başlayarak, hepsi ‘1000 operasyon’ çerçevesinde yargılanmalıdır. Altı: Köyü yakılan, şehre göç etmek zorunda bırakılan Kürtler, büyük nüfuslarla buralara geldiğinde, geçinmelerini sağlayacak işler bulamadı. Sokağa mahkum oldular. Sokak yozlaştırıcıdır, sokakta hayat zordur. Kürtler ‘pis işler’e mahkum edildi. İşsizlik sorunu çözülmek zorundadır. ‘Köye dönüş’ gerçekçi değildir. İstanbul’u, Antalya’yı yaşayan hiç kimse Berçelan Yaylası’nda davar gütmeye ikna edilemez. Kentler birbiriyle barışık insan topluluğunun

yaşayabileceği hale getirilmelidir; bu ‘iş’ ve emekçi kardeşliğiyle olur. Yedi: Kürt hareketinin liderliği, “Muhatap olalım mı, olmayalım mı?” tartışmasına gülüp geçiyorum-, Abdullah Öcalan’dır. Muhatap olmak zorundasın! Hatta ‘aracı’larla da olsa, maalesef muhatap oluyorsun! ‘Maalesef’, çünkü, en çok devrimcileri ters köşeye yatıran bir adamdır Öcalan. Koskoca kitleler peşinden sürüklenmekte, Avrupa’da hiçbir yaşamsal derdi olmayan gencecik insanlar kendilerini naylona sarıp –geri dönüşü olmayan yol- onun için kendilerini yakmakta iken, o yakalandığı ve Türkiye’ye teslim edildiği andan itibaren, “Benim annem de Türk, hizmete hazırım,” demiştir. Saddam, dünyanın en pis diktatörlerinden olmasına rağmen, kafası dik ölüme gitti. Maalesef Kürt hareketinin liderliği Öcalan’dır. Sekiz: Kürt hareketinin –maalesefliderliği değişmelidir. Amerikan gazetelerine ilan vermek suretiyle ‘Kürt özgürlük hareketi’ üzerinden nemalananlarla, metropollerin bok çukurlarında yaşam derdinde olan Kürtlerin çıkarı bir ve aynı değildir. Bugün tecrit edildiği yerden, “Sosyalizm bir hayal,” diye açıklamalar yapan ve Fethullah’a, ABD’ye –bunlar 1 milyonun üzerinde Iraklının canını aldıselam gönderen bir Kürt hareketi liderliği, ekleyin Barzani ve Talabani’yi, tek bir Kürdün özgürleşmesini sağlayamaz. Dokuz: Bizim çözümümüz, tüm halkların, tüm dinlerin, tüm mezheplerin kardeşçe yaşayacağı bir ‘Kızıl Ortadoğu Projesi’dir. Sosyalist Ortadoğu Federasyonu’dur. Bunun için, birbirimizin dilini konuşmamız, birbirimizi anlamamız, her şeyin üzerinde, çimentoyu –yani emekçi kardeşliğini- hep birlikte karmamız lazımdır… Ortadoğu’ya proleter devrimler lazımdır!.. Şimdi üçüncü sayfaya dönün, o yazıyı bir kez daha okuyun. Benim de yarım Arnavut, yarım Midilli’den. Arnavutların keçiler gibi, dağlarda çakaralmazlarla Nazileri durdurduğu günleri, ikinci büyük harp yıllarını çocukken öğrenip, bir yarımı, yani Arnavut olmayı kendime kimlik seçmiştim. Kosovalı Arnavutlar ‘bağımsızlık’larını ABD ve Britanya bayraklarıyla kutladığında nasıl bir utanca sürüklendiğimi anlatamam. Lanet olsun o ‘bağımsızlık’a!.. El Salvadorlu olmayı göze alamadığım için, bu büyük utançla yüzleşmeye ve ‘milletsizleşme’ye karar verdim. Bir ‘milletsiz’ olarak kendimi tüm Ortadoğu halklarına emanet ediyorum… Bu arada, ‘aydın’ Yılmaz Abi’dir, milliyetçi olmadı, uzlaşmadı, ‘devrim’ dedi, en afili ödülü alırken yumruğunu sıkıp havaya kaldırdı, memleket hasretiyle öldü. Aslan abim! Şimdi kapağa geri dönülebilir!..


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.