m Metal işkolunda GREV kararı alındı!.. Hükümet ve patronlar grevi engellemek için her türlü ayak oyununu deneyecek... Ama son sözü işçiler söyleyecek...
red Sayı 54, Mart 2011-3, 3,5 Lira (KKTC 4 Lira)
Her muhalefetin arkasında bir ‘şey’ buluyorlar:
KCK, ERGENEKON, DEVRİMCİ KARARGAH...
İKTİDARIN ARKASINDA NE VAR?
Şu mirasa bakın!
SERHAT ÖZCAN
O
smanlı’ya iade-i itibar kapsamında yapılan çalışmalar ‘ürün’lerini hayatın her alanında vermeye başladı. Memlekette Osmanlı tebaası olarak kılıklarını değiştiren ve kılık değiştirenlerden geçilmediği gibi, büyük büyük dedelerinin mirasını ‘statükocu’lara kaptırmak istemeyenlerin mahkemelerde ‘demokratik’ hak kazanım davaları bir bir görülmeye başladı. Bodrum Güvercinlik’te, Hacı Hüseyin Ağa’nın iki yüzyıl önce bıraktığı iddia edilen 100 milyon değerindeki 320 dönüm arazide miras hakkı olduğunu ileri süren 700 kişi Kocaeli Sulh Hukuk Mahkemesi’ne dava açmış. 630 civarında kişinin hak sahibi olabileceği saptanmış. Bölgede halen 176 civarında ev ve işletmenin olduğu saptanmış. Güvercinlik muhtarı, bugüne kadar böyle bir ağanın arsası olduğunu hiç duymadığını söylemiş. Mahkemeler devam ediyor... Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit’in mirasını alabilmek için Fransa’da yaşayan torunu Cemil Adra dava açmış. Davayı kazanması durumunda yaklaşık 17 ilin büyük bir bölümünün sahibi olacak! Gerçi şimdilik bu biraz zor görünüyor. 1908’de başlayan ve fasılalarla devam eden burjuva devrimi sürecinde, neyse ki saltanat devrildi ve Osmanlı Hanedanı’nı mülksüzleştirdi. 3 Mart 1924’te çıkarılan kanunda, “Tüm Osmanlı padişahlarının mal varlığı halka devrolunmuştur,” hükmü kabul edildi. AKP tüm kanunları yeniden düzenleyip saltanatı tekrar tanıma konusunda başarılı olamadıkça, Osmanlı’nın ‘mülküm’ dediği hırsızlık ve yağma malları Osmanlı’ya dönmeyecektir... Neyse, bu miras işlerisadece ağalarla, padişahla da sınırlı değil. Sadrazamlar var bir de başımızda. Oyuncu Ayşegül Atik’in de içinde bulunduğu 16 varis, geçen yıl Osmanlı Sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa’nın 14. kuşak mirasçıları oldukları iddiasıyla mahkemeye başvurdu. Bunların, Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murat’ın sadrazamlığını yapmış Sokullu Mehmet Paşa’nın soy ağacı çıkarılarak ‘vakıf evladı’ oldukları tespit edildi; ardından ‘varis’ oldukları saptandı. Açılan davanın yakın gelecekte karara bağlanması bekleniyor. Konuyla ilgili bilgisine vurulan oyuncu Ayşegül Atik, maddi bir şey beklemediklerini ve Sokullu Mehmet Paşa’yla akrabalıklarının tescillenmesiyle duyacakları manevi hazzı istediklerini belirtmiş. Antalya’da 1800’lü yıllarda yaşamış ‘Arap Süleyman’ın torunu olduğunu iddia eden kişi, dört bin dönüm araziye tedbir koydurtmuş. Bu alan Antalya’da çok yıldızlı otellerin, parkların ve plajların
2
yoğun olduğu Meltem ve Konyaaltı semtlerini kapsıyor. Bitmedi… II. Abdülhamit’in mabeyincisi Sarıca Mehmet Paşa’nın üçüncü kuşaktan torunu olduğunu iddia eden yedi kişi de mahkemeye başvurarak Şişli’deki Abide-i Hürriyet Meydanı’nın mülkiyetinin dedelerine ait olduğunu ve ölümünden sora hakların kendilerine intikal ettiğini beyan etmiş!.. ‘Emlakçılar tarafından’ 352 milyon lira değer biçilen meydanın davası hâlâ sürüyor. Hak talep edenler arasında eski diplomat ve Dışişleri Bakanı İlter Türkmen’in eşi Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi, Prof. Dr. Ayşe Füsun Türkmen de bulunuyor. Abide-i Hürriyet, 31 Mart vakasında ölenlerin anısına Şişli Hürriyet-i Ebediye, -Sonsuza dek Özgürlük- tepesine dikilen anıt. II. Meşrutiyetin üçüncü yıldönümü olan 23 Temmuz 1911’de Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın katılımıyla açılmış. Anıtın bulunduğu alanda, 31 Mart vakasında ‘şehit’ olan Kurmay Binbaşı Ahmet Muhtar, Deniz Binbaşı Salih, Üsteğmen Bekir ve 68 er defnedilmiş. Sonraki yıllarda İkinci Meşrutiyet ile İttihat ve Terakki hareketinin önde gelenlerinin defnedildiği bir anıt mezara dönüştürülmüş. 31 Mart vakası diye bilinen olay, kısaca şöyle: II. Meşrutiyet’in ilanın ardından eskiye dönmek isteyenler, toprak kayıplarını ve dinin elden gittiğini bahane ederek, İttihat ve Terakki Partisi’ne karşı muhalefet başlatmıştı. Bu muhalefet 31 Mart’ta isyana dönüştü. Ayaklanma Selanik’ten Hareket Ordusu’nun İstanbul’a gelmesiyle bastırıldı. Sonucunda II. Abdülhamit tahttan indirildi ve yerine V. Mehmet Reşad getirildi. Böylece ilk kez Meclis kararıyla bir padişah tahttan indirilmiş ve Meclis’in kararıyla padişahın Meclis’i kapatma yetkisi elinden alınmıştı. Abide-i Hürriyet’te, Abdülhamit’in yine mutlaki kuvveti ele geçirmesine karşı savaşanlar yatıyor... Bu arada, ülke için değerler üretmeye
çabalamış, çıkarlar gözetmemiş değerli insanların yok sayıldığı ülkemizde, kimlerin anıt mezarlarda yattığına bir bakın bakalım. Menderes’e, Özal’a, Türkeş’e, henüz anıt mezarı olamayan Kenan Evren’e bakalım. Emperyalizme ülkeyi teslim eden, emekçi haklarını gerileten, bencil ve vurdumduymaz insanların, imamların, hatiplerin yolunu, askerden, daha doğrusu NATO’dan, Pentagon’dan aldığı direktiflerle açan, yönetenlere bakalım. Geçmişe saygı, iade-i itibarlar, geçmişe öykünmek, burjuva devriminden öte gidemeyen harekete karşı bir intikam yeminine dönüştürüldü günümüzde. Yoksa itibarı olan bir şey varsa zaten tarihte yerini bulacaktır. Bundan hiç kimsenin kuşkusu bulunmasın. Bazı kavramların içini boşaltarak payeler dağıtmak, yayılmacıların önündeki son engellerini kaldırıp kapıları sonuna kadar açmaktan öte bir şey değildir memleket için. Satılacak alanların yasalarla çoğaltıldığı bir ülkede bağımsızlıktan, insan haklarından, emekten, paylaşımdan ve her türlü eşitlikten söz etmek olanaklı değildir. Tabulaştırılan geçmişi dinci bir sosa bulayanlar, kendi yemediği yemeği baharata yatırıp tadını ve kokusunu bastırarak ve üstelik bedelini de ödeterek, halkını yok etme pahasına yediren insafsız aşçılardır. Geçmişten gelen statükoyu günümüzde yaşatmaya çalışanlardır bugün bütün karşıt seslere statükocu diyenler. Bağımsızlık derdi olmamanın, teslimiyetin ve çıkarlarınızın kılıfıdır, dinciliğiniz ve Osmanlıcılığınız. Servettir, yandaşlarınıza, ailelerinize, vatandaşın midesinden çaldıklarınız. Yiyin efendiler yiyin aksırıncaya tıksırıncaya kadar yiyin. Görüp göreceğiniz en son ziyafet olsun bu. Bu sözler William Shakespeare’in (Vilyım Şekspir) Atinalı Timon adlı oyunundandır ve Türkçede ‘ıksırmak’ diye bir şey olmadığı için çevirmenlerce doğrusu olan aksırma olarak kullanılmıştır. İlgilenenlerin cehaletine ve bilgilerine sunulur.
mantar tarlası Cübbeli Ahmet Hoca, katıldığı bir programda kıdem tazminatı almanın günah olduğunu ilan etti. Kedi canını senin! *** Ben dememiş miydim Mısır, Tunus gibi olmaz, Mübarek asla sokak gösterileri ile devrilmez diye? Mısır’da her şeyden önce bir devlet geleneği vardır, sokağın iktidara etkisi Mısır siyasi tarihinde yoktur ve Mübarek sokak gösterileri ile gitmez. Murat Bardakçı’nın 7 Şubat 2011 tarihli yazısından iki gün sonra Mübarek görevi bıraktığını açıkladı!.. *** Kadın açık giyinip erkeği tahrik ediyorsa tecavüz suçuna ortaktır. Çoğunluk da benim gibi düşünüyor. Ben bu fikrimi açıkladıktan sonra çok olumlu geri dönüşler aldım. Selçuk Üniversitesi İlahiyat Bölüm Başkanı Prof. Orhan Çeker. Kendisine çok olumlu bir geri dönüşte bulunurduk ama ceza yeriz! *** 3 bin lirayla nasıl hayatımı sürdürürüm? Üzerime kıyafet alamıyorum. Bu para kuaförüme bile yetmiyor. Ece Erken… Açlık tehlikesiyle karşılaşan bu hanıma hükümet sahip çıksın! *** Tayyip Erdoğan, atv Genel Yayın yönetmeni Erdoğan Aktaş’ın moderatörlük yaptığı bir programda, Sabah yazarları Mehmet Barlas, Erdal Şafak ve Süleyman Yaşar’ın sorularını cevapladı. Her şey planlandığı gibi gidiyordu. Sorular ‘muz orta’ şeklinde geliyor, Tayyip de göğsünde yumuşattıktan sonra muhalefete golü atıyordu. Ancak Tayyip Erdoğan bir yerde balatayı sıyırdı... Erdoğan: Bakın biz hep açıyoruz. Bakın biz yetimhane sorununu çözdük. Lozan’a gör Patrik, bizim vatandaşlarımız tarafından oluşan Sen Sinod Meclisi’nde atanır. Fakat Bartalomeos, Sen Sinod Meclisi’nin üyeleri bizim vatandaşımız olmadığı halde onlar tarafından seçildi. Biz Lozan’ın gereği yerine gelmiş olsun diye o isimleri vatandaş yaptık. Yani biz bu kadar olumlu yaklaşım içindeyken, biz de bunun karşılığını görelim. Yani karşı taraftan hiçbir şey olmayınca, devamlı veren taraf biz oluyoruz. Biz nereye kadar hep veren taraf olacağız? Mehmet Barlas: Bu vermek mi yani? Bu söylediğiniz gayet insani ve akılcı bir davranış. Erdoğan: Aynı insani yaklaşımı o da orada, Batı Trakya’da bizim müftülerimize yapsın. Barlas: Pardon! 1950’de İstanbul’da 130 bin Rum var, 2 tane milletvekilleri var. Şu anda sayıları binin altında. Bir de 6-7 Eylül yaşanmış. Erdoğan: O dönemleri siz iyi bilirsiniz. O dönemin iktidarında kimler vardı? Barlas: İktidar değil, ben Türkiye olarak düşünüyorum. Erdoğan: Bu çok önemli. (Gülümsüyor) Barlas: Türkiye olarak da Demokrat Parti (DP) vardı 6-7 Eylül’de. Tayyip’in yüzündeki gülümseme gidiyor ve yavaş yavaş yüzü asılıyor: Diyorum ki, yani 130 binden, binin altına düşmüşler. Taşısalar Patrikhane’yi taşırlar. Böyle bir eğilim de var ‘Cenevre’ye gidelim’ diye. Diyorum ki bu yaptıklarımız, yapmamız gerekenler bizim, fedakarlık değil. Bunlar çok doğru şeyler...
ce ve dö rih ta de in er üz , nü sü tü ör ın ığ nl sa “Getirin in
ğiz!”
MEHMET ALi TOK
DEMiRCiLER AYAKTA!.. M
etal sektöründe toplu iş sözleşmesi (TİS) görüşmeleri bu dönem oldukça uzun sürmüştü. Sessizlikle ve ayak oyunlarıyla yüzde 5.35’lik zammı kabul eden Türk-Metal ve Çelik-İş’in işyeri temsilcileri bile bu dönemde ortalıkta görünmüyordu. Nitekim Türk-Metal çetesi ihanet sözleşmesini tam da bayram öncesi imzalayarak olası tepkilerden kaçmıştı. Bakalım şimdi nereye kaçacaklar, zira Birleşik Metal İş Sendikası şubat başında grev kararı aldı ve bu kararı yetki sahibi olduğu 33 işyerinin 26’sında kabul ettirmeyi başardı. Birleşik Metal’in yetkili olduğu işyerlerinden biri olan Çemaş Döküm’de patron MESS’ten ayrılarak sendikanın taleplerini kabul eden ayrı bir sözleşme imzaladı. Altı işyerinde ise kurulan sandıklardan grev için hayır oyu çıktı. Ancak bu kararın patronların ayak oyunlarıyla, normalde iş yerinde bulunmayan personelin sayılmasıyla vs. çıktığı biliniyor. Sendika bu işyerlerindeki kararın hileli alındığını iddia ederek mahkemeye başvurmuş durumda. Biz, süreci başından itibaren oldukça dikkatli takip etmiştik. Ancak bugüne kadar Birleşik Metal’in son tutumunu sabırla beklemeyi seçtiğimiz için üzerine bir şey yazmamıştık. Çünkü 2008 TİS döneminde de aynı atmosfer ortaya çıkmış, fakat Birleşik Metal işi sonuna kadar götürmeye cüret edemeyip geri çekilmişti. Bugün, takvime göre nisan başında başlayacak olan grevleri tümüyle sahiplendiğimizi, bu süreç boyunca ve grevler esnasında karşılaşacakları her güçlükte tüm varlığımızla metal işçilerinin yanında olacağımızı söylüyoruz. Bu grev, uzun yılların ardından Türkiye’de işçi sınıfının en sarsıcı hamlesi olabilir. Metal işçisi ne istiyor? Sendikanın talepleri Bir açıdan bakıldığında ortada büyütülecek bir şey yok gibi görünüyor. Metal işçileri, demirciler, önemli ölçüde ücret talebi eksenli bir greve gidecek. Siyasal talepler ya da işçi sınıfının tüm kesimlerini kapsayacak düzeyde bir sosyal çerçeve bulunmuyor. Buna rağmen bu grevin neden hayati bir önem taşıdığını anlatmadan önce sendikanın karar gerekçesine bakalım. 1. Yüzde 5, 35 zam oranı düşüktür. Düşüktür, çünkü 2008 krizi şirketlerin büyük kısmının hükümetten aldıkları teşviklerle sıkıntı yaşamadıkları ama işçilerin gerek çalışma gerek yaşam koşullarının geriletildiği bir kriz olmuştur. Düşüktür, çünkü 2009’un ikinci yarısından itibaren ama özellikle 2010 yılında metal işkolunda gerçekleştirilen büyümenin hiçbir şekilde karşılığı değildir. 2. Ücret zam yöntemi grup sözleşmesinin prensiplerini ortadan kaldırmış, her işyerine
farklı zam uygulaması, aynı saat ücretini alan ancak farklı işyerlerinde çalışan işçilerin farklı zamlar almalarına neden olmaktadır. 3. İş Yasası’ndaki değişiklikler ve hükümetin taslakları toplu iş sözleşmesinin imzalanmasından sonra tarafların iradelerinin dışında değişmesine yol açma tehlikesi taşımaktadır. Bu toplu sözleşme düzeni açısından uygun bir durum değildir, çünkü toplu iş sözleşmeleri tarafların kendi iradeleriyle imzaladıkları metinlerdir ve taraflar kendi iradelerinin dışında değişmesi ihtimal dahilinde olan metinleri imzalamamalıdır. Çok masum talepler olarak görünüyor değil mi? Değil! Hiç masum değiller, kesinlikle masum değiliz. Metal işçisi, MESS’e karşı Birleşik Metal, sektördeki örgütlü 120 bin işçinin sadece 15 binini kapsıyor. Ama bu işçilerin çoğu sendikalı olmak için ciddi direnişlerden geçti. Birleşik Metal’in örgütlü olduğu tek bir işyerinde bile örgütlenme kolay yoldan, patron işbirliğinde olmamıştır. Daha düne kadar Asemetsan’da, Sinter’de direniş sürmüyor muydu? Bugün Casper için aynı şey geçerli değil mi? 15 yıl önce o zamanın Siemens’i, şimdinin Prysmian’ı önünde Ülkü Ocakları’ndan gönderilmiş katiller tarafından kurşunlanan işçilerin arasındaydım, iki ay sonra da orada greve gidenler arasında yer alacağım. Rahatlıkla diyebiliriz ki, Birleşik Metal üyeleri bu ülkedeki en mücadeleci işçilerdir. Yani önümüzdeki aylarda karşılarına çıkacak lokavtlar -şimdiden MESS bu kararı aldı-, hükümetin grev yasaklamaları, eylemlere saldırılar vb. karşısında metal işçileri büyük bir kararlılık gösterecektir. Bu direnç, tüm işçi sınıfını etkileyebilir, etkilemesi için elimizden geleni yapacağız. Dahası, daha yaz döneminde burada,
Türk-Metal’in örgütlü olduğu işyerlerinde çalışan arkadaşlardan duyduklarımız, Birleşik Metal’in grevinin oraları da fazlasıyla etkileyeceğini gösteriyor. Örneğin TOFAŞ’taki arkadaşlar, yaz dönemi boyunca Türk Metal’in işyeri temsilcilerinin ortalıkta görünmediğini anlatıyordu. Hatta fabrika yönetiminin isteyenin işten çıkabileceği restine karşılık, bir hat -her vardiyada minimum 300 kişi- komple iş bırakınca, yönetimin kararını yarım saat içinde geri çektiği de onların anlattıkları arasında. Aynı şekilde Bosch işçileri bir öğlen arasında bir anda ortaya çıkan bir kararla Renault’ya yürümüşlerdi. TİS’te kendilerini satacağı önceden belli sendikalarından hesap sormak için Renault işçisini öncülüğe davet etmişlerdi. Fakat Renault’dan benzer bir çıkış o gün yaşanmadı. Ama grevin başlamasıyla birlikte buralardaki sessizliğin ortadan kalkacağını umuyoruz. Aslında bizim ummamızın ötesinde bir gerçeklik bu, çünkü ’98 yazında Bursa’yı gördük. Renault ve TOFAŞ işçileri, yani 10 bine (üç vardiyada) yakın işçi, aynı gün iş bıraktı ve anayolları kapatarak şehir merkezine yürüdü. O anayollar Bursa’nın hayati yollarıdır ve o fabrikalardan şehir merkezine 10 kilometreden fazla yol vardır. Sendikalarından istifa etmek için başvurdukları noterlerde işlemlerin sonuçlanması sabaha kadar sürdü, gündüz vardiyasına diğer vardiyalardan gelenler de eklendi, sabaha kadar Bursa’nın iki en merkezi noktasında toplam 7-8 bin işçi nöbet tuttu. Sonrasında yenilmiş olsak da o günün dehşeti hâlâ MESS patronlarının kabusudur. İşte bu yüzden, önümüzdeki grev bütün bir metal sektörünü sarma potansiyeline sahip. Ve elbette işler kağıt üzerindeki kadar kolay yürümüyor. Karşımızdaki örgüt MESS, yani Türkiye’nin en güçlü
patron örgütlenmesi; ‘sivil sermaye örgütü’ diyemiyoruz, çünkü metal işçileri onların askerini de polisini de ve hatta sivil görünümlü silahlı militanlarını da görmüştür. Dahasını söyleyelim, Turgut Özal, MESS’in atanmış başbakanıdır. Onun kararlarını uygulama anlamında değil, bizzat atanma anlamında: “Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası MESS 1970’li yıllarda ülkedeki politik ortama müdahale eden, yön veren ve giderek de belirleyen bir örgüt olarak öne çıkmıştı. O kadar ki, metal işverenleri sendikanın başkanını önce (1979) başbakan müsteşarı yaptılar. Sonra başbakan yardımcısı kılığında (1980) fiili başbakan, en sonunda da seçim kazanmış çoğunluk partisinin başında başbakan olarak oturttular. Hikaye anlatmıyoruz, Turgut Özal’dan söz ediyoruz. Hazret, MESS başkanlığından yola çıkıp, Çankaya’ya kadar vardırdı yükselişini…” Nazım Alpman, 21.02.2011, Birgün. Şimdi bir de buna üretim rekoru kıran otomotiv sektörünün içinden geçtiği kritik aşamada ne kadar saldırgan olabileceğini ekleyin. Bir de üstüne haziranda yapılacak genel seçim öncesi kıyasıya mücadelenin ortaya çıkarabileceklerini ekleyin. İnanın demirciler cehennem gibi bir süreçten geçecek, siz de onlarla cehenneme inmeye hazırlanmalısınız. Çünkü sizin de cennetinizi vaat ediyorlar. Kazanırlarsa Türkiye işçi sınıfı kazanacak; kaybederlerse, bunu aklımızın ucundan bile geçirmek istemiyoruz. Israr mı ediyorsunuz, geçirelim aklımızın ucundan; kaybedersek: kaybedebileceğimiz hiçbir şeyimiz yok, diğer işçilerin de. Diğer kesimlerin de kazanılmış mevzileri bulunmadığına göre şimdi kazanmak için her şeyimizi ortaya koymalıyız. Alkışlar, sloganlar başladı! Zorlu bir süreçten, zorlu bir mücadeleden bahsediyoruz. Sendikamız ve metal işçileri bu zorluğun ve tüm işçi sınıfı adına taşıdıkları sorumluluğun bilincinde. Şimdiden grev kararı asılan birçok işyerinde vardiya giriş-çıkışları eylemli, alkışlı, sloganlı yapılmaya başladı. Bu eylemler giderek artacaktır. Torba Yasa karşıtı süreçlerde ve ayrıca örgütlenecek eylemlerde metal işçilerini sıkça göreceğiz. Soru şu: görmekle mi yetineceğiz? Bolivya’ya, Tunus’a, Yunanistan’a yüksünmeden kendi ayaklanmamızı yaratma zamanıdır. Her eylemde metal işçilerini desteklemek, onlara güç ve azim vermek için, ama biraz da onların güç ve azminden feyz almak için onlarla olalım. Torba Yasa’ya karşı göstermelik tutumlarla yetinen tüm sendikaları Birleşik Metal’in örnek tutumuyla uyaralım: Ya dişe diş mücadele, ya patron tarafı!
3
EBRU ERBAŞ
K
Halil Efendi’nin ifade özgürlüğü
aradeniz’in İsyankâr Kadınları’nın 8 Mart 2011 Tarihi Kadıköy Prömiyeri için koştururken haberi geldi: Rize Belediye Başkanı Halil Bakırcı’nın ‘teröre çözüm için Kürt kuma’ formülü AB normlarına uygun bulunmuş. Valla bak; soruşturmasını tamamlayan savcılık, Bakırcı’nın ifadelerini Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ilgili içtihadı gereğince ‘düşünce ve ifade özgürlüğü’ kapsamında değerlendirerek takipsizlik kararı vermiş. Rize Cumhuriyet Başsavcısı’nın gerekçesini hafif buldum; bu halisane formüle Lebensborn gibi daha kadim içtihat yakışırdı! Hatırlamak gerekirse; densizliği belagat belleyen AKP tarzı sığ espriyle göze girme yarışı neferlerinden Rize Belediye Başkanı Halil Bakırcı, Tayyip Erdoğan’ın ‘Bizim Halil’i, yöredeki namıyla Deli Halil, geçtiğimiz Haziran’da yine kendisine uzatılan bir mikrofonun cezbine kapılmış, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Türk’ü, Laz’ı, Kürt’ü… bir bütün olduğunu” belirttikten sonra Kürt meselesine şöyle bir açılım sunmuştu: “Hısımlık, hasımlığı ortadan kaldırır. Zaman zaman ikinci eşler de olmuştur. Bu bizim kültürümüzde vardır. Kanunlarımız buna müsait değildir ama maalesef Türkiye’de oluyor. İnsan belli bir yaşa gelmiştir, çocuğu olmuyor veya eşi rahatsızdır. Bunu söylemek istemiyorum ama Türkiye’de görünen bir gerçek vardır. Bu gerçeği kabullenelim. İnsanlar, evlilik ihtiyaçlarını metres veya benzer şekilde tamamlıyor. Bu bölgelerden evlilik ve hısımlıkları artırarak, devletin de teşvikiyle önümüzdeki 30 yıl gibi bir sürede yaşanan sorunların aza ineceğine ve çözüleceğine inanıyorum.” Oradan Boğaz’a akan Bakırcı’nın, “Maalesef ikinci evlilik Batı’da örtülü yapılıyor. Bu olay Doğu’da bilinen şekilde, Batı’da ise gizli kapaklı yapılıyor. Zaten Güneydoğu kültüründe ikinci eşliliği oradaki hanımlar da kabulleniyor. Bunu biraz da devletin ve toplumun teşvik etmesi gerekiyor. Bu teşviklerle birlikte olayların aşağıya ineceğine inanıyorum,” diyerek sorunsuz şekilde aşağıya indiğine şahit olmuştuk. AKP’nin açılım politikasının ironisi için de muhalefete ihtiyaç duymadığını kanıtlayan bu ‘öneri’ yoğun tepkilerle karşılandı, Bakırcı karşıtı imza kampanyaları, siteler açıldı, Kamer Genç kontenjanından, “O arkadaş kendi kızlarını ikinci eş olarak versin,” yorumu geldi, Bakırcı özür diledi, Erdoğan Halil’ine partiden geçici uzaklaştırma kesti, Halil yandaşlarına ‘Sayın Başbakanım siz verdiniz biz kabul ettik, şimdi biz vermiyoruz siz kabul edin. Durmak Yok Halil Başkan ile yola devam’ yazılı pankartlarla gösteri yaptırdı ve yağan suç duyuruları üzerine başlatılan soruşturma da son olarak takipsizliğe bağlandı...
4
Bir 8 Mart arifesinde...
kardeşliğimize dair ata ruhlarımızın hikmetli sözlerini kulaklarımıza fısıldamaya devam eden onlardı. HES şantiyelerini taşlayan, “Buraya gelmesinler, vuracağım. Benim uşağım yok, beşiğim yok, vuracağım, gidip yatacağım, tamam mı?” diye diklenen, kahveleri basıp adamları da önlerine katan onlar oldu.
Kuma değil, bacı!..
Benimse bu haberi duyduğumdan beri gözümün önüne, köydeki evinin taraçasından çaylığını seyrederken, o iri kafasında iyice karikatür gibi duran badem bıyıklarının üzerine düşen burnunu oynata oynata, yarıcının karısına, kızına hallenen bir Bakırcı resmi geliyor nedense… Deli Halil’den maruf DH plakalı makam aracıyla sahilden doğuya seyrederken fındık işçilerinin sefaleti karşısında garip fanteziler üretebilen bir kafayı düşünmeden edemiyorum… Kendime engel olamıyorum, kınamamak lazım neticede, nefis bu, adeta hakkında ifade özgürlüğümü kullanmak istiyorum... Nataşa’lardan sonra yeni trend, neden olmasın? Zaten Karadeniz kadınları ezici rekabet karşısında saçları sarıya boyamaktan bir tuhaf olduydu yıllardır, en azından Kürt kadınlarına karşı
bu çeşit komplekse girmek gerekmeyecek… Karadeniz’in azimli kadınları… 1989’da Sarp sınırının açılmasıyla neredeyse eşzamanlı olarak dozu yükseltilen asimilasyon, yozlaştırma ve muhafazakarlaştırma politikalarının baş hasımları, denizimizle aramıza asfalt döken, derelerimizi yataklarından koparıp borulara hapseden, yaşam alanlarımızı vahşi bir piyasanın talanına açarken halka da kasıtlı bir yoksullaştırma ve öğretilmiş bir cehaleti dayatan politikaların baş hasımları… Tüm bu taarruzlara boyun eğmedi, hasım oldu Karadeniz’de kadınlar; çünkü erkekler gurbete çıkar veya kahvelerde pineklerken bir yaşam formunun aktarımını sağlayan, suyla ve toprakla bağımızı sürdüren, Karadeniz kültürlerinin rahmi olan vadilerin derinliklerini bekleyen, insanlığımıza
Siz şimdi bu faşist zihniyetin belediye başkanlığı makamlarından enjeksiyonu karşısında umutsuzluğa kapılmayın, Karadeniz’in bu isyankar damarından halen nabız alınmaktadır. Bakırcı ve efendilerinin ve dahi şakşakçılarının böylesi hezeyanlarına en iyi karşılık aynı yaz, fındık toplamaya gelen Kürt işçilerinin dışlanmasına karşı Giresun’da yapılan gösteride, ‘Fındık Bahçemiz de, Yüreklerimiz de Kardeşlerimize Açıktır’ pankartıyla verildi. Ordu ve Giresun’da idare Kürt işçilere asgari insani koşullarda barınabilecekleri kamp alanları yapmaya mecbur edildi. Karadeniz’in İsyankar Kadınları, Halil Bakırcı’da cisimleşen bu faşist zihniyete karşı itirazlarını bu kez de 8 Mart münasebetiyle Kadıköy’den yükseltecek. Bu Cumartesi Kadıköy’den haykıracaklar kuma değil bacı olduklarını, Tayyip’in Bakırcı’sına inat Bizim Cihan’ın, Koyuncu’nun, Terzi Fikri’nin hemşehrisi olduklarını… Bu onurlu ve yürekli halkın umutlarının, yaşanılır bir ülke özlemlerinin tank paletleri altında ezilemediğini, sahil yollarında kayalara gömülemediğini ve HES borularına da hapsedilemeyeceğini… Bir kez daha…
Bizi yönetenlerin zihinsel performansına gayet ‘cins’ bir örnek
Halil Bakırcı’nın Rize belediye başkanlığına uzanan öyküsü Tayyip Erdoğan’ın ‘Bizim Halil’ tabirini doğruluyor. 1994-1999 arası, Ardeşen’li Nusret Bayraktar’ın başkanlığı döneminde, Beyoğlu Belediye Meclis Üyeliği ve Teknik Başkan Yardımcılığı görevlerinde pişti. Beyoğlu’nda bu dönem, Bakırcı’nın ailesinin yaptığı daireleri satabilmek için inşaat ruhsatlarını kestiği, kimseye çivi çaktırmadığı yıllar olarak hatırlanır. Nitekim daha sonra Rize’de de Mesut Yılmaz fotoğrafı asan müteahhitlerin ruhsatlarını iptalle terbiye yoluna gidecektir. 1999-2004 arası Kadıköy Belediyesi Meclis Üyeliği ve Kasımpaşa Spor Kulübü Başkanlığı görevlerinde bulunan Halil Bakırcı 2004’ten beri Rize Belediye Başkanı. “Artık altyazılı espri yapıyorum…” Geçtiğimiz günlerde Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde Heyelan ve Taşkın Sempozyumu düzenlendi. Asıl amacının halklı HES’lerle uzlaştırmak olduğu anlaşılan sempozyuma, HES Mücahidi, Çevre Bakanı Veysel Eroğlu başta olmak üzere AKP’liler anlamlı katılım sergiledi. Dizi dizi sürahiler HES’lerin heyelan ve taşkınları engellemek suretiyle nasıl da faydalı yatırımlar olduğu hususunda halkı aydınlatıyordu ki bunca muhterem zevata kendini hatırlatmak fırsatını kaçırmak istemeyen Bakırcı yine cehaletin dipsiz kuyusundan esprili bi yaklaşım sergiledi : “Ben hava tahminini atalarımın yaptığı gibi çoban ve kaptanlara soruyorum. Her zaman da doğru çıkıyor. Bu tahminlerin teknolojiye yetişemeyeceğini bende biliyorum. Bu espriyi dikkat çekmek için yaptım.” Anlaşılan sütten ağzı yanan Bakırcı, her ne kadar çoşkun kişiliğini dizginleyemese de, artık şirinlik sergilerken altyazı vermeyi ihmal etmiyordu... Deli Halil HES talanından da eksik kalmaz… Rize’den gelen son haberlerden biri, Rizespor stadının hemen yanında
bir benzin istasyonu açılışıydı. Halil Bakırcı açılışta yaptığı konuşmada, şehrin en işlek noktalarından birindeki bu istasyonu, “Rize belediye başkanı olarak asli görevlerimden biri Rizespor’a hizmettir,” diye açıklıyordu. Bu vesileyle, siyasi ve bürokratik performans ile üretilme aşamasında olan HES projelerinin de müjdesini veren Başkan, “Bir de HES ettuk mi Rizesipor’un sirti yere gelmez,” dedi. Bakırcı bu beyanıyla “bütün derelerimiz borulara alınıp şirketlere satılırken Rize Belediyesi bu talandan eksik mi kalacak?” şeklindeki endişeleri de gidermiş oldu. “Gençliğimizin çeşitli yerlerine dövme yapıyorlar!” Geçtiğimiz yaz, Rize’de oluşturulan fuar alanından stant kiralayan Karadeniz Teknik Üniversitesi öğrencileri, Halil Bakırcı tarafından “dövme yaparak, Rizeli gençlere kötü alışkanlıklar kazandırdıkları” gerekçesiyle işyerinden çıkartıldı. Bakırcı konuyla ilgili olarak, “bu işyerlerinde uygunsuz halde bayanlar duruyordu. Gençliğimizin çeşitli yerlerine dövmeler yapıyorlardı. Bu ne bizim kültürümüze ne de bizim dinimize uyar,” dedi. “TAYAD’lılara iki tane de ben çakacaktım…” 2005’te TAYAD üyesi bir grup, Rize Belediyesi önünde basın açıklaması yapmak isteyince taşlı sopalı saldırıya uğramıştı. Halil Bakırcı, TAYAD’lılara saldıranlara hak vermiş, “Ben de belki TAYAD’lılar olduklarını bilseydim, vatandaşların tepkisiyle aşağıya inebilirdim. Beklenenin altında bir reaksiyon gösterildi,” demişti... Bakırcı’nın ‘zor’ anlayışı… Rize’nin yerel TV’lerinden birinin muhabiri sordu: - Başkanım, zabıtaları zorla emekli ettiginiz doğru mu? - Zorla emekli ettuğumuz doğri değuldur ama zorladuğumuz doğridur...
HAKAN KURTULDU Defne Joy, bir şekilde ölmüştür... Su testisi su yolunda kırılmış mıdır, kırılmamış mıdır, tartışmam bile; fakat iktidarın sağ testisi hâlâ en tiz gülüşüyle yerinde sallanmaktadır...
Su ‘testi’si mi, iktidar ‘testis’i mi? G
eçen ay bir kadın öldü. Defne Joy Foster... Ölüm biçimi ve yeri hakkında sosyal kimlik parantezinde binlerce sayfa yazıldı, binlerce dakika haberi yapıldı, binlerce dakika tartışıldı. Evliymiş… Çocuğu da pek küçükmüş… Kocasından ayrılacakmış… Kafaları iyiymiş… Medyanın ‘arayıp da bulamadığı’ cinsten vuku bulmuştu hadise. Olan biten karşısında medyadaki her cinsten mahlukat, çiş saati gelmiş evcil köpekler gibi heyecanlandı. Liberal cenah ‘kuru sıkıların en dandiği’ olan ‘özgürlük’ silahını kimin beline taksak çelişkisi hakkında kafa patlatırken, badem bıyıklı muhafazakar tim, ‘nefsine yenilmiş’ bu ‘ölü’ üzerinden mukaddesatçı yönlendirmelerin nasıl yapılması gerektiğinin eskizlerini karalamaya başladı. Bu toz duman içinde, diliyle çanak parlatma üstatlarından en postkalaycı, Hıncal Uluç isimli, gülmeyi bile genetik olarak devralamamış ‘şey’ köşesinde ergenleri kıskandıracak çapsızlıkta bir kara yazı yazdı. Kadını, ‘sarhoş olarak bekar evinde ölme suçu’ nedeniyle ayıpladı. Kocasını da, ‘yerinde olmak istemediği bir adam’ olarak buruşturup attı. Yazıyı da ‘su testisi su yolunda kırıldı’ diyerek bitirdi... Yani ölen kadının, bekar evlerinde gezerek, sarhoş vaziyette öleceği zaten aşikardı, dedi. Yazı, üstten okunduğunda her ne kadar ‘Hakkaten lan!’ dedirtmeyi amaçlayan bir popülist saik ile karalanmış gibi görünse de, asıl amacı itibariyle ülkeyi sadakayla mutaassıplaştırmış iktidara ve bileşenlerine mavi boncuğu, yazı sahibinin göbek deliğinde hediye etme amacı taşımaktadır. Hıncal Uluç diye bilinen ‘şey’i tanımayıp kendisini bu yazısıyla değerlendirsek, fukaraları sevap olsun diye özel arabasıyla hacca götürüp sırtında yedi tur tavaf ettiriyor zannederiz. Halbuki bildiğin ‘bekar evi’ sahibi bir insan. Hıncal’ın tek şansı şimdiye dek bekar evinde misafir ettiği genç ‘su testileri’nin hiç birinin o evde kırılmamış olmasıdır. Onlar daha ziyade fuhuş operasyonlarında kırılmaktadır. Öte yandan, bir erkeğin sadece ve sadece bir kadınla aynı evde yaşayıp güpür perdeli ve koltuk takımlı bir hayatı seçtiğini belediyeye imzalı ve papyonlu bir şekilde beyan etmediği için hakaretamiz bir şekilde
‘bekar’ olarak suçlanması ve evinin lanetlenmesi de haksızlıktır. Bu olayda ise, kadın ‘ahlaksız’ ilan edilerek, aynı ‘norm’lara göre daha ahlaksız ilan edilmesinde herhangi bir teknik sorun olmayan ‘evli kadına tebelleş olan bekar’ rolündeki adamı aklar niteliktedir. Çie kavrulmuş bir adaletsizlik söz konusudur. Referans aldığın ucube ahlak perspektifinden bekar evi sahibi Altanlar’ın veliahdına da birkaç satır yaz da hep beraber okuyalım, anlayalım. ‘Evli kadının çevresinde pervanelik’, ahlakınızın neresinde duruyor onu da bellemiş oluruz…
Öbür ‘Taraf’ ne olacak?
Sözü geçen ‘bekar’ın hem kalın bir gazete ‘Taraf ’ında olması, hem de vuku bulan şey aynı ‘ahlak’ tarafından ‘el kiri’ olarak nitelendirilmesi alçaklığın sınırlarını çizmektedir. Bu hin ahlakçılığın legalleştirdiği bir diğer mevzu ise şu: Kadın, ölüsüne bile saygı duyulması beklenemeyen bir kişi ilan edilirken, evli kadını evine davet ve kabul etmekte herhangi bir sakınca görmeyen bu bekar, Hıncal’ın sövgüsüne mazhar olamamıştır. İşin en acı tarafı, Hıncal’ın sırtını sevdirmeye çalıştığı muktedirler, Hıncal’ın gerçekten böyle düşünmediğini/ yaşamadığını en az senin benim kadar biliyorlar. Zira röpteşambır ve gıdık kırışıklarını saklamak için kullanılan şal desenli fular kullanan birinin İslamcı iktidarla tek paydasının Nihat Doğan olduğu açıktır. Bu aksesuarlara gönül vermiş bir mutaassıbın çakma olduğunun tespiti hiç mi hiç zor değildir. Cemil İpekçi ne kadar
muhafazakarsa, Hıncal Uluç o kadar muhafazakardır. Öte yandan, söylediklerimin tek bir harfi bile bahse konu olayın kişilerinin ne yaptığı ve nasıl yapıldığıyla ilgilenmemektedir. Evli bir kadının nereye kaç promil alkolle gidip gidemeyeceğini tespit etmek, Şeyhülislam işi olsa gerek. Gittikten sonra da kaç kırbaç vurulması ne ceza verilmesi Kadı’nın görevidir. Bize göre, kimin ne yaşadığı, insanın kendisiyle ve varsa yaşamı paylaştığı kişiyle ilgili bir meseledir. Zinhar bizim işimiz değildir. Hıncal’ın ya da herhangi birinin işi olamayacağı gibi… Fakat Hıncal, “Bu ölümü ‘reyting’e nasıl tahvil ederim?” sorusunu projeleştirmiştir. “Su testisi su yolunda kırıldı,” cümlesi muhafazakar büyük kalabalıklarla ve iktidarla seviyesiz bir cilveleşmeyi gösteren jeneriktir. Bu yazı Hıncal için bir reklam filmidir. Öylece yazılmış bir yazı değildir. ‘Delikanlı bir Türk erkeği’nin alelacele karaladığı hezeyanları da değildir. Önü sonu ince ince değerlendirilmiştir. “Ben bunu yazarsam kimi karşıma alırım, kimin kucağında yerimi alırım,” muhasebesi yapılmıştır. Hıncal böyle çıkışların bu coğrafyada her zaman para ettiği gerçeğini, bu proje yazısının hareket noktası olarak belirlemiştir. Yazı yayımlanmıştır, dükkan kapandığında hasılat kıvrılıp cebe girmiştir. Büyük mutaassıp kalabalıklar Hıncal’ın ahlaki tutumu karşısında önünü iliklerken, aklıselim sahibi küçük kalabalıklar da böyle bir fikir beyanının Hıncal gibi geçkin, çakma playboy (oyun oğlanı) biri tarafından
nasıl yapıldığını anlamaya çalışmıştır. Her parlatmaya çalıştığı model fuhuş operasyonlarında ‘kahraman’ olan bu zata daha uygun bir sıfat bulunabilir zira… Neyse… Artık kara sakallı, şalvarlı vahşi bağnaz fotoğrafının herhangi bir kıymeti kalmamıştır. Fularlı monşer kopyaları da kör bağnazmış gibi yapabildiklerini ispatlamıştır. Tüm lügatlerde işbirlikçilik aşağılık bir tanımdır. Ellerini ovuşturarak gezen düzen ve iktidar yancıları, işbirlikçiler, adaletsizliğe yardakçılık yapanlar, çanak tutanlar, tutulan çanağı yalayanlar tarih boyunca hep olmuştur ve olacaktır da. Ama işin en acı tarafı bu karakterlerin takipçisi ve destekçisi olanlar ezici çoğunlukken , ‘edep yahu’ diyenlerin azınlık olmalarıdır. Selçuk Üniversitesi’ndeki ilahiyatçı, tacizi-tecavüzü rahatça dekolteye bağlayabiliyor, kimse ses çıkarmıyor. ‘Alkol-seks’ muhabbetleri gırla… İktidarın verdiği güç ve gaz ile, toplumu kendi sapıklıkları etrafında biçimlendirmeye çalışıyorlar. Kendi kafalarına saplanmış, sırf günah diye kendilerini alıkoydukları bütün sapıklıkları, karşılarındakilere yamamaya çalışıyorlar… Bu sapıkları anlayabiliriz. Fakat Hıncal ve benzeri unsurların bu eyledikleri, söyledikleri, güç karşısında dizlerinin üzerine çöken ve efendileri yellenirken derin derin nefes alan küçük burjuva yarı-aydınların halini anlatmaktadır. “Ak ak ak günlere, açılım açılım açılım” gibi bir güeyle iktidara methiye şarkılar besteleyen Nihat Doğan bile, Hıncal’ın ahlakçı hallerinden çok daha samimidir. En azından Nihat Doğan, zihinsel melekeleri itibarıyla başka bir boyuttadır. Burjuvazinin beslediği, avanta gezilere, yemeklere, içmeklere kalemini kiralayan, yanında pahalı ‘model’ dolaştırıp piyasa artıran Hıncal gibileri, ne yaptıklarını çok iyi bilmektedir. İnsan sormadan edemiyor tabii, şurada yaşayacağın üç-beş yıl varken, değer mi iktidar testisi olmaya?! Neyse… Defne Joy, bir şekilde ölmüştür. Yakında bu ölümün nasıl gerçekleştiği adli makamlarca dillerinin döndüğünce açıklanacaktır. Su testisi su yolunda kırılmış mıdır, kırılmamış mıdır, tartışmam bile; fakat iktidarın sağ testisi hâlâ en tiz gülüşüyle yerinde sallanmaktadır...
5
. .. i s e g l ö g n ı t a y a H
BURHAN KUM
A
kdeniz nasıl balıklar için bir çölse, Antalya da kültürel açıdan öyledir. İstediğin her kitabı bulamazsın bu şehirde. Doğru dürüst bir galeri yoktur ki sergi izleyebilesin. Bakmayın yılda on günlüğüne Türkiye’nin en eski film festivali Altın Portakal’a büyük tantanayla ev sahipliği yaptığına, geri kalan 11 ay 20 gün berbat Hollywood yapımlarına mahkumsundur burada. Onun için Tevfik Taş’ın hazırladığı, Tunç Erenkuş’un yönettiği, Erdal Eren’in hayatını konu alan Oğlunuz Erdal belgeselini Antalya’da izleyebilmek benim için heyecan vericiydi. Belgeseli izlemek için atölyemden çıkmadan az önce, internette emekli bir askeri savcının, Balyoz Davası kapsamında 163 asker hakkında çıkarılan tutuklama kararının hukuka aykırılığından bahsettiğini okumuştum. ODTÜ öğrencisi Sinan Suner’in, 30 Ocak 1980 tarihinde MHP’li Bakan Cengiz Gökçek’in koruması Süleyman Ezendemir tarafından vurularak öldürülmesini protesto etmek için 2 Şubat 1980 günü düzenlenen gösteride çıkan çatışmadan sonra gözaltına alınan 24 kişiden biriydi Erdal Eren. Çatışmada er Zekeriya Önge’yi öldürdüğü iddiasıyla tutuklandı. Gözaltına alınmasından, bir buçuk ay gibi çok kısa bir süre sonra, 19 Mart 1980 günü hakkında idam kararı verildi. (Bugün davaları on yıldır karar bağlanamadığı için salıverilen katilleri bir düşünün!) Kendisiyle en son görüşen gazetecilerden Savaş Ay ve Emin Çölaşan’a, “Avukatıyla görüştürülmediğini, 18 yaşının altında olmasına rağmen idam edilmek istendiğini, yaşının 18’den küçük olduğunu tespit edecek olan kemik testi yapılması talebinin kabul edilmediğini, vurduğu söylenen jandarma erine çok uzaktan ateş açtığını ama otopside yakın atışla öldüğünün kanıtlandığını, kendisini ibret olsun diye asacaklarını ve ölümden korkmadığını...” söyledi. Mahkeme heyeti, Erdal’ın suçsuzluğunu kanıtlayan birçok veriyle birlikte jandarma erine isabet eden kurşunun geliş açısı ile Erdal’ın bulunduğu noktanın örtüşmediği gerçeğini de fırlatıp atmıştı. Oğullarının adil bir mahkeme sonucu aklanacağı umudunu taşıyan ailesi Erdal’ın 13 Aralık 1980 tarihinde gerçekleşen idamını radyo haberlerinden öğrendi. İdamı protesto etmek için pankart asan 17 yaşındaki Ercan Koca da ‘güvenlik güçleri’ tarafından kafasına tabanca kabzasıyla
6
vurularak öldürüldü. Raporunda ölüm nedeni olarak, “Çamurda giderken ayağı kaydı ve beyin kanamasından öldü,” yazıyordu. (İmza: Adalet!) 12 Eylül 1980 sabahı TSK’nin postalları Türkiye’yi çiğnedi. En altta kalan, şimdi yokluğundan şikâyet ettikleri hukuktu. Eğer bugün Türkiye’de hukuksuzluk güçlü olanın amacına ulaşmak için başvurmakta çekinmediği bir araçsa, bu aracın meşrulaştırılmasına hiç bir kurum TSK kadar katkıda bulunmamıştır. Generaller bugün düzmece belge ve kanıtlarla tutuklanıyor olabilirler. Bu nokta bir gün burjuva hukukuna bile ihtiyaç duyacak herkesi tedirgin etmektedir. Ancak henüz bir yüksek rütbeli asker çıkıp da, “Ülkedeki hukuk anlayışının bu hale gelmesinin baş sorumlusu bizleriz. Hukuku yıllarca kendi istek ve ihtiyaçlarımıza göre yönlendirdik. İktidarda olduğumuz cunta yıllarında onlarca kişiyi düzmece delillerle idam, binlercesini de sokakta ve evlerinde yargısız infaz ettik, hapishanelerde ve işkencelerde öldürdük,” demediği sürece hukuk taleplerinde samimi olduklarına inanmıyoruz. Emekli Koramiral Atila Kıyat’ın, “1993 ile 1997 yılları arasındaki faili meçhuller bir devlet politikasıydı, bu cinayetleri işleyen askerler emirleri uyguladı,” ve bu cümle üzerine verdiği ifadede, “Faili meçhul cinayetler konusunda eğer böyle bir suç işlenmişse teğmen,
üsteğmen veya yüzbaşı rütbeli askerin kendi başına bunu yapamayacağını düşünüyorum,” dediğini hatırlayalım. Bunu söyleyen Gölcüklü bir balıkçı değil, her türlü istihbarata ulaşma olanağına sahip yüksek rütbeli bir komutan. Akepe, generallerin kendi doldurdukları silahı şimdi onlara birlikte bütün muhaliflere karşı kullanıyor. Ancak hukukun onlar için de gerektiği günler geldi!..
Asker! İzlenecek! İzle!
Oğlunuz Erdal belgeseli tüm kademe ve kurumlarıyla bellek fukarası toplumumuza en temel hukuk kavramlarını hatırlattığı için çok önemli bir yapıt. Bu anlamda, Türkiye’de oldukça zayıf olan belgesel sinemacılığa katkısı da yadsınmaz. Tam da günümüzde yaşadıklarını doğru bir bağlama yerleştirebilmeleri için TSK mensuplarına izlemelerini özellikle tavsiye ediyorum. Belgeselin en güçlü yanı, hayatları dramatik bir biçimde kesişen dört gencin izinden Türkiye’deki hukuksuzluğun tarihini yazmış olması. Şimdi biliyoruz ki Türkiye’yi 12 Eylül’e taşıyan yolda Sinan, Zekeriya, Erdal ve Ercan’ı birleştiren ortak en az bir nokta vardı: O da, gençlerin dördünün de hukuku ezen aynı el tarafından öldürüldükleri. Belgeseli hazırlayanlar bu noktayı çok ustaca gözler önüne seriyor. Hayattan koparılan bu gençlerin hepsinin birer kurban, ‘adalet’ koltuğunda oturanın
ise katil olduğu gerçeği iliklerimize nakşediliyor. Belgeselin bana hatırlattığı bir diğer nokta da sanatın hayatın yanında bazen ne kadar yapay kaldığıydı demek ki sanat ve yapay anlamına gelen sunî kelimelerinin aynı kökten türemeleri tesadüf değil. Erdal’ın belgeselini izlerken aklıma Alejandro González Iñárritu’nun birkaç insanın hayatının bir olayda kesişmesini konu alan Paramparça Aşklar ve Köpekler ile 21 Gram filmleri geldi. Benzer kurguları açısından ilginç olan bu filmler, merkezinde Erdal’ın olduğu hayatların belgeselini izledikten sonra bütün büyüsünü kaybediyor, kül gibi savruluyor insanın gözü önünde. Sanat, hayat kadar vuramıyor insanı. Hayat sanatı alt ediyor. Yine de sanat hayatı paylaşmanın temel araçlarından biri olmaya devam ediyor. Ve bu paylaşım sürecinde sanat, insanları etkileyebilmek, hayatlarında bir anlam ifade edebilmek istiyorsa, izinden yürümesi gereken hayatın ta kendisi. Bunu da en etkili biçimde ancak onun gölgesi olmayı başarırsa gerçekleştirebiliyor. Oğlunuz Erdal belgeseli izleyiciyi etkilemeyi başarmakla kalmıyor, dönüp hayata tekrar bakmamızı da sağlıyor. Bir sanat eserin asli görevi her zaman yaşanmış bir olayı belgelemek değil kuşkusuz ancak kaynağı hayatın içinde bulunmayan hiç bir iş de izleyiciyi hayat üzerine düşünmeye yönlendirmiyor...
‘ÖZGÜRLÜK’ sarhoşluğu!..
Ö
ğrencilik zor zanaat… Hele ki İstanbul’da, piii!.. Ev kiralarıdır, kitaptır, hayatta kalmadır derken, para lazım gelir her zaman. Birçok öğrenci çalışır. Ben de çalışıyorum bazen. Bazen diyorum çünkü ya ben dayanamıyorum, ya onlar dayanamıyor... Ama vazgeçmek de yok. Mesela son bi iş deneyimim oldu 2-3 günlük. Enteresandı. İki bardağı tek elde zor taşıyan ben, bir cafe-bar tarzı yerde servis elemanlığı yaptım. Yaptım sayılmaz. Takıldım. Ve sonunda ‘ay-ı-rıldım”. Niye ay-ı-rıldım? İzah edeyim… Evvela o gün, aylaklık etmek üzere dışarı çıkan ben, gelen telefonla birlikte, “Hacı bugün iş var, acil mekana gel!” çağrısına uydum. Biraz para kazanmak için önceden fiyat falan konuştuğumuz, hiç anlamadığım bir iş yapmak üzere ‘dükkan’a gittim. “Bugün çok yoğun olacak, bi grup gelecek, bahşiş de bol olur,” diye beni gaza getirdiler. Beraber çalıştığım arkadaş var, Teko, ona sordum, nedir, kimdir bunlar diye, “Devrimciler!” dedi. “Allah Allah, bak sen!” dedim, şaşırdım. “Hangi devrimciler la?” diye sordum tabii. Gelen cevap, şaşırtmadı. “Devrimci sosyalist iş…işçi partili kardeşlerime selam ederim…” Şimdi, onun bunun kardeşi olanlara servis yapacak olan ben, önce okkalı bir küfür edip, biraz meraktan biraz da, “Mecbur, çalışıyoruz arkadaş,” deyip mütevazı bir şekilde masalara gidip servis almaya başladım. Dakka bir, gol bir! Normalde kapitalist üretimin mübadele biçimi olan, para ile takas olması gerekendir. Ama bana, aldıkları bira karşısında bir parça kağıt uzatan insanlar var karşımda. Alıp doğal olarak üzerini okudum. “Aksırana tıksırana kadar ÖZGÜRLÜK!”, ebik-gabık eylemi, yer, adres, saat ve DSİP yazılı bir kağıt. Bir de üzerinde 10 tl yazıyor... İlk bakışta bildiğimiz kağıdın değer biçimi olarak 10 tl’ye karşılık gelmeyeceğini düşünebiliriz, sonra anlıyorsunuz ki öyle değil. Girişte gelecek olan ‘yoldaş’lara bu fiyattan satılıyor, sonra önceden anlaşma yapılmış mekandan bir adet bira ücretsiz alınıyor. Peh! Size çalışma koşullarını anlatayım mı, bilmiyorum. Az çok tahmin edersiniz. Yani mekanı benim açımdan değerlendirmek sizi ve herkesi kinlendirecektir. İşte tam da böyle bir yerde, ‘sosyalist’ bir dünya hayali olan ‘devrimci’ bir parti ‘eylem’ yapıyor. Ne iş ama! Bir de kağıda ‘ÖZGÜRLÜK’ diye kocaman yazmışlar. Arkadaşlara özgürlüğün ne olduğunu birilerinin tam olarak anlatması lazım. Belli ki çok yanlış anlamışlar. Bir mekana gidip içince özgürlük geliyor sanıyorlar -eminim Tayyip bunları görünce çok ‘muhalif’ algılayacaktır. Ben de bu özgürlük kağıtlarını alıp bizim Teko’ya uzatıp, “Teko bir özgürlük versene!” diye bağırıyorum. Masaya giderken, “Sizin özgürlükler ikiydi
değil mi? Evet?” deyip kafa yapıyorum. Başka yapacak pek bir şey de yok. Şiddete başvurmak son tercihim çünkü işten atılma falan, ama ona da sıra gelecek… Görmemezlikten geliyorum ama ikinci kez sesleniyorlar yine görmemezlikten geliyorum sonra kolumdan yapışıp, “Bakar mısıııan?” diye bağırıyor kulağımın dibinde. Sarhoş. Sarhoş ki zaten yüzüne bakarken soruyor soruyu. Sarhoş kadın, yanındaki 40 yaş üstü beyaz saçlı ‘samimi’ adamı gösterip, “Bak bu benim şefim!” diyor, e biraz asabım bozuluyor, “Buyur ben de şef garsonum,” diyorum. “Şimdi ben ona bir bira ısmarlayajağıım!” diyor yayık yayık. Ben sadece rakam duymak istiyorum. Bana iki diyecek, ben iki özgürlük diyecem, bana üç diyecek, ben üç özgürlük diyecem. Gel gör ki arkadaş rakamları tanıyacak halde değil. O yüzden ben de yazıyla yazdım. Döndüğümde elimdeki özgürlükleri masaya bırakıyorum, malum kapital mübadeleyi bekliyorum. Ben ürünü ikinci elden getirdim, parayı alıp teslim edip aracılığımı sonlandıracağım ama ‘şef’ ve kitle oralı değil… “Öhöm!”. Nihayet fark ettiler. Bir ben ısmarlayacağım, hayır ben ısmarlayacağım, yo hayatta olmaz ben.. Neyse, halkımız ‘eylem’ esnasında iyice birbirine girdi, kim kitle, kim şef karıştırmaya başladım. Bir de, af edersiniz, yavşak yavşak birbirlerine ‘Yoldaaaş!’ demeleri yok mu? Her duyduğumda ürperiyorum… Neyse… Malum, AKP’nin ileri demokrasisi neticesinde kapalı mekanlarda sigara tüttüremiyoruz, hepimiz sinirleniyoruz. Çalıştığım mekan da kapalı. Sigara yasak. Fakat ‘özgürlük’ müessesesini kapitalist bir müessese ile karıştıran bizim bu arkadaşlar, içeride sigara içiyor! (Aman Tayyip görmesin!) Tamam. Bana kalsa içsinler sabaha kadar da, patron kızıyor. Bu durumda bana kalan onları uyarmak. Uyarıyorum. Gel gör ki bu sefer yanındaki yakıyor. “Geri zekalı bunlar herhal, teker teker söylemek lazım,” diyor Teko. Üşenmiyorum, teker teker söylüyorum. Ama olmuyor, “İçeride sigara içmek yasak iki adım yanda balkon var,” diyorum, yüzüme bakıyor, elinde tüten sigarayla. Acaba yabancı mı diyip bu sefer İngilizce söylüyorum yine bakıyor. Elinden sigarayı alıp söndürüyorum. “Bu benim özgürlüğüm karışamazsın, ben özgürlükçüyüm,” diyor. “Özgürlük böyle bir şey,” diyorum içimden, dışımdan küfrediyorum. Sonrası malum. Yine işsizim… Biraz sonra mekan onlara jest yapıp hareketli ‘devrimci’ şarkılar çalıyor, dans ediyor ‘özgür’ insanlar. Şeflerle kitle kaynaşmış… Bakıp, “Bunlar dünyayı değiştirecek…” diyorum. Netice itibarıyla, az çalışıp iyi para kazanacağım, çok fazla ‘özgürlük’le alakası olmayan bir iş arıyorum… (BARAN KAYA)
Ah ne hoştur patron sopalamak!
O
rtadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde uzun zamandır beklenen fakat çok geç kaldığını söyleyebileceğimiz ayaklanmaların akıbeti konusunda tartışma muhtelif. Devrimci önderlik boşluğunda, kapitalizmin yeni bir denge sağlaması muhtemeldir. Yine de, her ayaklanmada olduğu gibi, içimizi ısıtan haberler geliyor. Bakın, Mısır’da işçiler patronları dövmeye başlamış! Hayatta bundan daha güzel bir manzara tasavvur edemiyorum… Evet, Mısırlı işçiler haksız yere ve ücretsiz olarak yaptırılan fazla mesaileri yapmamaya başlamış, aynı zamanda ücretlerine yüzde 50-60 oranında zam istemeye ve patronlarını da darp etmeye, daha doğru bir tanımlama ile patronlarına da şiddet uygulamaya başlamış. Elbette ülkede uzun zamandır faaliyet yürüten Türk firmalarının sahipleri, yöneticileri de bu durumdan rahatsız olmuş; Bangladeşli ve Sri Lankalı işçilerle çalışmayı düşünmeye başlamışlar. Bu işçilerle çalışmayı isteme nedeni olarak da, “Onlar sessiz sakin işçiler, ülkede ki durum onları ilgilendirmediği gibi Mısırlılardan daha ucuza çalışıyorlar,” açıklamasını yapıyorlar. Sabah gazetesi haberi ‘Demokrasi fazla geldi: Mısırlı işçi patron dövüyor!’ başlığıyla verdi! Şöyle yazıyor haberde: “Mısır iş piyasalarında Hüsnü Mübarek’in ardından tam bir kâbus yaşanıyor. Milyonlarca işçi zam ve az çalışma gibi taleplerle şirketlerin kapısını aşındırırken, olayların şiddeti patrona dayağa kadar varıyor.” Ya, patron medyası bu gibi meselelerde ne kadar da net: “Hüsnü Mübarek’in ardından tam bir kabus yaşanıyor”muş! Patronlar için kabus olabilir tabii, bizim için keyiir… İşçiler elbette iktidarı almaya soyunduklarında patronlarına şiirsel sopalar atacak, yıllardır kendi ürettikleri artı değer sayesinde zenginleşen bu adamların fabrikalarına ve mallarına da el koyacaktır. Karşıdevrimciler duvar diplerinde kurşuna dizilecektir. Devrim durumunda da birileri tutup, “Aman bu ne, kirli elleriyle devrim yapıyorlar pis pis, patron sopalanır mı hiç?” mealinde yazılar yazamayacaktır. Mübarek’in tahmin edilen servetinin 50 milyar dolar olması, buna karşın ülkenin tüm zenginliğini üreten işçilerin aylık 120 dolar maaş almaları, onyıllardır işçi sınıfının her gün dayak yemesi anlamına gelmiyormuş gibi, şimdi patronlar iki tokat yedi diye ortalık ayağa kalkıyor. Piramitleri inşa eden kölelerin soyundan gelmeseler de aynı topraklarda yaşayan mutsuz çoğunluğun bu kalkışması binlerce yıl önce çok daha ağır koşullarda zorla çalıştırılanlara göre daha iyidir, fakat Mısırlıların İbrani isyancıları gibi topraklarını terk edip gitmeleri değil, ülkelerindeki değişimi devrime doğru götürmeleri yapılması gereken en önemli eylemdir. Eğer isyanın yönü devrime, sosyalizme doğru ilerlemezse, çok az bir kazanımla sonuçlanacaktır. Son olarak, yıllardır, “Abi burada ne işimiz var? Gelin 20-30 kişi Cibuti’ye gidelim, zaten orada üç tane şehir var, yaparız devrimimizi, kıtayı da ayaklandırırız,” der dururum. Hakan Gülseven, benimle dalga geçerdi. Geçenlerde bir akşam arayıp, “Haklıymışsın usta!” dedi. Cibuti’de de gösterilerin başladığını ondan öğrendim. Afrika ve Arap ülkelerinde başlayan isyanların devrime dönüşmesi ve işçilerin işyerlerine el koyması dileğiyle… Ne hoştur patron sopalamak!.. (MURAT KARATAĞ)
7
‘Oryantalist ezber’ bozuluyor!..
M. UTKU ŞENTÜRK
P
rometheus misali Tunus’un yaktığı devrimci ateş birçok Arap ülkesini etkileyerek yayılıyor. Tunus’la başlayan Mısır’la devam eden hükümet karşıtı protestolar, Yemen, Libya, Cezayir, Ürdün ve Bahreyn’e de sıçradı. Yemen’de sürecin gelişimi, haftalar öncesinden Tunus’taki hareketlenmeyi takip eden Yemen muhalefet partilerinin bir koalisyon oluşturması ve Yemen için bir eylem programı oluşturmaya karar vermeleriyle başladı. Bu koalisyon, Islah Partisi ve Sosyalist Parti gibi bileşenlerden oluşuyor. Koalisyon, Tunus’un Yasemin Devrimi’nin, Yemen’deki hareketlenmeler için bir ilham kaynağı olduğunu söylüyor. Bununla beraber, pembe, Yemen’deki ayaklanmanın rengi olarak seçildi ve bütün protestolar, şiddet karşıtlığını simgeleyen pembe flamalar ile düzenleniyor. Koalisyon eylem programını çeşitli şehirlerde düzenlemeye başladığında Islah Partisi üyesi Tevekkül Karman hükümet karşıtı eylemler organize etme suçuyla tutuklandı ve bu tutuklama ardından ülkedeki hareketlenmeler hızla arttı. Tevekkül Karman’ın serbest bırakılması için çeşitli eylemler düzenlendi ve 23 Ocak’ta Karman serbest bırakıldı. Düzenlenen eylemlerin akabinde, 27 Ocak eylem günü olarak açıklandı. 27 Ocak’ta, Sanaa Üniversitesi’nin de arasında bulunduğu dört farklı bölgede 15 bin kişinin katılımıyla kitlesel gösteriler düzenlendi. Gösterilerde yükselen sloganlar Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih’in istifasına yönelikti. Tunus’ta olduğu gibi Yemen’de de talepler yoksulluk, hayat pahalılığı, hükümetin ekonomik politikaları, yolsuzluk gibi konularda kilitleniyor. “Tunus Devlet Başkanı 20 yıl sonra gitti, Yemen’e de 30 yıl yeter!”, “Yeni göreve hayır, iktidarın babadan oğla geçmesine hayır!”, “Değişim zamanı!”, gibi hükümetin politik egemenliğini eleştiren sloganlar öne çıktı. Düzenlenen hükümet karşıtı gösteriler, Ali Abdullah Salih’in 1978’de yönetime gelmesinden bu yana düzenlenen en büyük eylemler... Yemen, nüfusun yüzde 25’inin günde 2 dolardan az bir parayla yaşamak zorunda kaldığı ve nüfusun yüzde 30’dan fazlasının ise kronik yoksulluk çektiği bir ülke. İşsizlik oranı ise yüzde 40’ı aşıyor. Yemen ayrıca bireysel silahlanmanın en yoğun olduğu bölgelerden bir tanesi, ülkede nüfusun iki katı kadar silah bulunuyor. Ali Abdullah Salih ise, 32 yıldır devlet başkanlığı yapıyor, ülke çok partili rejim statüsünde gözükse dahi 2003’ten itibaren seçimler erteleniyor ve devlet tek parti ile dikta düzeni altında yönetiliyor. Ayrıca Salih ülke yönetimini oğluna bırakacağını belirten bir diktatör. Salih hükümetinin yıllar süren hükümranlığı sonucunda uygulanan ekonomik politikalar ve alınan fahiş vergilerle
8
halk daha da yoksullaşmış ve sınıfsal farklılıklar iki kutup halinde netleşmiş. Libya kan gölü... Libya’da 42 yıldır iktidarda olan Muammer Kaddafi’nin koltuğu bırakması, yoksuluk, yolsuzluk, kayırmacılık ve siyasal baskılara son verilmesini isteyen halkın gösterileri sürüyor. Kaddafi, ordu ve paralı askerleri halkın üzerine sürerek ayaklanmayı kanla bastırmaya çalışıyor. İsyanın merkezi Bingazi’de havaalanı kapandı. Diğer taraftan Libya ordusunun bir bölümünün yönetimin emrine uymadığı, halka ateş açmayı reddettiği, bu nedenle birçok askerin cezaevine gönderildiği ya da ev hapsine alındığı bildiriliyor. Gelen bir başka haber ise, Kaddafi yönetiminin Afrika ülkelerinden paralı asker getirdiği ve bu askerleri halkın üzerine saldığı yönünde. El Cezire televizyonu, uçakların kalabalıklar üzerine bomba attığı öne sürülen başkent Trablus’ta bir günde ölen sivillerin sayısının 250 olduğunu duyurdu. Yine El Cezire’ye göre, ayaklanmanın sürdüğü 16 Şubat’tan yazıyı kaleme aldığım bugüne (24 Şubat) kadar yüzlerce kişinin ölmesinin yanı sıra 1500 kişi kayıp ve 3 bin yaralı var. Cezayir sokakları eylemde.. Cezayir’de rejim karşıtı sivil toplum kuruluşları, bazı sendikacılar ve ana muhalefetteki RCD partisi hükümet istifa edene dek her cumartesi başkentte eylemlerine devam edeceklerini açıkladı. RCD’nin sözcülerinden Muhsin Belabes, “Rejim devrilene kadar devam edeceğiz. Her cumartesi baskıya devam,” dedi. Cezayir Dışişleri Bakanı Murad Medelci ise olağanüstü hal yasasının 19 yıllık varlığının en kısa zamanda sona erdirileceğini açıkladı ve “Cezayir Tunus ya da Mısır değil,” diye konuştu. İsyan ateşi Ürdün’e sıçradı 18 Şubat Cuma günü daha fazla özgürlük ve yiyecek fiyatlarında indirim talep eden bir gösteri sırasında hükümet karşıtları ve hükümet yanlıları arasında çıkan
çatışmalarda sekiz kişi yaralandı. Tunus ve Mısır ayaklanmalarından esinlenerek ülkenin kararlarında söz sahibi olmak isteyen göstericilerin sokağa dökülmesi son yedi ‘Cuma’dır devam ediyor. Amman’da yapılan gösteriye, içlerinde solcuların, muhafazakâr Müslümanların ve öğrencilerin de bulunduğu 2 bin kişi katıldı. Göstericiler kralın yetkilerinin sınırlandırılmasını ve bakanlar kurulunun seçimle gelen üyelerden oluşmasını istiyor. ‘Jaayin’ ya da ‘Geliyoruz’ kampanyası mensubu öğrenciler, “Anayasal reformlar istiyoruz, siyasetin tamamen değişimini istiyoruz!” diye slogan attı. Ürdün’de kral idareyi mutlak bir şekilde elinde tutuyor. Kral işleri emirlerle idare ediyor, hükümeti ve meclisi keyfi olarak istediği zaman feshedebiliyor ya da atama yapabiliyor. Göstericileri yaklaşık 200 hükümet yanlısı takip ederek, “Kanımız, canımız sana feda Ebu Hüseyin!” (Ürdün Kralı Abdullah’a gönderme) diye slogan attı ve hükümet karşıtı göstericilerle çatıştı. Bahreyn ‘Artık Yeter!’ dedi Şii muhalefetin gerçek anlamda bir ‘Anayasal monarşi’ çağrısı yaptığı Bahreyn’in başkenti Manama’da binlerce kişi gösteri yaptı. Manama’nın merkezindeki İnci Meydanı’nda, akşam işlerinden çıkan binlerce kişi, burada geceyi çadırlarında geçiren yüzlerce göstericiye katıldı. Göstericilerin Kahire’deki halk isyanının merkez üssünden esinlenerek, Tahrir Meydanı adını verdikleri meydanda binlerce kişi toplanırken, devlet televizyonu, Manama’nın başka bir kesiminde rejim yanlılarının yürüyüşünü gösterdi. Sünni hanedanın yönettiği, nüfusun çoğunluğunun Şii olduğu, ABD’nin 5’inci Filo’suna ev sahipliği yapan körfez krallığında göstericiler, 1971’den bu yana görevde olan Başbakan Şeyh Halife bin Sallah el Halife’nin istifasını, siyasi tutukluların bırakılmasını ve yeni anayasa istiyor. Bahreyn İçişleri Bakanı Şeyh Raşid Bin Abdullah El Halife, dünkü gösteriler sırasında polisle göstericiler arasında çıkan
çatışmalarda iki kişinin ölümünden ‘derin üzüntü duyduğunu’ açıklamıştı. Yüzde 54’ünü yabancıların oluşturduğu 1,2 milyon nüfuslu Bahreyn, diğer bölge ülkelerinin tersine petrol rezervlerini tüketmiş vaziyette. Geçtiğimiz günlerde The Guardian’da konuya dair bir yazı kaleme alan Tarık Ali ise Arap ülkelerindeki isyan hareketlerini, Avrupa’da 1848’deki devrimlere benzetti. Yazara göre Avrupa ve Amerika için en büyük kaygı, Bahreyn’deki gelişmeler. Tarık Ali, Batı’nın desteklediği despotların kapı dışarı edilmesiyle, bölgede siyasetin sonsuza dek değiştiğini savundu. Bununla birlikte Arap devrimlerinin gerçekleştiği ülkelerde yeni siyasi partilerin kurulmadığına dikkat çekti. Ali’ye göre ilk göstergeler, seçim mücadelelerinin, Arap liberalizmiyle muhafazakarlık arasında geçeceğine işaret ediyor. Yazar, muhafazakarlığın da, ABD’nin desteklediği ve Türkiye’yle Endonezya’da iktidardaki İslamcıları model alan Müslüman Kardeşler’in şekline bürüneceğini öne sürdü. Bu noktada, “Acaba devrim ne kadar yayılabilir?” sorusunu soran Tarık Ali, ABD’nin hegemonyasının sadece bir nebze de olsa çöktüğü, ancak tamamen yok olmadığını vurguladı; “Despotlar sonrası rejimlerin taze, daha yıkıcı bir demokratik sisteme sahip olmaları ve umarız, sosyal ve politik ihtiyaçlara cevap veren yeni anayasalarla daha bağımsız olmaları muhtemel. Ama Mısır ve Tunus’taki ordular, hiçbir şeyin aceleye getirilmemesini sağlama alacaktır. Eğer bu ülkeyi yönetenler iktidardan uzaklaştırılırsa, Suudi Arabistan’da demokratik bir devrimi durdurmak zor olacaktır” diyor Tarık Ali... Oryantalist ezber yerle bir! Mete Çubukçu’nun 13 Şubat’ta Radikal 2’de yazdığı gibi; “Bu, Ortadoğu’nun devrimi. Oryantalistlerin tüm tezlerini yerle bir eden, tersine çeviren bir devrim. Zizek’in yazdığı gibi asıl korkulan İslami bir devrim değil bizzat laiklerin, liberallerin de içinde bulunduğu bir devrim. Çünkü İslami devrim Batı’nın elindeki en büyük koz; kendini var edebilmesi, kendi karşıtını yaratması için.” ‘Batılılar’ bu ayaklanmalar sonucunda pek bir şeyin çıkmayacağını umuyor, ummak istiyorlar çünkü yüzyıllardır bu coğrafya insanını tembel, hımbıl, gerici, vahşi olarak adlandırdılar. Bu coğrafyadan bir halt olmayacağına iman ettiler ama yanılıyorlar. Bu ayaklanmalar sonunda belki bir halk iktidarı çıkmayacak, ordu ya da diğer egemenler bu isyanları boğacak ama en azından Arap halkları ve tüm dünyadaki ezilen, sömürülen halklar ve sınıfların vicdanında ve hafızalarında çok büyük bir yer edinecek. Tıpkı idam da edilseler, Kızıldere’de de katledilseler Türkiye’de ezilen halklarının ve sınıfların vicdanı ve hafızasına kazınan Denizler gibi, Mahirler gibi ya da hâlâ unutulmayan Paris Komünarları gibi…
KEMAL DEVRiM / KATAR
Petrol için savaş ve halkların savaşı... A BD teorisyenlerinin oluşturduğu ve AKP hükümetine de empoze ettiği ‘ılımlı İslam imparatorluğu’ diğer bir deyişle ‘yeni Osmanlıcılık’, yıllar öncesinden ustaca tezgahlanmış taktiksel oyunlar ve oluşturulmuş her türden işbirlikçi yapı ve/ veya kuruluşların harekete geçirilmesiyle adım adım gerçekleşiyor... ABD bir şekilde iletişime geçemediği, giremediği, etkileyemediği, dönüştürmekte zorlandığı Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde, tarihsel bir ortaklığa sahip olan Türkiye’yi kullanmayı öngörüyor. AKP bu rolü çok iyi benimsemiş ve onun gereği olan hamleleri çok iyi yapıyor, yaptırılıyor. Ortadoğu yıllarca jeopolitik ve jeostratejik öneminin yanında önemli enerji kaynaklarına sahip olduğu için sık sık dünya güçlerinin hegemonya savaşlarına sahne oldu. Emperyalizm Ortadoğu’daki monarşik yapıları komünizme karşı destekledi, yaptıkları hukuksuzluklar görmezden gelindi ama değişen süreçler yarattıkları bu diktatörlerin işlevlerini yitirmesine yol açtı. Ayrıca Ortadoğu ve Afrika ülkelerindeki monarşik yapıların liderleri son yıllarda izledikleri iç ve dış politikalar, özellikle Çin’i, ABD ve Avrupa’ya karşı dengeleyici olarak görüp ilişkilerini geliştirmeleri bu sürecin daha da hızlanmasına yol açtı. Bu noktada şunu iyi görmek lazım: ABD, bölgede enformasyon ayağını El Cezire ile yapıyor. El Cezire 1995’te Katar Emiri Şeyh Hamad bin Halifi El Tahani’nin imzaladığı kararname ile Kasım 1996’da yayına başladı. Ufak bir ülke olmasına rağmen Katar, verilen rol gereği, bölgede uzun zamandır siyasi ağırlığını artırmak için çalışıyor, bu konuda özellikle El Cezire’yi bilinçli bir şekilde kullanıyor. Akşam yazarı Hüsnü Mahalli, Ortadoğu’da yaşananları değerlendirdiği açıklamasında (24.02.2011), “Katar’a bu misyon kanalın kuruluşunda verildi. El Cezire olmasaydı, bu devrimler olmazdı. Gazetecilik yapmıyorlar zaten şu aşamada, manipülasyonun da ötesinde provokasyon yapıyorlar diye düşünüyorum. Eğer demokrasi istiyorsak ve ‘kim getirirse getirsin’ diyorsak, evet, El Cezire bunu getiriyor. Ama arkasında ne var, ona bakmak lazım. Katar dediğiniz nüfusu 800 bin olsa da gerçek Katarlının 100 bin civarında olduğu bir ülke. Neden Türkiye’ye özel ilgi gösteriyor bu kadar küçük bir ülke, onu da düşünmek gerek. Batı tarihi boyunca İslam’ı kullanmıştır.” Bu arada önemli aktörlerden biri olan İran da Ortadoğu’da etkisini ve gücünü artırmak için Şii nüfusunun olduğu ülkelerde (Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan gibi) halk hareketlerinin oluşmasına destek oluyor. Bu ülkeler ABD için de stratejik anlama sahip. ABD’nin deniz ve hava üsleri buralara konumlandırılmış vaziyette. Hükümetlerin ABD ile yakın ilişkilerde olması, halkların yaşam standartlarının yüksek olması bu
ülkelerde herhangi bir halk ayaklanmasının oluşmayacağı kanısını doğursa da Bahreyn’de olduğu gibi farklı unsurlar buraları etkiliyor. İran’ın bu süreçte ABD’nin planlarını nispi şekilde bozarak güçlü çıkması, bu bölgede Rusya ve Çin’in etkisini de artırabilir. Halkların diktatörlüğe, açlık, yolsuzluk ve yoksulluğa karşı verdiği haklı mücadeleler ne yazık ki Ortadoğu ve Afrika ülkelerinin dizaynını etkileyecek bir güçte veya örgütlülükte değil. Yalnız mücadeleler, ülkelerin sınıf hareketleri ve demokratik mücadeleleri açısından elbette öğretici, gelişmesini ve içselleştirilmesini sağlayıcı. Bu süreçte tüm sosyalist yapıların bir kez daha strateji taktik ve öngörülerini gözden geçirmeleri gerekiyor.
AKP’ler kuruluyor!
Yeni sistemin Türkiye modelini örnek almasını istemesi -ayaklanma yaşanan ülkelerde yönetime ortak olacak Hizbullah kökenli yapıların açıklamaları ve hatta o ülkelerde AKP adında partilerin bile kurulmaya başlaması- tam da bunu destekliyor. AKP, iktidara geldikten sonraki süreçte tüm kamu, yeraltı ve üstü kaynakların uluslararası sermayeye peşkeş çekti; bunun örnek alınması elbette emperyalistler açısından bulunmaz nimettir. ABD Enerji Bakanlığı, önümüzdeki 20 yıl içinde petrol ithalatının yüzde 960 oranında artacağını belirtirken Uluslararası Enerji Ajansı ise bugün 1.9 milyon varil olan günlük ithalatın 2030’da 10 milyon varile çıkacağını tahmin ediyor. Dünyanın petrol ihtiyacı bu kadar hızlı arttığı müddetçe, petrol savaşı da kızışacaktır. Bu ülkelerin başında ise dünyanın en çok petrol tüketen ülkesi ABD ve yükselen büyüme oranı, artan petrol ihtiyacı ile Çin geliyor. ABD tek süper güç olma özelliğini koruyabilmek için dünya petrol sahalarındaki hakimiyetini korumak isteyecek. Bunun için ABD öncelikle Afganistan
ve Irak’ı işgal ederek Ortadoğu ve Ön Asya enerji kaynaklarının kontrolüne ve denetimine sahip oldu. Dünya rezervlerinin onda birine sahip olan Irak ABD’nin vazgeçemeyeceği bir petrol kaynağı. Irak’ın işgali bölgenin petrol rezervlerini ele geçirmesini sağladığı gibi Çin ve Rusya’nın da bölgedeki nüfuz mücadelesini sona erdirme noktasında önemli bir adımdı. Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri ve özellikle Suudi Arabistan’a yerleştirdiği askeri birliklerle bir baskı unsuru oluşturdu. ABD’nin ithal petrole bağımlılığı istikrarlı bir şekilde artış gösteriyor. Kuzey Amerika’da petrol üretimi oransal olarak azalıyor. Kuzey Amerika’da 1980’de yüzde 21,7 olan toplam dünya petrol üretimindeki pay 2005’te yüzde 16,5’e geriledi. ABD’de 1950’li yıllarda ithal petrol toplam tüketimin sadece yüzde 10’unu oluştururken, bu oran 1990’da yüzde 42’ye, 1997’de yüzde 49’a çıktı, 1998’de ilk defa yüzde 50 sınırını geçti ve George W. Bush ve ekibinin göreve koyulduğu 2001’de ise yüzde 55’e ulaştı. Bu noktada, petrolün bugün itibarıyla ABD’nin enerji ihtiyacının toplam yüzde 40’ını sağladığı ve enerji ithalatının yüzde 89’unu teşkil ettiği özellikle belirtilmelidir. Gelecek, ABD için daha da karamsar bir tablo arz ediyor. Önümüzdeki 20 yıl içinde ABD’nin petrol tüketiminin yüzde 33, doğal gaz tüketiminin ise yüzde 50’nin üzerinde artacağı öngörülüyor. Buna mukabil, 2020 senesine gelindiğinde iç üretim toplam petrol ihtiyacının yüzde 30’dan da azını sağlayacak, yani ithal petrole olan bağımlılık yüzde 70’i aşacak. Gerçekten de ABD’nin kendi topraklarındaki petrol sahaları dünyanın en eskisidir ve hemen hemen tüketilmiştir. Geride bir tek Alaska’daki petrol yatakları kalmıştır ki, oradan sağlanacak üretimin de ABD’nin ithal petrole olan bağımlılığını sadece yüzde 1 veya 2 oranında azaltacağı hesaplanmaktadır.
Yukarıdaki bu veriler, ABD’nin genelde Ortadoğu, özelde de Körfez bölgesine olan bağımlılığının da geçmişten bugüne eşit oranda ve paralel biçimde arttığını gösteriyor. George W. Bush idaresinin Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in başkanlığında hazırlanan Ulusal Enerji Politikası raporunun bulgularına göre, ABD’nin petrol tüketiminin yüzde 70’inin dışarıdan sağlanacağı 2020 senesinde, Körfez bölgesindeki Arap üreticilerin dünya petrol ihracatının yüzde 54 ile yüzde 67’si arasındaki bir oranı tek başlarına sağlayacağı belirtiliyor. Kanıtlanmış ya da bilinen rezervlerin yüzde 65’inin gene İran, Irak, Kuveyt, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman ve Katar gibi Ortadoğu ülkelerinde bulunduğu üzerinde durulmalıdır. Dünya petrol rezervlerinin yüzde 65’ine sahip olan Ortadoğu, yükselen güç Çin için de öncelikli hedef. Çin’in en önemli Ortadoğu uzmanlarından Prof. Yang Guang’a göre, “Ortadoğu’nun Çin için önemi gün geçtikçe artmaktadır ve Çin, enerji kaynakları açısından bu bölgeye bağımlıdır. Bu bölgenin yerini alabilecek üretime ve kaynaklara sahip bir başka bölge bulunmamaktadır,” diyordu. İzlenen dış politikalarla 1990’lardan itibaren, Çin, Sovyetler Birliği’nin bıraktığı boşluğu doldurmaya başladı. Ortadoğu bölgesinde İran ve Suudi Arabistan dışında Çin’in bir diğer petrol kaynağı ülke Umman’dır. Umman ürettiği petrolün yüzde 85’ine yakın kısmını Çin’e sevk ediyor. Çin’in petrol devi şirketi olan Sinopec, Umman’da önemli petrol yatırımlarına başladı ve yatırıma devam ediyor. Cezayir, Libya, Kuveyt, Mısır, Çin’in petrol aldığı diğer ülkeler ve ilişkileri gittikçe gelişiyor. İran Körfezi’nden çıkan petrolün ise dörtte birinden fazlasını Çin alıyor. Afrika’dan özellikle Sudan, Zimbabwe ile Asya’da Burma, Çin’in önde gelen petrol kaynakları. Halihazırda Sudan’ın petrol altyapısının yüzde 40’ına Çin hakim. Çin’in petrol ihtiyacının yaklaşık yüzde 17’si Angola tarafından sağlanıyor. Angola hükümeti özellikle alt yapı çalışmaları için Çin’den önemli miktarda finansman sağlıyor bunun karşılığında Çin, Angola’yı askeri, siyası ve politik olarak destekliyor. Çin, Ortadoğu ve Afrika’daki yeni müttefiklerinin yanında Latin Amerika’dan da özellikle Venezüella’yı kendisine petrol ortağı yaptı. Çinli strateji uzmanları Çin’in ekonomik kalkınmasının sürdürülebilir olması için; enerji depolama ve güvenliğinin milli strateji konumuna getirilmesi gerektiğini belirtiyor. Bu bilgileri derlediğimizde, ABD ve Avrupa, ‘Genişletilmiş Orta Doğu Projesi’ni aşama aşama uygulayarak bu toprakların zenginliğini yağmalamak kronik küresel krize geçici bir çözüm oluşturmak istiyor. Halkların buna yanıtını ise önümüzdeki dönemde gereceğiz. Neticede, isyan bir kez başladı...
9
SAHi SiZiN ARKANIZDA NE VAR? Yeni Medyalog...
M
uhalif takılmayı adet haline getiren birtakım meymenetsiz tipinozlar iddia ediyorlar ki, Türkiye’de basın özgürlüğü yok. Hatta daha dünkü çocuk acemi Amerikan elçisi bile çıktı böyle dedi. Külliyen yalan. Bakın şimdi cümle aleme ispat edeceğim. Ey Tayyip Bey kardeşim. Cimbom’un stadyum açılışında sana protesto yapanların Taraf’tar olmadığını biliyoruz. Sana haksız yere protesto yapan on binlerce insan o stadyuma taşıma değirmen otobüsleriyle tıpkı Cumhuriyet mitinglerinde olduğu gibi hain terörist ve anarşist Ergenekon teşkilatı tarafından getirildi. Eminiz buna. Savcılardan önce Adnan Polat’ın soruşturmasına gerek bile yok. Birisi sana protesto yapıyorsa biliyoruz ki Ergenekon üyesidir veya sempatizanıdır. Bunların hepsi de aynı tornadan çıktıkları için birbirlerine benzerler zaten. Anasını alıp gitmesi gereken o kişi bile çiçi kılığına girmiş bir örgüt mensubuydu zaten. Üniversitelerde yumurta atanların da öğrenci kılığına girmiş Ergenekoncular olduğundan yana şüphemiz yok. Cemaat medyasının bu konuda haber yapmasına da ihtiyacımız yok. Bunların hepsi aynı gizli örgütün mensupları elbette. O stadyumda sırf senin karizmanı çizmek için düzenlenmiş bir oyundu o binlerce insanın protestosu. Ama yer
yargımız eminiz ki 20 sene içinde ortaya çıkaracaktır bu gerçeği. Zaten, Türkiye’de son 80 yılda gerçekleşen hemen her olayın arkasında bir şey olduğundan yana kuşkumuz da yok. Hattızatında Cumhuriyet’in kurulması bile bir komploydu bize göre. Göz göre göre koskoca Osmanlı’yı yıktılar ve yerine çürük çarık bir devlet kurdurdular değil mi? Allah başımızdan eksik etmesin, neyse ki Tayyip Bey kardeşim var. Ahmet Davutoğlu gibi stratejik vizyon sahibi bir bakanımız var. Yeniden o şaşalı günlere döndük elhamdülillah.
Şahlana şahlana...
mi Kasımpaşa çocuğu? Oyunu hemen bozdun maşallah. Galatasaray taraarı kılığına girmiş on binlerce Ergenekon yandaşının arkasında bir şeyler olduğu kesindi. Aynı şekilde sözde internet sitesi
Oda Tv baskınının da basın özgürlüğü ile alakası olmadığını biliyoruz. Kökü dışarıda olan bazı mihrakların yeni bir oyunu ile karşı karşıya olduğumuz su götürmez. Oda Tv’nin arkasında da kim bilir hangi emlakçılar var? Yüce
Artık her Müslüman ve her Türk biliyor ki, Osmanlı’nın bile gıpta edeceği yeni bir şahlanış dönemindeyiz. Tayyip Bey kardeşim sadece bir Ortadoğu lideri değil artık. Dünya lideri. Ve hatta Kainat lideri. Bence Saylonlular bile, “Kim bu Tayyip Erdoğan? Kim bu Davutoğlu? Neden bizim böyle bir stratejik vizyonumuz yok?” diyerek hasetlerinden yıldız savaşları çıkartmaya hazırlanıyor. Neyse ki AKP’nin ışık hızındaki adalet ve kalkınma gayreti ile Saylonlular Dünya’ya musallat olasıya kadar tüm kainat aynı ortak ampul sayesinde aydınlanacak inşallah. Neticede 100 küsur ışık yılı uzaklık var aramızda. AKP iktidarının ve cemaat medyasının en hayran olduğum
HZ. FACEBOOK
T
ürkiye’de son birkaç yıldır devam eden Ergenekon operasyon ve davaları hepimizin bildiği üzere başta Ulusalcıları hedef almaktaydı. Oysa Kuzey Afrika ülkelerinde açığa çıkan halk nümayişleri gösterdi ki, bizim Ulusalcı dediğimiz kesim, meğer Uluslararasılcıymışlar. Son iki aydır yazı işlerinde yıllık iznimi kullandığım için yazı yazmadım. Televizyon seyretmedim. Birkaç istisna gün hariç, gazete almadım. Medya ile olan tüm ilişkilerimi maslahatgüzar seviyesine indirdim. Dünya devrimlerinin biricik kaynağı Hz. Facebook’a bile neredeyse girmedim. En fazla, acaba beni arkadaş listesine ekleyen güzel kızlar var mı, diye arada bir girdim. Fakat hemen her defasında hayal kırıklığına uğradım. Gördüm ki, GHK’yı hâlâ bıyıklı solcular ile AKP’ye gıcık olan veya çok seven sakallı İslamcılar ekliyorlar. Bu makus talihi er geç yeneceğim. Bu sene ‘aşk’ ve hatta ‘astroloji’ hakkında bir kitabım çıkacak inşallah. Ondan sonra Facebook arkadaş listem eminim tanınmaz hale gelecek ve Facebook’a her girdiğimde gözüm gönlüm açılacak. (Bıyıklılar eklemesin lütfen.) Her neyse dostlarım. Kendimi tamamen melodic black metal dünyasına vermiş ve Wacken ile Rio’da gerçekleşecek metal festivallerine nasıl giderim hayalleri ile yaşıyordum ki, hem Türkiye’de hem de dünyada bazı gelişmeler olmaktaymış. Tunus’ta başlayan ve sırayla diğer Arap uluslarını saran Hz. Facebook heyecanı yüzünden zaman zaman bazı okur dostlar ikide bir beni
12 10
rahatsız edip, “Ne olacak bu Mısır’ın hali?” veya “Ne olacak bu Arapların hali?” gibi anlam veremediğim, canımı sıkan sorular sormaya başladılar. Ben de her defasında “Kaddafi bir 40 yıl daha oturacak,” ya da “Tuz ile yenirse daha güzel olur,” gibi yanıtlar veriyordum ki, okur dostlar sayesinde işlerin çığırından çıktığını anladım. Bu yüzden ucundan kıyısından gündemlere bulaşmak zorunda kaldım. Doğrusu çok şaşırdım. Gündemleri en son bıraktığımda Beşiktaş bomba gibiydi ve “Aykut Kocaman gitmeli,” diyenler vardı. Oysa şimdi hem Cim Bom, hem BJK yerlerde sürünüyor ve şampiyonluğa oynayan tek İstanbul takımı Fenerbahçe imiş. Hatta epey bir sonra, Cim Bom’un stadyum açılışı sırasında Tayyip Bey kardeşime ne denli büyük bir haksızlık yapıldığını da öğrendim. Gerçi öğrendiğim sıra gündemler çoktan değişmiş, Tayyip Bey kardeşim ile yüce Türk ulusu başka gündemler ile, söz gelimi Kanuni’nin uçkuru ile meşgul olmaktaydı bile. Olsundu. Zararın neresinden dönülse kardı. Ben de öyle yaptım ve tek tek iki aylık tüm haberleri okudum. Anladım ki, bütün bu gündemler arasında en dikkat çeken ve sıra dışı görünen sadece Hz. Facebook’un yeryüzüne inmiş olmasıydı. Soner Yalçın’ın gözaltına alınması da dahil olmak üzere diğer gelişmeler sıradan vakalardı benim için. Her zaman olabilecek türden işlerdi anlayacağınız. Hatta Kanuni’nin uçkuru
da aynı kapsamdaydı bana göre. Nihayetinde, bu milletin uğraşacağı bir uçkur her zaman bulunabilirdi. Mühim olan muhteşemliği değil, işleviydi zaten. Yüce Türk ve Kürt ulusunun büyük bölümü Facebook’u kız veya erkek tavlamak için kullanıyor diyen çokbilmiş medyabazlarımız var biliyorsunuz. Külliyen yalan. Ben doğrusu birçok haberi mübarek Facebook sayesinde öğrendim mesela. Şahsen ben veya benim gibi düşünen büyük medyanın bu üç beş kendini bilmez medyabazları Facebook’u bu gayeyle kullanıyor olsa bile, emin olunsun ki Hz. Facebook sayesinde üç günde Tayyip Bey kardeşim bile tası tarağı toplamak zorunda kalabilir. Facebook bu. Facepipe değil kardeşlerim! Adında ‘book’ geçiyor. Book ne demek? Kitap demek. İşte kitap bu kadar tehlikeli bir şeydir değerli dostlarım. Halbuki ‘pipe’, boru demektir. Onun da konumuzla alakası, petrol boru hatlarının mesafesi kadardır... Ben doğrusu senelerce Hz. Mehdi gelecek ve bir gün bizi bu Yahudi zulmünden kurtaracak diyen Arap ve İslamcı kardeşlerime gülerdim. “Bu devirde Hz. Mehdi gelecek olsa bile kendini zor kurtarır,” diye düşünmekteydim. Gördüm ki, Harun Yahya’nın tüm palavralarına rağmen Hz. Mehdi Adnan Oktar değilmiş. Meğer bir software’miş. Haydi Hz. Facebook bize de gel. Gel de Tayyip Bey kardeşimi kurtar artık bizim zulmümüzden.
GÜRKAN HAYDAR KILIÇARSLAN kabiliyeti herkesin arkasında bir şeyler olduğunu cümle aleme ispat etmiş ve ediyor olmaları. Yıllar önce İslamcı kaynaklar arasında dedikodu gibi okuduğum şeylerin bir gün gerçeğe döneceğini doğrusu tahmin edemezdim. Neredeyse masonlar bile yakında boylarının ölçülerini alacaklar inşallah. Durmak yok. Yola devam değerli Başbakanım ve çok muhterem cemaatsever kardeşlerim. GHK olarak ben şahsen bazen Kuzey Afrika’da başlayan Facebook devrimlerinden bile şüpheliyim. Neticede Facebook bir yazılım. Bu yazılımı bulan kişi Allah’ın bir Amerikalısı. Neymiş efendim eski okul arkadaşlarını merak etmiş. Yemez Anadolu çocuğu. Ulan bu devirde millet kardeşini bile merak etmiyor. Sen kalkıp ilkokul arkadaşlarının peşine düşüyorsun. Bunda bir bit yeniği var bence. Zuckenberg midir nedir, adam bir kere Amerikalı. Doğuştan ajan anlayacağınız. Bizdeki
kökü dışarıda ulusalcıların en büyük destekçisinin Amerika olduğunu da biliyoruz. Kaddafi bile halk ayaklanmasının arkasında ‘bir şey’ olduğunu söylüyor zaten. Gerçekten de biliyoruz ki, bütün sözde devrimlerin arkasında gizli bir örgüt var hakikaten. Bir akşam STV’de Mahir Kaynak dediydi. Tüm nümayişleri bir ajan çıkartır diye. E daha ne o zaman? Rus devrimi de -tıpkı Mustafa Kemal gibi- sağ elini ceket arasına sıkıştıran masonlar tarafından gerçekleştirilmişti kaldı ki.
Ergenekon tatilde!
Bana göre Arapları ayaklandıran örgüt, Ergenekon ahtapotunun başka bir diğer kolu sevgili Başbakanım ve sayın savcılarım. Bu Ergenekon denen illet, görünüşe göre ulusal filan değil, düpedüz uluslararası hattızatında... Yoksa durup dururken 40 senedir koltukta oturan insanların rahatları neden bozulsun birdenbire?!
Ergenekon örgütü, rabbime şükürler olsun Türkiye’de başarısız olunca Arap ülkelerinde faaliyete başlamış olmalı. Bence sayın savcılarımız bu uyarımı dikkate almalılar. Hatta henüz içeri alınmayan ama tüm listesi bende bulunan aynı örgütün başka gazetecileri, dışarıdan gelecek olan ‘facebook uygulamasını’ bekliyorlar. Her şey olabilir bu. Bir arkadaş tarafından gönderilen bir çiçek olabilir. Sanal bir rakı kadehi olabilir. Farmville oyunu oynarken talimat alabilirler. Veya bir arkadaşlık teklifi sayesinde de ilgili hain talimat gelebilir. Şimdiden önlem alınmaz ise aynı örgütün güzel vatanımız Türkiye’mizi dört bir yandan kuşatması an meselesi. İlk önlem olarak Facebook’a erişim durdurulmalı kanaatimce. Çünkü bunların arkasında bir şeyler olduğu kesin. Facebook’un arkasında bir şeyler olduğu kesin. Her şeyi anlıyorum anlamasına ama bir şeyi anlamakta güçlük çekiyorum Sayın Başbakanım ve değerli
iktidarsevicilerim. Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, belli, herkesin arkasında bir şey var. Hatta o kadar septik oldum ki, sanki 40 senedir bilmezmiş gibi ben bile arada sırada arkama dönüp bakıyorum ve, “Acaba benim arkamda ne var yahu?” diye kendi kendime soruyorum. Fakat çok merak ediyorum. Bu kadar hain planları ortaya çıkardığınıza göre, yahu sizin arkanızda ne var? Diyeceksiniz ki, bizim arkamızda halk var. Ama biliyorsunuz ben bir dostum ve her dost gibi yeri geldiğinde acı söylerim. Şahsen ben her baktığımda bu halkın arkasında kocaman bir kazıktan başka bir şey göremiyorum. Öte yandan, özellikle bu devirde arkasında kazık olan bir halka fazla güvenmemek gerek diye düşünüyorum. İşte Arapların hali ortada. Mal bulmuş Mağribi gibi yağmalıyorlar. Gerçekten yahu? Sizin arkanızda ne var?
gözaltına alındığında da çekeceğim. Hem bu kadar büyütmenin ne alemi var? Gözaltına alınmanın neresi kötü ki? Bilenler bilir. Çok daha komik gerekçelerle geçenlerde neredeyse ben bile gayrı resmi olarak gözaltına alındım. Hatta Soner Yalçın’ın gözaltına alındığı gün benim evin kapısına bile polis geldi dayandı. Ertesi sabah için karakola davet eden bir not bırakmışlardı. Hiç korkmadan koşa koşa gittim ertesi sabah. Ne oldu? Acayip misafirperver bir polisimiz olduğunu bu sayede anlamış oldum. Doğrusu ben böyle güzel çayı hiçbir kafede içmiyorum. Türk polisinden daha güzel çay yapabilecek bir polis olduğunu da sanmıyorum. Herkese tavsiye ederim. Arada sırada gözaltına alınsın herkes. Alınsın ki, bu sayede polisimiz ve devletimiz hakkındaki yalan yanlış değerlendirmeler ve iftiralar son bulsun. Mesela Ahmet Hakan da gözaltına alındı geçen. Kötü mü oldu Ahmet kardeşim? Böylece ne kadar şefkatli bir devletimiz olduğunu sen de öğrenmiş oldun işte. Gözaltına alınmasaydın ne olacaktı? Tayyip Bey kardeşim ve AKP hakkında ileri
geri yazmaya devam edecektin. Bence her şey yaşanarak öğrenir. Teori ile pratik arasındaki yaşamsal farklar hakkında söylev vermeye gerek yok. Aslında medyadaki tüm iktidar yandaşı ve yalaka kardeşlerim de eğer kendilerini gözaltına alacak bir polis bulamıyorlarsa gönüllü olarak gözaltına alınmalılar. Görünüşe göre şu aralar onları sabahın köründe gözaltına alacak bir irade yok. O halde, onlar da ne bileyim sokakta bira içmek gibi birkaç küçük yasayı ihlal ederek bu lezzeti tatmalılar. Endişeye mahal yok. İlk defa vuku bulması ve iyi niyetten yırtarak 2 sene içerde kalmazlar. Garanti ederim. Hem bu sayede görecekler ki şimdiki gibi zavallı yazılar yazmayacaklar, daha iyi yazacaklar ve konuşacaklar. Bir gece olsun gözaltına alınsalar ondan sonra görecekler ki, yazacaklarına kendileri bile inanmaya başlayacaklar. En başta Habertürk’ün başına bela olan jöleli kardeşime tavsiye ederim. Hayat sadece gırgırdan ibaret değil. Bir gece gözaltına alınsa patron da dahil olmak üzere herkes yazdıklarına inanır alimallah. Haydi yandaş kardeşler. Hep beraber gözaltına! Ha diyeceksiniz ki, bazıları içeri girdiler mi çıkamıyorlar. 2 senedir içeride olanlar var. Onları ne yapacağız peki? Bardağın dolu tarafına bakmak lazım bence... 2 senedir kira derdi yok. Kredi kartı ödeme derdi yok. Ekmek elden su gölden besleniyor bu arkadaşlar. Kenan Evren, “Asmayalım da besleyelim mi?” diyordu mesela. Oysa Tayyip Bey kardeşim’den ve mevcut iktidardan Allah razı olsun ki hiç mecburiyeti olmadığı halde 2 senedir besliyor bu gizli örgüt mensuplarını. Hem de bizlerin vergileri ile. Valla bu kadar kıyağı hiçbir Ortadoğu lideri yapamazdı. Helal sana Tayyip Bey kardeşim. Nankörlere bakma sen…
RED KIT BENİ DE ŞAHİT YAZIN!.. Soner Yalçın’ı ilk ve son defa 2009 senesindeki meşhur Salomanje baskını sayesinde gördüm ve tanıdım. Bu baskını GHK yapmıştı. Hatırlayanlar bilir. Çok gizli Salomanje toplantıları yapılmaktaydı. Oray Eğin, Ahmet Hakan, Hıncal Uluç, Serdar Turgut, Soner Yalçın, Ali Saydam ve şu an isimlerini unuttuğum bir dolu medya bayanı gizli bir örgüt kurmuşlardı. Bu toplantılar tam bir muammaydı. GHK dostunuz olarak bir gün gidip yan masaya oturmuş ve onların ipliğini pazara çıkarmıştım. Zaten bu baskından sonra örgütün beli bir daha doğrulmadı. Yaprak dökümü gibi teker teker koptular. Muhtemelen bu toplantıları Oray Eğin artık tek başına yapıyor olmalı. Her ne kadar benim baskınımdan sonra bir daha toparlanamamış olsalar da o baskından hemen sonra Oda Tv’yi kuran Soner Yalçın yeni bir hücre teşkil etti. Serdar Turgut baktı ki pabuç pahalı, Habertürk’e can sıkıcı geyikler yapmaya gitti ve seviye anlamında jöleli yalakanın bile çok altına düştü. Hıncal Uluç deseniz Sabah gazetesinde kıllar ve tüyler hakkında yazmaya devam ederek cibilliyeti hakkında en gereksiz detayları vermeye devam etti. Oray Eğin ise kendini muhalif sanmaya devam ederek Akşam gazetesinin yerlerde sürünen saygınlığına her yazısı ile yeni bir tekme atmaya devam etti. Benim darmadağın ettiğim bu örgüte bir tek Ahmet Hakan ile Soner Yalçın dişli çıktı. Ahmet Hakan, Ertuğrul Özkök’ün yarattığı korkak tavşan kardeşlerle dolu olan Doğan medyasında bir ‘şahin’ oldu çıktı. Soner Yalçın ise Hürriyet’te yapamadığını Oda Tv ile yaptı. Doğrusu ben, Oda Tv ile Taraf gazetesini aynı potada değerlendirdiğim için neredeyse tek bir gün bile ciddiye almadım. Ciddiye
alanlarla da eğlendim doğrusu. Bu Oda TV denen gizli örgüt, bir ara GHK kardeşinizi bile tanımak için yanıma geldi. Tanıştık, hoş beş ettik ama doğrusu hiç yüz vermedim. GHK’nın satılık olmadığını, sadece uygun bir bedel karşılığında kiralanabileceğini uygun bir lisanda kendilerine izah ettim. Çünkü tıpkı Tayyip Bey kardeşim gibi ben de Oda Tv’nin arkasında ‘bir şey’ olduğunu hissediyordum. Bu sitede çıkan yazıları okumaya değer bulmadım. Sırf tık almasınlar diye bir kez bile tıklamadım. Benim için Taraf ne ise Oda Tv de oydu. İkisi de aynı gizli örgütün medya organlarıydı. GHK’ya göre işçinin, emekçinin, garibanın hakkından hukukundan bahsetmeyen bütün medya organları aynı gizli örgütün temsilcileriydi. Bana göre, sırf asker vesayeti hakkında yayın yapmak ya da sırf buna karşıt yayınlar yapmak, Bizans düşerken meleklerin cinsiyetini tartışmak kadar fanteziydi. O yüzden Soner Yalçın ve Barış kardeşler gözaltına alınınca gizli bir oh bile çektim içimden. Hiç kimse merak etmesin aynı ‘oh olsun’u Altan kardeşler yarın öbür gün
7 11 populistus@yahoo.com 11
HALDUN AÇIKSÖZLÜ
BERMUDA Evet, bu hükümeti dev ŞEYTAN ÜÇGENi G B
ir ‘gemicik’ düşünüyorum, kredi ile alınmış ama mortgage değil. Uluslararası sermaye ile bütünleşmiş, faiz oranı düşük bir kredi ile alınmış, bir ‘gemicik’… Bu ‘gemicik’ aslında Nuh’un gemisidir. Yaşadığımız bütün olumsuzluklara rağmen bu ‘gemicik’, ‘ileri demokrasi’ rüzgarının katkılarıyla, ‘muhteşem bir yüzyıl’a bizi götürecektir, inanıyorum. Okyanusa açılmak, ‘açılımlar’ gibi uçsuz bucaksız denizlerde kaybolmak gibi bir şeydir, aslında. Ama biz, nereye gideceğimizi ve kimlerle gideceğimiz biliyoruz… Sizce ‘gemicik’te kimler olmalı? Kolay değil, ta okyanusun öbür ‘taraf’ına gidecek. Uzun zaman alır bu süreç. ‘1. Gemicik’ mandacı zihniyete karşı gelmek adına, Adriyatik’te batmıştı. Arap sermayesinin de, önemli katkılarıyla aldığımız ‘gemicik’te kimler olmalı? Gerçekten, bu çok önemli... Çünkü herkes kabul etmeli ki, bu gemi ‘taraftarlar’a ayrılmış bir ‘gemicik’tir. Biliyorsunuz ki okyanusun ötesinde, ‘Bermuda Şeytan Üçgeni’ne takılabilir, ‘gemicik’imiz batabilir. İşte bu nedenle bu ‘gemicik’te; Müslümanlar olmalı ama, “Müslümanlıkla kapitalizm örtüşmez,” diyenler olmasın. Aleviler olsun ama, “Devletin Alevi’si olmayız, zorunlu din derslerine karşıyız,” diyenler olmasın. Kürtler de olmalı ama ‘anadilinde eğitim isteyenler, özerklik, demokrasi, anayasal vatandaşlık isteyenler’ olmasın. TRT Şeş’e çıkanlar misal, uygundur. Solcular olsun ama ‘statükocu’lar olmasın, emeği düşündüğü kadar sermayeyi de düşünen solcular olsun. Hala ‘sosyalizm, komünizm’ diyenler olmasın, Allah aşkına! Öğrenciler de olsun ama yumurta atanlar değil kesinlikle, jaguarı olanlar ya da en azından takım elbisesi olanlar olsun. Memurlar da olsun ama işini bilen memurlar olsun. Yavru vatan Kıbrıslılar da olsun ama beslemelerimiz olsun, bir Allah kuruşları olmayanlar olmasın, orada kamplarda, otellerde ‘on bin lira’ verdiklerimiz misal, olabilir. İşçiler de olsun ama 4C, 4B yi kabul edecekler olsun. Kadınlar da olsun ama türban taksınlar ya da türban takmasalar bile takanları takmayanlar olsun ya da en azından kadının bu ülkede tek sorununun türban olduğunu düşünenler olsun. ‘Azınlıklar’ da olsun gemide ama göstermelik kardeşliklere inananlar olsun. Halkların kardeşliği için, sınırların kalkması gerektiğine inananlar olmasın misal. Hukukçular da olsun ama ‘Kemalist elit’e karşı, ‘İslamcı elit’in HSYK’da olmasını savunanlar olsun. Sendikacılar da olsun ama sorun çıkaranları, özelleştirmeye karşı çıkanları olmasın. Medya mensupları da olsun ama ‘diğerleri’ne yandaş olanlar, huzur ve güveni bozanlar olmasın… İşte Nuh’un ‘gemicik’i, yani Mevlana’nın dediği gibi, “Ne olursan ol yine de gel,” dediklerinin hepsi, gemiciğimizde yerini aldı. Artık gemiciğimiz okyanusu aşıp, ‘Bermuda Şeytan Üçgeni’ne takılmadan Pensilvanya’ya varabilir. Kol saatlerinin çeşitleriyle dolu hediye sandığımızı ‘Hocaefendi’ye ulaştırabilir. ‘Gemicik’imiz böylece değil 2023’e, tam 3023’e kadar sorunsuz açıklara, açılımlara kavuşabilir. Yok, eğer ‘gemicik’imizde, belirttiğimiz insanların dışında birileri olursa, maazallah ‘gemicik’imiz, ‘Bermuda Şeytan Üçgeni’nde, okyanusun dibini boylar. Nedir bu ‘Bermuda Şeytan Üçgeni’, ona da bakmak gerek: Bir kenarı; ‘benim olmayan Kürtler’ için çizilmiş KCK Operasyonu, bir kenarı; ‘statükocu Kemalistler’ için çizilmiş Ergenekon, bir kenarı da Devrimci Marksistler için çizilmiş, Devrimci Karargah operasyonu. İşte kim ki bu ‘gemicik’in dışında kalır, bu şeytan üçgenindendir. Bunlar, ülkenin geleceğini karartmak isteyenlerdir. Bunlar A-K-P şirketimizin batmasına sebep olanlardır. Her kim ki öyle davranır bizden değildir, ‘gemicik’e de binemez, o ZINDIKLAR. Bu bir rüya değil, bir gerçek, yani hakikatse; “Ya bu ‘gemicik’e bineceğiz ya da üçgenin bir parçası olacağız…”
12
eçtiğimiz ay Oda Tv’ye de bir operasyon çekildi ve Oda Tv’nin sahibi Soner Yalçın tutuklandı. Medyanın konuyu ele alış biçimi hakikaten ders niyetine okutulması gereken cinstendi. Malum, hükümet ve cemaat medyası, yine cemaat polisince servis edilen enformasyonu yayınlamakla mükellei ve yayınladılar. Öte taraa, Soner Yalçın’ı savunmak üzere kaleme alınan köşe yazıları gördük. ‘Bizim Soner’ kıvamında, onunla nasıl tanış olduklarını anlatarak kendilerine pay çıkaran, Soner Yalçın’ın asla ‘terbiyesiz şeyler’ yapmayacak mülayim bir çocuk olduğunu anlatan yazılar… Tabii herkesin malumu olduğu üzere, Yıldırım Türker de Radikal’de Soner Yalçın’ın nasıl bir ‘faşist işadamı’ olarak telakki edilmesi gerektiğini yazdı. Ortalık iyice karıştı… ‘Büyük medya’ tabir edilen alanda, gerçekte ne olup bittiğini sorgulayan, buna dair bir çaba belirtisi gösteren tek bir satıra rastlamak mümkün olmadı. Oda Tv’ye bir anda nasıl operasyon çekilmişti ve ‘Ergenekon’ orada da nasıl enselenmişti?! Bu konuda halkımızı ve tabii bizleri ‘aydınlatacak’ haberlere rastlayamadık. Soner iyi miydi, kötü müydü? Faşist bir işadamı mıydı, yoksa hakikat peşinde koşan bir basın emekçisi mi?.. Mevzu bu minvalde dönüp durdu… En acısı, Soner Yalçın’ı savunmak için ortalıkta en çok debelenenin, ‘ünlü yancısı’ Oray Eğin olmasıydı!.. Bize ne Soner Yalçın’ın nasıl bir insan olduğundan, şişman Oray’ı beslemek için nasıl makarna pişirdiğinden?! Biz hakikatle ilgileniyoruz. Açık olan bir durum var ki, bu iktidar, ve tabii iktidarın en önemli payandası olan cemaat, kendilerine karşı olan herkesi bir ‘komplo teşkilatı’nın parçası haline
getiriveriyor. Soner Yalçın’ın sahibi olduğu Oda Tv internet sitesi, operasyonun ve tutuklamaların hemen öncesinde, üç adet video yayınlamıştı. Soner Yalçın’ın yayınladıklarını takip ettiğimiz zaman, ABD’li ajanlara ‘Abi’ diye hitap eden cemaatçi polisler görüyoruz. Bunlar, maşallah, iman gücüyle çalışıp duruyor. ‘Delil’ler yaratıyorlar. Ergenekon operasyonunda bulunan gömülerin nasıl bir mizansenle yerleştirildiğini görüyoruz. Yani, memleketin nasıl bir müsamereye sahne olduğunu öylece seyrediyoruz!..
Video’ya lüzum yok!
Aslında o videolara da lüzum yok. Herkesin malumu olduğu üzere, Özal’ın prenslerinden Bedrettin Dalan ‘Ergenekoncu’ ilan edildi. Memlekete gelemiyor. (Bu arada, Fethullah da, daha koşullar olgunlaşmadığı için memlekete dönemiyor. Bu dehşet dengesi böyle gitse, bir gün bunların tümü memleket dışında beklemeye alınır mı dersiniz?) Bu Bedrettin Dalan öyle böyle bir adam değil. Çok zengin. İstanbul Belediye Başkanı iken yükünü tuttu, arkası geldi… Bu Bedrettin Dalan’ın sahip olduğu Yeditepe Üniversitesi diye bir yer var. Şimdi Bedrettin Dalan Ergenekoncu ilan edildiğine göre, mülkü Müslüman’a haktır!.. Uzun dönem Fethullah’ın yanında, ABD’de, polis kadrosunda ikamet eden, uçak korkusu var diye memlekete dönmeyen, sonra tepkiler karşısında dönmek zorunda kalan, bu arada Taraf’ta köşe yazan, sonra öğretim üyeliğine geçip Bedrettin Dalan’ın Yeditepe Üniversitesi’ne yerleşen Emrullah Uslu’ya baksak yetmez mi? Bedrettin Dalan’ın oğlu bir konuşsa, memlekette neler olduğunu hep beraber anlasak… (Şimdi böyle şeyler yazınca,
yine, “Arkadaş, siz de mı oldunuz?” falan di aklıevvellere bir not y daha ferah davransın bizim savunduğumuz iktidarı altında, muht Ergenekon davası kap cezaevinde olan pek ç cezaevinde olurdu. H misal Veli Küçük, Sam Peker falan, daha zor düşerlerdi. Yani sorun da ‘liberallik’ sorunu d iktidarın ve salya-süm uygulamakta olduğu yöntemleridir.) Bu iktidar, artık tam cemaatin kontrolüne polis aygıtı marifetiyl aracı kullanarak, muh bastırmayı hedefliyor adres belli: KCK dava
Arap ülkelerindeki devrimler, bu devrimlerden kor
A
rap ülkelerinde isyanlar yayıldıkça, tüm dünyada ve tabii bizim memlekette, bir tartışma aldı yürüdü: Bu isyanları kim fıştıklıyor?! O kadar komplo müptelası olmuşuz ki, her hareketi birilerinin fıştıklaması gerektiğine inanıyoruz. Şu basit gerçekliği algılamakta güçlük çekiyoruz: Arap halkları, kimsenin dürtüklemesine falan ihtiyaç olmaksızın ayaklandı!.. Çünkü Arap halkları çok kötü yaşam koşulları altında, ucube diktatörler ve diktatörlükler tarafından yönetilen ülkelerde, gayrı insani koşullarda yaşıyordu ve bu yaşam
koşullarına isyan ettiler... ABD, isyanları kontrol etmeye ve yeni rejimleri k çıkarına uygun şekilde kurmaya uğraşıyormuş… P bundan daha doğal ne olabilir ki?.. ABD’nin ne za hep aynı ata oynadığını gördünüz?.. İsyanların a devrilen diktatörlüklerin yerine ne gelecekse, ABD yeni rejimleri idare etmek için elinden geleni yapac ABD’nin alametifarikasıdır... 1987’de vefat eden Arjantinli devrimci Nahuel M “Emperyalist çağda kitle hareketinin her kazanımı,
HAKAN GÜLSEVEN
virmek istiyoruz! Mahzuru mu var? Davanın esas derdi şudur: Hanefi Avcı’nın yazdığı Haliç’te Yaşayan Simonlar adlı kitap dolayısıyla, Hanefi Avcı’yı susturmak istemişler, yanına bir ‘çeşni’ ekleyip bir ‘dava’ yaratmışlar. Düzenin adamını, sırf cemaati teşhir etti diye, düzene karşı mücadele eden devrimcilerle aynı davaya sokuvermişler. Hayatını devrimcilere işkence yapmakla geçirmiş polis şefi Hanefi, şimdi ‘devrimcilere yardım-yataklık’ suçuyla yargılanıyor anlayacağınız!.. Simon kontenjanından!.. Evet, ne yazık ki mevcut hükümet, her çeşit yönteme başvurarak kendi muhaliflerini, ‘darbeci’ ya da ‘darbe çığıran’ örgütlenmelerin birer mensubu olarak cezalandırma eğiliminde. ‘Ne yazık ki’ diyorum, çünkü eşyayı adıyla çağırmaktan acizler. O sebeple, biz ne savunduğumuzu açıkça, yeniden, izah etmek durumunda kalıyoruz. Olsun, izah edelim bir daha…
Devirmek istiyoruz!
ulusalcı iyecek olan yazayım da, nlar. Misal, z işçi sınıfı temelen şimdi psamında çok isim yine Hatta kimisi, mi Hoştan, Sedat durumlara n ‘ulusalcılık’ ya değil, mevcut mük cemaatinin komplo
mamen geçmiş le, her türlü haliflerini r. Kürtler için ası. Medyada,
patronlar aleminde, bürokraside ya da orduda falan ne kadar muhalif varsa, Ergenekon’a dahil ediliyor. Ergenekon’a sığmayacak muhalif sosyalistler de Devrimci Karargah davasına iliştiriliveriyor.
Eski devlet daha mert!
Bir süredir, arkadaşlarla konuşurken öne sürdüğüm bir tez var: “Eski devlet, eski polis daha mertmiş,” diyorum. Takip ediyorlardı, ev basıyorlardı, işkence ediyorlardı; evde bir şey bulurlarsa, işkencede konuştururlarsa, tutukluyorlardı. Olmadı, kaçırıp yargısız infaz ediyorlardı!.. Halbuki şimdi, delil icat ediyorlar, ‘hard disk’lere bir şeyler yüklemeye çalışıyorlar, olmadık insanları bir araya getirip ‘örgüt’ yaratmaya çabalıyorlar, kim olduğu belli
olmayan ‘itirafçı’ ya da ‘gizli tanık’ ifadelerinden dosyalar oluşturuyorlar, yatakta birilerinin kıçını videoya kaydediyorlar… Sonra tutukluyorlar ve iddianame çıkana ve duruşma olana kadar aylarca zindana atıyorlar… İşte ‘ileri demokrasi’ dedikleri şey bu!.. Yazarımız Hakan Soytemiz’in de ‘sanık’lar arasında bulunduğu son ‘Devrimci Karargah’ operasyonunun dava iddianamesini okudum. Sadece şunu söyleyeyim, bir çeşit komediyle karşı karşıyayız. Hakan Soytemiz, başka bir davadan cezaevinde bulunduğu bir dönemde, o cezaevinin çok uzağında ve dışında, İstanbul’da bir mekanda, ‘örgütle ilişkisi olan’ birileriyle görüşmekle suçlanıyor mesela! Ya, hep öyle olur, F Tipi zindanlardan çıkıp çıkıp görüşme yapılır zaten!..
Evet, bu hükümeti devirmek istiyoruz. Lakin bu hükümeti devirecek olan kuvvet, Erbakan’ın cenazesine ‘TSK’ namıyla çelenk gönderen ve ‘kağıttan kaplan’ muhabbetlerine muhatap kalan Türk Silahlı Kuvvetleri değildir. Zaten, her darbenin başlıca hedefi olan devrimcilerin darbe ‘çığırması’, bırakın yasaları falan, akla uygun değildir. Sosyalistler ordunun yapacağı darbelerden medet ummaz, işçi sınıfına güvenirler… Yani biz darbeci falan değiliz, tam tersine, darbeciler bizim düşmanımızdır… Evet, bu hükümeti devirmek istiyoruz… Lakin bu hükümeti, egemenler tarafından küfür niyetine kullanılsa da aslında bir mücadele yöntemi olan- ‘terörist’ eylemlerin devireceğine de inanmıyoruz. Bir yerlerde patlatılan bombaların değil, çoluğuna çocuğuna ekmek
götürmek isteyen emekçilerin öesinin daha ‘devirici’ olduğunu biliyoruz çünkü. Dahası, bir yerlerde patlatılan bombaların, egemenler arasındaki çatışmalarda, birinin diğerine karşı kullandığı birer malzemeye dönüştüğünü, bir kez daha çıplak gözle görüyoruz… Yani, Devrimci Karargah’ın yöntemlerini savunmuyoruz, bu yöntemlerin egemenlerin elinde oyuncak olduğunu, kitle mücadelelerine zarar verdiğini söylüyoruz… Evet, bu hükümeti devirmek istiyoruz. Lakin bu hükümeti komplolarla, cemaat röntgencilerinin yaptığı gibi müstehcen videoları internete yerleştirerek falan değil, emekçilerin eylemleriyle devirmek istiyoruz. ‘Üç film birden’ cemaatinin yöntemleri iç siyaseti dizayn etme konusunda başarılı olsa da, bu bizim ahlakımızın kaldıracağı bir yöntem değildir. Biz bu cemaati ve onun desteklediği hükümeti, mensuplarının donlarını teşhir ederek değil, siyasi niteliklerini teşhir ederek devirme kararlılığındayız… Evet, bu hükümeti devirmek istiyoruz. Çünkü bu hükümet, bu sene sayıları 39’a çıkan dolar milyarderlerinin hükümetidir. Gözümüzün önünde hırsızlıkla zenginleşenlerin hükümetidir. Çocuklarını gemicik sahibi yapanların hükümetidir. ABD ne derse, ikiletmeden hizaya geçenlerin hükümetidir. Bu hükümet, gücünü CIA’dan alan cemaatin hükümetidir. Bu hükümet, bildiğiniz sömürge hükümetidir… Ve bu hükümetin karşısına kim çıkarsa çıksın, ‘arkasında birileri var’, ‘darbe yaptırmaya uğraşıyorlar’, ‘terörist bunlar’ diye yaalanıyor. Gürkan Haydar Kılıçarslan’ın bir önceki sayfalarda sorduğu soruyu bir kez de ben sorayım: Herkesin arkasında bir şeyler var ya... Sahi, bu hükümetin arkasında kim var?
rkanlar ve bizim hissiyatımız....
kendi Peki aman ardından elbette o cak… Bu
Moreno, ,
eğer devrimci bir önderlik tarafından bir işçi sınıfı iktidarına doğru ilerlemiyorsa, daha büyük yenilgilerle karşılaşacaktır,” demişti. Ne yapalım, makus talihimiz, Arap kardeşlerimiz devrimci önderlikler yaratıp iktidara yürüyemezse, zorba iktidarları deviren mevcut hareketler de sönecek ve emperyalizmin dümen suyuna girecektir… Başka yolu yok... Peki, biz bu ihtimal karşısında Arap memleketlerinde vuku bulan isyanlara karşı mı çıkalım?.. Bir konu üzerinde özellikle durmak lazım: Libya’da Kaddafi iktidarı kitle ayaklanmalarıyla sarsılıyor. Bir yanda
da ABD savaş gemileri Libya açıklarında bekliyor. Neymiş? İcap ederse bombalayacaklarmış. ABD’nin özgürlük götürme yöntemi bu, ne yaparsınız?! Peki, ABD’nin bombalama ihtimaline karşı, Kaddafi rejimini savunmak mı lazım?
Kaddafi’yi savunalım mı?
Kaddafi’yi savunan, onun siyasetine de, suçlarına ortak olur. ABD müdahalesini savunmak ise çok daha büyük bir ‘günah’tır. Bu durumda, Kaddafi’ye karşı yükselen
kitle hareketini desteklerken, emperyalistlerin Libya’ya müdahalesine de karşı çıkmak zorundayız. Bunun dışında başka yol yok… Doğabilecek her kötü sonuca da hazırlıklı olmamız lazım. Yani, emperyalistler duruma vakıf olabilir, kendi rejimlerini tesis edebilirler... Ne yazık ki, tüm Ortadoğu’yu ve Mağrip ülkelerini saran devrimci bir Enternasyonal yok, bu ülkelerde kitlesel isyanları işçi iktidarlarına yönlendirebilecek partiler yok… Ve ne yazık ki, bu eksiklik, bizim suçumuz…
13
Buna ‘babalar gibi yağma’ denir!..
E
konomi tıkırında. Gösterge değerler rekor kırıyor, ekonomistler yüzde 8’in üzerinde büyüme rakamları telaffuz ediyor, dünyanın en büyük 16. ekonomisi oluyoruz… AKP dönemi zenginleri ve her hükümetin iş adamı para babaları vaziyetten fazlasıyla memnun… Öte yandan pahalılık, işsizlik, yoksulluk, güvencesizlikle başa çıkmaya çalışan yine sıradan vatandaş… Buna rağmen önümüzdeki seçim için yüzde 50 gibi bir hedef koyacak kadar iddialı iktidar partisi... Halk, ay sonunu getiremezken televizyondaki, gazetelerdeki övgüleri duyarak, ‘istikrar’ kelimesinin büyüsüyle, başımıza musallat olanın devam etmesini tercih ediyor. Borsa ne kadar yükselmiş, ne kadar sıcak para gelmiş, daha önemli onlar için, pek şaşırtıcı bir biçimde! Yani kimileri Türkiye ekonomisinin iyi yolda olduğunu söylüyor, halk da kendi durumundan azade, söylenenlere inanıyor... Bir bakalım nasıl oluyor bu iş… Yılda ortalama yüzde 8 gibi bir büyüme hedefi konuyor. Peki, bunun kaynağı ne? Büyüme hızı nasıl hesaplanıyor? AKP iktidarı ekonomiyi dışarıdan, özelleştirme ve banka satışlarıyla gelen yabancı sermaye ile; borsaya ve devlet tahvillerine gelen sıcak para ile idare etmeye çalışıyor. Oysa kapitalizm mantığı içinde bile sıcak para yoluyla kısa vadeli borçlanma risklidir ve finansmanı zordur. İşsizlik, yoksulluk ve yoksunluğun baş sebeplerinden biri de hiç kuşkusuz özelleştirmeler. Özelleştirme, kapitalizmin neo-liberal politikaları çerçevesinde, ‘yeni dünya düzeni’ ve ‘globalleşme’ adı altında IMF ve Dünya Bankası’nca dayatılan bir saldırı. Elde avuçta ne varsa satıldı, birçok sektör neredeyse tamamen yabancıların eline geçti. Hem de yok pahasına. Örneğin Telekom ve TEKEL 2,5 yıllık, TÜPRAŞ ise 3 yıllık kârı karşılığında özelleştirildi. Son habere göre de yıllık geliri 550 milyon dolar olup 292 milyon dolara Mey İçki’ye satılan Tekel içki, Amerikalı sahibi tarafından 3 milyara satıldı! Mey İçki, TEKEL’in alkollü içecekler bölümünü 2004’te 292 milyon dolara satın almıştı. 2006’da ise ABD’li bir fon olan Texas Pasific Group (TPG) Capital, Mey İçki’yi yaklaşık 800 milyon dolara devralmıştı. Yani hükümet TEKEL Alkollü İçkiler fabrikalarını adeta bedava vermişti! Alan şirket bunu 4 katı fiyatına ABD’li
14
bir şirkete satmıştı. İlk satıldığı zaman TEKEL Alkollü İçkiler’in sadece hammadde stok tutarı 126 milyon dolardı. Mey İçki’nin peşin ödediği kısım ise 128 milyon dolar!.. Tabii bütün bu rakamlara rağmen özelleştirmenin bu türünü de övgü düzme adına kullananlar azımsanmayacak sayıda.
Tam yatırımlık!
Dünyanın önde gelen finans danışmanlık ve firması Ernst&Young’ın Türkiye Kurumsal ve Finansman Bölümü, Birleşme ve Satın Alma İşlemleri Raporu’na göre, 2010 yılı Türkiye’nin yabancı yatırımcılar nezdinde yatırım yapılabilecek en yüksek potansiyele sahip ülkelerle birlikte anıldığı bir yıl olmuş. Küresel krizin etkisiyle 2009’da özel sermaye fonlarının ivmesi azalsa da Türkiye’nin ‘krizi yenerek’ bu rakamı 2010’da artırdığı ve 2011’de artış eğiliminin devam etmesi bekleniyormuş. Elektrik üretim tesisleri özelleştirmelerinin öne çıkacağı öngörülürken, köprüler, otoyollar, Milli Piyango, İDO, İGDAŞ, İSPARK ve İstanbulport sırada bekleyen özelleştirmeler olacak. Maliye eski Bakanı Unakıtan yoksa haklı mıydı? “Ne komünist ülkeymişiz arkadaş, sat sat bitmiyor!” Bakalım neler neler satılmış? En can alıcıları TEKEL, TÜPRAŞ ve TELEKOM olmak üzere… Sanayi ve madencilik sektöründe, PETKİM,
POAŞ, TÜPRAŞ, ERDEMİR, KARDEMİR, SEKA ve daha niceleri… Ulaşım ve telekomünikasyonda, özelleştirilmesi için ilk adımın atıldığı Türk Hava Yolları’yla birlikte, Türk Telekom ve planlananlar PTT, TCDD’ye bağlı limanlar, BOTAŞ, Karayolları ve köprüler, doğalgaz dağıtım şirketleri… CHP Yalova Milletvekili Muharrem İnce, Meclis’te yaptığı açıklamada kendi hazırladığı ‘Türkiye’nin Satış Haritası’nı göstererek vaziyeti şöyle açıklamıştı: “33 Milyar dolarlık özelleştirme yapmışlar, 851 kalem fabrika, tesis, liman, gayrimenkul. Bunları satmışlar ve bunlar sadece Özelleştirme İdaresi’nin yaptığı satışlar. Bunun içerisinde TMSF tarafından yapılan satışlar yok. Kent içindeki değerli okul arazileri, maliye tarafından satılan gayrimenkuller yok. TOKİ tarafından satılanlar, maden ruhsatları yok. Sata sata bitiremediler. Türk Telekom, PETKİM, TÜPRAŞ, ERDEMİR… Türkiye’nin tüm vilayetlerine bakınız. Bu milletin 80 yıllık birikimlerinin satış haritası bu!” Öte yandan özelleştirme yoluyla yandaşların zengin edilmesi yoluna başvurulmuyor mu? Kuşkusuz! Örneğin, gerçek değeri 51 milyon dolar olan Balıkesir SEKA Kağıt Fabrikası, 1.1 milyon dolara AKP yandaşı Albayraklar A.Ş.’ye satıldı. Selüloz-İş Sendikası, mahkemeye
başvurarak fabrikanın satışını iptal ettirmişti. Bu şekilde şirkette 12,7 trilyonluk varlık kaybı tespit edilmişti. Halktan alınan vergiyle kurulan bunun gibi birçok şirket, AKP yandaşlarına peşkeş çekildi. Özelleştirme konusunda bir zamanların hızlı muhalifi Yiğit Bulut’a göre bu konuda farklı tezler var. Şimdinin bir numaralı iktidar destekçisi Yiğit Bulut bir zamanlar şöyle diyordu: “Özelleştirme Türkiye’de son 5 yılda yapıldığı gibi ‘yabancıya ver, kurtul, kısa vadeli açığını kapa’ şeklinde yapılırsa; ‘kriz’ şimdilik yapılanı ‘aklileştirse’ bile orta vadede sonuç ‘hüsrandır’! Sektörlerde ‘ciddi çöküşler’ ve makro dengelerde ‘düzeltilemeyecek’ bozulmalar oluşabilir!” Jöle kutusuna düşmüş yazarımız, ‘Özelleştirme neden yapılıyor?’ sorusuna bu şekilde cevap vermiş oluyor. “Kısa vadeli açığı kapatmak.” Peki, günü kurtaran AKP satılacak hiçbir şey kalmazsa ne yapacak? Sıra köprülere, otoyollara gelir deniyordu. Geldi nitekim! Şu an 16. büyük ekonomi olan Türkiye’nin 2020-2050 yılları arasında ilk 10’a gireceği söyleniyor. Fakat nasıl olacak bu? Bütün kaynakların özelleştirilerek elden çıkarılmasıyla, üretmeyen bir ekonomiyle mi? Sıcak paraya ve yabancı sermayeye muhtaç kalınarak mı? Referandum dönemindeki kısa süreli sürtüşmeden sonra patronlarla iktidarın arasından yine su sızmıyor. Yeniden AKP’nin yılmaz destekçisi haline geldiler. Patronların bütçesi (TÜSİAD) 283 bin lira fazla vermiş ve geçen yıl 11 milyon 79 bin lira olarak hedeflenen gelir 11 milyon 375 bin lira olarak gerçekleşmiş. 10 milyon 879 bin lira olarak hedeflenen giderler ise, 11 milyon 92 bin lira olmuş. Beklentilerinden fazla para kasalarında kaldı, memnun olmasınlar da ne olsunlar. Üstelik özelleştirmelerden nemalanan yerel sermaye gruplarının çoğu yabancı ortaklarla çalıştıklarından, bu grupların elde ettiği gelirler de yurt dışına transfer ediliyor ve ihya oluyorlar. Zenginin lehine dönen çarka alternatif ise, yoksulların işçi sınıfı etrafında örgütlenmesi ve kendi kaderini belirlemesidir. Ne var ki, resmi rakamlara göre, ücretli olabilecek 6 milyonun işi yok, işi olan 13 milyon ücretlinin de örgütü yok. Sendikalı sayısı 3 milyonu, toplusözleşme yapan sayısı 1 milyonu bulmuyor. Bu işsiz ve örgütsüz sınıf karşısında AKP yine tek başına iktidar, yine sömürmeye, satmaya, yağmaya devam ediyor.
HAKAN AYTAÇ
irme!
işçilerin kanı ve canı pahasına, halkın daha da yoksullaşması pahasına özelleşt
E
konomik bağımlılık bir ülkenin emperyalizmin kucağına oturmasının ön koşuldur. Sömürgeci güçler IMF politikalarını dayatmaktadır. Özelleştirmeler sonucunda da, Türkiye ekonomisi yerli ve yabancı sermayeye teslim edilmiştir. ABD-NATO-AB’ye bağımlı olan Türkiye, zaten ‘sınırlı olan’ bağımsızlığını özelleştirmeler neticesinde neredeyse tümüyle yitirmiştir. Özelleştirmeler sonucu elde edilen gelir ile gider karşılaştırıldığında rakamların neredeyse eşit olduğu görülüyor. 1985-2007 arasında kamu işletmelerinin özelleştirilmesinden elde edilen gelir 14,3 milyar dolar, özelleştirme giderleri ise 13,9 milyar dolar!.. Gelir-gider hemen hemen denk. Yüksek kârlı kurumlar, Telekom, TÜPRAŞ ve TEKEL birkaç yıllık karları karşılığında satılırken, limanların satılmasında kamu milyar dolarlara yakın zararlara uğratılırken, özelleştirmeler gelir getirmek
şöyle dursun, aksine gelir kaybına yol açtı. Özelleştirilen kurumlardan elde edilen gelirin büyük bölümü, yabancı ortaklarla çalışan yerli sermaye grupları yüzünden ülke ekonomisine yeniden dönmüyor ve özelleştirmeler nedeniyle yatırımlar artmıyor, aksine düşüyor. Özelleştirme ile bazı sektörlerde verimlilik kaybı yaşandı; örneğin çimento sektöründe bu kaybın oranı yüzde 20. Üretkenlik de azalıyor ve dışa bağımlılık artıyor. İşletmelerde çalışan personel sayısı düşüyor. Örneğin Telekom’da personel sayısı yüzde 45, TDİ’ye bağlı limanlarda yüzde 28, EBK’da yüzde 80, SEK’te yüzde 67 azaldı. İşten çıkarılanlar ise, emekli olanlar ya da başka kurumlara transfer olanları saymazsak, işsizler ordusuna katıldı. 10 binlerce işçi de bu
tehdit altında... Özelleştirilen kurumlarda çalışanların bir kısmı işsiz kaldı, bir kısmı da 4-C ile çok düşük ücretlerle kamuda çalıştırılmaya devam ediyor. Bir kısım işçi ise, işletmeyi alan şirketin personeli olarak, iş güvencesinden yoksun, daha düşük ücretlerle çalışıyor. Türkiye, iş kazalarında Avrupa birincisi, dünya üçüncüsü... Özelleştirmelerle birlikte işverenler maliyeti düşürmek için iş güvenliği önlemlerini en aza indirdiklerinden iş kazaları ve işçi hastalıkları artmaktadır. Özetle, toplumun paylaşması gereken zenginlik, özelleştirme yoluyla yandaşlara ve yabancı sermayeye peşkeş çekiliyor; işçi sınıfı yeni saldırılara maruz kalıyor, yoksulluk büyüyor…
15
C. OZAN ASLAN
Ben polisin askerlik yapmışını severim!.. A ntik Yunan’da ‘‘polis’ polis’ dedikleri, bir kısmı da Anadolu’da olan şehir-devletler varmış... Zaman her şeyi değiştiriyor: Günümüzde polis-devletleri var... Polis devletlerinde, mesela öğretmen olsun, doktor olsun, her meslekten insan sözleşmeli, ücretli, karamelli, üstüne az yoğurtlu gibi çeşit çeşit şekillerde istihdam edilip meslekleri sulandırılıyor ama polisler 20 biner, 30 biner, kadrolu olarak atanıyor... Devleti âli, polisin tarihi karakterine saygısından yapıyor desek, Zeugma ve Allianoi gibi antik siteleri suya, kuma gömdükten sonra gözünü Hasankeyf ’e dikmezdi. O halde, başka bir şeyler olmalı ama ne?! Devlet okulları dökülüyorken, insanlar akın akın özel dershanelere, özel üniversitelere yönlendirilirken, devlet hastanelerine gündüz gözüyle giren kör çıkarken -ironi olsun diye yazılmamıştır, özellikle son dönemde böyle çok vaka var-, özel hastaneler kredi kartına taksitle ameliyat satarken polislerden hiçbir şey esirgenmiyor. Kadro desen kadro, atama desen atama, otobüse beleş binmek desen bunlarda... Vatana hayırlı olması dileğiyle çayıra salınan son uygulama da 10 yıl polis kalana askerlik bedava uygulaması oldu. Polisin kontrolündeki nüfus ve yerleşim yeri arttığından böyle bir uygulamaya ihtiyaç varmış. Arkadaş, polis sayısı yetmiyor İçişleri isyanda, askeriye zaten yıllardır feryat figan şu asker-milletin orta yerinde, “Adam bulamıyoruz askere alacak,” diyor, özel güvenlik şirketleri bir yandan sayıca döviz bürolarıyla kapışıyor, gizlisi-gizsizi her taraf kamera dolu, n’oluyoruz lan?! Bir bilmeyene anlatsak bunları adam ya da kadın, her kimse, burada hiçbir olay olmuyor, sonsuz bir güvenlik deryasında yüzüyoruz zanneder ama nerde suç istatistikleri de sürekli artıyor, o da cabası.
Sebebe bak hizaya gel!
Okulda bir kere giremediğim bir sınava girebilmek için çakma rapor alıp mazeret sınavına tabi tutulmayı başarmıştım. Tek başıma girdiğim o mazeret sınavının bir sorusu aynen şuydu: Zaman nedir? Bir formasyon dersinde neden böyle bir soru çıkar anlamamıştım ama o ana kadar da zamanın ne olduğunu düşünmediğimi fark etmiştim. Biz ‘zaman’ muhabbetini genelde yüksek alkollü ortamlarda yapardık ama tarih bu cevval sorusuyla beni yüzde yüz ayıkken baş başa bırakmıştı. Çare yoktu bir şeyler yazılacaktı, ben de, zaman çok iyidir çok güzeldir, zaman olmasa biz de
16
olmayız, zamanımızı planlamazsak olmaz, yarı yolda kalırız minvalinde bir şeyler yazmıştım. Her öğrenci için klasik bir şeydir, cevabını kendi bilmediği, başkasından da bakamadığı sorulara, maksat kâğıt boş kalmasın, üç-beş bi puan çıkar belki umuduyla bi’şeyler sallaması ama o zaman çok fazla bi’şey çıkmamıştı, zaman o değildi demek ki ya da zamanı değildi, bilemiyorum artık... Tabii her kanuna bir gerekçe yazmak gerekiyor, buna da yazmışlar, çok da güzel yazmışlar, öğrenci sallamasıyla yarışır düzeyde, maksat kâğıt boş kalmasın: “Ülkemizin sosyal ve ekonomik yönden gelişmesi, yeni yerleşim birimlerinin kurulması, nüfus artışı, göç ve hızlı kentleşme nedeniyle kırsal kesimdeki sosyal sorunlar ve güvenlik tehditleri kentlere taşınmaktadır.” Bunun neresinden tutsak orası elimizde kalır. Sosyal ve ekonomik yönden gelişen yerde suç oranı mı artar? Bana düşmesi gerekir gibi geliyor. Kırsal kesimdeki sosyal sorunlar ve güvenlik tehditleri kentlere taşınıyormuş, koçum benim. Yankesicilik, dolandırıcılık, kapkaç, gasp bunlar hepsi köylerde ortaya çıkmış sonra hızlı şehirleşme ve göç vasıtasıyla şehirlere gelmiştir, bu kora kor gerçeğe itiraz eden de ahlaksız olsa gerektir. Şu sosyal ve ekonomik yönden gelişme meselesiyle başlayalım. Öncelikle şunu söylemek isterim ki, bu gerekçeyi yazan yaver, ‘sosyal’ kelimesinden, eminim ki, herhangi bir şey anlamıyordur, baharat niyetine araya serpiştirmiştir, “Sosyal mi? Sosyal abi,” hesabı. Madem sosyal yönden gelişiyoruz, yakında sosyalist oluruz belki, bunu bir düşünsün o bürokrat. Ekonomik ‘gelişme’ye bakalım biz, çünkü işin esası orada. Ekonomik olarak gelişen ülkede neler oluyor,
yeni iş alanları açılıyor günden güne: Sıkışık trafikte simit ve su satmak, çöplerden pet şişe toplamak, metro girişinde dilenmek, bunların hepsi kapitalizmin ekonomik gelişmesidir. Günden güne aç kalan yığınlar bir yandan günübirlik çözümlerle açlıklarını gidermenin mücadelesini verirken diğer yandan eğitimsiz ve aç kitlelerin lümpenleşmesi de suç oluşumunun ana eksenlerinden birini oluşturur. Trafikte simit satarak karnını doyurmaya çalışıp, Başbakan’ın çocukları işadamlarından burs toplamasa okuyamıyor iken aynı zamanda çocuğunu okutmaya çalışan adama, “Ahlaki değerlere bağlı kal, çalma, çırpma!” denebilir mi? Bu toplum onun, onun çocuğunun hayatını çalmıyor mu?
Tavuk mu yumurtadan?
Bu kadrolu polisler, özel güvenlikçiler de burada devreye giriyor. Burslarla okuyup gemicikler alanların gemiciklerini, lüks villalarını korumak gerekiyor, çünkü bu özel mülkler kitlelerin emeklerinin çalınması ile biriktirilmişlerdir. Halktan devşirilmiş bu kadrolu polisleri de sisteme bağlı tutmanın yolu onu sonsuz yetkilerle donatıp, her türlü rüşveti vermektir, askerlik piyangosu da en açık rüşvettir. Madem bu millet asker doğuyorsa polis de gitsin askere güzel kardeşim, bazısı polis mi doğuyor yoksa? ‘Hızlı kentleşme ve göç olayları’na gelince... Ben olsam hızlı ve çarpık ‘kentleşme’ derdim, yaver arkadaşın dili varıp da çarpık diyememiş, ben dedim onun canı sağ olsun. Hızlı ve çarpık ‘kentleşme’den kimler ne rantlar elde etti, önce onun bir dökümünü çıkartmak gerekli. Göç olgusu için de yakılan binlerce köy, mayınlanmış binlerce kilometrekare toprağın dökümü lazım. Bu konulardan cilt cilt
kitap çıkar, o yüzden şimdilik geçelim... Gerekçeye devam edelim: “Son yıllarda terörün kırsal kesimden kentlere kaydığı, bazı terör örgütlerinin büyük kent merkezlerinde yeniden ortaya çıktığı gözlenmektedir. Büyük kentlerde terörle mücadelede gelinen nokta dikkate alındığında, bu mücadeleyi veren özellikle yetişmiş tecrübeli personelin askerlik hizmetine alınması, kamu güvenliğine doğrudan olumsuz etki yapabilmektedir.” Bütün ekonomik sömürü sistemleri kitleleri kendi gerçeklerinden uzaklaştırmak için belli ölçüde mistikleşmiş bir düşmana (‘öteki’ne) ihtiyaç duyuyor. Bizimki de ‘terör’ oluyor. Kitleye biraz moral coşkunluk falan vermek istediklerinde, bir bakıyoruz ki bizim terör örgütlerine son darbeler vuruluyor, örgüt içinde kanlı iktidar kavgaları patlak veriyor, örgütten kaçan kaçana, devlete sığınan sığınana, az kaldı bitti bitecek ha gayret noktasına geliyor olaylar. Sonra bir gün bakıyoruz askere/polise bir kadro, bir hak verileceği zaman, öğreniyoruz ki bizim terör örgütleri almış yürümüş, neredeyse Üsküdar’ı geçmenin eşiğindeler. N’oldu yaver arkadaş, o kadar asker, polis, korucu, özel tim, özel harekat, ABD’den istihbarat, tank, top, helikopter, ‘kanlımız’ İsrail’den insansız uçak, yüz milyarlarca dolar para... Ben kendimi bildim bileli son darbeyi vuruyorsunuz, neden hâlâ asker-polis alıp yetiştirmenin peşindesiniz? Gelinen noktayı dikkate almaktan bahsetmişsin, ben hâlâ aynı noktada olduğumuzu düşünüyorum nedense... Padişahın askerleri yaşlı amcanın kapısını çalmış, “Amca sefer var, eli silah tutan en az bir kişi her evden katılacak orduya,” demişler. Amca en büyük oğlunu göndermiş, oğlan savaşta ölmüş. Bir süre sonra yine aynı şekilde gelmişler, bu sefer ortanca oğul gidip dönmemiş. Tekrar geldiklerinde amca bu sefer en küçük oğlunu vermiş ve verirken de şöyle demiş: “Padişaha söyleyin bundan sonra bana güvenerek savaş açmasın sağa sola.” Yaver arkadaş, siz de, yeter artık bu halka güvenip sosyal ve ekonomik ‘geliştirmeyin’ bu ülkeyi, bırakın dağınık kalsın. Bir de şu var ki, meğerse askerlik hem bir ödev hem de bir hak imiş (bkz. Anayasa md. 72) Hastane de ücretsiz tedavi olma hakkı yokken, okulda ücretsiz okuma hakkı yokken, bunları talep etmek bile bir hak olmaktan çıkmışken, bu millete askerlik yapma hakkı verilmiş. Polis gardaşlarımızdan niye esirgiyorsunuz bu hakkı? Onlar da haklarının tadını çıkarsın!..
HAKAN TABAKAN
Tırsaki Sözler...
Her ikmalin bir ikbali var...
“Eyyamcılık, oportünizm, her devrin adamı olmak... Gemisini kurtaran kaptan... Canım ben mi kurtaracağım memleketi ya? Ama adamlar çok güçlendiler, çok... Dön baba dönelim...” üzerine çeşitlemeler...
B
u kez nezih bir yazı yazacağım. Hep hükümeti eleştir, hep giydir adamcağızlara, hep muhalefet… Canım, bu insanların yaptığı, yapmaya çalıştığı, yapmayı tasarladığı iyi bir şey hiç mi yok? Ben bu yazıda işte o iyi şeylerden bahsetsem... Neticede adamlar bu memleket için seferber olmuş ellerinden geleni yapıyorlar. Bunları yazsam artık, bundan sonra böyle yazılar yazsam? Ha, ne dersiniz? Aman canım! Neye kadar muhalefet? Hem ben bu memleketi o insanlardan daha mı çok seviyorum veya bir ben mi seviyorum ülkemi? Bu cefa çeker insanların hiç mi emeği yok bu memleket üzerinde, onlarca yılın silsilesi içinde? Ben bunları yazayım değil mi? Yazayım yazayım… Ama ne yazayım? Adaleti yazarım, kalkınmayı yazarım. İleri demokrasiden bahsederim. Adil yargılamalardan, bu süreçten, ‘anti keyfiyet’ten bahsederim. Cengiz, Hasan, Mehmet, Engin Beyefendiler gibi; Gülay, Nazlı Hanımefendiler gibi sağduyulu analizlere de meyledebilirim. Değil mi, vakti zamanı geldi çünkü. Hem bozguncu muyum? Örneğin insan sağlığı için türlü düzenlemeler yapılır sigaraya, içkiye karşı uygulanır (zaten kötülüklerin anası içki değil mi, sigara da onun baş yandaşı, rezil yandaş şey; içtiğimin değil paketine geri soktuğumun yandaş sigarası…), yasaksa yasak, zamsa zam… Neymiş efendim aslında bunların derdi hayat tarzlarına müdahaleymiş. İçki ve sigara düzenlemeleri bunun içinmiş. Bu necip insanlar memleket için daha ne yapsın? Gerçi ne yaparlarsa yapsınlar o memnuniyetsiz muhalifler hiçbir şeyden hoşnut olmaz. Yani olmazdım ben de eskiden, şimdi ak gerçekleri görme zamanı. Memleket yönetmek... Hem kolay mı memleket yönetmek? Milyon farklı insanı memnun et. Canım mümkün mü böyle bir şey? Mümkün değil tabii… O zaman, isteyen memnun olsun, istemeyen olmasın, ama sussun, otursun, can sıkmasın… Yok yandaş gazete, yandaş TV, yandaş yazar, yandaş yönetmen, yandaş şarkıcı, yandaş türkücü, yandaş oyuncu, yandaş futbolcu, yandaş yorumcu, yandaş işadamı... Ne bu be? İnsanların hiç mi özgür iradesi yok? Yani… Buna cevap vermek zor. Aman efendim, bu kesimin işleri fena halde tıkırındaymış, pek tıkırındaymış, tıkır tıkırmış. Karşılıklı menfaat münasebetiymiş… E, ne var bunda para kazanmak günah mı? Hem ‘hür ticaret, ister cesaret’… Cesur insanlar vesselam. Gıpta edeceğimize kıskanıyoruz. Kıskanıyorlar. Ben değil. Gayri… Erdim ak gerçeklere.
Bakın, eremeyen gazeteciler filan bir bir içeri alınıyor. İçeri alınma değil de birer örgüt mensubu oldukları anlaşılıyor. Oluşmakta olan suça müdahale… Ya! Her ileri demokrasinin de kendi demokrasisini koruma kollama hakkı vardır. Yok mudur? Menfaat... Torba yasaya bile muhalefet etmek… Nasıl bir gaflettir bu?! Orada millet çıkarlarını göremiyor mu insanlar? Nankörlük böyle bir şey! Millet ne güzel menfaatlenir oluyor o yasadan. Ne güzel bir sürü af vs. Sen, siz şahsen o düzenlemelerden yararlanmamış, yararlanmayacak olabilirsin, olabilirsiniz. Ama insaf lütfen, ne kadar bencilsiniz, bunun da mı sorumlusu olacak bu iyi niyetli insan evlatları? Faydalansaydınız! İşçilerin haklarıymış… Yani fabrikalarda robotların, makinelerin çağı tümden başladı başlayacak, ne yani, o zaman da makinerobot hakları mı denecek? Güldürmeyin Allah aşkına! (Bu arada Allah aşkına deyince; inşallah, maşallah, Allah’a emanet ol, Allah izin verirse gibi sözler de dilime pek yakıştı gibi, literatüre bir ayar zamanı geldi sanki.) Yok torba yasası milletin kafasına torba geçirmekmiş! Akılları sıra gönderme yapıyorlar! Bu kadar mı kör olunur onca hizmete? Sorarım! Efendimiz stat yaptırır, tamam, kendi parasından değil ama yaptırır, şükrana duyacağına onu yuhala; küçük beyimiz dünya starlarını getirir konsere onu da yuhala; bir diğeri huzurun sağlanması için iki arada bir derede kalmayı göze alıp yabancı damat muamelesine maruz kalır; eleştir; yani ben kendim bile yaptım bunu, kendimden hicap ediyorum; o muhterem/ araştırmacı/bilimadamı/münazaracı/ hatip/uzman/gezgin/seyyah/siyasetçi/ siyasetbilimci/devletadamı/çelikpolitik/ politikacı muhtereme çamur atma çabasında ol… Bilemediğiniz şudur: O güzelim surette çamur bile iz bırakamaz… Nereye kadar,
nedir bu bivefalık? İkmal ve ikbal meselesi... Bir başka adamcağız vaktiyle Sivas’ta otelde mutfak yangını sebebiyle ölen insanların ölümünden sorumlu tutulan vatandaşlarımızın avukatlığını yapmış. Adamcağız da şimdi bakan’mış. E, ne olmuş? Ticaret yapmak yasak mı, suç mu? Günah olmadığı kesin. Hem ne diyor kendisi: “Savunmayı ayıplamak hiç kimsenin hakkı ve haddi değildir.” Bir hukuk devletinde herkes istediğini istediği duygularla savunur. Değil midir ki her ikmalin bir ikbali vardır… Diğer muhterem de Kenan Paşacığın avukatıydı. E, ne olmuş, darbe destekçisi mi oldu? Üstelik para neyin bir şey de almamış. Basın özgürlüğü de yokmuş bilmem ne. Açıkladı muhterem bakanımız, bizdeki basın özgürlüğü Amerika’da bile yok diye. Şimdi kime inanmalı? Sorun bir çocuğa örneğin, öğretmenine mi inanırsın, yoksa yoldan geçen birine mi? Tabii öğretmenine inanacak! Tamam mı? Biz olmuşuz bir Saltimbanco Şu da var, hür teşebbüsçü vatanseverlerimiz örneğin Kanadalı topluluk Cirque du Soleil’i İstanbul’a getirmek için iki senedir ter döküyormuş. Sergileyecekleri gösterinin adı da İtalyancadan uyarlama; Saltimbanco imiş, anlamı da ‘bankın üzerinde zıplamak’mış. Topluluk farklı hünerleri bir araya getirebiliyormuş. Ne de hoş. Ama kendi öz kaynaklarımıza neden bakmıyoruz ki? Neden onca paramızı dışarıya akıtıyoruz, akıtacak onca yan mecra varken... Bankın üzerinde zıplamak da ne iş ki? Bir bakınsak, etrafta bir koltuk, mevki, makam, program, maaş, kıyak üzerinde envai çeşit hüner sergileyen ne çok personel görünürdü. İki sene beklemeye ne hacet? Üstelik bu personel bir ömür burada sadece sekiz-on gün değil… İşte bu bakarkörlüğümüz, kendi değerlerimizden
bihaber olmamız bizi geriye götüren o statükoculuklardan biri değil mi? Yazık ama. Evet! Bak ne Babacan! Sonra dünya babacanı bakanımız ne güzel çalışıyor, düşünüyor, uyguluyor. Kendi için mi? Öyle düşünen hem kör hem nankördür, hizmet düşmanıdır. Bakın nasıl düşünür bizi; diyor ki, “Akaryakıtta ÖTV indirimi söz konusu değildir.” Neden peki? Açıklıyor kendisi; “Çünkü,” diyor, “İndirdiğimiz vergiden çok daha fazlası yüksek faiz olarak vatandaşa döner. Bütçe açık verir, bedelini vatandaş öder.” Ya! Vatandaştan başka kim düşünülür ki? Şimdi buna bile itiraz gelir. İlle de eleştirilecek ya adamcağızlar; tutup, “Zaten her bedeli her halükarda vatandaş ödüyor, siz düşürün o ÖTV midir nedir bilmem neyini, biz bedel ödemeye başka türlü devam edelim, hem o açığın gerçek müsebbibi mi kapatıyor açığın kendisini?” şeklinde şeyler denir. Günahtır, bu kadar da menfi olunmamalı. İyi düşünelim ki iyi olsun. Ha, oradaki sebep sonuç ilişkisini ben açıklayamam ekonomist miyim ki, haddim değil ama bakan mıyım ki, petrolcü müyüm ki? Ne bileyim? Ama bu ilişkileri benden iyi bilen ak fikirli iyi niyetli arkadaşlarımız, savunma demeyeyim de bir analiz yapar elbet. Krala ne gerek?! Değil mi, her şeyde de onları mı yormalı, hem icraat yap hem de dön bu icraatları bozgunculara karşı savun. Liberal arkadaşlık ne güne duruyor? Efendimiz... Ve Efendimiz bir şehirdeki konuşmasında şöyle diyor: “Bizim siyasetimizde korku yok, korkutmak yok. Bizim siyasetimizde dedikoduyla, sanal korkularla, sanal tehditlerle ayakta kalma çabası yok. Başkalarının yaşam tarzına müdahale, yasaklama, kısıtlama yok. Bizim siyasetimizde istismar yok, kutsal değerleri, hassasiyetleri siyasete alet etmek yok. Bizim siyasetimizde karnından konuşmak, çark etmek, nabza göre şerbet vermek yok.” Şimdi buna da mı inanmayacağız? O zaman, yahu biz ne fena insanlarız! Not: Böyle yazarım ben abiler, başka türlü yazamam, orta yerde konuşamam, düşünemem bile. Onlar ne düşündüğümü bile anlayıp fırsatını kollayıp ebemi belleyip… Korkarım, korkmazsam bile tırsarım, tırsaki olurum, tedirgin, ürkek… Ama bana sadece bir tatlı huzur gerek!.. Öyleyse ben Cenap Şahabettin’in Tiryaki Sözler’inden biri ile kapatayım Tırsaki Sözler’imi: Gerçeklik güneşini örten tek bulut, menfaattir… Böyle diyor…
17
‘Universit y’de kariyer günleri!..
ONUR BAYRAM
Ü
niversitelerde bir hayalet dolaşıyor: ‘Kariyerizm’ hayaleti. Yeni sistemin bütün güçleri bu hayaleti ete kemiğe büründürebilmek için kutsal bir ittifaka girdi. Her üniversite gerek kulüpleri aracılığıyla gerekse bizzat yönetimi ile kariyer günleri düzenliyor. ‘Çağın gereksinimi’ diye şişirilen, esasen ‘kapitalist sistemin gereksinimi’ olan kariyer günlerine sektörel bazda önde gelen birçok fabrikanın sahibi, CEO’ları, müdürleri katılıyor ve öğrencilere nasıl daha iyi birer eleman olunacağını açıklıyorlar. Kendi çiliklerine en yararlı olacak ineklerin ne gibi özelliklere sahip olması gerektiğini anlatıyorlar.
‘Kariyer Günleri’nden bazı alıntılar ve mealleri: u Yaptığınız işin en iyisi olun!: Öyle bir çalışın ki patrona en çok para kazandıran siz olun. u İşe başladığınız ilk 5 sene gecegündüz çalışın, çalışmaktan korkmayın: İnsan haklarını, çalışma haklarınızı unutun! İlk 5 sene bizim için varınızı yoğunuzu ortaya koyun ki biz daha çok para kazanalım. Zaten 5 sene sonra gecegündüz çalışmayı bırakınca biz sizi işten çıkarırız. u Kendinizi daha iyi pazarlayın, bunun için kişisel gelişim kitapları okuyun, dilinizi geliştirin: Şüphesiz ki siz kendinizi daha iyi pazarladıkça biz sizin üzerinden daha çok para kazanacağız, zaten mühim olan da budur. Dilinizi geliştirin ki biz uluslararası alanda iş yaparken bize daha faydalı olun. u Şirketiniz ile bütünleşin, şirketi kendi şirketiniz gibi görün: Tabii sakın bunu maddi anlamda görmeyin, kâr bizimdir; siz sadece manevi anlamda şirketin sahibi gibi görün kendinizi. İnanırsanız bir gün belki sizin olabilir zaten şirket. Her şey
inanmakla başlar!.. u Şirket arkadaşlarınızla rekabet edin ama uyumlu olun: Sizden en çok verimi almamız için kendinizi kasın, yarışın herkesle ama kavga etmeyin çünkü kavga ederseniz işgücünüz düşer biz daha az para kazanırız. Yanınızdakiyle birlik olup
sendikalaşacağınıza rekabet edin! u Sorunlarınızı unutun, bütün enerjinizi işinize verin: Zaten sizin sorunlarınız çözülmez, siz sorunlusunuz. Bırakın en azından biz sorunlarınızla vakit kaybetmeyelim. Enerjinizin hepsini bize verin, sonra gelsin paraalaaar!..
Rekabet denizinde bir damlayız!.. Kendimizi sağdırmak için sıraya girmişiz!.. Kariyerizmi kısa bir şekilde tanımlamak gerekirse: “İnsanın insandışılaşma sürecidir,” diyebiliriz. Esasen kariyerizm bireye umut verir ve karşılığında ondan teslimiyet ister. Önce kendi içinde teslim olmalıdır insan, sonra şirketi, patronu karşısında. Teslim olmak da yetmez, bundan keyif almamız gerektiği öğretilir bize. Üniversiteler birer bilgi üreten kurum olmaktan çıkar, artık sistemin ihtiyaçları doğrultusunda kalifiye eleman yetiştiren birer kursa dönüşür. Öğrenciler iyi bir staj, iyi bir iş bulma inancıyla kariyer günlerine akın edip, tabiri caizse, “Abi bi lira ver be,” modunda birer makine haline gelir. Kendisini daha iyi sağdırmak için çeşitli taktikler öğrenip iş hayatının olanca yabancılaşması içinde yüzmeye koyulur. Şüphesiz, patronlar için en iyi inek, en çok süt veren inektir ve kariyer günleri bize nasıl daha iyi, daha çok süt verebileceğimizi öğretir. Öğrenci ilişkileri birer pazar ilişkisine dönüşür, sistemin bünyelerde yarattığı rekabetçi bireycilik tüm vücutları sarar. Artık arkadaş yoktur, insanlık, hayaller yoktur. Artık sistemin realitesi vardır: “Kendini daha iyi sağdır!” Bu noktada, yaratılana olan inancı artırmak için ‘kişisel gelişim’ denilen yeni akıma ihtiyaç duyulmuştur.
18
(Kişisel gelişim ve yeni iş hayatındaki yeri ile ilgili Ekim 2010 sayımızda ayrıntılı bir yazıya ulaşabilirsiniz.) İş hayatında başarılı olmanın 10 yolu gibi kitaplar ile bizi bir an önce kendimize yabancılaştırmak için olanca gücüyle, bir ahtapot gibi
sarar sistem etrafımızı. Ahtapotun kollarını kesip kendimize, yani yabancılaştırıldığımız kendimize dönmek bizim bilinçli ve örgütlü mücadelemizden geçiyor. Eğer üniversitelerimizi birer şirket şantiyesi olmaktan çıkartıp esas kimliğine
kavuşturmak istiyorsak, öğrenciler olarak bilinçli ve örgütlü bir mücadele yürütmek zorundayız. Bu konuyla ilgili kişisel fikirlerimi paylaşmadan geçmeyeyim. Hani arada eskiler anlatır, “Üniversite bizim için özgürlüktü, kampusa girdik miydi kendimizi güvende hissederdik,” diye. İşte bunları dinlerken hep gıpta ile bakıyorum, “Vay be!” diyorum. Zira artık benim kendimi en rahatsız hissettiğim yerlerden birisi üniversite olmuş durumda. Kendimi sağılmak için beslenen bir inek gibi hissediyorum, not ortalaması yüksek, disiplin cezası almamış öğrencileri listeleyip, onları takip eden ve onları sağmak için dört gözle bekleyen gözleri hissediyorum. Üniversitemin bilgi üreten bir kurum değil, iş hayatına elaman yetiştiren bir kurs olduğunu düşünüyorum. Pişkin pişkin sırıtarak, “Ben sizi aydınlatmaya geldim,” edasında üniversiteme girip çıkan patronlardan da fena halde sıkıldım. Anlayacağınız ben üniversiteye biçilen bu yeni modele acayip ‘kıl oldum’. Bu duruma benim gibi ‘kıl olan’ herkesi de ortak mücadeleye çağırıyorum. Mücadele edeceğiz, çünkü ‘kıl’ız arkadaş! Ve son olarak kariyerizm batağına saplanmış öğrenci arkadaşlarıma sesleniyorum: “Arkadaşlar, size bakınca sizi göremiyorum!”
NAZMi ORÇUN ÇOBAN
Organik aydın yetiştirme enstitüsü Ü
lkemizde popüler kültür, yaratılan/üretilen kavramların içini boşaltmakta ve onu tanımından bağımsız bir ‘şey’e dönüştürmekte gösterdiği gayretle, dalındaki bütün Oscar ‘put’larını hak edecek kadar başarılıdır kanımca ve hatta şimdilerde birilerinin tepesine yıkılacak olan şu tonlarca ağırlığındaki heykeli de parçalara ayırıp bu popüler kültür teorisyenlerinin evlerine göndermek lazım gelir... Benim gibi cahil müminlerin tanrısı ‘ilahi google’ araç çubuğuna ‘organik’ yazıp klavyedeki en büyük tuş olan ‘enter’a bastığınızda karşınıza organik ürünler, organik tarım, eko-organik ürünler mağazası, organik bakım ürünleri vb. tüketim nesneleri çıkıyor ve anladığım kadarıyla biz bu ‘organik’ ürünleri tüketmezsek maazallah ölebiliriz. Organik, adı üzerinde canlı bir şeyin parçası olma halidir. Bunun tam tersi de inorganik olarak tanımlanır. Tarımda hayvancılıkta bin türlü gıda ürününde sihirli bir kelimedir organik kelimesi. Örneğin marketten çilek reçeli alacaksınız... Ortalama 2,5 lira olan bir kavanoz çilek reçeli, bir de bakmışsınız dışı janjanlı paketlerle allanıp pullanmış, kapağına da samandan bir ip bağlanmış, olmuş mu 9 lira! Ve de olmuş mu organik! Geçen gün adı kimseye lazım olmayan bir markette ‘organik tarhana’ gördüm ve 200 gr tarhana 6 lira gibi bir fiyattan satılıyordu. Benim memleketimde –Sinoptarhanayı farkında olmadan organik organik üreten gariban köylüm, kilosunu 3 liraya satamazken, şark kurnazı inorganik kafalı adamlar tarhanayı bez pakete koyup rafları doldurmuştu işte!.. Biraz araştırınca, Avrupa Birliği tarım politikalarının sanayi üretiminden organik üretim biçimlerine kaydığını gözlemledim. Ve anladım ki, seradaki domates değil tütün tarlasındaki domates, merdiven altı atölyedeki tarhana değil, benim köylüm Ayşe Gelin’in tarhanası, ‘Holştayn’ değil Anadolu sığırı AB standartlarına uyuyor, Avrupa’da yaşamaya ve tüketilmeye hak kazanıyor. Sanayileşme ve kalkınma sosyolojilerinde biz derslerde paradigmaları tartışırken, ‘küçük güzeldir’ modern ve büyük çirkindir, insan doğasına aykırıdır, ilerleme tek yönlü değildir, Avrupa-merkezci olmak zorunda değiliz falan derdik olayı pek kavramadan... Şimdi Avrupalılar, “Avrupa-merkezci olmayın,” diyor bizim çiftçimize, üreticimize. 250 yıllık modernleşme teorilerini tersinden okutmaya çalışıyorlar bize. “Paradigma iflas etti,” diyorlar çaktırmadan. Biz de kavramı falım çikleti gibi arada bir balon yapıp patlatarak çiğneyip duruyoruz. “Organik olun, organik tüketin, organizasyonlarınız organik olsun,” diye diye çiğniyoruz, bize çiğnetip yutturmak istedikleri sakızı… Organik sözcüğü bana ne domatesi ne
de kara sığırı hatırlatır… İtalyan komünisti, büyük insan A. Gramsci’yi hatırlarım ben markette dolaşırken, raflara af edersiniz demir yığınına bakar gibi bakarken. Lenin’in işçi sınıfının ideologları tartışmasını level atlatarak proletaryanın organik aydınları aşamasına taşıması aklıma düşer. Gramsci’ye göre her sosyal sınıf, ekonomik üretim alanındaki başlıca işlevinin temeli üzerinde kuruluşunu gerçekleştirirken, aynı zamanda organik olarak bir veya birçok aydın grupları doğurur. Bunlar kendisine hem ekonomik, hem de sosyal ve siyasal kesimde homojen ve ‘kendi işlevlerinin bilincinde olma’yı sağlarlar. Kapitalist girişimci sanayi teknisyenini, ekonomi/politik teorisyenini, yeni bir kültür ve yeni bir hukuk örgütçüsünü v.b. yaratır. İşçi sınıfı da kendi iktidarında, kendi üretim ilişkileri içerisinde kendi ‘organik aydın’larını yaratmalıdır ona göre. Hatta proletaryanın organik aydınları, eski ahlakla ve kültürle bağlarını kopardığı oranda/sürece organik olabilir, eskiyi reddederek. Geleneksel aydın ise köylü ve zanaatkar toplumların örgütleyici öğeleridir. Ve organik aydınımız, bu geleneksel ilişkilerden kopmalıdır... Bizim memlekette aydın yetiştirme meselesi hep patolojik olmuştur. Örneğin benim aydın babam, köy enstitüsünde okumuş, tarlada domates ekmiş, müzik odasında keman çalarak yetişmiştir. Devletinin kurucu ideolojisine bağlılık yeminleri etmesi için, modern, laik, dinden azade, halkına yakın ama onu anlayabilmek için içine girmesi gerektiği teziyle eğitilmiştir. Köylüyü kalkındıracak üretimi de, eğitimi de onlara sunacak araçları uygulayabilmesinin yöntemleri öğretilmiştir. Köy Enstitülerinin tekrar açılması gerektiği tezini savunan jakoben aydınlarımızın kendi halklarına uygun gördüğü bu eğitim/öğretim içinde bir aydının organik olarak yetişmesinin nasıl
mümkün olacağını ben anlayabilmiş değilim. Naçizane teklifim, madem AB hibe fonları, milyon avroları organik tarım, organik sığır yetiştiriciliği, organik nane üreticiliği için Anadolu’ya boca ediyor, madem organik üretim ilişkileri organik ürün yetiştirmemizi sağlıyor, ve de madem ülkemizde organik aydın, soyu tükenen endemik bitki muamelesi görüyor, bir ‘BİLALOĞLAN ORGANİK AYDIN YETİŞTİRME ENSTİTÜSÜ’ kuralım Anadolu’ya, alalım Avrupalının da avrosunu, yetiştirelim aydınımızı. Memleketi 250 senedir modernleştirmeye gayret eden müessesenin, son dönemde en tepesine oturan adamın oğlu bir site yayınına girmiş. Memleketimdengelsin diyor, yani Erzurum balı, Kars kaşarı vb. ürünleri Başbakan’ın oğlunun BİM marketinden değil, cumhurbaşkanının oğlu memleketimdengelsinkom’dan alınsın organikleriniz diye. Halkın beslenmesi için bu üstün gayretlerinden dolayı, bu iki üstün zekalıya, yıkılan heykellerin parçalarını ikişer üçer ton molozlar halinde ikram etmeyi teklif ediyorum naçizane...
Pensilvanya Almancası
BİLALOĞLAN ORGANİK AYDIN YETİŞTİRME ENSTİTÜSÜ’nde yetişen aydınlarımız, herhangi bir ‘modern’ süreçten geçmeden, işçi/köylünün ‘pis’ elleri değmeden, helal adam standartlarına uygun bir şekilde istenirse yatılı istenirse gündüzlü ama kesinlikle haremlik/selamlık bir şekilde yetiştirilmelidir. Pensilvanya Almancası bilen mürebbiyeler, hadisleri tersinden okuyabilen imamhatip hocaları eşliğinde, el değmeden poşetlenen ve de paketlenen bu ‘organik’ aydınlarımız gazetelere, dergilere, tv’lerin yorum tartışma programlarına, porno film çekmek yasak olan çok ‘özel’
üniversitelere yerleştirilip kendilerinden aydınlık yapmaları, halkını aydınlatması beklenmelidir. Hem akepe konseptindeki ampule uygun olarak yetişen bu organikler, 500 wattlık çeşme ampulü gibi etrafını aydınlatır, halkımız da aydınlığa doyar, fena mı olur? Rahmetli Edison bile bu kadar aydınını beceremezdi diye düşünmeden edemiyorum. Avrupalı dostlarımız da akıttıkları milyonlarca avro hibenin boşa gitmediğini görür, tüm aydınlanma filozoflarının mezarlarında kemikleri sızlar, hasetten ve de kıskançlıktan ağlaşır durur, akıttıkları gözyaşı nemi kemiklerini sızlatır alayının. Böylece Viyana seferlerinin intikamı da bir güzel alınmış olur, ‘muhteşem sevişen sülüman’, Hürrem’le işine bakar, beraber çocuk yaparlar, Sülo boğdurur çocuklarını, Hürrem doğurur, nasıl olsa organik kuluçka makinesi olan Hürrem Hatun var ve de bu kuluçka makinesi olma durumuna, Harem’de ona ayrı bir prestij kazandıracağı ve Sülo’nun koynundan çıkmayacağı için, itiraz etmez. Sarkozy denilen serseri Fransıza sakız çiğnemeyi öğreten belediye başkanımız var, sakız çiğnemeyi Ankara Kaleiçi tebaasından öğrendiğinden şüphe etmiyorum. Enstitülerde çoğaltılsa, kopyalansa -ama kopya koyun yöntemi ile değil tamamen organik olarak- ve memleketin Kars’ına Edirne’sine gönderilse ve buralarda ‘organik yetiştirilmiş aydından sakız çiğneme dersleri’ verilse halkımız için yararlı bir faaliyet olmaz mı sizce de? Hem Fransa ve Almanya dışındaki birçok Avrupa ülkesi bu organik aydın projesi için avro göndermez mi acaba? Onlar göndermese dahi, ABD’nin bazı eyaletlerinde örneğin Pensilvanya’da mutlaka bir hibe fonu bulunur. Amaç işçiyi köylüyü aydınlatmak değil midir? Sosyalist aydınlar mı dediniz? Bizim sosyalist aydınlarımız öncelikli olarak pazardan manavdan eşleriyle birlikte organik domates, organik kültür mantarı almayı öğrenemedikleri sürece işçisinden köylüsünden uzakta yaşamaya mahkumdur. Kendi halkına ve onun ‘acil’ sorunlarına hiç bu kadar yabancılaşmamış olan inorganik sosyalistlerimiz kara tren neden gecikti diye istasyonda bekleye dursun, treni alan Boğaz’ın altından Üsküdar’a geçti şimdi gidişli gelişli duble yol için kuzenlerine ihale açmakla meşgul, duyurulur. Bilaloğlan, Hasanoğlan fark etmez, inorganikliğini kurumsallaştıran sosyalistlerimiz, karşısında sakız çiğneyen, 20 yaşındaki üniversite öğrencisine sağ sol kroşe sallayan polis eşliğinde Taksim/Bostancı sarı dolmuş güzergahını eylem alanı olarak tercih ettiği sürece inorganikliğe mahkumdur. Herakleitos aynı nehirde iki kere yıkanmayın inorganik olursunuz diyeli oluyor bir 2000 yıl, siz dağıtılan kömürle kurulanmaya devam edin sevgili aydınlarımız devam edin...
19
Popüler bir ‘muhalif’ yönetmenin taze Oscarlı yine/yeni itaat filmi...
içinizdeki isyanı öldürün ve hizaya gelin!
“K
üçük bir çocukken annem güneşe bakmamamı söylerdi. Altı yaşındayken bir gün güneşe baktım. Doktorlar gözlerimin iyileşip iyileşmeyeceğinden emin değillerdi. Çok korkmuştum. O karanlıkta tek başımaydım. Yavaş yavaş gün ışığı bandajlardan içeri süzüldü ve tekrar görmeye başladım. Ama içimde bir şey değişmişti. O gün ilk defa başım ağrıdı.” Darren Aronofsky’nin ilk uzun metrajlı filmi Pi bu cümlelerle başlıyor. Filmin migren hastası matematikçi başkahramanının bütün film boyunca çektiği şiddetli baş ağrıları bu olayla, yani annesinin sözünü dinlememesiyle başlıyor. Filmin konusu borsa hareketlerini önceden tahmin etmeyi sağlayacak bir matematik denkleminin peşindeki matematikçinin, bu denklemi takıntı haline getirip dünyadan iyice koparak odasına kapanıp kafayı sıyırması ve en sonunda da matematiği, denklemi boş verip huzurlu, sıradan bir hayata kucak açması olarak özetlenebilir. Tabii biraz daha detaya inersek filmin gerçekten ilginç bölümleri var. Mesela adamımız araştırmasında ilerlerken, bu denklemin sadece borsada değil hayatın her alanında bulunduğunu fark ediyor. Derken olay iyice çığırından çıkarak bu denklemin aslında Yahudi mitolojisinde bahsedilen ve sadece seçilmiş hahamın bildiği ‘tanrının gerçek adı’nın nümerolojik olarak kodlanmış hali olduğu ortaya çıkıyor. Efsaneye göre ‘seçilmiş insan’dan başkası bu ismi söylerse yok olur. Tabii bizim adamımız seçilmiş kutsal insan olmadığı için denklemi çözmeye yaklaştıkça işler kötüye gidiyor. En sonunda seçilmiş insan olmadığına ikna olan adamımız böyle kutsal işlerle uğraşmayı ‘seçilmiş insanlara bırakarak’ normal bir hayata geçiş yapıyor ve denklemi çözmede her aşama kaydettiğinde daha da şiddetlenen baş ağrıları falan geçiyor. Filmin mesajı kısaca: “Böyle kutsal şeylerle uğraşmayı seçilmişlere bırakın, hayatta size biçilmiş olan rolü oynayın daha fazla bi’şeyin de peşinden koşmayın.” Filmin -ve bu yazının- başındaki cümleler şimdi daha açık: Anne -aile, devlet, din adamı her tür otoriteyi simgeliyor burada- sözü dinleyip güneşe bakmayacaksın. (Gözün yukarılarda olmayacak.) Böylece Darren Aronofsky ilk filminin ilk cümlesiyle bütün sinema kariyeri boyunca yapacağı filmlerin bir özetini çıkarmış oluyor. (En azından ilk 12
20
küçük burjuva hayatı’nı yaşamayan adamın acılarını dini bir yan hikayeyle anlatıyor. Aronofsky’nin önceki filmlerinde ufaktan dokundurmalar yaptığı ‘burjuva ailesi’nin önemi kavramı e Wrestler – Güreşçi filminde ana konu haline geliyor. Gerçi Güreşçi’yi izlemedim -bana da acıyın- ama filmin konusu şöyle: Yıllarını ringlerde geçirmiş eski efsane güreşçinin kızıyla sağlıklı bir baba-kız ilişkisi kurmaya çalışması. Aronosy’nin favorisi sıra dışı bir mesleği takıntı haline getirip, burjuva hayatına sırt dönüp sonunda yıkıma uğrayan adam -güneşe bakan yaramaz çocuk- tabii ki ana karakter.
Girdi vizyonumuza!
yıl/5 film için...) Darren Aronofsky’yi benim gözümde tehlikeli, Hollywood’un gözünde desteklenmesi gereken adam yapan şey bu mesajın bıçak sırtı anlamı. Bir bakış açışı bu mesajı kapitalizmin ‘hep daha fazlasını iste’ şeklinde insanlara dayattığı hırsın ve tüketim isteğinin bir eleştirisi gibi yorumlayabilir. Ama filmleri bir bütün olarak izlediğimizde alttaki mesajın kapitalizme eleştiri değil, “Oligarşinin işi yönetmek, siz de küçük burjuva dünyanızda sakin sakin oturun bakayım. Önünüze atılan yemler neyinize yetmiyor?” olduğunu görüyoruz. Zaten Hollywood’un son zamanlardaki en iyi numarası bu... Muhalif bir şey söylüyormuş gibi yapıp aslında tam tersi bir mesaj vermek. Aronofsky’nin ikinci filmi Requiem For A Dream – Bir Rüyaya Ağıt öğrenciler arasında bir fenomene dönüşmüştü. Genç sanat okulu öğrencilerinin bu kadar tutucu mesajlar veren bir filmi sevmesine anlam verememiştim. Filmin mesajı Pi ile benzer. Aslında başlı başına uzun bir analizi gerektiren bu filmi detaya girmeden ‘kendi küçük dünyalarıyla yetinmeyip daha fazlasının peşinde
koşan bir grup insanın sonunda (çok acımasız şekillerde) cezalarını çekmesi’ diye özetleyebiliriz. Aronofsky’nin Hollywood’un büyük bütçeliler listesine geçme sınavı niteliği taşıyan bu filmde işini iyi yaptığını söyleyebiliriz. Filmin merkezine aptal televizyon programlarının esiri olmuş insanlar ya da uyuşturucu bağımlısı gençler gibi kimsenin eleştirilmesine karşı çıkmayacağı şeyler koyarak kapitalizmi ve modern dünyanın gençleri içine soktuğu durumu eleştiriyormuş gibi bir hava yaratıyor ama aslında film demin yazdığım cümleyle özetlenebilecek bir mesaj veriyor. Aronofsky verdiği mesajın tersini söylüyormuş gibi yapma tekniğini burada çok ustaca kullandığı için bu filmle ilgili yazdıklarıma çok itiraz gelebilir. Detaya girmiyorum çünkü bir ucundan başlarsak yazı sadece bu filmden ibaret olur... Aronofsky, Bir Rüyaya Ağıt’tan sonraki filmlerinde mesajları daha açık vermeye başlıyor. e Fountain – Pınar filmi, “Ölüm allahın emri,” diye özetlenebilecekken, bir yandan da Aronofsky’nin olmazsa olmazı, işini takıntı haline getirip ‘sıradan
Bu uzun girişten sonra müjdeyi verelim, yukarıda kısaca anlattığımız yönetmen Darren Aronofsky’nin yeni filmi Black Swan – Siyah Kuğu Şubat sonunda vizyona girdi! (Heey! Yaşasın!) Film aslında ‘bir genç kızın masumiyetini kaybetme hikayesi’nden başka bir şey değil ama biz bu hikayeyi dünyanın en popüler balesi olan Kuğu Gölü Balesi’nin etrafında ‘sembolik’ bir şekilde izliyoruz. Allahtan biz cahil izleyiciler için filmin başında Kuğu Gölü Balesi’nin hikayesi özet olarak anlatılıyor. “Genç ve masum bir kız bir kuğunun bedenine hapsolmuştur. Bu durumdan kurtulmasının tek yolu gerçek aşkı bulmasıdır. Ne yazık ki hayatının aşkı prens kötü kalpli ‘siyah kuğu’ tarafından baştan çıkartılır. Umudu ve kalbi kırılan beyaz kuğu da intihar ederek özgürlüğü ölümde bulur”. Filmde bale ekibinin başındaki Fransız koreograf bu baleyi yepyeni bir bakış açısıyla sahnelemeye karar veriyor: Siyah kuğuyla beyaz kuğuyu aynı balerin oynayacak! (Vay be!) Bu zorlu rol için de filmin baş kahramanı saf, temiz ve kırılgan Nina isimli balerini seçiyor. (Bence Nina kendi ayakları üstünde duramayan, ağlak, pısırık, edilgen antipatik bir karakter ama neyse...) Bütün film boyunca bu ‘saf ve temiz’ kızın siyah kuğuya dönüşmesini izliyoruz. Daha filmin açılışında -bütün bu bale/kuğu gölü meseleleri ortada yokken- Nina şeytani/erkek siyah bir yaratıkla karanlıkta dans ediyor. Sonunda rüya olduğunu anladığımız bu sahne filmin özeti gibi: Nina’nın karanlıkla ürkek dansı. Rüyanın hemen ardından ilk defa Nina’yı görüyoruz, yatağında, beyaz yastığın üzerindeki siyah çiçek deseni Nina’nın içinde şimdiden filizlenmeye başlamış olan karanlığı açıkça gösteriyor. Filmde
SEYHAN ARGUN önemli bir karakter olan Nina’nın annesi hep simsiyah giyiniyor, yani Nina’nın içindeki karanlığın kökü kendi de eski bir balerin olan annesinde. Annenin ilk hareketi bembeyaz giyinmiş Nina’ya gri bir kazak giydirmek. (Filmin anlatımında kıyafetlerin rengi ve arka planlardaki siyah beyaz lekeler çok büyük yer tutuyor.) Filmin başından sonuna kademe kademe artacak olan kaşıntılar ve yaralar, karanlık tarafa geçtikçe Nina’nın o kusursuz ve saf güzelliğinin bozulmasını temsil ediyor. İlk gün sabah balerinler soyunma odasında hazırlanırken simsiyah giyinmiş çekici bir kız içeri giriyor: Lily. (Burada Hıristiyan mitolojisinin kötü kadını ve semavi dinlerdeki kadın düşmanlığının en üst noktası Lilith karakterine de bir gönderme var.) Ekibe yeni katılmış Lily, filmin siyah kuğusu rolünde, Nina’nın içindeki karanlığı temsil ediyor. Lily, Nina’nın karanlık tarafıyla yüzleşme sahnelerinde yer alacak. (Ana karakterin farklı bir yanını başka bir karakter olarak karşısına çıkarmak her zaman filme sanatsal bir hava verir!) Lily filme girer girmez Nina’nın yüz aynasındaki yansımasını görürüz. Önde Nina’nın yüzü arkada Lily’nin yüzü. Önce Nina bulanık Lily net sonra Lily bulanıklaşıp Nina netleşiyor. Bu ve benzeri başka ‘kör göze parmak’ anlatımlara rağmen Lily’nin olayını anlamayanlar için her şey düşünülmüş: Lily’nin sırtında bir çi siyah kanat dövmesi var. O gün baş balerin Beth’in artık emekli olacağını, yeni kuğu gölü balesinde başrol oynayacak balerinin onun yerine geçeceğini öğreniyorlar. Beth’in yerine geçeceğini henüz bilmeyen Nina zorla emekli edildiği için sinir krizleri geçiren Beth’in odasını kırıp dökmesine şahit oluyor. Beth odasından simsiyah giyinmiş bir şekilde kapıyı çarpıp çıkarken Nina gelecekteki haliyle yüzleşmiş oluyor. (Evet evet yine aynı taktik!) Nina karanlık tarafın çekiciliğine dayanamayarak ,‘siyah kapı’dan geçerek Beth’in odasına giriyor ve ilk karanlık eylemini gerçekleştiriyor: Beth’in rujunu çalıyor. Kırmızı ruj şehvet ve kadın cinselliğini temsil ederek bu kavramları karanlık tarafla özdeşleştiriyor. (Ne? Yoksa hâlâ bunun Katolik Hıristiyan ahlakını savunan ve kadın düşmanı bir film olduğunu anlamamış mıydınız?) Filmin kalanında Kuğu Gölü’nün yeni versiyonunda başrole seçilen ‘temiz ve saf ’ kız Nina’nın (beyaz kuğu) yavaş yavaş siyah kuğuya dönüşmesini izliyoruz. Nina çok iyi ve saf olduğu için Siyah Kuğu bölümlerinde iyi dans edemiyor, koreograf omas onu içindeki karanlık tarafı keşfetmeye
kuğuya dönüşme tamamlanıyor ve Nina cinayetin hemen ardından sahnede siyah kuğu dansını mükemmel bir şekilde yapıyor. Filmin sonunda Lily’yi öldürme sahnesinin aslında hayal olduğunu Nina’nın o sanrılı hezeyan sırasında aynayı aslında kendine sapladığını görüyoruz. Nina bu durumu final sahnesi için tekrar beyaz kuğu kostümü giydiği anda fark ediyor, yani aslında aynayı saf ve masum Nina’ya, beyaz kuğu Nina’ya saplamış. Yani aslında bu sahne Nina’nın karanlık tarafının iyi ve saf tarafını öldürmesini temsil ediyormuş. Yani aslında… Neyse bunun ardından Nina beyaz kuğu olarak kapanış dansını da başarıyla gerçekleştirdikten sonra Kuğu Gölü balesinin sonunda beyaz kuğunun öldüğü sahnede- gelinliği andıran beyaz kıyafetinde yavaş yavaş büyüyen, bekaret ve ilk adeti temsil eden kırmızı kan lekesiyle hırslarının ve şehvetinin kurbanı olarak ölüyor. Her şeyin kör göze parmak misali anlatıldığı bu filmde -o kadar ki Nina’nın siyah kuğuya dönüşmesi kollarının kuğu kanadına dönüşmesi falan gibi sözde sembolik anlatımlarla gözümüze sokuluyor- final bence çok açık değil. Nina’nın ölümü acaba sadece masumiyetinin yitişinin bir simgesi mi, yoksa Nina gerçekten ölüyor mu?
Umurumuzda mı?!
teşvik ediyor… Nina şehvetle yoğrulmuş karanlık yollarda dibe doğru giderken omas’a duyduğu platonik, saf aşk şehvetli bir hal alıyor, hayranlık duyduğu ve korktuğu Lily’yi kendine rakip olarak görmeye ve kıskanmaya başlıyor. Bu arada başrole ve yeni baş balerin olmaya duyduğu istek hastalıklı ve takıntılı bir hırs halini alıyor; iyi bir kızın asla yapmayacağı şeyler yapmaya başlıyor. (Mesela mastürbasyon yapıyor -hem de zevk alarak! Ya da annesi arayınca telefonu açmıyor -bu kadarı da fazla!)
Anne sözü dinle!
Nina’nın siyah kuğuya dönüşmesindeki en büyük iki kırılmadan biri annesinin sözünü dinlemeyerek akşam Lily’yle içki içmeye gitmesi. (Sanki filme AKP sponsor olmuş gibi değil mi?) Lily burada önüne gelen her erkekle yattığından bahsediyor. (Zaten anne sözü dinlemeyip gece içkili ortamlara giden bir kızdan da bu beklenir!) Derken Lily Nina’ya hap
teklif ederek bize, “80’lerden kalma bir Türk filmi mi izliyoruz acaba?” dedirtiyor. Bununla da yetinmeyen kötü kadın Lily, Nina’nın içkisine gizlice uyuşturucu katıyor. Biz Nuri Alço ne zaman gelecek diye beklerken Nina içkisine ilaç katıldığını görmüş olmasına rağmen, bile bile içkiyi içiyor ve dans edip bar tuvaletinde erkeklerle sevişmeye başlıyor. Bu günah gecesi Nina ve Lily’nin sevişmesiyle sonuçlanıyor. Bu sevişme sahnesinin Nina’nın karanlık tarafla birleşmesi falan gibi ‘derin’ anlamlarının dışında iki işlevi var: Birincisi filmin izleyici sayısını artırmak -ki bu konuda çok başarılı olduğunu söyleyebilirizikincisi de eşcinsel ilişkiyi karanlık günahların en büyüklerinden biri olarak göstermek. Karanlık tarafa geçişi neredeyse tamamlanmış Nina sonunda büyük gösteriye çıkıyor. Gösteri arasında bir kıskançlık kavgası sırasında kendi odasına -Beth’in eski odasıgelmiş olan Lily’yi kırık bir ayna parçasıyla öldürüyor. Böylece siyah
Açıkçası Nina’ya ne olduğu çok da umurumda değil. Benim kafama esas takılan, eğer Darren Aronovsky’nin ülkesinde de her gün onlarca genç kız töre ve namus cinayetlerine kurban gitseydi, milyonlarca genç kız ilkel namus anlayışı yüzünden akıl almaz bir baskı altında yaşamak zorunda olsaydı, eşcinsellik öldürülmek için bir sebep olsaydı ‘saflığını yitiren genç bir kızın şiirsel ölümü’ konulu bu filmi yine de çeker miydi? Dünyanın dörtte üçünde kadınlar ikinci sınıf vatandaş iken dünya çapında bir yönetmene düşen ucuz namus çığırtkanlığı yapmak değil, kadınların özgürleşmesine yardım edecek filmler çekmektir. Tabii burada esas soruyu kendimize sormamız gerekiyor: Yalıtılmış küçük dünyalarındaki aptal sorunları dünyanın en büyük meseleleriymiş gibi önümüze koyan Batılı ‘sanatçı’lara siktir çekmeye başlayacak mıyız? Ya da onların ucuz taklitleri olmaya çalışmayı bırakıp dünyanın gerçek problemleri üzerine, kendi problemlerimiz üzerine düşünen eserler üretmeye başlayacak mıyız? Yoksa Hollywood’un önümüze attıklarıyla yemlenip dünyayı onların bize gösterdiğini görmeye devam mı edeceğiz?
21
ÇAĞIN ERDiNÇ
Nerde bu devlet?! Hani o sosyal olanı!
S
osyal devlet diye bir kavram vardır; lakin sadece vardır. Gören oldu mu? Nerededir bu sosyal devlet? Kime hizmet eder? Başbakan’a göre, bu soruların cevabı net; hem de şüpheye meydan vermeyecek kadar: “Sosyal devlet, fakir- fukara; garip-guraba sınıfını ortadan kaldırmak içindir.” Merak ediyorum, Başbakan kendi söylediklerine inanıyor mu? Her fırsatta liberal ekonomik sistemden yana olduğunu ilan ederken, fakir fukara kesiminin ortadan kaldırılacağını öne sürmek hangi ruh halinin yansımasıdır? Ben, bu durumdan kıllanmadım da değil aslında. Acaba, fakir fukara kesiminin ortadan kaldırılacağına yönelik söylemler… Neyse, cümlem yarım kalsın, tamamlamaya dilim varmıyor… Kayseri’de 8.5 aylık hamile Ayten Bulut açlıktan öldü. Bir fakir fukara ortadan kalktı. Haydi, durmak yok yola devam: Ta ki tüm fakir fukaralar ortadan kaldırılıncaya dek… Okula gitmek için dolmuşa yetişmeye çalışırken bir teyze seslendi, “Yavrum, evim uzak şu poşetleri taşıyıver,” dedi. “Elbette teyzecim,” deyip poşetleri elime almamla birlikte ‘fakirlik’ sözcüğünün kifayetsiz kalacağı cinsten bir manzarayla karşılaştım: Çürük domatesler, birkaç çürük meyve… Teyzem anlatmaya başladı: “Evladım, benim gözlerim
L
kadın. Futbolcu Guti Hernandez’in bir saatte 33 bin lira harcadığı haberi geldi aklıma, sonra Ağaoğlu’nun 120 bin liralık yatağı… Aslında devletin sosyal olmayanın uğradığı insanlar ortada: Bir taraa kıçını, burnunu, kaşını… Başkalarına benzemek uğruna her şeyini değiştirip ortaya
iLi... DEVRiMCi KEMAL’iN LiBERALLERLE CiLVELEŞMESi VE ‘YENi CHP’NiN TESC
iberallere şunu söylemek istiyorum: “Bizi hep eleştirdiniz. Şimdi yeni CHP’ye biraz daha yakından bakın. Kim demokrasiyi özgürlükleri, kadın-erkek eşitliğini, temiz ve dürüst siyaseti samimi olarak istiyor? Yeni CHP’de niçin onlara da yer olmasın?’ Biz Türkiye’nin gerçek anlamda demokrasiye kavuşması için tüm engelleri kaldırmaya kararlıyız. Bu bağlamda liberallerin de desteğini bekliyor, istiyoruz.” Yok, bunları ‘devrimci’ Kemal söylemiş olamaz! Bir yanlışlık vardır, eminim. Ne kadar da umutlanmıştım 68 kuşağının isyankar ruhunu siyasete taşıyacağını söylediğinde! Peki, Deniz’lerin silueti altında gerçekleştirdiği ‘devrimci’ konuşmasına ne demeli? Bizi inandırmak için daha etkileyici bir yol olamazdı, muhakkak! Şimdi Kemal Kılıçdaroğlu’nun ‘devrimci’ olduğuna inanmamız için alenen ‘ebleh’ olmamız gerekiyor,
22
az görür. Bu da pazar alışverişim işte. Yiyecek bir ekmeğimiz de yok…” Teyzeye bir ekmek aldım, evinin yolunu tuttuk. Teyzenin evini görünce ‘sosyal devlet’in buraya teğet bile geçemediğini anladım. Yıkık dökük bir harabe… Ve burada, onuruyla yaşamaya çalışan yaşlı bir
servet döken bir burjuva sınıfı; diğer taraa çocuğunu okutmak, evine ekmek götürmek için savaşan işçi sınıfı… Taraf olmayan bertaraf olurdu ya, ‘sosyal devlet’ kimin tarafında?! Düzenin kaymağını yiyip yandaşlıklarını haykıran kolpa ‘delikanlılar’ yukarıda bahsettiğim teyzenin ve onun gibi nicelerinin katili. Aslında sermayenin, emeğin aleyhine her geçen gün zenginleşmesinin bizlere anlattığı durum açıktır: Devletin sosyal ‘yardım’ ismiyle dağıttıkları, devletin sosyal uygulamalarının değil, sadaka anlayışının bir tezahürü. Çünkü devlet, yoksulluğun özüne değil yüzeyine değiniyor. Yoksulluğu ortadan kaldırmak adına adımlar atmak şöyle dursun, liberal politikalarla yoksul sınıfın hayat mücadelesine gün geçtikçe köstek oluyor. Aslında, girişte sorduğum soruların cevabı gün gibi açığa çıkıyor. Sosyal devlet, tam anlamıyla bir hayalet. Onu göremezsiniz, işitemezsiniz. Onun somut yansımaları, tarihin aynasından bakıldığında bile görülemeyecek kadar uzakta kalmıştır. Sosyal devlet kavramının tanımını bilmeyenlere, sadaka politikasını sosyal devlet olarak yutturmaya çalışanlar, ‘fakir fukara’ sınıfının emeği üzerinden zenginleşme devam ediyor. Nihayet, bu duruma yandaş olmayanlar hurdahaş olmaya da devam ediyor. Bunu göze alıyoruz...
değil mi? (Ebleh: Akılsız, budala, ahmak.) ‘Ebleh’i anlatan çok güzel bir atasözü var: “İki kardeş savaşmış, ebleh buna inanmış!” İki kardeşin gerçekten savaşması mümkün müdür? Aslında bu soruyu oluşturabilmek için savaşan tarafların kimler olduğunu tespit edebilme yetisine sahip olmak gerekir. Ulusalcı
kesimin, bu tespit yeteneğine sahip olmadığı aşikar. Burjuvaziyle anlaşma zemini arayan bir zihniyetin antiemperyalist olamayacağı gerçeğini anlayamadıkları için, burjuva siyaseti dahilinde yaşanan iktidar kavgasını ‘ideolojikmiş gibi’ göstermeye uğraşıyorlar. CHP’nin iktidara gelmesiyle sınıflar arası
çatışmanın sona ereceği yanılgısına düşenler bile var! Kılıçdaroğlu’nun liberallerin gönlünü kazanmaya çalışırken yaptığı ‘Yeni CHP’ vurgusuna bakın. Hakan Soytemiz’in geçen ayki yazısını ne kadar da doğruluyor! Yeni CHP’nin liberallerle ‘oynaşma’ sürecine girmesinden evvel bunları söylüyor olmak önemlidir, bundan sonra da söylemeye devam edeceğiz. Bakmayın siz ‘Gandi’nin zaman zaman ton yükseltmesine! Kürsüle rden birbirlerine atıp tutan burjuva siyasetçileri, söz konusu işçi sınıfı olunca söylemlerini yakınlaştırıp kardeşliklerini pekiştirebiliyor. AKP, torba yasasıyla işçileri sınıf-kırımına tabi tutarken, CHP’li sendika bürokratları işçi sınıfını patronlara peşkeş çekebiliyor örneğin. Sözü Lenin’e bırakalım: “Çok öğretici ve gülünç bir durumla karşı karşıyayız: Burjuva Liberal fahişeler, devrim çarşafıyla örtünmeye çalışıyorlar.”
MAGAZiN ÇÖPLÜĞÜ - ONUR TULUM Sergen’e 350 bin avroluk Porsche aldık! Altına yeni bir araba çekmiş Sergen Yalçın. Nerden geliyor bu değirmenin suyu diye araştırdık, ne görelim? TRT’den aldığı maaşla almış. “Eee?” diyenleri duyar gibiyim. Biliyor musunuz? Evimize gelen elektrik faturalarımızdan TRT’ye ‘katkı payı’ kesiliyor. Daha açık söylemek gerekirse, Sergen’in altına çektiği Porsche’un finansını bu yoksul halkın SSK primlerinden, faturalarına bindirilen ek vergilerle sağlıyorlar. Bu düzen ‘talan düzeni’ değildir de nedir? Bengü maaşlı Tweetçi tutmuş! Twitter çılgınlığı, maaşlı eleman tutturdu. Bengü, yeterince vakit ayıramadığı twitter sayfasını güncellemek için bir sosyal medya yöneticisiyle anlaştı. Seksi popçu tweet’çisine ayda 1500 lira ödüyor. Bir yaşıma daha girdim! Bengü Hanım ekstralara yetişemez olmuş, 1500 gaymeyi basıp ‘cikcik’çi bulmuş. Hayırlı olsun diyeceğim de, saçma olacak... Saçma ve aynı oranda basit para kazanılan bir döneme girdik. Çöküş’ün resmidir bu, net olarak görebiliyoruz. Tuzun koktuğunu işaret ediyoruz... Kızını da patron yapmış!.. Ünlü yapımcı Acun Ilıcalı’nın ilk eşinden olan 21 yaşındaki kızı İlknur Banu Ilıcalı amcası doktor Ömer Cenker Ilıcalı ile birlikte 2 şirket kurarak iş hayatına girmeye hazırlanıyor. İki isim yanlarına Ahmet İrem Kanan’ı da alarak Acunn İnternet ve Bilişim Teknolojileri ve BLY Gıda Sanayi adlarıyla 2 şirket kurdu. Tabii ki şaşırmıyoruz. Söz konusu beyfendinin mal varlığı birkaç yıl içinde 50 milyon lirayı aşmış. Buna şaşırmıyor ve haber yapmıyor da basın, kızını ‘patron’ ilan edince mi haber yapıyorsunuz? Var Mısın Yok Musun?, Yok Böyle Dans’larla televizyonun fetiş haline getirilmesinde rol oynadı, kitlelerin şuursuzlaştırılması işinde üstün marifetler sergiledi, evet, maalesef başarılı oldu. Bugün de takipçileri Bana Her Şey Yakışır’larla alışveriş yaptırıyor millete, en lüks mağazalardan. Bunlar sosyal şoklar yaratıyor, bunu ben değil önemli sosyologlar söylüyorlar. Orada birkaç günlüğüne programa katılan insanlar sonra normal hayatlarında döndüklerinde büyük bir şok ile karşılaşıyor. Buradan kazançlı çıkanlar sadece yapımcılar ve televizyon sahipleri. Göbeği şişikler kervanında hep bunlar ön sırada. Sloganları da var: “Sen beni gör, bende seni göreyim!..”
Ağaoğlu beşinci kez ‘Bentley’ siparişi verdi! Gün geçmiyor ki Ali Ağaoğlu araba koleksiyonuna yeni bir yüzlerce bin dolarlık otomobil daha eklemesin. Burjuvalar, kendilerini tehdit eden bir işçi hareketi olmayınca gösterişi pek seviyor. Bu gösteriş merakından, doymak bilmeyen egolarından, sinir bozucu sırıtışlarından tiksiniyoruz. Öfkeliyiz, inanın, hem de çok öfkeliyiz... 2 saatleri 50 bin dolar!.. Süpermarketten alışveriş yapan 10 Hırvat, birer sevdiğini de yanlarına alarak geçtiğimiz akşam İstanbul’a geldi. Kuruçeşme’deki bir restoranda 20 Hırvat hayranıyla buluşan Halit Ergenç ve Bergüzar Korel ise, 2 saatlik organizasyon için 50 bin dolar ücret aldı. Ünlü çift, sempatik tavırlarıyla Hırvatlar’ın gönlünü fethetti. Resmen dalga geçiyorlar! Böyle kolay para olur mu? Bu nasıl düzen? İşçilerin elini iş makinesi kapsın, tersanelerde hayatımızı kaybedelim, inşaatlardan düşelim. Kimin umrunda, değil mi? Nasıl olsa bizim iki saatimiz değil, ömrümüz bile 50 bin dolar etmiyor!.. 3 bin tesis açmışlar! Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker, 2006-2010 tamamlanan 3 bin tesisin toplu açılışını yaptı. Kıllandım, 3 bin tesis haberinin bir gerçeklik payı olsa AKP ‘yeri göğü’ inletir diye düşündüm. Onun için araştırdım ‘3 bin tesis’ hikayesi. Yine en iyi yaptıkları işi yapmışlar, sallamışlar! İnsan tesis deyince fabrika falan sanıyor, değil mi? 230’u soğuk hava deposu, 260’ı tarımsal ürün deposu, 550’si sulama sistemi. Diğerleri de paketleme, ambalajlama yerleri filan. Peki 3 bin ‘tesiste’ kaç işçi çalıştırılıyor? Yalnızca 30 bin işçi. Matematiğim kötüdür ama bu kadar küçük rakamların üstesinden gelirim. ‘Tesis’ başı 10 işçi!.. Sonra düşündüm bunlar tesisse bizim mahallede 20-25 işçi çalıştıran tekstil atölyeleri ‘holding’ o zaman!..
Tayyip Erdoğan ve muamelesi! “Mısır halkının s0esinin dinlenmesini istiyorsun, ama siz burada Türk halkının sesini dinlemiyorsun” diyorlar. Bazı grupçuklara bir sözüm var. Sizler bir ülkenin, hem de çok farklı bir ülkenin vatandaşlarısınız.” “Çok farklı bir ülkenin vatandaşı” olduğumuzu her geçen gün daha iyi anlıyoruz, buna şüphe yok. Gerek gazetelerin 3. sayfa haberlerinden, gerek işsizliğin her geçen gün artan oranından, gerekse her gün çıkardığınız yasalarınızdan. Bbazı ‘grupçuklar’a sesleniyormuş! İşine gelince, ‘Aziz milletim’ işine gelmeyince ‘grupçuklar’. “Bu coğrafyada barış, huzur ve istikrardan başka hedefleri olmadığını” söylüyor. Çok kısa bir fıkra vardır yeri gelmişken anlatmak gerekir: “Sarhoşun biri her gün meyhaneye gidermiş ama hep aynı meyhane. Abone derler ya, aynen o misal. Bir gün yine yola koyulmuş, kafa güzel tabii, yanlışlıkla meyhanenin yanındaki tiyatroya girmiş. Tek kişilik bir oyunmuş. Neyse sahnede bir şeyler anlatmaya başlamış oyuncu kadın, oyun sürüp giderken, adam sinir olmuş. Tabii meyhanedeki konsomatrislerin yanına gelmesine alışkın. El işareti yaparak görevlilerden birini yanına çağırıp, kulağına fısıldamış; “Tamam, iyi güzel konuşuyor da, bir iyi muamele göremedik!”
Yüksek sesle bağıran pazarcıya 500 lira ceza!.. Ya, ne güzel memleket, değil mi? Medeniyiz biz!.. Yasa çıkacakmış, pazarcılar artık yüksek sesle bağıramayacakmış... Mart ayında çıkarılması düşünülen bu yasa için ancak şöyle bir tepki verilebilir: Yok deve! İnsafsızlar! Koca koca binaları dikmiyor musunuz zaten her gün? Birinin adı Carrefour oluyor, diğerinin Metro, bir diğerinin Migros vs. Almıyor musunuz buralardan komisyonlarınızı, ruhsat hizmetleri karşılığında? Eee, halen sizi rahatsız eden ne? Malını satmak için bağırdıklarında 500 lira ceza kesilmesini istediğiniz saat kaçta yataklarından kalkıp hale gidip mal alıyor, haberiniz var mı sizin? Gerçi haberiniz vardır da, umrunuzda değildir... Halkı daha fazla soyup soğana çevirmek, yeni para kaynakları yaratmak lazım!.. Helal olsun!.. Bu kadarı da aklımıza gelmezdi!.. Belki yakında ‘yan bakma cezası’ gibi yeni yaratıcı projelerle karşımıza çıkarsınız. Kim bilir?..
mSayı 54, Mart 2010, Aylık yaygın süreli yayındır mYayımcı: BD Basın Yayın Matbaa, Reklam, Turizm Sanayii ve Tic. Ltd. Şti. adına Sahibi Tuncay Akgün mYazıişleri Müdürü: Hakan Gülseven mMüessese Müdürü: Ali Yavuz mAdres: Firuzağa Mahallesi Defterdar Yokuşu No:19/1A Cihangir Beyoğlu-İSTANBUL mTel 0.212.292 94 50 fax: 0.212.251 57 54 mBaskı: Leman Ofset mDağıtım: D.P.P. A.Ş
www.red.web.tr
23
HAKAN SOYTEMiZ
Yazışma adresi: 1 Nolu F Tipi Cezaevi, B Blok, 50. Koğuş, Tekirdağ
islamo-Judaizm ve sermaye...
M
HP Grup Başkanvekili Oktay Vural, Sayıştay Yasası görüşmeleri sırasında, Başbakan’ın ‘Büyük Ortadoğu Projesi Eşbaşkanı olmasını ve Yahudi Cesaret Madalyası almasını eleştirdiklerini söyledi. Tayyip’in has cengaverlerinden AKP Grup Başkanvekili Suat Kılıç, Başbakan’ın Yahudi Cesaret Madalyası almadığını söyledi. Bunun üzerine Oktay Vural, ‘notebook’tan fotoğraf göstererek, “Bakın, Anadolu Ajansı, işte ödülü aldığı fotoğraf da burada: American Jewish Committee ve Anti-Defamation League, Courage to Care diye cesaret ödülünü almış,” deyiverdi. Tabii Suat Kılıç kazı çevirmeli, durumu idare etmeliydi. “Bir vakfın Yahudi veya Hıristiyan isimlerden olması illiyet bağı oluşturmaz,” diye karşılık verdi. Meclis’imizde illiyet tartışmaları dönmeye başladı... İlliyet meselesini tartışmak bize düşmez ama bu ödül Yahudi toplumunu savunan şahsiyetlere verilen bir ödül olarak biliniyor ve ödülü alanlar arasında Musevi olmayan ilk isim, Recep Tayyip Erdoğan... Biliyorsunuz, Tayyip Erdoğan’a geçen ay Kuveyt’te Üstün Müslüman Şahsiyet Ödülü verildi. Daha önce de, Suudi Arabistan’da Kral Faysal İslam’a Hizmet Ödülü almıştı Tayyip Erdoğan... Tüm bu ödülleri, madalyaları yan yana koyduğunuzda oluşan manzaraya bir bakın: İslamoJudaizm bu olsa gerek!.. Abartı mı? Hiç sanmıyorum. Ocak ayı sonunda, Yahudi Soykırımı Kurbanlarını Anma Günü için bu yıl ilk kez Türkiye’de Dışişleri Bakanlığı’nın da katılımıyla tören düzenlendi. Şişhane’deki Neve Şalom Sinagogu’ndaki törene Dışişleri Bakanlığı’nın yanı sıra İstanbul Valisi Avni Mutlu, Belediye Başkanı Kadir Topbaş da katıldı. Yani, İsrail ile kavgalı gözüken AKP Hükümeti, bir yandan İsrail’le
sürüleşmesi, onlar açısından gayet ‘hoş’ bir zemin de yaratmaktadır. Cezaevinde vakit bol, gazetelerin satır aralarını okuyoruz, enteresan bulgulara ulaşıyoruz. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez açıklamış: “Sevgililer Günü ve Mevlit Kandili güzel tesadüf!” Kapitalizm, Hıristiyan bir ‘aziz’ namına düzenlenen günden bir tüketim fırsatı çıkarmış, Türkiye’de işin iyice cılkı çıkmış, magazinleşmiş, din de devreye girmiş, dinle magazin iç içe geçmiş... Sürüleşme... İslamizasyon tam da budur işte...
İnsan malzemesi
Tayyip Erdoğan, AKP’lilerin, “Almadı!” dediği Yahudi Cesaret Ödülü’nü alırken... İsrail’le kavgalı görünüp enseye tokat takılmak buna deniyor işte!.. sarmaş dolaş ‘ilkleri’ yaşıyor! Evrensel Yahudilikle kol kolalar. Zaten İsrail de bu durumun farkında olduğu için, Türkiye ile ilişkilerde gayet huzurlu. Hem zaten, Tayyip Erdoğan, ABD Irak işgalini gerçekleştirirken, 1 milyonun üzerinde Iraklıyı katlederken, “ABD askerlerinin başarısı için duacıyız,” diye demeçler vermemiş miydi? Biraz İsrail için de dua etse, tespihi mi aşınır?
TÜSİAD ve İslamizasyon
Hükümetin zaman zaman kavgalı gibi gözüktüğü bir diğer kesim ise TÜSİAD... Bu ilişki de Türkiye-İsrail ilişkisine benziyor. Yalandan kavgalar, sarmaş-dolaş ilişkiler... Ocak ayı sonunda, Coca Cola’nın Dünya CEO’su mevkiine kadar yükselen ve hiç kuşkusuz bunu babasından devraldığı İsrail’le ilişkilere borçlu olan Muhtar Kent, Dünya Ekonomik Forumu’nda bir davet verdi. Hürriyet’ten Gila Benmayor davetin ayrıntılarını yazdı, eski ABD Başkanı Bill Clinton, Muhtar Kent ve Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ı koyu bir muhabbet esnasında görüntüledi.
Davette daha kimler vardı kimler. Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, Vuslat Doğan Sabancı, Arzuhan Doğan Yalçındağ, Mehmet Ali Yalçındağ, Ertuğrul Özkök, Tuncay Özilhan, Aclan Acar, Agah Uğur, Cansen Başaran Symes, Süreyya Ciliv, Koray Öztürkler, Mehmet Aktaş, Beyza ve Cüneyt Zapsu... Liste uzuyor... Türkiye burjuvazisi, Türkiye bürokrasisi, ABD, İsrail ve AKP Hükümeti’nin vıcık vıcık ilişkilerini gösteren daha güzel bir fotoğraf bulunabilir mi?.. (Bu arada Doğan Medya’nın tam kadro davette olması dikkatimi çekti. Ellerindeki medya gücünün önemlibir kısmını ABD’li girişim sermayesi şirketi KKR Co. aracılığıyla Ülker Grubu’na, dolayısıyla AKP’ye kaptırmak üzere olmalarının bunda payı var mıdır, bilemiyorum. Hâlâ pazarlıklar sürüyor olsa gerek...) Türkiye’deki İslamizasyon, burjuvazi için de, onların büyük ortakları için de esasa dair olmayan bir sorundur. Hatta, cıvık İslamizasyon süreci, kitlelerin
Dün aldıkları ödülleri bugün inkar eden, dün söylediklerini bugün hatırlamayan iktidar bileşenleri, mevcut atmosfer için en uygun adamlardır. Ahmet Hakan yazdı, Bakan Hüseyin Çelik, 1995 yılında bir kitap yazmış ve ilk baskısı Diyanet Vakfı Yayınları’ndan çıkmış. Nesil Yayınları, kitabı güncelleyip yeniden basmış. Şöyle yazıyor: “Köpeğin zelil ruhunu (düşkün, zavallı, aşağılanan ruhunu) kendilerine yakın bulan, onun verilen yemeğe karşılık boyun eğişini takdir eden Batı, 1989’da AET bünyesinde aldığı bir kararla, AET ülkelerindeki köpeklerin, AET ülkelerinde bütün kamu araçlarından yararlandırılması, otellere alınması yönünde karar alınmıştır. Aynı Avrupalı, bizim işçilerimize serbest dolaşım hakkını çok görmüştür.” Aynı Hüseyin Çelik, daha sonra başka bir vesileyle şöyle söyleyebiliyordu: “AB’ye müracaat eden yani Atatürk’ün çağdaş toplumların seviyesine çıkma ilkesine hizmet eden Fatin Rüştü Zorlu asılmıştır. Bunu çocuklarımızın unutmaması lazım.” Çağdaş İslamizasyon çorbası!.. Sanırım tarihimizde bu kadar absürd bir dönem daha yaşanmayacaktır. Yoksa çok mu iyimserim?
Aylaklar Türkiyesinin ucuz aylıklı, kiralık müezzini... “Bir aylâklar Türkiyesinde, alabildiğine sözde devrimci böyle radyo yayıncısı ‘müezzin’ kahramanlar ve en ‘ucuz’ aylıklı askerlerden fermanlı büyük spikerler kolayca milyon milyon kiralanabilir.. Yeter ki, yapıldığı gibi, aylıkları düzenlice ödensin ve onlara, ‘iyi akça’ çınlatan koca koca lâflı şâirane ve edebiyatçı gevezelikler dışında ideoloji ve
pratik cephede para getirmiyen bir alçakgönüllü iş teklif edilmesin.” Doktor Hikmet Kıvılcımlı, Brejnev’e yazdığı mektupta TKP’nin başını tutmuş bürokratları böyle tasvir ediyordu. Sovyetler Birliği çöktükten sonra, ‘ucuz aylıklı müezzin’ Nabi Yağcı Türkiye’ye döndü. Şimdi aylığını Taraf gazetesinden alıyor... Radikal’e verdiği mülakatın
tam metnini yayınladı Taraf gazetesinde. Diyor ki, solda keskin bir ayrışma varmış. Bu ayrışma AKP’nin iktidar olması ve Türkiye’nin AB sürecine girmesiyle su yüzüne çıkmış. Soğuk Savaş dönemi ‘antiemperyalizm’ şablonu varmış solun elinde. AKP’yi ‘dinsel gerici’ AB’yi ise ‘emperyalizmin kalesi’ görüyormuş sol. 12 Eylül
referandumunda ‘Evet’ değişimi simgelerken, ‘Hayır’ statükoyu simgeliyormuş. Ve nokta: “Solun ‘Hayırcı’ kesimi açık ve tevil edilemez biçimde statükonun yanında yer aldı.” İşçi sınıfımıza tek bir hayrı dokunmamış Nabi Yağcı’nın kurusıkı cephanesinde yeni bir şey olmadığı görülüyor. Tarihin utanç verici bir nesnesi...
- Biz bu çarkı Türkçe, Kürtçe, Arapça, Farsça reddediyoruz ve kızıl rengi çok seviyoruz! -