Sayı: 37, Ekim 2009-10, 3 TL, -KKTC 3.5 TL-
RED
biz bu çarkı türkçe, kürtçe, arapça, farsça reddediyoruz ve kızıl rengi çok seviyoruz!..
UL
NB I İSTA S A R BU
IMF ve Dünya Bankası’nın vampirlerine karşı...
İSTANBUL İÇİN İSYAN VAKTİ!
Biz aslında çok acayip bi yerden geliyoruz! Televizyonda Adnan Hocacıların ‘yaradılış’ safsatasını ‘maymuna çeviren’ Doç. Dr. Ergi Deniz Özsoy ve Ender Helvacıoğlu, RED için yazdılar...
HIDIR ATEŞ
YAĞMAYA ÖVGÜ AN SI İST A R U B
‘S
el İstanbul’u fena vurdu’, ‘Yetersiz altyapı, ihmal yıkıma yol açtı’ türünden ifadeler gazete manşetlerinde, televizyon ekranlarında sıkça göze çarptı geçen ay. Uzmanlar, bilen kişiler, şunlar, bunlar konuya ilişkin nice yorumlar yaptı. Dere yatağına ev yapan ‘cahil yoksullar’ı bir güzel azarladılar. Daha makul olanlar ise meseleye ‘analitik’ yaklaşıp İstanbul’da kentleşmenin ranta kurban gittiğini dillendirdi. Bu rant ne menem şeydir anlamak mümkün olmadı. Belli ki Enflasyon Canavarı yahut Van Gölü Canavarı gibi, ekonomik sistemden, egemen sınıfların kâr hırsından soyut belirsiz bir mahlukat… Dere yatağına ucuz tarafından ev, işyeri yapma olanağı varken hangi aklı evvel bu şansı teper ki? İstanbul’a göç etmek zorunda kalan aç sınıfın çaresizleri Etiler’de ikamet etmeyi sadece kültür farklılığından mı istemez sanılır? Kentleşmeyi ‘Sim City’ isimli bilgisayar oyunu ile karıştırmıyorsanız, bulunan her boşluğa ev yapmanın, paranın kral olduğu bir sistemde ‘akıllıca’ davranış olduğunu bilirsiniz. İmkan bulsam, üç kuruş sermayem olsa bulduğum ilk dere yatağına dikiveririm sekiz ya da on sekiz katlı binayı. Günün birinde gelecek olan sel ihtimali, nasıl yatırım yapma, zenginleşme, büyüme arzuma gem vuracakmış şaşarım, hatta kükremiş bir sel gibiyim bendime sığmaz taşarım. Aranızda deprem bölgesinde evi yıkılmış olan varsa, parlak bir teklif sunacağım. Aman fırsatı kaçırmayın, hemen dikiverelim bir blok da oraya, vallahi! Bu defa yıkılmaz. Hadi, diyelim yıkıldı. Siz deyin on yıl ben diyeyim yirmi yıl sonra. O zamana
2
kadar kim öle, kim kala. Zaten bir gün hepimiz ölüp gitmeyecek miyiz? Bu korku niye? Ölümden korkan sizin gibi olsun!.. Selin vurduğu dere yatağında, sel sularına kapılan her türden eşyayı yağmalayan insanlar için medyada yapılan yorumları görmüş, duymuş, okumuş olmalısınız. Bu ‘ahlaksız adamlar’, bu ‘şerefsizler’, bu ‘leş kargaları’ ne kadar da insanlıktan uzakmış meğer! Filanca işletmeye ait sele kapılmış giden öteberiyi yağmalayan o insanlara lanet okumak ne kadar da faziletli bir davranış oldu birden! Mülk sahibi sınıfların kalemşorları çok mahirce savundular mülk sahiplerinin mülkiyet haklarının kutsallığını. Piyango mu vuruyor? Bilmem eski kitaplarda hiç gözünüze çarptı mı? O kitaplarda kimileri var ki mülkiyetin hırsızlık olduğunu söyler. Ey, anasından çırılçıplak dünyaya gelenler! Nasıl oluyor da içinizden bazılarına bol miktarda isabet ediyor bu fani dünyanın gani gani nimetleri. Kusura bakmayın ama bu ‘muhteşem’ düzene ikna olma konusunda bazı zorluklar yaşıyoruz. İstanbul’un yeni yetme işadamlarından Albayrak, şöyle sitem ediyor: “Kravatlı adamlar bile yağmaya katılmış, kendisine engel olmak isteyen polise kafa tutuyor. Vallahi sele kapılsam beni de yağmalayacaklar.” Muhteremin işletmesi önemli ölçüde zarara uğramış, bilmem yüz kaç tane araç ve dört bin küsur oto lastiği sele kapılmış. Çok şükür ki her şey sigortalıymış. Bu gezegen çok tuhaf bir yer haline geldi son zamanlarda, kurumsallaşmış
yağmacılar amatör yağmacılarla anlaşamaz oldu. Allah’ın inayetiyle varsıl olanlar, küplerini dolduranlar, fırsatçılar, üçkağıtçılar fırsat başkalarına geçip de zenginliklerinden olma ihtimali belirince çılgına dönüyorlar. Şu üç günlük fani dünyada zenginlikleri kardeş kardeş paylaşsak ne kadar da isabetli olur değil mi? Mesela, bu aciz kulunuz da Rahmi Koç’a özenip tekne ile dünya turuna çıksa diyorum. Yahut fazla gelen paracıklarımla oraya buraya hayır kurumları, müzeler, resim sergileri açsam... Biliyorum bu işler zor. Ama ne yapayım, canım çekiyor işte… Camiye bıraksanız?! Televizyon izlerken haberlerde rastladım, sel bölgesinde bir cami imamı yağmanın dinen caiz olmadığını açıkladıktan sonra baldırı çıplaklar yağmada topladıkları çoğu zaten çöpe dönmüş kap kaçak, ıvır zıvır eşyayı getirip camiye bırakmaya başlamış. Belli ki keramet var bu imamın çağrısında; madem yağma dinen caiz değildir, üç güne kalmaz, çok zamandır emekçilerin emeğini yağmalayan ensesi kalınlar, onların sırtından edindiklerini vicdana gelip cami avlusuna getiriverir! O caminin avlusunun halini hayal etmeye çalışın. Milyarlarca, trilyonlarca dolar değerinde evler, arabalar, fabrikalar, tarlalar, sanat eserleri, altın, gümüş, her türden mallar, ürünler... Sizi gidi kurumsal yağmacılar sizi! Hadi! İşte size fırsat! Sakın kaçırmayın bunu. Bugüne kadar neler çalıp çırptıysanız, neler yağmaladıysanız
BUL
emekçilerden, getirin hepsini caminin avlusuna. Hem belki siz getirdikçe, ekonomi de canlanır… Bu fırsatı değerlendirmek istemiyorsunuz değil mi? Siz bilirsiniz, yalvaracak değiliz. Bir gün elimize fırsat geçerse sizde olan ama aslında size ait olmayan tüm zenginlikleri elinizden alacağımızdan hiç şüpheniz olmasın. Hakkınız var, buyurun koruyun zenginliğinizi… Silahlı ya da kalemli korumalarla çevirin etrafınızı. ‘Alış’ yapacağız!.. Ama unutmayın bir gün sel vurduğunda o yüksek duvarlı saraylarınıza, her şeyinizi almak için fırsatı değerlendireceğiz. Bir gün kendimizi yeterince cesur hissettiğimizde, gösterişli evlerinize, arabalarınıza kudurmuş aç kurtlar gibi saldıracağız. O süper, hipermarketlerinizde beş kuruş ‘veriş’ yapmadan, sadece ‘alış’ yapacağız. Ne o, inandırıcı gelmiyor mu? Pek kalabalık askerleriniz, polisleriniz mi var? Olsun! Ama unutmayın, onlar da biz yoksullardan geliyor. Yarın hava döndüğünde kimden yana olacaklarını kim bilebilir? O ihtişamlı Çar’ın da askerleri, polisleri vardı, pek çoğu sonra Kızıl Ordu’da savaştı… Evlerinizi, saraylarınızı, zenginliklerinizi uzaklara, bizden ötelere taşıyın. Çünkü sizi öyle zengin ve bizi böyle yoksul gördükçe içimiz bir tuhaf oluyor. Bir öe duygusu gelip yerleşiyor ta şuramıza. Biz yoksulken siz değilseniz, bu durumun normal olduğuna asla ikna olmayacağız. Açlıktan kokan nefesimizi ensenizde duyuyor musunuz? Size şahdamarınızdan bile daha yakınız...
L
ÜMiT DERTLi
NBU A T S I İ URAS
B
Ulan, boğazınızdan geçen her lokmada bizim alın terimiz, emeğimiz, canımız var. O yazılarınızı yazdığınız plazaları, gastelerinizi bastığınız matbaaları, oturduğunuz villaları biz inşa ettik. Bizim üstümüze basarak yürüyorsunuz şık mekanlarınızda, her öğünde bizim etimizi yiyorsunuz, çocuklarınıza yediriyorsunuz, kaleminizde bizim kanımız var mürekkep diye, kıçınıza giydiğiniz dona kadar biz veriyoruz size…
N
ebahat Salkım, Nuriye Taş, Bircan Karataş, Özden Binol, Fikriye Özen, Altın Yüksek, Mevhide Kuru… Çoğumuza hiçbir şey çağrıştırmıyor bu isimler muhtemelen. ‘Sel felaketi’ desek, ‘kapalı kasa bir kamyonetin içinde sele kapılan yedi kadın işçi’ desek, ‘ayakları ıslanmasın diye inmemişler kamyonetten’ desek… Evet ‘selde ölen yedi kadın işçi’, hepsi bu... Evet, ‘Burası İstanbul’, yoksulların ölüsünün de dirisinin de isminin olmadığı yer burası, mülksüzlerin kelle sayısından ibaret olduğu memleket. Sabahın köründe yollara dökülüp gecenin karanlığında evine dönebilenin, iki göz kondusu tepesine yıkılanın, kolunu makineye kaptıranın, kaynak yaparken elektriğe kapılanın, kot taşlarken ciğerini çürütenin, işsizlikten bebesine süt alamayanın, İstanbul’u İstanbul yapan, İstanbul’a layık olan ve İstanbul’un layık olduklarının memleketi, ve hiçbirinin isminin olmadığı memleket… Burası İstanbul. Çakalların, akbabaların memleketi... Onlarca yoksulun canını alan bir felaketin ardından, ‘sel felaketinin sigorta sektörüne etkileri’ni tartışan, “Her işte bir hayır vardır, bu felaket sektöre talebi arttıracak,” derken yavşakça ellerini ovuşturan iktisatçıların memleketi. Yoksullar selin ortasında kurtarılmayı beklerken Halkalı Gümrüğü’ndeki hasarın ihracat ve ithalata etkilerini konuşmaya başlayan akademisyenlerin memleketi. Onca insan can verirken ortada olmayan devletin ‘yağmaya karşı’ polisiyle jandarmasıyla, tüfeğiyle tabancasıyla seferber olduğu yer burası… Burası İstanbul. Gözümüzün içine baka baka anamıza sövenlerin memleketi. Edepten nasibini almamış, arsız, her şeyi satmaya hazır reklamcıların ve grevin ‘G’sinden bahsetse kapının önüne koyacağı işçilere ürettirdiği pantolonlara ‘Grevv’ diye marka koyan patronların memleketi. Gencecik yaşta silikozisten ölen kot işçilerinin çürümüş ciğerleriyle beslenen vampirlerin… ‘Grevv’ adını verdikleri paçavralarını ‘Burası İstanbul’ diye pazarlayanların memleketi. Takıp takıştırıp sürüp sürüştürüp sürtmeye
giderken annesine ‘Burası İstanbul’ diye çıkışan tiplerin potansiyel ‘Münevver’lere rol modeli olarak sunulduğu memleket. Dirisini satmayı başaramadıkları kızlarının ölüsünü satmaya çalışan babaların memleketi. Böcekleşmenin, solucanlaşmanın, hiçleşmenin memleketi. Yamyamlığın memleketi burası. Sevgilisinin kafasını testereyle kesenlerin ‘Çocuk Mahkemesi’ne çıkarılıp ifadesinin bile alınamadığı bir memleket. Yüzlerce Kürt çocuğu polise taş attı diye ‘ağır ceza’ mahkemelerinde yargılanırken, para babalarının eşşek kadar sıpalarının sorgusunun pedagoglar, psikologlar eşliğinde yapıldığı bir memleket… Yağmacılar ha! Burası İstanbul. Yağmanın, talanın, hırsızlığın, soysuzluğun memleketi. Sele kapılmış birkaç tabak çanağı evine götürmeye çalışan yoksulları yağmacı diye damgalayanların türlü şebekeleri, ayak oyunları, rüşvet ve sahtekarlıkları, siyasetçi, bürokrat, asker, hakim işbirlikçileriyle parsel parsel yağmaladıkları bir memleket. Sahte çürük raporu ile ilgili iddianameler yazan, davalar açan askeri savcıların sahte rapor çetesi kurduğu bir memleket. Sabah akşam vatan-millet edebiyatı yapıp şovenizm kusanların sahte raporlarla askerlikten yırtmaya çalıştığı, polis teşkilatının en tepe şeflerinin uyuşturucu baronlarıyla ortak olduğu bir memleket. Burası İstanbul... Yalakalığın, küçüklüğün, uşaklığın memleketi. Dikkat edin,
polis adliye muhabirinden genel yayın yönetmenine kadar bütün gasteci müsveddelerinin mahkeme kapısındaki uyuşturucu baronlarına, terör sanığı paşa eskilerine, para babalarına, ‘Efendim’ ile başlayan sorular sorarken yoksullara neredeyse ‘Şşşt lan!’ diye hitap ettikleri memleket. Bok çukuru... Haramilerin memleketi burası. Alçaklığın, namussuzluğun, haysiyetsizliğin memleketi. Bok çukuru burası. Yoksulları kusmuğa benzeten insan suretli sırtla nların memleketi. Selden sonra Sabah gastesindeki köşesinde ‘İstanbul Kustu’ başlığı altında, “O hilkat garibesine çevirdiğiniz şehir artık sizi tükürüyor, görmüyor musunuz? Taşı toprağı altın diye, doğduğunuz kentleri terk edip koştunuz, şimdi b.k (terbiyeyi de elden bırakmamış) çukurunun içinde yüzüyorsunuz,” diye yazmış bir tanesi. Ulan, boğazınızdan geçen her lokmada bizim alın terimiz, emeğimiz, canımız var. O yazılarınızı yazdığınız plazaları, gastelerinizi bastığınız matbaaları, oturduğunuz villaları biz inşa ettik. Bizim üstümüze basarak yürüyorsunuz şık mekanlarınızda, her öğünde bizim etimizi yiyorsunuz, çocuklarınıza yediriyorsunuz, kaleminizde bizim kanımız var mürekkep diye, kıçınıza giydiğiniz dona kadar biz veriyoruz size… Hilkat garibesi bizi tükürüyormuş, ulan o gökdelenlerinizi, boğaza nazır yalılarınızı, villalarınızı,
alışveriş merkezlerinizi, Etiler’inizi, Bebek’inizi, Levent’inizi, ihracatınızı, ithalatınızı, şirketlerinizi, kârlarınızı, yüksek limitli kredi kartlarınızı velhasıl bütün o yarı rafine yarı görgüsüz hayatlarınızı hilkat garibesi dediğiniz Bağcılar’a, Sefaköy’e, Halkalı’ya, Zeytinburnu’na ve Gaziosmanpaşa’ya, ve Tuzla’ya ve Gebze’ye, yanından geçerken iğrendiğiniz, yüzünüzü öte çevirdiğiniz ‘varoşlar’a, oralarda yaşayan ve çalışan ‘kusmuk’ dediğiniz, ‘tükürük’ dediğiniz emekçilere borçlusunuz. Bok çukurunda yüzüyoruz evet, bizi o bok çukuruna mahkum edemeseydiniz, siz bok sineği gibi çöreklenemezdiniz yarattığımız zenginliğin üzerine. And olsun ki, bir gün saltanatınızı yıkacağız, silkinip çıkacağız o bok çukurundan, temizlenip paklanıp kendi elimize alacağız kendi yarattığımız zenginliği, sizin payınıza düşecek bu kez o çukur. Şimdiden uyaralım, o bok çukuru villalarınızın havuzlarına ya da Bodrum plajlarına hiç benzemez, bugün bizim yüzdüğümüz çukurda yarın siz boğulacaksınız. Burası İstanbul. Ekimin ilk haftası buranın haramileri ağababalarını ağırlayacak İstanbul’da. Evet, dünyanın yamyamları buranın yamyamlarına konuk olacak, yeni yamyamlık stratejileri konuşulacak. İstanbul’un ‘hilkat garibesi’ olmayan bir güzide köşesi tahsis edildi ağababalarına, kuş uçurtulmayacakmış, öyle buyuruyorlar. Lakin, burası İstanbul. 1 Mayıs 77’lerin, 1 Mayıs 20078-9’ların, 15-16 Haziran’ların, NATO protestolarının da memleketi. Direnişin, mücadelenin, kahramanlığın memleketi. Onurun ve insanlığın ve isyanın memleketi. Nebahat’in, Nuriye’nin, Bircan’ın ve Fikriye’nin, Altın’ın, Mevhide’nin memleketi, mülksüz ve isimsiz milyonların… İstanbul direnecek. Bok çukurlarından çıkıp burunlarının dibine dikileceğiz ve yamyamlara İstanbul’u dar etmek için, rahatlarını kaçırmak için elimizden geleni ardımıza koymayacağız. Şimdilik yıkamasak da haramilerin saltanatını sallayacağız... Burası İstanbul ve İstanbul için isyan vakti!
11 3
OKAN YILMAZ Patronları daha çok yesin diye bizden kemerlerimizi sıkmamızı isteyenlerin karşısına geçelim!.. Kemerlerimizi çıkarıp bu küresel yağmacıların enselerinde patlatalım!..
Emperyalist haydutlara karşı... i
stanbul’da belalı günler yaşanıyor. AKP’nin kendisinden bekleneni yapıp neredeyse bir katliama çevirdiği ve ‘hafif duyarlı Greenpeace aktivisti renkli kız’ edasıyla suçu küresel ısınma karşısındaki insan sorumsuzluğuna attığı korkunç sel felaketinden sonra, bir de IMF ve Dünya Bankası felaketini ağırlamaya hazırlanıyoruz. Bir fark: Bu sefer önlemi devletten değil, olması gerektiği gibi ilerici ve devrimci güçlerden bekliyoruz. Bilmekteyiz ki IMF, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın akabinde kurulduğu günden bu yana piyasayı krizlere karşı korumak ve sermayenin, uluslararası tekellerin, topyekûn kapitalist metropollerin kârlarını katlayıp egemenliklerini güvence altına almak için çalışmaktadır. Kapitalizmin riyakârlığına yaraşır biçimde, gelişmekte olan ülkeleri ‘kalkındırma’ vaadiyle bu ülkeleri uzun vadeli borç batağına sürükleyip, ilaveten bir yığın yağma ve talan politikasını dayatan IMF ve peşi sıra Dünya Bankası, mevcudiyetlerini bir türlü sonu gelmeyen faiz ödemeleriyle sağlayagelmiştir.
Bizi soyuyorlarsa...
Verdiği borcu faiziyle geri isteyen, daha da önceliklisi dayattığı neoliberal politikaların uygulanması karşılığında sıcak para veren bu fonlar, emperyalizmin ordulardan sonraki en saldırgan ve vahşi kurumlarıdırlar. Halktaki karşılığı popüler ifadeyle ‘kemer sıkma’ olarak beliren IMF politikaları, özetle memurun, işçinin, emeklilerin maaşlarını kısma, köylüye ve çiçiye ne üreteceğini dikte edip üretim çeşitliliğini azaltma (piyasanın ihtiyacı olan spesifik meta üretimini teşvik etme), ücretleri manipüle etme, eğitim ve sağlık giderleri gibi kamu harcamalarını kısıp sosyal güvenceleri törpüleme gibi neoliberal saldırılardan mütevellittir. Velhasıl, bu sayfalarda ve başka pek çok sol neşriyatta meseleyle alakadar pek çok üstat işin tarihi ve teorisinden çok defalar söz etti. Tekrara düşmeden söylenebilir ki, günümüzde değişen şey, Asya ve Latin Amerika ülkelerinin şaşılacak bir hızla IMF borçlarından kurtulmaları ve
4
küresel kriz sonrası neo-liberalizmin sarsıntısı IMF’yi köşeye sıkıştırdı ve onu yeniden en sadık faiz ödeyicisi olan Türkiye’ye yöneltti. Yarattıkları krizin faturasını emekçi halklara çıkaran ve kamu harcama kısıtlamaları, vergilerin artışı vb. politikalarla uluslar arası sermayedarları iflasın eşiğinden çevirmeye çalışan kapitalizm, işbu IMF aracılığıyla yine ülkemize uğruyor.
Bizi uyutuyorlarsa...
Kapitalizmin uydu ülkesi olma yolunda büyük irade gösteren Tayyip’in yerel seçimler öncesi, “IMF’ye ümüğümüzü sıktırmayız,” dediğine bakmayın, tipik bir seçim manevrasıydı. 16 Eylül (2009) günü yaptığı bir basın toplantısıyla hükümetin 2010-2012 yıllarını kapsayan Orta Vadeli Program’ını açıklayan bakan Ali Babacan, programlarında IMF’yi ve gelmesi muhtemel krediyi de hesaba kattıklarını söyledi. Haricen, 2010 yılında öngörülen yüzde 3.5’lik ekonomik büyümenin özel sektörün yatırımlarına, maktu vergi artışlarına, sosyal güvenlik harcamalarının kısılmasına ve enerji KİT’lerine yönelik sıkılaştırıcı düzenlemelere paralel gelişeceğini söyledi. Ağız kenarıyla, “IMF finansmanı olmazsa olmaz değildir,” diyen Babacan, anlaşma sağlandığı takdirde bu kaynağın Türk bankacılık sektörüne, özel
sektöre yatırım ve tüketim için aktarılacak bir kaynak haline geleceğini de ekledi. Biz biliyoruz ki, yıllık toplantılarını gerçekleştirmek üzere 6-7 Ekim tarihlerinde İstanbul’da olacak olan IMF ve Dünya Bankası’yla işte bu program konuşulacak, icazet alınacak ve mümkün mertebe kredi muslukları açılacaktır.
Bize zulmediyorlarsa...
Lakin, saldırı varsa direniş de olacaktır. ‘IMF ve Dünya Bankasına Karşı Direniş Günleri Koordinasyonu’ Direnistanbul adlı direniş kampanyasını başlattı ve yürüttüğü eylemlerle de çağrısını sürdürdü. Öte yandan ‘IMF ve Dünya Bankası
Karşıtı Birlik’ de 13 Eylül’de Beyoğlu, 17 Eylül tarihinde ise Merkez Bankası İstanbul Şubesi önünde gerçekleştirdiği eylemlerle protesto sürecini başlattı. Koç Bankası sponsorluğunda gerçekleşen festivallerinde endüstriyel sanata karşı sol görünümlü ‘endüstriyel’ bir tavır alan 11. Uluslararası İstanbul Bienali protestosundan Tarlabaşı’nda yemek dağıtımı ve takas eylemine, kentsel dönüşüm ve ekoloji forumlarından toplantıların yapılacağı Kongre Vadisi’ndeki eylemlere kadar pek çok etkinliği yürüten Direniş Günleri Koordinasyonu’nun yanı sıra, IMF ve DB Karşıtı Birlik de 6-7 Ekim tarihlerinde zirveye taşınacak olan eylemlere katılım çağrısı yapmak için sokaklara çıktı.
Biz de sokaklara çıkarız!
BUL
B
N I İSTA S A R U
120 bin metrekarelik bir alana 11 ayda inşa edilen ve maliyeti 330 milyon lirayı bulan devasa Harbiye Kongre Vadisi’nin ilk resmi ziyaretçileri IMF ve DB olacak. Dünya halklarını açlığa, yoksulluğa, sefalete mahkûm eden ve sömürü düzeninin en arsız kuvvetlerini teşkil eden bu 13 bin emperyalist hayduda karşı kavganın ve direnişin sesini yükseltmek için İstanbul sokaklarını dolduralım. Kentsel dönüşüm projeleriyle yoksulları evlerinden söküp atan, su dâhil en temel hizmetlerin/ ihtiyaçların özelleştirilmesi yolundaki yaptırımlarıyla halkın harcama kalemlerine her gün bir yenisini daha ekleyen, tarım politikalarıyla köylüyü ve çiçiyi emperyalist patronların piyasa ihtiyaçlarına zincirleyen, zamlarla, vergi artırımlarıyla, kamu harcamaları ve maaşlardaki azaltmalarla dünya halklarını bir avuç ensesi kalının kârı için köleleştiren bu katillere halkın sopasını indirelim! Patronları daha çok yesin diye bizden kemerlerimizi sıkmamızı isteyenlerin karşısına geçelim! Kemerlerimizi çıkarıp bu küresel yağmacıların enselerinde patlatalım! İsyan, direniş ve kavga için devrimci dayanışmanın barikatlarını kuralım!
HAKAN KURTULDU
Gelirlerse ekime kadar!.. V
ar gücüyle üflese bile, boktan sinek uçuramayacak on üç bin adet takım elbiseli IMF ve Dünya Bankası memuru, merkez bankası başkanları, Sorosu, boku, püsürü Ekim ayının başında, krizden krize savrularak durmadan altına eden kapitalizmi nasıl eski mesut günlerine geri ‘sıvarız’ı konuşmaya Türkiye’ye geliyor. Dönemin moda kavramıyla söylemem gerekirse yeni bir ekonomik ‘açılım’ ı müzakere edecekler. “Gelirse Ekim’e kadar, gelmezse Kasım’a kadar!” dememek lazım. Çünkü bu ‘kalın’ tayfanın, üzerine muhabbet edeceği mevzu, direkt hayatlarımız… Bu kol düğmeli tosunlar, suratları kıpkırmızı olana kadar yiyip içecek ve çok önemli ‘yol haritaları’ belirleyecek. Çok önemli olduğunu idrak etmek için tuğla irisi kitapları hatim etmeye gerek yok.G20 İstanbul’da yapılacak toplantının küresel ekonomik toparlanmanın koordinasyonu açısından çok önemli olduğunu vurgulamış. Bahsedilen toparlanmanın emekçi/işsiz yoksullar tarafına herhangi olumlu bir şey getirmeyeceğini söylemek gerekir mi bilmem. Ki bilenleriniz bilir, yirmi tane G bir araya gelip, bir şeye ‘önemli’ diyorsa, o şey sadece onların cenahı için hakikaten önemlidir. Hatta bu koordinasyonun küresel düzeyde olması gerektiği de belirtilmiş. “G’lerin bile kurtuluşun enternasyonal bir hareketle olacağını idrak ettiği şu günlerde ulusalcılara sabır ihsan eyle yarabbi,” diyerek bu şişman memur toplaşmasının içeriği hakkında konuyu biraz derinleştirmek istiyorum. Hepsi birbirinden yağız on üç bin ‘büyükbaş’ ekonomi elitinin kolay kolay toplanmadığını hepimiz biliyoruz. Peki bu kadar adam toplanıp ne yapacak? Bence yarısı yancı zaten bunların. Sırf harcırah için görev kağıdı imzalatmış bi sürü akbaba. Otelden havlu araklayıp açık büfeye dalmaya gelmiyorsa adam değilim. (Yapar bu namussuzlar!) “Hımm otantik lezzet!”, “Mıımm geleneksel tat!” deyip yutacaklar kadayıfları. Peynirli gözleme savaşı yapacaklar basına kapalı salonlarda. Ah bir de hamamdan (Turkish Bath) çıktıklarında Boşnak gelini gibi al al yanaklarını gösterse ya ‘yandaş’ medya. Her gelen, otelinden bir havlu çalsa battı zaten memleket. Ya da tam tersi. Havlu talebi artar. Üretim canlanır. Alırız, veririz, ekonomiye can veririz. Yoksa, “Yabancı sermaye gelecek,” dedikleri bu m’ola? Aslında bütün bu karmaşa içinde en kritik mevzu , bu on üç bin adamı birden
bir halıcıya ya da kuyumcuya götürüp komisyon alma hayallerini kuran turizm yöresi tezgahtarı (yes pliiz) var mıdır yok mudur? Bunun cevabını toplantı sonrasına bırakacağım. Neyse neden geldiklerinin cevabı açık. Batmanın eşiğinden dönen ama kıçını ‘teğet’ geçtiği için pıçak yarası ile yaşamını sürdürecek olan küresel ekonomi ile alakalı ikinci yarı planları yapacaklar. Neden ikinci yarı dediğimi de açıklayayım. Krizin alevinin söndüğü, yeni ve görece ılımlı bir döneme yol alındığı öngörülmekte. Bu evrede işin içinden çıkamadıkları en büyük açmazların başında ise ‘yeni istihdam’ olanaklarının nasıl yaratılacağı konusu var. ‘Yeni istihdam’ dediği ise bir süre önce maliyet olarak görülüp kapının önüne koyulan milyonlara iş vererek rehabilite etmek ve her birinin sırtından yeniden para kazanmaya daha düşük maliyetlerle devam etmek. İlk bakışta millete iş, aş yaratma peşinde gibi görünen bu altın kol düğmeli kalabalığın asıl amacı ise yeni dönemde kar maksimizasyonunun nasıl bir üst kademeye sıçratılacağıdır. Daha Türkçesi kapitalist ekonomide çalışan her bir işçinin yarattığı değerin yalnızca kırıntısını gelir olarak elde ettiğini sadece biz solcular değil asıl onlar biliyor. Çünkü kapitalist aslında istihdamdan bahsettiğinde hepimizin onu artı-değer olarak anlaması gerekir. Talebinize bir, size iki! Sistemin yaratıcıları ve devam ettiricileri olarak hepimizden daha iyi bildikleri diğer bir kavram ise ‘talep dengesi’ dir. Yine bir kapitalist ne zaman ‘talep dengesi’ derse bilin ki kıçı sıkışmış ve ürettiği malı /şişen stoklarını satacak müşteri arayışına çıkmıştır. Artık o durdurulamaz bir esnaır. Yapmayacağı şaklabanlık, atmayacağı takla bırakmaz. İstanbul’da yapacakları bu toplantıda bir diğer başlığın ‘talep dengesinin yeniden kurulması’ olması şaşırtıcı değildir.
İkinci evredeki görece olumlu gidişatta istihdamı arttırarak artıdeğer cukkası yerken, verdikleri üç kuruş maaşı da toplumun yüzde 80’inden fazlasını oluşturan ücretli sınıfın cebinden tekrar nasıl alacakları hinliği içindedirler. Bütün bu anlattıklarım engin ekonomi bilgimin bir sonucu değil IMF’nin resmi sitesinde e-dergi olarak yayımlanan ‘IMF Survey’den arakladıklarımdır. Tabii ki istihdamı arttırıp nevaleyi doğrultma niyetindeyiz, demiyorlar. Ama ısrarla üstünde durdukları üç başlıktan ikisi istihdam ve talep. Eğer istihdamı artırmayı başarabilirlerse zaten talep doğru orantılı olarak ve hatta çarpan etkisi daha büyük bir şekilde ekonomiyi bir süre daha canlı tutabilmeyi başaracaktır. Attıkları bir taşla vurdukları üçüncü kuş ise, işçi çekirdekli kitle hareketlerini tırpanlayabileceklerini öngörmeleri. Yani işsizlikten bunalmış ve kıpırdanmaya başlamış kalabalıkları fonlayarak ‘hayatın güzellikleri’ni tekrar önlerine sermeye çalışıyorlar. Bu da önümüzdeki günlerde at mesajı kap krediyi, iki bin ay vadeli ekmek pişirme cihazı ve buna benzer bir bölük tüketimi pompalayıcı hödük kampanya olarak karşımıza çıkacak. Zaten en hödüğünü ‘alın verin ekonomiye can verin’ acizliğinde yaşıyoruz. Daha akademik seviyede ekonomik irdelemeler yapan, farklı bakış açılarıyla konuya yaklaşan sürüyle ‘aydın’, ‘Marksist iktisatçı’ var ve olacaktır. Asıl niyetim bar taburesine tünemiş Cihangirli edalarında ahkam kesmek değil. Bu kadar açıkça tezahür eden bir namussuzluk karşısında alınacak en geri pozisyon, en kolay aksiyon kalem oynatmak ve çene çalmaktır. İşin makro-ekonomik düzeydeki etkilerinden çok gelen on üç bin maymuna -ki buna yerliler de dahil- İstanbul sokaklarını nasıl dar ederiz onu konuşmanın zamanıdır… Sırrı Süreyya Önder in anlattığı bir hikaye vardı. ’Namuslu yoksul’
kimliğini yüceltmek için anlatmıştı. Sanırım Osmanlının son zamanlarında geçiyor hikaye. Birkaç bey/ağa at arabasının arızalanması sonucu mecburen yoksul bir köylünün evine gecenin bir vakti misafir olur. Adamcağız şaşırır, ne yapacağını bilemez. İkram edecek bir kahveyi bırak, işler kötü giderse tanrı misafirlerini yatıracak doğru düzgün yatak-döşeği yoktur. Kolu kanadı kırık köylü ne yapacağını bilemez. Boynu bükük oradan oraya koşuşturur durur. Sonunda salona gelip beylere der ki, “Beyim size ikram edecek doğru düzgün bir şeyim yok müsaade edin de size bir oynayıverem…” Şimdi bu asalak tayfanın gönüllü memurları, 54 sene sonra bu topraklara ‘dünya emekçilerinin kanını daha sistemli nasıl emeriz’i karara bağlamak için tekrar geldiğinde, iki davranış biçimi ortaya çıkacak. Birincisi hikayedeki köylü gibi, “Durun beyim bi oynayıverem,” diyenler, ikincisi de her ne pahasına olursa olsun kan emicileri geldiklerine pişman etmeyi insanlık vazifesi sayanlar. Tosunlar, koca göbeklerini sallaya sallaya İstanbul turları atamayacaklarını, heyet olarak Kapalıçarşı ziyaretine çıkamayacaklarını çok iyi biliyor. Seattle’da, Cenova’da, Prag’da, Bağdat’ta, Zonguldak’ta kuyruğunu sıkıştırıp yapacakları işi yerin dibinde yapmayı zaten öğrendiler. Biliyoruz ki, gönülden cenge hazır yerli postyeniçeriler, gazıyla copuyla orantılı orantısız bu toplantıyı cansiperane savunacaktır. Efendilere zeval gelmemesi için kıçına başına bomba takmış gizli servis memurları göreve başlamıştır bile. Özel eğitimli polis köpekleri daha azgın olsun diye karanlıkta aç yatırılıyor mudur, bilmem. Asgari ücret alarak çalıştığı fabrikadan izin alarak ‘gösterici’lere saldırtılmak üzere sivil faşist taburları kurulur mu? Niye olmasın? Her ne olursa olsun. Her türlü yamyamlığa karşı bu toplantıya militanca karşı durmak, sokağa sahip çıkmak ideolojik ve sınıfsal tavrın ötesinde ahlakla ve onurla ilgilidir…
BUL
BU
İSTAN RASI
5
SERHAT ÖZCAN
O
ADEM BABALAR KOĞUŞU
rhan Kemal usta, 72. Koğuş’u yazdığında, ikinci dünya savaşı yıllarındaki bir memleket cezaevini anlatmış… Bursa Cezaevi. Aslında 1940’ların cezaevinden görünen ve ülkeyle de birebir örtüşen gerçeğini yazmış. Olağanüstü koşullarda sadece hayatta kalmaya çalışırken, yokluğun çaresizliğinden, her türlü değer yargılarını yitirmiş mahkûmların, yaşama tutunma mücadelesi diyebiliriz kısaca. Yaşamak sosyal devletin günde bir kez verdiği somun ekmekten ibaretken, sosyal hayat ve ileri gidebilme arzusu, ‘ya hep ya hiç’ kumarlara yönlendirir Adem Babalar koğuşunu. Beş liraya beş takla! Beş lira için beş takla atan mahkûmlar, günde bir kez aldıkları ekmeklerini ipotek ederler kumar borçlarına. Hiç kumara bulaşmasalar, karınlarının doyması, az da olsa garantiyken üstelik. Seferberlik dönemi… Kumarda önceden ayarlanmış tezgâha gelinip de açlık garanti oluverir… Artık, onur, namus gibi kavramlar yok olup, sadece doymak ve karınlara girecek bir lokmanın ve özellikle mümkünse bir sıcak çayın, ya da çorbanın, hele ki, içinde bir parça etin de olduğu kuru fasulyenin, en büyük nimet olduğu bir yaşamın bedeli ödenir. Namus uğruna, onur ve gurur adına can almış insanların, doymak adına verdiği onursuz mücadele, zor koşullardaki her insanı eleştirme hakkını alıyor elimizden. Artık hesap, parası olana boyun eğip, masa artıklarıyla karın doyduğunda ‘biat etme’ üzerinedir. Aklın ve melekelerinin durduğu andır bu. Ekmeğin ve paranın nereden geldiğinin soruşturulmadığı bu dönemler, toplumun en muhafazakârlaştığı anlardır nedense… -Aslında nedeni bellidir...Ahlâki ve sosyal çöküntüyü hiç kimse görmek istemez. Görmek belki aç kalmak, belki de başa bela almaktır böyle durumlarda. Aç ve onursuz kalındığındaysa, onur yeniden devreye girer ve isyanlar başlar. Bireysel isyanlar onurlu ölümlerden öteye gitmezken, kitlesel isyanlar mutlaka hayatın
6
Çaresiz ve umudunu yitirmiş bir ülkenin kazanımı mıdır, yoksa satılmışlığı mıdır, Adem Babalar koğuşundaki ‘güçlü’nün gardiyanlara? Her şey çok güzel, demokratik açılımlar süpper… Kodu mu oturtan bir başbakan ve bir iktidar var. Ama ben açım. Olsun… Ortak bir kaderi paylaşıyoruz... Ortak acıları yaşıyoruz. Onun çocuğu gemiciklerinde dalgalarla boğuşuyorken, ben sellerde dalgalarda boğuluyorum… Yaşasın sosyal eşitlik, vaaauv… IMF geldi!.. Sıcak para verecek bize, yaşasın! O kadar inşaat ve yol yapan özverili müteahhitlerin, asfaltları yapan yandaş şirketlerin, nihayet paraları yatabilecek… Onlar da kendilerine bu kıyağı yapanlara diyetlerini ödeyebilecek. Ben uyuyacağım… No… Nooo… Bunları görmek istemiyorum. Bir basket maçında Türkiye basket attığında, bir ‘kenar’ mahallede herkesin, hep bir ağızdan ‘Yes bee!’, ‘Olley be!’ dediği bir ülkede ben 50’lerin başında yazılmış, 72. Koğuş’un, tekrar tekrar okunmasını ve oyununun izlenmesini öneriyorum…
içinde bir karşılık bulur. Kaybedecek bir şeyi olmayan insandan korkmanın temelinde yatan da budur. Asıl I sorun, URAS kaybedecek B hiçbir şeyi kalmamış toplumların ve insanların, kaybedilen hiçbir şeyin farkında olmayarak, ona verilen her payeyi kazanım zannetmesinden kaynaklanmaktadır.
Bizdeki ‘ben ısmarlarım’ deyimi bu yüzden Avrupalılarda ‘Alman usulü’ diye tanımlanmıştır. Almanın L U B vebalinden İSTAN çoktur avantayı kabullenmenin vebali. Bu yüzdendir ‘bir koyup beş alacağını’ inanmadan söyleyen başbakanların hırsı. 1946 savunma işbirliği antlaşması ve sonrasında IMF…
‘Kara’ ölmüşken... Üstelik en önemli rollerinden birini ‘Kara’yı oynayan ağabeyimiz ‘Nihat Nikerel’ ölmüşken… Biz bugün provaya devam ettik. Vicdansız ya da sevgisiz olduğumuzdan değil. Saygımızdan… Ama biz ölürüz IMF yine gelir. Bizden ölmeyen biri bayrağı alır koşarken o da ölür. Bayrağı yine biri alır ve yine… Ölümsüz olan üretmektir. Yoksa saygı ve vicdan ve vefa en bildik kavramlardır bize… Biz gidemeyiz yüreğimizin götürdüğü yere bu yüzden belki ama… Yüreğimiz bilir gittiğimiz yeri… Terk etmez bizi ölsek de… Açılımsal uykularımızda. Yüz doları bir gecede iki yüz olup sevinen bizlere, IMF karşısında göbek atmayı öneriyorum… Çünkü bende kafayı yiyip, ülkem gibi rahatlamak istiyorum. Haydi eller havaya, vaaaav, ohhh yes boy. Good!.. Ya da bir pabuç fırlatsın herkes...
ALi OSMAN COŞKUN
Çürüme-‘Yaratma’-Mahlûk... Ö
nce bir kadının sonra bir adamın başına, yarasını yalamasın/dişlemesin diye köpeklerin başına takılan cinsten bir şeffaf huni takıyorlar… Bu huni; kadının, adamın, köpeğin boynuna dar (tepe) kısmından geçirilmektedir ve kafa; kadının, adamın, köpeğin kafası huninin içinde kalmaktadır… Kadın, adam (köpek yok!), kafaları bu huninin içinde bir (havuz gibi kenarları biraz yüksek) platforma çıkıp şarkı söylemeye koyuluyorlar… Şarkılarını söyledikleri platformun tam üstünde, kafalarını saran huninin tam üstüne/ ağzına denk gelecek şekilde bir de şeffaf boru bulunmaktadır… Bu borudan, şarkı söyleyen hunili kadın ve adamın hunilerinin içine, yani kafalarına; böcekler, kertenkeleler, “el öpen”ler, yengeçler, beyaz fareler dökülmektedir… Bu bir ‘yarışma’dır. ‘Yarışmacı’, hunisinin içine dolan; ağzında, yüzünde, saçlarında dolaşan bu mahlûkatın arasında iki dakika süreyle şarkısına devam etmeyi becerebilirse, ‘başarılı’ sayılmaktadır… * Bu yarışmanın bir de jürisi var tabii… Bir eskimiş şarkıcı, bir dizi oyuncusu ve “böcek kraliçesi” (“istakoz”dur bu böcek) ünvanlı bir şahıstan oluşan bir jüri… Olup bitenleri çığlık çığlığa seyreden stüdyo seyircisiyle birlikte şekilden şekle giren ve her türlü tiksinme mimiklerine başvuran bu şahıslardan oyuncu olanı, yüzünü buruştura buruştura, böyle bir yarışmaya katılmak ve kendilerine yapılanlara katlanmak için bu yarışmacıları “neyin motive ettiğini” sormaktadır… Elinin körü!.. * Yazının bundan sonrasını, bu mahlûkata, yani; yarışmacılara, yapımcılara, sunuculara (biri gene bir eskimiş şarkıcı), jüriye, seyircilere küfrederek doldurmak isterdim… Bu küfürleri, bu ‘yarışma’ya tesadüfen çattığımda ettim, zaten… Hakkını da verdim… Sadece; böcek, kertenkele, “el öpen”, yengeç, beyaz fare türünden mahlûkatı (küfürlerimden) tenzih ettim… * “Gözümle görmesem inanmazdım,” diyemeyeceğim… ‘İnsan’, bugün, en olmadık biçimde her şeye ‘müsait’ mahlûk olmuştur/kılınmıştır… “Gözümle görsem inanmam,” lâfı da ömrünü tamamlamıştır. Hattâ, insan gözü ömrünü tamamlamıştır! Göz’ün arkasındaki, malûmatı değerlendiren ‘yer’de iş bitirilmeye çalışılmaktadır/bitirilmektedir, büyük ölçüde de bitirilmiştir… *
Böcek yeme ‘yarışma’ları da görüyoruz ya artık, gözümüz açık gitmeyeceğiz tüm insanlık olarak...
1969 yılında Sydney Pollack’ın çektiği Atları da Vururlar (They Shoot Horses, Don’t They?) filminde, kapitalizmin büyük 1929 krizi günlerinde ‘yırtmak’ için ölümüne/ölünceye dans etmeye mecbur bırakılan insanlar anlatılır. 2000 saate (yaklaşık 85 gün!) kadar sürenleri olan bu dans maratonları, o zamanın ABD’sinde bile yasaklanmış… Sonra, hatırladım; bu memleketin TV ekranlarından, ‘geberinceye kadar arabaya dokunmaktan vazgeçmeme suretiyle araba sahibi olma’ yarışmaları ve benzeri şeyler geldi geçti… Hatırlayamadığım, bu insanlık dışı uygulamaları mesele yapan birileri! * Geçen yüzyılın başlarında doğmuş olan “Pavlov’un Köpeği” (Pavlov değil, “Köpeği”), “Kafka’nın Böceği”nden (Kafka değil “Böceği”!) biraz daha yaşlıdır. Pavlov’un köpeğinden, Kafka’nın böceğinden geçilip bugünlere gelindiğinde, huninin içinde börtü böcekle şarkı türkü “çığırma” aşamasına ulaşılmıştır… İnsan varlığına armağan olsun!.. Üstelik, Atları da Vururlar’ın Gloria’sının aksine hayatta da kalıyor bu tür! * Yaz geçti. Halklar böceklerle şarkı söylerken, memleketin mutena tatil beldelerindeki “Taş Mektep”lerde, “Akademi”lerde ruhlarını parlattı münevver takımı… “Azami program” veya biraz eskimeye yüz tutmuş yaz modası, mahallenin eski kabadayısı orduya posta koyarak diploma almak idi, hâlâ… Devlet, bilumum aygıtları, sınıflar, sosyalizm vs. , Ege’nin rutubetinde sislenmişti; faşist ve İslamcı cenahtan ‘ortaya’ ilerleyen ‘demokrasi muhibleri’yle aynı sularda huzur içinde kulaçlar atıldı… Yaz geçti… Bana tuhaf gelen şuydu: Derin suları haber veren ipli-mantarlı güvenlik hattına kadarki ‘olup olacağı bu’ sularında ‘sol’ adına kulaç atanlar, epeydir tabanda, ‘halk’ta olup bitenle pek meşgul değillerken
(‘tepe’deki itişmeyle ve oradan doğacak ‘demokrasi’yle meşguller); sağ suların bazı adamları çanları çalıp duruyordu… Meselâ Avni Özgürel, Osmanlı ve Cumhuriyet bilgisinin sağladığı perspektifle şöyle şeyler yazıyordu: “Türkiye’nin içinde yaklaşık 50 bin nüfuslu bir İsviçre; yanında nüfusu milyonlarla ifade edilebilecek çok sayıda Bangladeş mevcut. Hal böyleyken en tirajlı en itibarlı en yüksek reytingli basın yayın organlarını izleyin, en saygın kalemleri okuyun; büyük çoğunluğuna boşvermişlik duygusunun ya da ‘Vur patlasın çal oynasın’ havasının hâkim olduğunu göreceksiniz. Ulusal bir televizyon kanalında açıkça çocuk istismarına dayalı bir programın pervasızca yayımlanabiliyor oluşundan başlayıp, büyük bir gazetenin sevilen bir kadın yazarının soyunarak kamera karşısına geçmekte beis görmemesinden çıkabiliriz. Ve bu tabloya gerek stüdyoda gerek gazete köşelerinde alkış tutan ‘kanaat önderi’ simalardan. Bir araştırma şirketinin yaptığı anket gidiş yönünün işaretlerini veriyor aslında. Önemli oranda ebeveyn çocuklarının geleceğini ‘sanat dünyasında’ gördüklerini söylemişler!.. Adi suçlarda artış ne oranda bilmiyorum ama meydana gelen hadiselerde vahşet boyu yükseliyor, yanı sıra suçluların yaş ortalaması ürkütücü şekilde düşüyor… Çözülme dediğimiz şey tam olarak bu aslında. Değer atfettiğimiz, anlam yüklediğimiz ne varsa hepsinin içinin boşalıp kabuktan ibaret kalması, koflaşması demek çözülme. İnanç, milliyet, vatan, insan hakları, özgürlük, demokrasi, adalet, ahlak, aile, sevgi, dürüstlük ve daha aklınıza ne gelirse. Her yazıya, her sohbete kattığımız, hepimizin olabildiğince sık kullandığı ama ifade ettikleri manayla günlük hayatın dışında tuttuğumuz sözcükler bunlar… Riya, fitne, gıybet, haset, tamah, nefret, yalanla çevrilmişlik içinde iltimas, rüşvet, suistimal, yolsuzluk havasını solumaya alıştık… (…) Mevcut tabloya bakıp buranın yüz
bin camisinde her gün beş vakit ‘Ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim’ diyen peygamberin tebliğine uyduğunu söyleyen; günahtan ve haramdan sakınma taahhüdüyle secdeye varan insanların yaşadığı yer olduğuna inanmak zor.” ‘Solcu’nun liberal duruşlu olanı, Jonathan Swift’in mezartaşındaki yazıyı düşünüyor gibi: “Burada, vahşi haksızlıklar karşısında kalbi paramparça olan biri yatıyor.” (‘Temiz’ yorum!) Ve herhalde, Kazancakis’in şu sözlerini tekrarlayıp tekrarlayıp, Ege’nin lâciverdine bakıyorlar: “İnsan bir çöl canavarıdır.” (‘Tüyme’ pozisyonu!) * Yazdıkça eksik yazdığımı gördüm. Meğer, örümcekli, yılanlı; aşağılanma veya ölüm tehlikesi taşıyan bir sürü tuhaf ‘yarışma’ ile doluymuş ekranlar… Böcekle dolu kutulardan dudaklarıyla aldıkları böcekleri, takım arkadaşlarının ağzına aktaran ve “ne yaptığımı bilmiyorum” diyenleri gördüm… Gene “bilmiyorlar ama yapıyorlar”dı… Çoktaaan kanıksanmış bir sürü zırva ile doluymuş ortalık… Şu, adı tekrarlanmadıkça gizlenen; anılmadıkça insan hücrelerinde mutasyona yol açan; insan eksildikçe kanlanıp canlanan; adıyla sanıyla kapitalizm denen sirk’te, ‘aciz insan’ kılıfındaki düşüklüğün yanıbaşında, ‘sanatçı’ kılıfına girmiş olanı da var: Jan Fabre adlı bir ‘sirk’ adamı, halen sürmekte olan 53. Venedik Bienali’nde, “Dünyanın Fıskiyesi” adını verdiği bir ‘iş’ini sergilemekteymiş… Bir “yerleştirme” olan bu ‘iş’te, muhteremin “kendi figürünü, ereksiyon halinde, 150 tane orijinal boyutunda dağılmış mezar taşının ortasına yatmış, belli aralıklarla havaya spermini fışkırtırken” görüyormuşsunuz… “Aynı yerleştirmeye eşlik eden ufak desenleri de Fabre, kendi kanı, spermi, gözyaşı ya da idrarını kullanarak yapmış”mış… * Ekim’de kartopundan söz etmek erken olabilir. Kartopu, pisliği toplaya toplaya yuvarlandıkça büyüyen, çığa dönüşebilen bir şeydir ve o devleşen topa yapışıp onunla birlikte yuvarlanmanın kaderciliği sinsi virüsler gibi girer ruhlara… Binbir türlü girer. Bu yuvarlanan top üstünde yuvarlanırken masallara başvurmayıp topu parçalamakla meşgul olmayan bir zihin, her ne haltla meşgul olacaksa olsun, ‘sol’dan konuşmasın! * Hapisaneye dönüşmüş bir hayattan ‘tahliye’yok… Hapisaneyi yok etmeyi düşünmeyen, gitsin, böceklerle şarkı söylesin!..
7
TAN DA İS I S A BUR
BUL
Enginarlı kanepe ile B
u yıl düzenlenen 11. İstanbul Bienali’nin takındığı söylem ve sergilediği manzaralar, bu etkinlikte sergilenen sanat ürünlerinden önce tartışılmayı hak ediyor… Kelimenin anlamıyla başlayalım. Bienal: Özce, iki yılda bir yapılan sanat etkinliği demek. Adının ağırlığı ve medyada aldığı şatafatlı yere rağmen bu kelimenin derin bir entelektüel anlamı yok. İtalyanca ‘yılaşırı’ demek sadece. Bu Bienalin ‘vatandaş’a oldukça mesafeli olduğunu söyleyebiliriz. Eşe, dosta, sorsak, “Bienal ya da Küratör nedir?” diye, muhtemelen yanıt alamayız. Yanıt alamamanın arızalı tarafı yanıt veremeyenler değil, kelimelerin kendinde ve kullananlardadır. “Küratör nedir?” diye soracaksınız, şu: Bienalin sanat yönetmeni. Bienalin konu ve içeriğine sanatsal değer katan, düzenleyen kişi ya da ekip. TDK sözlüğünde yer alıyor. Tarih kurumu, Kürtleri Ermeni yapar da, TDK İngilizce ‘creator’ kelimesini alıp kuyruğuna ‘ör’ eki ekleyip yeni bir kelime peydahlamaz mı? Olmuş işte! Yalnız bu kelimeyi okurken sondaki ‘ör’ kısmını böğürmeden, bir Fransız’ı taklit eder gibi
okursanız, bienalin ruhuna uygun olacaktır. “Bu yıl Bienal’de, Antrepo no 3’de müthiş küratörlerin yaratımı olan dehşet bir enstalasyon performansı var,” dendiğinde, ‘sanat’ denen ‘şey’den koşarak uzaklaşırsanız kimse sizi suçlayamaz. Hatta koşarak uzaklaşın, derim. Bienalin basın toplantısı ve açılış törenleri Basın toplantısı ve açılış törenleri oldukça şaşalı geçti. Sermaye ve devlet erkânının nerdeyse tam kadro katıldığı bu törenlerde, katkılarından dolayı Kültür ve Turizm Bakanı’na plaket verildi. (Bir de Madımak Oteli ya da Diyarbakır Cezaevi müze olduğunda da plaket alacak inşallah!) Koç Holding bu bienal için yatırdığı paranın haklı gururu ile üst düzeyde katıldı açılışlara. Boru mu? Dünyada en çok tanınan, en saygın etkinliğimiz bu Bienal! Sanat eserlerini izlerken, parayı yatıranların besili yüzlerinde gurur ve tebessüme eşlik eden, “Hımmm! Anladım ben bu sanat eserindeki manayı,” gibi yalancı ifade beliriyor. Bir bok anlamadıklarını, büyük ‘milli’ burjuvazimizin kültürel düzeysizliğinden zaten biliyoruz. Ancak haklarını yemeyelim, kültürden
Bienal içeriği hakkında Özellikle küratör ekibin seslendirdiği öyle bir Bienal içeriği var ki; en iflah olmayan ateist, agnostik ve komüniste bile, “Ya Rab Sabır!” dedirtir. Bu etkinliğin söyleminin iskeleti ‘sol’! Sol’a dair değer ve söylemler bolca serpiştirilmiş. Bienalin başlığı, ‘İnsan Neyle Yaşar!’ Bu cümleyi devrimci, komünist tiyatro kuramcısı Brecht’in Üç Kuruşluk Opera adlı oyunundan araklamışlar. Kendini bilmez küratörler, bu etkinliğe para yatıran Mustafa Koç’un hemen yanı başında, sermaye sınıfının asla ve kat’a kabul etmeyeceği sözleri bir manifesto okur gibi seslendirdi! Hem de Rosa Luxemburg’dan arak, “Ya sosyalizm, ya barbarlık,” gibi dinleyene, “N’oluyor lan?!” dedirtecek cümlelerle. Benim bildiğim, sermaye sınıfı bu sözlerin karşısında güvenliği çağırır, basın toplantısı masasını devirtir, ortalığı dağıtır. Ama yok, Mustafa Koç’un besili pembe yanaklarında herhangi bir renk değişimi yok; hatta halinden son derece memnun olduğu görünüyor. Aklıma Koç’un sermayedar kankası Alaton’un sözleri geliyor. Bir patronlar toplantısında, artan enerji fiyatları nedeniyle gıda fiyatlarının anormal oranda yükseldiğini söylemiş ve eklemişti hani; “Bu, binlerce insanın açlık ve yoksulluk çekmesine ve hatta ölümüne yol açıyor. Serbest piyasa ekonomisi işlevini yerine getiremiyor mu? Adam Smith öldü sanırım. Çözüm için insanlığın Karl Marx'ı yeniden keşfetmesi mi gerekiyor? Bunu burada birlikte yapabilir miyiz?” Değil küçük dilimizi tüm ağzımızı şaşkınlıktan yutturacak bu açıklama karşısında insan düşünüyor ister istemez. Türkiye sermayesinin önde gelenlerinden biri kapitalizme tu-kaka deyip, Marksizm öneriyor. Üzerinden çok zaman geçmeden, “Ya Sosyalizm Ya Barbarlık,” cümlesi kullanılan bienale diğer bir sermaye grubu sponsor oluyor. İşte bu: Marx’ın, Engels’in, Lenin’in, Troçki’nin, Mao’nun, Enver Hoca’nın öngöremediği bir tarihsel kırılma! Sermayeyi Marksist yaparsan devrim şak diye gelir! Sınıfları uzlaştıracağız diye omurgalarını siyasal evrimde kaybedenler işsiz kaldı şimdi! Koca burjuvazi komünist oldu, n’aber! Siz hâlâ işçi sınıfı örgütlülüğünden söz edin!
8
yoksun burjuvazimizin dışında, Eczacıbaşı gibi kişi ve kurumlar, sanat ve kültürden çok daha iyi anlıyorlar ki sanat vakıfları kurmuşlar. Hatırı sayılır organizasyonlara imza atıyor bu sanat ve kültür ‘âşık’ları. Film, tiyatro, caz, bale festivalleri ve bienallerle tam gaz gidiyorlar. Bu vefakâr sanat dostlarının hakkı, Biletix’te eşek yükü kâr ile satılan biletlerden binlerce adet alınsa dahi ödenemez!
Bienalin sosyalist manifestosu! Sermayeyi nedense ‘ürkütmeyen’, bienalin küratör konuşmalarından bir demet sunalım: “Savaşın ismi insani müdahale, kitlesel katliamın adı etnik ‘temizlik’ oldu… Ve diğer mücadele imkânlarından yoksun militanlar ‘terörist’ damgası yiyor… Günümüz sınıflı toplumunda antagonizma olmadan siyaset bir hayaldir… ‘Sosyalizm ya da barbarlık’ ikileminin her zamankinden daha gerçek olduğu ve dünyanın geleceğinin fakirleştirilmiş savaş bölgeleriyle zengin bölgelerin istikrarlı faşizm eğilimli sistemleri arasında bölündüğü günümüzde, bizi bekleyen budur.” Bienalin küratörlüğünü yapan grubun, sözünü ettiği bienal içeriğine dair söylem; uzun, dolaylı ve alabildiğine ‘entel’ –tabii ki entelektüel değil- (Ya da biz angutuz anlayamıyoruz.) Şöyle ki; “Katılımcılar; yerel, politik, toplumsal ve kültürel, uçucu bağlamların büyük ölçüde göz ardı edilen anlatılarını inceleyecek…” “Paneldeki sunumlar Kahire ve Tahran bağlamına, İstanbul'daki kentsel dönüşüme ve merkez odaklı kültürel fanusun ötesine bakacak.” “Sanat... Bir denormalizasyon ve özgürleştirme vektörüdür elbette…” “Yoksa sanat janrlarıyla sınırlanmış, kültürel eğilimler olarak adlandırılabilir…”
Bienalin açılış toplantısından sonra, sanat aşığı burjuvaların tıka basa sanata ve enginarlı kanepelere doymuş halde evlerine döndüklerini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Matrak olma iddiasındaki müstear isimli Radikal yazarı bu durumu şöyle özetlemiş: “Malum, plastik sanatlar dünyası biraz da partilemek manasına gelir.” (Kemal Yılmaz) Devam ediyor: “Koç Holding’in çarşamba akşamı yaptığı ilk açılışta o antrepo binasını bir nevi Laila atmosferine dönüştürmekte başarıları dikkat çekiciydi” “Bu açılıştan sonra davetliler Tate Modern’in Les Ottomans’da verdiği yemeğe gittiler.” “Sabancı Müzesi’ndeki Beuys açılışı çok elitti. Ben burada en çok enginarlı kanepeleri sevdim… Yağlı ferli Osmanlı yemeğini kokteyle uygun hale getiren yaratıcılığı övmek istiyorum.” Sanat hamilerinin kutlamaları sabaha kadar sürmüş. Yemekler, dans partileri, davetler… Aynı saatlerde İstanbul’daki selde insanlar boğulurken ve yağmacı kültürün yağmacı ruhları selden saçılanları yağmalarken yaşanmış bu şatafatlı eğlenceler.
Küratör ekibi aralarında şöyle konuşmuş olabilir gibi geliyor bana; “Arkadaşlar, Koç Holding bu işe bok gibi para yatırdı. Biz böyle; dank diye, sosyalizm, sömürü, sınıf, açlık gibi cümleler kurarsak adamları kızdırırız. Bundan sonraki bienali de evimizde yaparız ancak. İyisi mi, bu adamların anlamayacağı bir söylem kullanalım ki uyanmasınlar.” Sanatın anlaşılmaz, derinlikli -adamların derinlik anlayışı ‘metre’- zorlanmış, dolandırılmış cümlelerle icra edilmesi, “Ne sosyalizmden ne de ekmek paramdan vazgeçerim,” şeklindeki arızayı yaşam felsefesi haline getirmiş sanatçılar için vazgeçilmezdir. Anlaşılmaz olmak, ‘sanatçı’ olmanın asli halidir onlara göre. Ne oldu da bu bienal medyada bunca yer aldı? Keramet ‘sol’ söylemde mi ki, gazeteler, televizyonlar ha bire bu bienalden söz ediyor. Keramet sermayede! Hem sınıf anlamıyla hem de mangır anlamıyla. Para derdi yok öncelikle. Koç Holding bayılmış parayı. Geri istemiyor ki. “‘Sol’ söyleme bandıra bandıra harca, helal olsun” diyor. Parasıyla değil mi?! Şimdi diyeceksiniz ki, “Hiç değilse, sınırlı da olsa, iyi-kötü üretimler oluyor, bu sanatçıların yapıtlarını görebiliyoruz.” Avucunuzu yalayın! Bu sanat etkinliğini izlemek ücretsiz değil. Üstelik bilet paraları hiç de az değil. İsterseniz bilet fiyatlarını bir öğrenin, sıkıysa.
ERKAL UMUT
pavyondaki şarkıcı Soldan destek hep destek! Sermaye tarafından kullan-dır-ılan sol söylemin cazibesine kapılan bir eleştirmen şöyle buyuruyor, “Slogan üzerinden yaşamı değerlendirenler bu bienale haksızlık yapıyorlar. Bienali görmeden uzaktan eleştiriyorlar.” Eleştirmenin sözünü ettiği özce şu: “Modası geçmiş sol söylemlerle bu bienali eleştirmeye hakkınız yok. Sömürü çatır çatır eleştiriliyor, siz burun kıvırıyorsunuz.” Kısaca, “Size yaranılmıyor,” diyor. Öyle ya, bizler otu boku eleştiriyor, eleştirirken de slogan atıyoruz sadece! Ne haddimize, Rosa Luxemburg’tan, ‘Ya Sosyalizm Ya Barbarlık!’ sloganını araklayıp, Les Ottomans’daki yemeğe, deniz yolunu kullanarak özel yatlarınızla gitmenizi eleştirmek. Ah biz solcular! Başka bir ‘solcu’ eleştirmen ise, “Günümüz sanatı uzun zamandır yaşamın içinden besleniyor. Sanatı hayatımızın içine sokarak çelişkileri, kültürel kimlikleri, siyasal ve kültürel iklimi sanatın malzemesi haline getiriyor,” buyuruyor.
Cumhuriyet gazetesinde yer alan bu yazının sahibi, Sonbahar, Fırtına, Büyük Adam Küçük Aşk’filmlerini, Cesaret Ana ve Çocukları oyununu ya izlememiş ya da bilmiyor. Koç’un parası sayesinde sanatla girilen zifafı yüceltip, nerdeyse
Sponsorluk işleri ya da parayı veren düdüğü çalar Sermaye; artı değer üzerinden kazandıklarından, işçilerin örgütsüzlüğü üzerinden sağlanan kârlarından, doğayı yok ederek kazandıklarından, devletten edindikleri teşviklerden… Özcesi tüyü bitmemiş yetim hakkından çaldıklarından, gönüllerinden kopan kısmını, ‘toplumsal sorumluluk’ adı altında kimi projelere aktararak, kendisinin, dolayısı ile ürettiği malın reklamını beleşe yapar. ‘Toplumsal sorumluluk’ projelerine verilen para vergiden kemiksiz düşer! Sanatçıya para yedirerek onu kendi yanında sadık bir destekleyici olarak tutmanın yoludur sponsorluk. Hem, sanatın gücünü yanına alarak iktidarını pekiştirecek hem de ürettiği malın reklâmını beleşe yapacaktır. Sosyalizmin değerlerini, sanat tezgâhlarında sergilemekten, bir zarar görmeyeceklerse çekinmez ve, “Bakın ne kadar demokratik, ne kadar özgürlük yanlısıyız,” diye de hava atar. Kokuşmuş ruhlarında yaşayan vicdan kırıntısını, dağıttıkları üç beş kuruş ile rahatlatırken; bu ‘ulvi’ davranışlarının reklamını dibine kadar yaparak, bunun üzerinden de para kazanırlar. Sanırsınız ki babalarının hayrına yapıyorlar. Yaşamı ve ona ait tüm değerleri kuşatarak, en basit insani değerlere kadar sızmaya çabalarlar. Sanatı metalaştırarak işlevsizleştirirler. İşlerine geldiğinde Sosyalizmin değerlerinin içini boşaltır, etkisiz alanlara hapseder, sahiplenir, ‘sanatçıları’ kiralar, satın
milat ilan ediyor. “Sorun şu ki tam da bu sistem içinde yer alan bir bienalin içindeler,” diyerek, hiç değilse durumu kurtarmaya çalışıyor diye sevinirken, şöyle devam ediyor: “Ancak, sistem içinde sisteme karşı konuşan, tavır alan bir bienal bu.” Sistem o
alır sermaye. Sermayenin parasıyla yapılan ‘sanat’ sermayeye bağımlılığı ve ona hizmeti gerektirir. Bir tür müptelalığa döner ve efendinin parası olmadan sanat yapamaz duruma gelinir. Sanat neyle yapılır?! “Nasıl olacak peki? O zaman nasıl sanat yaparız? Sanat üretiminde nasıl bulunacağız? Sponsorsuz, parasız bu iş nasıl olur?” diyorlar. Eğer açılış kokteyllerinde enginarlı, Hollanda peynirli kanepe ve şarap servisi istemiyorsan olur! Kolay sanatı baban da yapar! Piskator’a ne Efes Pilsen ne de Tofita sponsor oldu. Meyerhold sırtını dünyayı özel tekneleri ile gezen para babalarına değil komünist örgütüne dayadı. Victor Jara’nın stadyumda cunta postalları altında kırılan parmakları hiçbir zengin sofrasına gitar çalmadı. Sermet Çağan; üşüyerek, aç acına, battaniye altında yazdı Ayak Bacak Fabrikası adlı oyunu. Grup Yorum, lüks ses stüdyolarında değil, Mersin cezaevinde, permatik sapını kaval yapıp besteledi Cemo şarkısını. Oluyormuş değil mi?! Sanatı, her koşulda, insan için değil de, maddi donanımlara gereksinim duyarak, avuçlarınızı ve ağızlarınızı açarak yaparsanız, sol söylemlerinizi enginarlı kanepe ile ağzınıza tıkarlar. Bu durumda, şampanya patlatana istediği şarkıyı söyleyen pavyon şarkıcılarından özür dilemeniz gerekir. Çünkü onlar şarkılarını hiçbir zaman içten söylemediler.
kadar salak yani! Ve eleştirmen, günümüz sanatı için müthiş bir tespitte bulunuyor: “Sanat yaşamın içinden besleniyor.” Hâlbuki biz saksıda yetiştiğini zannediyorduk! Solun eleği Sosyalist hareketteki gerileme bir bakıma iyi oldu galiba! Hiç değilse, 1970’li yıllarda sol havadan hayran devşiren ‘sanatçı’ların faşist darbecilere el aman dileyerek sol ‘birikim’lerini sermayenin emrine verdiklerini ya da eserlerini, ‘özgürlük’ adı altında mobil telefonu şirketlerine pazarlama niyetlerini hiç göremeyecektik. Sol değerlere bitpazarı malı muamelesi yapma özgürlüğünüz, proleter bir diktatörlük tarafından yok edilmesin. Aman dikkat! Sermayenin ürünlerini, sol çığırtkanlıkla pazarlamasını aymazca övmeniz ve bienali sol ayağınız üzerinde, sol elinizle, beyninizin sağ lobuyla alkışlamanız, soldan rüzgârların eseceği günlerde zatürreeye yol açabilir.
Sermaye neyle yaşar? Sponsor ile yaşayan eleştirmenler, sanatçılar, hele ‘solcu’ sanatçılar, meselenin sınıfın sınıfı sömürmesi olduğunu söyleyenleri ‘slogancılık’la suçlarlar. Egemenlerin paçasına sarılarak var olan ‘sanatçıların’ yeşil dolarlarla ısıtılan minderlerinde, efendileri başlarını okşadıkça mırmırlaşarak yazılar yazmaları, sokak kedisi olmak istemediklerindendir. Sokağı sevmez onlar. Bu coğrafyada milyonlarca emekçi açlık sınırının altında yaşarken; özel yatlarıyla, özel doktorlarıyla dünya turuna çıkan egemenlerin bahşettikleri paralarla ‘sanat’ yapmak marifet değildir; üstelik günü geldiğinde yoksul halktan mağfireti gerektirir. Özgür, sömürüsüz, eşit, adil bir sistem için yoksul ama onurlu sanat yapmak marifettir. Evet! Slogancıdır bu sanat. Sloganı; kuru bir bağırış, estetikten yoksun kaba bir politik gösteri olarak algılayan, sömürüden her söz edildiğinde, “Aman canım bırakın bu slogancılığı,” diye mırmırlaşan ‘aydın’, ‘sanatçı’ ve ‘eleştirmen’lere, ayakta alkışladıkları bienalin başlığını aşırdıkları Brecht’in üç kuruşluk operasını yeniden okumalarını salık veririm. ‘İnsan neyle yaşar?’ sorusuna yanıtlar, canlarını sıkacak kadar bolca sloganlarla verilmektedir orada. Ve belki de akıllarına şu soruyu sormak gelir: “Sermaye neyle yaşar?” Halkın, işçi sınıfının sanatı elbette slogancıdır. Slogan bir çığlıktır. Ve bu çığlık sömürüye karşıdır. Sömürü var olduğu sürece sloganlar her daim yankılanacaktır. Brecht’in bir sözü ile bitirelim, Bilmeden yapılan hata yanlışlıktır, bilerek yapılan hata ise ihanettir. erkalumut@gmail.com
9
ENDER HELVACIOĞLU - Bilim ve Gelecek dergisi Yayın Yönetmeni
Ne bilimleri bilim, ne dinleri din!
‘Yıldız Savaşları’nın dini, ‘Yüzüklerin Efendisi’nin bilimi… Bütün dünya Hollywood olsa, dini böyle bir din, bilimi de böyle bir bilim olurdu. Dinleri de imaj, bilimleri de… Allah’ı ‘Tasarımcı’ olan bir din… Âlimi şarlatan olan bir bilim…
A
dnan Oktar (Harun Yahya) adlı şahıs ve bir kısım ‘Yaradılışçı’lar, ‘Akıllı Tasarımcı’lar sadece kendi inançlarını dile getirselerdi, yazıp çizselerdi, onlarla bir sorunumuz olmazdı; herkes istediği görüşe inanmakta serbesttir. Fakat onlar inançlarını bilim kisvesi altında sunuyor, bilimsel olduğunu savunuyor, Evrim Kuramı gibi bilimsel kuramlara alternatif olduğunu iddia ediyorlar. Bilimsel etkinlikte bulunmak herkesin hakkı. Tabii bu alanda çalışmanın gereklerini yerine getirerek; her konuda olduğu gibi… “Ben futbol oynayacağım, ama ayaklarımla değil, ellerimle,” diyemezsiniz; hakem doğal olarak size kırmızı kartı gösteriverir. Dolayısıyla Harun Yahya ve ‘Yaradılışçı’lar, eğer bilim alanına girmek istiyorlarsa, başka kuramları eleştirmeden önce, kendi görüşlerini bilimsel yöntemin sınavından geçirmeli; en azından böyle bir çabaya girişmeliler. “Bütün canlı türleri birdenbire ve aynı anda, bugün bulundukları biçimde yaratılmıştır,” tezini bilim dünyasına sunuyorlarsa ve bilimsel bir tez olarak eğitim müfredatına girmesini talep ediyorlarsa, bu tezi kanıtlamaya çalışmalılar. Tezlerini destekleyecek gözlemler yapmalı ve deneyler gerçekleştirmeliler. Örneğin farklı canlı türlerine ait en eski fosillerin yaşının gidip gidip aynı dönemi gösterdiği belirlenebilirse, bu savundukları tez için ciddi bir kanıt teşkil edebilir. Ama böyle bir durum söz konusu değilse, tezleri baştan güme gitti demektir. ‘Harun Yahyacı’lar çıkardıkları kitaplarda yüzlerce canlı türüne ait fosillerin fotoğraflarını basıyor, açtıkları sergilerde 250 milyon yıllık levrek balığı fosilini sergiliyorlar. Fakat bütün bu fosiller onların tezlerini çürütüyor. Çok eski dönemlerden kalma kayaların içinde 3-3,5 milyar yıllık tek hücreli canlı fosilleri bulundu; ama 3,5 milyar yıllık levrek balığı fosiline rastlanmadı. Demek ki ‘Tasarımcı’, bir bakteriyi yarattıktan ancak 3,25 milyar yıl sonra bir levrek balığını yaratabilmiştir! İnsansılara ait bulunan kalıntılar ise taş çatlasa 4-4,5 milyon yıl önceye gidiyor. Bu durumda ‘Tasarımcı’mızın bakteriyi yarattıktan ancak 3,5 milyar yıl sonra ve levrek balığını yarattıktan ancak 246 milyon yıl sonra insanı yaratabildiği anlaşılıyor! Veya dinozorlara ait fosillerin bulunduğu döneme tarihlenen herhangi bir insan, maymun, at, kedi, köpek fosili bulunamamıştır. Bütün bunların sonucunda iki yorum yapılabilir: Ya Yaradılış tezi yanlıştır ya da ‘Tasarımcı’ çok yavaş çalışmaktadır! Diyelim ki, 3,5 milyar yıllık insan, at, kedi, köpek, dinozor, levrek balığı, bakteri vb. fosilleri bulundu. Hepsi 3,5 milyar yıl önceyi
10
işaret ediyor. Bu, 3,5 milyar yıl önce bir şeyler olduğunu gösterir ama yine ‘Yaradılış’ tezini kanıtlamaz. Bir başka Yahya (örneğin Daniken) çıkar der ki, “Uzaylılar geldi, bütün bu canlıları bıraktı gitti.” Ne diyeceğiz!? ‘Yaradılış’ tezi kanıtlanmak isteniyorsa, yaradılışın deneylerinin yapılması gerekir. Deneyler de yetmez; bu ‘Yaradan’ın (Tasarımcının) nasıl bir şey olduğu, bu yaratma enerjisini nasıl edindiği, hangi yöntemlerle yaratma eylemini gerçekleştirdiği vb. de açıklanmaya muhtaç. Eğer Lavoisier doğruysa, hiçbir şey yoktan var edilemez. Harun Yahya Lavoisier ile de hesaplaşmak zorunda. Tabii, ‘Tasarımcı’yı kimin tasarladığı sorusu da arkasından gelecektir; madem tasarımcılık yapıyoruz!.. Harun Yahya ve Yaradılışçılar diyebilir ki, “Bizim tezimizin deneyinin, gözleminin yapılmasına, kanıtlanmasına gerek yok; çünkü kutsal kitaplarda böyle yazıyor.” Tabii bu hakları vardır; ama bir bilimci olarak değil, inanmış bir vatandaş olarak. Bilimde böyle bir yöntem yok. Eğer olsaydı, hâlâ dünyanın düz olduğunu, öküzün boynuzlarının tepesinde bulunduğunu, evrenin yedi günde oluştuğunu, insanın çamurdan yaratıldığını, Adem ile Havva’nın soyundan geldiğimizi, kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmış olduğunu düşünüyor olurduk… Görüldüğü gibi, bilim yapmak kolay değil. ‘Harun Yahyacı’lar bilimsel olarak ciddiye alınabilecek görüşler ileri süremiyorlar ve ‘Yaradılış’ görüşü (veya Akıllı Tasarım) bilimsel bir tartışmanın konusu değil. Değişimler Dünyası’nda ‘mutlak’ olmanın zorluğu Harun Yahyacılar ve ‘Akıllı Tasarım’cılar, kendi görüşleri açısından oldukça tehlikeli sulara açıldılar. Fosillerin, genlerin,
mutasyonların vb. dünyası, yabancısı oldukları bir mekân… Değişimin, dönüşümün, sıçramanın, sonsuz akışın hâkim olduğu dinamik-kaotik bir dünya. Bir anın bir önceki ana benzemediği Herakleitos’un dünyası. Oysa ‘öte dünya’da işleri ne kolaydı. Kurallar baştan belirlenmişti ve hiçbir zaman değişmezdi. Sonsuz bir uyumun yaşandığı durağan bir dünyaydı ‘öte dünya’. Her şey başlangıçtaki gibiydi, dönüşüm yoktu; kurulmuş mekanizma hiç sekmeden tıkır tıkır işlerdi. Her şey mükemmeldi, çünkü insanların kavrayamayacağı düzeydeki bir aklın tasarımının ürünüydü. ‘Öte dünya’da ne evrim vardı ne de devrim; ne zaman vardı ne de uzam; ne fosil ne de mutasyon… Tek bir yasa ve tek bir kitapla bütün sorunlar çözülmüştü. ‘Harun Yahyacı’lar büyük bir hata yaptı. Mükemmel dünyalarını bıraktılar, bu dünyanın karmaşasına daldılar; üstelik kafayı değiştirmeden! Şimdi bulunan her fosilin, her kemiğin peşinden koşacaklar. Her mutasyona bir kulp takmak zorunda kalacaklar. Zındığın biri çıkıp, “En el Hak!” diyecek; delinin biri, “Dünya dönüyor!” diyecek, kâfirin biri ‘Aydınlanma’ diyecek, diğeri ‘Evrim’ diyecek, öbürü ‘Devrim’ diyecek, bir başkası ‘Görelilik’ diyecek… Hepsini hizaya getirmeye çalışacaklar. ‘Mutlaklıklar Dünyası’ ile ‘Değişimler Dünyası’nın atmosferleri birbirinden tamamen farklı. Her şeyin her an değiştiği bir dünyaya mutlaklık anlayışı ile girdiğinizde sudan çıkmış balığa dönebilirsiniz. Sudan çıkan balık da ya yaşayamayacaktır ya da evrim geçirecektir. Yaradılışçıların böyle bir açmazı var. Mutlak olmanın açmazıdır bu. Dinamik bir dünyada mutlaklık ve mükemmellik aramak zor iş... Mükemmel dediğiniz bozuluveriyor,
değişmez dediğiniz değişiveriyor. Ya değişimin yasalarını bulmaya çalışacaksınız, yani bilim yapacaksınız; ya da ‘Tasarımcı’yı değişimin peşinden umutsuzca koşturacaksınız. Her an yeni bir ‘Yaratılış Atlası’ yazmanız gerek. O ‘atlas’ yazıldığı an eskimiştir, çünkü her şey değişmiştir. Değişimler Dünyası’na ille de bir ‘Tasarımcı’ sokulmak isteniyorsa, bu ‘Tasarımcı’ her an her şeyi yeniden başka biçimde yaratmak zorunda! Sonsuz ve durup dinlenmeksizin bir tasarım-yaratım uğraşı… Peki ama -kutsallaştırma kılıfını çekip attığınızdabunun adı zaten ‘Evrim’ değil mi? Darwin’in yaptığı da ‘Tasarımcı’yı bu belalı işten kurtarmak değil mi? Kısacası, Harun Yahyacıların yasaları sadece öte dünyanın ‘huzurlu’ ortamında geçerlidir. Bu dünyanın halleri ise, bırakın Harun Yahya’yı, ‘Tasarımcı’yı bile bezdirir. İnsanlık bu kadim sorunu, bin bir zahmetten sonra, iki tarafın da gönlünü alarak, ahiret (öte dünya) işleri ile dünya işlerini birbirinden ayırarak çözmüş, herkesin mekânını belirlemiş; bunun adına da ‘laiklik’ demiştir. Harun Yahya’ya kendi mekânına dönmesini tavsiye ediyoruz. Kapitalizmin postmodern dini/bilimi… ‘Bilimsel Yaradılışçılık’ ve ‘Akıllı Tasarımcılık’ adlı akımlar, günümüzün postmodern ortamının ürünleri. İnsan ihtiyaçlarından kopmuş, sanallaşmış, yıkıcılaşmış, mafyalaşmış bir kapitalizmin postmodern dini/bilimi… ‘Yıldız Savaşları’nın dini, ‘Yüzüklerin Efendisi’nin bilimi… Bütün dünya Hollywood olsa, dini böyle bir din, bilimi de böyle bir bilim olurdu. Dinleri de imaj, bilimleri de… Allah’ı ‘Tasarımcı’ olan bir din… Âlimi şarlatan olan bir bilim… Küresel kapitalizmin bilime ihtiyacı var; Bilimsel Devrimi ve Aydınlanmayı içermeyen bir bilime. Yani salt teknolojiye indirgenmiş, kuramsal temelinden yoksun bir bilime. Küresel kapitalizmin -bütün sömürücü sistemler gibi- bir dine de ihtiyacı var. Ama İslam ülkelerinin tepesine bomba yağdırmayı olumlayacak Amerikancı bir din olmalıdır bu. Yani geleneksel kuramsal temellerinden koparılmış, cıvıklaştırılmış bir din. İşte ‘Bilimsel Yaradılışçılık’, ‘Akıllı Tasarımcılık’ veya bizim coğrafyamızdaki genel adıyla ‘Ilımlı İslam’ bu ihtiyacın ürünüdür. Gerek bilimsel gerekse dinsel açıdan ciddiye alınabilecek hiçbir tarafı bulunmayan bu akım ile tartışmaya sayfalarımızı ayırdığımız için okurlarımız bizi affetsin. Onları değil arkalarındaki gücü, onların değil arkalarındaki gücün ‘ikna’ yeteneğini ciddiye alıyoruz da ondan…
Doç. Dr. ERGi DENiZ ÖZSOY - Hacettepe Üniversitesi Kadim çağların dünya hakimi İskender’in, Sülün Osman’ın, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin mümtaz kurucularının ve dahi Beyonce ve Brad Pitt gibi popüler ikonlarının ağızlarından aldıkları besini nihayetinde -af buyurunuz- kaba etlerinin tam ortasına denk gelen bir delikten -hepimiz gibi- tahliye ettikleri, bu iki delikli sistemin hayvanların pek çoğunda bulunduğu ve ortak kökene işaret ettiği bir sır mıdır?
Darwin ve evrim: Açmaz olmayanın açmazlaştırılması D arwin ve evrim… 150 yıldır akıllara hem zarar hem de şifa olmuş iki sihirli sözcük... İnsan aklının neredeyse sonsuz entelektüel, kulaktan dolma, kabalaştırma, vücudun ilgisiz organlarıyla anlama, uydurma ve sapıtma tayfının her kesitine yayılmış olan Darwin ve evrim kuramı üretimi ve algısı var karşımızda. Anne babanıza ya da babaannenize malum konu hakkında sorduğunuzda yerli bir altruistik yumuşamayla sonuçlanacak şefkat ile maymundan gelmediğinizi öğrenirsiniz. Sokaktaki adamın ise genellikle ya fikri yoktur, fatura ödemeye gitmektedir ya da ‘dış mihraklar’ın oyununa alet olup bozgunculuk yapmak istememektedir. Komşu kızına perdenin arasından bakmanızın hoş görüleceği denli komşunuzun siz tanıyıp sevdiğini varsayıp üniversite koridorlarına geçersek, evrim konusuna dair biriktirilmiş olanın zengin bir aktarımına yol açan ifadesine rastlarız. Sokaktaki adamın idoelojik, entrikacı versiyonlarına ister istemez memleketin tarih, sosyoloji gibi ‘dokunulması tehlikeli’ konuların sözcü ve bekçilerinin yer alması muhtemel bölümlerinde rastlayabilseniz de bu durum kesintisiz bir genellemeye elverişli değildir. Fen bilimi alanları da bu yaradan hayli muzdariptir, özellikle fatura ödemeye gideni çoktur. ‘Eğitim bilimleri’ne girmesek iyi olur, zira kapıda 30 metrelik dinozorinsan melezi bir heyulanın incir yaprağını düzelterek beklemesi muhtemeldir. Dahası, genel olarak sosyal bilimler- Darwinizm başlığı altında seviyeli, zengin bir tartışma ve kağıt harcama geleneğine de sahiptir. Bu gelenek, aynı zamanda, kimi avam biyologların, her çeşit toplum mühendisin uydurduğu, sağlam sosyalcilerin bile aklını çelebilmiş olan, genetik varyasyon ve bu varyasyonun zaman ve mekanda bölümlenerek değişiminin dinamiklerini genotip-gelişim-fenotip örgüsünde irdeleyen modern genetiğin üzerine kurulu evrimsel biyolojinin argümanlarını taklit eden, bilimsi ‘sosyobiyoloji’yi de peydahlamıştır. Bu gelenek, özetlersek, Darwin ve evrimi Herbert Spencer ve Haeckel’in historisizm mirası üzerinden -ne yazık ki Darwin ve akabindeki evrimsel biyoloji üzerinden değilöğrenerek kimi garip, alakasız diyarlara yelken açmıştır desek yalan olmaz. Bu yolculukların önemli bir bölümü, İkinci Dünya Savaşı arefesinde, genetiğin ve evrimin ayağa düşürülmesini ifade eden faşist idarelerde palazlanan ancak Darwin ve evrim ile hiç alakası olmayan ‘sosyal Darwinizm’e verilen haklı reaksiyonun çizdiği hat üzerinden ilerlemektedir. Bu hattı kat eden değişik vapur ve kayıklara
Ergi Hoca bir saha çalışmasında, bilinemez bazı şeylerle uğraşıyor... Bu arada, Adnan Bey ve arkadaşları ise bir incir yaprağının ardında saklanıyor olabilir tabii...
baktığımızda ise, bir ucunda, “Hayatta her şey farklı güce sahip unsurların kanlı bıçaklı mücadelesine dayanır,” türden kasık altı, Darwin’in kenarından dahi geçmediği, modern evrimsel biyolojinin argümanlarında prim verilmeyen hayali bir ‘doğal gelişimevrimleşme’ kurgusunun dudak ve ağız harici gülünesi iddiasının kaptanları, ikinci kaptanları, tayfaları ve hayran olmakla durgunluk arasında sıkışıp kalmış münasabetsiz yolcuları yer alır. Bu acayip filo nice kitaplar, makaleler, açık ve kapalı meydan nutukları tüketmiş; müritlerine gözyaşı döktürmüş, kelimenin her anlamıyla iffet kaybettirmiştir. Ancak bu filonun biyolojiden ekonomiye, havadan karaya ve suya ‘hakim’ tüm pirleri (kaptanları) arasında evrim bilgileri hayli iyi olanlar da vardır. Bilgisi yerinde ama niyeti oynak ve tribüncü böylesi kaptanların kimilerine göre bizim ve diğer mahlukatın genleri bayağı ‘bencil’dir. Bencil genlerimiz hayatta ve olur olmaz yerlerde bencilliğinden ödün vermeksizin kasıla kasıla dolaşmakta, davranış kalıplarımız ve bireysel tarihlerimiz ise kafataslarımıza çakılı yüz ifadelerinden ibaret kalmakta ve genin bencilliğinin sahtelikleri olarak sevgililerimiz, anne ve babamız ve arkadaşlarımızla, çoluğumuzla çocuğumuzla dalga geçmektedir. Modern genetik ile pek ilgisi kalmamış gen ve fenotip algısından ibaret sözdebilimsel biyolojik determinizmin, evrimsel biyolojiye de sirayet etmiş sokak indirgemeciliği ile masum ve konuya (evrime) vakıf olmanın başlarında yaralanan bilinçlere sahip hayranlarından oluşmuş azımsanamayacak bir kitlesi bulunmaktadır. Tarihsizlik algısıyla fizikteki yasaların tanımlanma biçimine fazlasıyla
bağlı kalan bu avam indirgemeci yaklaşım, tarihselllik vurgusu ile -ortak köken, filogenetik sınırlanmışlık ve doğal seçilimin yapılandırdığı tarihsel bir birim olarak türü ve türleşmeyi esas alan- evrimsel biyolojinin ruhuna aykırı ve onunla alakasızdır. Olsa olsa, diyebiliriz ki, gen gencildir: Karmaşık ve evrimleşmişlik vurgusu genomik ve proteomik bakış ve araçlarla iyice ortaya çıkan biyokimyasal süreçlerle çoğaltılan ve proteine dönüştürülen bir ‘bilgi’yi taşımaktadır; kendi tarihsel (evrimsel) sırasında, rastlantısal ve zorunluluğu aynı anda taşıyan yapı ve süreçlerin çok önemli ve oldukça temel bir parçası olarak elbette. Ama aynı zamanda ceplerimizdeki paranın hangi diğer ceplerden aktığına, inanç ve inaçsızlığımıza, kulluğumuza ya da anarşist dikbaşlılığımıza da karışmadan. Antakya künefesi! Bir de, ister akademinin yerinden edilmeme garantisi neredeyse sonsuz fildişi ve samandan mürekkep kulelerine, ister sokağa-özellikle son 25 yıldan sonra-baktığımızda sıkça gördüğümüz bir ‘yaratılışçılık’ yaratıcılığı var tabii. Sarmısaklı, baldıran esanslı Kalecik Karası ya da acılı kimyonlu Antakya künefesi gibi bir şeyleri çağrıştıran ‘yaratılış bilimi’ denen acayip bir versiyonu da var bunun. Aslında bütün ‘argümanları’ insanın kendi biyolojik akrabalarını ya da gezegenin diğer canlılarını gayri meşru saymasına dayanıyor. Ancak hayli sosyal ve toplumsal temelleri de var; en azından yaygaracılarının ve tahrikçilerinin empoze edebildiği kadarıyla sosyalleşiyor ve tıpkı evrimsel biyolojiyi avamlaştıran, takıntılı bir 19. Yüzyıl kaba pozitivizmin, ‘bilimsel
materyalizm’in (yeri gelmişken, bilimsel mateyalizm şeklindeki doğa dinciliğinin, tarih ve bağlam temelinde etkileşimi düstur edinen diyalektik materyalizmle hiç ilgisi bulunmadığını söyleyelim) yaptığı türden bir dezenformatif toplumsal işlev görüyor. İnsan, yine insan, güzel insan, evrenin merkezi olup yine de muhafazakar ahlaka ihtiyaç duyan tekinsiz eşrefi mahlukat ve onun kendi yarattığı hayatla olan gerilimli, ikiyüzlü ilişkisi. Evrim konuştuğumuz bir programda sunucu genel bir ‘rahatsızlığı’ dile getirerek, ekrana yansıtılan Homo erectus konstrüksiyonuna işaret edip, “Bu mahluktan gelmiş olabilmek sizi hiç rahatsız etmiyor mu?” diye özetleyebileceğimiz bir soru sormuştu. Gösterilen ‘erectus’ oldukça kıllı, güzellik anlayışımıza ters, onca zamandır gelişi beklenen Mehdi olamayacak denli etli butlu ve neredeyse mahzun bakışlıydı. Biz bu yaratıkla olan akrabalığımızdan gocunmadığımızı söylemiştik, insan geçmişinden nasıl kaçar ki? Kadim çağların dünya hakimi İskender’in, Sülün Osman’ın, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin mümtaz kurucularının ve dahi Beyonce ve Brad Pitt gibi popüler ikonlarının ağızlarından aldıkları besini nihayetinde -af buyurunuzkaba etlerinin tam ortasına denk gelen bir delikten-hepimiz gibi- tahliye ettikleri, bu iki delikli sistemin hayvanların pek çoğunda bulunduğu ve ortak kökene işaret ettiği bir sır mıdır? Şimdi makul bir ‘yaratılış bilimci’ye sormak lazım: Neden Homo erectus ve benzeri ‘maymunsu’ mahlukattan imtina edersiniz? Tavuğunuza kışt mı dediler, ailenizin namusuna dil mi uzattılar, beraber dükkan açtınız da ortak kazığı mı yediniz? Sorun, Homo erectus ya da bir diğer insan akrabası ile olan bu soruların malum ilgisizlik düzeyinin, ideolojik, mesnetsiz ve ne yazık ki takıntılı bir cehaletle yapılan evrim karşıtlığının, evrimsel biyolojiinin sınanabilir ve sınanmış olan kuramsal yapısıyla olan ilgisizliğiyle tamamen aynı olması. Ayrıca belirtelim ki, ‘medeniyetler çatışması’, ‘serbest rekabet’, cinsiyet farklarının ortaya koyduğu üretim farklılıkları gibi başlıkları, evrimsel biyologların çok boyutlu ve dikkatle formüle ettiği, izlerini saptamak için genetik varyasyon -özellik ilişkisinin net biçimde ortaya konulmasının şart olduğu doğal seçilimi- sofistike bir dil ve bilimsi ters analojilerle- içi boş lafazanlık haline getirerek biyolojik temele oturtmak ile yarı balık yarı amfibi gibi mitolojik ‘ara formlar’ üzerinden evrimi ‘eleştiren’ yaratılışçılık arasında, evrimin anlaşılması ve uzman olmayanlarca kabul edilebilmesi çabalarına verilen zarar bakımından, pek fark da bulunmamaktadır…
11
memlekette solcu mantar tarlası Buolmamak hakikaten zor! SERDAR TÜRKMEN
“Allah bizi korusun.” İstanbul valisi Muammer Güler, İstanbul’da yaşanan sel felaketi hakkında konuşurken… Sen istifa et de, Allah vali olsun o zaman!.. *** “Dere öcünü aldı.” Başbakan Tayyip Erdoğan… Bir sel hakkında devletin bütün kademeleri saçmalayabilir mi? Dere bir öc alacak olsa garibanlardan değil, sizin gibi tuzu kurulardan alır... *** “Gizli oturuma katılırız ama konuşulanları millete açıklarız.” MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, hükümetin ‘demokratik açılım’ ile ilgili gizli oturum yapma fikrine ilişkin konuşurken… Aslında millet gizli oturum yapsa, konuşulanları da Meclis’e açıklamasa... Nasıl fikir? *** “Bu memleketin dürüst, namuslu aydınlarını, Silivri’de tutuklanmış olan gerçek aydınları, vatanseverleri saygıyla selamlıyorum.” CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın bayram mesajı… Silivri’ye şeker, lokum neyin de tutmaya gittiği söyleniyor, bilemiyoruz… *** “Bugünden baktığımda keşke Halil Berktay da, Benhabib de ABD’den hiç dönmeseydi diye düşünüyorum. Ya da Murat Belge ve Mete Tunçay 12 Mart’ın hemen sonrasında, ya da çok daha önceden Londra’ya yerleşseydi...” Rasim Ozan Kütahyalı… Bir gün kendisine katılacağım aklımın ucundan geçmezdi. Ama sen niye harcatıyorsun kendini buralarda be cicim? *** “24 yaşında öldürülen bir delikanlıdan (İbrahim Kaypakkaya) söz ediyoruz. Yabancı dil bilmeyen; Marksist klasikler bir yana dursun, Mao’nun eserlerini bile doğru dürüst okuması mümkün olmayan, okuduğu kadarını da berbat tercümelerden okuyan bir delikanlı. Yazdıkları, bir avuç polemik makalesinden ibaret olan, daha fazlasını yazmaya vakit bulamayan bir delikanlı. Öğrenciliği bırakıp silaha sarılan, ömrünün son yılını dağ başlarında çatışmakla, kaçmakla geçiren bir delikanlı. Nasıl bir ‘gelenek’ olabilir bu? Bu delikanlının dünya işçi sınıfı hareketine katkısı ne olmuş olabilir?” ‘Yeşil’ kod adlı Roni Margulies… İbrahim Kaypakkaya’nın bıraktığı geleneği soruyor. ‘Ser verip, sır vermemek’ olabilir mi acaba? Ah pardon, Londra’da yerleşikken bu işleri kaçırmıştınız, değil mi?.. *** “Emine Erdoğan’ın ABD’de G-20 zirvesinde giydiği kıyafet maalesef Türkiye’yi temsilen pek parlak değil. Hadi sadece ‘Türkiye’yi temsilen’ de demeyelim, dünyanın en zengin başbakanları arasında olduğu söylenen bir başbakanın eşi olarak bir değil birkaç modacıya kıyafet yaptırıp seçmesi mümkün Emine Hanım’ın. Bence Emine Hanım kesinlikle farklı modacılarla çalışmalı. Bu fotoğrafların dünyanın en çok okunan gazete ve dergilerinde çıktığını, diğer ülkelerde de eleştirileceğini unutmamalı.” Ruhat Mengi… En iyisi bundan sonra böyle civcivli toplantılarda Türkiye’yi rektifiye edilmiş burnu, gergin yüzü ile Ruhat Mengi temsil etsin. Berlusconi’ye elini öptürsün, Michelle Obama’yla Carla Bruni’yle falan samimi fotoğraflar çektirsin, hatta çıkışta da konken oynasınlar, Türkiye’nin ayaklar altına alınan gururunu kurtarsın… (Onur Özgen)
12
Tespit 1 Sokakta ilginç bir şey görürsün, “Şimdi fotoğraf makinesi olsa yanımda,” diye hayıflanırsın da, sokağın her daim böyle ‘fotoğraflanası’ şeylerle dolu olduğunu fark edince tadın kaçar. Tespit 2 Alışmıştır, kalabalıktan kapısı bile kapanmayan otobüslere; bir ayağı dışarıda gider, ‘gık’ı çıkmaz! Soru1 Ticari bombalar yağıyor her yerden, bize kalan izlemek ya da izlememek mi? Hikaye Şöyle: Bir ‘avantgarde’ sergi açılır. Serginin en görünür yerine de, ticarileşmeyi hicivleyen bir resim konur ve altına da fiyatı. Hem de oldukça ‘tuzlu’ olan fiyatı. ‘Oyun bozan’ın biri resme yaklaşır, spreyi çıkarır cebinden ve resmin üstüne bir ‘$’ işareti yapar. Gözaltına alınır ve mahkemede kendini savunur: “Ressam orada bir paradoksun içinde kalmıştı. Hicivlemek istediği şeyin tam ortasında bulmuştu kendini. Ben ressamın anlatmak istediğine yardımcı oldum. Orada sanatın bir meta gibi sunulmasına karşılık ben de kendi sanatsal performansımı gerçekleştirdim”. Sonuç ve özet ‘Kıssadan hisse’ gibi bir şey değil; yine de, “Bu ülkede solcu olmamak hakikaten zor”. Öneri 1: Part-time oruç! ‘Geleneksel Ramazan Dayakları’ ne kadar yaşandı bilmiyorum ama benden tavsiye; bu oruç işini yeni bir forma sokmak, revize etmek lazım. Part-time oruç gibi! Maazallah 21 Haziran’a denk geldiğinde… Öneri 2: Coca-Cola serbest! Başlıca içeceğimiz – bulmacalardaki cevap da değişti haberiniz olsun- ‘CocaCola’ içilebilir olsun mesela, “Ülker marka bisküviler uygundur,” desin imamlar. Zaten yabancı sayılmazsınız; İslam da kolaylık dinidir. Ayeti falan da ufak ufak çevirirsiniz, “O zamanın koşullarında…” ile başlayan ‘akl-ı yetim’ cümlelerle. Ulan Allah koşullara ve zamana göre kitap yazar mı, diyalektik materyalist mi? Üç ayda bir kitap çıkarıyor sanki. Fanzin mi bu, kutsal kitap mı, önce ona karar verin! Hele de kadınlar! Ah, Okumuyor musunuz kitabın içini, neler yazıyor, kadınları nereye koyuyor? Öneri 3: Metinleri elden geçirin! İlla ki ayet mi inecek kardeşim
bilboardlardan, pardon Allah’tan; al şunu kullan: “Ey müminler, Allah’ın adıyla, inandırıcılığını yitiren şu metinleri bir elden geçirin. Şüphesiz Allah…”
Hadi bakalım çalışın biraz. Öyle caminin yanındaki çaycıda zaman öldürmeye benzemez! Bu arada bitiyorum şu cami yeşiline! Bütün camilerin aynı tonu yakalayabilmesini de gıpta ile seyrediyorum, Mamak’ta yüksek bir yerden. Gündem: Kürt sorunu ve 3G teknolojisi Çok başka bir konudan bahsedip gündemim yapmak isterdim ama gecenin 2’si olmasına ve saatlerdir konuşuyor olmamıza rağmen arkadaş ısrar ediyor: -Terörist desene şunlara -Oğlum bak… Annem 3G’li telefon alacakmış. -Niye? -E, görüntülü konuşuruz. Aferin. Soru işaretleri Nasıl anlatmam lazım? Daha da önemlisi ‘İlerlemeciler’ teknolojiyi nereye koyacaklar? Bir taraan “Teknoloji gelişti, insanlık bozuldu,” edebiyatı, öte yandan ‘çalışmanın gereksizleşebileceği bir dünyanın maddi temelinin ‘böylece’ oluşabileceği iddiaları. Yani ‘robot çağı’na kıç ya da yüz dönmek! Laflar Bunlar, çok değerli ve haklı soru işaretleri! Bilim, bilgiyi üretir. Teknoloji ise, onun pratiğidir; yani kullanılabilir hale dönüştürülmüşü. Tabi bu günkü iktidar ilişkilerinde ayrı bir anlama daha geliyor; ticari dönüşüm. Dolayısıyla teknoloji, insanların hayatlarını güzelleştirmekten ziyade, tüketim kültürünü oluşturarak veya pekiştirerek, insanı, teknolojiyi üretene ve araçları elinde bulundurana bağımlı kılmaya ve son kertede onu sömürmeye yarıyor. İktidar ne derse o! Şimdilik!
KATİLLER ARAMIZDA!..
i
stanbul Sefaköy’ün İnönü Mahallesi’nde yaşayan ve Pameks Tekstil firmasının atölyesinde çalışan yedi kadın sele rağmen ‘yevmiyem kesilmesin’ diye evden çıkıp işe gitmek için bindikleri insan taşıması yasak olan yük minibüsünden çıkmaya çalışırken boğularak öldü. Çünkü işverenin servis aracı olarak kullandığı minibüsün arkasında mal indirmek için tek kapısı var ve penceresi yoktu. Şoför Mehmet Oğuz önde oturan üç kadını kapıdan çıkamayı başardı ancak arkada kapıyı açınca içeri dolan su kadınların dışarıya canlı çıkmasına izin vermedi. Firmanın sahibi Cevdet Karahasanoğlu ile İdari Müdür Ferit Güncü tutuklanmadan önce firma yaptığı açıklamada yaşananları, “Maalesef vahim bir doğa olayıdır,” diye niteledi. Firmanın kendi
internet sitesinden duyurduğu birlikte çalışan markalar arasında Jean Paul, Joop, Bruno Manetti, Marc Aurel de var. Bu markaların ürünleri 50-200 Avro arasında değişiyor. Minübüste boğularak ölen kadınlar yani Özlem Ünal, Naciye Karadeniz, Nuriye Can, Nebahat Salkım, Bircan Karakaş, Altun Yüksel ve Güldane Çiftçi asgari ücrete yani net 496,53 TL’ye günde 15 saate varan şartlarda çalışıyordu. Çoğu 9 Eylül sabahı, sağanak yağışa rağmen “yevmiyem kesilmesin” diyerek o minübüse binmişti. Özlem, Naciye, Nuriye, Nebahat, Bircan, Altun ve Güldane’nin büyük medyada manşet olabilmesi ve katillerin yakalanabilmesi için Etiler’de bir çöp tenekesinde boğulmuş olmaları gerekiyordu herhalde!
ESRA ARSAN
TAŞLARIN NEŞİDESİ
Y
argıtay Ceza Genel Kurulu’ndan tartışma yaratan karar: YCGK, 2005 yılında Siirt’te bir protesto eylemi sırasında taş atan kalabalığa yedi kurşun sıkarak bir kişinin ölümüne neden olan askere, ‘bölgenin de özellikleri’ gerekçesiyle ceza verilemeyeceğine hükmetti. YARSAV Başkanı ve Yargıtay Savcısı Eminağaoğlu askerin cezalandırılmasını istemişti. En iyisi, ‘o bölge’ye ‘Çocuk avlamak serbesttir’ tabelası asın, olsun bitsin!
ÇATLAK PROFESÖR KALMAYACAK!
G
azetelerden bir haber: “YÖK, psikolojik sorunu bulunan öğretim görevlileriyle profesör olduktan sonra, akademik çalışma yaparak kendini geliştirmeyen hocaların ders vermesini engelleyecek düzenleme yapıyor. YÖK’ün üzerinde çalıştığı düzenleme yasalaşırsa, ‘tembel profesörler’ ile psikiyatrik sorunu olan öğretim görevlileri ders veremeyecek. Mevcut durumda profesör unvanını alan bir öğretim üyesi herhangi bir bilimsel çalışma yürütmese dahi üniversitede ders alıp çalışmalarını sürdürebiliyor. Ancak yeni düzenleme ile profesör dahi olsa kendini geliştirmeyen ve yeterliliği olmayan hocalara ders verdirilmeyecek. Akademisyen yeterli düzeye geldiğinde
derslerine devam edecek. Akademik denetimde üniversitelerdeki öğretim üyelerinin yeterliliği, faaliyetleri gözlemlenecek, performans değerlendirmesine tabi tutulacak.” Psikolojik sorunu olan öğretim üyelerini tespit edecek kurulun başkanı da Profesör Mümtaz’er Türköne olsun bari... Ayrıca, profesörlük kriterlerine şunlar eklensin: Sakalı olmayan profesör olamasın... Cuma namazına gitmeyen profesörlere ders verdirilmesin...Oruç tutmayan profesör olamasın... Tüm profesörlere Zaman gazetesi aboneliği zorunlu olsun... Hukuk Fakültelerindeki Roma Hukuku kürsüleri toptan psikiyatrik tedavi görsün, yerine İslam hukuku alimleri atansın. Vesaire, vesaire...
OKU OĞLUM OKU, HOCAN GİBİ...
“P
olis okulu sınavı çok tartışılacak. Sınavdan günler önce FEM Dershanesi’nde bazı adaylara ‘deneme testi’
CAMEL LIGHT VAKASI
A
hmet Hakan’dan alıntı: “Bizim umre seyahatimizin en enteresan olayı ‘Deve olayı’dır... Türk basın tarihine ‘Cemel Vakası’ olarak geçebilecek bu olayın Serdar Turgut ya da Selahattin Duman’a en az 20 yazı yazdıracak denli çarpıcı fotoğrafları var elimizde... ‘Cemel Vakası’nın fotoğraflarını yayınlayalım mı, yayınlamayalım mı, gidip gidip geliyoruz... Özkök’le sürekli bunu tartışıyoruz... Bakalım kararımız ne olacak?” Bence de bu yazı dizisinin en enteresan tarafı, yazarların yazdıklarının ‘Türk basın tarihi’ne geçebileceğini düşünecek kadar naif olmalarıydı. Ulan, basın affetse, tarih affetmez böyle şaklabanlıkları!..
şeklinde verildiği iddia edilen 100 sorunun 85’i, küçük değişikliklerle sınavda çıktı. Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) tarafından Eylül ayında yapılan Polis Meslek Yüksekokulları (PMYO) sınavında, soruların büyük bir kısmının önceden çalındığı öne sürüldü. Sınavdan günler önce bazı adaylara “deneme testi” şeklinde verildiği iddia edilen 100 sorunun 85’i sınavda küçük değişikliklerle adayların karşısına çıktı. Sınavdan 2 saat sonra da deneme testinin bir kopyası ÖSYM’nin eline geçti.” Şakirtler (Fethullah Gülen cemaati öğrencileri) FEM dersanesinde pişippolis okuluna doluşuyor... Hedefe giden yolda her şey mübah. Ya allah, kim tutar sizi be!
13
LAZ MARKS EMiCE - YILMAZ OKUMUŞ
Piyasanuza siçayim! Piyasa ekonomisi Fadime ekonomisi gibidur Bizum Fadime’nun eline para geçmesun, hemen pazara çikup çar çur eder. Yaruni düşunmez. Bu kapitalizlerun uretumi da, tuketumi da anti demokratuk ve istifçidur. Tüketicilerun bilinçli olarak ifade ettukleri gereksinumlerini ve önceluklerini hesaba katmazlar. Galatasaray’un durumi Özel mülçiyetun egemen olduği bir rejimde meta uretumi, anarşi içinde yapilur. Haçan boyle bir rejumde, ureticilere uretilmesi gereken metalarun cinsini cibilliyetini ve miktarini gösterecek hiçbir organ yoktur. Bakunuz; geçen sene Cimbom’da 15 tane sitoper, 9 tane kaleci ve 56 tane da top toplayici çocuk varidi. Niçun, çunki piyasa kurallarini işleten yoneticiler, geline altun takar gibi takuma oyinci takti. 15 tane bilezuk gelini üzmez, ama 15 tane sitoper takumi ne hale geturdi, gördunuz. Uretimde rekabet ve anarşi, özel mülçiyet üzerine kurilan meta uretiminun yasasidur. Her üretici pazara sürduği metanun satişindan, mümkun olan en yüksek kari sağlamaya çalişur. Ama uretici, ureteceği metadan ne kadar talep edileceğini önceden doğri olarak kesturemez. Bilduği yalnuzca, o metaya talebun geçen sefer yüksek olduğidur ve o metadan olabilduğince çok uretmeye çalişur. Fakat diğer üreticiler de ayni şekilde hareket edince, talebi büyük ölçüde aşan miktarda mal uretilmiş olur ve ureticiler sezoni Fener gibi kupasuz kapatur. Taka yükiyle para Örnek verelum: Foter Osman bir milyon dolara sahip bulunmaktadur. Para oyle yattuği yerde büyumez, sermayeye dönişmez. Para dolaşuma girmelidur. Foter Osman para sahibi dostlarina danişur, sorup sorişturur. Bizum koloti kafali Foter Osman parasini nereye yaturmalidur? En soninda bulur. Hamsi işleme fabrikasi kuracaktur. Çünki hamsi satişi geçen sene çok eyi gitmişidi ve epey bir insan taka yükiyle para kazanmişidi. Foter Osman hemen hamsi işleme fabrikasini kurar. Ula işe bak!.. Ayni fikir Patapat Süleyman’un da aklina gelmiştur, hatta Kanser Şaban’un da. Ve hepsi ayni anda hamsi işleme fabrikasi kurar. Gayri Safi Milli Hamsi Alti ay sonra Tirabizon’da bir süri hamsi işleme fabrikasi kurulmiştur. Depolar hamsi sitoklariyla dolmiştur. Her yerde tabelalar, reklamlar, afişler; Trabizonsipor’un formasindan, Avni Aker Sitadi’nun saha içi reklamlarina kadar her yer hamsidur. Ve fabrikalar tam randumanla çalişmasini sürdurmektedurler. Ortaya çikan bu durumi ne Foter Osman, ne Patapat Süleyman, ne de Kanser Şaban önceden görebilmiştur. Halk artuk hamsi satun almaz olmiştur. Foter Osman fiyatlari 2 ytl, Patapat 2,5 ytl, Kanser Şaban da 3 ytl düşurur. Buni gören Foter Osman 4 ytl indurerek işlenmiş hamsiyi zararina satmaya başlar. İşler daha da kötileşur. Piyasa hamsiye doymiştur artuk. Ve birdenbire, sitop! Patapat Süleyman fabrikasinun faaliyetine son, çalişturduği iki bin işçiye de yol vermiştur. Ertesi gün Kanser Şaban’un fabrikasi da kapanur. Kisa bir süre sonra da Foter Osman topi atar. Binlerce işçi boşta kalmıştır. İlaç içun bir hamsi Aradan bir iki yıl geçer. Hamsi furyasi unutulmiştur. Halk yeniden hamsi satun almaya koşar. Balukhaneler boşalur. Bütün hamsiler tükenur. Ula ilaç içun, bir tane hamsi yoktur. Fiyatlar yükselmektedur. Bu sefer Foter Osman yoktur ama bu tatlı işe Kivirzivir Resul girişmiştur. Ama aynı fikir, başka zeki ve becerukli insanlarun aklina da gelur; Maraz Ali, Yanuk Necati ve Kavara Behçet da hamsi işleme fabrikasi kurmiştur. Ve tarih yinelenur. Kapitalist rekabet, kimi ureticiyi yikıma ve kimi ureticiyi ortadan silinup kaybolmaya ve diğer bazilarini da zenginluğe göturur. Kapitalizumde ureticiler, kendi üretumlerini başka işletmelerle ve tüketicilerle uyumli hale geturemezler. Anarşi işte buradadur, yani plansuz, duzensiz bir üretim yapilmasindadur. Daha fazla kar elde etme uğrina, ureticiler arasinda yürutilen rekabet ve savaşum, uretimdeki anarşiyi şiddetlendurmektedur. Uşağum, anliyacağun; hau pokkiyen kapitalizum, gölgesinden yararlanamiyacaği ağaci kökinden keser, kar geturmeyeceksa yarali parmağa bile işemez. http://yilmazokumus.com
14
ÖZGÜR YILDIZ
CAFER KARATEPE
AÇMAM, AÇAMAM... ÇÜNKÜ DERiNDE! O cezaevinde kendisine ya da yakınına işkence edilip de dağa çıkmayan bir kişi ömür boyu o onursuzluğu ruhunda taşıyacak; bırakın başkalarının, kendi yüzüne bakmaktan bile utanacaktı...
H
ükümet, dışarıya (Batı’ya) karşı demokratik bir paket açacakmış, içeride de açtırtmayacakmış gibi bir izlenim veriyor. Ülkemiz özelinde ortada fol yok, yumurta yokken, yani geçmiş günlerden pek farklı gelişmeler olmadan Başbakan birden ortaya bir ‘Kürt Açılımı’ lafı atıyor ama içeriği konusunda ser verip sır vermiyor. Kürtlere kimi özgürlükler tanınacağını sanan başta muhalefet ve milliyetçiler hemen gardını alınca ‘Kürt Açılımı’ isim değiştirip ‘Demokratik Açılım’ oluyor ama gene kimsenin içeriği konusunda bir şey bildiği yok. Tüm toplum, içeriği konusunda bir şey bilmediği bu açılım konusunda ikiye ayrılıyor; hükümet ne eylerse güzel eyler diyenler takımı ne idüğü belli olmayan bu açılımı hararetle savunmaya başlarken, bu hükümet ne eylerse kötü eyler, diyen karşı taraf da Don Kişotvari bir tavırla bu belirsiz pakete (siz içi boş paket olarak okuyabilirsiniz) saldırmaya başladı. Artık bu aşamadan sonra paketten tavşan da çıksa, kuş da çıksa onlar için bir anlamı olmayacak gibi, herkes kendisinin haklı olduğunu savunacak. Yani şu durumda taraflar kemikleşmiş, militanlaşmış durumda. Açılım damdan düşercesine, deyim yerindeyse pat, diye ortaya atıldı… Soru: Niye pat diye? Siz başbakan olsanız, iyi niyetli olarak bir Kürt açılımı yapmayı düşünseniz böyle mi yaparsınız? Sayın başbakanın danışmanları mı yok, danışmanlarına mı danışmıyor, danışmanları mı yetersiz? Açılımın bu açılış biçimiyle şu anda yaşanan gerginliklerin olacağı besbelli. Şu anda iç işleri bakanının yapmaya çalıştığı iş, açılım sözü telaffuz edilmeden, daha gizli bir şekilde kotarılamaz mıydı? Bir yere, hele netameli bir araziye yapı yapmak için önce oraya giden bir yol yapılır; elektriği, suyu çekilir; yani önce alt yapı götürülür; ama başbakan ve hükümeti böyle yapmıyor, doğrudan yapıya başlıyor. Kısacası başbakan ve hükümeti elinde bir yol haritası olmadan yola çıkıyor; yolu şaşırınca da bağırıp çağırmaya başlıyor. Dahası olabilecek ufak tefek değişiklikleri de ta başından kendisi tıkıyor. Yıllardır bu ülkedeki insanların
Diyarbakır Zindanı’nın duvarlarında, ‘Türkçe konuş, çok konuş’ yazıyordu... Tutsaklar, sistematik işkenceye alışmıştı ama Türkçe bilmeyen analarıyla konuşamamak bambaşkaydı... Diyarbakır Zindanı, sadece bu yüzden bile bu ülkenin en berbat utanç abidelerinden biri hâlâ... kafasında devlet ve medya eliyle bir Kürt imajı yaratılmıştır; onlar ilkel, pis, kaba saldırgandır. Önce eşkıya, sonra anarşist, bölücü; şimdi de potansiyel teröristtirler. Her ne kadar töre cinayetleri ile gündeme gelseler de Kürtler kendi kültürleri ve toprakları üzerinde dürüst ve mert insanlardır. Yaşar Kemal’in Akçasazın Ağaları adlı dev romanının önsözünde sözünü ettiği ‘O iyi insanlar’ın hepsi o ‘güzel atlara binip, çekip git…’memişlerdir daha. Onlara doğunun kentlerinde, kasabalarında, özellikle de köylerinde her an rastlayabilirsiniz. Batının bir köyüne beş parasız giderseniz aç kalma olasılığınız vardır; ama doğuda aç ve açıkta kalma olasılığınız yoktur. Kuşkusuz bu durum Doğu insanının Batı’dakinden daha iyi olmasından değil, kapitalizme daha az entegre olmasından dolayı görece insanlığının daha az erozyona uğramasındandır. Avrupalıların Türkiye’den giden işçilere pis, kaba, saldırgan, cahil vs. biçimindeki aşağılamalarına karşı çıkıyor, ama çalışmak için Batı’ya gelen Kürtleri aynı biçimde aşağılıyoruz. Bu durumu çie standartlıkla eleştirisiyle geçiştirmek haksızlık olur; basbayağı ikiyüzlülüktür, dahası ahlaksızlıktır. İşte hükümetin ilk yapacağı iş Kürtlerle ilgili kamuoyundaki bu kötü algıları değiştirmeye yönelik olarak, onların da en az Türkler kadar dürüst, temiz, erdemli vs. insanlar ve toplum olduğunu açıklamak olmalıydı, onlar hakkında oluşturulan imgelerin
haksızlık olduğunu vurgulamalı, bu konuda devletin ve medyanın yaptığı hataları dürüstçe belirtmeliydi. En katıksız milliyetçi bile böyle bir çıkışa karşı çıkamaz, “Yok arkadaş, Türkler iyi, Kürtler kötüdür,” diyemez. Bu süreç devam ederken Diyarbakır Cezaevi boşaltılır, oraya bir kardeşlik müzesi kurulabilir. Şu anda bunun tartışmaya açılması güzel bir başlangıç olabilir. Orası adamı dağa çıkartır O cezaevinde kendisine ya da yakınına işkence edilip de dağa çıkmayan bir kişi ömür boyu o onursuzluğu ruhunda taşıyacak; bırakın başkalarının, kendi yüzüne bakmaktan bile utanacaktı. Bunu bilmek için psikoloji, psikiyatri okumaya gerek yok. Bu işkencelerin varlığından haberdar olmak (mağdurları tanımasa bile) bir insanı dağa çıkarmaya yeter. Şehrin ortasında bir utanç abidesi gibi duran, etrafı duvarlar ve dikenli tellerle çevrili bu ayıplı yapı yıkılır, yerine güzel bir müze yapılabilir. O müzede Türk-Kürt kardeşliğinin sembolleri sergilenir, zulüm sergilenir, sevgi ve adalet vurgulanabilir. Hapishane duvarlarının yerine serviler dikilir, bahçesi güller ve rengarenk çiçeklerle donatılabilir Kuşkusuz atılacak bu adımlar Kürtlerden karşılık bulacak, onlar da ufak, tefek adımlar atmaya başlayacaktır. Oluşacak olumlu havadan yararlanarak hapishanelerindeki çocuklar özgür bırakılabilir. Daha ileri aşamalarda
savaşta çocuklarını kaybetmiş Türk ve Kürt anaları bir araya getirilebilir. Uza tmıyorum, başkaca etkinlikler bir plan dahilinde sindirile sindirile gerçekle ştirilir. İşte o zaman bunlara ne Genel kurmay, ne Baykal, ne de Bahçeli karşı çıkabilirdi. Bir kere nefretin yerini sevgi, korkunun yerini güven adlı mı gerisi arkadan sökün ederdi, işte o zaman operasyonları durdurmak, dil sorununu çözmek daha kolay olurdu. Daha birkaç ay öncesine kadar başbakan ve hükümetinin Kürtlere nasıl baktığını biliyorsunuz. Bense o dönem de doğmamış veya çocuk olanlara hatırlatayım; bugünkü AKP iktidarının lider ve sözcüleri 12 Eylül öncesi demokrasi güçlerine karşı savaşıyordu; 12 Eylül cuntasıyla ittifak halinde çalıştılar; siz bakmayın onların mağdur ve ezilmiş rolü oynadıklarına. İkisi de milliyetçi ve mukaddesatçı olan MHP ile AKP; birisinin milliyetçiliği, diğerinin mukaddesatçılığı az biraz ağdırır. Demokratik bir açılım konusunda bu denli ters düşmeleri pek inandırıcı gelmiyor bana… Yüzyılın pas tutmuş sorunlarını bir çırpıda, bir hükümetin, bir başbakanın çözmesi olası değildir. Sorun ancak süreç içinde kolaydan zora, bir hükümet değil, bir devlet politikası olarak yavaş yavaş çözülebilir. Başka türlüsü inandırıcı gelmiyor bana. Bu paketin içinden tavşan ya da kuş çıkmasına kimse şaşırmasın, orta halli demokratik bir paket çıkarsa en başta ben şaşıracağım.
15
Ş
imdilerde sadece büyük depremleri, ekonomik ve de İslami halleriyle bildiğimiz Endonezya, bir zamanlar dev gibi komünist partisiyle ünlüydü. Dünyanın Çin ve Sovyetler Birliği’nden sonra üçüncü büyük, kapitalist ve de ‘üçüncü’ dünyanın da en büyük komünist partisi olan Endonezya Komünist Partisi’nin (PKI) üye sayısı üç buçuk milyon kadardı. Hollandalı devrimci Marksist ve daha sonranın bir dönem Sol Muhalefet üyesi H. Sneevliet ve yoldaşlarınca kurulan ve 1920’lerden, yani ülkenin Hollanda sömürgesi olduğu zamanlardan başlayarak uzun yıllar bağımsızlık ve sınıf mücadelesi içinde etkili olan bu güçlü parti sendika, işçi, gençlik, kadın vs. kitle örgütlenmeleri, aydınlar ve ordu içindeki gücüyle 10 milyonluk bir kitleyi de siyasi olarak kontrol ediyordu. Şimdi o devirlere yetişmemiş kimi genç
Ekim 1965: Bir zaman
arkadaşlar, bu partinin adını ve acı sonunu muhtemelen bilmedikleri için, “Vay be, bundan iyisi Şam’da kayısı!” diyebilirler. Buraya kadar iyi, ancak… Bu devasa partinin (yeryüzünün üçüncü büyük KP’si) bir küçük kusuru vardı: Parti, zamanın dünya sosyalist hareketi içindeki hâkim anlayışa uygun olarak, sosyalizmi ‘daha sonraki bir aşama’nın henüz sırası gelmemiş bir işi olarak görmekteydi. Bütün o cüssesi, azameti ve devlet aygıtı içindeki ağırlığıyla resmen ‘Güdümlü Demokrasi’ adı verilen bir programa dayanan politik düzenin bir parçası, ‘iktidar sacayağı’nın temel direklerinden biri haline gelmişti. Hatta öyle ki, dönemin Endonezya Cumhurbaşkanı, Endonezya Milliyetçi Partisi’nin önderi ve ‘Bağlantısızlar Hareketi’nin kurucularından Ahmet Sukarno, ‘ulusal birlik’ politikasını 1960’ta resmen NASAKOM adını verdiği bir temele dayandırmaktaydı:
Sınıfa karşı sınıf...
T
abii, öyle ‘soykırıma’ uğramış dev boyutlu parti hikâyeleriyle, memlekette işçi sınıfı içinde gerçek manada örgütlenebilmiş partilerin yokluğundan şikâyet eden insanların umudunu kırmak niyetinde falan değilim. Sadece, devrimci prensiplerle işlemediği hallerde partilerin de, cephelerin de bir halta yaramayacağını, üstelik büyük felaketlere yol açabileceğini belirtmeye çalışıyorum. Bakın bu ‘cephe’ ve ‘ittifak’ mevzuları bir acayiptir. Öyle ona buna ‘sosyal faşist’, ‘hain’ falan diyerek bok atıp müttefik beğenmeyen sekter ve gururlu genç havalarına gelmediği gibi, önüne gelenle düşüp kalkan, aşırı sosyal ve yapış yapış gönül adamı muhabbetlerini de kaldırmaz. Bu iki halin de tarihsel örnekleri vardır. Mesela birincisinde devasa işçi sınıfı partilerine ve işçi kitle örgütlerine sahip Almanya, tek kurşun atılmadan Hitler’e; ikincisinde ise İspanya, silahlı bir işçi-emekçi köylü devrimi de tasfiye edilerek Franco’ya teslim edilmiştir. Birincisinde bir cephe kurulmadığı için, diğerinde ise kurulduğu için! ‘Cephe’ denilen şey öyle kendi başına kurulmaz; kurulsa da ona cephe denmez. Cephe başkalarıyla kurulur. Ancak ‘bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim’ prensibi burada da geçerlidir. Devrimci
16
sınıf mücadelesi ‘sınıfa karşı sınıf’ esasına göre yürür. Yani dostları ve ahbapları iyi seçmek ve de kendi cinsinden seçmek gerekir. Üstelik bu işlerde aynen ‘sınıf bağımsızlığı’ gibi ‘örgüt bağımsızlığı’ da esastır. Yani ortak bir düşmana karşı iyi saptanmış, sınırları ve amacı belli ortak bir program ve hedefler doğrultusunda yürürken ‘birlikte vurulur’ ancak ‘bayraklar karıştırılmaz’. Bu işlerde ruhunu da, bedenini de korumak esastır. Çoğu zaman ağır basan küçükburjuva ruhumuz ve mantığımız, özellikle de kıçımızın sıkıştığı zamanlarda, bize ‘en iyi ve en garantili cephenin en geniş cephe’ olduğunu fısıldasa da bu doğru değildir. Burada, “Cephenin yelpazesi ne kadar genişlerse devrimci ve sınıfsal gücü o kadar azalır,” prensibi geçerlidir. Bir büyüğümüz faşizme karşı mücadelede cepheler meselesine ilişkin bir yazısında ‘vektör’ örneğini verir ve mealen, “Cephenin güçleri arasındaki açı ne kadar büyürse vektör o kadar küçülür!” der; yani gücü-kuvveti manasında. O nedenle cephenin sınıfsal karakteri çok ama çok önemlidir. Zaten işçi sınıfının, toplumsal mücadelelerde toplumun diğer emekçi kesimlerine önderlik etmesi ancak oluşturduğu cephenin sınıfsal ve devrimci karakterinin sağlamlığına ve gücüne bağlıdır. Diğerlerinin güveni veya tarafsızlığı ancak böyle sağlanır. Bu nedenle
‘Nasyonalisme-Agama-Komunisme’, Türkçesi Milliyetçilik-Din-Komünizm! Yani partinin adının ve ideolojisinin ‘Kutsal Kitap’ta yer alması gibi bir durum; hem de büyük meleklerden veya peygamberlerden biri olarak. Neredeyse bir ‘Baba-Oğul-Kutsal Ruh’ üçlemesi! Parti, Çin ve Sovyet bürokrasilerinin de desteğiyle, Endonezya burjuvazisinin politik önderi Sukarno’nun peşine takılıp onun ‘antiemperyalist, antisömürgeci, bağımsızlıkçı ve üçüncü dünyacı’ yolunda emin adımlarla yürüyordu. Yani bir nevi ‘milli mutabakat’ veya iktidardaki halk cephesi misali! Gerçi arada bir bütçe harcamaları gibi konularda Sukarno’ya itiraz edip şöyle bir hırpalandığı da olmuyor değildi, ama işler yine de yolunda sayılırdı. (1948’de de saldırıya uğramıştı.) Kanlı son! Ancak bazı durumlar vardır ki ağzınızla kuş tutsanız, birilerine
‘komünizm’in devrimci döneminde, Komünist Enternasyonal, açık ve net bir biçimde işçi sınıfı ve emek örgütlerinin oluşturduğu bir ‘proleter birleşik cephe’yi, yani ‘birleşik işçi cephesi’ni programının temel maddelerinden biri olarak öne sürmüştür. Bu, aynı zamanda işçi sınıfının burjuvaziye karşı bağımsızlığının da ifadesidir. Bakmayın, küçükburjuva ruhumuzu ne kadar serinletse ve kulağımıza ne kadar hoş gelse de, ‘halk cephesi’, yine aynı anlama gelmek üzere ‘milli cephe’, ‘yurtsever cephe’ gibi anlayışlar devrim ve sosyalizm hedefinden vazgeçip ‘vatan-millet-demokrasi’ adına (milli) burjuvaziyle işbirliğinin, daha doğrusu ‘avukatları aracılığıyla’ onun kuyruğuna takılmanın öteki adıdır. Sosyalizmin tarihinde ağır yıkımlara ve felaketlere yol açmıştır. Diğer pek çok tarihsel örneğin yanı sıra 1965 Endonezya’sında da olduğu gibi… Pantolon uyduramadık… Geçenlerde Hakan, vakti zamanında aramızda geçen bir konuşmayı aktardı. Ona, “…Şimdi biz birleşik işçi cephesi desek, bu saçma memlekette hangi işçi sınıfı partilerini birleştireceğiz (bir araya getireceğiz manasında), ortada işçilerle birleşmiş bir parti mi var?” demişim. Aslında aradan geçen bunca yıla rağmen ne yazık ki çok bir şey değişmedi. İnatla ‘akıntıya karşı yüzmeye’ çabalayan ve en azından ‘ideolojik namusumuzu’ korumaya çalışanlara saygısızlık etmeden bu gerçeği vurgulamalıyız. Bir yerden mutlaka başlamak gerekiyor, hem de sınıf çizgisinden asla vazgeçmeden, ‘pantolon uyduramadık gömlek verelim’ siyaseti gütmeden ve öyle ‘butik’ örgüt ve partilerle bir yerlere varılamayacağını da bilerek...
yaranamazsınız. PKI için de böyle oldu. Soğuk Savaş döneminde, hem
Ne yani, bizi kız
B
ir defasında hem sosyal hem de demokrat bir ahbabıma Kürt meselesinin ancak eşitlik ve özgürlük temelinde çözülebileceğini söylediğimde bana, “Ne yani bizi Kürtler mi yönetecek?!” demişti. Bence Türk etnik sorunu tam da budur. Yani bu memlekette herkes ulusal anlamda kimin kimi yönettiğini bilir. Zaten gerçek Türk milliyetçiliği de bu derin -veya basbayağı sığ!- bilgiye dayanır. Tabii, yine de hakkını yememek lazım, resm Türk milliyetçiliği, Müslüman olup da Türk olmayan ‘anasır’a bir kereye mahsus ‘Türk’ olma fırsatı vermiştir; yani öyle tövbe kapılar kapanmadan! Bu az bir fedakârlık değildir, hem de ‘Türklüğü’ dışa açıp seyreltmek ve de ‘ayağa düşürmek’ pahasına! Cumhuriyet, yani ulus devlet tarihimize bakıldığında, Kürtlerin başına gelenleri, ‘Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür’ ilkesiyle açıklamak imkânsızdır. Normalde birden fazla etnik topluluğu veya ulusu tek bir ulus bünyesinde toparlamak isteyenlerin, ortak b devlet kurmalarından vazgeçtik, hiç olmazsa biraz daha ‘hoşgörülü, yumuşak ve gönül alıcı’ olmaları beklenir. En azından aleni farklılıkları hesaba katıp dengeleri gözeterek gönüllü bir birlik sağlamak açısından. İşi biraz da doğal asimilasyona bırakarak!
Bir Türk vardır Türk’ten içerü Bizim memlekette Kürtlere layık görülen muameleyi ancak ‘etnik nedenler’le açıklamak mümkündür. Evet, ‘vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür’, ancak bazıları ‘çok daha Türk’tür! Zaten Cumhuriyetimizin, bütün dünyayı Türk ve
HAKKI YÜKSELEN-BABA HAKKI
nlar Endonezya’da...
de Vietnam Savaşı sürerken, ne kadar ‘mülayim’ de olsa bu cüssede bir
komünist partisinin Asya’daki varlığı, başta ABD olmak üzere emperyalist güçleri, dünya ekonomisiyle artık daha farklı samimiyetlerin zamanının geldiğine inanan Endonezya burjuvazisini ve komünizme karşı emperyalizmle işbirliğine her daim hazır İslam gericiliğini rahatsız etmekteydi. 1965 yılının 30 Eylül günü, neredeyse ‘mutlak bir ihtimalle’ CIA tarafından tezgâhlanan, Hava Kuvvetleri’ndeki komünistlerin de adının karıştığı ve altı generalin öldürüldüğü ‘darbe teşebbüsü’nü bahane eden Yedek Stratejik Kuvvetler Komutanı General Suharto, (Sonraki 30 yılın cumhurbaşkanı; kendisi nasılsa hayatta kalmıştı!) bu ‘komünist darbeyi bastırmasının’ hemen ardından sanki eli kulağında beklermişçesine karşı harekâta başladı. 18 Ekim’de Başta Cava Adası olmak üzere bütün ülkede, bu
zılderililer mi yönetecek?..
i
mi
rı
bir a
k
ü!
bütün dillerle uygarlıkları Türk işi ilan eden ‘Türk Tarih Tezi’, ‘Güneş Dil Teorisi’ gibi ‘bilimsel’ eserleri paradoksal olarak hem bu ‘çok daha Türklük’ gerçeğinin üzerini örtmek -Zaten bilimsel olarak hepimiz Türküz!-, hem de bu gerçeği vurgulamak -Türk’e itaat etmeyenin defteri dürüle!- amacıyla imal edilmiştir. Özü itibariyle Türk olmayanların bu topraklarda varlığını sürdürebilmesi için Türk olmaktan başka çaresi yoktur. Bu da öyle sadece ortak bir kültürü falan paylaşmakla değil, var olan tarih tezine ve resmi ideolojiye uygun biçimde kendilerini ‘Öz Türk’ olduklarına inandırmalarıyla mümkündür. Aksi halde, yani bir biçimde kovulmadıkları takdirde ‘hizmetçi’ olmaktan başka bir şansları kalmaz. Ben uydurmuyorum. Zamanın Türk büyüklerinden ve de adalet bakanlarından Mahmut Esat Bozkurt, 1930’da söylemiş: “Türk olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır: Türklere köle olma, hizmetçi olma hakları!” Tabii şu gerçeği de vurgulamak gerekir: Öyle ipini koparan herkes Türk falan olamaz. Siz bakmayın resmi ‘laiklik’ hikâyelerine, bazen yedi göbek Türk olmak bile resmi Türklüğe kabul edilmeye yetmez. Türk olabilmenin en önemli şartı Müslüman olmaktır. Mesela, anadilleri Türkçe olan, dualarını Türkçe okuyan, Grek alfabesiyle Türkçe yazan Orta Anadolu’daki Karamanlılar sadece Hıristiyan oldukları için bu memleketten kovulmuşlardır. Mesela, Balkanlar’da yaşayan ve etnik olarak Türk olmadıkları halde sadece
Müslüman olan halkların Türkiye’ye göç talepleri kabul edilirken, bildiğiniz Oğuz Türkleri olan Gagavuzlar, sadece Hıristiyan Ortodoks oldukları için Türkiye’ye kabul edilmemişlerdir. Kısacası şu meşhur ‘Türkİslam Sentezi’miz öyle durduk yerde zuhur etmemiştir! Müslüman olmayan Türk, bir ihtimal dış güçlerin maşasıdır! Tupac Amaru’nun dediği! Neyse artık devir değişmiş ve bütün bunlar mazide kalmıştır. Her ne kadar resmiyetin derinliklerinde ve de derin devletimizin milli sırlarla dolu dünyasında hâlâ ‘aldatılıp yolunu şaşırmış Türk’ olarak kabul edilse de şimdilerde bu memlekette Kürt bile vardır; ama bu defa da bütün kötülüklerin nedeni ve failidir; çünkü baş kaldırmış, savaş başlatmıştır. Ve eğer huzur bulmak istiyorsa Türk adaletine teslim olmak zorundadır; çünkü suçludur… Lafı fazla uzatmayıp yazıyı bir Latin Amerika hikâyesiyle bitirelim. İspanyol sömürgeciliği zamanında, 1780’de Peru’da patlayan büyük yerli isyanının lideri Tupac Amaru, dili kesilip kol ve bacaklarından dört ata bağlanarak vücudu parça parça edilmeden önce hücresine gelen İspanyol vali tarafından sorguya çekilir. Vali çeşitli vaatler karşılığında kendisinden isyana katılan suç ortaklarının adlarını öğrenmeye çalıştığında Tupac Amaru şu cevabı verir: “Bu olayda yalnızca iki suç ortağı var: Sen ve ben; sen zorba olarak, ben ise kurtarıcı olarak. İkimiz de ölümü hak ettik!..”
arada şimdinin barış ve tatil cenneti Bali’de, CIA’nın hazırladığı söylenen ölüm listelerinin de yardımıyla asker ve İslamcıların (ve de Hinducuların) önderliğindeki ‘dindar ve de muhafazakâr’ Endonezyalıların da katıldığı korkunç bir katliam başlatıldı. Tahminlere göre 300 binle 1 milyon arasında komünist veya komünist sempatizanı işçi, köylü ve aydının ateşli silahlar, palalar, bıçaklar ve sopalarla yok edildiği katliam dört ay sürdü. TIME dergisi yayımladığı bir haberde, derelerin ve akarsuların cesetlerle dolması nedeniyle nehir ulaşımının ciddi olarak sekteye uğradığını yazıyordu. Parti, o devasa gücüne rağmen bir-iki istisna dışında herhangi bir silahlı direniş gösteremedi. ‘Ülkenin Hayırlı Evladı Nişanı’ sahibi parti lideri Nusantara Aidit ve birçok parti önderi yakalanarak öldürüldü. İşçi sınıfı iktidarını ‘şu anın
gerçekleri’ne yani ‘reel politik’e uygun bulmayıp uzak bir geleceğin hayali olarak gören Endonezya Komünist Partisi, ‘antiemperyalizm ve bağımsızlık’ sevdasının kurbanı oldu! Hem de emperyalizm ve yerli (milli) burjuvazinin darbesine rağmen ‘ortada yanlış bir anlamanın olduğunu; parti birimlerinin ve kitle örgütlerinin Başkan Sukarno’nun emirlerine uyması ve ordu güçlerine yardım etmesi gerektiğini’ söyleyerek! Parti bir nevi soykırım sonucu yok edilip tarihten silindi. ‘Komünist’ çevreler de dahil olmak üzere neredeyse bir daha adı hiç anılmadı. Sanki hiç var olmamıştı. Katliam, sonraki yıllarda o zamanları hatırlayanlar bilir- sadece İslamcıların dilinde gurur ve neşe yüklü bir tehdit cümlesi olarak, “Sizi de keseriz ha!” biçiminde izini sürdürdü. Sonra Endonezya’nın ‘ekonomik kalkınması, İslamileşmesi ve tabii âfetleri’ içinde unutulup gitti...
Kısaca, ulusal sorun ve ilkeler...
i
lkesizlik elbette çok kötü bir şeydir. Sabahtan akşama kadar ilkeler üzerine vaaz vermek ise, çok konuşup siyasi olarak hiçbir şey söylememenin en gösterişli yoludur. Söz konusu bölge Ortadoğu, mesele de çok parçalı Kürt meselesiyse siyaset gerçekten marifet gerektirir. Tabii, fırsatçılık, hokkabazlık, pazarlamacılık veya şeytanlık anlamında değil, devrimci anlamda siyasetten söz ediyorum. Bu da ilkeli olmayı zorunlu kılar. Son zamanlarda bazı çevreler dışında nedense hiç sözü edilmeyen ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’ diye bir ilke vardır. Bu, Sovyet devriminin önderi Lenin’e göre, ‘politik anlamda bağımsızlığı, ezen ulustan politik irade yoluyla ayrılığı’ da içeren, ancak ‘hiçbir biçimde ayrılma, kopma ve küçük devletler kurma ile eşdeğer olmayan’ bir haktır. ‘Yurtsever’ küçük burjuvamızın kafasını karıştırsa da bu ‘çelişkili’ ifadelerin anlamı açıktır: Eğer gerçek birliği istiyorsan, ayrılma hakkını da kabul edeceksin! Ulusların gönüllü birliği başka türlü mümkün değildir. Bu iş biraz da evliliğe benzer, eğer boşanma hakkı veya imkânı yoksa, sonu ya aldatmaya ya da cinayete varır. Başka türlü enternasyonalizm olmaz. Amaç, işçi ve emekçilerin birlik ve dayanışmasına ve bütün halkların kardeş olduğu bir dünyaya giden yolu bulmaktır. Zaten emperyalizmi yenmenin de başka yolu
yoktur. Ben şahsen, arada tarihi, coğrafi engeller, çok özel durumlar ve büyük mesafeler olmadığı sürece birlikten, hem de bugünkünden çok daha geniş bir birlikten yanayım. ‘Balkanlaşma’ya karşıyım. Bana kalırsa, sadece ‘Misakı Milli’ sınırları ile yetinmeyip başta bölgemiz olmak üzere bütün ülkelerin, kıtaların birliğini istemeliyiz; tabii, bizimle kalmak istemeyen hiçbir halka, bu talebinden dolayı kurşun sıkmamak, sıkanlarla işbirliği yapmamak şartıyla. Birliğin propagandasını yapmalı; kapitalizme ve emperyalizme karşı ortak mücadelenin ve örgütlenmenin her türlü yolunu aramalıyız; ama nihayetinde halkların özgürce vereceği kararlara da saygı göstermeliyiz. ‘Teklik’ten değil, özgürlüğe dayalı bir ‘birlik’ten yana olmalıyız. Bu birlik kimsenin kimseyi ezemediği, zorla asimilasyonun olmadığı, eli sopalı ‘abilerin’ ‘model’lik yapamadığı bir birlik olmalı. Halkların, ulusların, dillerin, kültürlerin gerçek eşitliğine, adalete, devrimci dayanışmaya, proleter enternasyonalizmine dayanan bir birlik. Bugün gideni yarın bulup kucaklayacak bir birlik… Evet, ilkeli olmalıyız; en yüksek ilkenin emekçilerin birliği olduğunu akıldan çıkarmadan... Unutmayalım, enternasyonalizm sadece Kürt emekçilerinin değil, Türk emekçilerinin de görevidir.
17
ŞiLi TRAJEDiSi: Allende
Waldo Mermelstein, genç bir Brezilyalı devrimciyken, 1970’lerin başında Şili’deki devrim sürecine katılmak üzere bu ülkeye gitti. Enternasyonalist bir savaşçı olarak MIR (Devrimci Sol Hareket) içinde mücadele yürüttü. Şili’de sosyalist hareketin yenilgisinin ardından tekrar Brezilya’ya geçen Waldo, Brezilya’daki diktatörlük koşulları altında, daha sonra Latin Amerika’nın en önemli devrimci partilerinden birine dönüşecek PSTU’nun öncülü olan örgütün kuruluş çalışmalarında yer aldı. Latin Amerika’nın pek çok ülkesinde devrimci faaliyet yürüten Waldo, Şili 1973’ü RED için özel olarak yazdı... 1 Eylül 1973’te, Şili’nin seçilmiş devlet başkanı Salvador Allende, ülkenin silahlı kuvvetlerince devrildi ve binlerce işçiyi, köylüyü, sol militanı, hatta Allende’yi katleden yarı-faşist bir diktatörlük kuruldu. Bu süreçte yitirdiklerimizi anmak üzere, bu süreci bir kez daha zayıf ve güçlü yanlarıyla değerlendirmeyi hedefledik. Allende’nin seçilmesinden önceki 1000 gün, 1970’lerde Latin Amerika’daki mücadelelerin en üst noktasına ulaştığı dönemdi ve Şili açısından bir devrimci dönüşüm ihtimalini gündeme getirmişti; bu durum, bölge üzerinde de büyük bir etki yaratıyordu. Trajik son kaçınılmaz değildi çünkü emekçi kitlelerin muazzam enerjisi ülkeyi tamamen farklı bir sonuca yöneltebilecek güçteydi; ancak bunun için tamamen farklı bir politik yöneliş ile birkaç onyıldır Şilili kitlelerin güvenini kazanmış olan Sosyalist Parti ve Komünist Parti’yi aşacak yeni bir siyasi önderlik yaratmak gerekiyordu. Ne yazık ki, bu partiler yeni durumla başa çıkabilecek bir hazırlığa sahip değildi; Latin Amerika’da 1930’lardan o güne değin askeri darbe yaşanmayan tek ülke Şili’ydi ve söz konusu partiler de göreli barış dönemlerinin partileri olmaya alışmıştı. Şili: Bağımlı bir kapitalist ülke Şili, Latin Amerika’da özgün bir kimliğe sahiptir; coğrafi olarak ayrıdır (And Dağları, Kuzey’deki çöl, Batı’daki deniz ve Güney’deki buzlarla kaplı Patagonya tarafından Kıta’nın geri kalanından yalıtılmıştır); İspanya’dan 1810’da kazanılan bağımsızlık sonucunda, çok erken gelişen merkezi devlet yapısının belirlediği özgün bir tarihe, birleşik ve sıkı bir orduya sahiptir; tümü yabancı şirketlerin malı olan hammaddelerin (önce nitratlar ve 20. Yüzyıl itibarıyla büyük bakır madenleri) ihracatına dayalı bir ekonomisi vardır. Ülke, 1970’e gelindiğinde hayli yüksek bir kentleşme oranına sahipti; 10 milyonluk nüfusun yüzde 75’i kentlerde yaşarken, başkent Santiago’nun nüfusu 3 milyondu; görece yüksek bir kişi başına milli gelir ve okuma yazma oranı söz konusuydu; kırsal bölgeler ise büyük toprak sahiplerinin egemenliğindeydi ve buralarda korkunç bir
1
18
gelir eşitsizliği vardı: En yoksul yüzde 10’luk nüfus dilimi zenginlikten sadece yüzde 1.5 pay alırken, en zengin yüzde 10’luk dilim yüzde 40’ı cebe indiriyordu. Bakır ihracatı tüm gelirin yaklaşık yüzde 75’ini oluştururken, ekonomi uluslararası ve ulusal tekellerin hakimiyeti altındaydı; ülke tam manasıyla Amerikan sermayesine ve borçlarına bağımlıydı; dış borç 1958’de 600 milyon dolarken, 1970’te 3.6 milyar dolara yükselmiş ve o dönem için dünyada kişi başı borçlanma bakımından en yüksek rakama ulaşılmıştı. 1960’ların Şili’si 1959 Küba Devrimi Latin Amerika’da büyük bir etki yarattı ve Amerikan hükümeti yeni devrimlerin önüne geçmek için ‘Kalkınma İttifakı’ adı altında, sınırlı iyileştirmeleri içeren bir reform programını uygulamaya koydu. BU esnada Şili derin bir krize sürüklenmiş, milli gelir yerinde saymaya başlamış, sol muhalefet 1958 seçimlerini sadece 30 bin oy farkıyla kaybetmişti; emekçi halkın yeni ve radikal yöntemlerle mücadeleye atılmasını önlemek üzere tüm iktidar mekanizmalarını kontrol eden, bir yandan da düzenli seçimlere izin veren hakim sınıfların eski oligarşik modeli derin bir krize sürüklenmişti. 1964’te Hıristiyan Demokrat Parti ‘Özgürlük içinde Devrim’ sloganıyla Eduardo Frei’yi devlet başkanı adayı gösterirken, tarım reformunu tamamlama, bakır madenlerinde kısmi millileştirmeye gitme ekonomiyi çoğunluğu uluslararası olan yeni hakim sermaye gruplarına göre ayarlama sözü veriyor, böylelikle Şili’de bir toplumsal devrim ihtimalini engellemeyi amaçlıyordu. Frei hükümeti seçmenlerinin yüksek beklentilerini boşa çıkardı ve ülkedeki sınıf mücadelesi sertleşmeye başladı: Grevlerde ciddi bir artış oldu, yeni bir mücadele yöntemi olarak toprak ve fabrika işgalleri (‘tomas’) gündeme geldi; bu yöntemler, her zaman emekçi kitlelerin haklarını almada daha radikal yollar aradığına açık bir gösterge teşkil etmiştir. Ülkede yıllar sonra ilk kez CUT (Merkezi İşçi Sendikası) tarafından yönetilen güçlü
genel grevler yaşanmaya başladı; köylüler sendikalaşma hakkı kazandı ve 700 bin olan tarım işçilerinin 100 bini birkaç yıl içinde örgütlendi. Kentlerdeki işçi sınıfı içinde sendikalaşma oranı, Latin Amerika göstergeleri esas alındığında, hızla yüksek bir seviyeye ulaştı; 1964’te yüzde 10 olan sendikalaşma oranı, 1970’e gelindiğinde yaklaşık yüzde 20’ye ulaşmıştı; 1973’te ise bu oran yüzde 35’e çıktı. 1970 seçimleri ve Unidad Popular’ın (Halk Birliği) programı Sosyalist ve Komünist partiler, dağılan bir burjuva partisi olan Radikal Parti ve Hıristiyan Demokrat Parti’den kopan MAPU tarafından oluşturulan koalisyona liderlik eden Allende oyların yüzde 36’sını aldı. Sağ partiler ve Hıristiyan Demokrat adaylar yenilgiye uğramış ve son kararı Kongre’ye bırakmıştı. Amerikan emperyalizmi orduyu bir darbeye teşvik etmiş, Hıristiyan Demokratlar’dan da Allende’yi tanımamalarını istemişti. Hatta sağcı bir militan ordunun başındaki General Rene Schneider’i öldürmüş, Hıristiyan Demokratlar’ın maliye bakanı Allende’nin seçilmesinin mali bir paniğe yol açtığını açıklamış, fakat burjuva partileri o anda halk kitlelerine karşı bir harekat başlatmayı göze alamamıştı. (Zaten Hıristiyan Demokrat Parti’nin adayı da, seçimlere Allende’ninkiyle pek çok ortak nokta taşıyan merkez-sol bir programla girmişti.) Unidad Popular’dan ülkenin temel kurumlarına, yani eğitim sistemine, yargıya, medyaya ve tabii ki orduya dokunmama sözü alan Hıristiyan Demokratlar, halkın oyuna saygı göstereceklerini açıklayıp Allende’nin seçilmesine Parlamento’da destek verdi. Sol koalisyon, ilk adım olarak Frei döneminde çıkarılan yasa çerçevesinde toprak reformunu hızlandırmayı önerdi; bunun yanı sıra, bakır madenlerinin tamamıyla millileştirilmesi, başlıca sanayi ve bankacılık tekellerinin devlet denetimine alınması ve yoksul emekçilerin durumunda iyileştirmeye gidilmesi gibi uygulamalar gündeme getirildi. Bu tedbirler bir yandan halkın çoğunluğunun desteğini
alırken (anti-tekel diye adlandırılan ittifakı güçlendirirken), bir sonraki adım için, yani alçak sesle ortaya atılan ‘barış içinde sosyalizme geçiş’ için de zemin sağlıyordu; ne var ki, bu ‘barışçıl geçiş’ devlet kurumlarında hiçbir ciddi değişim öngörmüyor, muhayyel bir dönüşüm için ‘esnek’ davranmayı esas alıyordu. Unidad Popular’ın programı iki temel varsayıma dayanıyordu: Bir bütün olarak işçi sınıfı ve köylülük, özellikle de reformların ulaşmadığı kesimler hükümetin zamanlamasına saygı gösterecek ve o güne dek alamadıkları hakları için biraz daha sabredecek; ‘anti-tekel burjuva kesimler’ ile orta sınıf bir bütün olarak yeni model doğrultusunda yeni iktidarla işbirliği yapacak… Her iki varsayımın da yanlış olduğu görüldü: Öylesi bir eşitsizliğin bulunduğu bir toplumda, sınıflar arası siyasi ve toplumsal dengenin değişmesi, tüm ülkede toplumsal ve siyasi bir radikalleşmeye yol açıyordu. Tüm yaşananlar, ciddi reformların tüm bir toplumsal yapıyla hesaplaşmak zorunda olduğunu ve geriye sadece iki gerçekçi seçenek kaldığını gösteriyordu: Ya devrim, ya karşıdevrim. İlk dönem: Coşkudan çıkmaza Alınan ilk tedbirler, hükümetin emekçiler arasındaki desteğini daha da artırdı: Maaşlar ortalama yüzde 35 (asgari ücret yüzde 65) artırılmış, sosyal yardım uygulamalarına gidilmiş (meşhur bir uygulama olarak, yetersiz beslenmenin yüzde 50’ye ulaştığı toplumsal yapıda her çocuğa günlük yarım litre bedava süt dağıtılmaya başlanmış), başta sosyal konut inşası olmak üzere kamu hizmetlerinde patlama yaşanmış, kamu kredilerinin yaygınlaşmasıyla birlikte ekonomide gözle görülür bir iyileşme sağlanarak işsizlik yüzde 8’den yüzde 4’e geriletilmişti. Hükümet toplumsal mücadeleleri bastırmak üzere polise başvurmayacağı sözünü verdi; halk yığınları bunun ‘kendi’ hükümetleri olduğunu anladı ve her yerde mücadeleye atılmaya başladı. Yoksul köylüler, toprak sahiplerinin sömürüsüne son vermek için toprak işgallerine girişti. İşçiler daha iyi ücretler ve çalışma koşulları için greve çıktı ve pek çok sanayi tesisini işgal etti. Gecekondu halkı kendi evlerini inşa etmek için kentlerdeki arazileri işgal etmeye başladı. Muhalefetle hükümetin sanayideki kamu payı üzerine herhangi bir mutabakatı yoktu; bu durumda, hisse dağılımlarından, 1932’de sadece 12 gün süren Sosyalist Cumhuriyet’in çıkardığı kanunlara kadar pek çok yola başvurularak düzenlemelere gidilmeye çalışıldı. Fakat esas olarak işçiler fiili fabrika işgallerine gidiyor ve böylelikle kendi müdahalelerini gerçekleştiriyor, burjuvazi de aslında tam olarak bununla
WALDO MERMELSTEIN
hükümetinin çöküşü ilgileniyordu. Unidad Popular 91 tekeli kamulaştırmayı hedefledi; ancak 1973’e gelindiğinde, işçilerin zorlamasıyla bu rakam 300’e yükseldi. Bakır madenlerinin millileştirilmesi, Kongre’de oybirliğiyle kabul edildi. Bu Amerikan emperyalizmine karşı çok önemli bir kazanımdı; öyle ki, Allende aslında Amerikan şirketlerine herhangi bir tazminat ödemiyor, madenlere geçmiş 15 yıldaki kârları karşılığı bir değer biçerek millileştiriyordu. Tüm bunlar, Amerika’nın Allende’yi devirmek üzere bir kampanyayı desteklemesine yol açtı; tüm kredi ve yatırımlar kesildi, Şili ekonomisi açısından çok ciddi sonuçlar doğuran ve ‘sessiz ambargo’ olarak adlandırılan süreç başladı. ABD egemenleri, en çok Latin Amerika’daki diğer sömürülen ülkelerde benzer tepkilerin açığa çıkmasından çekiniyordu… İşçi sınıfı 1972 Kızıl Ekim’inde burjuva ayaklanmasını bastırıyor 1972’ye gelindiğinde, ekonominin vaziyeti tam manasıyla sosyal kutuplaşmayı yansıtıyordu; özel teşebbüsler tamamen durmuştu, üretimde ciddi bir düşüş yaşandı, devlette döviz rezervi kalmamıştı ve ülke ekonomisinin ihtiyaç duyduğu temel ürünler ithal edilemiyordu, yerel para biriminin değeri hızla düşüyor, enflasyon yükseliyor ve karaborsa yayılıyordu. Temel gıda maddeleri bulunamamaya başladı. 1972 Ekimi’ne gelindiğinde hakim sınıf hükümeti devirmek ya da en azından taviz vermeye zorlamak için ciddi bir saldırı başlattı. Saldırıyı tetikleyen olay, Şili’deki 55 bin kamyoncunun tüm ürün dağıtımını durdurma tehdidiyle çıktığı lokavttı; bakkallardan toptancılara kadar bütün dağıtım zinciri kapandı; ardından fabrikalar kapıya kilit vurdu. Hükümet tam manasıyla felç olmuştu. Tam da o anda büyük bir sürpriz yaşandı: İşçi sınıfı ve kent yoksulları hükümeti kendi yöntemleriyle savunmaya karar vermişti! Fabrikaların çoğu işgal edildi ve üretim sürdürüldü; kamyonların çoğuna el kondu, marşa basacak gönüllü şoförler bulundu, işçi mahallelerindeki bakkallar açıldı, ürünlerin doğrudan dağıtımı için yeni yöntemler geliştirilmeye başladı. Ülke, yoksul kitlelerin denetimi altında işlemeye devam ediyordu. Büyük kentlerde halk mücadeleyi koordine edecek bölgesel örgütlenmeler oluşturdu: Bunlar, Unidad Popular’ın en öne çıkan kesimleri (Sosyalist Parti, MAPU, Hıristiyan Sol ve Hıristiyan Demokratlar’dan kopan kopan başka bir ekip) ile Unidad Popular içinde yer almayan Devrimci Sol Hareket (MIR) kadrolarınca yönetilen ‘cordones indiustriales’di (Sanayi zincirlerindeki sendikal örgütlenmeler). BU, o dönemdeki sınıf mücadelesinin en üst noktasını oluşturuyordu: Burjuvazi paniğe kapılmıştı, hükümet kitle hareketi
Üstte, darbeyi önlemeye çalışan bahriyelilerin lideri Juan Cardenas; Sosyalist Parti sol kanattan işçi lideri Armando Cruces ‘Chico’ ve onun sendika başkanı olduğu Vickuna Machena’da bir barikat; altta, O’Higgins işçileri direnişe geçiyor... (Fotoğraflar Türkiye’de ilk kez yayınlanıyor.)
üzerindeki denetimini yitirmekten korkuyordu. Allende, bu büyük kitle seferberliğini arkasına alarak ilerlemek yerine, Hıristiyan Demokratlar’ın dayattığı bir anlaşmayı kabul ederek, General Carlos Plats da dahil olmak üzere ordunun üst düzey komutanlarının yer aldığı yeni bir kabine açıkladı. Hükümet, burjuva muhalefetinin başlıca taleplerini kabul etti (lokavt sırasında işçilerin el koyduğu fabrikaların ve gazetelerin eski patronlarına iadesi, lokavtın liderlerine herhangi bir ceza verilmemesi); bu uzlaşma, ifadesini Carlos Prats-Orlando Millas (‘komünist’ maliye bakanı) planında buldu. Diğer taraftan, hükümet gıda dağıtımı için bazı generalleri yetkili kıldı; böylelikle halkın oluşturduğu dağıtım komiteleri, özellikle de binlerce ‘Juntas de Abastecimientos y Precios’ (Dağıtım ve Fiyat Komiteleri) üyesi işlevsiz bırakıldı; bunlar, hükümetin fiyatları denetlemek üzere oluşturduğu mahalle örgütleriydi ve Ekim günlerinde kitle örgütlerine dönüşmüştü. ‘Cordones indiustriales’ ve halk hareketi, bu gelişmelere kitlesel gösterilerle yanıt verdi; sanayi tesisleri işgal edildi ve bu yeni plan Ocak 1973’te yenilgiye uğratıldı. Mart 1973 seçimlerinde muhalefet oyların üçte ikisini alıp hükümeti devirme yetkisine ulaşamadığı için, yeni kabine de dağıldı. Ne var ki, ağır ekonomik kriz kitleleri yormuş ve yıldırmıştı; maaşlar düşerken, kapitalistler karaborsada büyük kârlar elde ediyordu. Buna rağmen Unidad Popular yüzde 44’lük
bir oy oranına ulaştı; hal ‘kendi’ hükümetine sahip çıkıyor, hükümetin yasal yollardan devrilmesini imkansız kılıyordu. O andan itibaren, Şili’de herkes son hesaplaşmanın yaklaşmakta olduğunun farkına varmıştı ve sol bu son hesaplaşma anına hazırlanma konusunda vakit kaybediyordu. Ne yazık ki, Allende ve Unidad Popular, askeri darbeye karşı zaruri ve kesin tedbirleri alamadı. 29 Temmuz’da bir darbe girişimi alt edildi; askerler işçi sınıfı ve yoksul halkın mücadele gücünü hesap edememişti. Ülke çapında pek çok fabrika işgal edilmiş ve aynı akşam La Moneda’daki başkanlık sarayı önünde 100 bin kişi toplanmıştı; orada toplanan kitle, Kongre’nin lağvedilmesini istiyor ve faşist yetkililerin cezalandırılmasını talep ediyordu. Kitleler Parlamento’nun darbeye yasal bir zırh oluşturduğunun farkındaydı. Allende Parlamento’yu kapatmayı ve faşist görevlilere karşı herhangi bir yaptırım uygulamayı reddetti; başkanlık sarayı önünde toplanan kitleden, ‘darbeyi önleyecek’ generallere güvenmelerini istedi ve faşistleri yenmek için son şansını da yitirdi. Hükümet silahlı kuvvetler içindeki hayati ittifakını, yani düşük rütbelileri de görmezden geldi; onları, seçilmiş hükümete karşı tüm emirleri reddetmeye çağırmadı. Oysa birkaç ay boyunca, Astsubay Juan Cardenas tarafından yönetilen yüzlerce bahriyeli, donanmayı yüksek rütbeli deniz
subaylarına karşı konumlandırmaya başlamıştı; Cardenas’ın da dahil olduğu üç deniz subayı, sol örgütlerin –Sosyalist Parti, MAPU ve MIR- liderleriyle bir toplantı yaparak emirlerindeki subayların faaliyetleri hakkında bilgi vermiş, darbeyi önlemek üzere büyük savaş gemilerini ele geçirmek için yardım talep etmişti. Sol hareketin liderleri onları ciddiye almadı ve cevap vermedi; bundan birkaç gün sonra bu subaylar tutuklandı ve donanma subaylarınca işkenceye alındı. Allende’nin üst düzey ordu yetkilileriyle ne denli işbirliğine girdiğini anlamanız açısından bir örnek vermek istiyorum: 5 Ağustos’ta yeni Unidad Popular – Ordu kabinesi kurulduğunda, Allende yeni kabinenin en önemli hedeflerinden birinin donanmadaki aşırı uçları temizlemek olduğunu açıklıyordu!.. Son aylarda hükümet, Hıristiyan Demokratları yatıştırmak için ‘İç savaşa hayır!’ sloganı altında faydasız ve acınacak bir kampanya yürüttü. İşçi sınıfı, yoksullar, kendi hükümetleri olarak gördükleri hükümeti savunmak için mücadele etme niyetinde olsalar da, aldatıldılar ve moralleri bozuldu; böylece gerçek darbe geldiğinde birkaç fabrika ve yoksul mahalledeki kahramanca direniş dışında aktif bir kitlesel direniş gerçekleşmedi. Oysa bize göre, işçilerin, köylülerin ve yoksul halkın kararlı tavrı, toplumsal kutuplaşmayı aynen içinde barındıran silahlı kuvvetlerde dengeleri değiştirebilirdi. Ne yazık ki, devrimci süreçlerde zaman her zaman kitlelerin yararına işlemez; esasen Şili’de kritik anlardaki zaman kaybı, faşistlerin işini kolaylaştırmıştır. Toparlarsak, 1970 Şili’si gibi, sosyalizme barışçıl geçiş için en iyi imkanların bulunduğu bir ülkede bile, bu imkansızdı: egemenler, burjuvazi, emperyalizm, önceden de kestirilebileceği gibi, sert bir direnç göstermeksizin ayrıcalıkların vazgeçecek değildi. Ve Unidad Popular’ın liderliği, silahlı kuvvetler ile diğer devlet kurumlarının tarafsız ve sınıflar üstü davranacağı hayaline kapılıp kaçınılmaz hesaplaşmaya ciddi bir biçimde hazırlanmadığı için suçluydu. Yenilginin sonuçları korkunçtu: Diktatörlük halkın tüm örgütlerini yok etti ve dünya ölçeğinde neo-liberal reformlara öncülük edecek bir ekonomik politikayı uygulamaya koydu; eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik gibi tüm temel hizmetler özelleştirildi; işsizlik oranı devasa boyutlara ulaştı, ücretler düştü ve Şili tamamen emperyalist şirketlerin hakimiyetindeki bir hammadde ihracatçısı konumuna sürüklendi. Aynı şekilde Latin Amerika’nın diğer ülkelerinde de darbeler ve diktatörlükler gündeme geldi ve bu diktatörlükler ancak 1980’lerde devrilebildi…
19 11
Darbeciler tarafından devrilen Devlet Başkanı Zelaya Honduras’a döndü...
Kitle ayaklanmasını yükseltelim, 2
1 Eylül’de devrik başkan Manuel ‘Mel’ Zelaya gizlice Honduras’a girerek başkent Tegucigalpa’daki Brezilya Büyükelçiliği’ne sığındı. Zelaya’nın dönüşü Honduras halkınca bir zafer olarak algılandı; bu, mücadelelerinin hedefi, yani Zelaya’nın başkanlığa geri dönüşü yolunda önemli bir adımdı. Aynı zamanda, daha önceki girişimlerin aksine, bu kez Zelaya’nın dönüşünü engelleyemeyen darbeci Micheletti yönetimi açısından da bir yenilgiydi bu. Honduras halkının, haberi alır almaz coşkulu bir kutlama yapmasının sebebi buydu ve bu coşku darbeye karşı mücadelede atılması gereken zaruri adımları hayata geçirmeye de yol açabilir. Bugüne dek direniş ciddi noktalara tırmandı (örneğin, Zelaya’nın ilk ülkeye dönüş girişiminde havaalanına yürüyüş ve 22 Temmuz genel grevi) ve kahramanca mücadeleler verildi. Micheletti yönetiminin darbeyle aldığı iktidarı pekiştirmesini önleyen de bu mücadelelerdi. Ne var ki, tüm bunlar darbecileri alt edip devirmeye yetmedi. Buradan hareketle, tüm ihtişamlı görünümüne ve uluslararası medyada geniş yer bulmasına rağmen, Zelaya’nın ülkeye dönüşü, darbenin üzerinden üç ay geçmişken, istikrarsız da olsa Micheletti yönetiminin hâlâ iş başında olduğu ve elçiliğin etrafını dolduran binlerce eylemciyi vahşi biçimde dağıttığı gerçeğini değiştiremedi. Direniştekilerden gelen haberlere göre, pek çok tutuklama, yaralama ve en az bir ölüm vakası yaşanmış vaziyette; direnişin lider ve militanlarının evlerine yapılan baskınları anmaya gerek bile yok. Zelaya neden döndü? Uluslararası İşçi Birliği – Dördüncü Enternasyonal (UİB-DE), daha en başından beri, Zelaya’nın, Lula gibi Latin Amerikalı ‘dost’ yönetimlerin ve Barack Obama’nın darbecilerle görüşme yoluyla bir çözüm önerdiklerine dikkat çekti; böylelikle, Honduras’taki ekonomik ve siyasi iktidar kadar, darbeyi destekleyen kurumlar –Kongre, Yüksek Mahkeme, silahlı kuvvetler, Kilise, vs- zarar görmeyecekti. Bu politika, Arias Planı olarak adlandırılan ve darbecilerin değişik sebeplerle kabul etmediği planda açıkça ifadesini
20
buluyordu. Zelaya, ülkeye döndükten kısa süre sonra verdiği bir mülakatta, artık San Jose Anlaşması’nı (Arias Planı) reddettiğini, çünkü, “şimdiki haliyle imzalamanın imkansız olduğunu, zamanaşımına uğradığını, koşulların değiştiğini,” söylüyordu. (Zelaya’nın Dışişleri Bakanı Beatriz Valle’nin açıklaması.) Zelaya’nın ülkeye dönüşü, darbecileri görüşme masasına çağırma siyasetini terk ettiği ve Micheletti yönetimine karşı ciddi bir mücadele yürütmeye niyetlendiği gibi algılanabilir. Ancak durum böyle değildir. Zelaya’nın
dönüşü ezilen yığınların darbecilere karşı mücadelesini güçlendirecek bir adım değil, darbecileri masaya oturtmak için basıncı artırmaya yönelik, Obama, Lula, hatta bizzat Zelaya tarafından geliştirilen bir taktikti. Bu nedenle, Arias Planı ve içeriği – ‘barışçı çözüm’ için darbecilerle görüşme-, her ne şekilde adlandırılırsa adlandırılsın, hâlâ tamamen geçerlidir ve ezilen yığınların
Honduras’taki rejimi yıkma mücadelesini frenlemek üzere kenarda bekletilmektedir. Ve Obama, Lula ve Zelaya, bu politika çerçevesinde tam bir koordinasyon halindedir. Bu süreçte Obama’nın hizmetini gören Lula, bir kez daha Obama’nın kendisine neden Latin Amerika’daki ‘adamı’ muamelesi yaptığını gösterdi. Haiti’de de aynı hizmeti görmüş, Birleşmiş Milletler işgal ordusunun başına Brezilya ordusunu geçirmişti. Bugün, değişik koşullarda, aynı işi Honduras’ta yapıyor; yani, kıtada hüküm süren emperyalist politikanın bekası için kilit bir rol oynuyor. Darbecilerle görüşmenin hizmetinde Öte yandan, olayın esas kahramanları tarafından yapılan açıklamalar, Zelaya’nın ülkeye dönüş hedeflerini açıkça anlatıyor. Obama yönetiminin Dışişleri Bakanı Hillary Clinton bunların başında geliyor. Ardından, Zelaya’nın dönüşünde başrolü oynayan ve basına göre ABD hükümetiyle ‘müthiş bir uyum içinde’ çalışan Brezilya Dışişleri Bakanı Celso Amorim geliyor; Amorim, New York’ta yaptığı bir
darbeyi ezelim!.. açıklamada, “Eğer diyalog geliştirme yönde ciddi bir eğilim varsa, bunun işi kolaylaştıracağını ve hızla bir çözüme kavuşulacağına inanıyorum,” diyordu. Ardından, “Honduras krizine ilişkin olarak Brezilya ve ABD’de ılımlı ve barışçıl bir çözüm geliştiriliyor,” diye ekliyordu. Ama daha da önemlisi, Zelaya’nın bizzat kendisi, “Bir yakınlaşma, iletişim süreci başlatacağız, ve ardından sorunu çözmek için zaruri diğer adımları atacağız,” açıklamasında bulunuyordu. Micheletti’yle görüşmek istediğini de ekleyen Zelaya, “Bu soruna çözüm bulmaya talibim ve eğer çözüm için bu – Micheletti’yle görüşmek- gerekiyorsa, onu da yapmaya talibim,” diyordu. ‘Barışçı mücadele’ çağrısını yineleyip durması da bu nedenleydi: “Barışa çağırıyorum, şiddete değil. Sorunları çözmenin en iyi yolu budur.” (Manuel Zelaya ile söyleşi, BBC) Darbecileri ancak ezilen kitlelerin mücadelesi yenilgiye uğratabilir UİB-DE olarak, direnişi sürdüren örgütlerin, özellikle de Darbe Karşıtı Cephe’nin, darbe karşıtı mücadeleye Zelaya tarafından dayatılan politikaların sınırını kesinlikle aşması gerektiğini savunuyoruz. Öncelikle yapılması gereken, darbecilerle herhangi bir görüşmeyi açıkça reddetmektir; çünkü bu, sadece darbecileri, darbe komplosunu hazırlayanları ve dolayısıyla rejimin darbeyi özendiren ve savunan kurumlarını (Kongre ve Yüksek Mahkeme) koruma amacına hizmet eder. Honduras halkının talepleri, emperyalizmin kurumlarıyla (Birleşmiş Milletler, Amerika Devletler Örgütü) el ele yürüyerek, ‘dost’ hükümetlerin girişimlerine teslim olarak ya da görüşmeler yürüterek karşılanamaz; bu talepler ancak kitlelerin kendi mücadeleleriyle kazanılabilir. İkinci olarak, Zelaya’nın görüşmeler için çabalama kararının ardından terk ettiği talepleri, örneğin Honduras halkının anti-demokratik 1982 Anayasası’nı değiştirmeyi tartışabileceği egemen bir Kurucu Meclis’in toplanması ve gerici kurumların lağvedilmesi taleplerini yükseltmek gerekmektedir. Tabii Zelaya’nın hiç savunmadığı talepler, mesela büyük toprak sahipleri
oligarşisini mülksüzleştirme, dış borçları ödememe, Soto Cano’daki Amerikan üssünü kapatma gibi taleplerle, emperyalizmi ülkeden defedecek ve derin sosyo-ekonomik sorunları çözmeye başlamayı sağlayacak benzer talepler gündeme getirilmelidir. Tüm bunların yanı sıra, yaptıkları zorbalığın hesabını vermek istemeyen darbecilerin mutlaka cezalandırılmasını savunmak zorundayız. Zelaya’nın dönüşüyle yükselen kitlesel coşkunun darbecilere karşı mücadeleyi derinleştirme ve keskinleştirme hedefine yöneltilmesi de zaruridir. Buradan hareketle, işçi mücadelesinin yöntemlerine sımsıkı sarılmalıyız; işçi sınıfının tabanını harekete geçirerek 22 Temmuz’daki başarılı deneyimi tekrar edecek, hatta ilerisine geçecek, darbeci hükümeti ve onu destekleyen hükümeti devirecek bir genel grev örgütlemeliyiz. Son olarak, bazı dersler çıkarmak zorundayız: Geçtiğimiz aylarda gerçekleşen mücadelelerde, silahsız kitlelerin orduya ve özel kuvvetlere meydan okuduğuna tanık olduk. Ne var ki, darbeciler ‘barışçı araçlar’la yenilgiye uğratılamaz: Bu, tek eli bağlı bir biçimde, ellerinde bıçak ve silah taşıyan birini dövmeye çalışmasına benzer. Bu mümkün değildir. Honduraslı kitlelerin defalarca kanıtladığı kahramanlığın yanı sıra, mücadele ve grevlerde kendini savunma araçlarının hazırlanması ve darbecilerin ‘askeri cephe’sini bölüp zayıflatacak, asker ve polisleri Micheletti yönetiminin emirlerine karşı gelmeye çağıracak bir eylem hattının örülmesi gerekmektedir. Aylardır süren mücadeleden çıkardığımız bu sonuçların yanı sıra, darbeye karşı uluslararası mücadeleyi geliştirme çağrısında bulunuyoruz. Tüm ülke hükümetlerini Honduras’ın darbeci hükümetiyle ilişkileri kesmeye zorlamalıyız; özellikle ekonomik boykot talebini yükseltmeli, bunun için Honduras ürünlerinin temel ithalatçısı olan ABD’de ve Honduras’a komşu Guatemala, El Salvador ve Nikaragua gibi Orta Amerika ülkelerinde bu mücadeleyi ciddi biçimde örgütlemeliyiz. UİB-DE Uluslararası Sekreterliği Sao Paulo, 23.09.2009
ED’in geçen sayısında, arkadaşlarımızın çok emek harcadığı ve 12 Eylül’ü tüm ‘iç organları’yla ortaya koyan bir dosya hazırlamıştık. 1960’ların sonu itibarıyla dünya ölçeğinde yükselen ve 1970’lerde, özellikle de ABD’nin 1974 Vietnam yenilgisiyle büyük bir ivme kazanan devrimci hareketler, ancak kanlı darbelerle durdurulabilmişti. ABD’nin darbelerdeki payı konusunda artık hiç kimsenin şüphesi yok; hatta darbelerin nasıl tezgahlandığına dair CIA belge ve bilgileri havada uçuşuyor. Ancak Doğu Bloğu’nun çöktüğü, Sovyetler Birliği’nin dağıldığı süreçle birlikte, darbeler kaçınılmaz araçlar olmaktan çıktı; kapitalizmin borazanları tüm dünyada ‘sosyalizmin öldüğü’ yaygarasını koparmaya başlamış, insanlığın sömürüden kurtulup insanca yaşanacak yepyeni bir dünya umudu giderek aşınmaya başlamıştı. Üstelik, bizde olmadı ama Latin Amerika’daki pek çok ülkede darbe süreçleri büyük işçi ve kitle mücadeleleriyle, on binlerce yoksulun kanı pahasına yenilgiye uğratıldı; bu toplumların bilincinde büyük bir sıçramaya yol açmış, askeri darbelere karşı mücadele geleneği toplumun hücrelerine işlemişti. Yeni darbeler, bu kez toplumsal devrimlerin önünü açabilirdi ve hazır ‘sosyalizm öldü’ yaygarası popüler bir karşılık bulmuşken, riske gerek yoktu. ABD liderliğindeki emperyalist dünya egemenliği, pek çok durumda işbirlikçi, uşak hükümetlerle işini görebiliyor, hatta bunların ‘sol’ görünümlülerinden de fazlasıyla bulabiliyordu… Geçtiğimiz çeyrek asırda öyle darbe zincirlerine falan rastlanmaması, fazlasıyla iyimser değerlendirmeleri de beraberinde getirdi. “Darbeler dönemi kapandı,” diye iddialı tespitler yapılmaya başlandı. Oysa son ve güncel bir örnek olarak Honduras’ta gerçekleşen darbe, ‘icap ettiğinde’ pekala darbe yapılabildiğini ve ‘demokrat’ Obama idaresindeki ABD’nin darbelere yol verebildiğini gösteriyor. Honduras darbesi ve ardından yaşanan gelişmeler, tüm Latin Amerika halkları tarafından dikkatle takip ediliyor. Kıtadaki herkes, ülkelerinde patlamalı seyirler izleyen genel grevlerin, genel grevlerin, Amerikan karşıtı eylemlerin ve yer yer ayaklanmalara dönüşen kitle mücadelelerinin akıbeti açısından Honduras darbesinin ciddi bir gösterge olduğunun farkında. Latin Amerikalı işçi ve muhalefet hareketinin öncüleri, Honduras’ta darbeye karşı sokaklara dökülen yoksul halk yenilirse, kıtada yeni darbeler için psikolojik ortamın doğabileceğini, dolayısıyla bunun ‘kıtasal’ bir mücadele olduğunu biliyor. Bu aslında bizim kaderimiz açısından da çok önemli ya, Honduras nere, Türkiye nere… Amerikan işgalinde 1 milyonun üzerinde kayıp veren Irak halkının acılarından bile rant çıkarmayı hesap eden, bunun için ABD planlarındaki bekçilik rolüne hevesle atılan ve Genişletilmiş Ortadoğu’daki bu bekçilik vazifesini bir ‘açılım’ kılıfına sokuşturmaya çalışan malum hükümeti iktidara taşımış bir ortalama bilinç hakim bugün bu topraklarda… Ve bu ortalama bilincin kimi ‘solcu’ları, ülkede ABD’den müsaade almadan darbe yapılabileceğine bile inanıyor, hatta muhayyel bir darbeye karşı sokaklara dökülüp Nazlı Ilıcak’la birlikte ‘Faşizme karşı omuz omuza!’ sloganı atıyor… Oysa, görüldüğü üzere, yakın çağ darbelerinin neredeyse tamamında ABD ve emperyalist müttefiklerinin parmağı var; tüm darbeler uluslararası sermayeyle bütünleşmiş ‘yerli’ patronlar tarafından destekleniyor, emekçilerin ve yoksulların üzerinde baskı kuruyor, sömürüyü derinleştiriyor. Aynı zamanda, tek bir ülkedeki darbe süreci bile, tüm ülkelerde yeni darbe eğilimlerini tetikleme tehdidini doğuruyor. Bu veriler bize bir genelleme imkanı sağlıyor: Darbelere karşı mücadele etmek isteyenler, emperyalizme karşı mücadeleyi göz ardı edemez; ve emperyalizme karşı mücadele, yerel patronlara, dolayısıyla kapitalizme karşı mücadeleden ayrılamaz. O halde, bu bir sınıf mücadelesidir ve emekçilere dayanmalıdır. Yine Honduras örneğine dönersek, darbeci eğilimlere karşı verilen kahramanca mücadeleler yeterli olmayabilir; emekçilerin uluslararası dayanışmasını yükseltmek, pek çok durumda hayati bir önem taşır. Ve nihayet, yoksul yığınların eli, karşılarında kendilerini ezmek için harekete geçmiş darbeciler varsa, armut toplamamalıdır; kendini savunmayan emekçiler, yenilir… Bu sayıdaki Honduras değerlendirmesinden, Baba Hakkı’nın Endonezya darbesini anlattığı yazısından ve hem Şili’de, hem de Brezilya’da darbelere yakından tanık olmuş Waldo’nun anlattıklarından çıkan sonuç özetle budur. Şimdi dönüp kendi etrafımızda dönen darbe tartışmalarına bir daha bakabiliriz…
R
(Hakan Gülseven)
21
OBAMA’NIN ViETNAM’I:
D
emokrasi ve halkçılık söylemiyle iktidara gelen yeni Obama Hükümeti, Afganistan’da yürütülen savaşı kendisi için bir ‘namus meselesi’ haline getirdi. Seçim kampanyasından beri Afganistan savaşını ‘teröre karşı asıl savaş’ olarak niteleyen Obama, Amerikan askerlerinin, Irak’ın tersine, Afganistan’da zafer kazanabileceğini savunuyor. Obama, göreve gelişinin ardından, 30 bin asker daha yollayarak Afganistan’daki savaşı tırmandırdı. Ülkede bugün itibarıyla 68 bin Amerikan ve 32 bin diğer NATO ülkelerinden olmak üzere toplam 100 bin işgalci asker bulunuyor. Ancak işgalciler her geçen gün daha fazla batağa saplanıyorlar ve battıkça da daha büyük sorunlarla karşılaşıyor. ‘Haklı savaş’ mı? Obama da, selefi Bush ile aynı argümana sığınıyor: Bu, ‘terörizme karşı haklı bir savaştır.’ ‘El Kaide ve Taliban da dahil radikal İslamcıları imha etmek, dağıtmak ve bozguna uğratmak’tan dem vuruyor. Askeri işgali ve savaşı haklı çıkarmak için ileri sürülen argümanlardan biri de, Bush’un da zamanında kullandığı, “Taliban’ın gerici ve baskıcı bir rejim kurmasını önleme zırvası. Yani kadınların baskı altında tutulmasını, burka giymeye zorlanmasını, eğitim hakkından mahrum bırakılmasını vb. önlemek için buradayız,” diyorlar. Halbuki, Irak işgali ve üstünden geçen yedi senede olanlar gösteriyor ki, bu argümanlar birer bahaneden başka bir şey değil. Evet değişen çok şey var ama bu değişim hep kötüye doğru oluyor. İşgal, asker-sivil ayırt edilmeksizin Irak halkının tepesine sürekli bomba yağdırılmasıyla gerçekleşti ve bir milyonu aşkın sivil can kaybına yol açtı. Evet, Irak’ta bugün ‘demokratik’ bir rejim var, rüşvet ve yolsuzluğa, seçim sahtekarlıklarına, vahşi şiddete ve hepsinin ötesinde işgal ordularına dayanan ‘demokratik’ bir rejim. Ama ülkenin, kadına karşı şiddeti genelleştiren geri koşullarında hiçbir değişiklik yok. Bu ‘demokrasi ve özgürlük’ söylemiyle oluşturulan örtüyü araladığımızda işgalin asıl sebebi tüm açıklığıyla ortaya çıkıyor: Amerika’nın İran, Pakistan ve Orta Asya’daki eski Sovyet cumhuriyetlerinin tam ortasında, kilit bir konumda bulunan ülkenin kontrolünü ele geçirmek istemesi. İşgalin bir diğer sebebi de, Orta Asya petrolünün bir
22
boru hattıyla Afganistan üzerinden doğruca Pakistan limanlarına taşınması ve böylece Rusya’nın devre dışı bırakılmak istenmesi. Yani emperyalizmin ‘haklı savaş’ yürüttüğünü iddia etmesi bir hayli zor. Daha zor olanı ise, içinde bulundukları askeri ve politik vaziyet… Askeri ve siyasi durum kötüye gidiyor Rakamlar fazla söze gerek bırakmaz. Amerikan ordusu Afganistan’ı sekiz yıldır işgal altında tutuyor, ki bu süre her iki dünya savaşında geçirdiğinden neredeyse iki kat daha fazla. Fakat bunca sürelik işgalin ardından, 2001’de işgalin başlangıcında yönetimden uzaklaştırılan Taliban bugün neredeyse ülkenin tamamında sürekli bir gerilla faaliyeti yürütüyor. İngiliz araştırma kuruluşu Uluslararası Güvenlik ve Kalkınma Konseyi’nin 11 Eylül 2009 tarihli raporuna göre, Taliban’ın faaliyetleri bölgenin yüzde 97’sine yayılmış durumda ve yüzde 80’indeki faaliyetin süreklilik kazanması bekleniyor. Yüzdeler her geçen yıl artıyor, aynı kuruluşun Kasım 2007 tarihli raporunda Taliban faaliyetinin etkili olduğu bölgelerin oranı yüzde 54, 2008 tarihli raporda ise yüzde 72 idi. Kuruluşun hazırladığı bir haritaya göre Afganistan’ın
neredeyse yarısı Taliban’ın kontrolü altında bulunuyor. Amerikan ve NATO askerlerinin kayıpları yıldan yıla artıyor ve bu yıl en yüksek seviyeye ulaştı. İşgal kuvvetlerinin duruma hakim olabildikleri tek bölge Başkent Kabil, fakat burada bile NATO karargahına yapılan ve 7 kişinin öldüğü bombalamalar gibi eylemleri önleyemiyor. Yine de savaşın askeri durumu, onun ‘başka araçlarla devamı’ olan politik durumdan ayrı olarak açıklanamaz. Emperyalizmin daha ciddi sorunlarla karşılaştığı alan da burası zaten. Amerikan birliklerinin şehirlerden çekildiği ve 2011 sonuna kadar da tüm ülkeden çekilmesinin takvime bağlandığı Irak ile karşılaştırıldığında Afganistan’daki vaziyet Amerikan emperyalizmi için çok daha zor görünüyor. Amerika Irak’ta devlet aygıtının kontrolünü ülkede çoğunluğu oluşturan Şii orta sınıflarıyla kuzeyde kontrolü elinde tutan Kürtlere bıraktı. Bu iki kesim ordu ve polis teşkilatını yeniden oluşturarak direnişi bastıracak bir kukla hükümet kurma konusunda anlaştı. Ancak burada kukla hükümet eski devlet aygıtı üzerinde, görece modern bir gelenek ve petrol gelirleriyle oluşturuldu. Afganistan’da ise ülkenin geri
koşulları, coğrafi zorluklar ve Sovyet işgalinden bu yana neredeyse 30 yıldır devam eden savaş yüzünden, ne bir devlet aygıtı ne de altyapı mevcut. Afgan Ordusu da – ki bir devletin en önemli kurumu ordudur- çeşitli etnik grupları kontrol eden bir takım savaş ağalarının koalisyonundan ibaret. Amerika Irak’taki muazzam petrol kaynaklarının küçük bir bölümüyle Şii ve Kürt burjuvazisini satın alabiliyor, hatta Sünni direnişçilere işgal kuvvetlerine saldırmamaları karşılığında ayda 60 milyon dolar ödeyebiliyor. Ama Afganistan’da petrol yok. Haşhaş tarlalarından elde edilen afyon ülkenin ana ihraç maddesi ve bu ihracatın yıllık 5 milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Tüm dünyadaki eroinin yüzde 93’ünün hammaddesi Afganistan’da üretiliyor. Emperyalizm uyuşturucuyu sıklıkla siyasi bir araç olarak kullanıyor ama Afganistan söz konusu olduğunda bu büyük risk taşıyor. Petrol kaynaklarından farklı olarak haşhaş tarlalarının kontrolü özellikle de çatışma alanlarında neredeyse imkansız. Şu halde uyuşturucu parası Taliban’ın ana finans kaynaklarından biri. Afgan afyonunun yüzde 70’i Taliban’ın çok kuvvetli olduğu Helmand bölgesinde üretiliyor. Ayrıca uyuşturucu işi kukla devlet aygıtına da sızmış durumda. Ülkenin en büyük uyuşturucu tacirlerinden biri olan Velid Karzai, Devlet Başkanı Hamit Karzai’nin kardeşi. Bu bakımdan, Afganistan’daki durum 1960’ların Vietnam’ına giderek daha fazla benziyor. En önemli uyuşturucu baronları Nguyen Van ieu ve Nguyen Cao Ky Güney Vietnam’ın kukla hükümetinde başkan ve başkan yardımcısı idiler. Pamuk ipliğine bağlı kukla hükümet Özetle, Karzai hükümetinin elinde bir devlet aygıtı yok, dahası gerçek bir ulusal ordu da yok. Polis, boğazına kadar yolsuzluk ve rüşvete batmış, afyon ve eroin ticareti hükümetin en üst kademelerine kadar bulaşmış. Yani, son derece kırılgan, ABD ordusunun desteği olmadan değil ülkeyi yönetmek kendi başına ayakta duramayacak bir hükümet bu. Bu durum 21 Ağustos’ta yapılan seçimlerde bir kez daha ortaya çıktı. Seçim, düzenleyenlerin çok büyük çabalarına ve 300 milyon dolara mal oldu ama sonuç fiyaskoydu. 15 milyon 600 bin seçmenin sadece yüzde 40 civarında bir kısmının sandık başına gittiği sanılıyor ki katılım 2004 seçiminde yüzde 70’i bulmuştu. Seçmenlerin sandığa itibar etmeyişi Afgan hükümetinin ve emperyalizmin
AFGANiSTAN... oluşturduğu kurumların kırılganlığını bir kez daha göstermiş oluyor. Bir örnek verelim: Taliban’ın kalesi olan güneydeki Kandahar bölgesinde, sandığa gitmeyenlerin oranı uluslararası bağımsız gözlemcilere göre yüzde 95 gibi inanılmaz bir seviyeye ulaştı. Seçim sürecinde ve sonrasında, ilk turda kazanarak süreci 1 Ekim’deki ikinci tura sarkıtmak istemeyen Karzai’nin hile yaptığı iddiaları ayyuka çıktı. Aslında sonuç son derece net: Bu seçim emperyalizmin ‘demokratik rejim’ imajı oluşturma ve savaşa rağmen daha istikrarlı bir durum sağlama amacına hiç hizmet edemedi. Yalnızca dönen dalavereler değil seçimin kendisi de bir saçmalık üzerine kurulmuştu. Emperyalist kuvvetlerin işgali altındaki bir ülkede yapılan seçim demokratik olabilir mi hiç? Afganistan’daki esas iktidar 100 bin Amerikan ve NATO askeridir. Hamit Karzai hükümeti, ipleri ülkedeki Amerikan generallerinin elindeki bir kukladan başka bir şey değildir. Seçim sandıklarının güvenliği bile işgal kuvvetlerine emanettir. Ve seçimin asıl maliyeti de, işgalci birliklerin arkalarında bıraktıkları cesetlerdir. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, seçim öncesinde gazete, radyo ve televizyonların Taliban saldırılarıyla ilgili haber yapmalarını engellemek üzere sansür ve baskı uygulandı, tabii ‘halkı ürkütmemek’ için!.. Amerika batağa saplandı Emperyalizm bir ikilemle karşı karşıya: Afganistan işgalini sürdürmek demek, daha fazla asker ve büyük miktarlarda mali kayıp anlamına geliyor, hem de ufukta istikrarlı bir Afganistan görünmezken. Afganistan’dan çekilmek ise, birkaç haa içinde Taliban’ın Karzai hükümetini devirerek tekrar iktidara gelmesi demek ve bu da hiçbir Amerikan hükümetince kabul edilemez. Fakat emperyalizmin sıkıntısı bununla sınırlı değil. Bölgedeki durum daha da kötüleşebilir. Afganistan’daki savaş Pakistan’a, 172 milyon nüfuslu, nükleer silahlara sahip bir ülkeye sıçrayabilir. Ve bu da tüm bölgenin istikrarsızlaşması riskini doğuruyor. Savaşın Pakistan’a sıçrama ihtimalinin coğrafi, sosyal ve siyasi sebepleri var. İki ülkenin zamanında İngiliz emperyalizmi tarafından çizilmiş ve yapay bir bölünmeyi ifade eden 2 bin 400 kilometrelik bir sınırı bulunuyor. Yapay bir sınır, zira Afganistan’daki en büyük etnik grup olan ve nüfusun yüzde 40’ını oluşturan
Peştunların sınırın öte tarafında Pakistan’ın çeşitli bölge ve şehirlerde de büyük nüfusları var. Dahası, Pakistan’da Peşaver merkezli olarak 2 milyonun üzerinde Afgan mülteci yaşıyor. Sınırı geçen Taliban taraarları komşu Pakistan’ın Svat Vadisinde toplandı. Pakistan’ın denetiminin çok zayıf olduğu bu bölgede zamanla kontrolü eline alan Taliban, Pakistan hükümetinin de onayıyla şeriat hukukunu uygulamaya koydu. Son dönemde Pakistan hükümeti anlaşmayı bozarak Taliban’a saldırdı ve onları Svat Vadisi’nden çıkardı. Fakat Pakistan ordusunun bu saldırıları sonucu 1 milyondan fazla Pakistanlı da kendi ülkelerinde başka bölgelere sürüldü. Afganistan’daki savaş tüm bölgeyi istikrarsızlığa sürükleyebilir çünkü büyük petrol rezervlerine sahip Ortadoğu, Orta Asya ve Hindistan alt kıtasının ortasında stratejik bir konumu var. Dahası, Afganistan’ın sınır komşularıyla ülkedeki etnik gruplar aynı: Nüfusun yüzde 42’sini oluşturan Peştunlar Pakistan’da, yüzde 9’u oluşturan Şii Hazaralar İran’da, yüzde 27’yi oluşturan Tacikler Tacikistan’da, yüzde 9’u oluşturan Özbekler Özbekistan’da, ve yüzde 3’ü oluşturan Türkmenler de Türkmenistan’da da yaşıyor. (Nüfusun geri kalan yüzde 10’u da daha küçük etnik gruplardan oluşuyor.) Bu tehlikenin farkında olan Obama yönetimi ikili bir politikayla
bataklıktan çıkmaya çalışıyor. Bir yandan askeri durumunu güçlendirmeye çalışıyor: 4 bini direnişin en yoğun olduğu bölgelerden biri olan Helmand’da görevlendirilmek üzere 30 bin asker daha gönderildi. Ama esas hedef savaşın Taliban ile anlaşarak bitirilmesi. Bu bağlamda, askeri hamleler aslında siyasi planlara bağlı olarak gelişiyor. Yani Obama Taliban’la yapılacak görüşmelerde elini güçlendirmek için yolluyor askerleri. Obama, daha fazla asker yollamakla savaşın gidişatının değiştirilemeyeceğinin farkında. Eski bir CIA ajanı Taliban’ı bozguna uğratmak ve bölgede istikrar sağlamak için 1 milyon askere ihtiyaç olduğunu söylüyor ama bu sayı Amerikan halkına kabul ettirilemeyecek kadar yüksek. Muhafazakar Washington Post’un gerici yazarı George Will (……..Ne zaman duracağını bilmek gerek….. başlıklı yazının da sahibi) Amerika’nın Afganistan’daki varlığına karşı sesini yükseltmeye başladı. Obama yalnızca Bush’un askeri müdahale siyasetinin yarattığı sorunlarla değil, başka emperyalist siyasetlerin ortaya çıkardıklarıyla da uğraşmak zorunda kalıyor. Mesela emperyalizm Taliban’ı Pakistan gizli servisi ISI eliyle Sovyet tehdidine karşı yarattı fakat bu araç bumerang misali kendisine karşı döndü. Bu savaşın ironilerinden biri, kadınlara, emekçilere ve genel olarak halka baskı uygulayan gerici
bir örgüt olan Taliban’ın elde silah emperyalizme karşı savaşıyor olmasıdır. Bu çelişki tesadüfi değildir. Bush yönetimi tarafından başlatılan çevre ülkelerin sistematik yeniden sömürgeleştirilmesi siyaseti ve vahşi askeri saldırılar, yüzleşmek zorunda kaldıkları yeni kuvvetleri ortaya çıkardı. Tüm bu sebeplerle, Obama’nın askeri bir zafere ulaşma hedefi yok, zaten askeri zafer de bir hayalden ibaret. Asıl amaç, Obama’nın Afganistan Özel Temsilcisi’nin sözlerinde açığa vuruluyor: “Ülkede istikrarı sağlayacak bir uzlaşmaya ulaşmak için Taliban’la görüşebiliriz.” Emperyalizmin yenilgisi ezilenlerin zaferidir Afganistan savaşının kaderi dünyanın bütün işçileri ve ezilen halkları yakından ilgilendiriyor. Emperyalizmin yenilgisi muazzam bir devrimci yükselişe yol açabilir. Bu savaşın, ‘Obama’nın Vietnamı’na dönüşmesi için mücadele etmeliyiz. Bunun için, Uluslar arası İşçi Birliği – Dördüncü Enternasyonal (UİB-DE) olarak dünyadaki bütün devrimci ve demokratik örgütleri Afganistan’ın işgalini protesto etmeye ve işgalcilerin derhal ülkeden çekilmesi talebini yükseltmeye çağırıyoruz. Özellikle İngiltere, Almanya ve İspanya gibi orada asker bulunduran emperyalist ülkelerin işçileri kendi hükümetlerini Afganistan’dan derhal çekmeye zorlayacak kitle seferberlikleri örgütlemelidir. Afganistan’da sürmekte olan savaşta tarafsızlığa sığınamayız. Emperyalist saldırı ve işgal altında, ezilenlerin tarafındayız. Emperyalist işgal kuvvetlerini defetmek ve ülkelerini gerçek bir ulusal bağımsızlığa kavuşturmak için savaşan Afgan halkının tarafındayız. UİB-DE, Taliban’a herhangi bir politik destek vermeksizin, direnişin askeri eylemlerini destekliyor. Gerici bir burjuva önderliğe de sahip olsa, emperyalizme karşı yürütülen gerilla mücadelesi işgal birliklerinin yıpratılması, Obama’nın popülaritesinin düşmesi ve askeri işgalin krizinin derinleşmesinde kilit rol oynuyor. Silahlı direniş, özellikle emperyalist ülkelerdeki kitlelerin protestosu ve hükümetler üzerinde kamuoyu baskısıyla birleştiğinde zafere ulaşacak ve emperyalizmin yenilgisi mümkün olabilecektir. UİB-DE Uluslararası Sekreterliği 15 Eylül 2009 (Çeviri: Ümit Dertli)
23
ALPER ERDiK
E
Eğitim, AKP için şart!..
ğitim; tanım, şekil, işlev vb. yönlerden irdelemeye tabi tutulmadan bile, her zaman olumlu bir şey olarak algılanır. Nitekim ‘düz mantık’la, öyledir de. Örneğin, imparatorluğun malum sona doğru hızla yaklaşmasına, Batılılaşma hareketleriyle birlikte, eğitimin eksikliği gibi bir tanı kondu ve bu zeminde, Avrupa’dan öğretmen getirme, meslekleri okulda öğretme gibi çalışmalar yapıldı. Zira modernitenin doğuşunun ardından, eğitime önem veren Avrupa hızla gelişirken, Osmanlı hızla gerilemişti. Yine, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte de; geri kalmışlığa çare olması için, okuma-yazma oranını artırma, kızların eğitimine özel önem verme gibi, gayet doğal ve elzem uygulamalar başlatıldı. Bunların politik tahlili, dönemlerin koşulları dâhilinde ve eleştirel biçimde, ayrıca yapılabilir elbette; ancak, yazının başındaki anlayış, bahsedilen süreçlerde, çok önemli bir belirleyen oldu. İlerleyen yıllarda ise, ülkemizde kapitalist üretim ilişkileri derinleştikçe, eğitimin toplumsal yaşamdaki rolü daha iyi anlaşıldı ve egemenler, tüm ‘iyi niyetleri’, elbette çıkarları gereği hızla tasfiye etti ve eğitim, bir ‘araç’ olarak gerçek içeriğine kavuştu. Eğitim, içinde bulunduğumuz neoliberal dönemde de, en çok üzerine düşülen alanlardan biri; devletin asıl sahipleri, onların vekilleri ve tabii ki küresel kapitalistlerce. Çünkü eğitim, fazlasıyla ‘ideolojik’ bir alan ve bu, eğitimden sorumlu olanlara iki tane çok önemli ‘olanak’ sağlıyor. Bunlardan biri, ‘bir paradigmayı hayata geçirme/meşrulaştırma’, diğeri de ‘para kazanma’. Buradan hareketle, ‘bir paradigmayı hayata geçirme/meşrulaştırma’ işinde eğitimin rolüne geçebiliriz. Ancak önce iki açıklama yapmak gerekiyor: 1. Çok genel bir kavram olan eğitim, ‘bireyde, kendi yaşantısı ve kasıtlı kültürleme yoluyla istenilen davranış değişikliğini meydana getirme süreci’ olarak tanımlanırken; daha özel olan öğretim; ‘davranış değişikliğinin okulda planlı ve programlı bir şekilde yapılması süreci’ şeklinde tarif ediliyor. Dolayısıyla, konumuzu ikisi birden belirliyor. Bu yüzden, eğitim sözcüğü, her daim, yanında öğretim de varmış gibi okunmalı. 2. Paradigma, çok kabaca, ‘eskinin tüm kalıplarını yıkan, yerine kendi kurallarını koyan bir model, bakış açısı veya anlayış’ manasına geliyor. Ve ülkelerin değişim ve gelişim süreçlerine bakıldığında; ekonomik, siyasi ve toplumsal durumların çerçevesini
24
çizen paradigmaların, öyle sıkça değişmediği ve/veya değiştirilemediği görülüyor. Ülkemiz açısından da durum, tabii ki böyle; fakat, ‘çok mu şanslıyız nedir’, son yıllarda, bir paradigma değiştirme operasyonuna hep birlikte tanık oluyoruz. Toplum mühendisliği! AKP, eğitim alanında, büyük bir titizlik ve ustalıkla, öyle çalışmalar yürütüyor ki, işin içinden çıkabilene aşk olsun! Bilim, felsefe, pedagoji, kültür, piyasa, rekabet, kariyer, birey, özgürlük; hepsi bu filmde!.. Filmin adı ise, yapılandırmacılık (constructivism)! MEB’in ‘iddialı’ projesiyle, 2005-2006 sezonundan bu yana ilk ve orta öğretimde etkili olan bu kuram; kısaca, öğrencinin bilgiyi alan ve ezberleyen kişi olmaması, öğretmenin yardımıyla ve eski yaşantı ve bilgilerine dayanarak kendisinin oluşturması gerektiğini söylüyor. Savunanlarınca, kökleri Vygotsky, Bruner, Piaget’ye kadar uzandırılıyor. Öğrenci merkezli eğitim modelleri arasında sayılan yapılandırmacılığın en ayırt edici önermelerinden bazıları ise şunlar olarak belirtiliyor: Öğrenci, öğrenmeden sorumlu olan kişidir. Öğrencinin inançları, beklentileri, güdülenme düzeyi, inanç ve tutumları öğrenme üzerinde etkilidir. Öğretmek kavramının değil, öğrenme ve deneyim yaşatma üstünde durulmalıdır. Öğrenme, temel kavramlar etrafında öğrenciler tarafından yapılandırılmalıdır. Öğrenmeden ziyade öğrenme süreci önemlidir. Öğretmen, sadece rehber ve kılavuzdur. Öğrencilerin özerklik ve girişimcilik duyguları teşvik edilmelidir. Öğrencinin tahmin yapmasına ve hipotez kurmasına önem verilmelidir… Bu ve buna benzer ve ilk başta
gerçekten çok olumlu gibi görünen ve bu eğitim kuramını kabaca özetleyen maddelerden hareketle; müfredat, ders kitapları, öğretim yöntemleri, öğrenciöğretmen ilişkileri yeniden düzenlendi; yani yapılandırmacılık, yukarıdaki tarihten itibaren eğitim sistemimizin çok çok önemli bir parçası haline geldi. Bu konuda daha da ayrıntıya girmek ve daha fazla bilgi vermek mümkün, ancak yapılandırmacılığa tersten bakmak daha faydalı. Şimdi, uzun fakat çok gerekli ve fevkalade zihin açıcı alıntılarla ve yer kısıtlılığından dolayı burada detaylandıramayacağımız yönleriyle, yapılandırmacılığı ‘daha yakından’ tanıyalım. ‘Constructivism’in, postmodernizmin eğitimdeki izdüşümü olduğunu söyleyen Yrd. Doç. Dr. Hasan Aydın, bir makalesinin sonuç bölümünde şöyle yazıyor: “çözümlemelerin işaret ettiği iki temel sonuç bulunmaktadır. İlki, yapılandırmacılığın, bilgi kavramından doğruluğu kopardığı ve onu inançla aynı statüye indirgediğidir. Kuşkusuz bu, doğruya yöneltmeyi amaçlayan bilim eğitimi için hayati bir sorun yaratacak niteliktedir. Çünkü her inancı bilgi saymakta; inançlar çokluğu paradoksuna yol açmaktadır. Bu durum, bizim gibi dinsel olana yöneltilmek istenen toplumlar için eğitim programlarında dinsel inançların birinci sıraya oturtulacağı anlamına gelmektedir. İkincisi ise, yapılandırmacılığın gerçekliği öznelleştirmesi, nesnel gerçekliği görünüşe indirgeyerek onun kendinde varlığını örselemesidir. Kuşkusuz bu anlayış, bilimin en temel konusu olan nesnel gerçekliği yok saydığı için, bilimi salt insan bilişine indirgemekte; onun araştırma alanını bilişin bir ürünü olarak görmeye
yönelmektedir. Bu türden radikal sonuçlara yol açan bir anlayışı, ciddi bir tartışma sürecinden geçirmeden, bir oldubittiyle, geleceğimizin teminatı olarak gördüğümüz gençleri eğitmeyi amaçlayan eğitimimizin temeline oturtmak oldukça düşündürücüdür ve bilim eğitimi alanında geri kalmışlığımızı yazgıya dönüştürmeyi amaçladığı duygusuna kapılmamak işten bile değildir.” Doç. Dr. Kemal İnal ise, yapılandırmacılığı, neo-liberalizmin eğitimdeki izdüşümü olarak değerlendiriyor ve kendisiyle yapılan bir röportajda şunları söylüyor: “Yapılandırmacı eğitim, muhtemelen küreselleşme şartlarına uyum sağlayacak bir birey tipi üretecektir. Eğitimi bir meta, mal olarak algılayan, eğitimi kendisini geliştireceği bir araç olarak gören, sosyal haktan ziyade yatırım olarak gören bir anlayış getirecektir. Yatırımı ömür boyu eğitim olarak gören, ha bire sınavlara giren, kurslara giden, piyasadaki esnek istihdam koşulları nedeniyle kendini sürekli geliştirmek zorunda kalan birey tipini yetiştirecektir. Bu birey, eğitimi bir bilinçlenme, sosyalleşme, halkın sorunlarını çözecek bilgilerin edinildiği bir sosyal ortamdan ziyade, sosyal Darwinizm çerçevesinde sürekli ayakta kalma, dövüş, rekabet, eleme, elenmeme saiklerinin, güdülerinin olduğu bir alan olarak görecektir.” Sonuç olarak, yapılandırmacı öğretim modeliyle yetişen bireylerde, ‘kuvvetle muhtemel’ iki tür özellik bulunacak. Bunların birincisi; bilimsel ve somut bilgiyi bile tartışmaya hazır olma, bunu soyut ve dinsel olanla eşdeğer görme ve bunu yadırgamama, hatta memnuniyetle karşılama. İkincisi de; iş ve para için kendisi dışında herkesle her daim mücadele içinde olma ve bunu da normal kabul etme, dahası benimseme… Bu noktada, ‘bir paradigmayı hayata geçirme/meşrulaştırma’ konusunu somutlaştıralım. ‘AKP paradigması’nın, ‘en genel haliyle’, neoliberal politikaları canhıraş vaziyette her alanda uygulayıp ülkemizi küresel kapitalizme yem etme ve serbest piyasayı devletin kalbi haline getirme; ve fakat bunlar olurken, bu konularla hiçbir şekilde ilgilenmeyen, iliklerine kadar dincileşmiş, cemaatleşmiş bir toplum yaratma planlarının zaferinden müteşekkil olduğunu biliyoruz. Eğitimdeki dönüşümlerle, bu paradigmanın kesişmesi de tesadüf olamayacağına göre… Hâlihazırda eğitimin, AKP için şart olduğunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz…
KAZIM YILMAZ
r.kazimyilmaz@yahoo.com.tr
Tabii evvela akıl sağlığı! N
azar ve diyalektik… Birbirine uzak olan bu iki kavram, henüz biri diğerini yok edemediği için bir arada görülebiliyor, yakınlaşabiliyor zaman zaman. En Marksisti bile şöyle bir etrafını yokladığında istese de istemese de nazara karşı korunaklı olduğunu fark edebilir; zira yakınlarda nazar boncuklu bir hediyelik eşya görmesi neredeyse kaçınılmaz. Tabii bu durum illâ inandığımız anlamına gelmese de, hayat bizi kimi zaman bir an durup düşünme(me)ye sevk edebiliyor. Belki de nazar boncuğuna hepimizin ihtiyacı var bu memlekette!.. Hatırlarsanız geçen sayıda ihtiyarın bir hikâyesini okumuştuk (Harbiden, bi açılsana! Süreyya Yılmaz). Kendisinden esinlenerek yazılan yazının bayilere ulaştığı gün hastaneye kaldırdık onu. Eski bir işçi olan ihtiyarın capcanlı beyni olumsuz sinyaller veriyordu. O hastanede kaldığı müddetçe ben de refakatçilik nöbetimi tuttum sıram geldiğinde. İlk gece yanındaydım. Cebimde biraz para, acil durumlar için –bu arada devlet hastanesinde cebimdeki parayı acil bir şey olur diye saklamam gerektiğini kanıksamam da oldukça üzücü. Karnım epey aç ama kahvaltıyı bekleyebilirim. Nasılsa hastanede refakatçinin payına da bir şeyler vardır!.. İhtiyar rahat bir gece geçiriyor, ben de uykuya dalmayayım diye çevredeki refakatçilerle sohbet etme imkânı kolluyorum. Hastaneye, sağlık sistemine falan inceden bir giriş yapıp yanımdakilerin dilini çözme umudu taşıyorum. Genciz, sosyalistiz, heyecanlıyız ya. Tam bu sırada kapı tarafında yatan teyzenin eşi, ben bir şey demeden başladı dertli dertli: “Aslında her şey bizler için.” Kısa konuşmasını ‘Allah’ın büyüklüğü’nden bahsederek devam ettirdi. Ben araya girip, “Aslında her şey bizler için olmalı. Bizler yıllarca çalışalım, emek verelim,
birilerini zengin edelim; sonra şu sağlık sistemine bak. Acil hastam var bana MR makinesi bozuk diyorlar!” deyince birden coştu amca. MR makinesinin bozukluğundan kendisi de şikâyetçiydi, teyze de makineyi bekliyormuş zira. İşte burada coşku tavana fırladı: “Haklısın genç. Özele gitsen iki dakkada hallolur işin. Burada bizi süründürüp, ‘Özele gidin’ diyorlar. En başından beri kurmuşlar aslında! Türkiye, adliye, belediye… Hep ye anasını satayım!” Kısa ama beni neredeyse gülme krizine çekecek sessizliğin ardından ekledi: “Maliye! Bak dört etti…” Şimdi düşünüyorum da amca ilginç bir yerden yaklaşıyor meseleye. Evet amcacım, dahası da var: Mülkiye, irsaliye, penye, Tirilye… Aslında işin şakasında olmak, ayıptır söylemesi, hıyarlık; zira amcanın ‘ye’ler üzerinden söylediklerini ciddi ciddi düşünmeli… Amcayla sohbetimiz gecenin bir yarısında biraderin beni rapor için araması ve amcanın sigara içmek üzere bahçeye çıkmasıyla kesildi. Geldiğindeyse beni görmezden gelerek, sanki az önce neredeyse Sezen’in Kız Seni Yerler şarkısını coşarak söyleyecek olan kendisi değilmiş gibi, eşinin yanına geçti ve sandalyesinde uykuya daldı. Ben de yarı uyur, yarı uyanık vaziyette saat 06:00’da gelecek olan kahvaltıyı bekledim. Görevli arkadaş yemeği dağıtırken, ileri zekâmla tüm refakatçilerin aptal olduğunu düşünüyordum; zira hastalara yemekler verilirken bizler es geçiliyorduk ve kimse sesini çıkarmıyordu. Elbette buradaki esas aptal ben oluyordum. Devlete yine fazla iyimser yaklaşmıştım. “Refakatçiye yemek yok mu?” diye sorduğumda, görevli arkadaş, “Eskiden veriyorduk ama artık şirket geldi böyle oldu. Hastane yalnızca hastalara verilmesi için anlaştı şirketle. Biz yasak olmasına rağmen artan yemek olduğunda
refakatçilere veriyoruz ama o zaman da ‘Niye bize vermedin?!’ kavgası çıkıyor aralarında,” dedi. İlk şoku atmamla, görevli arkadaşı tabii ki tenzih ederek, uzun uzun kimilerinin kulaklarını çınlattım açıkçası. Ben içimden küfürler savururken gece sohbet ettiğimiz amca, görevliden aldığı toz şekeri, bizzat imal ettiği kağıt külâhın içine dolduruyordu, “Gün içinde kullanırım,” diye. Bana ise kahvaltı için pideci yolları görünmüştü… Asansör insanı! Asansör beklerken ‘ilginçlikler’ devam etti. Nöroloji servisinden bir hastayı kontrol için bir işleme götürüyorlardı. Servis güvenlik görevlisi telsizi ağzına doğru götürerek asansöre, “6. katta dur! Hasta aşağı inecek,” komutunu verdi. Bunu duyan hemen, aptal olan benden, “Ne kadar da teknolojik, asansörü konuşarak kumanda ediyorlar,” diye düşünmemi bekleyebilir. Aslında doğruluk payı da yok değil. Asansörün içinde bir adam, komutlara göre bir o kata, bir öbür kata götürüyor asansörü! Tabii kimileri asansör görevlisi/güvenliği/elemanı falan olarak adlandırıyor adamı ama ben orada kumandalaşmış bir insan görüyorum. İstihdamın biçimine bakın! Dışarıdan gelen komutlara göre bütün gün asansör indirip kaldıran bir insan!.. “Vahşi kapitalizmin bir insanı daha kumandalaştırmış işte,” der geçersiniz de, bir insanın çalışma alanının minicik, bol hasta kokulu, havalandırmalı ama havasız bir asansör olduğunu görmek yine de çok garip. İki asansörden birinde çalışan görevli içeriye bir tabure atıp çalışma alanını bayağı içselleştirmişti. Belki küçük bir odası bile olabilir yakında o asansörde. Ötekindeki görevliye, “Burada çalışmak boğucu gelmiyor mu?” diye sorduğumda, “Ne yapalım, ihtiyaç oluyor. Ameliyatlı hasta bile
asansör bekliyor bazen,” cevabını verdi. Hastane idaresi sadece acil hastalar için bir asansör sistemi geliştiremiyor, çözümü ‘asansör köleleri’ tayin ederek çözüyor! Kölenin kendisi, son derece iyi niyetle, işe yaradığını zannediyor olabilir ama hastanede asansör gelmedi diye altı kat aşağı yukarı kaç defa indiğimi ben bile sayamazdım. Kimi hastaneler ise asansör trafiği meselesini çözmek için hasta bakıcılara anahtar veriyor ve görevliler de böyle acil bir ihtiyaçta anahtarla asansörü kilitleyerek ekspres servis yapıveriyor. Aslına bakarsanız, Türkiye sağlık sistemini çözmek şöyle dursun, hastanelerdeki asansör sistemini bile çözebilmiş değil!.. Tabii bu anlattıklarım, hastanede yaşadıklarımızın ilk günüyle ilgili. Ondan sonra beyin ameliyatı geçiren ihtiyar bir de kalp krizi geçirince neler yaşadığımızı anlatırsam yazı dizisine başlamam gerekir. Bir doktor, “Teçhizatımız yok müdahale etmek için,” diyor, biri, “Yoğun bakımımızda yer yok…” Bir de baktık ki, bize özel bir hastanede yer buluvermişler! Kimse merak etmiyor özel hastanenin masraflarını karşılayıp karşılayamayacağımızı. Dahası da var: Bahçede çıkan kavgalar, kan vermeye gittiğimde hemşirenin anlattığı ‘kan çalma’ gibi hikâyeler… Ha bu arada, hastanedeki teknolojik yetersizliğe hiçbir yetkilinin aldırış etmeme sebeplerinden biri de, hastanenin yakında yıkılıp yerine otel inşa edilecek olması. Yani, alenen, “Ne de olsa hastane yıkılacak, ne gerek var ki şimdi masrafa?” diye düşünüyorlar! Tabii, memlekette otele kıran girdi ya, her taraf hastane, her yerden sağlık fışkırıyor ya… Oldu olacak, otel inşaatı için yapılacak yıkımda içerideki hastaları da çıkarmayın be adiler, tam tüy dikmiş olun üstüne… Ne diyeyim, önce akıl sağlığı diliyorum herkese…
25
SITKI DEMiRKAN - KASABA NOTLARI
Ş
Doyasıya yemek benim de hakkım!
u sıralar; birkaç zamandır karşılaşmadığımız tanışların hangisine rast gelsek ağızlarından çıkan ilk cümle fiziki görüntümüzle ilintili oluyor. Süzüldüğümüzü, okkasal bazda hafiflediğimizi, bedeni manada inceldiğimizi dile getiriyorlar. Yok, yok durumdan şikâyetçi değiliz, hatta kilomuzu sual edenlere göbeğimizi gere gere, “Aşağı yukarı sıfır onda bir ton,” diye cevap vermek hoşumuza da gidiyor. Düz hesap yahu daha güzeli var mı? Velâkin tıkandığımız nokta şudur ki, bu hazır giyimden kuşanmaya geri dönüşün mantıklı bir izahı yok. Yani var da, insanları tatmin etmiyor. Onun için durumu soranlara artık dilimize ne gelirse bir cevap uyduruyoruz ki, dilimizden uyduruyoruz deyişimiz lafın gelişi. Herkesin meşrebine denk düşecek ayrı bir cevabımız var şükürler olsun. Kimine, “Karasevdaya tutulduk yemeden içmeden kesikliyiz,” diyoruz, en duygu sömüren halimizi takınıp. Kimine yalan yanlış diyet reçeteleri sayıyoruz altı üstü olmayan. “Abicim evvel ekmeği kesecen, üç beyazdan uzak duracan, öğünleri aza indirip uzuna yayacan, bol su içecen, bol hareket edecen,” diye saydıkça ben de gaza geliyom ekmek çarpsın. Doğal dizi film platosuna döndü ya bizim memleket; oraya doğru, “Dizideki rolüm insan ebatlarında bir görüntü gerektiriyor,” diye salladığım dahi oldu. Halbusi gayet somut ve basit bir nedenimiz var: Bir süredir kürre-i arzın iflahını kesen ekonomik kriz haliyle bizi de etkisi altına aldı. Yanisi boğazımızdan kısmak zorunda kaldık sizin anlayacağınız. Çok değil bi sene evvelsine kadar bütçemizin tamamını ayırdığımız
bu zerzevatın hangisinin tabağını sıyırdığına şahit oldunuz? Bu daha işin başlangıç noktası… Bunun gerisinin daha da vahim olduğuna dair veriler sıralayıp sizlerin midesini bulandırmama gerek olmadığını düşünüyorum. Bunların anlattığı şekilde yiyip içerek keyiflenmek mümkün değil, ondan vazgeçtim de karnımızın doyması da hayal. Bunları gerekçe gösterip siz muhterem okurlarımızdan adı anılmayan şahısların ayaklarını kaydırma konusunda işbirliği talep ediyorum. Bunları yerlerinden edelim, gerisi çocuk oyuncağı zaten. Zorlanacağımızı düşünmüyorum.
yeme içme giderlerimiz, alışılagelmiş görüntümüzü idame ettirmemize yeterli geliyordu. Şu devlet plan teşekkülünün dört kişilik aile için öngördüğü açlık sınırının altına düşmüyorduk. Dört kişilik aileyi açlığına varasıya temsil etmek ne demek bilir misiniz? Belli bir variyet gerektirdiğini hatırlatmama gerek var mı? Musluklar kısılınca biz de tek kişiye düşmek zorunda kaldık işte. Eski seni isteriz! Ha siz eş, dost, tanıdıklar; “Yok kardeşim, biz eski seni istiyoruz,” diyorsanız, gelin kafa kafaya verip ne şekil yapacağımızı tespit edelim. Yalnız işin içinde benim parmağım olduğunu deşifre etmeyeceksiniz tamam mı? Sevgili televizyon dünyamızın
başını çeken üç-beş kanalın hemen her birinde bir kıl yumağı vatandaşımız yiyelim içelim programı yapıyor görüyorsunuz. Elbirliği ile bu kılkuyrukların damak zevkinin de, yeme-içme algısının da bizim ne kadar uzağımızda olduğunu bu kanalların yetkili organlarına bildirelim ilk önce. Yahu yalan mı? Adamları şöyle bi izlesenize. Bu ülke vatandaşının yüzde doksan dokuzunun sofraya oturur oturmaz ilk hareketi ekmeğe yönelmektir. Ve azımsanmayacak bir bölümü de pilavın yanında dahi ekmekten vazgeçmez. Yahu, Çin Lokantasında bile, “Ulan ibiş; ekmek yoksa bunca yemeğe ne gerek var,” diye niza çıkaran bir kültürün evladıyız, haksız mıyım? E şimdi sorarım size, yiyip içmesinde boncuk bulunan
Lokantaları bilirim... Kolaylıkla duygudaşlık kurulacak bir yeme-içme seyri gerekliliğini anlatmak sanıldığından da kolay bence. Asgari ücretin altıyüz küsur lira olduğu bi memlekette herkesin ulaşabileceği yeme içme mekanları bulmanın ne kadar kolay olduğunu, kendimim diye söylemiyorum ama, benim kadar bilecek başka birini bulamayacağınıza dair yemin etsem başım ağrımaz. Bunu da üç deneme çekiminde ispat ederim evelallah. En ucuza, en keyifli nerede karın doyurulur Edirne’den Ardahan’a kadar zorlanmadan gezip tespit edebilirim. Yeter ki bunun külfetini televizyoncular karşılasın. Tamam, bugüne kadar adabıyla yemek yiyen biri değildim kabul ediyorum, bi noktadan sonra ipin ucunu kaçırabiliyordum. Ama bakın son bir senedir ne kadar akıllandım ve uslandım. Hadi bi el verin, sizi de yanıma katıp yurdum gastronomisinin altını üstüne getireyim…
DAVETİYE Sade bir nikah töreniyle evleniyoruz... Tüm RED okurları davetlimizdir... 10 Ekim 2009 Cumartesi, saat 18:00 Gazi Mahallesi, Gazi Parkı içindeki Sultangazi Nikah Salonu Özlem Çetin - Ümit Dertli 26
SELiM GÜNAY Yahu ata bu, ister ayağını, ister yorganını uzatır, isterse her ikisinin üstüne senin uzanmanı buyurur, sana ne?!
Ruh biçme makinesi A
klından veya bünyesinden her akşam bir 35’lik geçirebilen 70’lik delikanlıdır ve hayatı özümsemiştir. Bu kişinin 100’ü devirmesi beklenir. Çünkü ‘ara hacim’lerden birinde veda etmek hayatın şişeleme mantığına aykırıdır. Demek ki en azından 70’e kadar dayanmak ve mücadele etmek lazımdır. Fakat, teorileri ve beyaz peynirleri üreten akıl, “Yaşadığımız hayat biricik midir?” gibi, ‘beşinci kadeh seviyesinde’ sorular da üretebilir ve müteakip seviyelerde iyice terbiyesizleşip bizleri öpmeye, hatta yengeye/enişteye sarkmaya çalışabilir. Yine bu akıl, paralel evrenler veya kredi kartını evde unutma bahanelerini aynı güdüyle öne sürüp, masadaki ve hayattaki ‘hesap’tan yırtma temayülü gösterebilir. Ne var ki, ‘evren’lerin paralelliği ya da ‘intihar beyanları’, ödenecek hesabın sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Hazır Şadi’den söz açılmamışken, kendisi ile ilgili efsaneyi nakletmeden geçemeyeceğim. Efendim, çok eski çağlarda, diyalektiğin bile icadından önce, memleketin birinde Şadi adında bir kuzu yaşarmış. Şükürler olsunmuş ki, o zamana kadar icad edilen nadir şeylerden biri de ‘mişli geçmiş zaman’mış. Bilirsiniz, adı Şadi olan bir kuzunun taze otla beraber ihtiyaç duyacağı temel şey ‘iyi yazı’dır. Rivayet odur ki; söz konusu memlekette üç kuruşluk ‘kalem’lerini geviş getirerek bin kuruşa satan öküzler varmış. Bu öküzlerin muazzam servetleri Şadi gibi körpeleri taze otun ve iyi yazının cazibesinden uzaklaştırmış. Böyle bir zenginliğin neye benzediğini yakından görebilmek için, Şadiler öküzlerin takıldığı mekanları ziyaret eder olmuş. Gel zaman git zaman ve de mişli geçmiş zaman, Şadi gibi bazı kuzular öküzleşerek edebiyat aleminde ve medyada yer edinmiş. İşte bu düzenli ziyaret döngüsüne tarihçiler ‘kuzu turu’ adını vermiş. Sonraları dilimize ‘spooneristic’ bir değişimle yerleşen ve kalantorları tarif için kullanılan ‘tuzu kuru’ tabirinin etimolojik çözümlemesi budur(muş). Eski bir atasözü, atasözleri hep eskidir der. Kime göre eski olduğu ataların iştigal konusu değildir. Herkes atasözlerini bilmek ve gereklerine uymakla mükelleir! Malumunuz, ataların tamamı ‘atama’ ile göreve gelir ve gelirken yanlarında bol miktarda mühimmat getirir. Bu sebeple
atasözleri mevzuundan ‘mümkünse’ pek fazla malzeme çıkmaz. Hatta çok zorlanırsa kan çıkar. Hem, insanın atasına ‘malzeme’ gözüyle bakması herhalde günahtır ve gusül abdesti gerektirir. Bir cemiyet düşünün; hane halkları akşamları oturuyor, ayakyorgan-uzatmak gibi üçlemelerde espri malzemesi arıyor. Yahu ata bu, ister ayağını, ister yorganını uzatır, isterse her ikisinin üstüne senin uzanmanı buyurur, sana ne?! Böyle mevzular keyfiyeti ve zibidiliği kaldırmaz! Nitekim, bu tür durumlarda tam olarak nereye ve kaç derecelik açıyla uzanılacağı bellidir. Öyle kafana göre uzanamazsın’dır, mevzuatı vardır. Mevzuatı olan şeyler de kutsaldır.
Yumuşamış eski sertler
Her daim kutsanan bir başka kavramsa ‘sertlik’tir. Sertlik, esasen mertlikten doğar ve fakat ‘köşeyi dönünce’ denize dökülerek yumuşar. Bu hadiseden peydah olanlara ‘Yumuşamış Eski Sertler’ (YES) denir. Bunlar genelde ‘ışıklı cisimler’in etrafında ve kalın bağırsak bitimlerinde kümelenir ve afedersiniz her boku kabullenir. Doğadaki işlevleri, ışık ve ‘rektum’ arasında doğrusal bir ilişki olduğunu kanıtlamaktır. Bu önermenin doğruluğu basit sorular yanıtlanarak ispat edilebilir. Şöyle ki; dışkı, bağırsak içindeki karanlık yolculuğundan sonra ışığa varmaz mı? Varır. Pekiii, rektuma kadar ulaşıp kıvama gelmiş bir dışkı baskı ve şiddetle çıktığı yere sokulabilir mi? Zordur ama hadi oldu diyelim, e bu durumda içeri giren dışkı artık ‘içki’ye dönüşmez mi? Ve içki bütün kötülüklerin anası değil midir? O vakit, dışkının zaferi için evvela içkiyi bertaraf etmek elzemdir! Yumuşamış Eski Sertler’in rektal coğrafyaya komşu akrabaları daha kuzeyde bir yerlerde, ‘fallus’
civarında konuşlanır. ‘Sertleşmiş Eski Yumuşaklar’ (SEY) denilen bu mahlukata antik dönem ritüellerini anlatan metinlerde de rastlanır. Bahsekonu metinlerde SEY’ler, tabiatın yeniden palazlanma evrelerinde görülen mor dudaklı, yeşil benekli ve ‘fehmi ön ekli’ canlılar olarak tasvir edilir. Sertleşmiş Eski Yumuşaklar’ın varlık nedeni, bünyenin rektuma odaklanmasını önleyip ‘hacet’in hissedilmeden giderilmesini sağlamaktır. Bu ‘ulvi gaye’ istikametinde, fallusun sürekli olarak yağlanması ve okşanması, böylelikle dikkatlerin rektumdan fallusa yönlendirilmesi Sertleşmiş Eski Yumuşaklar’ın mes’uliyetindedir. Daha üst bir kavram olan ‘fallus rejimi’; bünyenin bir kaç beden daraltılarak ‘sıkılaştırılması’dır. Bu rejim, genel olarak dikleşmiş nesnelerle beslenmeye dayalıdır. Fırsat ve imkan verildiğinde dikleşebilen bir nesne olan fallusun eğimini, bünyenin küçülmeye ve daralmaya olan açlığı belirler. Kimya derslerinden anımsayalım, nasıl ısınan hava genleşmekteyse, küçülen bünyelerdeki falluslar da dikleşmektedir. Yalnız, küçülmeye olan açlık, zannedildiğinden çok daha hızlı yayılarak bünyenin ‘oohaa’ mertebesinde büzüşmesine ve ‘gerdan kıran serdar ortaç’ kadar kalmasına yol açabilir. Bu tür zayıf ve kuru kıçlı bünyelere bazı yörelerde ‘Bünyemin’ dendiği de görülür. Bünyeminler, isimleri ile müsemma, bünyelerini küçültmeye yemin etmiş şahıs, kurum ve kuruluşlar olarak da yorumlanabilir. Saatli maarif takvimine göre, o gün doğan çocuğa Bünyemin adı verilirse, karnıyarığın yanına cacık yapmak ve öksürüğe karşı zencefilli bal yalamak caizdir. Takvim demişken, bu isimle ilgili ‘arka sayfa hikayesi’ni de anlatalım. Mevsimlerden kıştır. Bünyemin’in
‘sepia tonlardaki’ anası Sütliman, teneke sobanın borusuna takılı tellere, soğukta ellerini kanatarak yıkadığı donları dizmektedir. Asılı donlar sıcakla yüzleştikçe, çamaşırın yıkandığı arka bahçenin kara soğuğu, sobanın kızaran yüzeyine damla damla süzülmekte ve odanın hantal sessizliğini arka arkaya ‘cızırdatmakta’dır. Bünyemin, iyi yıkanmamış patiska donu ve üzeri güve yeniği dolu kazağıyla tam bir ‘pazartesi bunalımı’dır. Elindeki pörsümüş biberi, plastik bebeğinin bacağı gibi kullanmayı beceremediği için ağlamaktadır. Biri onu motive edip, “Ha gayret Bünyemin, o biber o bebeğe uyar, cillop gibi bacak olur ondan, sık dişini!” diyebilse... Malesef Bünyemin, kendisine ‘biber gazı’ verebilecek bir babadan yoksundur. Bünyemin ve anası Sütliman, mahalle kabadayısı gibi omzunun biri yana eğilmiş evlerinin tek odasında ömür törpülemektedir. Evin odasının ismi Kadir’dir ve Sütliman’a aşıktır. Aşkının sepia tonları, Bünyemin’in boklu donlarıyla her geçen gün daha da sararmaktadır, böyle düşünür Kadir. İçine kapanık ve yalnız bir oda olarak doğmuştur, kerpiçten. Mahalledeki ‘tek gözlü’ diğer evlerden habersiz, kendi yalnızlığını kerpiçliğine yoran, hatta kerpicin ‘piç’ten türediğini sanan bir odadır O. Bünyemin’e gıcıktır. Bu çelimsiz yoluk, bir gün anası bahçedeyken, Kadir’in yosun bağlamış sıvalarını kemikli esmer parmaklarıyla bızıklayarak ufalamış, bununla da kalmayıp, sıvasız kalan yerlere, hiç görmediği babasının yüzünü çiziktirmeye çalışmıştır. En çok da bu koymuştur Kadir’e, aşkının aşkına tuval olmak! Sütliman’ın hayatı, bir odanın mıhlanmış çaresizliği ile, hiç görmediği babasını o odanın duvarına kazıyan kavruk bir çocuğun toplamından ibarettir. Solgunluğu ve durgunluğu bundandır. Sahipsizlik, karda çamaşır yıkamak kadar kanatır O’nu. Bünyemin, “Kardeş istiyorum!” diye tuttursa bir gün, ancak yalnızlığından hamile kalabilir Sütliman. Babası yalnızlık olan bir çocuk Bünyemin’den bile beter olur hem, resimsiz ve duvarsız. Durur, gülümsemez. Sütliman, kavruk oğlu Bünyemin ve platonik odaları Kadir, sıkı bir fallus rejimi sonucunda aşırı kilo kaybederek ölürler. Üstlerine serilen gazetedeki köşede, Şadi’nin sırıtan bir fotoğrafı vardır…
27
MURAT KARATAĞ
A
BABA, NE ZAMAN ADAM OLACAĞIZ?
nkara’da ‘yenilenmiş’ Gençlik Parkı açılıyormuş, televizyondaki haberlerde gördüm. Ben doğuştan ‘profesyonel Ankaralı’yım; doğal olarak çocukluğumun en güzel zamanlarını geçirdiğim bu parkın yeniden açılmasını gerçekten önemsedim. Her rutin haber gibi parkın kuruluşu, tasarımcısı, kaç yılda tamamlandığı, vs. anlatıldı; sonra ‘Güneydoğu’da verilen dört şehit’ nedeniyle açılış konserinin ikinci kısmının iptal edildiği söylendi… Malum eylül ayını Ramazan nedeni ile halkın büyük bir kısmı oruç tutarak geçirdi, Gençlik Parkı’nın açılış gösterilerinin bir kısmını da, iar vaktinde açılışa gelmiş olan insanlara dağıtılacak ‘gıda’ maddeleri oluşturuyordu ki, mevzu burada iğrençleşmeye başladı. Birkaç ağacın altına mavi çöp poşetleri içinde getirilmiş olan gıda -esasen ne denir onu bilemediğim için gıdaherhangi bir konser salonu ya da tiyatro kapısında göremeyeceğiniz yoğunluktaki kalabalığa ‘dağıtılır gibi’ yapıldı. Açlıktan gözü dönmüş yüzlerce el tarafından kapışılmaya başladığında ise, söz konusu gıda maddelerinin yerlere saçıldığını ve görevlerinin ne olduğu belli olmayan coplu özel güvenlik görevlileri tarafından kitlenin dağıtıldığını da haberin devamında gördüm… Ve hemen sonrasında yerlere saçılmış, birkaç hurma, salam, kaşar ve ekmekten oluşan iar yemeğinin az önce cop marifeti ile dağıtılmış insanlarca yerlerden toplanarak afiyetle tüketildiğini gördüm. Tüm samimiyetimle, insanlığımdan utandım… Çok yaşlı olduğum söylenemez fakat bu ülkenin 20 sene evvelki halini hatırlayabilecek kadar yaşlıyım. Benim çocukluğumdan bugüne, ülkede bu kadar aşağılık bir durumun yaşandığını görmedim. Evet, herkesin zengin olduğu, müreffeh bir ülke de görmedim ancak gördüğüm çok insani ve medeni bir durum vardı. Her şeyden önce bu ülkenin insanlarının onurlu bir duruşu vardı, birinden bir şey istemek ayıp kabul edilir, her önüne gelene avuç açılmaz ya da alenen dilenilmezdi. Dilenenler yoktu, demek çok doğru değil; elbette vardı ve sistem bu şekilde devam ettiği sürece de var olmaya devam edecek. Kritik olan, insanların büyük kitleler halinde dilenmeyi, yardım istemeyi, sözüm ona devlet büyüklerine avuç açmayı bir meslek ve alışkanlık haline getirmiş olmaları, bir dilim ekmek uğruna görevi belli olmayan
28
Bizim Ankara’mız ve bizim Gençlik Parkı’mız, yoksulların Lunapark’ta oyuncaklara binebileceği bir yerdi; ortalığa saçılan ekmeklere ve salam kırıntılarına üşüşeceği saçma bir arena değildi... görevlilerce coplanarak dağıtılmaları ve buna rağmen yerlerden ekmek, salam falan toplayarak yemeleri... Devlet elbette ki sınırları içerisinde yaşayan insanlara yardım edecek; bu onun görevlerinden biri ve fakat insanları dilenci olmaya alıştırmak bir devlet görevi değil ve olmamalı da. Bundan önceki yazılarımda Yunan ve Roma’da devletlerin insanlara nasıl yardım ettiğini veya onlara nasıl ekmek ve gıda dağıttığını kabaca bile olsa yazmıştım. Hatırlayacak olursak, Atina yurttaşlarının tamamının Larion gümüş madenlerinden elde edilen zenginliği paylaşıyor veya Roma’nın fethettiği topraklar yurttaşları arasında pay ediliyor ve halka bedava tahıl ve ekmek dağıtılıyordu… Eklemek istediğim, Atina’da çalışamayacak kadar hasta ve sakat olanlara devlet tarafından yapılan ve ‘adunati’ olarak anılan yardım. Lysias ve Aristotales zamanında bu yardım günlük bir obol iken sonraki zamanlarda günlük iki obol’e çıkarılmıştı. Burada farkı da anlatmak gerekir, mesela Roma’da kıtlık yaşandığı zaman devlete ait tahıl depoları açılarak buradaki tahıl dağıtılırdı. Ancak her işini belli bir sistem ve mekanizma ile yapan Roma’da bu iş de ‘medeni bir biçimde’ organize ediliyor ve insanlar birbirlerini ezmeden ya da lejyon askerlerinin kılıçlı saldırılarına maruz kalmadan hak ettiklerini alıyordu. Dilencilik müessesi elbette ki Yunan ve Romalılarda da vardı ancak bugüne kadar bir ulusun tamamına yakınının dilenci haline getirildiği bir ülke ya da sistem duymadım, okumadım veya belgeselini de izlemedim. Her Türk’ün asker doğduğu güzide memleketimizde birbiri ardına iktidara
gelen beceriksiz siyasetçiler, ülkeyi birilerine peşkeş çekmek, maddi ve manevi zenginliklerimizi kendi çıkarları uğruna yağmalatmak ve kısa yoldan zengin olmak uğruna bu ülke insanlarının çok büyük bir kısmını dilencileştirmiş ve Andy Warholl’un, “Herkes 5 dakikalığına ünlü olacak,” sözünü, “Herkes en az bir sefere mahsus dilenecek ya da gazetelerin üçüncü sayfasına çıkacak,” şeklinde değiştirmiştir… Kaçalım mı memleketten? Komik ve de dramatik olan ise, bu beceriksiz, onur düşmanı adamların hala yüzde 40’ların üzerinde oy alabiliyor olmalarıdır. Bugün seçim olsa tekrar iktidara tek başına gelmesi garanti olan saçma iktidara, yüzde 40 üzerinde oy veriliyor olması ise gururumuzu incitmekten başka bir şeye sebep olamaz aslında… Çocukken babama, “Baba ben ne zaman adam olacağım?” diye sorardım, babam ellerimi avuçlarının içinde sımsıkı tutar ve, “Sen zaten adamsın, ne zaman büyüyeceğim diye sormalısın,” derdi. Ne demek istediğini hiç anlamazdım; şimdi ülkenin halini görünce canım babamın ne demek istediğini o kadar iyi anlıyorum ki… Ama babamın yanına gittiğimde ilk sormak istediğim, “Baba ben artık büyüdüm, sence ne zaman adam olacağım?” sorusu... Eğer, “Oğlum sen zaten adamsın,” derse, kendi adıma birilerine el açmadan, dilenmeden, kendine iktidar diyen AKAPe ve hempalarından bir şey beklemediğim ve onurlu yaşadığım için kendime teşekkür edeceğim. Fakat bu kadar aşağılanmalarına rağmen bu saçma iktidara ve
onun yaratılmış zenginlerine el açan ve onurlarını ayaklar altına aldırmakta sakınca görmeyen milyonlarca vatandaşı babama sormaya cesaret edemeyeceğim. Sanırım alacağım cevabın, “Onlar sadece büyüdüler, adam olamadılar ve asla da olmayacaklar,” olmasından korktuğumdan ve bu cevabı duymak istemediğimden... Ancak, “Onlar da adam sadece ne yapacaklarını bilemiyorlar, birilerinin onlara gerçekten hak ettikleri gibi yaşamaları için yol göstermesi gerekiyor,” derse; o zaman RED’in var olmasından ve en azından muhalif olmasından ve yapabildiği ölçüde yol göstermesinden dolayı gurur duyduğumu söyleyeceğim. Son olarak, gerçekten defalarca ülkeyi terk edip yurtdışında yaşamayı düşündüm. Bunun için kerelerce fırsatım da oldu, her seferinde gitmemek için bir bahane yarattım ve gitmedim. Ülkemin benimle birlikte var olduğuna inandım ve koşullar her ne olursa olsun batan gemiyi terk etmeyeceğimi biliyorum. Ancak bu memlekette yaşayan insanların haklarını ve onurlarını koruduklarını görmeyi çok istiyorum. Umuyorum ki, bu sefil hayatı yaşamayı hak etmedikleri bilincine ulaşan insanlar, üstüne Amerikan şerifi üniforması geçirmiş özel güvenlik görevlilerinden sopa yediklerinde, sopanın üstüne bir de afiyetle yerden topladıkları iarlıkları yemezler. Ve kendilerine bu şekilde muamele edilmesinin önünü açmış olan dangalaklara daha fazla el avuç açıp, “Ne olur bir daha, bir daha ve bir daha iktidara gelin ve bize bu şekilde davranmaya devam edin,” anlamına gelen oylarını vermezler…
BURHAN KUM
Kaplumbağanın bir bildiği olmalı
Yavaşlık yüzeyden kaçıştır, yatay olanın imhası, dikey olanın keşfedilmesidir; hem yükselme hem de derinleşmedir.
B
ilgi denilen muğlâk göstergeler dizgesinin seri biçimde üretilip süratle piyasaya sürüldüğü, kısa sürede işlevini tamamlayıp aynı hızla yenisine yer açtığı, zamanın gerisinde kalmamamız tavsiyesiyle, hayatın akıllara durgunluk veren ritmine ayak uydurmaya zorlandığımız bir çağda -tam da bu nedenlerden dolayı- akıl sağlığımıza tekrar kavuşmak istiyorsak, inadına yavaşlamamız gerekiyor. Paradoksun hayatın yaratıcı dinamosu olduğu inancıyla, hızın yalnızca kafaları bulandırmak amacıyla kutsal ilan edildiği zamanımızda yavaşlamanın ileriye doğru atılmış bir adım olduğunu iddia etmekte bir sakınca görmüyorum. Yavaşlamayı değişimin reddi olarak algılayanlara: Hızı denetleyen değişimin yönünü ve sürecin içeriğini de tayin eder, diyebilirim. İtalyan edebiyatçı Filippo Marinetti’nin 1909’de Paris’te çıkan Le Figaro gazetesinde yayımladığı Fütürist Manifesto’da yer alan, “Dünya yeni bir güzellikle zenginleşmiştir. Yeni güzellik sürattir, hızdır. Motoru güçle sarsılan, homurdanan bir yarış arabası Victoire de Samothrace’dan (antik bir Yunan heykeli) daha güzeldir. Biz, dünyadaki gerçekten sağlıklı tek şeyi, yani savaşa ve ölüme götüren güzel düşünceleri yüceltiyoruz,” cümlelerini hatırlamakta fayda var. Hızı modernizmin en önemli öğesi olarak yücelten fütüristlerin en sonunda Mussolini’nin faşizmine intikal etmiş olmaları, geleceğimize dair bir uyarı niteliğinde olmalıdır. Andrey Tarkovski’nin sinemaya getirdiği en özgün anlatım yöntemlerinden biri olan yavaş ve uzun çekimlerin ardında yatan, hiç de tahmin edildiği gibi biçimsel açıdan farklı, kişisel bir dil yaratma kaygısı değildi. Yaşananları görebilmenin yaşanış biçimini fark etmeye yetmeyeceğini bilen usta yönetmenin kameranın yavaş hareketiyle,
uzun sürede kaydedilen çekimleri kullanmaktaki amacı, izleyiciye, bir çekimin içeriğinin algısına derinlemesine nüfuz edebilmesi için gerek duyduğu zamanı tanımaktı. Başka türlü, ne Andrey Rublev’in “dürüstlüğün dinden değil sanattan beklenilmesi gerektiğine”, ne de Stalker’ın “sanat ve bilimin paranın emrine girmesiyle ahlâki niteliklerini yitirdiklerine” dair soyut düşüncelerini kavramamıza imkân olacaktı. Yaptığı, 90’lı yıllarda hızın küresel kapitalizm tarafından yeniden yüceltilmesine (tesadüf mü?) 20 yıl önceden verilmiş bir cevap olarak görülebilir. Günümüzde yeniliğinden hiçbir şey kaybetmediğini görüyoruz. En kısa sürede en yüksek kârı elde edebilmek kaygısıyla insani olan her şeyi tahrip etmekte hiçbir sakınca görmeyen kapitalizm, insanın doğal ritmine saldırmaktan da çekinmiyor. Evrim sürecinde evrendeki döngüyle uyum içinde oluşmuş nabzımız, kanın damarlarımızdaki dolaşımı hızı ve sindirim için gerekli zaman gibi doğal süreçlerde kendini gösteren insani ritim, algılama aşamasında da belirli bir zamana gereksinim duyar. Reklam filmlerindeki hızlı
montajlar, yediğimizden fazlasını vücudumuzdan alıp götüren fast food gıdalar, bizleri bilgiye daha çabuk ulaştırmayı vaat eden internet sunucuları, hızlandırılmış dil kursları, süratle değişen trendler… Hepsi ama hepsi neye hizmet eden bir çarkın içinde olduğumuzu düşünmemize fırsat tanımadan, bizleri, sunulan değil açıkça dayatılan hayatın özünü algılamamızı imkânsızlaştırarak, bilmediğimiz bir geleceğe doğru haldır huldur akan, aptallaştırılmış kalabalığın içine çekmek amacı güderler. Bildiğimiz tek şey ne pahasına olursa olsun, hızdan payımızı alabilmek için orada olmaktır! Ne adına? Hız ve iktidar Paul Virilio, Enformasyon Bombası adlı kitabında, “İktidar için haberleşmenin hızlanması dağınık insan topluluklarına hükmedilmesini kolaylaştırmıştır,” der. Hız ve Politika’da ise, askeri sınıf ve mühendisler tarafından örgütlenen hız toplumunun bütün edimleriyle askeri bir toplum olduğunu öne sürer. Buradan bakıldığında, geçmişte Avrupalı faşistlerin, günümüzde ise ABD merkezli küresel para babalarının toplumlarını militarize
etmek amacıyla hızı, herkesin ulaşması gereken bir ideal olarak sunmaya neden mecbur oldukları anlaşılır. Yaptıkları, fizikten ödünç alınan, hızla hareket eden bir nesnenin yönünü değiştirmek için çok küçük bir güce ihtiyaç duyulması yasasının topluma uyarlanmasıdır: Önce hızlandır, sonra kolaylıkla yönlendirebilirsin. Alelacele edinilmiş, derme çatma alışkanlıkları, uzun zaman alan ve emek gerektiren kişisel eğitim sürecine tercih edenlere söyleyecek bir çi sözüm var: Yavaşlık yüzeyden kaçıştır, yatay olanın imhası, dikey olanın keşfedilmesidir; aynı zamanda hem yükselme hem de derinleşmedir. İnsandan çalınan zamanı, tekrar onun denetimine sunmaktır. Hız, zamanın sıkıştırılması, yavaşlık ise esnetilmesi ve genişletilmesidir. Hızlanma, hıza tapmamızı vaaz edenlerin çok doğru bir biçimde ifade ettikleri üzere, dünyayı ve insanı küçültürken, insanı büyütecek ve dünyasını geliştirecek olan yavaşlamadır. Tüketim toplumunun ayakta kalabilmesi için ihtiyaç duyduğu ‘sığ insan’ -uyduruk reklam terimleriyle konuşmak gerekirse- “hayatı sınırlara takılmadan, dolu dolu yaşamamızı” ancak
hızın sağlayacağı yanılgısıyla oluşturulabilir. Hız tüketim toplumunun arama motorudur. Sanatın hayata müdahale etmek gibi bir iddiası ve en ufak bir direnme gücü varsa, sentetik yöntemlerle hızlandırılmış hayata ayak uydurmaktan vazgeçip onu insani hıza indirmenin yollarını aramalıdır. Hemen akla, bir görüntünün deriiin felsefi anlamlar içerdiği duygusunu yaratmak için kullanılan ağııır çekim videolar gelebilir. Bu türden yapay yavaşlatma yöntemlerinin yaratmaya çalıştığı sahte derinlik üzerine Amerikalı sanatçı Burt Barr’ın, izleyiciyi ters köşeye yatırdığı bir videosunu hatırlıyorum. Ters dönmüş (ölmeye yatmış, yatırılmış?) bir kaplumbağa ile cismani ilişkide olduğunu izlenimini veren ikinci bir kaplumbağanın 45 saniyelik görüntüsünü 7 dakikaya yayarak gösteren e Fall (Güz) adlı bu video, gördüklerimin arasında yavaş çekimin bir anlam ifade ettiği ilk ve son işti. Kaplumbağanın ağır çekim kaydının, tavşanın hızlı çekimde koşmasından daha şaşırtıcı olduğunu görmek... Asıl şaşırtıcı olan oydu. Borges, Kaplumbağa Simgeleri adlı makalesinde Elealı Zenon’un ölümsüz paradoksunu aktarır: “Achilles kaplumbağadan on kat daha hızlı koşar ve ona on metrelik bir avans verir. Achilles bu on metreyi koştuğunda, kaplumbağa bir metre koşmuştur. Achilles bir metre koştuğunda, kaplumbağa bir desimetre koşar. Achilles bir desimetre hareket ettiğinde, kaplumbağa bir santimetre, Achilles bir santimetre yol aldığında kaplumbağa bir milimetre yol alır. Achilles bir milimetre kıpırdadığında ise kaplumbağa milimetrenin onda biri kadar kımıldar. Bu böyle sonsuza dek sürebilir.” Achilles’le yarışmıyorum. Bir ressam olarak kendime avans verdim, yavaş boyuyorum. Yavaşlamak şaşırtmaktır.
29
‘Müslüman sermaye’nin saltanat merakı...
P
is bir İslami demagoji sosuna bulanarak önümüze atılan AKP siyaseti, elbette emperyalizmin ve küresel sermayeyle bütünleşmiş ‘yerli’ patronların hizmetinde. Ama bal tutan parmağını yalıyor. 12 Eylül sonrası uygulanan ‘İslamizasyon’ politikaları, özellikle AKP iktidarı altında yeni dolar milyonerleri, hatta milyarderleri ortaya çıkardı. Tayyip Erdoğan ve hempaları bu konuda o kadar pişkin ki, mesela Çalık Grubu’na devlet bankalarından kredi veriyor, Katar’dan kredi alınması için çöpçatanlığı bizzat cumhurbaşkanlığı makamına oturtulan zat yapıyor, sonra da Çalık Grubu’nun başına Tayyip Erdoğan’ın damadı ve biraderi oturtuluyor… Yani, ‘sıfır’dan milyar dolarlık bir medya grubu Tayyip Erdoğan ve hempalarının eline geçmiş oluyor… Bu örnekler o kadar çok ki, babaların sokaklarda kızlarını satmaya başladığı, dilenciliğin kitlelere yayıldığı, toplumda açlık ve evsizlik sorununun artık açıkça gündeme geldiği mevcut durumda, ‘Müslümanlığın adaleti’nden söz edenler muazzam servetler biriktiriyor. İktidarın sermayesi giderek büyüyor. Ama bunun da ötesinde, ‘az zamanda büyük işler başaran’ İslamcı sermaye sahipleri, yaşamlarını hayvanca bir görgüsüzlükle sürdürüyor. Bir İslamcı patronun evinden -ya da ‘saray’ mı desek?medyaya yansıyan görüntüler, bu hayvani görgüsüzlüğün saltanat hevesiyle nasıl birleştiğini gösteriyor. Evde tam sekiz taht var. Sultan Mehmet’in tahtından esinlenilmiş. Mimber de var evde, hem de en şatafatlısından. Swarovski taşlar tuvaletlerde bile kullanılmış. Taht benzeri koltuğun hemen yanında bir müzik sistemi ve sahne bulunuyor. Evin sahibi dilerse İbrahim Tatlıses’i, dilerse de Sibel Can’ı evinde konsere çağırırmış. Kişiye özel konser!..
30
İşte halkı ‘İslam’la uyutan ve milyon dolarları, milyar dolarları bütün pis işlere ve ilişkilere girerek kasalarına koyan yeni burjuvalarımızın ‘yaşam tarzı’ bu… Dev ekranda Kabe Asansörlü namaz odalarında, Allah için secdeye varıyorlar, dev ekranlardan Kabe’yi canlı canlı izleyip sevaba giriyorlar; metresi 350 avro olan süpürgelikleri var, temizlikleri ‘iman’larından geliyor ama evlerini üç kuruşa çalıştırdıkları hizmetçileri temizliyor!.. Haşa, eve alkolün zerresi girmiyor; her tarafa monte ettikleri otomatik aletler ortalığa gülsuyu püskürtüyor 24 saat. Duvarlarına Arapça ayet mi, hadis mi, neyse işte onlardan yaldızlı yaldızlı yerleştiriyorlar ama kıçlarını Louis Vuitton ve Chanel tuvalet kağıtlarına siliyorlar… Ödemeleri hep nakit yaparlarmış. ‘Kayıt’ altına girmeyi pek sevmiyorlar şüphesiz. Ama salonlarına mermerden kuğu heykelleri yerleştirip, “Evim 30 milyon dolarlık görünsün,” diye çabalıyorlar… Her taraflarına bir Osmanlı havası sinmiş. Osmanlı neyse onlar da o aslında. Yağmaladıkları zenginlikle saltanat heveslerini doyuruyor, inlerinde saltanat havası soluyorlar... Ha, bizim geleneksel burjuvalarımız, koçlarımız, sabancılarımız çok mu iyi? Misal, ‘sanatsever’ ve ‘nazik’ eczacıbaşları, iş şirketlerinde çalışan emekçilerin haklarına gelince tüm ‘görgü’ ve ‘nezaket’lerini yitirmiyor mu? Onlarla çok daha derinlere dayanan bir hesabımız var kuşkusuz. Ve hakiki saltanat hâlâ onların elinde… Ama bu sonradan çıkma İslamcı yağmacılar, zekat yerine sömürü dağıtan şerefsizler gözümüzün önünde yaramızı kaşıyor ya… Bir de, dedelerimizin tarihin çöplüğüne yolladığı o saltanatı hayatın her alanında tekrar canlandırmaya kalkıyorlar ya… İyice kanımıza dokunuyor…
AHMET DOĞANÇAYIR
Yeni Osmanlıcılık ve AKP
S
on yarım asırlık süreçte bir yandan askeri darbe ve müdahaleler yaşanırken, bir yandan da devletin resmi ideolojisi olan Kemalizm bir evrim geçiriyordu. Elbette bu ‘evrim’in de bir sahibi vardı; Cumhuriyet’i kuran ve Cumhuriyet tarihi boyunca ‘kollayan’ ordu, Kemalizmin günün koşullarında yeniden tarif edilmesi işini de sık sık üstlendi. Ordudan sadece üniformasız olmasıyla ayırt edilen geleneksel bürokratik elit de bu yeniden tariflendirmeyi toplumun her alanına yaydı. 12 Eylül’ün tarif ettiği Kemalizm, ‘dost ve müttefik’ emperyalist kuvvetler için ‘gereksiz’ hatta zararlı olabilecek ‘bağımsızlık’, ‘milli egemenlik’ gibi vurgularından arındırılıyor, ‘ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün’ vurgusu üzerine yeniden kuruluyordu. Yeni servis edilen bu salataya en iyi eşlik edecek sos, elbette ‘Türk-İslam sentezi’ idi. Bu sentez, milleti ‘zararlı ideolojiler’in etkisinden koruyacak, milli ve manevi değerleri yüceltecekti. Bu nedenle, Kemalizmin o güne dek İslam’la çatışan milliyetçiliği, ‘uyumlu’ hale getirildi… 12 Eylül döneminde hazırlanan Milli Kültür Raporu’nda Türk-İslam sentezi şöyle tanımlanıyordu: “İslam birliğini kurmak, geliştirmek ve Osmanlı’dan miras olarak bu işlevi devir ve teslim almak, ahlâk ve kültür öğelerini uzun vadeli bir plan içinde din temeline dayalı olarak biçimlendirmek…” Her şeyin başı eğitim tabii! Darbeciler milli eğitim politikasını tümüyle Türk-İslam sentezi doğrultusunda yeniden şekillendirdi. Hedef, milli ve dini değerlere bağlı yeni bir kuşağın yaratılması, bu kuşaktan bir devlet bürokrasisi oluşturulması ve toplum hayatını onların yeni ‘değer’lerinin belirlemesiydi. Diktatörlüğün zorunlu din dersleri uygulamasını derhal başlatması çarpıcı bir örnektir. Ders kitaplarında Sünni İslam ve milliyetçilik, peygamber ve Mustafa Kemal arasında ilişkiler kuruluyor, Kemalizm’le Kemalizmin ezdiği dinsel yapı barıştırılıyordu… Sonuç?.. Şimdi hükümetin ve devletin başı, TBMM’nin çoğunluğu
İmam Hatip mezunlarından oluşuyor. Genelkurmay Başkanı ordunun peygamber ocağı olduğunu söylüyor!.. Kendim ettim... Evet, bugünün Kemalistlerini fevkalade rahatsız eden dönüşümde, yani devlet bürokrasisinin ve bir bütün olarak toplumun kabuk değiştirmesinde, bizzat Kemalist Cumhuriyet’in ‘kollayıcısı’ ordunun payı belirleyicidir. Ve bu dönüşüm, sadece 12 Eylül generallerinin ‘günah’ı değil, 1950’lerden itibaren antikomünizmi toplumsal dokuya işlemek için var gücüyle çalışan egemenlerin kolektif marifetidir. 1980’lere kadar Türk milliyetçiliğinin güçlendirilmesi için tarihi olaylara ve kurumlara İslami anlamlar yüklenmiş, Türk milliyetçiliği İslamlaştırılırken, İslam geleneği de Türkleştirilmiştir. Muhafazakârlığın belirleyici öğeleri din, devlet, otorite ve bunlara değer kazandıran öğeler gelenek ve tarihtir. Son 30 yılda adım adım gelişen ‘Yeni Osmanlıcılık’ da ancak bu çerçevede anlaşılabilir. Yeni Osmanlıcılar yeniden hayal edilen Osmanlı imparatorluk projesini ve kültürünü Türklükle bir tutuyor, Osmanlı devletini Müslüman Türklerin muhteşem başarısı olarak topluma yaygınlaştırmaya çalışıyor. ‘İslam dünyasına liderlik yapacak yeni imparatorluk’ hayalleri de Türklük öğesini öne çıkarıyor. Bu etnik-dinsel, Türk-İslamcı yeni Osmanlıcılık din, kültür ve etnik kimlik konularında çoğulculuk
adı altında faydacı bir yaklaşımı hedefliyor. Yeni Osmanlıcılar, ırksal ve dinsel dışlayıcılığı değil, Osmanlı tarihi tecrübelerini ve İslam’a geniş bir bağlılığı esas alıyor. Örneğin, Turgut Özal şöyle diyordu: ‘’Osmanlı imparatorluğu zamanında olduğu gibi bugün de etnik farklılıkları İslami bir kimlik yoluyla aşmak mümkündür. Bu toplumun en güçlü kimlik öğesinin İslam olduğuna inanıyorum. Anadolu’daki Müslümanları ve balkanları birleştiren dindir. Bu yüzden İslam farklı Müslüman gurupların bir arada yaşamaları ve yardımlaşmaları için güçlü bir birleştiricidir. Zaten eski Osmanlı’da Türk olmak Müslüman olmak demektir veya tam tersidir.’’ Özal’ın bayrağı AKP’de Turgut Özal döneminde ilk defa gündeme gelen yeni Osmanlıcılık bugün AKP ile ilişkileniyor. AKP, Özal’ın ANAP çizgisine benzer bir ideolojik ve siyasal rota izliyor. Bugün AKP’nin İslamcı vurgusu elbette daha belirgin. Yeni Osmanlıcılık çerçevesinde ekonomik, siyasi ve askeri gücü de arkasına alarak yeniden yayılmacı heveslere hitap ediyor. Ve örneği de Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisi. Elbette kelimenin hakiki manasında bir yayılmacılık AKP’nin başında olduğu bir Türkiye’nin haddi değil. ABD Yeni Osmanlıcılığın bu yalancı pehlivan söylemini destekler, hatta özendirirken, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi dahilinde Türkiye’ye biçtiği
‘istasyon’ ve ‘jandarma’ rolünü dikkate alarak hareket ediyor. Meseleye Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) açısından bakarsak, emperyalizmin neo-liberal bir yaklaşımla yeniden şekillendirdiği yeni devlet yapısı içinde kendisine biçilen role ya ‘paşa paşa’ ya da zorla uydurulacağı açıktır. TSK’nın bir güvenlik ihraç eden kurum olarak bölge ve dünya pazarında ‘iş takip edecek’ hale getirilmesine ilişkin çabalar uzunca bir süre devam ediyor. Hatta uluslararası vurguncu George Soros, bir vakit önce, “Türkiye’nin en önemli ihraç ürünü ordusudur,” diye emperyalizmin niyetlerini en açık biçimde ifade etmekte beis görmemişti! Hiç kuşku yok ki, ‘ordunun profesyonelleşmesi’ tartışmaları da bu genel perspektifin bir parçası. Böylelikle, bu sayıda yer alan Afganistan değerlendirmesi –yeni NATO birliklerinin Afganistan’a sevk edilme zarureti- ve Irak’taki petrol kuyularının bekçiliği görevi pekala TSK’ya havale edilebilir. AKP’nin Yeni Osmanlıcılığı da, ezilen sınıfları ve Kürtleri ‘milli, manevi, dini, kültürel’ değerlerle uyutma ve emperyalizmin bölgesel projesine ideolojik destek sağlama işlevini yerine getirmek üzere yükseltiliyor. Nitekim yoksulluk bir ‘sadaka ekonomisi’ ile normalleştiriliyor ve toplumun tüm alanlarına yayılıyor. Denize düşen yılana sarılır misali, artan yoksulluğun yıkımından uzaklaşmak isteyen emekçiler kendilerini bu hale getirenleri ‘kurtarıcı-vatansever-dini bütün insanlar’ kabul ediyor ve dindarlık, milliyetçilik ve militarizm tek sığınak oluyor. Oysa bunların tamamı emperyalist dünya egemenliğinin değirmenine su taşıyor. Bugün siyasi olarak ne kadar milliyetçi, muhafazakâr ve İslamcı varsa, tamamı sermayenin küreselleşmesinin yedeğinde bulunuyor. Dolayısıyla, Yeni Osmanlıcılar, Osmanlı İmparatorluğu’nun o eski şaşaalı yayılmacı günlerinin ancak rüyasını görebilir ve gördürebilirler. Osmanlıcılık, bugünün Ortadoğu’sunda ancak Bekçi Murtazalık yapabilir…
mSayı 37, Ekim 2009, Aylık süreli yayındır mYayımcı: LM Basın Yayın Ltd. Şti. mİmtiyaz Sahibi: Tuncay Akgün mYazıişleri Müdürü: Hakan Gülseven mMüessese Müdürü: Ali Yavuz mGörsel tasarım: Esin Tepe mTel: 0212 292 95 65 (4 hat) mFaks: 0212 245 38 06 mAbonelik: 0212 292 95 65 mBaskı: Leman Matbaası-İstanbul. Tel: 0212 858 00 93 mGenel Dağıtım: D.P.P. A.Ş. mAdres: İmam Adnan Sok. No: 14 Beyoğlu / İstanbul mRED KÜLTÜR, İstiklal Caddesi, İmam Adnan Sokak No:18, Kat 2-3-4 Beyoğlu İSTANBUL
31
HAKAN GÜLSEVEN
Bedreddin’in kemikleri sızlıyor...
i
nsanlık tarihinin görmüş olduğu belki de en rezil hanedandır Osmanlı hanedanı... Bu adamlar, kendi kardeşlerini boğazlamayı bile makul gördü, nice şehzadeyi çuvallarla Sarayburnu’ndan denize fırlatıp boğdular. ‘Fethettikleri’ topraklarda, köyleri, kasabaları bastılar, ufacık çocukları analarının kollarından koparıp, devşirip, ‘yeniçeri’ haline getirdiler. Yetmedi, o ufacık çocukları hadım ettiler, haremağası yaptılar, padişahların seks alemlerine ‘oğlan’ olarak sundular… Kadınları kaçırıp halayık, cariye, yanaşma yaptılar. İnsan bedenlerini ‘şey’leştirdiler… Bunlar girdikleri her toprağı yağmaladı, vergiye bağladı, o topraklarda yaşayan yoksul köylülerin nafakasına el koydu… Neymiş, cenge giderken bağlardan üzüm koparırlar, asma yapraklarına parasını asarlarmış. Ne bu? Cüneyt Arkın filmi mi? Biz cenk nedir çok iyi biliriz; onca cenk sonrasında günler süren yağmalar yapıldığını, sokaklarda kadınların ırzına geçildiğini de biliriz… Cenk, insanlığın insanlıktan çıktığı bir dizginlerinden boşanma halidir… Bu Osmanlı hanedanı yüzyıllar boyu insanlığa acı ve işkenceden başka bir şey göstermedi; insanlığa kattıkları bir değer yoktur. İnsanlık sadece iki büyük keşfi Osmanlı’ya borçludur, o kadar. Ve o keşiflerin kaynağı da, sonu da şerdir. Osmanlı’nın haracından kurtulup yeni bir ticaret yolu bulmak isteyen Vasco da Gama Afrika’yı dolaşıp Ümit Burnu’nu keşfetti. Haracından olan Osmanlı, bu sefer ticaret gemilerinin yolunu kesip yağmalamak için Hint Okyanusu’na donanma indirdi! Colomb bu yüzden yeni bir ticaret yolu bulmak üzere Batı’ya doğru ilerleyip Amerika’ya ulaştı. Kaderin cilvesi işte, yağmacı ve haraççı Osmanlı’dan kaçan bu ‘kaşif’ler, gidip Afrika’daki, Amerika’daki yerlilerin kanına girdi, bu kıtaları yağmaladı, kölelik utancını insanlığa yeniden tattırdı… İşkencede maharet Osmanlı, insana reva görülen en vahşi işkencelerin de mucididir. Nice zavallıyı kancalara astılar, gözlerini dağladılar, kafalarına ıslak deve derisi geçirip güneşe bıraktılar. Derileri çekildi… Yetmedi, insanların derilerini yüzüp tuzlu suya bastılar… İnsanları farelere kemirttiler… Osmanlı’nın zulmüne, zorbalığına karşı kahramanca isyan eden Türkmenler, binlerle, on binlerle kılıçtan geçirildi. Hem de o çok Müslüman Osmanlı, Halife efendilerimiz, Bizans prenslerini sürdü kendi ‘kandaş’ ve ‘dindaş’larının üzerine. Anadolu’nun ıssız dağ başlarındaki köyler, hep o katliamlardan kurtulabilenlerce kuruldu. Bu toprağın dağları hep kaygı yüküyle yaşadı…
Şimdi, biçimsel bağımsızlığın ve egemenliğin bile ABD’ye teslim edildiği şu dönemde, burjuva devriminin en önemli sembolü olan saltanatın lağvedilmesi de nihayet geçerliliğini yitiriyor; hanedan cenazesi, saltanata övgünün gövde gösterisine dönüşüyor. Hem de bu, bizzat ‘cumhuriyet’in en tepesini işgal eden zevatın açıklamaları, cenazede tuttukları saf ve taziye ziyaretleriyle tescilleniyor. Tarihin gördüğü en rezil hanedanlardan biri, böylelikle yeniden kutsanıyor.
Sadece Anadolu mu?.. Zorla ve yıllarca askere alınan gencecik insanlar, Yemen’den Trablusgarp’a, Sarıkamış’tan Balkanlar’a kadar her cepheye sürüldü; Osmanlı hanedanının bekası için can verdiler, can aldılar… Şimdi ‘Son Osmanlı Şehzadesi’, II. Abdülhamit’in torunu Ertuğrul Osman’ın cenazesini allayıp pullayıp önümüze atıyorlar. 2004’te vatandaşlık hakkı vermişler ona; vatanını çok severmiş de, o yüzden. Tayyip’in tabiriyle, ‘iade-i itibar’mış, ‘bir haksızlık ortadan kaldırılmış’. Hanedandan geriye kalanlar, cenazeye II. Abdülhamit’in resmi işlenmiş kol düğmeleriyle arzı endam eylediler. O II. Abdülhamit ki, nice özgürlük kahramanını, nice saltanat karşıtı devrimciyi öldürttü. Oysa şimdi katil Abdülhamit’in nişaneleriyle ortalıkta dolanan bu hanedan mensupları topraklarımızın kanını emmesin diye Anadolu halkları ne mücadeleler vermişti… 1906-8 arası büyük vergi ayaklanmaları olmasaydı ya da o ayaklanmalar yenilgiye uğrasaydı, Abdülhamit’in o rezil iktidarı daha kim bilir kaç canı alacaktı, kim bilir… İşte Abdülhamit’in torunu Ertuğrul Osman, o rezil hanedan henüz hüküm
sürerken, dedesi Abdülhamit’in bu zavallı halkı biraz daha borçlandırarak inşa ettiği Yıldız Sarayı’nda doğdu, yaşadı. Akrabası Vahdettin Anadolu topraklarını işgalcilere peşkeş çektiğinde, Anadolu dağlarına çıkıp işgalcilere karşı savaşmaya başlayan kahramanlar olmasaydı, belki hâlâ o sarayda yaşıyor olacaktı; ve ‘soy’undan aldığı asalaklık hakkıyla, belki de başımızdaki ‘parlamentolu padişah’ o olacaktı… Tarih en masum suçlu ve en acımasızıdır tanıkların… Tarihin gördüğü en büyük devrim, Rusya’daki Ekim Devrimi, bir diğer rezil hanedanı, Çarlığı yerle bir ederken, Birinci Cihan Harbi’nde Ruslara esir düşmüş Osmanlı askerleri de, Rusya’da baldırı çıplakların nasıl kendi kaderlerini ellerine aldıklarına, nasıl insanlaştıklarına tanık olmuştu. ‘Tanrının yeryüzündeki bir başka gölgesi’ olan Çar, o yenilmez sanılan tüm sülalesiyle birlikte, o güne kadar halka ettiklerinin cezasını çekmiş, Çarlık hanedanı tamamen ortadan kaldırılmıştı. İşte Anadolu’ya dönen o eski esir Osmanlı askerleri, işgalcilere karşı tereddütsüz vurdular kendilerini dağlara. Çoğunun lakabı aynıydı: Bolşevik Memet, Bolşevik Hasan, Bolşevik Hüseyin… Ne padişah takıyorlardı, ne şeyhülislam fetvası… Anadolu topraklarındaki devrim, burjuvazinin devrimci karakterini yitirdiği bir çağda, burjuvasız askerlerin burjuva devrimi olarak kaldığı, Bolşevikleşemediği için, hiçbir şey tam olarak becerilemedi. Yine de, asalak hanedan ülke dışına sürülüp saltanat kaldırıldı, biçimsel bir bağımsızlık ve egemenliğe dayanan cumhuriyet kuruldu.
Fransız Devrimi kaçkınları Saltanatçılara bakın bir hele! Bizim ‘jetski’ci Cübbeli Ahmet, tarikatının şeyhini ve müritlerini de almış yanına, cenazede tekbir getiriyor. Hanedan kadınları Fransız devriminden kaçmış ‘Marie Antoinette’lere benziyor; hani hanedan soyundan olmasalar ‘cumhuriyet mitingleri’nde bayrak sallayacakmış gibi duruyorlar. Ama ne gam?! İsmailağa tarikatı, sarıklarıyla, cübbeleriyle, pis pis sarkıttıkları sakallarıyla, o ‘Marie Antoinette’lerin gönüllü tebası oluveriyor ve İslam bülbülleri canı gönülden, “Padişahım çok yaşa!” diye bağırıyor. Her yanımızı saltanatı savunan şerefsizler sarıyor. Amerikancı-İslamcı yayınlar Ertuğrul Osman’ı ve onun katil dedelerini göklere çıkarıyor. Patron medyası, bir sürü geyik magazin haberi yaparak cümle aleme nostalji turu attırıyor. Ama bana en çok ne koyuyor, biliyor musunuz? Ertuğrul Osman’ı özel izinle gömdükleri o türbenin bahçesinde Şeyh Bedreddin de yatıyor. Bedreddin, bizim acısı yüzyıllardır dinmeyen kaybımız, zalim Osmanlı’ya karşı bayrak açıp, ‘yarin yanağından gayrı, her yerde, her şeyde hep beraber diyebilmek için’ Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa’yla, onların yiğitleriyle birlikte savaşmış, yenilmiş, ‘Serez’in esnaf çarşısında’ asılmıştı. Ve bu devlet öyle bir devlet ki, Osmanlı’dan devraldığı süreklilikle, kendine başkaldıranların kemiklerini bile rahat bırakmıyor. Bedreddin’in kemikleri 1961’de Serez’den bu nedenle getirildi ve II. Mahmud Türbesi’nin bahçesine gömüldü. Uzun süre bir mezar taşı bile yoktu üzerinde, kimliksiz bir mezar olarak tutuldu. Bedreddin, işte o türbede II. Mahmud, Abdülaziz ve II. Abdülhamit ile birlikte yatıyor. Aralarına bir de Ertuğrul Osman katıldı şimdi. Türkiye saltanatın son günlerindeki sömürge haline sürüklenirken, esir alınmış Bedreddin’in de kemikleri sızlıyor…