36_

Page 1

Özgecan’ın ardından…

Özgecan’ın cinsel şiddete maruz kalması ve öldürülmesi büyük bir tepki yarattı. Aynı zamanda bütün kadınların maruz kaldığı erkek şiddetinin tüm biçimlerini bir kez daha gözler önüne serdi. › 4

Müzakere süreci “yeni” başladı!

Kamuoyuna “ortak açıklama” gibi iletilse de esasen iki taraf da bilinen tutumlarını bir aradayken ifade etmiş oldular. Böylece müzakere süreci resmen başlamış oldu. › 5

İşçilerin Sesi

İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır

ISSN: 2147-1568 Mart 2015/Sayı 36 Fiyatı: 1.5 TL

Haklarımızı korumak için mücadeleye devam! ■

Okmeydanı Mahmut Şevket Paşa mahallesinde yapılan salon toplantısının ardından, Şişli Belediyesi’ne ve Büyükşehir Belediyesi’ne verilmek üzere dilekçeler hazırlandı. Mahalleli kısa sürede dilekçeleri doldurdu. 9 Şubat günü saat 09.00’da toplanan mahalleli ayarlanan otobüslerle yola çıktı. › 10

■ Kıdem tazminatı hakkı

sürekli tehdit altında

AKP hükümetiyle birlikte iş yasaları değiştirilirken, kıdem tazminatı hakkının gaspına yönelik ön adımlar atılmış, ancak hakkın elden alınması ya da gelecek işçi kuşakları için düzenlemeler yapılarak tazminat hakkının budanması yapılamamıştır. › 11

■ Seçim bitti,

emekçiler mücadeleye devam etmeli

Syriza, avroyu terk etme, yardıma son ve kaos”; Troyka’nın Yunan seçmenlerinin Syriza’ya oy vermesini engellemek için ileri sürdükleriydi. Ama bu tehdit para etmedi. Yunan halkı, bundan etkilenmedi. Yunan halkı, kitlesel bir şekilde radikal sola oy vererek kemer sıkma ve bedel ödeme siyasetini reddetti. Bu nedenle de gurur duyabilir. › 13

“Yeni Türkiye”nin baskı rejimine boyun eğmeyeceğiz!

İÇ GÜVENLIK YASASININ GELECEKTEKI HEDEFI IŞÇILERDIR!

Kamuoyu daha çok 6-8 Ekim Kobané’ye destek ve Gezi eylemleri üzerinden tartışıyor. Toplumsal mücadelenin temel dinamikleri olan işçi, köylü ve küçük esnafın hak arayışı karşısında polis şiddeti gözden kaçırılıyor. Haksızlıklara karşı itirazını ortaya koyan kim olursa olsun, polisin şiddetiyle kolayca karşı karşıya kalıyor. › 3

METAL IŞÇILERI YENI BIR MÜCADELE DÖNEMININ KAPISINI ARALADI...

Grev ertelemesine rağmen grevde ısrar ettik. Ancak tek başına bir sendikanın yapabileceklerinin de sınırlarının farkındayız. DİSK sendikalarının dışında neredeyse hiçbirinden destek görmedik. Türk-İş sendikalarının neredeyse hepsi grev ertelemesini görmemezlikten geldi. › 8-9


2

İşçilerin Sesi

Biz kimiz? Ne istiyoruz? Ne için mücadele ediyoruz? n Bugün

dünyaya egemen olan anlayış, sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan ayrımcılıktan uzak yeni bir toplum olmalı; bu da komünizmdir.

n Rusya’da

1917 Ekim işçi devriminden kısa bir süre sonra, Doğu Avrupa, Çin ve Küba’da daha en başından itibaren “işçi sınıfı ve komünizm” adına yaşananlar işçi sınıfının çıkarlarından uzak, bürokratik ve yozlaşmış rejim deneyimleri olmuştur. Bu rejimlerle işçi demokrasisinin ve komünizmin doğrudan ilgisi yoktur. Komünizm işçi sınıfı ideolojisidir. Onun tarafından ve dünya seviyesinde inşa edilebilir.

n İşçilerin Sesi gazetesi, insanlığın kurtuluşu

olan komünizmi kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezme-ezilme ilişkisinden ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlar. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını savunur.

n İşçilerin Sesi

gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara, burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır.

n İşçilerin Sesi

gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız demokratik ve şeffaf olmalarını savunur. İşçileri ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişek işçi hareketi eliyle işçilerin öz örgütü haline gelmesine çalışır.

n İşçilerin Sesi

gazetesi işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Tüm işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak enternasyonalist komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir komünist enternasyonalin inşası demektir.

n İşçilerin Sesi

gazetesinin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır. Enternasyonalist komünisttir. İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi Aylık süreli siyasi yayın Tarih: Mart 2015 l Sayı: 36 Baskı: Yön Matbaacılık, Davutpaşa Cad. Güven San. Sitesi B Blok, No 366 Topkapı İstanbul. Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi (Kemal C. Sarıoğlu) Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Çalışlar Caddesi No: 49/6 Bahçelievler / İstanbul web: iscilerinsesi.org email: iscilerinsesi@gmail.com

Mart 2015/36

“Yeni Türkiye”nin baskı rejimine boyun eğmeyeceğiz! Türkiye sadece Haziran seçimlerine hazırlanmıyor. Aynı zamanda toplumun tüm kesimlerine dayatılan Yeni Türkiye rejimine karşı mücadele ve direnişlere de tanık oluyoruz. Kadınlar, tecavüz edilerek ölüme, şiddete karşı sokaktalar. Özgecan’ın ölümü, toplumda haklı bir infial yarattı ve Gezi İsyanı boyutuna ulaşmasa da Gezi’yi bize hissettiren kadın eylemlerine tanık olduk; tabii ki, kadınlara yönelik polis şiddetine de tanığız! Veliler, öğrenciler, öğretmenler, Aleviler zorunlu din deslerine karşı bir günlük ders boykotuyla bilimsel, laik, anadilde eğitim istediler. AKP hükümetinin “dindan gençlik” yetiştirme projesine temelden itirazın ilk kitlesel ifadesi oldu. Metal işçileri, grev yasağına karşı fiili grevi sürdürüyorlar. Danıştay’ın Hükümetten istediği “erteleme gerekçesi” Meclisteki İç Güvenlik Yasasının işçi mücadelelerini nasıl hedef alacağının da işareti oldu: Hükümetin grev erteleme gerekçesi TOMA üretiminin aksayacak olmasıdır. İşçilerin insanca yaşayacak ücret ve iş güvencesi talepleri “iç güvenlik” tehtidi sayılmaktadır. Metal işçileri sözleşmelerine ve grevlerine sahip çıkmayı sürdürüyorlar. Patronlar MESS’ten kopup sözleşme imzalıyorlar. Taşeron sağlık işçileri, belediye işçileri, BEDAŞ enerji işçileri, Ülker, Divan Pastanelerinde, Dora Otel’de çalışan işçiler, Kafkas şekerlerinde, BTA’da sendika hakkı için mücadele eden işçiler var. Parlamentoda İç Güvenlik Paketi’ne karşı muhalefetin direnişi, 90 yıllık TBMM’de bir ilki oluşturuyor. AKP meclisteki milletvekili çoğunluğuna rağmen yasa tasarısını meclisten çıkartmakta zorlanıyor. Kamuoyu AKP dışında hiçbir siyasi partinin onay vermediği

bir yasanın meclisten “tekme-tokat” geçirilmesini izliyor. İç Güvenlik paketinin ardından kıdem tazminatı hakkına yönelik yasal düzenlemeler gündeme gelecek. Mühendisler, devlet güdümlü meslek odalarına itiraz ediyor. Meslek odalarının hükümetten bağımsızlığı için mücadele ediyorlar. Köylüler HES’lere karşı direnişte. Toprağına, suyuna, havasına sahip çıkıyorlar. Kürtler “müzakere süreci”ni demokrasi mücadelesine çevirmeek için mücadele ediyor. AKP’nin İç Güvenlik paketine karşı 10 maddelik “demokratik Türkiye” programını çıkartıyorlar. Kobane’de IŞİD’e karşı yürüttükleri mücadeleyle, Ortadoğu’da demokratik siyasetin etkisini artırıyor. Özetle tüm bu küçüklü, büyüklü; çoğunlukla kendi alanıyla sınırlı mücadele ve direnişler geleceğe dair umut veriyor. Aynı zamanda eksiklerimiz de ortaya çıkıyor: Mücadele alanlarını birleştirecek siyasal bir merkez kurulabilmiş değil. İşçi sınıfının çıkarları temelinde topluma yeni bir gelecek sunacak devrimci bir program ortaya konabilmiş değil. Tüm mücadele alanlarını, kendisiyle sınırlı kaldığı müddetçe başarması mümkün değil. Saldırılar sermaye ve hükümet merkezinden kaynaklanırken, bu saldırılara her alan kendi çerçevesiyle sınırlı kalarak bir yanıt veremez; verse de sermaye-hükümet bloğunu geri püskürtemez. Sermaye-hükümet bloğunu püskürtecek olan tüm mücadele alanlarını birleştirecek bir siyasal iradeyi oluşturmaktan geçer ki, tüm alanların ortak noktası, işçi sınıfı zeminidir. İşçi sınıfı zemininde her seviyede örgütlenmek ve mücadele etmek, bugün her zamankinden daha güncel ve gereklidir.


İşçilerin Sesi

Mart 2015/36

3

İç güvenlik yasasının gelecekteki hedefi işçilerdir!

İ

ç güvenlik yasa tasarısı, kamuoyunda daha çok 6-8 Ekim Kobané’ye destek ve Gezi eylemleri üzerinden tartışılıyor. Toplumsal mücadelenin temel dinamikleri olan işçi, köylü ve küçük esnafın hak arayışı karşısında polis şiddeti gözden kaçırılıyor. Haksızlıklara karşı itirazını ortaya koyan kim olursa olsun, öğrenciler, kadınlar , Aleviler, Kürtler ya da taraftar grupları polisin şiddetiyle kolayca karşı karşıya kalıyor. Bundan bir süre önce Gaziantep’te, kendilerine verilmesi gereken dükkanların verilmemesini protesto eden küçük sanayi esnafına gaz sıkmak istemeyen polise, polis amirinin “sık ulan, sıksana” diyerek şiddet uygulaması, iç güvenlik yasasındaki düzenlemelerin hayata geçmesi halinde, hak arayışına giren işçisinden, öğrencisine, esnafından memuruna karşı kim olursa olsun polisin şiddetiyle karşı karşıya bırakacağını gösteriyor. Polis ve askerin mevcut yetkileriyle, işçilere ne yapabildiğinin sayısız örnekleri var: 15-16 Haziran 1970 Genel Grevi, neredeyse tüm 1 Mayıslar, 1990 Zonguldak madeni işçilerinin grevi, mezarda emekliğe karşı yapılan eylemler, Tekel İşçilerinin eylemlerinde polis ve asker şiddeti ilk akla gelen örnekler… Yasa tasarısı ne getiriyor? İç Güvenlik Yasa tasarısı, daha önce çıkarılmış bulunan ve toplumun tamamını özel yaşam hakkına aykırı bir şekilde gözetim ve denetim altına alan MİT Yasası ve Yargıyı yürütmeye bağlayan, her türlü suçlama için “makul” şüpheyi yeterli gören Yargı Paketinin bir parçası. Bu yasanın uygulaması, polis şiddetinin görünen yüzü olacak. Özgürlük-güvenlik dengesi denilerek, özgürlükler güvenlik adı altında kullanılamaz duruma getiriliyor. Barışçı şekilde yapılacak en küçük basın açıklaması dahi güvenlik gerekçesi ileri sürülerek, savcı ve hâkim kararı olmadan kişiler 48 saate kadar gözaltında tutulabilecekler. Gözaltı kararına karşı başvuru yolu

da olmayacaktır. Gözaltındakine karşı bir suç işlenmesi halinde, savcının karakola gelip delil toplama yetkisi dahi olmayacak. Tasarı ile, “Suç işlenmesinin önlenmesi, vatandaşların kendilerini güvende hissetmelerinin sağlanması, can ve mal emniyetinin temin edilmesi, suçun aydınlatılması ve suçluların yakalanması gibi” gibi gerekçeler ileri sürülerek kolluk kuvvetlerine Savcı veya Hâkim kararı olmadan durdurma, arama ve gözaltına alma yetkisi veriliyor. En korkuncu da, kolluğun silah kullanma yetki ve alanlarının genişlemesi. Havai fişek, sapan, yüzün kapalı olması vs. denilerek bunlara karşı hem silah kullanılabiliyor hem de bu şekilde davrananlara ağır cezaların getiriliyor olması. Tasarı ile yapılmak istenilen düzenlemelerden biri de, toplantı ve gösterilerde kişilerin, “kimliklerini gizlemek amacıyla yüzlerini tamamen veya kısmen bez ve sair unsurlarla örterek katılanlar iki yıl altı aydan dört yıla kadar, yasadışı örgüt ve topluluklara ait amblem ve işaret taşıyarak veya bu işaret ve amblemleri üzerinde bulunduran üniformayı andırır giysiler giyerek katılanlar ile kanunların suç saydığı nitelik taşıyan afiş, pankart, döviz, resim, levha, araç ve gereçler taşıyarak veya bu nitelikte sloganlar söyleyerek veya ses cihazları ile

yayınlayarak katılanlar altı aydan üç yıla kadar” hapis cezası verilebilecek. Ceza Hukukunun temel ilkelerinin dikkate alınmadığı bu düzenlemeler en sıradan bir hak arayışı suç kategorisine konularak, soruşturma açılması ve hakim savcı kararı olmadan gözaltına alınmayı kolaylaştırıyor. Grevde, kullanılan sloganlar ve pankart ve afişlerdeki yazı ve resimler “Yasa dışı örgütü andırıyor” gerekçesiyle hem polisin müdahalesini imkanını sağlıyor hem de bu hakkını kullanan işçiler kolayca gözaltına alınabilecek. Sermaye itiraz istemiyor Sözde Bakanlar Kurulu kararı ile ertelenen “Birleşik Metal İşçilerinin Grevi”nin gerekçesinde, toplumsal olayların orantısız güç kullanım simgesi olan “TOMA yapımının aksamasının” gösterilmiş olması dahi, İç Güvenlik kavramının ne kadar genişletilebileceğini gösteriyor. Yasa tasarısının gelecekteki hedefinin kimler olacağını da gösteriyor. “İş güvensizliği” devam edip yeni Soma’lar, Ermenek’ler, Torunlar cinayetleri gereken önlemler alınmadığı için devam edeceğinden, iş cinayetlerine karşı çıkışlar “isyan, grev, ayaklanma” vs. diye adlandırılarak polisin müdahalesine daha açık hedef olacak. Sermaye politikalarının en acı-

masız şekilde uygulandığı, taşeronlaşmanın kural haline geldiği, iş güvenliğinin olmadığı bir sistemde işçilerin sonsuza kadar sessiz kalmaları mümkün değildir. İç güvenlik kaygısı hakim oldukça, iş güvenliğinin de olmayacağı bilinmeli. İş cinayetlerine karşı itirazlar “iç güvenlik” kapsanıda sayılacak ve polis yetkilerini en acımasız biçimde kullanacaktır. Bu nedenle, İç Güvenlik Yasa tasarısının gelecekteki gerçek muhatapları işçiler olması kaçınılmazdır. İktidarda kim olursa olsun, toplumsal olaylar baş gösterdiğinde değişmez olan “gösterinin yasa dışı örgütlerin propagandasına dönüştüğü” klişesidir. Bu tanım geçmişte az da olsa savcı ve hâkimlerin onayına ihtiyaç duyarken, yeni yasa tasarısıyla doğrudan doğruya polis amirlerinin keyfine bırakılıyor. Böyle yaparak hak arayışındaki toplumsal desteğin önünü kesmeye çalışıyorlar. “Susma! Sustukça sıra sana gelecek” sloganın ne kadar gerçek olduğu, polisin sınırsız yetkiyle donatılması halinde, herkesi durdurduğu, aradığı, gözaltına aldığı, hapse attığı, silah sıktığı görüldükçe anlaşılacaktır. Yasanın gelecekteki esas hedefi olan işçi sınıfı, bugünden geleceği için hazırlanmalı, yasa tasarısının geçmemesi için çalışmalıdır. Feyzi ÇELİK


4

İşçilerin Sesi

Mart 2015/36

Özgecan’ın ardından…

Özgecan’ın cinsel şiddete maruz kalması ve öldürülmesi büyük bir tepki yarattı. Aynı zamanda bütün kadınların maruz kaldığı erkek şiddetinin tüm biçimlerini bir kez daha gözler önüne serdi.

Ş

iddet, bütün kadınlara yöneliktir. Tek bir amacı vardır: toplumsal cinsiyet eşitsizliği düzenini sürdürmek Özgecan’ın cinsel şiddete maruz kalması ve öldürülmesi büyük bir tepki yarattı. Aynı zamanda bütün kadınların maruz kaldığı erkek şiddetinin tüm biçimlerini bir kez daha gözler önüne serdi. Özgecan’ın ilk örnek olmadığını biliyoruz. Peki, neden bu kadar infial yarattı? Ailesiyle yaşayan genç ve öğrenci bir kadını olsa olsa bir cani öldürebilirdi. Özgecan, mini etek giymemiş, gece sokakta dolaşmamış, yalnız yaşamayan ve dolayısıyla bu tür bir saldırıyı hak etmeyen bir kadındı. Ya diğerleri? Koca, sevgili, baba şiddetine uğrayanlar, tayt giyenler, gece sokağa çıkanlar, boşanmak istediği için bıçaklanan, kurşunlanan kadınlar, boşandıktan sonra bile can korkusuyla dolaşan kadınlar, devletin bin bir bahaneyle koruma vermediği kadınlar, koruması olsa bile korumasıyla birlikte eski kocaları tarafından öldürülen kadınlar.

Timsah gözyaşlarını bir yana bırakalım! İkiyüzlü politikaları da… Kadınları suçlayan her söz, bilelim ki kadın cinayetlerini artırmaya yarıyor. Şiddetin, cinayetin, tecavüzün erkeklere tanınmış bir hak olduğunu ilan ediyor sadece. Şiddet, bütün kadınlara yöneliktir. Tek bir amacı vardır: toplumsal cinsiyet eşitsizliği düzenini sürdürmek. Şiddetin faili erkektir ve genellikle de en yakınımızdaki erkektir. Şiddetin sonuç doğurması için gerçekleşmesi gerekmez. Şiddet tehdidi de aynı işlevi görür. Özgecan’ın vahşice öldürülmesi de sadece canilerin yapabi-

leceği bir olay değildir. Sıradan erkekler de benzer cinayetler işleyebiliyor. “Elleri kırılsın” demekle de çözülmüyor! Kadınları kontrol ve denetim altında tutmak erkeklere tanınmış bir hak. Kızının gece sokağa çıkmasına izin vermeyen baba, sevgilisine tokat atan erkek, kadınlara annelik kariyerini teşvik eden bakan, kadın – erkek eşit değildir diyen cumhurbaşkanı olduğu sürece kadınlar öldürülmeye devam edecek. Kadın ve erkek arasındaki toplumsal cinsiyet eşitsizliğini besleyen, bu eşitsizlikten güçlenen, erkeklikten faydalanan her erkek Özgecan’ın, her gün şid-

dete, tacize ve tecavüze maruz kalan kadınların failidir. Bugün idam naraları atanlar, elektronik kelepçe, kimyasal hadım önerileri yapanlar, erkek egemenliğine karşı, kadınları güçlendirecek hiçbir adım atmadılar. Özgecan’dan sonra şiddetin önlenmesi için önerdikleri tek şey “pembe otobüs” oldu. “Erkeklerle yalnız kalmayın!” demek bu. AKP bu nedenle “kadın” değil “aile” diyor. Bu nedenle kadınları 27 yaşına kadar evlendirmeye, 30 yaşına kadar da çocuk sahibi yapmaya çalışıyor. “Kadını” değil, “aileyi” korurum, diyor. Ne toplumsal olarak ne hukuk alanında kadınların lehine kararlar almayan hükümet ve yargı kadına yönelik şiddeti durduracağını ilan ediyor. Oysa onlarca kadın örgütünün çabasıyla hazırlanmış 6284 nolu yasayı “biz hazırladık” diye övüneceklerine uygulasalar bile, kadın cinayetlerini önlemede adım atılmış olacak. Bugün pek çok kadın bu kadar baskıya rağmen, her gün öldüren erkeklere rağmen hayatlarını savunuyor, hayatlarına sahip çıkıyor. Banu PAKER

İnce Memed’i yaratan Kürt işçi Yaşar Kemal’i saygıyla anıyoruz!

2

8 Şubat’ta hayata veda eden yazar Yaşar Kemal, ailesi, dostları, yakınları ve okurları tarafından son yolculuğuna uğurlandı. Kemal için ilk tören Teşvikiye Camisi’nde yapıldı. Kemal’i uğurlamak için törene gelenler, cami avlusunu sabahın erken saatlerinde itibaren doldurdu. Cenazeye katılanlar Yaşar Kemal’ın eşi Ayşe Semiha Baban’a taziyelerini sunarken, cenazeye her siyasi eğilimden politikacı ve sanatçı katıldı. Yaşar Kemal’ kendi anlatımıyla tanımlayacak olursak: “Ben sosyalist militanım ve Marksistim. Bunu en geniş anlamda söylüyorum. Militanım derken, kendimi hiçbir zaman

dar kalıpların içine hapsetmedim. Bunu insanın, her yönüyle yüzde yüz bağımsızlığı olarak anladım. Bunu böyle anlarken Marksizmin kurallarını özümsediğimi sanıyorum. Marksizmin insan özgürlüğüne, birey ve düşünce özgürlüğüne bir tuzak olduğunu hiç sanmıyorum. Tam aksine Marksizme bireyin kurtuluşu, insanlığın özgürleşmesi diye bakıyorum. 1844 El Yazması benim için Kapital kadar önemli bir kitaptır. Marks için en büyük değer bireydir. Çünkü o yittiğinde onun yeri hiçbir zaman, hiçbir biçimde bir daha doldurulamayacaktır. Marksizm bana dünyaya bakmak için en aydınlık kapı oldu. Yaşamım boyunca bu düşünceyi yaşamla

ölçtüm, yanıldığını görmedim. ((Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor. Alain Bosquet ile Görüşmeler, 2. Baskı Yapı Kredi Yayınları, İstanbul: 2005, s. 129.) Bu yüzden Sungur Savran’ın haklı ifadesiyle: Şimdi hepsi televizyon kanallarında ve gazete

sayfalarında ahkâm kesiyor. Yaşar Kemal “ulusal birliğin simgesi” imiş. Ölümü dolayısıyla yas ilan edilsinmiş. Adı caddelere verilsinmiş. Yaşarken mahkemelerde, hapislerde süründürdü bu devlet onu! 80’inde hapis cezası verdi! Ne ulusal birliği? Yaşar Kemal sizin düzeninizin yüzüne atılmış okkalı bir şamardı! Yas tutmayın! Sokaklara adını vermeyin! O işçi sınıfının, ezilen Kürt halkının, devrimci gençliğin, bu toprakların çiçeğinin çalısının, kelebeğinin kartalının, arısının buzağısının yüreğinde yaşayacaktır! İnce Memed’le dünyanın bütün ezilmişlerinin dudaklarında dolaşacaktır! O bir kültür eşkıyasıdır! Ya olduğu gibi kabul edin, ya da susun! İS HABER


İşçilerin Sesi

Mart 2015/36

5

Müzakere süreci “yeni” başladı!

D

olmabahçe’deki başbakanlık çalışma ofisinde biraraya gelen hükümet ve HDP heyetleri, birlikte bir açıklama yaptılar. Kamuoyuna “ortak açıklama” gibi iletilse de esasen iki taraf da bilinen tutumlarını bir aradayken ifade etmiş oldular. Böylece müzakere süreci resmen başlamış oldu. Dolmabahçe açıklaması iki eşit taraf arasında müzakerelerin başladığını ve tarafların birlikte çalıştıklarını, karşılıklı taleplerin müzakere edilmeye değer bulunduğunu göstermiş oldu. Müzakerenin aşamaları Kuşkusuz her müzakerenin çeşitli aşamaları var: Savaşan taraflar önce aldıkları tutumlarla (saldırmazlık) müzakereye başlarlar. Sonra savaşan taraflardan biri görüşme yapma isteğini diğerine bildirir (tek taraflı ateşkes). Siyasal çözüm için zeminler bulunur (idam cezasının kaldırılmasından Kürtçe yayın yapma hakkına kadar). Taraflar “güvenlik” konseptiyle İmralı ya da Oslo’da yaptıkları gibi görüşmeler yürütürler. Temsilciler (HDP heyeti ve MİT) esas savaşan taraflar adına mekik diplomasisi yaparlar (İmralı, Kandil, HDP ve Hükümet görüşmeleri). Daha sonra görüşmeler yasal ve resmi bir düzey yakalar ve birlikte açıklamalar yapılır (Dolmabahçe açıklaması). Müzakere mantığı gereği, sonraki süreçlerin olumlu ilerlemesi halinde, tarafların ortak açıklamalar yapmaları, karşılıklı taleplerin belirli düzeylerde kabulü ve savaşan tarafların askeri temsilcilerinin görüşmeleri; PKK liderinin (komutan) olarak kurmaylarıyla (Kandil) görüşmesi; genelkurmayla görüşme. Ve silah bırakma, ordunun bölgeden güçlerini geri çekmesi, koruculuk sisteminin kaldırılması, bölgesel özerk yönetimlerin (AB Yerel Yönetim Şartı vb.) sağlanması. Tüm bu süreçler kamuoyu hassasiyetleri, kamuoyunun ikna edilmesine yönelik siyasal ve programatik açıklamalar yapılarak desteklenecektir. Kuşkusuz, bir yandan provakatif eylemler (Kürtlere ve Kürt siyasetçilerine karşı bir dizi linç eylemi gibi) yaşanabileceği gibi, diğer yandan

Serhıldan’lar, (6-7 Ekim gibi) yaşanacaktır. Tüm süreç, karşılıklı güçler dengesine bağlı olarak çeşitli gelgitler ve zigzaglar yaşasa da birkez sorunun çözümüne odaklanılırsa, geriye sadece zaman sorunu kalır. Ve artık müzakere bir hükümet politikası olmaktan çıkar, devlet politikası katına taşınmış olur. İki ayrı paradigma Birlikte açıklama yapan taraflar iki ayrı programın da sözcüleridir. AKP tarafı, ajandasında 150’ye yakın maddesi olan İç Güvenlik Paketiyle masadadır. Mecliste görüşmeleri devam eden maddelerin neredeyse tümü (Bonzai meselesi işin aslını gizlemeye yönelik bir algı yönetme aracıdır), demokratik rejimlerde olmayacak anti demokratik güvenlik maddeleridir. Mecliste çatışmaya yol açan maddelerdir. HDP heyeti ise, Öcalan’ın 10 maddelik demokrasi paketiyle görüşmede yer alıyor. Öcalan, demokratikleşme mümkün olursa, PKK’ye silah bırakmak üzere kongre toplama çağrısı yapacağını açıklıyor. Öcalan çağrısında, “Asgari müştereğin sağlandığı ilkelerde silahlı mücadeleyi bırakma temelinde stratejik ve tarihi karar vermek için PKK’yi bahar aylarında olağanüstü kongreyi toplamaya davet ediyorum. Bu davet, silahlı mücadelenin yerini demokratik siyasetin almasına yönelik tarihi bir niyet beyanıdır” diyor. Hükümet “vermeden almak istiyor” Hükümet adına Yalçın Akdoğan heyette yer aldı. Akdoğan “Silahların bırakılmasına yönelik çalışmaların hız kazanması,

tam anlamıyla bir eylemsizliğin hayata geçmesi ve demokratik siyasetin bir yöntem olarak öne çıkartılması konusundaki açıklamayı önemli görüyoruz” diyor. Hükümet, müzakere görüşmeleri resmen “yeni” başlamasına rağmen, müzakerenin sonucunda varılacak sonucu en baştan elde etmek istiyor. Bunun iki nedeni var: Birincisi, AKP hâlâ geleneksel devlet refleksi gösteriyor; “teröristlerle görüşme” kompleksinden kurtulmamışlar ve bu nedenle kamuoyunun algısını yönetmek üzere “onlar silah bırakacaklarını açıkladılar biz de müzakereye başladık” demek istiyor. İkincisi de kamuoyuna “HDP AKP ile seçim öncesi anlaştı” imajını vermek istiyor. HDP’ye oy vermek isteyen ama “HDP AKP ile anlaştığı için mi seçimlere parti olarak giriyor” sorusunu soranların kafasındaki kuşkuları artırmak istiyor. “HDP barajı geçmeyip AKP’ye destek verecek” yanlış yargısını kuvvetlendirmek ve HDP’ye oy vermek isteyen (özellikle de Alevi ve CHP’li kesimlerde) şüpne uyandırıyor, oy vermemelerini sağlamak istiyor. AKP, HDP’nin barajı geçmesini istemiyor. Yeni Anayasa AKP, müzakere sürecini seçimleri kazanmak ve yeni Anayasa yoluyla Tayyip Erdoğan’ı Başkan yapmak, başkanlık sistemini Anayasa maddesi haline getirmek isitiyor. İç Güvenlik Paketinde olduğu gibi, Anayasa ve Başkanlık sistemi isteği de, gerçek manada güvenlik ve demokratik bir Anayasa talebine değil, AKP siyasetinin 2023 hedefiyle ilgilidir. AKP, intikamcı bir anlayışla

Kemalizmin yerine Erdoğanizmin almasına yönelik kurgulanmış bir siyasete sahip olduğunu her vesileyle ifade ediyor. AKP, tek parti eleştirisiyle siyasal yükselişini sağlamıştı, kendi tek parti sistemini kurmak üzere hedefe kitlenmiş durumdadır ki, seçimler, müzakere süreci, yeni Anayasa “cehenneme” ulaşan “iyi niyet” taşlarıdır. Bu noktada HDP ve Kürt demokratik hareketinin tutumu, faydacılık ile demokratik cumhuriyet talebi arasında yer yer gidip gelen zigzaglar çizmektedir. Kamuoyunda “HDP AKP ile anlaştı” algısının kolayca karşılık bulmasının tek nedeni sosyal şovenizmin gücü değil, bu iki vitesli müzakere yöntemidir. Öcalan’ın “başkanlık konusunda AKP’ye destek veririz” demiş olması (görüşme tutanakları) işte bu pragmatizmin bir ifadesidir. Türkiye sosyalist hareketinin güçsüzlüğü, bağımsız bir siyasal kuvvet olarak taleplerini ve mücadelesini işçi sınıfı zemininde güçlendirmemesi, AKP karşıtlığı ve laiklik ekseninde yürüttüğü eksik mücadele çizgisi, Kürt demokratik hareketinin savrulmaları karşısında engelleyici bir rol oynamamasına yol açıyor. Bugünkü konumuyla sosyalist ve işçi hareketi, Kürt demokratik hareketini doğru kavramıyor ve desteğini de ya vermiyor ya da yanlışlarına da destek vererek, demokrasi mücadelesinin doğru bir çizgide ve zeminde yürüyüşüne katkı yapmamış oluyor. İhtiyacımız olan, mücadelenin soyut demokrasi talepleriyle sınırlı kalmaması, mülkiyet meselesi akılda tutularak somutlanmasıdır. Can ATEŞ


6

İşçilerin Sesi

Mart 2015/36

HDP’ye oy ver, devrimci işçi partisini inşa et!

H

aziran’da yapılacak milletvekili seçimleri, sermayenin destek verdiği AKP’nin “Yeni Türkiye” siyasetinin oylanması olacak. AKP 4. İktidar dönemine 400 milletvekili hedefiyle hazırlanıyor. Anayasa değişikliği ve Başkanlık sistemiyle, sadece Tayyip Erdoğan’ın başkanlığı hedeflenmiyor; taşeron sistemi, grev erteleme, sendikasızlaştırma, kıdem tazminatı fonu da oylanacak. Sermaye sınıfının ve AKP’nin çıkarları her geçen gün ortaklaşmaktadır. Her ikisi de farklı düzeylerde “kriz” beklentisi içinde. Sermaye, grevlere dayanamayacak durumda. AKP ise, Gezi İsyanı ve ardından 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları yoluyla iktidar bloğunu dağıtmış, Suriye politikasında kaybetmiştir. İktidarına yönelik tehdit algısı içindedir. İşte bu yüzden, İç Güvenlik Paketi hem sermayenin hem de AKP’nin çıkarlarına hizmet ediyor. AKP’nin pervasız gidişinin hızını kesecek olan ne “CHP-M-

HP” birlikteliği ne de tek başına CHP’dir. Çünkü bu ittifak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde görüldüğü gibi, başarısız olmuştur. İktidara, sermaye sınıfına karşı işçi sınıfının bağımsız devrimci siyasi gücü, partisi oluşturulamamıştır. Bu durumda, Komünist Manifesto’da Marks ve Engels’in, “çeşitli muhalefet partileri karşısında komünistlerin durumu” başlıklı bölümde ifade ettikleri gibi “Komünistler işçi sınıfının acil hedeflerinin gerçekleştirilmesi, geçici çıkarlarının sağlanması için savaşırlar; (...) hareketin geleceğini temsil eder ve korurlar” (...) “komünistler her yerde kurulu sosyal ve siyasal düzene karşı her türlü devrimci hareketi desteklerler. Bütün bu hareketlerde, o sıradaki gelişme düzeyi ne olursa olsun mülkiyet sorununu hareketin baş sorunu olarak öne çıkartırlar” diyebiliriz. AKP’ye demokratik talepler ekseninde karşı duracak birleşik bir seçenek, mevcut güçler dengesi içinde HDP etrafında top-

lanabilir. Haziran seçimlerinde yüzde 10 barajını aşma hedefi, 12 Eylül barajlarından birini yıkmak anlamına geleceği gibi, AKP’nin ve sermayenin politikalarını frenlemek yönünde adım olacaktır. Devrimci komünistler için 7 Haziran seçimleri için izlenecek taktik tutum, sadece AKP’nin geriletilmesi, siyasal hedeflerine ulaşacak sayıda milletvekili çıkartmasının engellenmesi değildir. Bu vesileyle yanyana gelen demokratik muhalefeti, seçim ertesinde de sermayenin ve AKP’nin politikalarına karşı ortak bir mücadele hattına taşımaktır. Bu, Kürtlerin, kadınların, Alevilerin, işçilerin, kentsel dönüşüm mağdurlarının kurtuluşu olmasa da, onların mücadelesine destek demektir. AKP’nin dizginsiz ve pervasız gidişine; gerici, otoriter, sömürücü politikalarına belirli bir düzeyde fren anlamına gelir. HDP demokratik bir muhalefet partisidir; kökeninde Kürt halkının demokratik mücadelesi vardır. HDP kendini radikal

demokratik bir parti olarak görüyorken, ¬ona ayrıca proleter devrimci bir öz atfetmenin siyasi bir karşılığı yoktur. HDP’ye oy vereceğiz, ancak gücümüzün elverdiği oranda komünist propagandayı sürdüreceğiz ve işçi sınıfının devrimci mücadelesi olmaksızın bu düzeni değiştiremeyeceğimizi açıklayacağız. Öte yandan, kimi sosyalist, devrimci çevrelerin bağımsız aday girişimleri olabilir veya boykot çağrısı yapabilirler. Bugünkü siyasal durumda bu taktiklerin somut karşılığı propaganda düzeyini aşamayacağı için, “HDP’ye oy ver komünist propagandanı sürdür, devrimci işçi partisini inşa et!” taktiğinden daha ileri bir hamle olmayacaktır. Sonuç olarak, komünist devrimcilerin taktik tutumları HDP’ye oy vermek olurken, stratejik hedefleri işçileri sınıf mücadelesi temelinde her düzeyde örgütlemek ve devrimci işçi partisini inşa etmek olmalıdır. İşçilerin Sesi

Ermenekli Madenci Eşi: “Neyle Gurur Duyuyorsunuz?”

E

rmenek’te hayatını kaybeden 18 madencinin ailesine verilecek evlerin tapularının dağıtıldığı törende AKP’li bakanlar protesto edildi. Bakan Taner Yıldız ile Bakan Lütfi Elvan, konuşmak için kürsüye çıktıkları sırada, dışarıdan özel olarak şakşakçı olarak getirlmiş AKP’liler “Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganı atmaya başladı. Bu slogan, madenci eşlerinin isyanına yol açtı. Ayağa kalkıp “Siz neyle gurur duyuyorsunuz?” diye bağıran kadınlar, salondan çıkartıldı. 28 Ekim’de Karaman Ermenek’te, Has Şekerler adlı maden ocağında çalışan 18 maden işçisi, maden ocağını su basması sonucunda hayatını kaybetmiş, madencilere haftalar sonra ulaşılabilmişti. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), iş ci-

nayetinde hayatını kaybeden işçilerin ailelerine birer ev satın aldı. AKP’li bakanlarda seçim propagandası için törene katılınca, madenci eşleri patladı. Ölen işçilerden Mehmet Tokat’ın eşi Zeynep Tokat, ayağa kalkarak “Neyle gurur duyuyorsunuz? Bizim acımız var. Canlarımız gitti. Ne demek gurur

duyuyorsunuz” diyerek tepki gösterdi. Yine ölen madencilerden Tezcan Gökçe’nin eşi Ayşe Gökçe de tezahüratta bulunanlara sert tepki gösterdi. Ayşe Gökçe, “Ne verdiniz de gurur duyuyorsunuz siz? Bize bir şey verdiğiniz yok. Biz bir şey istemiyoruz” diyerek bakanları ve tezahürat yapanları protesto

etti. Bakan korumaları, Gökçe’nin tepkisini ifade etmesinin önüne geçmeye çalıştılar. “Benim iki acım var. Sakin olamam ben. İki yiğidimi yitirdim ben. Aklımı yitireceğim” diyen Gökçe, haklı tepkisini sürdürdü. Bu tepkileri duymazdan ve görmezden gelen bakanlar, hiçbir şey olmamış gibi konuşmalarına devam ettiler. Zeynep Tokat, slogan atanların yanına giderek “Neyle gurur duyuyorsunuz siz? Bizim çektiğimiz acıyı biliyor musunuz? Neyle gurur duyuyorsunuz?” dedi ve salonu terk etti. Tokat, salonun dışında bekleyenlere de seslenerek, “Sizin yüzünüzden bunlar başımıza geldi. Bir Soma yasası çıkardınız başımıza. Neyin gururunu duyuyorsunuz. Bize Cumhurbaşkanı, Başbakan ne yaptı? Gelip başsağlığında bile bulunmadılar” dedi. İS HABER


İşçilerin Sesi

Mart 2015/36

Merkez Bankası-Erdoğan kavgasının ardında ne var? Siyasetçiler, burjuvazinin çıkarları ile iktidarları arasında her zaman denge kuramayacağını bildiği için, seçilmiş hükümetleri devre dışı bırakıp, bürokrasi üzerinden işlerini yürütmek ister.

S

on birkaç yıldır eski Başbakan Erdoğan ve yandaş basın tarafından, Merkez Bankası Başkanına karşı bir kampanya yürütülüyor. AKP yanlısı iktisatçılara ve her konunun uzmanı olan Erdoğan’a göre, “ekonomi iyiye gittiğine, enflasyon düştüğüne ve dışardaki faizler sıfıra yaklaştığına göre”, Merkez Bankası’da yüzde 10’lar seviyesinde devam eden faizleri düşürmeli, piyasaları rahatlatmalıydı. Onlara göre, yüksek faiz uygulaması, “Türkiye ekonomisine zarar vermekte ve büyümeyi engellemekte”dir. Ekonomide işlerin iyi gitmediği kadar, büyümenin de gerilediği bir gerçek olmasına karşın, bu ısrarlarını sürdürdüler. Halbuki, iktidara geldikleri 2002 yılından beri, yüksek faizin getirdiği sıcak para ile ekonomiyi döndürmeye alışmışlardı. Son birkaç yıldır dünya çapında devam eden ekonomik kriz nedeniyle sıcak para akışı gerilemişti. AKP, Merkez Bankası’na doğrudan müdahale etmek istemesine karşın, mevcut yapısı ve uluslararası bağlantılar nedeniyle bunu yapamıyor. Bunun öfkesiyle, Erdoğan Merkez Bankası yönetimini hedef alan konuşmalar yapıyor, banka yönetimini “paralelci” ilan ediyor, “vatanı satmak”la suçluyor. Merkez Bankası’nın işlevi Kapitalist ekonomi içinde Merkez Bankası, faiz ve diğer mali araçları kullanarak, parayı yönetmektedir. Bir başka görevi de, enflasyonu denetim altında tutmaktır: Kapitalizmin geldiği aşamada finans kapital belirleyici bir rolü olduğundan, burjuvazi bu gücü elinde tutmak ve siyasetin müdahalesini engellemek için, merkez bankalarını bağımsız olarak hareket edecek şekilde düzenlemiştir.

Burjuvazi, siyasetçilerin, sermayenin çıkarları ile hükümetler arasında her zaman denge kuramayacağını bildiği için, seçilmiş hükümetleri devre dışı bırakıp, bürokrasi üzerinden işlerini yürütmek ister. Onlara göre, ekonomik krizlerin önlenmesinde, aşılmasında ve enflasyonun düşürülmesinde, parasal istikrarın sağlanması önemlidir. Bunu da merkez bankaları gerçekleştirebilir. Eğer siyaset bu alana müdahale ederse, istikrar bozulabilir. Bu nedenle siyaset ile ekonominin yönetimi ayrıştırılmalıdır, merkez bankaları siyasi müdahalelerin önünü kesmelidir. Türkiye’deki 2001 krizini ardından uygulanmaya başlayan “kemer sıkma programının” en önemli araçlarının bağımsız kurullar olduğunu hatırlayalım. Bank Asya operasyonu AKP’nin para kuruluşları eliyle cemaatin bankasına (BankAsya) el koymasının yarattığı endişe devam ediyor. İş Bankası’na da el konacağı söylentisi var. Bu ortamda Hükümet dışı sermaye çevrelerinden “Merkez Bankası bağımsızdır, siyaset müdahale etmemelidir” deniyor. Ancak yine de Merkez Bankası’nın “enflasyon hedeflemesi” adı verilen bir uygulama ile ücretliler üzerinde baskı uygulamasına karşı çıkmıyorlar. Bankanın açıkladığı enflasyon

hedefine göre, örneğin memur maaşlarına gerçek enflasyondan düşük bir zam yapılırken, Erdoğan’ın bir şikâyeti olmuyor. Sıkı bütçe adı verilen bu uygulama, gerçek enflasyon karşısında emekçilerin alım güçlerini düşürülmesine hizmet ediyor. Merkez Bankası’nın belirlediği faiz oranları, özellikle iç borçlanma ve tüketici kredilerinin faizleri üzerinde belirleyici oluyor. Yüksek faizler yatırım ve tüketimi frenliyor, ekonominin küçülmesine, piyasanın dönmesini neden oluyor. 2015 Haziran seçimleri Erdoğan, genel seçimler öncesinde ekonomiyi değil, seçim başarısını düşünüyor. Erdoğan ve AKP yönetimi, hem ellerini daha serbest bırakacak hem de piyasayı canlandıracak olan, faizlerin düşmesine bel bağlamış durumdalar. Seçimi kurtarmak için merkez bankası sistemini zorlamalarının ve yönetimini hedef almasının altında, sadece Merkez Bankasına söz geçirememek değil seçim hesapları da yatıyor. Seçim öncesi AKP’nin popülist politikalar (belediyeler üzerinden yapılan yardımlar vb.) izlemesinin emekçilere bir yararı olmayacak. Seçim sonrasında olası bütçe açığını kapatılması için vergi ve zam yağmurunun; kemer sıkma kararlarının gelmesi söz konusu olacaktır. Ufuk DEMİRCİ

7

Grev ertelemenin gerekçesi TOMA... Birleşik Metal-İş’in 44 fabrikada 15 bin işçi için 29 Ocakta ilk etabını başlattığı grev, ikinci gününde ertelenmişti. İkinci etap 19 Şubat’ta başladı ve bu da iki gün devam etti. Sendika Danıştay’a başvuru yaparak, grev ertelemesine itiraz etti. Danıştay da Başbakanlık’tan grev ertelemenin gerekçesini sordu. Başbakanlığın Danıştay’a gönderdiği ve 33 sayfayı bulan savunmada, grev ertelemesine gerekçe olarak Toplumsal Olaylara Müdahale Aracı (TOMA) üretiminin durması oldu. Gerekçeler arasına koyulan İçişleri Bakanlığı’nın da 19 Şubat 2015 tarihli yazısında da, “Söz konusu grev ile ilgili olarak, kararın uygulanmasına başlamadan önce 21-30 Ocak 2015 tarihleri arasında 9 ilimizde 13 bin 944 kişinin katılımı ile 38 eylemin düzenlendiği” belirtildi. Bakanlık yazısında, erteleme kararının ardından da, Bakanlar Kurulu erteleme kararını protesto etmek amacıyla 27 ilde 69 eylem düzenlendiği belirtilerek, bu eylemlerde çeşitli afişlerin de asıldığına dikkat çekildi. Başbakanlık savunmasında, Ekonomi Bakanlığı’nın 17 Şubat 2015 tarihli yazısı da erteleme gerekçeleri arasında gösterildi. Ekonomi Bakanlığı yazısında, “2014 yılı ihracatı 24 milyar dolar olan otomotiv ana ve yan sanayi, 9.6 milyar dolar olan makina ana sanayi, 2.7 milyar dolar olan beyaz eşya ve 2.4 milyar dolar olan kablo üretimi sektörlerinin olumsuz etkileneceği öngörülmektedir” denildi. Başbakanlık, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’nden 16 Şubat 2015 tarihinde alındığı belirtilen yazıda, “savunma sanayiinde dışa bağımlılığının azaltılması ve yerli üretimin güçlendirilmesi” hedefine değinilerek, “Ertelenen grevin yapıldığı işyerlerinde üretilen malzemelerden kayda değer bir kısmının başta TSK olmak üzere güvenlik, istihbarat ve savunma sanayi kuruluşlarımızın ihtiyacının olduğu” belirtildi. Başbakanlık savunmasında 7 sayfa, Birleşik Metal-İş Sendikası’nın grev kararı aldığı işyerlerinde üretilen TOMA ve benzeri zırhlı araçların fotoğraflarına, dört sayfa da bu araçların adlarının sıralandığı listeye ayrıldı. Başbakanlık savunmasında yer alan listelerde, birden çok firmanın TOMA ve zırhlı araç ürettikleri görülürken, Ekonomi Bakanlığı’nın belirttiği beyaz eşya, kablo ve yan sanayi firmalarına değinilmedi. İS HABER


8

İşçilerin Sesi

Mart 2015/36

DİSK’li işçiler eylemleri sıklaştırdı...

Metal işçileri döneminin ka

D

İSK Birleşik Metal-İş Toplusözleşme Uzmanı. İrfan Kaygısız ile grev sürecini değer-

lendirdik.

Sağlık işçileri işgalde! Maltepe Üniversitesi Hastanesinde çalışan ve DİSK Devrimci Sağlık-İş’e üye oldukları için işten atılan ve 80 gündür direnen işçiler, yönetim köşkünü işgal ederek, atılan işçilerin geri alınmasını istedi. DİSK Genel Sekreteri ve Dev Sağlık-İş Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu 20 kadın işçiyle birlikte yönetim köşkünü işgal etti. İçeride kadın işçiler kapıda erkek işçiler karşılıklı olarak sık sık ‘Direne direne kazanacağız’ sloganları attılar. Polisin müdahalesiyle 35 işçi önce gözaltına alındı; ilerleyen saatlerde işçiler serbest bırakıldı. Limter-İş’ten “kasa kitleme” eylemi Adore Oyuncak Fabrikası’nda DİSK’e bağlı Limter İş sendikasına üye oldukları için işten atılan işçiler, direnişlerinin 10. gününde fabrikanın satış mağazasında kasa kilitleme eylemi yaptı. İstanbul’da 28 Şubat akşam saatlerinde Kadıköy Caddebostan’da Adore Oyuncak Fabrikası’nın satış mağazasına gelen bir grup işçi raflardan çocukları için beğendikleri oyuncakları aldıktan sonra kasaya geldiklerinde oyuncaklar için istenen parayı ödeyemeyeceklerini söyledi. İşçilerin kasa kilitleme eylemi sırasında uzun kuyrukların oluştuğu mağazada Limter-İş sendikası yöneticileri ve işçiler mağazada bulunanları alışveriş yapmamaya, protestoya katılmaya, dayanışmaya çağırdı. Divan Pastesi işçileri sendika istiyor Koç Holding’e bağlı Divan Pastaneleri’nde çalışan işçilerden 52’si DİSK Gıda-İş’e üye oldukları için işten atılmıştı. 18 Şubat’ta fabrika önünde direnişe başlayan işçiler bugün Divan Otel önüne yaptıkları yü-

rüyüşte Ali Koç’a seslendi: “Sen hiç işten atılma korkusu yaşadın mı?” Divan Otel önünde gerçekleştirilen basın açıklamasını okuyan DİSK Gıda İş Genel Sekreteri Seyit Aslan, “’53 işçiyi keyfi bir şekilde tazminatsız işten atamazsınız” dedi. Aslan, Ali Koç’a seslenerek, “Sen hiç işten atılma korusu yaşadın mı? Hiç asgari ücretle yaşadın mı?Neden endişeleniyorsun?” diye sordu. Aslan açıklamada ayrıca, “Sendika hakkına saygı göstermeyi öğreneceksiniz. Disiplin yalanına kargalar güler. Biz çözüm için buradayız. Çözüm çok basittir. İşçilerimizi işe geri alın, sendikalı çalışma hakkına saygı gösterin” diye konuştu. Ülker işçileriyle uluslararası dayanışma 17 Şubat’ta Direnişlerinin 114. gününde Ülker işçilerine uluslararası dayanışma ziyareti gerçekleştirildi. Uluslararası Gıda İşçileri Federasyonu (IUF) ve Yıldız Holding’in satın aldığı İngiltere ve Belçika’daki fabrikalarda örgütlü sendikaların temsilcileri, Ülker işçilerini Topkapı’daki fabrika önünde ziyaret ettiler. Saat 14.30’da “Long Live International Solidarity” (Yaşasın Enternasyonal Dayanışma), “Yaşasın Sınıf Dayanışması” sloganlarıyla fabrika önüne gelen Uluslararası Gıda İşçileri Federasyonu heyeti ve DİSK Gıda-İş temsilcileri konuşmalar yaptılar. Yıldız Holding’in İngiltere’de satın aldığı United Biscuits işçileri adına yapılan konuşmada, İngiltere Gıda İşçileri Sendikası’ndan (GMB) Suart Fegan, bu ziyareti İngiltere’deki işçiler adına gerçekleştirdiğini, sorunların ortak olduğunu ve gerekeni yapmaya hazır olduklarını ifade etti. Yıldız Holding fabrikalarında çalışan Belçikalı işçiler de dayanışma duygularını belirttiler.

İşçi sınıfı ve sermaye açısından metal işkolunun konumu nedir? Çalışma koşulları nasıl? Metal işkolu birden fazla nedenle önemli bir işkolu. Birincisi Türkiye sanayisinin temel dinamiği metal fabrikalarıdır. İhracat açısından da böyle. Sanıldığı gibi tekstil işkolu ihracatta birinci sırada değil artık. Metal işkolu ön sıralarda. Sanayinin temel dinamiği ve aktörü halinde. İşçi sınıfı hareketi açısında bakıldığında da sendikal örgütlülüğün en yüksek olduğu alan. Hangi sendikalarda örgütlü olduğundan bağımsız olarak işçilerin yüzde 20’si sendikalı. Sektörde resmi istatistiklere göre bir buçuk milyona yakın işçi çalışıyor. Bu işçilerin büyük kısmı genç işçi, dolayısıyla talepleri yoğun. Ortalama ücretler ikramiye dahil bin 400 - bin 500 lira. İşçiler, çok ağır koşullarda bu paraya çalışmak istemiyorlar. Bu paraya gider AVM’de çalışırım diyorlar. Çalışma saatleri haftalık 45 saat. Fiili çalışma süresi bu değil tabi. Bu ücretlerle yaşamak mümkün olmadığı için, hafta içi ve hafta sonu mesaiye kalınıyor. Sektörün önemli bir bölümü üç vardiya. İki vardiya olan işyerleri de var. Toplusözleşme talepleriniz nelerdi? İlk talep tabii ki ücretler oluyor. Sektörde üç grup işçinin varlığından sözedebiliriz. Birinci grup işçiler, 2002 yılından önce işe girmiş işçilerdir. Eski işçiler. Enflasyonun yüksek olduğu dönemde işe girmiş işçiler. Bunların ücretleriyle 2002 sonrasında işe girmiş işçilerin ücretleri arasında ciddi bir uçurum var. Çünkü çift haneli, yüzde 70’lerde seyreden enflasyonlardan yüzde 10’lara çekilen resmi enflasyon olunca, ücretler arasında ciddi bir uçurum meydana geldi. Üçüncü grup ise, son üç, dört yılda işe

giren genç işçiler ki, bunların ücretleri de son derece düşük. Öncelikli olarak bu dönem ücretler arasındaki makasın kapatılmasına yönelik bir politika geliştirdik. İblağ dediğimiz tamamlama yoluyla önce en düşük ücretli çalışanların ücretini belirli bir seviyeye getirmek istiyoruz, ilk giriş ücretini belirlemek istiyoruz. Tamamalamanın ardından orta kademedeki işçiler için iyileştirme ve ardından ücret zammının yapılmasını istiyoruz. Bizim belirlediğimiz ilk giriş ücreti, taban ücret bin 180 liradır. İkramiyelerle bu ücret bin 570 lira civarına çıkıyor. Teklifimizde sektör açısından en düşük ücret bu olmalı, dedik. İki temel talebimiz de çalışma sürelerinin düşürülmesini istiyoruz; 45 saat olan iş haftası 37,5 saat olsun istedik. Bir de vergi dilimleri ücret zamlarını ikinci altı aydan sonra alıp götürüyor. Yüzde 15 diliminden sonraki dilimlerde kesintileri işveren ödesin istedik. Grev ilk günün sonunda Bakanlar Kurulu kararıyla ertelendi. Grevin erteleneceğini düşünmediniz mi? Düşündük tabi. Bu kadar hızlı erteleneceğini tahmin etmedik. Önceki grev ertelemeleri 8-10 gün sonra yapılmıştı. 29 Ocak Perşembe günü greve çıktık. Grev ertelemenin Resmi Gazete’de yayınlanması Cuma günü saat 15.00


İşçilerin Sesi

Mart 2015/36

yeni bir mücadele apısını araladı... neredeyse hiçbirinden destek görmedik. Türk-İş sendikalarının neredeyse hepsi grev ertelemesini görmemezlikten geldi.

civarında oldu. Grev ertelendikten sonra işçilerin işbaşı yapması beklenir. İşçiler gece vardiyasına gitmedi. Cumartesi ve Pazar günleri de işe gidilmedi. Böylece dört gün grev yapılmış oldu. Patronlar da işbaşı yapılması konusunda ısrarcı olmadılar. Hem işçilerin biraraya gelmesini önlemek istediler hem de işçilerin tepki göstermelerine yol açmak istemediler. Pazartesi günü işbaşı yaptık ama işyerlerinde beklenen üretim çıkmadı. Şu an durum nedir? 44 işyerinde greve çıkacaktık (38 şirket). 6 şirket MESS’ten ayrıldı. Ayrılma işlemi resmi olarak tamamlanınca sözleşme imzalanacak. Bazı işverenlerle de görüşmeler sürüyor. İşçi arkadaşlarımız ise, sözleşmenin imzalanması için işverenlere baskı yapan eylemliliklerini çeşitli düzeylerde sürüdürüyorlar. İşverenler bu baskıya fazlaca direnemeyecektir. MESS’ten ayrılın ya da maliyetine katlanacaksınız. İşçi arkadaşlarımız grevin ertelenmesini ve patronların haksız, kanunsuz tutumlarını görüyorlar. Grev ertelenmesine rağmen grev hakkına sahip çıkan bir tutum sürüyor. Grev ertelemesine rağmen grevde ısrar ettik. Ancak tek başına bir sendikanın yapabileceklerinin de sınırlarının farkındayız. DİSK sendikalarının dışında

İşkolunda en çok üyeye sahip olan Türk-İş’e bağlı Türk Metal sendikası. Türk Metal nasıl bir sendika? Türk Metal, 12 Eylül öncesinde Kırıkkale ile sınırlı kalan yerel bir sendika aslında. 1983 yılında sendikalar kanunuda değişiklik yapıldı ve noter şartı getirildi. Ancak mevcut sendika üyelerine bu şartı uygulamayalım, yeni üye olacaklara uygulansın dendi. EK 3 adı verilen bir belge ile her işyerinde sendikalı işçilerin isimlerinin ilan edilmesine karar verildi. Bu listelere itiraz olmazsa, o işçiler o sendikanın üyesi sayıldı. MESS, Maden-İş gibi işçi sınıfı tarihinde etkili olmuş bir sendikal deneyimi yaşadığı için, hemen harekete geçti ve MESS’e bağlı işyerlerinin neredeyse tümünde EK 3 belgeleri Türk Metal için dolduruldu, ilan edildi ve itiraz süresi dolunca da bu işçiler Türk Metal üyesi sayıldı. DİSK üyeleri, hatta bir kısmının haberi bile olmadan Türk Metal üyesi yapıldılar. Sonuç olarak sermaye kendi eliyle bir sendika kurmuş oldu. Bu ideolojik bir laf değil, somut bir durumdur. O tarihlerde Milliyet Gazetesinden Teomen Erel bu durumu apaçık yazmıştı. Sendikayı kuran MESS olunca, Türk Metal yönetimi de bu diyeti 30 yıldır ödemeye devam ediyor. Üstelik Türk Metal ile MESS arasında iktisadi ilişkileri de var. Hem karşılıklı işbirliği ve etkinlikler bağlamında hem de el altından yürüyen maddi çıkar ilişkileri olduğunu da biliyoruz. Türk Metal’in hem çalışma yöntemi hem de felsefesi bakımıdan “mafyatik bir sendika” olduğunu da söyleyebiliriz. Bir dönem siyasal bir role de soyundular. Parti kurmayı denedi. Milliyetçi hatta faşizan bir söyleme dayalı bir içerikte Avrasyacı oldular. Av-

rupa karşıtlığı sebebiyle Avrupalı örgütlerden atıldı veya istifa etti. Balkanlarda ve Ortaasya’da sendikal birlikler kurmaya soyundu. Sendikal zemin dışında bir başka siyasal faaliyet de sürdürdü. İtirafçıların ifadelerinde birçok JİTEM toplantısının Türk Metal salonlarında yapıldığını öğrenmiş olduk. Eski Türk Metal yöneticilerinin açıklamaları var. Devletin bir kanadıyla açık bir siyasal faaliyet yürüttü. Eski Genel Başkan Mustafa Özbek Ergenekon davasından tutuklanmadan önce çeşitli mesleklerden 100 kadar kişiyi Türk Metal’de “uzman” olarak gösterilerek doğrudan kaynak aktarıldığı ortaya çıktı. Kıbrıs’ın büyük çoğunluğu Mustafa Özbek’in. Şimdiki genel başkan Özbek’in kara kutularından biriydi. Bu nedenle Türk Metal herhangi bir sarı sendikadan farklıdır ve ona karşı alınacak tavır da farklı olacaktır. Somut bir örnek vereyim: Bosch fabrikası işçileri Türk Metal’den ayrılıp Birleşik Metal-İş’e geçmek istediler. Bursa’da hiçbir otobüs firması DİSK’e araç kiralamayı kabul etmedi. Başka bir ilden otobüs kiralamak zorunda kaldık. Bütün şirketler sermayece tehdit edildi. Servis verirlerse onlara iş verilmeyeceği söylendi. Çalışma Bakanlığı bizim yetki başvurumuzu incelemesi gerekirken, daha sonra yapılan Türk Metal’in başvurusunu incelemeye aldı. Bosch işçisinin sendika değiştirmesi tetikleyici bir etki yapacağından korktular. Sermaye, hükümet, Türk Metal elbirliğiyle işçinin iradesini kırdılar. Hatta uluslararası sermaye bile devreye girdi. Bosch ürünlerinin Mercedes araçlarında kullanılıyor olması sebebiyle, işçilerin Birleşik Metal’e geçişleri halinde üretimin aksayabileceğine kanaat getirdiler ve müdahale ettiler. Türk Metal etkinlik alanı kendisi dışında sermaye ve devletçe genişletilen bir sendika. Yunus ÖZTÜRK

9

Direniş 200’üncü günde... Enerji-Sen üyesi 27 işçi güvenceli iş istedikleri için BEDAŞ tarafından işten atılmıştı. İşçiler 2 Mart’ta, yani direnişin 200. gününde “Can güvenliğimiz için direniyoruz” diyerek yürüdü. Direnişteki enerji işçilerinin yürüyüşüne emekten yana çok sayıda kurum, siyasi parti ve milletvekilleri de destek verdi. 4 yıldır BEDAŞ önünde direniş çadırının eksik olmadığını söyleyen işçiler CLK’nın işçiye de halka da düşman olduğunu belirterek, “işçiler kendi talepleriyle, enerji hakkı talebini birleştirdiğinde zafer kazanacak” dedi. Nakliyat-İş üyeleri kazandı Çankaya Belediyesi’nin çöp ve atık kâğıt toplama işlerini yapan Norm-Altaş isimli taşeron firma 23 Şubat tarihinde 4 işçiyi çeşitli bahanelerle işten çıkardı. 650 işçinin çalıştığı şirkette, DİSK’e bağlı Nakliyat-İş Sendikası bir süredir örgütlenme faaliyetleri yürütüyordu. Ancak sendikaya üye olan işçilere sendika üyeliğinden istifa etmeleri için baskı uygulanıyordu. 20’ye yakın işçinin yerleri değiştirilirken, 4 işçi işten atıldı. Norm-Altaş işçileri, 4 işçinin işten atılmasını ve sendikalaşmanın engellenmeye çalışılmasını protesto etmek için Çankaya Belediyesi önünde bir araya geldiler. İşçilerin bir kısmı belediye önünde basın açıklaması yaptıktan sonra bekleyişlerini devam ettirirken diğerleri de belediye binası içine girerek oturma eylemi yaptılar. Nakliyat-İş Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu, belediye önünde yaptığı açıklamada sendikalaşma hakkının işçilerin anayasal hakkı olduğunu, bunun hem ekonomik hem de siyasi bir hak olduğunu belirtti. İşten atılan işçilerden Sıtkı Doğan söz aldı. Doğan, 5 yıldır şoför olduğunu ve gece gündüz fedakârca çalıştığını, ancak sendikalı olduktan sonra tazminatı bile ödenmeden işten atıldığını belirtti. Doğan’dan sonra söz alan bir diğer işçi ise şunları söyledi: “Yıllardır atamız, dedemiz CHP’ye oy veriyor. CHP bizden oy alıyor. Bir yıldır yapılan haksızlıklara, baskılara ses çıkarmıyoruz. Müdürler bize çok kötü davranıyorlar, baskı yapıyorlar, küfürler ediyorlar.” Eylem devam ederken atılan işçilerin geri alınacağı bilgisi ulaştı.


10

İşçilerin Sesi

Mart 2015/36

Haklarımızı korumak için mücadeleye devam!

O

kmeydanı Mahmut Şevket Paşa mahallesinde yapılan salon toplantısının ardından, Şişli Belediyesi’ne ve Büyükşehir Belediyesi’ne verilmek üzere dilekçeler hazırlandı. Mahalleli kısa sürede dilekçeleri doldurdu. 9 Şubat günü saat 09.00’da toplanan mahalleli ayarlanan otobüslerle yola çıktı. Önce Şişli Belediyesi’ne gidildi. Basın açıklaması yapan dernek yönetimi ardından toplu olarak dilekçeleri verdi. Belediye Başkan Yardımcısı da bir konuşma yaptı. Konuşmasında “Şişli Belediyesi olarak yerinde dönüşümü savunuyoruz” dedi. Mahalle muhtarı ve CHP meclis üyeleri ise, onlar olmadan bunca işi yapmış olmamız sebebiyle, destek vermek yeri-

ne köstek oldular. Buna rağmen kitlesel olarak belediyeye giden kitle karşısında geri adım atmak zorunda kaldılar. Şişli’den sonra Büyükşehir Belediyesinin önüne gidildi. Orada da basın açıklaması yapıldıktan sonra toplu olarak dilekçeler verildi. Dilekçeleri dolduramayan mahalle sakinleri için ikinci etap dilekçeler 5 Mart günü yine kitlesel bir şekilde verilecek. 8 Mart’ta Ankara’dayız İstanbul’da 25 mahallenin bir araya geldiği İstanbul Mahalleler Birliği Platformu yaşam alanlarına sahip çıkıyor. Mahallelerin yaşadığı sorunların ortaklığı halkı biraraya getirdi. 2981 sayılı yasanın kaldırılmasına karşı yürütülen mücadelenin şimdi de Ankara ayağı örülmeye çalışılı-

yor. 2981 sayılı yasadan doğan hakların korunması için yasa teklifi hazırlanacak. Mahalle temsilcilerinden oluşacak heyet 8 Mart’ta Şişli Cevahir AVM’nin önünde saat 12.00’de kitlesel

bir basın açıklaması yaptıktan sonra, akşam Ankara’ya uğurlanacak. Ankara’da partilerin temsilcileriyle görüşülecek, yasa teklifi partilere iletilecek. Umutcan

OKDER adına 9 Şubat’ta yapılan basın açıklaması Merhaba arkadaşlar, komşular. Bugün burada bulunmamızın nedeni 1984 yılında gecekondulara af getiren 2981 sayılı yasa 15 Mayıs 2015 tarihinde yürürlükten kalkıyor olması ve tüm kamu kurum ve kuruluşların yetkililerine sorumluluklarını hatırlatmak ve bu sorumluluklarını yerine getirmelerini istemek için buradayız. Bizlere onyıllardır ‘tapu sorununu çözeceğiz’ diyen yetkililer bugüne kadar sorunlarımızla ilgilenmedikleri gibi, bugün bizlerin hakkını koruyan yasayı yürürlükten kaldırılıyor olmasına rağmen bizleri bu konuda uyarmıyor, bizlere yol göstermiyorlar. Neden? Arkadaşlar, 2981 sayılı yasa 1984’ten beri yürürlükte olan bir yasa. Bu yasa açıkça şunu söylüyor: İmar Islah Planları yapıldıktan sonra vatandaşa tapularını vermesi için, ilçe belediyelerine yetki vermiş, bu yetkiyi kullanmayan belediye başkanlarına bizler yıllarca oy vermedik mi? Neden bu yetkilerini kullanmadılar ve neden kullanmıyorlar. Bugün sıkça duyduğumuz bir şeyi sizinle paylaşmak istiyoruz: Tapu talebinde bulunan komşularımıza deniliyor ki “ilçe belediyelerin yetkisi yok. Gidin tapularınızı Büyükşehirden isteyin” diyerek ilçe belediyeleri sorumluluklarını yerine getirmekten kaçamazlar, topu taça atamazlar. Yasa ortada, eğer ilçe

belediyelerinin bu yetkisi ellerinden alınmış ise, gelip vatandaşın haklarını korumak için neden öncülük etmiyorlar? Neden vatandaşı tek başına, çaresiz bırakıyorsunuz? sorumluluktan kaçma yetkiniz yok. Hiçbir parti ayırımı yapmaksızın bütün belediyeler bu yetkilerini bizim lehimize kullanmadıkları için bugün buradayız. Buradan Belediye Başkanlarına sesleniyoruz: yasanın size verdiği yetkiyi kullanarak vatandaşın sırtındaki yükü niye hafifletmiyorsunuz. Neyi bekliyorsunuz? Arkadaşlar, tapu sorunumuzu neden çözmek istemiyorlar? Çünkü yaşadığımız alanların dünü çamur ve yaşanmaz bölgelerdi ve hiçbir cazibesi yoktu. Bugün ise bu bölgeler şehrin göbeğinde kalmış, zeminisağlam, ulaşım sorunu olmayan alanlardır. Büyük sermaye ve onun işbirlikçileri yüksek rantgetirisi olabilecek bölgemizi entrikalarla elimizden almak istiyorlar. Bu sorunu İstanbul’da sadece bizler değil, 30’a yakın mahalle yaşamakta, bu bölgeler bugün ranta açılmak isteniyor. Aynı zamanda bu bölgeler sermayenin ve mütahitçi belediyelerin ağızlarını sulandırmaktadır. Belediye başkanları bundan sonra saflarını belli etmek zorundalar. Ya halktan yana belediyecilik yapacaklar, ya da mütahitçi

belediye olacaklar. Karar onlarındır.Oy bizimdir. Siyasileri ne için seçiyoruz? Bizlerin haklarını hukukunu savunsunlar, korusunlar, kollasınlar diye. Doğrumudur? Mayıs’ın 15’ inde bizlerin haklarını koruyan yasayı yürürlükten kaldıran yasa 2012 yılında çıktı. Bugüne kadar bizleri, muhtarlar, meclis üyeleri, belediye yetkilileri neden uyarma gereği duymadılar.Yasal olarak güvencesizleşiyoruz. Bugünden sonra seçilmiş tüm yetkililere sesleniyoruz. Sizlere oy vermiş, sizleri belli mevkilere getirmiş bu vatandaşlara karşı sorumlu davranmaya çağırıyoruz. Biz bu sorunları takip ediyoruz diyerek sorunlarımızın takip edilmediğini, aksine sorunları çözmek yerine sorun yumağı haline getirdikleri gördük. Bundan sonra buna izin vermeyeceğiz. Bugün Mahmut Şevket Paşa mahalle sakinleri olarak, bundan sonra sorunlarımızın takipçisi başta kendimiz olacağız. Bunu öğrendik. Sorunlarımızı kimseye havale etmeyeceğiz. Bizlere birileri çıkıp ‘sizin sorununuzu hallederiz, siz gidin evde oturun’ dediklerinde daha dikkatli olacağız. Sorunlarımızın takipçisi olmadığımızda, sahip çıkmadığımızda mağdur olacak olanlar bizler olduğumuzu unutmamalıyız. Mehmet Behçet sorununda olduğu gibi.

Bundan dolayı ortak sorunlarımız için hiçbir ayrımcılığa izin vermeden, ortak sorunlarımızı çözmek için, demokratik kanallar oluşturmalıyız. Çünkü önümüzde kentsel dönüşüm süreci bizleri bekliyor. Ayrıca bunun içinde bugünden hazırlıklar yapmalıyız. Arkadaşlar, özellikle de mahallemizdeki sorunlar yumağı, ne tek başımıza, ne de kişisel gayretlerle çözülebilecek sorunlar değil. Bu yüzden birliğimize, çokluğumuza ihtiyaç vardır. Bugün burada Şişli Belediyesi’ne ve sonrada Büyükşehir Mesken Müdürlüğüne vermek üzere getirdiğimiz dilekçeleri toplu olarak vereceğiz. Umarız Şişli Belediyesi ve Büyükşehir belediye yöneticileri üzerine düşen sorumluluklarını ve görevlerini yerine getirmeyi bizlere karşı bir borçları olduğubilinciyle hareket edeceklerini umut ediyoruz. Arkadaşlar, son olarak, talebimizi net olarak ifade ediyoruz. Bizim yaşam alanlarımızdan elinizi çekin! Bizlere sormadan, danışmadan, fikirlerimizi almadan yapılacak tüm planları baştan kabul etmeyeceğimizi söylemek istiyoruz. Bu güne kadar buranın cefasını, çamurunu çekenler bizlersek, bugün de buraların gerçek sahipleri bizleriz. Bunun böyle bilinmesini istiyoruz.


İşçilerin Sesi

Mart 2015/36

11

Kıdem tazminatı hakkı sürekli tehdit altında

İ

şçi sınıfının bir kazanımı olan kıdem tazminatı, bir yılını tamamlayan her işçi için, brüt bir aylık ücreti tutarındadır. Ayrıca, ihbar tazminatı da vardır. Patronların ödemek istemedikleri, öderken bile çeşitli hilelere başvurdukları bu hakkın işçi sınıfının elinde alınması isteği, hep olmuştur. AKP hükümetiyle birlikte iş yasaları değiştirilirken, kıdem tazminatı hakkının gaspına yönelik ön adımlar atılmış, ancak hakkın elden alınması ya da gelecek işçi kuşakları için düzenlemeler yapılarak tazminat hakkının budanması yapılamamıştır. 2003 iş yasası 2003 yılında çıkan iş yasasında kıdem tazminatıyla ilgili “fon” kurulması öngörülmüşse de aradan geçen 12 yıl içinde bu fon kurulamamıştır. Ancak kıdem tazminatıyla ilgi sürekli gündemde tutulmaya çalışılan konu, patronların işçilerin büyük kısmına bu hakkı kullandırmamış olmasıdır. Hükümet yetkilileri patronların kıdem tazminatını bir seferde ve brüt ücret üzerinden ödemelerini sağlamak yerine, onların kusurunu söylemekle yetiniyor. Önlem almıyor. Bunun yerine “fon kurulsun” önerisini getiriyor ve kıdem tazminatlarının asgari 10 yıl birikmesi halinde tazminat hakkından yararlanabileceğimiz düzenlemelerle işçinin parasını “fon” üzerinden patronlara veya hükümetin borç ödemelerine kullanmak için el koymayı hesaplıyor. Fon uygulamalarının ne anlama geldiğini biliyoruz. İşsizlik Fonu, Zorunlu Tasarruf Fonu gibi “havuzlar” hiçbir zaman ihtiyacı olanlar için kullanılmadı. Hükümetler ve onların eliyle patronlar için kaynak oldu. Taşeron patronu için düzenleme Hükümet bu kez yeniden bu konuyu gündeme getirirken, taşeron işçilerinin durumunu kullandı. Kamuda taşeron olarak işçilerin kıdem tazminatlarını ödeme yükümlülüğünü devle-

te bıraktı. Kamu ve üniversite hastaneleri başta olmak üzere, devlete ait işyerlerinde çalıştırılan taşeron işçileri, 3, 6 aylık ihaleler, girdi-çıktı uygulamaları sebebiyle taşeron işçilerine tazminat ödemiyorlardı. Sendikalaşan kimi yerlerde işçiler topluca davalar açarak hem tazminat haklarını alıyor hem de “asıl işi yapan işçi” olduklarını yargı yoluyla ispatlayarak, kadro talebinde ve kadrolu işçilerin aldıkları ücret, soyal hakları talep ediyorlardı. Bu da devlete ek yükler (mahkeme giderleri ve topluca ödeme yapma zorunluluğu) getiriyordu. Hükümetin yeni uygulamayla taşeron firmaların kıdem tazminatı yükünü üstleniyor ve böylece tazminatlar kamu bütçesinden (dolaylı olarak işçilerin ödediği vergilerden) karşılanacak. Yeni düzenleme işçiyi koruyormuş gibi gösterilse de esas olarak taşeron patronunun sorumluluğunu devlete yıkarak, patronları kollamış oluyor. Geniş işçi kitleleri için “fon” öneren hükümet, kamu işyerlerinde taşeron sermayesinin kıdem tazminatı yükünü üstlenmektedir. Geniş işçi kitlelerinin kıdem tazminatını üstelemeyeceği için, fon önermektedir. Sendikalar ne diyor? Hak-İş sermayenin kıdem

tazminatı hakkına yönelik değişiklik isteğine ‘Hak kaybı olmazsa destek veriyoruz’ diyor. Türkçesi, eski işçilerin haklarını koruyan, yeni işçilere hak kaybı öngeren değişikliklere evet demektir. Türk-İş “İşe yeni girenler dâhil, kıdem tazminatı gün sayısı 30 günden aşağı olmaz. Fon kurulabilir yönetimi işçi, işveren ve hükümetten oluşsun” diyor. Yeni düzenlemelere karşıymış gibi gözükse de “fon” tuzağına evet diyor. DİSK: Kıdem tazminatının azaltılarak fona devredilmesine karşı çıkıyor. İşçilerin en temel haklarından biri karşısında üç konfederasyon farklı tutum içinde. İşçilerin birliğini ve çıkarlarını koruyan ortak bir politikaları yok ve bu durum sermayeye saldırma gücü veriyor. Sendikaların bölünmüşlüğünden yararlanarak kıdem tazminatı hakkını işçi sınıfının elinden almak üzere, halihazırda çalışan ve emekliliği gelmiş işçilerin haklarına dokunulmadan, esas yükü yeni işe başlayacak genç işçilerin sırtına yıkarak, fona veya bir benzeri uygulamaya geçiş yapmanın yolları aranacak. Hükümet ve semaye bütün işçileri karşılarına alacak gücü kendilerinde göremiyor. Cepheden saldırıya geçmiyor, sendi-

kaların bölünmüşlüğünden yararlanıyor. Mevcut sendikacılar da sözde üyelerinin çıkarlarını koruyormuş görüntüsü verecekler. Geleceğimizi satacaklar. 1999 deneyimi 1999 yılında DSP-ANAP-MHP koalisyonu emeklilik yaşının uzatırken, eski-yeni işçi ayrımı yapmış, işçi sınıfını bölen bir siyaset izlemişti; sendikalar da yeni işe giren işçiler için emeklilik yaşının 65’e çıkartılmasına ses çıkartmamışlardı. Kademeli geçiş yapılarak zamana yaymışlardı. Oysa ki, kıdem tazminatı hakkı işçiler için kısmen bir güvencedir. Tazminat hakkının fona devredilmesiyle, işçi çıkartmak kolaylaşacak, işçiler alınterinin karşılığını belki 10 yıl sonra belki de emekli olunca alabileceklerdir. Kıdem tazminatı hakkından vazgeçilemez, fona devri kabul edilemez, eski-yeni işçi ayrımı yapılarak işçi sınıfının kolektif bir hakkı, bireysel bir hak konumuna indirilemez. Sendikaların üyelerini değil, tüm işçi sınıfının çıkarlarını korumak gibi bir görev ve sorumluluğu vardır. Bu sorumluluğu yerine getirmeleri içinse, işçilerin işyerlerinden başlayarak tazminat haklarını savunma konusunda kararlı olduklarını eylemleriyle göstermeleri gerekir. Seyfi ADALI


12

İşçilerin Sesi

Mart 2015/36

8 ve 13 Şubat eylemleri Alevilerin taleplerini görünür kıldı Sendikanın, diğer sendikalarla (DİSK, hatta Türk İş), meslek örgütleriyle ve sosyalist gruplarla birlikte (sınıfsal) hareket etmesiyle, esas olarak dini bir kimliğe sahip olan alevi örgütleriyle ortaklaşmasını aynı göremeyiz

L

aik-Bilimsel-Anadilinde Eğitim ve Demokratik Yaşam İçin Herkesi Birlikte Mücadeleye Çağırıyoruz!” şiarı ile Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF); Alevi Dernekleri Federasyonu (ADF); Alevi Vakıflar Federasyonu (AVF); Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD) ve Eğitim-Sen, miting, boykot ve grev çağrılarını birlikte yaptılar. Eğitim-Sen ve KESK Genel Başkanları yaptıkları basın açıklamasında, AKP hükümetinin, “toplumu kendi dünya görüşüne ve yaşam tarzına uygun olarak biçimlendiren uygulamaların, farklı inanç, mezhep ve kimlikler üzerinde baskı ve dayatma unsuru haline gelmesi, Laik ve demokratik bir yaşamdan yana olan kesimlerin taleplerinin görmezden gelinmesi ve asimilasyoncu politikaların son dönemde öne çıkmasını, vurguladılar. 8 Şubat tarihinde birçok ilde yapılan yapılan miting ve gösterilerin en görkemlisi, İstanbul Valiliği tarafından miting ve gösteri alanı olmaktan çıkarılmış olan Kadiköy’de yapılmış olanıydı. Bir süredir toplumsal muhalefetin basım açıklamalarına sıkıştırıldığı bir dönemde böyle bir kitlesel gösterinin gerçekleşmesi, Hükümet tarafından çıkartılmak istenen “iç güvenlik paketi”ne karşı toplumsal bir tepki de oldu. 8 Şubat eylemleri Alevi kesimin alanlara çıkarak taleplerini ifade ettiği bir gündü.

Aleviler alana çıkmış oldular AKP, geçmişte “Alevi açılımı” yapıyoruz diyerek, alevi toplumunda belli beklentilerin gelişmesine neden olmuştu. Bugün sayısı unutulan bir çok toplantı düzenlenmiş, alevi kesimlerin temsilcileri muhatap alınarak, talepleri dinlenmişti. O dönemde de AKP samimi değildi, hüküme-

tin Sünni temeldeki dini dayatmaları karşısında, “laik” CHP’nin “ipine sarılmak” zorunda kalan Alevi toplumu içinde bir çatlak yaratmak istiyordu. Bunda başarılı olamasa da, beklenti yaratarak Alevileri oyalamış oldu. AKP, üst üste gelen seçim başarılarına dayanarak, İslamcı bir toplumsal mühendisliğin adımlarını atmaya başladı. Geçmişte, zorunlu din derslerini savunmakta zorlanan, bu dersin içine Alevilerle ilgili bilgiler eklenebileceğini söyleyen, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AHİM) verdiği kararlar nedeniyle taviz vermek (çocuklarını din dersine girmemesi için dava açan aileleri dikkate almak vb.) zorunda kalan AKP, 4+4+4 eğitim sistemi ile imam hatiplerin önünü açan ve eğitimi bütünüyle dinselleştiren bir siyaseti sürdürüyor. Son olarak gerçekleştirilen Eğitim Şura’sında, din eğitiminin ana sınıfından başlaması gibi kararların alınması üzerine, Alevilerin sabırlarının taştığını görüyoruz. Okullarda sözde seçmeli olan dini içerikli derslerin, fiili olarak zorunlu olarak okutulması karşısında, bu dersleri boykot fikri bir süredir alevi kesimler içinde tartışılıyordu. Milyonlarca öğrenciyi etkileyen bu durum karşısında, ortak bir tavrın örgütlenmesi önemliydi. Alevilerin ör-

gütlü kesimleri bir araya gelerek bunu gerçekleştirebilirlerdi. Aleviler daha önce benzer taleplerle alanlara çıksalar da, 8 Şubat eylemleri, hem kitleselliği hem de kapsayıcı olması bakımından bir sıçramayı ifade ediyordu. Alevilerin ortak taleplerinin, “kimliklerinin” tanınması olduğunu söyleyebiliriz. Bunu “eşit yurttaşlık” tanımıyla ifade ediyorlar. Dini, kültürel ve siyasi taleplerin içiçe geçtiği bu kimlik mücadelesinde, Alevi örgütlerinin farklı talepleri öne çıkardıklarını görüyoruz. 8 Şubat eylemlerine de bu durum yansıdı, “Cemevleri resmi ibadethane sayılsın” dini içerikli bir talep ile “devletin zorunlu din eğitimi uygulamasına son verilsin” gibi gerçek bir laik bir talep, aynı ortamda ifade edilmiş oldu. Bir toplumsal kesime karşılık gelen Alevilerin, çok farklı dini, kültürel ve siyasi taleplerini bulunması anlaşılır bir durum, esas mesele sosyalistlerin ve Eğitim Sen gibi bir sendikanın, bu talepler için mücadele eden Alevilerle hangi siyasi temeller içinde birlikte hareket etmesi gerektiğidir. Eğitim-Sen’den abartılı laiklik ve Alevilik vurgusu Sendikanın Genel Başkanı, “Zorunlu din dersi adı altında

çocuklarımızın imam yapılmasını istemiyoruz” yazılı pankartın altında yaptığı konuşmada, eğitim sisteminin “tek din, tek mezhep” anlayışına uygun olarak dini kurallara göre biçimlendirilmek istenmesi, yaşanan sorunların nedenidir diyerek, 8 Şubat`taki “Laik-Bilimsel-Anadilinde Eğitim ve Demokratik Yaşam” mitingine ve 13 Şubat`ta yapılacak boykota ve Eğitim-Sen`in iş bırakma eylemine çağrıda bulunmuştu. Sendika açısından 8-13 Şubat eylemlerinin bir sonucu da, alevi örgütleriyle (dini içerikli oldukları tartışılmaz) birlikte ortak miting düzenlemesi oldu. Üstelik bunu, laiklik ve yaşam tarzı vurgularını en üste çıkardığı bir dönemde yaptı. Elbette konunun muhataplarıyla birlikte neden ortak bir eylem yapılmasın diye sorulabilir? Sendikanın, diğer sendikalarla (DİSK, hatta Türk İş), meslek örgütleriyle ve sosyalist gruplarla birlikte (sınıfsal) hareket etmesiyle, esas olarak dini bir kimliğe sahip olan alevi örgütleriyle ortaklaşmasını aynı göremeyiz. Benzetme yapmak gerekirse, sendikanın “Kürt sorununa sahip çıkıyoruz” diyerek, bir kimlik ve değerler siyasetin öne çıkartıp, sınıfsal mücadeleyi geri plana düşürmesi nasıl eleştirilmesi gereken bir durum ise, bunu Kürtler yerine, Aleviler için de benzer bir şekilde yapması eleştirilmelidir. Sendikanın “laiklik şiarını” bu kadar yükselttiği koşullarda, alevi kimliğinden yana bu kadar taraf bir tutum alması, sendikal ilkelere ters bir tutum olmuştur. “Bugüne kadar Kürtleri desteklemiştik, şimdi Alevilerden yana taraf gözükmemizin ne sakıncası olabilir?” diyen yaklaşımlar, sınıfsal-sendikal mücadelenin dilinden konuşmuyorlar deKaya İLHAN mektir.


İşçilerin Sesi

Mart 2015/36

13

Seçim bitti, emekçiler mücadeleye devam etmeli

S

yriza, avroyu terk etme, yardıma son ve kaos”; Troyka’nın Yunan seçmenlerinin Syriza’ya oy vermesini engellemek için ileri sürdükleriydi. Ama bu tehdit para etmedi. Yunan halkı, bundan etkilenmedi. Yunan halkı, kitlesel bir şekilde radikal sola oy vererek kemer sıkma ve bedel ödeme siyasetini reddetti. Bu nedenle de gurur duyabilir. 2009 yılından bu yana Yunanlıların yaşam şartlarında bir çöküş yaşandı. İşsizlik üç katına çıktı, ücretler ve emekli aylıkları %10, 20, 30 seviyelerinde geriledi. Binlerce küçük esnaf iflas etti, sağlık hizmetlerinde çok büyük gerileme yaşandı, binlerce devlet memuru işten atıldı. Gemi taşımacılığına bağlı birkaç yüz aile, toptancı ticaretine ve inşaat sektörüne bağlı aileler dışındaki bütün kitleler, bu krizden etkilendi. Mühendisler, kadrolu çalışanlar, işçiler, memurlar, herkes tensikatlardan, maaşların ve ücretlerin geç ödenmesinden ve kırpılmasından dolayı etkilendi. Günlük ihtiyaçlar bile normal bir şekilde karşılanamaz olduğundan yaşamları alt üst oldu. Bazı aileler, elektriksiz bir yaşama, bazıları ise sağlık sorunları yardım derneklerinin desteği sayesinde, bazıları ise karınlarını gıda ve yemek yardımlarıyla doyurmak zorunda. Kurtarma planları diye adlandırılan planlar, bankalara istedikleri güvenceleri vermekle sınırlı kaldı ama Yunanistan, bir Üçüncü Dünya ülkesine dönüştü. Beş yıl boyunca cehennem hayatı yaşayan kitleler, artık bedel ödemeye devam etmek istemiyor. Bu, hepimiz için bir ders ve ilerisi için bir umuttur. Bugün umutlar, Syriza ve onun lideri Çipras’a yöneldi. Ama umutların gerçekleşmesi için iktidara gelenlerin vaatlerine inanmak yeterli mi? Kesinlikle hayır! Bizler Fransa’da hayallere kapılıp vaatlere inanmanın ne

kadar pahalıya mal olduğunu yaşayarak gördük. Çünkü yaşa¬makta olduğumuz moral bozukluğunun, siyasete sırt çevirip yoksul kitleler arasında aşırı sağcı demagoglara yönelişin nedeni, geçmişte Mitterrand, Jospin veya Hollande gibi palavracılardan ümit beklenmesi. Yunanistan’da da emekçiler, böyle acı bir deneyim yaşadı. 2009’da Sosyalist Parti lideri Papandreu, “mali pazarların diktatörlüğüne son vermek” sözünü vermişti. Ama iktidara gelince ilk yaptığı iş, emekçilere büyük bedel olmasına rağmen, bankacılara verilecek paraların geciktirilmemesi oldu. Tarih aynen tekerrür etmez ama geçmişte yapılan hatalardan kaçınmak gerek. Emekçilerin ihtiyacı olan umut değil, sınıf bilincidir. Çipras, gemi sahipleri ve Ortodoks kilisesi dahil, zenginlere daha büyük bedel ödeteceği sözü verdi. Troyka ile borçların yeniden yapılandırılması sözünü de verdi. Şu anda herkes, mevcut borçların ödenmesinin mümkün olmadığını ve de uy-

gulanan kemer sıkma siyasetlerinin çare olmayıp durumu daha da fecileştirdiğini kabul ediyor. Bu nedenle de Çipras, borç sahiplerinden belki de bazı iyileştirmeler elde edecek. Bir on milyar ile belki en yoksullara biraz iyileştirme getirebilecek. Ama tüm bunlar, Yunanlı¬ların yoksulluktan ve işsizlikten kurtulmalarını sağlayamayacak. Ne Yunanistan’da ne de her hangi bir başka ülkede kapitalistlerin kârına dokunmadan ne istihdam sahası açabiliriz, ne de ücret ve emeklilik aylıklarını arttırabiliriz. İnsanlığa yakışır kamu hizmeti, sağlık ve eğitim hizmeti sağlayıp devamını güvence altına alabilmek için zenginlere bedel ödettirmek gerekiyor. Mucize diye bir şey yok. Köklerini söküp atmadan kemer sıkmaya son veremeyiz: Yani sömürüye, kâr düzenine ve kapitalistlerin iktidarına son vermek gerek. Syriza’nın yaptığı gibi, sorunu sadece yolsuzluklara bulaşmış, serseri kapitalistlerle sınırlamak, kendi

kendimize köstek vurmaktır. İnsanlığa yakışır bir 21’inci yüzyıl şartlarında yaşayabilmek için burjuvaziye ve mali çevrelere karşı amansız bir müca¬dele sürdürmek gerekir. Bunun başarılı olabilmesi için emekçilerin hep birlikte ve bilinçli bir şekilde yürüteceği bir mücadele şart. Çünkü tüm insanlığın ihtiyaçlarını karşılamayı hedefleyen bir toplumu inşa edebilecek tek güç emekçilerde. Syriza’nın böyle bir hedefi yok. Ama bu Yunan emekçilerinin hedefi olmalı. Zaten onlar bu isteklerini ileri sürmek için seçimleri beklemedi. Yunan emekçileri, yaşam koşullarını korumak için geçmişte defalarca kararlı bir şekilde mücadele etti. Onlar için dileğimiz, mücadeleye devam etmeleridir. Seçimler fikirleri ifade etmeye yarar, ama kapitalistlere karşı güç dengelerini değiştiremez. Bunu gerçekleştirebilecek tek silah, tüm emekçiler için eylemler ve grevler. Kurtuluş Syriza’dan değil, sınıf mücadelesinden gelebilir. LO


14

İşçilerin Sesi

Mart 2015/36

Uniteks: Antebi ailesinin zenginliği İşten attıkları işçilerin alınterlerinde…

B

ir fabrika düşünün. Bu fabrikada işçilerin 12 saatlik çalışması 8 saat gösteriliyor. Fabrikayı denetlemeye gelen denetçilere işçiler “8 saat çalışıyorum, fazla mesaiye kalmıyorum” demek zorunda bırakılıyor. Yine bu fabrikada fazla mesai ücretleri banka yerine elden ödeniyor ve bu yüzden bordroda görünmüyor. Kimyasal maddelerle çalışan işçilerin kâğıt maskeler kullanmaları isteniyor. İşyerindeki havalandırma ise yetersiz; işçilerin yararlandığı soyunma odaları, duş alma odaları ve tuvaletler pis ve bakımsız; kapıları kırıktır. İşçiler hastalandığında izin alıp almayacaklarına işyeri hekim değil, vardiya amiri karar vermektedir. Bu fabrikanın ismi Çerkezköy’de bulunan Uniteks… Uniteks, aslında birkaç işletmeden oluşuyor. Çerkezköy’deki fabrika 280 kişinin çalıştığı bir boyahane… Bunun dışında İstanbul’da bir konfeksiyon fabrikası daha bulunuyor. Özellikle konfeksiyon bölümü uluslararası bir marka olan C&A’nın işlerini de dikmektedir. İstanbul’daki fabrikanın başında “sosyetik playboy” İzzet Antebi bulunurken, Çerkezköy’deki fabrikanın başında baba Moris An-

tebi var. Ayrıca Antebi ailesinin Etiler’de “Venge” isminde lüks bir restoranları da bulunuyor. Çerkezköy’de bulunan Uniteks’de bir süre önce Giyim-Sen örgütlenme faaliyeti başlattı. Neticede sendikalaşma yüzünden işten çıkarmalar oldu. Bunun üzerine 7 Ocak 2014’te gerçekleştirilen direnişle atılan işçiler geri alındı. Ocak başındaki direnişten bugüne kadar patron, özellikle sendikalaşmanın önünü kesmek için birtakım girişimlerde bulundu. İşçilerin gözünü boyamak için iş koşullarını iyileştirmese de, ücretlerde çok küçük bir iyileştirmeye gitti. Bu arada fabrikada bir iş ka-

zası da yaşandı. Bunu dışarıya duyurmamak için ise bin takla attı. Patron İzzet Antebi ise “enteresan” bir karakter… Kendisi magazin sayfalarının vazgeçilmez unsurlarından biri… Ama belli ki, kaçak dövüşmek konusunda da mahir… Sendika sorumlusu arkadaşlarla görüşürken kendi kimliğini saklayıp imalat müdürüymüş gibi konuşup atıp tutan, sonra bu öğrenildiğinde buna şaşıran bir şahsiyet… Bugün ise gelinen durum şu: Patron, daha önce yaptığı protokole uygun davranmadı ve özellikle iki işçi konusunda ayak sürüdü. Önce bu işçileri zorunlu izne çı-

kardı. 13 Şubat 2014 Cuma günü itibariyle de hem kanunsuz bir şekilde hem de imza attıkları protokolü ihlal ederek iki işçinin sözlü olarak çıkışını verdi. Şunu görmeliyiz: Patronların, burjuva sınıfının bir sınıf ve mücadele tarihi olduğu gibi, işçi sınıfının da bir mücadele tarihi var. İşçi sınıfının tarihi, patronların rekabet üzerinden birbirinin kuyusunu kazdığı şekilde yazılmadı. Bu tarih dayanışmanın, kardeşliğin, zor günde ekmeğini bölüşmenin, nefesi yetmeyene nefes olmanın tarihi… Şimdi işten çıkarılan Uniteks işçileriyle bu nefesi paylaşmaya hazırlanıyoruz. Mert KIVILCIM

Kentlileri Müşteriye Dönüştürecek Cillop Gibi İmar Kanunu!

1

2 Şubat’ta Bursa’da konuşan Çevre ve Şehircilik Bakanı Güllüce, torba yasayla gündeme gelecek ve Ak Saray da dahil birçok yapının kaçaklığını ortadan kaldıracak imar kanunu için “Cillop gibi” benzetmesi yaptı. İmar kanunu konusundaki çalışmalarla ilgili bir detay vermedi ama beyanatları, kent politikalarının ana hatlarına dair önemli ipuçları verdi. Ankara’daki açılışı yapılan bir analiz laboratuarının kendisini çok gururlandırdığından bahseden Bakan Güllüce buradan yola çıkarak Üçüncü Havalimanına dair aşağıdaki sözleri söyledi: “Geçenlerde bir laboratuvar açılışı yapıyoruz, mühendis arkadaşlarımız, ‘Bundan dünyada 5 tane var’ dedi. Ben müthiş gurur

duydum. Mesela, ‘Dünyanın en büyük havaalanı yapıyoruz’ dediğimde kendimi Viyana kapılarında akıncı beyi gibi hissediyorum. Müthiş bir şey bu” Bu sözler kent politikalarında kentlinin refahını düşünen, sosyal devlet anlayışı yerine Ak Saray’ın yapımında da açıkça görülen, yoksulluğu hiçe sayan, vatandaşıyla arasında mesafe kuran akıncı, büyümeci bir yaklaşımı anlatmaktadır. Aynı konuşmada Güllüce’nin Türkiye’de konut fazlası olduğuna dair söyledikleri ise barınma hakkının yerine konutu satın alan “müşteri vatandaşların” geçtiğini anlatmaktaydı. Güllüce konut fazlasını kabul etmedi, “pazarlama problemi” olduğunu söyledi. Bakan Güllüce konut fazlası

konusundaki bu tespiti ile yetinmedi ve yeni pazarlama tekniklerine dair örneklerde de bulundu. Bu örneklerde yine “deprem” önemli bir yer tutuyordu ve bu sefer genç nüfusun da “yeni müşteriler” arasında yer alacağı söyleniyordu: “Evlendiği gün yeni bir eve gidiyor. Nüfusu genç bir ülkeyiz. Bunun nasıl karşılanacağını aslında düşünmemiz lazım. Deprem kuşağı üstündeyiz. Binalarımızın çok önemli bir kısmı, 6,5 milyon diyorlar, bence daha fazla, analiz yaptırıyoruz, 81 ile gideceğiz. Böyle bir ülkede konut fazlası nasıl olur. Böylesine riskli yapısı da olan bir ülkede.” Kentsel dönüşüm ilan edilen yerlerde, deprem’in Afet Yasası uygulamalarında olduğu gibi nasıl

kullanıldığını görmekteyiz. Daha önce analizi yapılan ve “Depreme dayanıklı” denilen, Okmeydanı gibi mahallelerden, Sarıgöl’deki mezarlığa neredeyse tüm gecekondu mahallelerinde dönüşüm projeleri ilan edilmekte. Zeminin depreme dayanıksız olduğu 1999 Depremi ile ortaya çıkan Bakırköy Sahil’i gibi yerlerde ise yeşil alanlar lüks projelere dönüştürülmekte. Şimdi bu sözlerle, bir de aile politikalarının imar politikalarına eklemlenmesinin önü açılmaktadır. Kent, kentte yaşayanlarındır. Barınma ve sağlıklı bir ortamda yaşama hakkı temel bir haktır. Biz, kentliler müteahhitlerin ya da devletin müşterisi değiliz. Kentimiz, okulumuz, hastanemiz, ormanımız, mahallemiz bizimdir. Zehra SELANİKLİ


İşçilerin Sesi

Mart 2015/36

15

Bir şeyleri değiştirmek için gelecekten umutluyum!

4

00 kişilik ceket pantolon üretimi yapan bir şirkette beş yıldır çalışıyorum. Yıllardır düşük ücret, kötü çalışma koşullarında çalışıyoruz. Şirket kârına kâr kattıyor ama işçiye gelince piyasada durumlar hiç iç açıcı değil deyip geçiştiriyor. Daha önce Hadımköy’de olan fabrika kârı artırınca Çatalca’ya taşındı. Patron, Çatalca’nın yoksul köylerinden çoğunlukla kadın işçi aldı. Kadın işçiler eve bir katkı olsun, sigortam dolsun diye hiç durmadan çalışıyorlar. Uzun zamandır zam yapılmadığı için işçiler huzursuz ama kimse bunu dile getiremiyor. Yemekler berbat itiraz edilmiyor. Buna da şükür bunu bulamayan da var deniyor. Bu çalışma koşullarını kabul etmeyen işçiler de var ama ses çıkarmıyorlar. Onların da tek derdi tazminatı nasıl alır burdan çıkarız. Patron “ben çıkan her işçiye tazminat verirsen batarım” diyor. Evlenen ya da askere giden işçiye vermek zorunda kaldığı

tazminatı 9 bazen 10 ay taksitle veriyor. 1200 tl evlilik tazminatı alan kadına 9 aylık ödeme planı yaptı. İşinize gelirse, diyor. İşçi de tek seferde tazminatımı nasıl alırım hesabında. Çoğu kimsenin mücadele edelim birşeyleri düzeltelim diye bir kaygısı yok. Yine de yemeklerin kötü olmasından dolayı imza topladık. Herkes im-

İşe girerken başka, girdikten sonra başka...

İ

şe girişte maaşı mesaisiz konuştuk. Modelhane bölümüne mesai vermediklerini zaten senenin üç ayı işlerin yoğun olduğunu mesai olursa da haftanın iki günü akşam, bir de cumartesi 17.00’ye kadar mesai olacağını söylemişlerdi. Model hanenin başına genç bir kadın şef aldılar. Anlaşılan kendisinin iyi bir şef, iyi bir idareci olduğunu ispatlaması için birşeyler yapması gerekiyordu. Aradan bir ay geçmeden her akşam mesai var denmeye başladı. Gün içerisinde model dikiliyor akşam atölyelerden gelen işler için mesaiye kalınacak deniliyor. Firmada taşeron atölyesi var onun tamirleri için de mesaiye bırakmaya başladılar. Şef ne iş olsa yaptırırım abi, havasında. Mesai olunca kalır mısın, diye soran yok.

Cumartesi tamir için mesaiye geliyorsunuz, pazar günü acil gitmesi gereken modeller var, onun için mesaiye geliyorsunuz bir de model hanenin kendi mesaisi olacak! Anlaşmayı bozdukları için mesaiye gitmedim. Pazartesi günü nedeni soruldu. Laf aramızda, sorgu işine bayılıyorlar. İşçiyi karşılarında kıvrandırmaktan, fırça atma fırsatından çok hoşlanıyorlar. Aslında yanıt belli: Anlaşmada bu kadar ücretsiz mesai, angarya yoktu. Bütün bu işler için mesaiye kalınacaksa, o zaman da fason takipçisinin maaşını verin; mesaiye kalayım, deyince olmaz dediler. Eh, o zaman işçilerin de şartları var o şartlara patron uymayınca işçi de çalışmaz, dedim... Bütün fabrikalar bizim... Murat DEMİRCİ

zaladı. İçeriye verdik bakalım sonuç ne olacak? İmza olayını fırsat bilen bazı işçiler tazminat almak için hemen sendikalaşma fikrine yattılar. Amaç işveren duyunca hemen tazminat verip işten atacak. Bu fikrin yanlış olduğunu tazminat için sendika deyip işçiyi işten atırmanın yanlış olduğunu anlatıp bu işten vazgeçmeleri ge-

rektiğini anlattım. Gerçekten birşeyleri değiştirmek gerektiğini sendikalaşmanın kolay olduğunu, asıl zor olanın o işyerinde sendikalı olarak çalışmak olduğunu anlatınca şimdilik ondan da vazgeçtiler. Ancak 5 yılda ilk kez bu konuları konuşmaya başladığımız için gelecekten umutluyum. Mutlu KIRAÇ

Zamlar yüzde 10’la yüzde 20 arasında

Z

amların ne oranda yapılacağı konusu çok konuşuldu; sonunda açıklandı. Asgari geçimi de zam diye sunan patron, maaşı düşük olanlarınkini biraz yükseltmeye çalışsa da yine de yetersiz bir ücret verdi. Yeni işe giren asgari ücretle işe başlıyor ama eski işçilerle arasında çok az bir fark var! Diğer fabrikanın bazı bölümlerinde kadın işçiler ustaya “müdür gelsin bize açıklama yapsın, yoksa çalışmayacağız” diye itiraz ettiler. Müdür önce gitmemiş işçiler çalışmayınca gitmek zorunda kalmış; birkaç kişiyi teker teker çağırıp konuşmuş. İşçiler de şikayet olarak ustalar bize sayıyla ve saatle mal yaptırıyor, zorla mesaiye bırakıyor, izin isteyince vermiyorlar; bu kadar baskı yaşıyoruz ama emeğimizin karşılığını alamıyoruz,

demişler. Müdür hep olumlu konuşup işçilerin öfkesini bastırmış ama bir iyileştirme yok. Müdürle görüşmeye tek tek gitmeyin toplu gidin, dediysek de yine bireysel hareket ettiler. Bir kazanım olmadı. Umarım bu durumdan bir ders çıkarırız. Patron işine geldiği gibi davranıyor. Kar yağıyor tatil ediyor onun yerine cumartesi telafi çalışması yaptırıyor oysaki bu doğal afet; telafi çalışması olmaması lazım her şeyi yasalara göre yapıyoruz, diyorlar ama hep kendi yasalarını dayatıyorlar. Patron zam verdi ama ertesi günde çikolataya yüzde yüz zam getirdi. İşçiye bile ürettiği malı indirimli vermiyor. Eskiden ıskarta verilirdi onu bile vermez oldular. Patron zenginleştikçe cimrileşiyor! G. KEMERLİ


İşçilerin Sesi

Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!

Onlar vermedi, kadınlar mücadeleyle kazandı!

8 Mart’ı ilk kez 1921’de komünist kadınlar Ankara’da bir bağ evinde düzenlenen toplantıda yapılan konuşmalarla kutladı. Ancak 8 Mart’ın tekrar kutlanabilmesi için bir 54 yılın daha geçmesi gerekti.

8

Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün gelmesi vesilesiyle özellikle kadınların erkeklere nazaran sahip olmadığı haklar gündeme gelir. Bu konuda bir “ vah vahlanır”! Ardından bir diğer konu ise kendisi de bir erk olsa da Mustafa Kemal’in kadın konusunda alçak gönüllükle! “Verdiği” haklar söylenmeden geçilemez. Peki, gerçekten de bahsi geçen kadın haklarını Mustafa Kemal mi “verdi” yoksa kadınlar söke söke bu hakları kendi mücadeleleriyle mi kazandı? Tarihte hem kadın hem de işçi sınıfı hak ve mücadelelerinde bu söylem hep kullanılır. Onlar mı verdi yoksa mücadele mi verdi? Bu tartışma vesilesi ile yaşadığımız topraklardaki kadın mücadelesinin dününü ve bugünü 8 Mart vesilesi ile hatırlamış olalım. Gerek Osmanlı Devletinde gerekse ondan sonra kurulan Türkiye Cumhuriyet’i rejimleri farklı da olsa bir erk yönetimi inşa edilmiştir. Kadınlar iki yönetimde yok sayılmıştır. Ancak Osmanlı Devletinde Tanzimat Dönemi-1839’lardan itibaren dünyadaki sınıfsal ve toplumsal yapının değişimi ile birlikte kadınlarda bu değişimden etkilenerek; kendilerine konulan sınırlar ve kalıpları değiştirme çabasının arttığı gözlenmektedir. Osmanlıda çalışma, boşanma, miras vb birçok haktan mahrum olan kadınlar kurdukları dernekler, çıkardıkları dergiler ve gazetelerle var olma mücadelesine başlayacaktır. Monarşik bir düzende bile sınırlı imkânlara sahip olan kadınların örgütlenme ve mücadelede kararlılığı, onların hak verilmez alınır şiarına uygun hareket ettiklerini kanıtlar. Osmanlının aynı

yüzyılda sanayi alanında değişimi kadının sınırlı da olsa kurulan fabrikalarda ucuz iş gücü olarak kullanılmaya başladığını göstermektedir. Osmanlıda kurulan çuha, fes ve tekstil fabrikalarında kadın işçiler kötü çalışma koşullarına karşı grevleriyle Osmanlı emek hareketinde de yerlerini alacaktır. Kemalizm’in Kadınlar Üzerinden Oyunları Cumhuriyet tarihinin ilk partisi 16 Haziran 1923’te Nezihe Muhiddin’in başkanlığında kurulan Kadınlar Halk Fırkası oldu, ancak bu parti Mustafa Kemal’in kuracağı Cumhuriyet Halk Fırkasına ilgiyi azaltacağı gerekçesiyle onaylanmadı. Parti kuramayan kadınlar 7 Şubat 1924’te yine Nezihe Muhiddin’in başkanlığında Türk Kadınlar Birliği’ni kurdular ve 1925 seçimlerinden itibaren kadınların seçme ve seçilme hakkı için mücadele ettiler. Birlik 1935’te Türkiye’nin ev sahipliğini yaptığı Uluslararası Kadın Birliği Kongresinin ardından barış taleplerini dile getirdikleri için CHP tarafından görevini tamamladığı gerekçesiyle kapatıldı. Kemalizm denetimi altına aldığı sürece kadınlara haklar “verilmesinden” yanaydı. Kadınların tabandan gelen taleplerini sanki kendi talepleriy-

miş gibi yasallaştıran Kemalizm, kadınlara sürekli “…modern en ileri hakları biz verdik, biz olmazsak bu haklarda kalmayacak” baskısını yaptı. Kadınların tabandan gelen örgütlenme ve mücadelesi yok sayıldı. Bu söylem ve bakış açısı CHP tek parti iktidarından sonra başa gelen diğer iktidarlar tarafından da itina ile sürdürüldü. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününün Kutlanması ve Türkiye Kadınların hakları için verdiği her mücadelede olduğu gibi 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlamak da Anadolu coğrafyasındaki sermaye ve iktidarlar tarafından yok sayılmış, yasaklanmıştır. 8 Mart’ı ilk kez 1921’de komünist kadınlar Ankara’da bir bağ evinde düzenlenen toplantıda yapılan konuşmalarla kutladı. Ancak 8 Mart’ın tekrar kutlanabilmesi için bir 54 yılın daha geçmesi gerekti. 1975’te Ankara ve İstanbul’da İlerici Kadınlar Derneği’nin girişimiyle 8 Mart ilk kez kamuya açık olarak 400-500 kadının katılımıyla kutlandı. 1980’e gelindiğinde tüm ülkede çeşitli gösterilerle geçen 8 Mart’ta 3 bin kadının katıldığı ortak bir kutlama gecesi de dü-

zenlendi. Ne var ki 12 Eylül askeri darbesi ile birlikte ülkedeki tüm toplumsal muhalefet olduğu gibi kadın örgütlenmeleri de yasaklandı. Kadın kurumlarına operasyonlar düzenlendi, arşivlerine el konuldu. Siyasi partilerin kadın kolları kurması dahi yasaklandı. 90’lı yıllarda ise 8 Mart’lar daha geniş katılımlarla kutlanmaya başlandı. 1994’te DİSK’li ve KESK’li kadınların çağrısıyla örgütlenen 8 Mart Platformu İstanbul’da 3 gün süren etkinlikler düzenledi. Aynı yıl 8 Mart diğer illerde de etkin bir şekilde kutlandı. Son 20 yıldır 8 Martlar, kadınların kendi hak talepleri için mücadele eden, başta kadın örgütleri ve feminist örgütlenmeler olmak üzere, çeşitli sendika ve partilerin kadın birimlerinin ortak platformunun kararıyla meydanlarda mitingler yaparak kutlanıyor. Aynı zamanda 13 yıldır feminist örgütlenmeler 8 Mart akşamı gelenek haline gelen bir gece yürüyüşü düzenliyorlar. Her yıl öne çıkarılan konu farklı olsa da, bu eylemlerin amacı kadınların bir cins olarak uğradıkları cinsiyetçi baskılara, eşitsizliklere, cinsel şiddete karşı taleplerini yükseltmek ve örgütlü kadın dayanışmasını yaygınlaştırmak. Tıpkı 8 Mart’a adını veren yüzyıllar önceki emekçi kızkardeşleri gibi, bugün de kadınlar kendi haklarını elde etmek için mücadeleye devam ediyorlar. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’de bu mücadelenin tarihi sürekliliğini göstermek bakımından son derece önemli. Kadınlar “Biz de varız!” demek ve taleplerini meydanlarda bağıra bağıra söylemek için 8 Martta sokağa, mücadeleye çağrı yapıyorlar; tıpkı dün olduğu gibi. Canan MENGUL


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.