Mart 2007 - 3
Sayı 6, Mart’07, 2.5 ytl
KADINLAR GÜNÜ HATIRASI
Ey Türk! Bi dur! Titreme!
2
MANTAR TARLASI “Yaşı ne olursa olsun sayın Evren’e tavsiyem bir an önce evlenmesi ve yalnızlıktan kurtulmasıdır.” Sağlık-İş Genel Başkanı Mustafa Başoğlu, Kenan Evren’in DTP ve eyalet sistemi ile ilgili sözleri üzerine delleniyor... lll “İstanbul Müftülüğü, ‘Çatal sağ elle tutulmalı’ diyor. Peygamberin zamanında çatal yoktu ki!” Altan Öymen, bir köşe yazarı olarak lüzumlu işlerle uğraşıyor. lll “Çuval olayında sorumluluğu olan Türk subayların hepsi, askeri kariyerlerinden olmuş. ABD’li subaylar ise terfi ettirilmiş, ödüllendirilmiş. Bu tabloyu nasıl okuyacağız? Orada küçük çaplı bir savaş oldu ve kaybeden Türk askerleriydi. Komutanları bunun bedelini ödedi.” Ertuğrul Özkök… Tamam Ertuğrul Bey, sizinkiler kazandı… lll “Bir ‘Kasımpaşa delikanlısının’, yanağının okşanmasının ‘âlemde yerinin olduğunu’ zannetmiyorum.” Mehmet Y. Yılmaz... Arkadaş ‘delikanlı’ olsa tamam da... Bu arada, ‘delikanlılık’ size mi kaldı Mehmet Bey?.. lll “Muhteşem bir hafta sonu geçirdim, dedelerinden aktarım genetik kodlarıyla gerçek Kuvay-i Milliye ruhunun temsilcileri olan, birbirinden değerli yüzlerce İzmirli, Manisalı dost edindim.” Güler Kömürcü... Salonda panele katılmış. Biz de onu salonda çok seviyoruz... lll “Kırmızı halıdan geçen kadınların çoğu tek omuzlu, gri/gümüşi, bej/doremsi ışıltılı, birazı da renkliydi. Oraya en yakışanların başında Cate Blanchett geliyordu. Koyu gümüşi, boncuk/ taş işlemeli, vücuduna oturan kostümüyle çok güzel, çok zarif, çok oralıydı. Griler, koyudan açığa doğru, nedense silik Jodie Foster, az sonra sezaryen randevusuna gireceğini düşündürse de seksapelli Jennifer Lopez ve çelimsiz çocuk Kirsten Dunst şeklinde degradelendirilebilir.” Nur Çintay... Bacım af buyur, biz anlayamadık bu kısmı... lll “Hukuk devleti ayrı şey, kanun devleti ayrı şeydir. Biz her şeyden önce ülkemizi bir hukuk devleti olarak görmek suretiyle ulusalların hukukunu korumak bilincine kavuşturmak noktasında çalışmalarımızı sürdürüyoruz.” R. Tayyip Erdoğan… Usta ne diyorsun sen? lll “Yaptığım araştırma sonuçları şöyle; uçakta sevişmek isteyenlerin sayısı bir hayli fazlayken, deneyenlerin neredeyse hiç olmadığını gördüm. Uçakta sevişmek isteyenler ise çoğunlukla erkekler, kadınların fantezilerini daha çok trenler süslemekte.” Akşam yazarı Elif Aktuğ... Araştırmacı-yazar hem de...
Korucubaşı gazetecilere, “Çekmeyin ülen memleketin imacını bozacaksınız şerefsizler!..” diye bağırıyordu...
A. KADİR KONUKSEVER
Kaçın! Hökümet! Ü zerinde ‘Bu köyde tavuk vebası hastalığı vardır’ tabelası girişe çakıldığında orası ile ilgili tüm önlemler de alınmış oldu bir anlamda! Koskoca hükümet gelmiş de tabela çakmış, daha ne ister ki ahali? Göstermelik beyaz elbiseleri giyip maskelerini takan tarım işçileri tavukları kovalamamaya başladığında, ki normalde hayvana edilen zulmün kan davalarıyla perçinlendiği kırsal yöremizde bu kez salt acı ve kaygı içinde izlemekle yetindi köylüler. Ne de olsa kovalanan istikballeriydi. Üç beş tavuk, kaz, hindi semirecek, kasabada satılana kadar yumurtasından faydalanılacaktı. Lakin hükümetin adamlarının acıması yoktu. Hele gazeteciler köyün girişinde bekleşirken, esaslı bir imha faaliyeti kameraların karşısında icra edilmeliydi. Tavuklar kovalanırken, köylülerden bir kaçı anlamayacaklarını bildikleri halde ‘kaç’, ‘kovuğa saklan’, ‘ülen hökümet geliyor fırla’ türünden trajikomik ünlemelerden alıkoyamadılar kendilerini. Belli ki dalga geçiyorlardı. Bu felaketler en çok garipleri incitir ya, ‘kuş gribi’ denen illet de sosyal tabaka piramidinin en altındaki kesimi yokladı bir kez daha. Batman’ın Gercüş ilçesine bağlı Boğazköy felaket haberinin ilk alındığı yer oldu. Biz felaket diyoruz ama bir aydan beri hasta yatağında kıvranan üç bebe de bu felaketin hayrına en şahanesinden hastane ile tanıştı. Hiç birisinde kuş ve cümle kanatlılarla ilgili bir hastalık çıkmadı Allahtan. Lakin bir kere köyün girişine tabela asılmıştı. Sonraki günler de hep bu yeni olgunun ağırlığı altında geçecekti. Global dünyayı tehdit edebilecek potansiyelinden dolayı başta uluslararası ajanslar olmak üzere Batman’a doluşan muhabirler, Hasankeyf üzerinden gayet bozuk bir yolla Batman’ın unutulmuş Gercüş ilçesini ve Boğazköy’ünü su yolu ettiler. Ortalıkta bu kadar ‘gasteci’ dolanırken devlet kurumları da boş kalamazdı elbette. Sağlık kurumu, doktorları civar köylere salarak sağlık taraması başlattı. Bir tavuk eceliyle ölse bile olay oldu. Mesele hassas çünkü. Sağlık ekipleri, tarım işçileri anında olay yerinde bitip beyaz kıyafetleri ama mokasen ayakkabılarıyla duruma müdahale ettiler. Sanki salt
şehirlilere bulaşan bir illetmiş gibi, kimi köylüler de elceğizleriyle yakaladıkları firarileri teslim ettiler beyazdan korunaklı elbiseli görevlilere -ve tabii ki mokasenli!Yıllardan beri doktor görmemiş köyler bir anda üçünü beşini karşılarında görünce haliyle şaşırdı tabii. Köyün birinde caminin hoparlöründen kuş gribi hastalığına ilişkin anons yapılır yapılmaz, kimi çocuğunu getirdi, kimi buzağısını. Mesele yanlış anlaşılmıştı besbelli. - Hanım hasta çocuk var mı? - Yok buzağı hasta. - Biz doktoruz. - Bana baytar dediler. - Yok doktoruz. - Çocuk iyi buzağıya bak! - Biz doktoruz kuş gribi için geldik, var mı ölen tavuk, kaz? - Tavuk yok, buzağı var, hasta bir haftadır, bakın da gideyim…! Köylüler bu işten bir şey anlamamıştı. Gelen tavuk diyor, kuş diyor, başka bir şey demiyordu. Ama eğer köye doktor getirecekse birkaç tavuk kurban edilebilirdi. Nitekim şüpheli tavuk ölümleri baş gösterdi. Bazı köylerde tavuk ölümleri olduğuna ilişkin haber alınır alınmaz ekipler anında bölgeye intikal ediyor, köy karantina altına alınıyordu. Kasabada hastane kuyruğunda beklemekten daha kolaydı. Doktor ayağına kadar geliyor, hasta olduklarını söyleyenleri anında arabayla hastaneye yetiştiriyordu. Tabii en şahanesinden tedavi ve ilaç beleşe geliyordu. Bir süre sonra cansız bulunan tavukların ölüm nedenleri tetkiklerin yapılmasıyla anlaşıldı. Kuş gribi bulgusu taşıyanlar yok değildi ama ekseriyetle boğulma ya da zehirli buğday ile öte tarafa gittikleri ortaya çıktı. Köylü kurnazlığı mı dersin, çaresizlik mi, bilemiyoruz ama bu yolla sonuç alındığı muhakkak. Öte taraftan, birilerinin, “Gavurun ilinde de var ancak kimse haber yapmıyor, ülkeleri zarar görmesin diye,” gibisinden kulağına fısıldadığı korucubaşı, köylerine gelen gazetecilere şöyle bağırıyordu: “Çekmeyin ülen memleketimizin imacını bozacaksınız şerefsizler!..”
3
Kadınım, söyle ben mutlu oldum mu? V irginia Woolf 1928’de Cambridge Üniversitesi kütüphanesine kadın olduğu gerekçesiyle alınmadığı zaman kendi kendine, “İçeride mi yoksa dışarıda mı olmak daha iyi?” diye sorar ve dışarıda olmanın daha iyi olduğuna kanaat getirir. Bu içeridelik- dışarıdalık mevzuu, memleket solcularınca 1980’lerin ortalarından kısa bir süre öncesine kadar çemberin içi ve dışı olarak algılanıp ‘ya öyle ya böyle’ diye dost meclislerinde kestirip atılan ama zaten hiçbir zaman gündelik hayatta karşılığını bulamamış, en sonunda da vazgeçilmiş bir aforizma olarak kaldı. Virginia Woolf ’un dışarıda olmayı yeğlemesi, içeriyi bir kendini gerçekleştirme alanı haline getirebilmiş, içerideyken de aslında dışarıda olabilen, dışarıdayken içeri girebilen, dışarıyı da içselleştirebilen bir kadının ağzından çıktığı vakit sanki kendine değil de feminizme katkı olsun diye söylenmiş gibi duruyor. Tabii, hem çok sıkı bir romancı olacaksınız, hem her ortamda sözünüz geçecek, kocanız sizi deli gibi sevecek ve kendisi aynı zamanda dostunuz olacak, cinsel tercihinizi özgürce yaşayabileceksiniz ve vakti geldiğinde hayatınıza son verebilecek kadar tatminkar olabileceksiniz. Ne şans ama! Kendisi mezarından kalkıp, “Dışı seni içi beni yakar” diyecek bile olsa içeride kalmış, dışarı çıkamamışların iç yakıcı sessizliği orada öylece duruyor. Yaşamı sürekli bir dejavu içinde geçen ve geçen o zamanı ancak çocuklarının giysileri küçüldüğünde anlayabilen ve günden güne hiçleşen o kadınların suskunluğu uzayıp gidiyor. Bırakınız içeride kalmışların iç burkan zavallılığını, ya dışarıdakiler ne yapıyor?
Bir kamyonun tepesinde...
Onlar da dışarıdaydı. Bir kamyonun kasasında birbirlerinin üzerine oturarak, ter ve sidik kokuları içinde, kirden ve güneşten çoktan kararmış bedenleriyle yevmiyelerini çıkarmak için havadar havadar yol alıyorlardı Urfa Ceylanpınar’da. Kamyon köprüden uçtu, kasası etrafa saçıldı, o saçılan kadınlar dereye gömüldü. 10 kadın ve çocuk işçi öldü. Onlar hakkında otantik tasvirler yapabiliriz, kavruk yüzlerinden, suskun dillerinden, renkli entarilerinden bahsedebiliriz. Her bir yüz kıvrımı başka renkte, hüzünlü ya da dişlek
portre fotoğrafları basılı gezi dergilerine bakabiliriz. Ama onlara değil de dereye uçan kamyona baktığımızda konuşmayan, konuşsa da duyulmayan, tek üretken yerleri elleri ve cinsel organları olan ve sadece el emeği gerektiren tarım işini yaparken hayvan taşır gibi bir kamyona doluşturulup işleri bitince de yine aynı kamyonla evle dağıtılıp yine ev hayatlarına dönen binlerce kadını görürüz. Onlar devletin taşerona devrettiği süt sağma işine, günde 2 YTL yevmiye için gidiyordu. Onlar kaç kilo süt sağdıklarını, bir kilo sütün kaç para olduğunu bilmezler, günlük çalışma saatinden, fazla mesaiden bihaberdirler. Evde bulaşık yıkamaktan farksız olan bu dışarılığı yaşayan kadınlar kazandıkları iki kuruşu da kocalarına teslim edip ev işine, çocuklarına geri dönerler. Tıpkı akşama kadar ter döktüğü halde yine de parayı patronu alan işçiler gibi kadın da emeğini erkeğin (kocasına, babasına, ağabeyine) insafına teslim eder. Bu yüzden de azıcık hali vakti yerinde bir koca bulan kadınlar en azından evde oturacaklarını, tarlalarda sürünmeyeceklerini düşünerek, hem ağlayıp hem giderler. Her gün televizyon dizilerinde kendi parasını kazanan, erkeklerin ağzının içine baktığı, pırıl pırıl giyimli makyajlı güzel, özgür kadınlara bakıp iç geçirirler. Daha gerçekçi olanlarsa en azından köyün öğretmenine özenirler. Ya gerçekten dışarıda olan kadınlar? Onlar da dizilerdeki, filmlerdeki kadınlara kıskançlıkla karışık bir hayranlık duyuyorlar. Çünkü o kadın, dizideki kadınla aynı işi yaptığı halde saçları öyle düzgün değil, tırnakları bozulmuş, giysileri o kadar iyi durmuyor, kimse peşinden koşup ağzının içine bakmıyor. Sözü erkek meslektaşının sözü kadar geçmiyor. Dizideki kadın gibi lafı gediğine koyup milleti ağzı açık bırakamıyor. İki çi laf etse cazgır, geçimsiz, hatta deli oluyor. (Köylerde biraz fazla konuşan bütün kadınların adının önünde deli mutlaka vardır.) Akşam iş toplantılarına gidemiyor. Mesleki hırsını akşam saat altıda işyerinin kapısına bırakıp biraz da içeride olmak zorunda kalıyor, yatana kadar evde fır dönüyor, iş mesaisi başlayana kadar. Erkeklerle baş edemeyince de belki ‘kadınlığı kullanmak’ dediğimiz şeye, erkeklerin cinsel algısına yönelebiliyor. Kısaca bir koltuğa birkaç karpuz sığdırmak zorunda kalan kadın yapacak başka şey
olmamasının verdiği çaresizlikle kendi kendine ne kadar becerikli olduğunu söyleyip, sıkışınca da kadın erkek yoktur, insan vardır diye işin çıkından çıkıveriyor. Sahi? Erkekler için becerikli kelimesi hiç kullanılır mı? İçerideki kadın dışarıdayken dışarıdaki kadın içerideyken onlardan bağımsız bir hayat dönüyor dünyada. Erkekler kendi tarihlerini istedikleri gibi yazarken kadın tarih yazmaya kalktığında anında ‘marjinal’ oluveriyor. Erkek her zaman akılcı ve gerçekçi dünyaya ait olduğu ve eylemleri insani kabul edildiği halde, doğurganlık, kadın doğası gibi sonradan uydurulmuş kavramlar itile kakıla, kafalara vurula vurula beyinlere yerleştirilip ve kadınlar doğaya atfedilip kişiliksizleştiriliyor. Oysa hiçbir kadında dolma yapma ya da kireç çözme geni yok. Üretim ilişkilerine çoğu zaman bedensel emekleriyle katılıp hiçbir zaman hak ettiğini alamıyorlar. Zihinsel emekleri karşılığını bulmuyor Oturup burada tarihe geçen birkaç kadının adını sayacak değiliz ama onları aklınıza getirdiğinizde normal olmayan ve kabul görmeyen bir özellikleri kendilerinden önce aklınıza gelecektir.
Osmanlı’yı kadın bitirdi!
Tarih boyunca bir tehlike, hatta bir ‘şeytan’ olarak nitelendirilen, milli tarihte de Hun İmparatorluğu’nun yıkılışını Çinli prenseslere, Osmanlı’nın çözülüşünü entrikacı kadınlara bağlayan, Rus yenilgisini Katerina’dan bilen resmi devlet söyleminin kadına atfettiği önem de gerçekte takdir edilesidir. Gelişmişlik seviyesini kadınların okuma yazma oranıyla eş tutan ulus-devlet ve aslında burjuva demokrasisi, ulusdevletin yükünü aileye, ailenin yükünü de kadına yüklüyor. Kadını bu ideolojilerle eğitip o kadının eğittiği çocuklarla da kendi ömrüne ömür katıyor. Kadın okuyup yazsa ne olacak, en fazla hemcinsleri arasında biraz daha saygı görecek. Kanımıza işlemiş ve kadını her zaman ‘ötekileştirmiş’ kadın doğası denilen şeyle hangi kadın baş edebilir? Kadını iyice kişiliksizleştirip korunması gereken narin bir çiçeğe dönüştüren zihniyet milliyetçi vatanperverlikte karşılığını buluyor. Doğurgan kadın, doğurgan, besleyen, verimli toprağa dönüştürülüp, o vatan toprağı da kadınını
koruyan yağız vatansever erkekler tarafından korunuyor, uğrunda ölünüyor. Kürtlerle nasıl baş edilebileceği konusunda kafasında kırk tilki dolaşan bu vatanperver milliyetçi devlet ‘Haydin kızlar okula’ kampanyasıyla Türkçe bilmeyen Kürt kadınlara Türkçe öğreterek bu kadınlar üzerinden Kürtleri asimile etmeye çalışacak kadar düşüyor. Kadını şeytan sayıp erkek milletini baştan çıkarmasın diye her tarafını örten kafalar o şeytanlardan medet umuyor.
Solcu ‘bacı’lara ne oldu?
Aslında konu kadına gelince İslamiyetteki ya da ulus-devletteki anlayışı yargılamak kocaman bir ‘ataerkil’ sorunu biraz daraltmak olur. Örneğin bu memlekette ‘devrim vaktiyle bir ihtimalken’, sol içinde de solcu kadınların çok itibar görmediğini herkes biliyor. Her zaman geride durması beklenen, fazla öne çıkınca inceden değil kalından bir kaygı duyulan, hep sade giyinmeye teşvik edilen ve kadınlığının ön plana çıkması istenmeyen ama asla erkek gibi davranmasına da izin verilmeyen ‘bacılar’ yok olup gitti; ama o erkeklerin hepsi şimdi varolmaya devam ediyor. Kadınların özgürleşmesi sorununu kendi kafalarının ayarıyla oynamak yerine devrime erteleyen o solcu erkekler ve ardılları da bugün devrimin artık bir ihtimal olmaktan çıktığını düşündükleri halde kadın özgürlüğünü gidilmesi zor bir akraba ziyareti gibi erteleyip bekletiyorlar. Lâf-ı güzaf… Kadınlar derede öldü, kadınlar derede kayboldu. Ama hâlâ kadınlar ter ve sidik kokuları içinde tarlalara bırakılıyor. Elleri patlayıncaya kadar ne bulursa sağıyor, topluyor. O kadınlar devletin ya da zenginlerin lütfedip yoksullara dağıttığı erzak yardımları için kapıların önünde birbirlerinin üzerine çıkıyorlar, saç saça baş başa giriyor. Çünkü erkekler gururlu, erkekler şerefli. Hiçbir erkek iki paket makarna için birbirinin üzerine çıkmaz. Ama kadınlar çıkar, kadın o makarnayı alıp pişirmek zorundadır, yuvayı da makarnayı da dişi kuş yapmak zorundadır. Onur, şeref kadınlar için her zaman lükstür. Çemberin içi, dışı yok. Kamyon var, kasası var, dere var, 10 ölü, bir sürü yaralı var. Ve diğerleri… Kadınlar gününüz kutlu olsun. m
ÇİĞDEM ÖZCAN
4
Bir ‘Meryem’ hikayesi... Meryem Uysal, 44 yaşında, tek kızıyla yalnız yaşayan bir kadın. Hayatını anlattı... Anlattıkça onun hayatı üzerinden işçi, dul, yalnız bir kadının çektiklerini gördük. Bu da bizim 8 Mart ‘hediye’miz...
3
0 yaşına kadar ev hanımı olarak yaşadım. Eşimden ayrıldıktan sonra başladım çalışmaya. Bezim, kovam, deterjanım, bunlar benim ekmek teknem. Eşimden ayrılış nedenim özel. O kısmına girmeyelim. İzmir’de evliydim, 12 yıl evli kaldıktan sonra Bursa’ya geldim. İzmir’i ona bıraktım. Dayım vardı Bursa’da, dayımın iki kızı var onlar vesilesiyle geldim. Tek bir valizle geldim. Dayım istemedi, diretti köye git diye. Yanında kalırım ona yük olurum diye benimle konuşmuyor bile. Ama dayımın iki kızı sağ ve sol kolum oldular. Dayımın üç oda bir salon bir evi var, nasıl dua ediyordum bir odasını bana verse, çocuğum sıcak bir evde kalsın ben çalışayım diye. İlk bir ay dayımın kızının evinde kaldım ama o da evli. Kocası vardı, e biz salonda yatıyoruz kızımla ama televizyon salonda adam televizyon izliyor. Dua ediyorum ki, biraz erken yatsa bu akşam ben de kafamı koysam şuraya bir...
Gündelikçi temizlik işi
Feodal bir ailede büyüdüm. Ailemin yanında çocuğuma sevgi anlamında yaklaşamam, saygısızlıktır. Köye dönsem, çocuk aynı benim gibi büyüyecek, istemedim, çalışacağım çocuğumu büyüteceğim dedim. İlk önce ev işlerine başladım. İşte sabah 8 gibi evde oluyorum, tüm evi kapı pencere, koltuk halı, balkon akşama kadar temizliyorum. En son tuvalet ve banyodan çıkıyorum. Çıkınca artık takatim kalmadığını hissediyorum, kendim de titizim. Eve geldiğinde artık kalkamıyorsun. Ama iş bitiyor ve çıkıyorsun, paranı alıyorsun ya, çok mutlu oluyorsun. Akşam çocuğun ne seviyorsa alıp gidiyorsun, onun sevdiği şeyleri alırken o kadar mutlu oluyorum ki… Sonra işte M.B.’nin ofisinde çay ocağına bakmaya, temizliğe başladım. Eşi sağ olsun haberdar oldu durumumdan. Bir tek oda istiyorum kafamı sokayım kızımla. O zaman asgari ücret 63 milyon, küçücük ev kiraları 50 milyon. Bir sabah M.B.’nin eşi geldi ofise, “Meryem,” dedi “Sana güzel bir haberim var, M.B. ile konuştum bu büroda kalsınlar diye,” dedi. Nasıl sevindim, nasıl ağlıyorum… Biz o büroda kalmaya başladık. Kızım o zaman 4. sınıfa gidiyor, arkadaşlarıyla konuşmuşlar işte sen bize gel ben size diye, “Anne,” dedi, “Arkadaşım gelmek istiyor ne diyeceğim? Ya anlarsa bizim işyerinde kaldığımızı?” Çocuğuma, “Burası evimiz,” dedim, “Gelirse de burayı görecek.” Kızım en büyük desteğim yaşam umudum işte. Şimdi üniversitede okuyor, son senesi. Bizim kadınlarımız çok affedersiniz bir penise tutunarak yaşamayı yaşam şekli haline getiriyor. Bir kız evladım var. Evde yabancı bir erkek olacak, o zaman sekiz yaşındaydı belki ama şimdi bir genç kız. Ben istemedim. O kendisi dünyaya gelmedi ki, onu ben
doğurdum. Ona sağlam bir gelecek vermek, ihtiyaçlarını cevaplamak benim görevim. Hep istediğim şey bir evim olsun. Hep apartmanların girişleri var ya, gözüm nedense hep oradaydı. En üst kata da bakabilirdim ama oraya çıkabilmek için girişten başlamak lazım. Bir örtüm bile yok! Ayrılırken anlaştık, ben sadece kızımı istedim, o da, “Nafaka istemeyecek,” diye şart koştu karşılığında. Ondan hiçbir şey istemedim. Elimde olsa hani babadan taşınan genler var ya, onları yok etmek isterim. Kin değil… Ondan hiçbir şey taşımasın istiyorum kızım. Çalıştığım yer sahibi M.B. bir apartman yaptırıyor o sıralarda, orada kendi daireleri de olacak. Eşi sağ olsun kapıcı dairesini söylemiş bizim için, ben de bekliyorum… Ama hiçbir şey yok bende. Banyo yapıyorum havlu yok ki silineyim. O kadar çırılçıplak. Eşi dedi, “Kızım paranı biriktir. Bak kira yok, fatura yok burada, çıkana kadar paranı biriktir.” Neyse apartman bitti, artık temizliği yapıp evine geç dediler. O inşaatın şantiye şefi ve hanımı sağ olsun, Allah yollarını açık etsin onların, üçümüz gittik Metro’ya. M.B.’nin kartıyla girdik. 1 oda 1 salon bir ev ama ne seviniyorum, ne seviniyorum! Oradan aldık buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon, fırınlı ocak. Gene başkanın arabasıyla getirdik eve...
Kapıcılık günleri
Apartman 17 daire, bizim başkanın 3 dairesi var orada. Apartmandakiler, “M.B. kendi tanıdığını kayırıyor madem, o zaman kapıcılık yapsın burada,” demiş. O haberi alınca kolum kanadım kırıldı. M.B.’ye dedim böyle böyle. “Olmaz,” dedi, “Sabah buraya işine geleceksin akşam çıkınca da servis yapar haada bir de temizlersin apartmanı. Daha yeni sevinmiştim bismillah… Tabi üç oy hakkı var, olmadı. Ben orayı tercih etmek zorunda kaldım çünkü ev yok. Apartman demiş aramızda bir miktar para da toplarız ama sigorta yok. Ben sigortayı takmıyorum ama. Hep böyle dinç kalıcam ya! Sonra başladım orada kapıcılığa. Yaptığım iş beğeniliyor, elim yüzüm temiz, konuşmam düzgün… Apartmandakiler beni tuttu evlere temizliğe gidiyorum. Haanın iki günü bademliye gidiyorum 8 numaranın kızına. O beğeniyor diğerine söylüyor, o diğerine, ev işi böyle. Her günüm dolu. Aman ne iyi kazanıyorum, halımın altı para dolu. Orada çok güzel toparladım. Artık dayıma minnet etmem de gerekmiyor. Kızıma diyorum beşbuçuk-altı gibi gelemezsem sen çık servise, birkaç kez çıktı çocuk. Ama mahcup olmuş. Apartmandan dediler yollama gelmesin, biz seni biliyoruz yetişemezsen de yollama diye. Şimdi ben orada oturanlara bağlıyım ya, onların ‘evet’ine o yüzden zayıfım. 9 numarada Oya Hanım vardı. İstiyordu ki, her özel işini yapayım. Komşuda kasesi varsa onu
alayım, apartmanın yakınlarındaki yerlere değil uzak yerlere gidip alışverişini yapayım. Bir de ne diyorlar bunlara, kadın Yehova Şahidi’ymiş. Bir gün bana gelmek istedi, koltuğunun altında kitap, anlatmaya başladı. Daha konunun başında anladım, dedim ben elhamdülillah müslümanım, evime hoş geldiniz ancak bana bunu bu şekilde anlatmayın. İnancınıza saygı duyuyorum siz de benimkine duyun. Zaten özel istekleri bir sorundu, bir de bu olunca… O günden sonra Oya Hanım bana karşı psikolojik savaşa girdi. Görünce selam vermiyor, kötü davranıyor. Bir de benim Allah inancım var. Aslında güzel bir şey kendinizi daha güçlü hissediyorsunuz. Kimine göre zayıflıktır, ateistlere göre, aslında baktığında öyle ama bendeki inanç kadercilik değil. Ben o apartmanda hiç eziklik duymadım, benim kapıcı dairesinde oturmam pis bir insan olmamı gerektirmiyor. 11 ay kaldım o dairede. Sonra apartman kapıcı dairesini kiraya verme kararı aldı, kirayla giderler karşılanacakmış. Ama aslında Oya Hanım’ın etkisi oldu kararda. İstese apartman durdurabilirdi, kimse kimseye acımıyor. Genellikle biz hemcinslerimizden yara alıyoruz zaten. Mağdursun ya, mağdur kalacaksın. Ben bir şey alacaksam evime bekler bekler biriktirir en iyisini alırım. Telefon bağlatmıştık o zaman, ben yine bekledim gittim telsiz telefon aldım. Bir gün apartmandaki Fidan abla dedi ki, hep lüks şeyler alıyorsun evine. Dedi benim evimde bile normal telefon var senin evinde telsiz. Dedim ki fidan abla sen üç öğünün üçünde de zeytin ekmek yedin mi? O zeytini de üstteki Gemlik’ten getirmiş, hafif bozuk olanlarını ayırmış onları vermişti. Ben de aslında çok zorlamışım kendimi, o zaman kazanınca kendime oturma odası, kıza çocuk odası almıştım. Taksitlerini ödüyorum. Onlara biraz fazla göründüm. Apartmanın tüm işlerini ben yapıyorum. Bahçe düzenlerini, çim biçmelerini. Avuç içlerimin kanadığını bilirim o çim biçme makinesinden. Millet hayran bakarmış erkek gibi kadın diye. Pazar günleri herkes ailecek gezmeye gider ben çim biçerim.. Neyse, yönetici geldi bir akşam, “Meryem Hanım karar aldık, kararı açıklayacağız, seni bekliyoruz.” Dedim “Gelemem, ne karar aldıysanız söyleyin,” çünkü biliyorum ki gidersem ağlayacam, zayıf yanımı belli etmek istemiyorum. Yok illa ki orada açıklanacakmış karar, sanki devlet kararı, uluslararası karar. Neyse gittim söylediler, dedim, “Oya Hanım rahat mısınız? Sizi huzurlu kıldıysam ne mutlu bana.” Yani ortada kalmış bir kadın ve çocukla böyle oynamak… Orada iyi insanlar da vardı tabi, şantiye şefinin de dairesi vardı, o ağlayacaktı neredeyse ama yapacak bir şey yok. Bana yine esmer günler düştü... Ah etmiyorum ama çok kırıldım.
E
Fabrikada...
v buldum çıktım. Ev işlerine gitmeye devam ettim. Ayakta kalmaya devam ettim ama çok yıprandım. Kira derdim, ekmek kaygım olmadan dinlenmek istiyorum. Şöyle bir arkadaşıma gideyim sohbet edeyim... Bu sefer bir fabrikada iş buldum, baharat üretiyor fabrika, ünlü bayağı markası. İşe girdim sigortam da yapıldı, bir sevindim… Ya otursana işini güzel yapsana ama bende bir sorun var.. Hani son tarihleri geçer ya ürünlerin, elemanlar marketlerdeki son tarihi geçmiş ürünleri toplarlardı ama sadece bizim fabrikanınkileri değil, diğer baharat markalarının da son kullanım tarihi geçmiş olanlarını topluyorlardı. Onları fabrikanın içinde arkada bir bölüm var orada açardık, inanın bazılarından kurtlar çıkıyordu. Sonra yeniden paketleniyordu bunlar. Bir gün iş arkadaşlarımdan birine dedim ki, “Biz şu anda suç işliyoruz.” Biz fıs fıs konuşuyoruz ama fark ediyorum dinliyorlar. “Bir şikayette bulunulsa, bu bir suç, insanların sağlığıyla oynuyoruz,” dedim. “Abla dinliyorlar,” dedi ama… Konu ta patrona kadar gitmiş. Patronun hem karısı, hem yetişkin çocukları, hem de metresi var. Eeee bunun bir maliyeti var tabi. Çekirge’de ev tutmuş. Herkes bilir genç gelin koynunda sabahlamayı… Velhasıl çıkışım verildi. Oradan çıkartılırım diye yanıma o tarihi geçmiş ürünlerden almıştım. İl Sağlık Müdürlüğü’nü, hatta Arena’yı bile aradım ama sonuç yok. O işlemlerin yapıldığı yeri bile o kadar net anlattım ki, hatta bugün araştırılsın yemin ederim aynı şey görülecektir. Halbuki benim evimin telefonunun bir kontörü bile benim için değerli. Belki intikam duygusu da var ama insanların sağlığıyla oynanıyor. Hâlâ marketlerde o ürünü gördüğümde sorumluyu çağırıp anlatıyorum. Ama hâlâ satılıyor o ürünler. Bak şu ileride onların satış mağazası var hatta. Ben kendi adıma doğruyu yapıyorum ama ben olumsuz etkileniyorum. Hatta kızım artık, “Bazı yerlerde susmak gerek,” diyor ama. Ben kızıma, “Senin daha makul, ılımlı olmanı istiyorum,” diyorum zaten, ben çok çektim bu sivri yanımdan.
5
B
Taşeronda temizlik işçisi...
oş kaldıkça ev işlerine gidiyorum, çıkışım verildiği gibi arıyorum hemen eski çalıştığım evleri. Ben işsiz kaldım yine diyorum hemen alıyorlar, halbuki beni aldıkları için çalıştıkları kadın iş bırakıyor, ne kadar acımasız, değil mi? İller Bankası’nda iş bulup iki yıl çalıştım. Çok güzel insanlar vardı orada, evrak kısmında. Aslında burada çalışmam taşeron bir firmanın temizlik ihalesini alması sayesinde oldu. Ama taşeron firmanın ihale süresi bitti. Biz MHP döneminde girmiştik işe, AKP hükümeti ile dönem değişti, taşeron firma da değişti haliyle. Hani kadrolaşma yok diyorlar ya, yalan. Temizlik elemanına dek kadrolaşma var. Bizim çıkışımız verildi. AKP’li taşeron firmanın elemanları çalışmaya başladı aynı yerde. Yine esmer günler düştü bana… Evimi değiştirmiştim bu işe başlayacağım diye, yol parasını hesaplamak zorundasınız kıt kanaat geçinince. Ben yine eskisi gibi bir ev işi bulup acilen ev kirasını denkleştirmek zorundaydım. Hemen üretime geçmem gerekiyordu. Ev işlerinin sonu gelmiyor. Her yerim kireçlenme oldu, doktor bana bu yüzden iğne verdi. Ellerim tutmuyor. Bir gün hacı amcaların evinde fenalaştım,
O
beni hastaneye yetiştirdiler, bu şekilde hastalığımla tanışmış oldum. Sürekli rahatsızlanıyorum, ev işlerini bu yüzden bir süreliğine de olsa bırakmak zorunda kaldım. Yine bir gün İller Bankası’nda çalıştığım taşeron firmanın sahibi ile yolda karşılaştım. “Sigortalı çalışabileceğim bir iş var mıdır?” dedim ve bu firmayla yine çalışmaya başladım. Yeni işim Gençosman Postanesi’nde oldu. Muhasebe servisinin temizliğini yapıyordum. 33 eleman var o bölümde, bunların masaları, yazıcıları, tuvaletleri, işleriyle uğraşmak hakikaten çok zordu. Ama yine de severek isteyerek yapmaya çalışıyordum. Orada çay ocağındaki kişi taktı bu sefer bana. Kendi işlerini yaptırmaya çalışıyor sürekli. Cinayetten sabıkası var, MHP’li, külhanbeyi bir tip. Bana baskı yapıyor sürekli, emrivakiler yapıyor. Ben insanlara yardım etmeyi seviyorum aslında ama bana birisi bir işi zorla yaptırmaya çalışıyorsa sinirleniyorum. Bazı şeyleri insanlar bana zorla da olsa kabul ettirmeyi öğretti. Şeflerim çok iyiydi orda. Beni anlayan, kendileri gibi gören insanlardı. O yüzden bu insanların olurunu almak benim için çok önemlidir. Çaycıyı takmamaya çalışıyordum...
İşyerinde taciz başlıyor...
rada canımı sıkan taciz boyutuna varan bir olayı anlatmak istiyorum. Postanenin 8. katında çalışıyordum ben, oradan her haa gitmek zorunda olduğum temizlik malzemelerini aldığım yerdeki müdür M. Bey’le yaşadığım olaydır bu. Şimdi buraya girerken açıkçası boşanmış olduğumu söylemedim çok ifşa olmasını istemiyordum, toplumun önyargılarını biliyorsunuz. Eğer dul kadınsanız cinsel gözle bakıyorlar size. Erkeksizsin, erkeğin olayım diye düşünceler oluşuyor. İşte bu M. Bey de benim evrak kayıttaki bilgilerimden boşanmış olduğumu okumuş. Oraya gidip gelmeye başladıktan bir-iki ay sonra sorgu sual başladı. Önce eşinden ayrılmışsın diye laf açtı. Ben pek oralı olmadım, “Kimse bilmesin istiyorum, eşim olduğunu fabrikada çalışıyor olduğunu biliyorlar,” dedim. Konuyu değiştirmeye çalıştım her gittiğimde. Fakat konu bir türlü değişmiyordu. Bir sefer, “Artık bu tür şeyler sormayın M. Bey lütfen!” dedim. Ses tonum biraz yüksek çıkmış, haliyle hassas olduğum bir konu, bunu kendisine yapılmış bir hakaret olarak gördü. Sonraları da devam eden tavırlarına artık cinsel içerikli sorular eklendi. bulunduğum servise telefon açmaya, çay ocağına, ben nerede isem oraya telefon etmeye başladı. Özellikle beni telefona çağırtarak, kendi elemanıymışım gibi birilerini buldurup onlara kendi talimatlarını iletmemi istiyordu hep. O insanı ara ki bulasın o kadar kalabalık bir yerde. Genellikle neden boşandığımı soruyordu ama bir kere cinselliğin doğanın kanunu olduğunu, cinselliği yaşamanın doğal olduğunu söyleyerek bana bir şeyler empoze etmeye çalıştığını hissettim. Zaten
bunu iki kez söyleyebildi, bir üçüncüye izin vermedim. “Bunları nasıl bu kadar doğal söylersiniz?” diye sordum ve uyardım kendisini. Bir keresinde, ki hiç unutamam bana, “Tahrik oldun mu?” dedi, malzemelerimi alıp çıktım hemen oradan. Ama çok kötü oldum sanki başımdan aşağı kaynar sular inmişti. Eve geldim akşam kızıma oradan atılabileceğimi bir yolu ile anlatmaya çalıştım. Oradaki şef (..) hanımla konuştum, “İnan, ben şefim ama bende aynı şeylerle karşılaştım,” dedi, “Bundan sonra malzeme almaya yalnız gitmiyorsun, İrfan’la gideceksin.” Artık İrfan’ la gidiyorum. Bir gün yine gittik yanına, başkaları da var, herkesin malzemelerini veriyor beni sona bırakıyor. Dedim, “İrfan gitme, beraber döneceğiz.” İrfan farkında ama tam olarak bilmiyor. Baktı ben İrfan’la gitme gayretindeyim, “Meryem Hanım siz kalıyorsunuz,” dedi. Dedim, “Sorun mu var işimle ilgili, öyleyse arkadaşımla dinlemek istiyorum.” “Hayır,” dedi, “Sen kalacaksın.” Özellikle tekrarlıyorum ki İrfan duysun, “İşimle ilgili bir sorun mu var?” “Hayır,” diyor, “Siz kalıyorsunuz, İrfan gidiyor.” O zaman dedim, “Ben de sizi dinlemiyorum.” “Ben buranın sorumlusuyum, o zaman defol git!” dedi. Dedim, “Sen istediğin gibi beni çıkartamazsın, yasal yolu var.” O, “Görürsün!” dedi. Biz İrfan’la beraber çıktık, elim ayağım birbirine dolanıyor. Servise çıktım servis şefini buldum, anlattım böyle böyle. “İrfan’ı getir,” dedi getirdim. Sonra “Konuyu kapatın,” dedi, “Keşke tartışmaya girmeseydin.” Olay oldu ben çalışmaya devam ediyorum, ilk cuma herkes gitmiş paspas çekiyorum. Bu geldi, bana bir kağıt uzattı, “Bu sizinle
ilgili, imzalayın,” dedi. Kalemi de uzattı bir güzel, ucunu açmış. Baktım işime düzenli gelmediğim için, temizlik kurallarına uymadığım için işime son verilmiş. Çizdim üstünü, “İspatla. İmzalamam.” Dedi, “Görürsün!” Konuştum şefimle, “Sen işine devam et,” dedi. Ertesi haa şefim izine çıktı. Postacı geldi bizim alt kattan, üst kata çıkmış. Postayla yollamış bu sefer. Hemen müdürüme gittim, dünya iyisi insan. O şefimi aradı, şefim anlattı durumu telefonda. Sonra o başmüdüre anlattı. Başmüdür çağırdı, aman nefret ediyorum, her defasında anlattırıyorlar, tekrar yaşıyor gibi. Başmüdür, “Elimden geleni yapacağım,” dedi ama ‘gidecek’ derse bir şey yapamayız. Üç haa geçti, telefon etti bana bu sefer, dedi “1 Eylül’den itibaren işinize son verildi, kendinize iş arayın.” Ben yine gittim müdüre, “Yok ablacım olmaz,” diyor ama değil be adam işte! Kendi gibi sanıyor, sağlam konumda, aç gözünü, değil işte! Senle benim konumum bir değil. Ayın 31’i oldu, dedim, “Ben gidiyorum.” Ama ne ağlıyorum, ne ağlıyorum. Kimseyle de vedalaşmadım. O zamandan bu yana da çalışmıyorum. Zaten ne ruhen ne bedenen gücüm var. Ama bu pazartesi ev işine gidicem yine. Bu kişiye dava açıldı, savcılığa suç duyurusunda bulunduk, işe iade davasıyla beraber. İşe iade davası kazanıldı, suç duyurusu halen hazırlık soruşturması kapsamında. Ama M. Bey’in ifadesinin alındığını duydum. Tabii inkar etmiş haliyle. İşten çıkış nedeni olarak, ilginçtir, işe düzenli gitmeyişim gerekçe gösterilmiş. Şeflerim bu konuda gidip olumlu ifadeler vermiş. Gerçekleri söylemişler. Karşı taraf
temyiz etmiş en son, şimdi dosyanın kesinleşmesini bekliyorum. Anlıyorum dersiniz ama anlayamazsınız. İşte bir M.B.’nin eşi, bir o şefim, hepimiz kadınız ama sonuçta onların eli, ayağı kuru. O da emekçi ama sıcak kaloriferli evde oturuyor. Ben elektrik sobası bile yakmıyorum fatura fazla gelecek diye. Onlar 2 milyar maaş alır ben asgari ücret…
Valiliğin ‘duyarlı’ kadınları
Valilikte Kadın statüsü birimi var. Oraya da gittim. Nasıl birilerinin bizi basamak yapıp üzerimizden yükseldiğini gördüm. Onlar da kadın. Bir gün sundukları raporu gördüm , yapılmamış şeyler yapılmış gibi gözüküyor. Müracaat eden kadına iş imkanı verilmiş, öteki sığınma evine yerleştirilmiş falan. Bunlar bizi kendi evlerine çağırırlardı, ev işine 30’a gidiliyorsa 20’ye bizi alırlar ev işine. Bunu yapan kadınlardan biri rotaryen miydi neydi, o zaman villa yaptırıyorlardı; kocası evin mermerlerini İtalya’dan getirtti. Ama bizden 10 milyon kesiyorlardı... Tüm bu anlattıklarımı anlayabilecek insanlarla paylaşmak istedim. Eğer bir kadına küçücük fayda sağlayabiliyorsam birazcık olsun yorgunluğumu atacağım. Yıllar önce tekrar evleneyim diye birilerini önerdiler, aman ne kızdım! Kızım, Yağmur, bana yetti ya da ben onunla yetinmesini bildim. Yaşamdan bir ödül bekliyorum aslında. Bu kadar zorluk getirdi, hep aştım, başardım, başarının bir ödülünü bekliyorum yaşamdan. Şöyle arkama yaslandığımda, kirayı, elektriği, suyu düşünmeyeceğim bir ödül. Biri… Bazen… Öyle hayatı paylaşabileceğim…
m
Söyleşi: ASLIHAN BİLGİN
Küfür!..gzuipj! Geçen sayımızda Hakan Gülseven’in yazı başlığı ‘Orospulaşma’ydı. Rahatsız olmadınız mı?..
B
ir gün bir pansiyon odasının balkonunda oturuyorum, tam alt katımda pansiyonun restoranı var. Lig başlamış, insanlar futbol maçı seyrediyor. Maçı seyredenlerin içinden üç adam, tuttukları takımın oyuncularına, yenildikleri için hiç durmadan küfrediyor. Çok çok çok sinirleniyorlar takımın yeniliyor olmasına, çünkü hayattaki tüm yenilgilerini unutturacak tuttukları takımın zaferi; başarı ihtiyaçlarını giderecek, gerçekten hayati bir mesele. Kilitlenmişler galibiyete, ama nafile takım oynamıyor… Ben de işi gücü bırakıp maçı seyreden adamları seyretmeye başlıyorum, benim kilitlendiğim nokta ise, maçı seyreden adamların, sahadaki onbir erkek oyuncuya küfür etmek için durmadan ‘.mına k..yayım’ demeleri, balkondan seslenmek istiyorum “sahadaki hiçbir oyuncuda o bahsettiğiniz organdan yok” diye ama onlar da biliyorlardır diyerek gece gece çenemi tutuyorum. Sabah kahvaltıda küfürbazlardan biri yanımdaki masada kahvaltısını yapıyor, sakince masasına oturup, “Günaydın” diyorum, “Akşam maç seyrinizi seyrettim, bir şeyi çok merak ettim, neden sahadaki erkeklere küfür etmek için sürekli kadınlarla yapabileceğiniz eylemleri sayıp duruyorsunuz, hadi onu da geçtim
annelerinin konuyla ne ilgisi var?” Adam şaşkın şaşkın bakıyor, anlatamadığımı düşünerek örnekliyorum, “Yani ‘çükün kopsun’ deseniz daha etkili olmaz mı?” Adam donup kalıyor, bir tek, “Haklısınız aslında,” diyebiliyor. Aslında adam da haklı, memleketteki ve hatta tüm dünyadaki küfür literatürü böyle!! En aşağılık ve en rağbet gören küfürler kadınların namusundan veya cinsel obje olma hallerinden bahseder. Egemen kültür bu dili her gün milyonlarca kez kullanırken, kadını milyonlarca kez tekrar ikincilleştirir, aşağılıklaştırır, bastırır, edilgenleştirir ve hatta hizaya sokar. Hizaya sokar çünkü örneğin ‘orospu’ diye anılma ihtimali bir kadının üstünde kara bir bulut gibi dolaşır, bunu ‘elaleme’ düşündürtecek her türlü eylemden kaçınır, gece eve geç gelmeler, sevgili değiştirmeler, açık giyinmeler, sesli sesli kahkaha atmalar, beğendiği erkeğe kur yapmalar, sevgilisini evine çağırmalar… maazallah, elalem her şeyi diyebilir. Erkeklerin ise pezevenk diye anılmaktan korkuyor olduklarını pek sanmam. Düşününce akıl işi değil; bir erkeğin, sinirlendiği bir erkeğe hakaret etmek için, hiç tanımadığı annesinin namusundan bahsetmesi veya onda olmayan bir cinsel uzuvla ilgili fantezilerini söylemesi.
Ama konunun erkek egemen sistemin baskı araçlarıyla bağlantısı kurulunca bu saçmalık bir anlam kazanıyor. Kadınların ikincileştirilmesi, aşağılıklaştırılması ‘cahil cühelalara’ özgü bir iş değil, bugün bu konumu yeniden belirleyen, sağlamlaştıran çok ‘eğitimli’ yazarlarımız, çizerlerimiz, düşünürlerimiz var. Günümüzün erkekleri doğar doğmaz sahip oldukları üstünlük mirasından vazgeçmeye niyetli değiller, bu mirası yok etmek kadınlara düşüyor. Hakan’ın geçen sayıdaki yazısında, toplumdaki çürümeyi, her şeyin, herkesin satılık haline gelmesini anlatmak için bulabildiği en güçlü ifade ‘orospulaşmak’tı. Yazının ifadesiyle ‘ne kadar çok satılıksan, ne kadar çürümüşsen, ne kadar aşağılıklaşmışsan o kadar orospulaşmışsın demektir.’ Kendi bedenini satmanın ‘aşağılık’ bir şey olduğunu düşünüyoruz ancak örneğin benim gibi ücretli çalışan milyonlarca insan, gününün en az dokuz saatinde hem bedenini, hem aklını (ve hatta isteklerini, hayallerini, itirazını, isyanını; ve hatta işten kalan saatlerinde yaşayabileceklerini, düşünebileceklerini…) satıyor. Ama küfür olarak kimse kimseye ‘seni ücretli çalışan seni’ demiyor. Bu durumda orospuların bedenlerinden daha değerli bir şeyi sattığını düşünüyoruz: Cinselliklerini. Kadının cinselliğini satmasının çok aşağılık bir şey olduğunu düşünüyoruz ancak talepleri ile sektörü oluşturan, bu cinselliğin alıcısı olan erkeklerin aşağılık bir şey yaptığını düşünen yok. Kimse kimseye ‘seni kerhane müptelası seni’ diye küfür etmiyor. Üstüne üstlük cinselliğini satan erkekler de var iken aşağılama yalnızca kadının eylemine yöneliyor. Çünkü kadının cinselliği ‘namus’ demek. Kadınlar ile ilgili her tür algılama, tanımlama biçimi dönüp dolaşıp ‘kadının namusu’ ile ilişkileniyor. Acaba kaç milyon kadın aynı anda ‘KİMSENİN NAMUSU OLMAYACAĞIZ’ diye bağırsa kulaklarınızın pası çözülür, beyninizin tüm kıvrımlarına örümcek ağı bağlamış kavramlar yerinden oynar???? Bir erkek arkadaşıma (hemcinsleri ile daha iyi empati kurabilir diye düşünerek) “Erkekler neden kadınları sürekli aşağılama ihtiyacı duyuyor?” diye sordum, dedi ki; Onlar gibi olamıyoruz, ondan. Meyveli ağaçlar, ondan. Biz yaprak bile dökemiyoruz, ondan. Şımarığız, ondan. Yalancı bir gücümüz var, ondan. İktidar bozar, ondan. Bence doğru söylüyor; çiçekli tarlayız, köklerimiz toprakta, güzeliz, güçlüyüz, zekiyiz, üretkeniz, gerçeğiz, yaşam doluyuz. İyi ki kadınız, tüm zorluklarına rağmen… m
JİNEPS
6
7 Hrant Dink’in cenazesinin ardından, şöyle bir e-posta dolaşmaya başladı internette: “Beyoğlu’nun ünlü travestilerinden Cansu olarak bilinen Abdullah, tinerciler tarafından İstiklal Caddesi’nin arka sokaklarında öldürüldü. Yarın öğle namazından sonra cenazesi kaldırılacaktır. Anısını taze tutmak için, sizleri yarın öğle namazı öncesi Beyoğlu Camii’nde buluşarak, ‘Hepimiz Cansuyuz, Hepimiz İbneyiz, Hepimiz Travestiyiz!’ diye bağırmaya davet ediyorum. Türkiye Travestiler Derneği Başkanı Yonca...” Bu mesajı yayanlar zannediyorlardı ki, travesti olmak kendilerininkinden beter bir durumdur. Akılları sıra, Hrant Dink’i ve Ermenileri de böylelikle aşağılayabileceklerini düşünüyorlardı. Ve zannediyorlardı ki, biz toplumun ezilenlerini dünyaya ‘ırk’ından ve çükünden bakan bu itlere karşı savunmaktan çekineceğiz. Siz onlara saldırdığınız sürece, merak etmeyin, biz hiç çekinmeden bağırırız:
Evet, hepimiz travestiyiz!.. S
EVRE KAYNAK
abah hava ağarmadan uyanıp yataktan kalkmak gerekir okula gitmek için. Soba yeni yanmış, ev buz gibi. Kanepeden bozma; altına bir battaniye ve çarşaf, üstüne de bir yorgan ve battaniye örtünce sabaha kadar sıcacık olan yataktan çıkıp, buz gibi tuvalette titreye titreye pijamamla donumu indirip daha uyanamamış dizlerimi acıyla kırarak çömelip, duman çıkaran çişim hemen bitsin diye uğraşırdım. Tekrar odaya dönünce soğuktan kaskatı kesildiğimi hisseder, dizlerimi burnuma kadar çekip sobanın hemen yanına iyice büzüşürdüm. Annemle babam beni zar zor çözüp, kat kat kıyafetin üstüne giydirirlerdi önlüğümü. Sadece gözlerim görünecek gibi şapkam takılıp, atkım bağlandıktan sonra ablamın yanı sıra, roman (çingen) mahallesinin eteğindeki okula doğru seğirtirdim. Bugünlerde o zamana geri dönmek; sobanın ateşini iyice harlayana kadar beslemek, evdeki odun yetmezse aşağıdaki kömürlüğe gidip biraz da kömür taşıyıp sobaya atmak, giydirilen kat kat kıyafetin üstüne bir o kadar daha hırka yelek giymek, ablamın yanında seğirtirken zıplaya zıplaya yürüyerek kan dolaşımımı artırmak istiyorum. İstanbul’dan çok uzaktaydım. Her seferinde olduğu gibi kendimi yabancı ellerde, soğuk bakışların altında, havasız otellerin, havasız klimalı toplantı salonlarının loş ışığı altında, yalnız ve gereksiz hissetmekle meşgul iken her fırsatta odama kaçıp internete bakıyor, e-postalarda tanıdık isimler bulmaya çalışıyordum. Derken bir ‘açlık grevi’ duyurusu geldi. Ankara’da travesti ve transseksüellere yönelik yine örgütlü saldırılar başlamıştı. Bu sefer onlar da örgütlenerek eylemler yapmaya, bir yandan da hukuki yollara başvurmaya karar vermişlerdi. Bir süre önce de Eryaman’da korkunç saldırılara maruz kalmışlardı. Hem de saldırgan itler kızların evlerine kadar girmiş, birkaç gün önce sokakta saldırdıkları, alçılar içindeki kızları saçlarından yerlerde sürümüş, her yere salyalarını akıtmışlardı. Travesti ve transseksüellerin yardım almak için aradıkları emniyet görevlileri, kendi yapmak istediklerini yapan bu üniformasız itlere ödül veremediler ama duruma müdahale etmeyerek ve bıyık altından gülerek, keyifle olup bitenleri izlediler. Bir sürü insan Eryaman’ı terk etti. Bir kısmı memleketlerine döndü, bazısı İstanbul’a geldi. Şimdi aynı itler daha da kudurmuş, Ankara’daki travesti
İnsanlığı savunanları, aşağılamalarıyla yıldıracaklarını sanuyorlar! Mümkün mü?
ve transseksüellere saldırmaya başladılar; evlerinde, kuaförlerinde, sokakta. Ankara’lı travesti ve transeksüeller de Pembe Hayat adında bir dernek kurarak örgütlendiler ve diğer sivil toplum kuruluşları ile de temasa geçtiler. Açlık grevi yapacaklardı saldırıları durdurabilmek, yaşama haklarını savunmak için. Çok kısa bir süre içinde ikinci bir email geldi: “Açlık grevimizi Hrant Dink’in haince bir saldırıyla öldürülmesi nedeniyle erteledik…” Ne diyor bu kızlar?! Telefona sarıldım, kimseye ulaşamıyorum! Kimi arasam hatlar yoğun diyor. Ev, ofis numaralarını deniyorum, aynı… Derken ardı ardına başka postalar… Gerçekten ölmüştü… İt sürüsü Rumeli Caddesi’nde saldırıya geçmişti bu sefer. Toplantı salonu daha bir havasız, daha bir karanlıktı aşağıya döndüğümde. Hrant’ın ölümü nedeniyle mi bana öyle geliyor, yoksa bu yapayalnız hissettiğim toplantılardan nefret ettiğim için mi? Bari şu klimaları kapatsınlar, buz gibi ortalık!
Etekle yere yatmak...
Çıplak Ayaklar tiyatro grubunun performansı sırasında Rumeli Caddesi’ne yüz üstü boylu boyunca uzanınca da en az o kadar çok üşüdüm. Etekle yere yatmak zor olur mu diye düşünmemiştim evden çıkarken, itler öldürürken ne giydiğine bakmıyor insanların. Caddede yükselen trafik sesi; insan kurşunu yiyince de duyuyor mudur etrafındaki sesleri? İtin biri, silahını ateşledikten sonra sırıtarak kaçtı oradan. Sürüden bazıları onunla fotoğraf çektirdiler, bazıları taziye sunacağım derken
asıl derdinin olayın dış dünyaya yansıması olduğunu kaçırıverdi ağzından -oysa o çok akıllı bir it zannediyordu kendisini. Hrant’ın cenazesinde yüz binler yürüdü. Susurluk kazasından sonra ışıklarını yakıp söndüren yüz binler var ya, işte onlar, bu sefer de yürüdü. Sonra bazı itler anket yaptılar, “Hepimiz Ermeniyiz!” demek sizce doğru mu diye; bunlar da hasıraltı itleri, öyle akıllılar ki, soru sorarak üçkağıt açmanın hırıltılarını saklayacağını düşünüyorlar. Geçen haa bir e-posta daha dolaşmaya başladı, “Travesti Cansu öldürüldü, hepimiz Cansu’yuz, hepimiz ibneyiz!” diye. Bunlar da kafasız itler; “Yüz iti toplasanız, bir ‘ibne’ etmez!” diye cevap yazmak geldi içimden, sonra “Aman, yoksa ben de mi başlıyorum itleşmeye, insanlar hırlamaz!” diye düşündüm hemen. Onun yerine bu itlerin çüklerine ne kadar düşkün olduklarını düşüne düşüne Ankara’ya, Pembe Hayat Derneği’ne gittim destek vermek için. Ankara’da kar yağıyordu. Zaten nefret ederim Ankara’dan, hep gridir, hep de buz gibi soğuktur bana. Ne kadar çok üşüdüm öyle… Toplantı başlamadan önce sordular, “Soğuk mu, üşüyen var mı?” diye. Bir şey demedim, benden başka üşüyen yoktu. Toplantıda söylenenleri dinledim usul usul… “Biz erkekliği reddettiğimiz için, daha bir nefret ediyorlar bizden,” diyorlardı. Evet, itlere göre erkeklik nasıl bir nimettir, birilerinin çıkıp bunu reddetmesi nasıl bir meydan okumadır itlere ve çüklerine. Çükün bir organ olduğunu bilmez itler; erk zannederler, silah zannederler çüklerini; kan dolaşımıyla değil, ilahi bir güç ile kalktığını zannederler çüklerinin. Travesti ve transseksüeller ilk kez örgütleniyorlar Türkiye’de, her insan gibi yaşama hakları için. Bu da bir umut olabilir mi insanlığımız için?.. Çocukken evden uzaklaşırdım bazen bir maceranın peşine takılıp. Macera bazen ulaşılması çok zor yerdeki bir çiçeği
kopartıp anneme götürmek olurdu, bazen terk edilmiş bir evde eskiden yaşadığını hayal ettiğim yaşlıca bir kadından kalma olduğunu düşündüğüm çöplükte bir şeyler bulup hayalimdeki kadının varlığını kanıtlamak olurdu. Zamanı unuturdum o sırada, saati bilmezdim daha zaten. Annem beni bulduğunda meraktan ölmüş, öeden çıldırmış olurdu, dayak yerdim tabii terliğin plastik, soğuk tabanıyla. Ablam etrafımda koşuştururdu beni kurtarmak için; ‘büyük kurtarıcım’dı o zamanlar. Hiç anlamazdım neden dayak yediğimi; ne vardı ki o çiçeği çok istememde, çiçek bana meydan okudukça daha bir heyecanlanmamda, çöplükten kırık tabak çanak parçaları çıktıkça kendimi daha bir hedefime yakın hissedip sevinmemde ve tüm bunlar olurken havanın kararıp gitmesinde… Nefret ederdim annemden, babamdan ve dayak denen o kötülükten. “Büyüyünce,” derdim, “Büyüyünce o kötülüğün nedenini anlayacağım, nereden geldiğini bulacağım ve kökünü kurutacağım!”.
İtlerin yaydığı soğuk
Ben büyürken Körfez Savaşı oldu, Balkanlar’da insanlar katledildi, Ruanda’da soykırım oldu, Sivas’ta canlar yakıldı, sadece yazıp çizen insanlar öldürüldü… İlk kez ‘hayata dönüş operasyonu’ adı altında insanların kimyasallarla yakılma haberlerinin televizyon kanalları tarafından aktarılma biçimini duyduğumda söz vermiştim kendime, “Bir daha televizyon izlemeyeceğim,” diye. Ben büyüdüm. Yanı başımızda, Irak’ta her gün yüzlerce insan öldürülüyor. Sevgili Hrant öldürüldü. Ankara’da ve daha birçok ilde travesti ve transseksüeller, fahişelik yapmak zorunda kalan kadınlar dayak yiyor, işkence görüyor, öldürülüyor. Sokakta yürüyen insanlar öldürülüyor. Ben büyüdüm, ama bulamadım o lanet olası kötülüğü. Meğersem koca bir itler sürüsüymüş kötülüğün şiddetini yaratan, yaygınlaştıran her yerde. Çok içerdim eskiden ısınabilmek için; üşümem bitmedi çünkü bir türlü. İçince ısınırdım, yetişkin maceralarımın peşinde sürüklenmeye başlardım hava kararana, hatta bazen zifiri karanlık olup aydınlanana kadar. Beni sevenler yine merak ederlerdi beni. Bu sefer de sabah ayılınca tir tir titrerdim, soba da yok artık zaten. Ankara buz gibi ve griydi, çok üşüdüm Ankara’da. Bu itlerin yaydığı soğuğu kıracak bir soba bulup yorulmadan, bıkıp usanmadan odun kömür taşısam? Ateşe bakmayı çok severim çocukluğumdan bu yana, hele çıra ateşini!..
8
Irkçılığı yalnız ingiliz yapmaz
Hintli Shilpa Shetty, Britanya’da bir televizyon kanalında yayınlanan ‘Biri Bizi Gözetliyor’ yarışmasına katıldı. Şivesiyle dalga geçildi, aşağılandı, ortalık karıştı. Oysa bizim televizyonlarda her gün Kürtlerin şivesi aşağılık bir mizah malzemesi yapılıyor... da n’oluyor?
G
eçtiğimiz ay İngiliz Kanal 4’ün ‘Biri Bizi Gözetliyor’ yarışma programında, Hintli katılımcıya ırkçı saldırıda bulunulması, önce iki ülkede, sonra da bütün dünyada tartışma başlattı. Olay eski Britanya güzeli yarışmacı Danielle Lloyd’un, “Shilpa def olup gitsin, doğru dürüst İngilizce bile konuşamıyor” demesiyle patlak vermişti. Aynı Lloyd sonradan söylediklerinden pişman olduğunu açıklamıştı. Bu sırada 31 yaşındaki Hindistan sinema endüstrisi Bollywood’da bir yıldız olan Shilpa Shetty’nin programda diğer yarışmacılar tarafından da konuşma tarzından yemek yapışına kadar aşağılandığı ortaya çıkmıştı. Aksanıyla alay edilen Shetty’yi, diğer yarışmacılar ‘dişi köpek’ gibi lakaplarla etiketlemiş ve kendisinden dişiyle tuvaleti temizlemesini istemişlerdi. Bir yarışmacı Shetty’ye kulübede mi yaşadığını sorarken, diğeri onu ‘beyaz olmak istediğini’ vurgulayarak açıkça aşağılamıştı. Yarışmadan dolayı Britanya’da TV programlarını denetleyen bağımsız kuruluşa gelen 30 bini aşkın şikâyetle rekor kırılmıştı.
Hindistan tepki gösterdi
Hindistan, Britanya’dan programda ırkçılık yasalarının ihlal edilip edilmediğini kontrol etmesini istemişti. İki hükümet de şovu, reyting için ağız dalaşını kullanmakla suçladı. Tartışmalar boyunca sessiz kalmayı yeğleyen Shetty, daha sonra yaptığı açıklamada özellikle 23 yaşındaki Jane Goody adlı yarışmacının yorumlarının ırkçılık ifadeleri içerdiğine inandığını belirtmişti. Olay ciddi gazetelere de yansıyınca kıyamet kopmaya başlamıştı artık. Dünyada Shetty’yi destekleyen gösteriler yapılmaya başlandı. Yarışma sonunda oyların yüzde 63’ünü alan Shetty’nin gözyaşları ırkçılara verilen en anlamlı cevaptı.
Hindistan’da film yıldızı olabilirsiniz ama yine de egemenlerin dünyasında, konuşmasıyla, görünümüyle, tüm gelenekleriyle dalga geçilen zavallı bir ezilene dönüşmekten kurtulamazsınız. Koca film yıldızı Shilpa Shetty’nin payına da aşağılanma düştü nitekim...
Shetty olayını Türkiye’de çok az irdelediğimizi ve aynayı yüzümüze çevirip kendimizi her olayda olduğu gibi analitik bir düzlemde sorgulamadığımızı düşünüyorum. Shetty’ye yapılan ırkçı saldırılar, Türkiye’de atılan ‘Hepimiz Ermeniyiz!’ sloganı ile yıllarca televizyonlarda, sokaklarda ve okullarda aşağılanan, şivesinden dolayı dalga geçilen
Kürtler arasında nasıl bir bağ kurmamız gerektiğine hiç değinmeyeceğim. Zira en aptalımızın bile bu gerçeği artık görmesi gerekir. Türkiye’deki kültürlerin tamamına peşinen ‘Türk’ etiketi yapıştıran egemenlerin aslında kendilerine büyük haksızlık yaptıkları ortada. Eğer bu devlet, Kürt dilini ve kimliğini reddediyorsa,
Arada bir ‘gitmek’ lazım... Tabii mesele nereye gideceğini bilmekte... Tanzer Ercanpolat baştan sona yeniden tasarladı...
kendisine ait olduğunu iddia ettiği bir kesimi dışladığı anlamına gelir ki, keza bu çelişkinin daniskasıdır. Sanayiye bağlı olarak 1960’lı yıllarla başlayan iç ve dış göçler, bu ülkede toplumların birbirlerini yakından tanımasını da getirmiştir. Güzel İstanbul sadece gezilip görülecek bir yer değil, aynı zamanda içinde Kürtlerin de olduğu yoksul Anadolulular için bir ekmek kapısı olmuştur bu yıllardan sonra. Ancak gelin görün ki, bu umut ile Türk’ün içindeki faşisti harekete geçiren Kürtlük, ‘itaat et kabulümsün’ mantığı ile çarpışınca ortaya bambaşka bir şey çıktı. İstanbul’un sahipleri olduklarını iddia eden ‘kravatlı beyefendiler’ eğlensin diye, soytarılıklarına Kürdün Türkçeyi telaffuz etme şekli üzerinde geliştirilen repliklerle süslü konuları işleyen sinemacılar, kapıcı Kürt Mehmet’in, dolmuş şoförü Abbas’ın, Feyzo Ağa’nın şivesiyle, giyimiyle, ilişkileriyle, oradan toptan kültürüyle dalga geçmeyi adet edindiler. Allahın bazı kulları çıkıp, “Yahu biz Kürtleri aşağılıyoruz, onların kültürleri ile dalga geçiriyoruz,” dese de, kitleler, televizyonlar ve daha doğrusu sözüm ona sosyalleşme yolundaki devlet hiçbir zaman Shetty’ye yapılan saldırıya gösterilen tepkiler gibi insani bir tavır ortaya koymuş değildir. Bu tavrı koyacak bir zihniyet olsaydı, sanırım ne Hrant Dink ölürdü, ne de bizler bugün Ermeni yahut Kürt sorununu konuşuyor olurduk. Bugün, Türkiye’de bu duyarlılığı ‘bölücü ve ayrılıkçı terör örgütü’ne destek babında değerlendirenlere, altını çizerek yazıyorum ‘teröre giriyor’ diyenlere sormak lazım: Prof. Dr. Baskın Oran’ı tehdit edenlere uzlaşma tavsiyesinde bulunan savcı, örgüt ismi telaffuz ederek salya döken sağcı-ırkçı örgütleri neden terör örgütü kapsamına almıyorsunuz? Yazılanın Shetty ile alakası yok demeyin. Shetty’nin vicdanını önemsememiz lazım. Sağcı-ırkçı örgütlerin terör kapsamına alınmaması ile Türkçe konuşmaya çalışan Kürdün şivesiyle geçilen dalga arasında doğrudan ve faşizan bir ilişki vardır. Var mı itirazınız?.. m
ROGER MAVİ
9
10
Mimar Sinan’ın kafatası nerede? İş, bugün artık herkesin bildiği üzere Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde ölçüm aletleriyle ‘Türk Irkı’nın kafatasının ölçü ve biçiminin hesaplanmasına kadar vardı; mezarı açılan önemli Türk şahsiyetlerinin kafatası ölçüldü. Birinin kafatası ise kayboldu!..
H
V. MAHİR ÜKÜNÇ
rant Dink’in katledilmesini takiben, her kesimden birçok ‘hava tahmincisi’ bunun ‘bir süredir’ ülkede estirilen ‘milliyetçi havanın’ kaçınılmaz sonucu olduğu yönünde bir fikir birliğine vardı. Fakat, gazete ve televizyonlarda bu ortak yargı etrafında birbirlerinin söylediklerini onaylayan zat-ı muhteremden pek azı, ‘bir süredir’ sözü ardında muğlaklaştırılan tarihin ve/veya tarihsel dönemin hangi zaman dilimini kapsadığı konusunda yerli yerinde çıkarımlar yapabilme basiretini gösterebildi. Aslında, okuma birikimi M.E.B tavsiyeli 100 Temel Eser’le sınırlı olmayan herkes, insanların genzini ve çoğu zaman da yüreğini yakan bu ‘milliyetçi havanın’ ilk solunduğu tarihin; T.Zafer Tunaya’nın deyimiyle ‘Cumhuriyetin siyaset laboratuarı’ II. Meşrutiyet ve dolayısıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti ile başlayıp, 30’lu yılların sonu ve 40’lı yılların başında izlenen politikalarla devam ederek bugüne kadar geldiğini görebilir.
1908: Geleneğin tohumları
Kendilerini ‘vatanın kurtarıcısı ve Türklüğün koruyucusu’ olarak tanımlayan, Makedonya’da öğrendikleri kanlı Balkan komitacılığıyla milliyetçilik eğitimlerini pekiştiren ve 1908’de Babıâli baskınıyla iktidara gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti; iktidarda olduğu süre boyunca uyguladığı politikalarla ‘vatanın tehlikede, kurtuluşu içinse her yolun mubah’ olduğu bilincini yaratan ilk oluşumdur. Tüzüğünde yer alan ‘unsurların birliği’ (geniş anlamıyla Osmanlılık) ilkesine rağmen, üyeleri arasında ve merkez-i umumî yönetiminde genellikle Türk olmayan kimsenin bulunmadığı cemiyet, -bunu söyleyen Talat Paşa Hareketi tertipçisi tarihçi Sina Akşin’dir!- kendi istihbarat örgütü olan Teşkilat-ı Mahsusa’nın gerçekleştirdiği şiddet eylemleri vasıtasıyla Anadolu’nun gayrimüslimlerce iskân edilmiş yerlerindeki demografik yapıyı tümüyle değiştirir. Hapishanelerden toplanan ve azılı suçlulardan oluşturulan çetelerce Balkan Savaşı’nın bitiminde, Ege ve Karadeniz bölgesinde yaşayan 150 binden fazla Rum’un göç ettirilmesi ve Ermeni tehciri sırasında yaşanan katliamların sorumluluğu; sonraları bu eylemler dolayısıyla mahkemelerde yargılanan Cemiyet’in liderlerince de (cemiyetin merkez-i umumî üyesi Yusuf Rıza) kabul edilir. (Tabii tüm bu katliamların ‘sırf kötülük olsun’ diye yapılmadığını, sorunun ‘Türklerden oluşan milli bir burjuva sınıfı yaratmakla’ ilgili olduğunu Baba Hakkı -bkz. RED 3. sayı- ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır.) Uygulanan İttihat ve
Dersim’deki isyan, Mustafa Kemal’in manevi kızı Sabiha Gökçen’in de uçağıyla katıldığı bombardımanla, halktan pek çok kişinin katledilmesiyle ve sürgün edilmesiyle son buldu. Terakki politikalarına muhalefet ettikleri, yani ‘vatana ihanet’ suçu işledikleri gerekçesiyle Hasan Fehmi ve Ahmet Samim gibi gazetecilerin ve çok sayıda politikacının öldürülmesi de, Cemiyet’in ‘vatan kurtarma’ anlayışını ortaya koyan diğer örneklerdendir. İttihat ve Terakki’nin Türklük bilincini, Cemiyet’in yayın organı niteliğini taşıyan Tanin gazetesinde Hüseyin Cahit şöyle izah eder : “…Bu memleketi Türkler zapt etti, gayrimüslimler Türklüğü yıkacak, hükümetin rengini Türk ve müslüman hükümeti olmaktan çıkaracak emelleri kalplerinden, eğer varsa, silmeye kendilerinde cesaret görmeli…Ne denirse densin, memlekette millet-i hâkime Türklerdir ve Türkler olacaktır.” İmparatorluğu, sadrazamın bile haberdar olmadığı bir oldu-bittiyle (Goeben ve Breslau-Yavuz ve Midilli olayı) Almanya’nın yanında I. emperyalist savaşa dahil eden ve aynı ülkeyle II. emperyalist savaş boyunca da sürecek ‘iyi ilişkiler’in bu anlamda temellerini atan yine İttihat ve Terakki Cemiyeti, ve Cemiyet’in askeri kanadının lideri Enver Paşadır. ‘Saraydan kız alarak’ yaptığı evliliğin ‘paşa ve harbiye nazırı’ unvanlarına sahip olmasında etkili olduğu bilinen Enver Paşa, aynı zamanda, savaş boyunca imparatorluk ordusunun yüksek kumanda mekanizmalarına Alman subaylarının getirilmesinde ve bizzat planladığı- Sarıkamış harekâtının felaket (90 bin ölü) Kanal harekâtının ise başarısızlıkla sonuçlanmasında sorumluluk sahibi olan yegâne kişidir. Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanması, dolayısıyla imparatorluk gemisinin tamamen battığının anlaşılması üzerine, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bu ‘Türkçü ve vatansever’ önder kadrosu
–Talât-Enver- Cemal Paşalar, Beyrut Valisi Azmi, Polis Müdürü Bedri, Dr. Nâzım, Dr. Bahaettin Şakir, Cemal Azmi- ulusal direnişe katılmak için Anadolu’ya geçmek yerine, 1/2 Kasım 1918 gecesi bir Alman denizaltısıyla imparatorluğun sınırlarını terk etmeyi tercih eder. Fakat Ermenilerin, tehcir sırasında yaşananların baş sorumlusu olarak gördüğü Talat-Enver ve Cemal Paşa üçlüsünün akıbeti birbirinin aynı olur: Enver Paşa, Turan sevdasıyla gittiği Sovyetler Birliği Türkistan’ında Kızıl Ordu tarafından, Talat Paşa Berlin’de, Cemal Paşa ise Tiflis’te Ermeni militanlar tarafından öldürülür. Mustafa Suphi ve 14 TKP üyesinin, 28-29 Ocak 1921 gecesi, ulusal direnişe katılmak için geldikleri Trabzon’da vahşice katledilmeleri, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önderlerinin yarattıkları ‘kanlı geleneğin’, onların terki diyar etmelerinden sonra bile nasıl canlı kaldığının en önemli belgesi olarak tarihteki yerini alır...
Dersim: 30’ların sonu
1925 Seyh Sait İsyanı’yla başlayıp, 1930 Ağrı İsyanı’yla gelişen olaylar üzerine hükümet, ‘Doğu’da çıkan ayaklanmaları sonlandırmak’ amacıyla, 1934 yılında ‘İskân Yasası’ adıyla bir yasa yayınlar. Yayınlanan bu yasa uyarınca, İçişleri Bakanlığı’nın hazırladığı ve Bakanlar Kurulu’nca da onaylanan bir haritaya göre; ‘Türkiye’nin iskân yönünden üç çeşit bölgeye ayrılması’ öngörülür. Yasada bu bölgeler özelliklerine göre şu şekilde sıralanmaktadır:
“1. Türk kültürlü nüfusun yoğunluğu istenilen yerler, 2. Türk kültürünü temsili istenilen nüfusun nakil ve iskânına ayrılan yerler, 3. Diğer sağlık, iktisat, kültür, siyaset, askerlik ve güvenlik nedenleriyle boşaltılması istenilen ve iskân-yerleşimi yasak edilen yerler.” Yasanın bir diğer maddesinde şu ifadeler yer alır: “Türk kültürüne bağlı olmayanlar ya da Türk kültürüne bağlı olup da Türkçe’den başka dil konuşanlar hakkında da, kültürel, askeri, siyasi, toplumsal ve güvenlik nedenleriyle Bakanlar Kurulu kararıyla İçişleri Bakanı gerekli görülen önlemleri almaya zorunludur.” İskân Yasası’nın kabulunden hemen sonra ise, 25 Aralık 1935 tarihinde meclis, 2884 sayılı ‘Tunceli İlinin Yönetimi Hakkında Yasa’yı kabul ederek, 2 Ocak 1936 tarihinde de yürürlüğe koyar. Kısaca ‘Tunceli Yasası’ olarak bilinen bu yasanın resmi olarak belirtilen amacı, “bölgedeki aşiret, ağalık, şeyhlik ve seyitlik gibi geleneksel kurumların egemenliğine son vermek ve bunu takiben cumhuriyet esasları temelinde bir yapı kurmak” olarak belirtilir. Bu gelişmeler üzerine, yasaya karşı olan aşiret liderleri Seyit Rıza önderliğinde bir araya gelerek isyan başlatır. Başlayan bu isyana, 3 Mayıs 1937’de ‘Tedip (eğitme) ve Tenkil (cezalandırma)’ adı verilen bir askeri harekatla cevap verilerek bölge bombalanır. Bölgedeki askeri hareketlilik ve isyan halihazırda devam ederken, 18 Haziran 1937’de Başbakan İnönü ve Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın da katıldığı Bakanlar Kurulu toplantısında: ‘Dersim’in tamamen boşaltılmasına, ve bölge halkının ülkenin diğer yerlerinde iskan edilmesine’ yönelik bir karar alınır. Ayrıca alınan bu karar gereği yine burada ‘Bakanlar Kurulu’ndan izinsiz oturulup yerleşilemeyeceği’ de hükme bağlanır. Böylece, “Horasan’dan gelme öz Türk olan Dersim’liler, asıl çevresine, benliğine kavuşacaktır.” Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak tarafından hazırlanan Dersim konulu bir raporda, yürütülmek istenen bu yönlü siyaset şöyle ifade edilir: “- Yerli memurların tamamen çıkarılması, Dersime en iyi memurların tayini, - Yüksek idare memurlarına adeta sömürge idarelerindeki yetkinin verilmesi, - Propagandaya kuvvet verilmesi ve Türklüğün telkini, - Kürtçe yerine Türk dilinin ikamesi için ilmi ve idari tedbirlerin alınması (büyük kız
11 çocuklarının okutulması ) - Dersim önce sömürge gibi nazari itibara alınmalı, Türk camiasi içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve aşamalı olarak öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır.” Dönem, yönetim kademelerinde bulunanların ifadeleri dikkate alındığında; ‘Kürt realitesi tanıyoruz’ ve ‘Kürt kimliği bir alt kimliktir’ gibi sözleri telaffuz etmenin epeyce güç olduğu bir dönemdir. 6 Ağustos 1938’de Bakanlar Kurulu aldığı bir kararla, “Tunceli halkından ve yasak bölgelerin içinden ve dışından toplam 7.000 kişinin batı illerine iskanına, yasak bölge dışında bulunan, ancak yerlerinde bırakılması uygun olmayan aşiret başkanları, kolbaşıları, seyit ve şeyhlerle bunların aile ve yakınlarının da batıya nakle bağlı tutulmalarına” hükmeder. Aynı kararın devamında, “Bölge halkının silahtan arındırılıp harekatın noktalanmasından sonra da, batı illerine iskânın devam edilmesinin ve kimlerin hangi bölgelere yerleştirileceğinin planlanmasının önemi” vurgulanır. 1947 yılında ‘sürgünlerin, istemeleri halinde memleketlerine dönebileceklerine’ ilişkin yasa çıkarılancaya değin, sayıları neredeyse ‘10 bini’ bulan insan böylece bölgeden göç ettirilir. 1937-1938 yıllarında devam eden ‘Dersim Harekatı’nın iki yıllık toplam bilançosu ise, resmi rakamlara göre ‘10 bin’, resmi olmayan rakanlara göre de ‘70 bin’ ölüdür. Çoklarınca, İskân Yasası ve Tunceli İlinin Yönetimi Hakkında Yasa’nın uygulamadaki pratiği olarak değerlendirilen ‘Türkçülük’ vurgulu ‘Dersim Harekatı’ yıllarında, dünya üzerinde de ağır ve kara bir atmosfer hakimdir. Avrupa’nın üç büyük ülkesi (Almanya, İtalya, İspanya) faşist rejimlerin egemenliği altındadır. İktidarını özellikle ‘üstün ırk’ kavramı üzerine bina eden Alman faşizmi, Ahnenerbe (ırksal miras araştırma ve eğitim cemiyeti) adlı bir örgüt vasıtasıyla, ‘Ari Germen’ ırkının kökenlerini antropolojik çalışmalarla 1935 yılından itibaren Tibet’te dahi aramaya koyulur. Hemen hemen aynı yıllarda ise ülkede Türk Dili Tetkik Cemiyeti:Dünya üzerindeki ilk kelimenin, insanların güneşe bakarak söyledikleri Türkçe ‘a’ kelimesi olduğu, ve tüm dünya dillerinin bu kelimeden yani Türkçe’den türediği tezini savunan Güneş Dil Teorisi üzerine ‘bilimsel çalışmalar’ başlatarak, teoriyi ‘ispatlayan’ birçok yayını kamuoyuna sunar. Bununla koşut olarak ortaya atılan Türk Tarih Tezi ile de tüm uygarlıkların Orta Asya’dan göç eden Türkler’ce kurulduğu; Sumerler’in Sumer Türkleri, Hititlerin Eti Türkleri olduğuna dair bilgiler içeren ve 50’li yıllara kadar okullarda da okutulacak ders kitapları, Türk Tarih Tetkik Heyeti tarafından bastırılır. Çalışmalar, bugün artık herkesin bildiği üzere Ankara’da, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde ölçüm aletleriyle ‘Türk Irkı’nın kafatasının ölçü ve biçiminin hesaplanmasına kadar vardırılmış; bu sebeble mezarı açılan birçok önemli Türk şahsiyetinin kafatası ölçülmüş ve hatta Mimar Sinan’ın ölçülen kafatası bu süreçte kaybedilmiştir!..
N
Nazilerle cilveleşme ve kuluçka dönemi
azilerin 1939’da Polonya’yı işgalinin ardından II. emperyalist savaş başlayınca, Türk hükümeti büyük bir diplomasi başarısı segilemiş, savaşın başından sonuna kadar ‘tarafsız’ tavrını muhafaza etmiştir... Resmi tarih böyle konuşsa da, (tabi onlar ‘emperyalist savaş’ demiyor!) bu dönemde Almanlar’la imzalanan anlaşmalar, onlardan özenerek yapılan yasalar ve yaratılan toplumsal atmosfer bu ‘tarafsızlık’ tavrını örselemektedir. Nazi Almanyası ile ilk olarak, Ocak 1939’da 150 milyon Reichmark kredi alımını öngören Türk-Alman kredi antlaşması -İkinci beş yıllık planın dış finansmanını bu anlaşma sağlıyordu- imzalanır. Hükümetler arası bu dostluk, 18 Haziran 1941’de imzalan, -10 yıl süreli- Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşmasıyla da taçlandırılır. Bu anlaşmayı takiben de, mimarının Başbakan Şükrü Saracoğlu olduğu Varlık Vergisi 11 Kasım 1942 günü meclisin onayıyla yürürlüğe girer. ‘Harp zamanında fevkalade kazanç sahibi olan gayrimüslim, dönme ve ecnebiler’i (resmi söylem budur!) ıslah etmek için bulunan bu yasal formülün, vergisini veremeyen yoksul gayrimüslim halka faturası ise; Deveboynu Geçidi, Van ve civarı, Erzurum, Zigana Dağı, Bitlis, Elazığ, Kapdağı, Diyarbakır, Siirt ve Palu’daki ‘zorunlu çalışma kamplarında’ kölelik olarak belirlenir. Oysa, ‘harp zamanında fevkalade kazanç sahibi olanlar’; başta krom madeni olmak üzere, Alman ve Türk hükümetleri arasındaki ‘ürün’ alım-satımında ‘iş takipçiliği ve komisyonculuk’ yapan bugünün ünlü şirketlerinin kurucularıdır ve hepsi de Türktür. Savaş boyunca Almanya’ya satılan krom madeni, Essen şehrindeki demir-çelik tröstü Krupp ve Thyssen’in fabrikalarında işlenerek, tüm dünyayı kana bulayan tank, top, tüfek gibi savaş
araçlarına dönüştürülür. Filmlere de konu olan ‘ünlü’ Alman u-botlarının (denizaltı) Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne aykırı olarak boğazlardan geçip Karadeniz’e açıldığına da birçok kaynakta değinilir. Ekmeğin karneyle satıldığı o yıllarda yine, ülkenin kendi halkını beslemeye bile yetmeyen tahıl kalemleri, Alman ordularını doyurmak için ihraç edilir. Kültürel alanda ise, zaten var olan Nazi faşizmi yardakçısı yayın ve söylemlerin (Cumhuriyet gazetesi ve Nadi ailesi!) artırılması içinse bizzat Ankara’daki Nazi büyükelçisi Von Papen 1941 yılından
itibaren hükümet nezdinde resmi girişimlerde bulunmaya başlar. Sayıları her geçen gün artan ırkçı-şoven ve Turancı yayınların çevresinde toplanan kalabalıklar, düzenledikleri saldırılar ve linç provalarıyla bu dönemden itibaren varlıklarını iyiden iyiye hissettirir. Demokrat-solcu-sosyalist-komünist kişi ve kurumlara karşı düzenlenen bu linç provalarından en önemlisi: Sabahattin Ali’nin yazmış olduğu bir şiirde İnönü’ye hakaret ettiği yaygarasını koparan Nihal Atsız takipçilerinin organize ettiği, Ankara Ulus Meydanı’na kadar slogan ve tehditlerle yürünüp Sabahattin Ali’nin kitaplarının yakıldığı faşist gösteridir. (Bu olaydan bir süre sonra da ‘failinin hâlâ belli olmadığı’ bir cinayetle Sabahattin
Ali katledilir) Saldırı niteliğindeki önemli bir olay da, Aralık 1945’te anti-faşist yayınlar yapan Tan gazetesinin ve gazetenin basıldığı matbaanın yakılarak tamamen tahrip edilmesidir. Bu saldırıda çok sayıda kişi de yaralanır. Savaşın, Nazi faşistleri aleyhine bitmiş ve ‘milli şef diktası’nın ortadan kalkmış olması bile, ülkede ırk-milliyet-mezhep söylemli saldırıların sonunu getirmez. Demokrat Parti iktidarı yıllarına denk gelen 1955 yılındaki 6-7 Eylül olayları, yıllarca benimsenen ve savunulan ırkmilliyet-mezhep yanlısı politikaların bilinçlere ne denli işlediğinin görülmesi ve bu yaklaşımın geleceğe de taşınacağını göstermesi bakımından oldukça önemli bir dönüm noktasıdır… Yazının başına dönersek: bir sürü ‘okumuş-yazmış’ adam ve kadının her fırsatta her kamera ve her gazeteye yakındığı o ‘milliyetçi havanın’; ‘her şeyden sorumlu olan budur’ şeklinde pratik bir suçlu bulma yaklaşımıyla, yalnızca, ‘80 cuntasına’ ve onun zorunlu din dersleri, milli güvenlik dersleri gibi ırkçı-dinci-militer uygulamalarına etiketlendirileme yeceğini söylemek gerekir. Sorun çok eski, yüz küsur yıllık bir sorundur. Son olarak; ‘Türklük şuurunun yaygınlaştırılması’ amacıyla, İttihat ve Terakki’nin Türk Ocakları’ndan devşirilerek faaliyete geçirilen Halkevleri’nin kuruluş sürecinde, İnönü yaptığı bir konuşmada durumu şöyle izah eder: ‘Türkçülüğe muhalefet edecek unsurları kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız tek özellik herşeyden evvel o adamın Türkçü olmasıdır.’ Evet, bu ‘kesip atma’ tavrı ne yazık ki hâlâ devam edegeliyor…Yakında sokaktaki insanların birbirlerine yaklaşıp, ‘Koy bir milliyetçi hava da doğrayalım’ dediğini duyarsak artık şaşırmak için çok geç kalmışız demektir…
Bütün dünya işi gücü bıraktı, Türk’e düşman oldu!
T
ürk faşistlerinin ‘ata’sı olarak görülebilecek Nihal Atsız, bir mini Hitler heveslisi olarak (bkz. fotoğraf), bugün MHP ve BBP gibi partilere ve bir sürü tuhaf ırkçı-faşist gruba ilham veriyor. Nihal Atsız’ın vasiyetini bir ibret vesikası olarak yayımlamak istiyoruz. Buyrun: “Yağmur Oğlum! Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigar olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol. Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün
milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır. Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır. Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarın ki düşmanlarımızdır. Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içer(de)ki düşmanlarımızdır. Bu kadar çok düşmanla carpışmak için iyi hazırlanmalı. Tanrı yardımcın olsun!”
12
‘Kurt’ları ‘Yanki’ler yetiştirdi ABD’de anti-komünist eğitim alan Alparslan Türkeş’in kurduğu faşist hareket, ‘komando’ kamplarında yetiştirilen katillere pek çok cinayet işletti. Ankara’da kullandıkları silahlar, o sırada üniversitede ‘hoca’ olan Devlet Bahçeli’nin arabasında taşınıyordu!..
T
ÇAĞLAR KILINÇ
ürkeş’in siyasi tarihi 3 Mayıs 1944’te tutuklanan Nihal Atsız’ın ‘Irkçılık-Turancılık Davası’nda üsteğmen rütbesiyle yargılanmasıyla başladı. İlk yargılama sonunda 9 ay 10 gün hapis cezası alan Türkeş, Askeri Yargıtay’ın kararı bozması üzerine ikinci yargılamada beraat etti. O sırada henüz sıradan bir asker olan Türkeş kariyerindeki ilk sıçramayı 1948 yılında ABD’nin Georgia eyaletindeki Amerikan Piyade Okulu’na gönderilen 16 kişinin arasına girerek yaptı. Dönüşünde Çankırı Gerilla Okulu’na gerilla öğretmeni olarak atandı. ABD’de Komünizmle mücadele teknikleri eğitimi alan Türkeş, bu formasyona ömrü boyunca sadık kaldı. 27 Mayıs darbesinin hazırlıklarının sürdüğü sırada Orhan Kabibay tarafından darbecilere katılmaya çağrılan Türkeş, teklifi tereddütsüz kabul etti. 27 Mayıs bildirisini radyodan okuyarak ‘İhtilalin Kudretli Albayı’ ünvanını alan Türkeş, gerçekte darbeciler arasında güvenilmez olarak görülüyordu. 27 Mayıs öncesinde sabırsızlığıyla, sonrasında ise iktidarın sivillere devri konusundaki isteksizliğiyle öne çıkan Türkeş, benzer eğilimleri paylaştığı 14 kişiyle birlikte Milli Birlik Komitesi dışına çıkarıldı ve görev yeri olarak belirlenen Yeni Delhi’ye gönderildi.
Komando kampları
Türkeş’in bir çeşit ‘sürgün’e gönderilmesi ile birlikte yeni filizlenen ‘ülkücü’ gençliği örgütleme işi, Üniversiteliler Kültür Kulübü bünyesinde sürdürüldü. Bu çalışmayı yönlendirenler arasında MİT’çi olarak tanınan Şahap Homriş ve Galip Erdem de bulunuyordu. Ülkücü adı altında gelişen faşist hareketin sivil örgütlenmesi daha sonra Türk Kültür Derneği (TKD) ile devam etti. Türkeş’in ifadesiyle TKD, ‘Türk gençliğini Marksist ve bölücü ideoloji tesirlerine karşı uyarmak, onları milli kültürle yoğurmak, teşkilatlandırmak’ amacını taşıyordu. MHP’ye giden yolda gerekli hazırlık, TKD bünyesinde gerçekleştirildi. Türkeş Yeni Delhi’den döndükten sonra Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ni (CKMP) ele geçirerek siyasi parti haline almaya çalıştığı dönemde bir yandan da Komando Kampları oluşturulmaya başlandı. AP Hükümeti’nin 1970’te hazırlattığı MHP Raporu’nda SS kamplarına benzetilen kamplarda 03: 30 da kalkışla başlayan günlük program, namaz, siyasi eğitim ve karate, judo çalışmaları ile sürüyordu. Komando kamplarına katılanları Türkeş, “Bu komando tabiri ve komando denilen gençler, partimizin gençleridir. (...) Bu
‘Ülkücü’ adı altında örgütlenen faşistler, ilk şekillenmeye başladıkları günden itibaren devletin kolluk kuvvetleriyle birlikte işçilere, devrimcilere saldırmaya, cinayet işlemeye giriştiler. Bu saldırıların tarihsel dönüm noktalarından biri de, Beyazıt Meydanı’ndaki ‘Kanlı Pazar’dır. 16 Şubat 1969’da, ABD’nin 6. Filo’suna karşı eylem yapan gençlerin üzerine saldıran faşist güruh, iki kişiyi öldürdü, pek çoğunu yaraladı. Olay’ın ODTÜ’de ABD elçisi ‘Vietnam Kasabı’ Commer’in arabasının yakılmasından bir ay sonra gerçekleşmesi ayrıca enteresandı. Fotoğraa, Ali Turgut Aytaç bıçaklanırken görülüyor. Katili hiçbir zaman bulunamadı... milliyetçi gençler, (...) spor faaliyetlerinde geçmişi, 60’lı yılların ortalarında bulunmak, komünist fikir akımlarıyla örgütlenen Komünizmle Mücadele mücadele etmek gayesini güderek hareket Dernekleri’ne dayanıyordu. İlk etmektedirler” diyerek açıklıyordu. olarak 1956’da, İtalya’da Gladio’nun Ülkücü-faşistlerin ne tür sporlarla kurulmasından bir ay sonra kurulan ilgilendiklerini, devrimci gençler, Türkiye Komünizmle Mücadele Dolmabahçe’ye demirlemiş ABD 6. Dernekleri, 1963’te İzmir’de üçüncü kez filosunu protesto kuruldu. Derneğin etmek için alanlara Erzurum’daki çıktıklarında kuruluş öğrendi. Zincir, çalışmalarını ise, o sopa ve bıçaklarla yıllarda henüz dar devrimcilere saldıran bir çevrede etkili gerici güruh iki kişiyi olan Fethullah öldürüp onlarcasını Gülen yürüttü. yaralarken, elbette Kendi anılarında bu devlet güçlerinin dönemi Fethullah desteğini almışlardı. Gülen şöyle Türkeş, “Gerek anlatıyor: partimizin gençlik “Ve yine bu teşkilatı, gerek devreye ait bir milliyetçi gençler teşebbüs de daima devlet Erzurum’da kuvvetleriyle işbirliği Komünizmle etmişlerdir,” dememiş Alparslan Türkeş, önce üç yıl ABD’de, ardından Mücadele da Almanya’da ‘komünizme karşı mücadele’ miydi? Bu bir gönül Derneği’ni açma eğitimi aldı. ‘Başarılı’ bir öğrenciydi. bağı değil ‘eylem teşebbüsümüz kardeşliği’ydi. 70’li oldu. O güne kadar yıllarda Türkiye’nin yakından tanıyacağı sadece İzmir’de vardı. İkincisi de bizim Ülkü Ocakları’nın temeli böyle atılmıştı. gayretlerimizle Erzurum’da açılacaktı. (...) Bir arkadaşı İzmir’e gönderip tüzük Vay Fethullah vay! getirttik. Derneği kuracaktık. Ben bir 1969 yılında Türkeş’in ele geçirdiği vaazdan sonra anons ettim ve gençlerle CKMP, MHP adını aldı, amblem olarak Caferiye Camii’nin önünde toplandık. da üç hilal seçildi. MHP’nin gençlik Gayemiz komünizme karşı örgütlenmekti. örgütü de bozkurt amblemini kullanmaya (...) Erzurum’daki arkadaşlar benim bu başladı. MHP’nin üç hilalli amblemi kadar dernekle içli dışlı olmamı biraz aynı zamanda, ülkücü-faşistlerin Türkçü fazla buluyorlardı (...) O gün için benim gelenekten uzaklaşmasını ve Türk-İslamcı teşebbüslerim yargılanıp tenkit konusu bir ideolojik hatta geçmesini temsil yapılıyor.” ediyordu. Temelleri 60’larda atılan ülkücü-faşist İslamcılarla kurulan bu sıcaklığın örgütlenme, 70’lerle birlikte halka karşı
şiddet uygulayan en önemli paramiliter güç haline geldi. Sokaklarda devlet desteğinde gezerek, devrimcilere, grevci işçilere, gecekondu halkına kurşun sıkan ülkücü-faşistler, siyasi cinayetlere de imza attı. Bu dönemde Abdi İpekçi, Bedrettin Cömert, Bedri Karafakioğlu, Doğan Öz, Cevat Yurdakul, Kemal Türkler silahlı saldırılarda öldürüldü.
Bahçeli, silah kuryesi
O zaman ‘ülkücü’ bir öğretim görevlisi olan Devlet Bahçeli, arabasıyla silah taşıyan gençlerin yakalanmasıyla ilgili soruşturmada, “Araba benim, silahlardan haberim yok” diyerek serbest kaldı. Kahramanmaraş, Çorum ve Sivas’ta Alevilere yönelik kırım hareketlerinde ülkücü-faşistler en önde yer aldı. Daha sonra BBP Genel Sekreterliği de yapacak Ökkeş Kenger (soyadını Şendiller olarak değiştirdi) 19 Aralık 1978’de islamcı bir filmin gösterildiği sinema salonunu bombalayıp Kahramanmaraş katliamının işaret fişeğini yakarak tarihe geçti. 12 Eylül’den sonra işadamları, siyasetçiler haline getirilen ülkücüler 70’lerde işte böyle önemli görevlerin altından kalkmış idiler.
Özal’ı kim cilaladı?
Turgut Özal’ı siyaset sahnesine ilk çıkarma şerefi de MHP’ye aittir. Türkeş’in onayıyla 79 ara seçimlerinde İstanbul senatörlüğüne aday yapılması düşünülen dönemin MESS başkanı Turgut Özal, MHP’nin Kütahya senatörü Osman Albayrak’ın İstanbul’dan aday olma ısrarı nedeniyle aday gösterilemese de, ülkücülerle olan siyasi yakınlığını 12 Eylül sonrasında ANAP bünyesine aldığı MHP’li kadrolarla sürdü...
13
İdi Amin lakaplı faşist katil Haluk Kırcı’nın nikah şahidi Mehmet Ağar’dı.
‘Boğalım abi!..’ 8 ‘Alevi öldüren cennete gider!’: 111 kişilik katliam! H
er şey planlı ve organizeydi. Katliamın 15 gün öncesinde EDEM’de (yağ fabrikası) bir toplantı yapıldı. Toplantıya, EDEM ortağı Faruk Arıkan, fabrikatör ve Hacı Çiftliği’nin sahibi Muammer Pakdil, kardeşi Cahit Pakdil, Faruk Arıkan’ın ağabeyi Hacı Osman Arıkan, Pişkinler İplik Fabrikası sahibi Abdurrahman Pişkin, Çırçır ve Prese Fabrikatörü Sıddık Akdişli, Tanrıverdi Çırçır Fabrikası sahiplerinden Zekeriya Kirişçi, Yağlıca kardeşler Kooperatif şirketi sahipleri Kasım ve Ali Yağlıca, Fabrikatör Tarık Sarıkatipoğlu, Çırçır Fabrikatörü Mehmet Vakkasoğlu, AP İl Başkanı ve Kadıoğlu Çiftlikleri sahibi Faruk Kadıoğlu, Belediye Başkanı Ahmet Uncu, MİSK Bölge Temsilcisi (Başkanı) Cemil Tozkoparan katıldılar. Toplantının açış konuşmasını yapan Hasan Balcı, “Bugüne kadar bizleri koruyabilmeleri için ülküdaşlarımıza her ay 250 bin lira para veriyorum. Sizler ise bugüne kadar bir kuruş yardım yapmadınız. Hükümete haddini bildirmek ve Alevi komünistleri yok etmek istiyorsak mutlaka birleşip bütün gücümüzü ortaya koymalıyız. Elbirliği yapalım, Maraş’ı komünistlerden, POL-DER’cilerden, TÖB-DER’cilerden temizleyelim” diyordu. TÖB-DER üyesi iki öğretmenin öldürülmesiyle atılan ilk adımı daha büyükleri izledi. 19-26 Aralık 1978 tarihleri arasında “Bugün cihat günüdür, Alevileri öldüren cennete gider”, “Komünistleri bırakmayın” sloganları eşliğinde 111 insan
Kahramanmaraş’ta öldürüldü. Ölenler Alevi ve solcuydular. Maraş’ın Alevi mahalleleri günlerce yağmalandı, talan edildi, yakılıp yıkıldı. Maraş’ta bir mezhep çatışması yaşanmadı. Olanlar düpedüz faşist çevrelerce gerçekleştirilmiş bir Alevi ve solcu katliamıdır. Ecevit’in ölümüyle ortaya çıkan yeni bir belge ise devletin olaylardaki rolünün sadece göz yummak olmadığını, katliamın alt yapısının ve planlanmasının devlet eliyle gerçekleştiğini gözler önüne serdi. Katliamda MİT’in rolü üzerine yine MİT tarafından hazırlanan raporda, Maraş olayları tertipçilerinin adları veriliyor; soyadları saklı tutulmuş.
ABD Büyükelçisi geldi!
Şimdiye kadar Maraş, Çorum, Sivas katliamlarını MİT’in organize ettiğine dair pek çok görüş bildirilmişti. İddiaların şimdi MİT belgeleriyle kanıtlanıyor olması, söz konusu Ecevit arşivinden çıkan raporu önemli kılıyor. Dönemin AP İl Başkanı Çetin’in ifadesine göre olaylardan kısa bir süre önce ABD Büyükelçiliği İkinci Katibi Alexander Pack, Maraş’a gelerek ilde bir AleviSünni çatışmasının çıkması olasılığı üzerine sorular sormuştu. Çok kısa bir süre sonra kontrgerilla tarafından tetiğe basılmıştı. Benzer bir senaryo 1980’de Çorum’da yaşandı. Sahnede gene Pack vardı. Tercümanlarıyla birlikte ziyaret ettiği yerlerde nedense birdenbire ‘mezhep çatışması’ yaşanıyordu. Yani
olayın arkasında Türk devletinden fazlası, büyük birader vardı. Olaylar sonrasında kentte Alevi nüfusu yüzde 80 azaldı. Kaç katilin yaptığı hizmetler sonucu cennete gittiği ise bilinmiyor. Zira katliamın sorumlularının çoğu bugün hayatta. Örneğin şimdiki İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu olayların başlamasından çok kısa bir süre öncesine kadar Kahramanmaraş Emniyet Müdürü’ydü. Dava boyunca ifadesi bile alınmayan Aksu’dan bugün Hrant Dink cinayetini aydınlatması bekleniyor. O zamanki adı Ökkeş Kenger olan Ökkeş Şendiller şimdi BBP MKYK üyesi. Bugünlerde Dink cinayetiyle ilgili çeşitli beyanatlar veriyor. Kendisine şans verilirse eylemlerine daha sorumlu görevlerde devam etmek için can atıyor. Bahçelievler katliamının 2 numaralı faili Haluk Kırcı da olaylardan hemen önce Maraş’a intikal etmişti. Kırcı’ya 7 TİP’li gencin öldürmesiyle ilgili görüşü sorulduğunda çok üzgün olduğunu ve o gece olanlardan ötürü gurur duymadığını söylemişti. Aradan geçen yıllar Kırcı’nın yufka yüreğini görmemizi sağladı da Ökkeş’i unuttu mu? Ökkeş Şendiler, “Kahramanmaraş Olayları 19-24 Aralık 1978 tarihleri arasında tam 29 yıl önce meydana gelmiş yakın tarihimizin en acı hadiselerindendir,” diyor Maraş katliamı için. Bu ne hassasiyet! Ogün Samast’ın 20 yıl sonra faşist bir partinin kurmayı olarak Hrant Dink cinayetinden duyduğu pişmanlığı ağlamaklı bir suratla ifade etmeyeceğini kim iddia edebilir?
Ekim 1978. Ankara, Bahçelievler 15. sokak 56/2. Haluk Kırcı anlatıyor… “Kapı açılır açılmaz içeri girdik. Hepsini yere yatırdık. Ne yapacağımız konusunda talimat almak için Abdullah’a (Çatlı) birini gönderdik. Abdullah eter ve pamuk vermiş. ‘Hepsini tek tek bayıltıp öldürelim’ demiş. Dışarı çıkıp arabada bekleyen Abdullah’la konuştum. ‘Evde öldürmek zor olacak. İkişer ikişer götürüp öldürelim’ dedim. ‘Olur’ dedi. İki kişiyi Büyük Reis’in arabasına bindirip Eskişehir yoluna götürdük. Müsait bir yer bulup ikisini de yere yatırıp kafalarına ateş ettik. Geri döndük. Böyle zor olacağını anlayınca Abdullah ‘Tek tek boğalım bunları’ dedi. Bir tanesini zorla boğdum. Diğer dördünü bu şekilde öldürmek zor olacaktı. Arkadaşları gönderdim. Sonra da sedirin üzerinde bulunan dört kişiye yakın mesafeden ateş ederek mermilerin hepsini boşalttım. Silahı götürüp Abdullah’a verdim.” Sözü edilen silahın ne ilk ne de son eylemi oldu Bahçelievler katliamı. Silahın kabzasında parmak izi bulunanlardan bazıları birkaç yıl yatıp çıktı, bazıları milletvekili, bakan oldu. Bu önceden bilinen ve kabul edilmiş iş bölümünün bir parçasıydı. Ama kabza altından görünen üç hilal hiç değişmedi. MHP ve Ülkü Ocakları geleneği yakın tarihte bu gibi sayısız olayın altına o tasmalı gururunu boynundan çıkarmadan imzasını attı. Emperyalist müdahalenin köpekliğini yaptı. MHP radikal sağdan merkeze kaymış… Ülkü Ocakları sokağa çıkmıyormuş… Beyaz çorap giymeyi bırakmışlar… Haluk Kırcı artık yaptıklarından gurur duymuyormuş… Esas olan katliamdan iki yıl sonra, 12 Eylül döneminde Alparslan Türkeş’in avukatının söyledikleridir: “Müvekkilimin fikri bugün iktidarda!”
14
Pim çek! Bomba at! Öğrenciler bir süredir faşist saldırılar nedeniyle okula topluca girip çıkıyordu. 16 Mart’ta her zaman kullandıkları Süleymaniye çıkışına yöneldiler fakat polis bu sefer oradan çıkmalarına izin vermedi, onları meydana açılan kapıya yönlendirdi... Yedisi öldü...
B
CANAN ÖZCAN
ir devlet düşünün…Düşünün ki bu devlet yıllardır oluşan her türlü muhalefeti bastırmak için kendi çetelerini kuruyor, işçinin, emekçinin, öğrencinin hak arayışını bastırmak için kurduğu faşist çetelerle ülkeyi kana bulamaktan hiç imtina etmiyor ve bütün bu yaptıklarını ‘kardeş kavgasını durdurduk’ gibi safsatalarla ebediyen herkese unutturmaya çalışıyor...Üstüne üstlük bütün bunların bir kahramanlık senaryosu haline getirilip dizi formatında gözümüze sokulması, baktığımız her yerde küçük birer çete üyesi kılıklı çocuk görüyor olmamız ‘devletin’ bu faaliyetlerinin meşrulaştırılması yolundaki pişkinliği de bir kez daha gözler önüne seriyor. Şimdi bütün bu söylediklerimi unutabiliriz, ne de olsa, ‘bunların hepsi birer hayal ürünü olup gerçek kişi ve olaylarla hiçbir ilgisi yoktur!..’ O zaman bir de gerçek kişi ve olaylarla ilişkisi olanları bir hatırlayalım derim, mesela tam da 29. yıldönümünde 7 öğrencinin adice ve acımasızca katledildiği, katillerin bırakın cezalandırılmayı terfilerle ödüllendirildiği 16 Mart 1978 katliamını bir kez daha hatırlayalım… Aslında bu katliamı, 12 Eylül’e giden yolda 1 Mayıs 1977 katliamından sonraki ikinci ‘derin’ vaka olarak da algılayabiliriz. İktidar sahibi güçlerin, yükselen toplumsal muhalefete yönelik kanlı eylemleri 39 işçinin öldürüldüğü ve onlarcasının yaralandığı 1 Mayıs katliamı ile başlamış ve bu tarihten sonra da solcu guruplara yönelik saldırılar artarak devam etmiştir. İstanbul Üniversitesi öğrencileri de bir süredir faşist saldırılar nedeniyle okula topluca girip çıkmaya başlamışlardı ve 16 Mart günü de okuldan çıkmak için her zaman kullandıkları Süleymaniye çıkışına yöneldiler fakat polis bu sefer oradan çıkmalarına izin vermedi ve onları meydana açılan kapıya yönlendirdi. Burada öğrencilerin ‘ Beyazıt Meydanı komünistlere mezar olacak’ sloganlarıyla karşılandığını, üzerlerine ateş açıldığını ve bomba atıldığını söylediğimizde
bunun tesadüfi bir yönlendirme olduğunu düşünmek pek de akla yatacak bir şey gibi gözükmüyor herhalde! Bu saldırıda Hukuk ve İktisat Fakülteleri’nde okuyan ve hiçbir günahı olmayan 7 öğrenci hayatını kaybederken 50’den fazlası da yaralandı. Olayın derinliğini ise ancak olayla ilgili olarak adı geçenlere baktığımızda kavrayabiliyoruz. Mesela üniversite polis noktası amiri bugünlerde pek de yabancı olmadığımız bir isim olarak karşımıza çıkıyor: Reşat Altay! Evet, hani şu Hrant Dink suikastıyla ilgili olarak merkeze alınan Trabzon Emniyet Müdürü’nün ta kendisi. O yıllarda kendisinin önce Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü yardımcılığına sonra Niğde Emniyet Müdürlüğü’ne atandığına bakarsak kariyer basamaklarını kanlı elleriyle nasıl da üçer beşer aştığını görmemiz pek zor olmayacaktır. Bunun ağır bir suçlama olduğunu düşünüyorsanız bir de şuna bakın: Bombayı atan katillerin arkasından koşan polis memurlarına ‘Durun, koşmayın!.. Geri dönün!’ emrini veren ve öğrencileri meydana açılan kapıya yönlendiren polis timinin başında olan kişidir bu şahıs! Olayla ilgili bir başka çok
16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin üzerine bomba atıldığında, katillerin peşinden giden polisleri, ‘amir’ Reşat Altay durdurmuştu. Yıllar geçti, Altay büyüdü, Trabzon’a Emniyet Müdürü yapıldı... İyi mi?..
önemli nokta da dönemin Toplum Polisi Veli Murat Nebioğlu’nun katliamdan 9 gün önce İstanbul’un tüm emniyet birimlerine katliamın olacağına dair resmi bir yazı yolladığı halde katliamın engellenmesi yolunda değil ‘desteklenmesi’ yolunda bir takım önlemler alındığını görüyor olmamızdır ki, burada da Hrant Dink suikastının polis tarafından bilindiği fakat ihbarın ciddiye alınmadığı duyumlarını hatırladığımızda acı bir benzerlikle daha karşılaşıyoruz.
Yıldızlar geçidi
Katliamda adı geçen ünlü ‘kahramanlarımız’ bu kadarla da bitmiyor tabii ki: Tanıkların ifadesi doğrultusunda dönemin Ülkü Ocakları Derneği ( ÜOD) İstanbul Şube Başkanı Orhan Çakıroğlu, ÜOD yöneticilerinden hiç de yabancı olmadığımız bir isim olan Mehmet Gül, MHP Gençlik kollarından Kazım Ayaydın ve yine ÜOD’li Sıddık Polat ve Ahmet Hamdi Paksoy katliamı planlayıp uygulamak suçundan sıkıyönetim mahkemesinde yargılanmış fakat deliller yetersiz olduğu gerekçesiyle serbest bırakılmışlardı. Katliamı gerçekleştirenlerden biri olan fakat daha sonra ‘konuşmasından’ korktukları için faşistlerce öldürülen Zülküf İsot’un ablasının verdiği ifade ise karşımıza bir diğer ‘ünlü’ ismi, yani Alparslan Türkeş’i çıkaracaktır! Bu ifadeyle birlikte 1995’te dava bir kez daha açılır fakat en önemli sanıklardan biri olarak ifadede adı geçen polis memuru Mustafa Doğan hiç bir zaman bulunamaz… İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden konuyla ilgili olarak Mustafa Doğan’ın istifa ettiğine ve bulunamadığına dair bir açıklama gelir ki, altındaki imza yine tanıdık bir isme aittir: Reşat Altay! Bu kadar da olmaz diyorsanız bir de 1997 yılında Mustafa Doğan hakkında arama emrinin dahi bulunmadığı gerçeğinin ortaya çıkmasıyla sarsılın derim! Aa bir de Türkeş vardı o ne oldu mu diyorsunuz? Ne olacak canım Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nden istenilen MHP Ana Davası’nın gerekçeli kararında, başta Alparslan Türkeş olmak üzere bazı MHP yöneticilerinin isimlerinin yer aldığı
sayfaların eksik olarak gönderildiği ortaya çıktı o kadar! Siz bu işte hala bir çete parmağı mı arıyorsunuz? O zaman 1997’deki davada tanık olarak dinlenen emekli Astsubay Oğuz Serinçlioğlu’nun ifadesinde, katliamda kullanılan bombaları temin ettiği ortaya çıkan Abdullah Çatlı’ya bombaların yapımında kullanılan TNT kalıplarının ordu tarafından verildiğini söylediğini hatırlayalım. Peki Susurluk davasıyla ilgili olarak yapılan araştırmalarda da Abdullah Çatlı ile beş kez telefon görüşmesi yaptığı belirlenen kişi kimdi dersiniz: Evet, yine Reşat Altay!
Bünyeniz sağlam mı?
Sanırım ‘sağlam’ bir bünyeye sahip değilseniz size de fenalıklar gelmiştir ama maalesef bütün bunların birer hayal mahsulü olduğunu söyleyemeyeceğim. Ne 1980 darbesi ne de bugün halen devam eden suikastlar bir gecede olmadı kuşkusuz ve 16 Mart katliamı da 12 Eylül 1980 darbesine giden yoldaki kanlı olaylardan (planlardan) biridir. Failleri ise ödüllerine çoktan kavuşmuşlardır ve ödüllendirilmeye de devam edeceklerdir. Mesela iki sene sonra Reşat Altay’ı daha üst bir kademede eylemlerine, pardon görevine devam eder halde bulmanız gayet mümkündür. Bugün gençler en çok 12 Eylül’ün getirdiği apolitikleşmeden nasiplerini almakla suçlanırlar (ya da bu nedenle kendilerine acınır) fakat şu da unutulmamalıdır ki bizler ‘derin’ devlet tanımının içinden kendisi dahi çıkamayan bir başbakana sahip ve bu derinliği herkesten daha çok bilen Mehmet Ağar gibilerinin ortalarda dolandığı bir ülkede yaşıyoruz ve bu olaylar açığa kavuşturulmadan, suçlular cezalandırılmadan, insanların üzerlerindeki ‘güvercin tedirginliği’ni atmaları çok zor görünüyor. Bize de 16 Mart katliamında öldürülen Cemil Sönmez, Baki Ekiz, Hatice Özen, Abdullah Şimşek, Murat Kurt, Hamdi Akıl ve Turan Öner’i anmak, her yıl Eczacılık Fakültesi’ne karanfiller bırakan arkadaşlarıyla birlikte adaletin tecelli edeceği günü beklemek düşüyor…
15
Patronlardan faşistlere arpa! Siz bakmayın, TÜSİAD’ın ‘demokratikleşme’ paketlerine. Zamanında patronların ağa babalarından Sakıp Sabancı, grev çadırlarını basan, işçi direnişlerini kurşunlayan MHP’ye paket paket paraları bizzat taşıyordu. Patronlarla faşistlerin göbeği birlikte kesilmişti...
T
Devlet Bahçeli güncelleştirilmiş demokrasi raporuna sert tepki gösterdi. Ancak Bahçeli’nin, TÜSİAD’ı, ‘PKK’nin siyasi gündemini sahiplenmekle’ suçlaması faşist hareket ile TÜSİAD dostluğunun bittiği anlamına gelmiyor.
LEVENT ERİŞ
ÜSİAD 10 yıl önce yayımladığı Türkiye’de demokratikleşme perspektifleri raporunu güncelledi. Raporda ana hatlarıyla; 1982 Anayasası’nın antidemokratik bir anayasa olduğu, yerine yeni bir anayasa yapılması gerektiği ve en önemlisi Türkçe dışındaki dillerin (Kürtçe) okullarda seçimlik ders olarak okutulabilmesi önerildi. TÜSİAD’ın yeni görevi bırakan Başkanı Ömer Sabancı raporun yayınlanmasına şunları gerekçe gösterdi: “Türkiye’de serbest piyasa ekonomisinin kalıcılığını sağlamak için, toplumsal uzlaşma kanalları açık, geniş katılımlı, çoğulcu demokratik bir siyasal yapının zorunlu olması. Ekonomik ve siyasi demokrasinin kurumlaşmasının, ancak ülkenin aydınlık geleceği için demokrasinin tek çıkar yol olduğunu düşünenlerin kesintisiz çabalarıyla mümkün olması. İnsanların sistemin kurumlarına veya bütününe olan güvenini kaybetmemesi için, sistemin kendini eleştirebilmesi ve kendi çözümünü üretebilmesi gereği.”
Gel darbe, gel...
82 Anayasası’nın hazırlanmasını sağlayan 12 Eylül askeri darbesini seneler önceden çağırmaya başlayan ve darbe ortamının oluşması için elinden geleni yapan TÜSİAD ne oldu da kendi imzasını taşıyan bu anayasanın değiştirilmesi için harekete geçti? TÜSİAD’ın 90’lı yılların ortalarından itibaren yayımladığı raporlarla tanık olduğumuz ‘demokratikleşme’ çabası neye yorulmalı? Sabancı tarafından sıralanan üç gerekçeden ilkinde, “Türkiye’de serbest piyasa ekonomisinin kalıcılığını sağlamak için” sözleriyle başlayan cümle TÜSİAD’ın demokrasi açlığının sebebini açıklıyor. Patronlar 70’li yılların ortalarından itibaren hem dünya kapitalizminin derin krizinin Türkiye’deki yansıması hem de yükselen sınıf mücadelesi ile bunalıyordu. Burjuva siyasi tablo ise darmadağındı. Parlamento cumhurbaşkanlığı seçiminde kriz yaşıyor, hükümetler patronların ‘istikrar’ taleplerini karşılayamıyordu. 78-79-80 yıllarındaki grevler ve greve çıkan işçi sayısı ülkedeki sınıf mücadelesi tarihinin rekorlarını kırarken burjuvazinin kâr hadleri hızla düşüyordu. Kriz 12 Eylül darbesi ile aşıldı. Grevlerin yasaklanması, sendikaların kapatılması, devrimcilerin tutuklanmasının peşi sıra 82 yılında yürürlüğe giren yeni anayasa TÜSİAD’a aradığı ‘istikrar ortamı’nı sunmuştu. NTV’de yayınlanan ‘Sanayi: Bir Uygarlık Tarihi’ belgeselinde Rahmi Koç 12 Eylül’ü şöyle anlatıyor: “Müdahale olmasaydı biz batmıştık. Asker müdahaleyi cuma günü gerçekleştirdi, ertesi
Bond çantadaki paralar
Müteveffalar bir ara ‘mozaik-mermer’ diye bir tatsızlık yaşamıştı ama ikisi de işçi hareketine düşmanlık konusunda tamamen ‘duygusal’dı.
gün tatil olmasına rağmen grevdeki işçilerin çoğunluğu işbaşı yaptı.” Dönemin TİSK Başkanı Halit Narin ise, “Yirmi yıldır biz ağladık, onlar güldü. Biraz da onlar ağlasın” diyordu. Kenan Evren’e ‘tavsiye’ niteliğinde mektuplar yazan Vehbi Koç 82 Anayasası aleyhinde tek bir kelam etmiyordu. Bundan sonra 24 Ocak kararları rahatça uygulanabilir, kâr hadlerini uzunca bir süre yüksek tutacak ortam sağlanabilirdi. Yeni bir ekonomik genişleme dönemine girilmişti, TÜSİAD’çılar holdinglerine yeni şirketler ekleyebilirlerdi artık…
Kart-kurt’tan Kürt
“… Bu karın üstünde yürüyünce , ayağın bastığı yer içeriye çöker, “Kırt-Kürt” diye ses çıkarırdı. Doğulu Türkmenlere, Kürt denmesinin nedeni buydu. Bölücülerin Kürt dedikleri, yüksek yaylalarda, karlık bölgelerde yaşayan Türklerin karda yürürken ayaklarından çıkan sesin adıydı aslında.” 12 Eylül sonrası Genelkurmay tarafından hazırlanan Beyaz Kitap’a göre Kürtler böyle türemişti. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana inkar edilen Kürt halkı artık tamamen yok sayılıyor, buna karşı çıkanın icabına Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde bakılıyordu. 12 Eylül cuntası tarafından 2932 sayılı yasa ile düzenlenen Kürtçe konuşma yasağı ile insanların anadillerini konuşmaları da engelleniyordu. Kürtçe konuştuğu ihbar edilen, kendini bir anda karakolda buluyordu. Bugün Kürtçe’nin seçmeli ders olarak okutulabilmesini öneren TÜSİAD, o günlerde Beyaz Kitap yayıncılarına, Kürtçe konuşmayı yasaklayanlara gıkını çıkarmamıştı.
‘Kırt-Kürt’lerden ‘Kürt realitesini tanıyoruz’lara, seçmeli ders önerilerine kadar geldik. Ama hem ‘AB ve IMF çıpalı’ patronların hem Mehmet Ağar gibi kontrgerillacıların ve asker-sivil bürokrasi içindeki güvercin kılığına bürünmüş şahinlerin eski günlere dönmeyeceğini kim garanti edebilir? Bunlara güvenerek elde edilen demokratik, kültürel haklar kalıcı olur mu? Kürt sorununa demokratik çözüm bunlarla gerçekleşir mi ? Öte yandan TÜSİAD; IMF, Dünya Bankası, AB, ABD aracılığı ile göbekten bağlı olduğu uluslararası kapitalist sistemle daha fazla bütünleşebilmek derdinde. Sermaye sınıfının körelmek bilmez kâr güdüsü bunu gerektiriyor. 82 Anayasası onlar için eskidi artık. Kâr hadlerinin yükselmesini engelleyen, kriz ortamları yaratacak, yabancı sermayeyi huzursuz edecek yasalar çöpe gitmeli, ‘serbest piyasa ekonomisinin kalıcılığı’ sağlanmalı. ‘AB ile bütünleşebilmek’ bunu gerektiriyor. Ama bunu gerçekleştirecek kudret ne TÜSİAD’da, ne de anayasayı değiştirme gücüne sahip yeşil-liberal AKP hükümetinde var. Devletin kurucusu ve Türk burjuvazisinin mimarı asker ve sivil bürokratlar ve TÜSİAD’ın eski dostu faşist parti bunun önüne dikiliyor. MHP refleksini verdi bile. TÜSİAD da her zamanki sinik tavrı ile siyaset adamının vakur olması gereğinden bahsederek ortaya attığı raporun arkasında ne kadar duracağını gösterdi.
İki tarafın işbirliği, işçi hareketinin yükseldiği (ne tesadüf) 60’lı yılların sonlarında ve 70’li yıllarda yoğunlaşıyordu. Komando kamplarında eğitilmiş, silahlandırılmış faşistlerin hedefi; grev çadırları, işçilerin devam ettiği kahvehane ve sendika binaları, üniversitelerdeki devrimci öğrenciler oluyordu. Hatta sınıf hareketinin düşük seyrettiği bugünlerde bile grevci işçilerin, patronların ülkü ocaklarından davet ettiği eli satırlı faşistlerin saldırılarına maruz kaldığını biliyoruz. Elbette bedeli karşılığında! Bu eskiden de böyleydi. Alparslan Türkeş’in özel doktoru Selim Kaptanoğlu’nun ifadeleri ile 12 Eylül öncesinde Sakıp Sabancı’nın, Turgut Özal vasıtasıyla Türkeş’in evine misafir olarak geldiğini ve bir bond çanta içindeki yüklüce parayı ‘milliyetçi hareket’e yardım olarak teslim ettiğini, daha pek çok patronun MHP’ye bağışta bulunduğunu öğrenmiştik. Yakında işçi hareketi yeniden yükseldiğinde, TÜSİAD’çıların fabrikalarının önüne grev çadırları kurulup, sokaklar işçilerle dolup taştığında; TÜSİAD-MHP aşkı muhakkak depreşecektir. Geçmiş ve bugün, ne mevcut demokratik hakların korunması ve yenilerinin elde edilmesinin ne de Kürt halkının özgürlük taleplerinin gerçekleştirilmesinin TÜSİAD ve dostlarından beklenemeyeceğini gösteriyor. Yaşadığımız çağda demokrasi ancak işçi sınıfının mücadelesi ile korunabilir ve geliştirilebilir. En küçük demokratik hakkı barındıran burjuva demokrasisini korumak bile işçi sınıfı ve devrimcilerinin görevi haline gelmiştir. Burjuvalar işlerine gelmedikçe bu adımları atmazlar. Attıkları adımlar sahte, zevahiri kurtarabilmek için. Zira Hrant Dink gibi iyi niyetli bir aydının katledilmesinin şartlarını hazırlayan 301. maddenin ve fikir özgürlüğünü engelleyen diğer maddelerin kaldırılması düşünülmüyor bile. 301. maddedeki Arapça sözcükler kaldırılıp yerine Türkçeleri koyulacak, madde değiştirilmiş gibi yapılarak göz boyanacak. Türkiye’de kapitalizme ve onun can dostu faşizme karşı mücadelede başarı; işçi sınıfının devrimci bir program etrafında birleştirilmesi, ırkçılık ve faşizmin yükseldiği bu dönemde işçilerle Kürt halkı arasındaki milliyetçi önyargıların kırılması ile kazanılabilir. Yürünmesi gereken yol çok uzun ve meşakkatli…
Memleketten faş
Türk milliyetçiliği, ne tarafından bakarsanız ona göre renk veren bir prizma gibidir. Tam toprak ve vatandaşlık temelinde araştırmaya başlar; bazen bütün dünya zaten Türktür, bazen de ‘Dünya Türk olsun’ der; yani her yol vardır. Mesela bu ‘T
E
vet şimdi de ‘pozitifini’ ve negatifini’ tartışmaya başladık. Artık herkes milliyetçi; ama olacaksak iyisinden olalım bari! Tabii meşrebimize göre. Bakalım nereye varacak bu işin sonu. Bana sorarsanız Türk milliyetçiliği, ne tarafından bakarsanız ona göre renk veren bir prizma gibidir. Tam toprak ve vatandaşlık temelinde bir ‘Türklük’ten söz ederken, kafası atar ve herkesin kafatasını ölçmeye ve kan grubunu araştırmaya başlar; bazen bütün dünya zaten Türktür, bazen de ‘Dünya Türk olsun’ der; yani her yol vardır. Burada indirgemecilik yaptığım sanılmasın. O milliyetçilik, toplumun geleceğe daha umutla baktığı zamanlarda gördüğümüz türden demokrat ve hatta devrimci bir ‘yurtseverlik’ten veya ‘ezilen ulus milliyetçiliği’nden farklı bir şey. (Gerçi onları da fazla zorlamaya gelmez, farklı şartlarda öbürküne dönüşebilirler.) Bugün söz konusu olan putlaştırılmış ‘vatan’ ve ‘millet’ kavramlarına tapınan, ürkütülmüş ve kışkırtılmış, aktif ve saldırgan bir ‘vatanseverlik.’ Bunun, insanların çoğunda neredeyse doğal olarak bulunan, ancak sorulduğunda ifade edilen, ülkesine ve halkına duyulan, kendiliğinden sevgiyle de bir ilişkisi yok. Ortada, örneğin emperyalist bir işgalin yol açtığı gerçek bir ‘vatan savunması’, ‘emperyalizme karşı’ mücadele veya bir ulusal kurtuluş mücadelesi de olmadığı için bu ‘vatanseverlik’, kimi devlet organlarının, faşist örgütlenmelerin ve hatta ‘ülkücü mafya’ babalarının saptadığı hayali veya gerçek hedeflere, ‘iç ve dış düşmanlara’ yöneliyor. Bu milliyetçiliğin tabanını, derin bir sosyal krizin sonucu olarak itibar ve refahını kaybeden, proleterleşme korkusuyla bunalmış
T
abii faşizm mevzuu kendiliğinden ortaya çıkan bir şey değil. Yani her sosyal ve ekonomik kriz, her umutsuz küçük burjuvayı veya kafası atan her lümpeni otomatikman bir ırkçıya, faşiste çevirmez. Hatta kriz ve yıkımlar toplumlara başka imkânlar da sunabilir. Örneğin kitleler bazı durumlarda sola kayarak işçi sınıfını izleyebilir. Ancak işçi sınıfının ve önderliklerinin orta sınıfları da peşine takabilecek veya onları kısmen tarafsızlaştırabilecek siyasi güç, enerji ve kararlılığı gösterememesi halinde durum tersine döner. Önce sola yönelen ama umduğunu bulamayan orta sınıflar, giderek toplumdaki bütün iktisadi ve sosyal kargaşanın ve güvensizlik ortamının, yani her türlü musibetin sorumlusu olarak işçi sınıfı ve emekçileri, ‘milli bünyeyi bir mikrop gibi kemiren’ azınlıkları görmeye başlar. Pahalılık, enflasyon, her türlü kötülük ve ahlaksızlık onların açgözlülüğünden ve kötülüğünden kaynaklanmaktadır! Bu hayal kırıklığının ve ardından gelen düzen, istikrar, güvenlik, otorite arayışının da etkisiyle, bazı şartlarda, devreye giren
(hatta böyle bir şansı dahi olmayan), feleğini şaşırmış kentsel ve kırsal orta sınıflar; işini kaybetmiş veya her an kaybedebilecek ve gelecek korkusuna düşmüş eğitimli insanlar; kadri kıymeti bilinmemiş. Ancak ‘vizyon sahibi’ emekli subay ve astsubaylar; toplumun bir köşeye atıp orada unuttuğu savaş gazileri; yıkımın eşiğindeki küçük esnaf; girdi masraflarını ve kredi borçlarını ödeyemeyen çiçiler; gelecek umudunu erkenden yitirmiş, işsiz güçsüz ve ‘kafası bozuk’ gençler; işini ve iş bulma umudunu kaybeden, sınıfının dışına düşmüş işçiler; her an kapının önüne konulabilecek, vasıfsız ve örgütsüz emekçiler… ve tabii elinden vurdu kırdıdan başka bir şey gelmediği için mafyalaşmaktan başka bir yol bulamayan, toplumun cürufu lümpen proletarya… Yani bir yandan bu durumun müsebbibi zenginlere ve o zenginlerin egemen olduğu düzene küfrederken, o zenginlere ve onları temsil eden düzene değil de örgütlü emekçilere, devrimcilere, demokratlara, azınlıklara düşman, korkudan çıldırtılmış kitleler… Ve tabii derin bir kişisel ve milli mağduriyet duygusu, iç ve dış düşmanlar, uluslararası komplolar, ülkeyi bölme ve parçalama planları… Kürtler, Yahudiler, Sabetayistler ve teröristler… Kısaca neredeyse geçmişin Almanya ve İtalya’sındaki faşizm öncesi manzaralar…
İncir yaprağını kaybetmek
Giderek bir ‘korku toplumu’na dönüşen Türkiye’de geniş kitleleri sarmaya başlayan faşizan ruh halinin ardındaki önemli nedenlerden biri, burjuva devletinin sistematik kışkırtma ve korkutma faaliyetidir.
Bugün ağırlıklı olarak Kürt meselesi etrafında yaşanan çatışmalar ve burjuva güçleri arasında süren karmaşık mücadelede (AB, yeşil sermaye-laik sermaye, Kıbrıs, Ermeni meselesi vs.), yasal ve yasadışı şiddetin yanı sıra ‘psikolojik harekât’ın da önemli bir yeri var. Özellikle burjuva devletinin bir kanadı, bu mücadeleyi ideolojik olarak ‘Türk milliyetçiliği’ temelinde sürdürüyor. Kışkırtma ve korkutma yöntemi kitlelerin denetlenmesinde epeyce etkili oluyor. Doğuştan sahip oldukları ‘Türklük’ ve ‘Müslümanlık’ gibi kimlikleri, kapitalist sömürü ve krizlerin çırılçıplak bıraktığı vücutlarını örtmek için, birer incir yaprağı gibi kullanan kitleler, bunları kaybedip iyice ortada kalma korkusuyla en akıl dışı yalanlara ve komplo teorilerine inanıyorlar. Kısaca ‘resmi’milliyetçilik temelinde yürütülen psikolojik harekât, sıradan milliyetçiliğin dilini giderek sıradan faşizmin dili haline getiriyor. Siz bakmayın ‘Bizde ırkçılık yoktur’ veya ‘Türk milliyetçiliği, toprak ve vatandaşlık temeline dayanır’ hikâyelerine. Bizim milliyetçiliğimiz, işler yolunda gittiği sürece, içki sofrasındaki ‘gönül adamı’ gibidir. (Biraz zorla da olsa) Herkesi sarıp sarmalar. Ancak işler ters gittiğinde veya içkiyi fazla kaçırdığında bela çıkarır; herkesin soyunu sopunu, dinini, anadilini, kültürünü araştırmaya, kafatasını ölçmeye başlar. Şirretleşir, nara atar, silah çeker, adam vurur; epeyce ‘faşizandır.’Bu resmi olanı, bir de milliyetçiliğin gayrı resmi gibi görünen ve bizim faşizm diye adlandırdığımız başka bir türü vardır. Ancak bu ikisi orada burada sık sık ‘uygunsuz vaziyette’ basıldıkları halde, her defasında ‘sadece arkadaşız’ diyerek durumu
Faşizme giriş... faşist örgütler, orta sınıfları ve onlardan etkilenen emekçileri ve tabii lümpenleri yalana, demagojiye, şiddete ve akıl dışı her şeye dayalı yeni bir ‘din’ etrafında yıkıcı bir güce dönüştürür. Çeşitli terör yöntemleriyle işçi sınıfını gerileten, işçi öncülerini yıldıran ve giderek her şeyi kapsamaya başlayan; zaten çeşitli biçimlerde yakın ilişkide olduğu devleti de tamamen etkisi altına alan faşist hareketin asıl finansmanını ve desteğini tekelci burjuvazi sağlar. Ancak büyük sermayenin iktidarı ite-uğursuza vermesi için epey korkmuş olması gerekir. Burjuvazinin yüreğini ağzına getiren, fakat sonuna kadar giderek iktidarı alacak iradeyi gösteremeyen, geri çekilen, ancak eski mevzilerini koruyan işçi sınıfı hareketini ve tüm kazanımlarını başka bir biçimde tasfiye etme imkânı yoksa, sermaye faşizmin iktidara yürüyüşünü destekler. Bazen de faşizmin yükselişi, işçi sınıfı mücadelesinin yükselişiyle aynı döneme rastlar. Bu durumda faşizmle daha dolaylı bağları tercih eden sermaye, ancak onun işçi hareketini terör yoluyla yıldırıp geriletmeye başlamasıyla daha açık bir destek verir.
Böylece belirli bir tarihsel durumda faşizmin iktidar yolu açılır. Bunun anlamı, büyük sermayenin iktisadi ve sosyal mülkiyetini koruyabilmek amacıyla bir zaman için siyasi mülkiyetinden vazgeçmesidir. Tabii ‘Hiçbir siyasi rejim, iktisadi iktidarı elinde bulunduran sınıfa karşı hükümet edemez’ prensibi faşizm için de geçerlidir; ancak faşizm, sermayeye yaptığı hizmeti kendine has yöntemlerle yürütür. Bu bakımdan faşizm diğer baskı rejimlerinden farklıdır. Yöntem olarak kitle terörünü kullanması ve toplumu örgütleme yeteneği nedeniyle diğer bürokratik baskı rejimlerinden daha etkilidir; sonunda kendi de aşağılık bir bürokratik rejime dönüşse bile. Burjuva düzeninin ezdiği, hatta o ‘Yahudi’ düzeninden nefret eden umutsuz kitleleri seferber ederek yine o düzenin hizmetine sokan faşizm, işçi sınıfının tüm kazanımlarını, sosyal, ekonomik ve politik mevzilerini, tüm ‘proleter demokrasisi çekirdeklerini’ ortadan kaldırır, hareketi ‘atomize’ eder… Bu nedenle faşizm bir delinin eseri değil, girdiği yapısal krizden çıkamayan burjuva egemenliğinin bir ifadesidir.
kurtarırlar. Halbuki epeyce ‘yüksek seviyeli!’ bir beraberlikleri vardır. (Eski MİT’çi Nuri Gündeş, faşist mafya babası Alaattin Çakıcı’ya öpücük gönderiyor ya!) Kötü gün dostudurlar. Bunun hem geçmişte, hem de günümüzde çok sayıda ‘kanlı canlı’ örneğini vermişlerdir.
Özel Harp ideolojisi
Günümüzün yaygın Türk milliyetçiliği, artık bir özel harp ve psikolojik harekât ideolojisidir. Bu nedenle faşist hareketle arasında her daim bir ‘yatay geçiş’ imkânı vardır. Zaten bu gayrı nizami harbin önemli bir ayağını da faşist çete ve örgütlenmeler oluşturur. Bu örgütlenmeler, kendilerine bağlı daha alt ve yerel örgütlenmeler aracılığıyla ‘sokak milliyetçiliği’ ile resmi milliyetçilik arasında, farklı dönemlerde farklı yoğunluklarda olmak üzere binlerce bağ kurulmasını sağlarlar. Ortalık bu tür irili ufaklı ve aralarında organik bağlar veya dirsek temasları olan faşist hücre ve çekirdeklerle doludur. Geçmişin ve geleceğin ‘paramiliterleri’ olan bu gruplar, bugün düzen içi tüm komplolarda her taşın altından çıkmakta ve daha çok etnik temelli bir iç savaşta rol almaya hazırlanmaktadırlar. Ancak bu grupları yarın işçi hareketinin ve devrimci hareketin yükseldiği bir dönemde daha enteresan rollerde görebiliriz. Mesela bu ‘Türk milliyetçileri’ rahatlıkla ‘Türk işçilerinin’ canına okuyabilirler. Bu durumda bugün kendilerine yüz vermeyen büyük burjuvazimiz, mülkiyeti tehlikeye girdiğinde bugünkü ‘demokratik’ görüntüsünden ve o şehirli kibarlığından sıyrılıp bu kaba saba adamlarla yakın temasa geçebilir. Eh ne de olsa ‘Mal canın yongasıdır!’ İşçi sınıfından söz etmişken belirtmeden geçmek olmaz. Memleketimizde faşizan milliyetçiliğin yükselişinde işçi hareketinin gerilemesinin büyük rolü olmuştur. İşçi sınıfı mücadelesinin 90’ların ortasına doğru sönümlenmeye başlamasıyla ırkçılığın ve şovenizmin aynı dönemde yaygınlık ve güç kazanması arasındaki ilişki tesadüfi değildir.
İsviçre çakısı!
Faşizmden söz ediyorsak ucundan kıyısından da olsa faşizme karşı mücadeleden de söz edilmeli. Faşizme karşı korunmanın ve onun yükselişine karşı koymanın birinci şartı örgütlü ve mücadeleci bir işçi sınıfıdır. Faşist saldırganlığı ancak, ona anladığı dilden cevap verecek kararlı bir işçi sınıfı ve peşinden sürüklediği emekçi kitleler caydırabilir. O zaman faşist çekirdekler sadece ayak işlerinde kullanılan adi provokatörler veya
şizm manzaraları
HAKKI YÜKSELEN (BABA HAKKI)
e bir ‘Türklük’ten söz ederken, kafası atar ve herkesin kafatasını ölçmeye ve kan grubunu Türk milliyetçileri’ rahatlıkla ‘Türk işçilerinin’ canına okuyabilirler... grev kırıcılar düzeyinde kalacaklardır. İşçi sınıfının gücü ve direnci, faşistlerin gerçekte sadece Kürtlerin değil, Türk emekçilerinin de düşmanları olduğunu ortaya serecektir. İşçi sınıfının örgütlü gücü ve mücadele taktikleri milliyetçiliğin etkisinde faşizme sürüklenen orta sınıfları ve köylülüğü büyük ölçüde etkilerken, işsizleri, kent ve kır yoksullarını da saflarına çekecektir. Aynı mücadele, bugün dün olduğu gibi kendilerini ‘emperyalizm karşıtı’ gibi yutturmaya çalışan faşistlerin emperyalizm yanlısı olduklarını da kanıtlayacaktır. Evet ‘Türk milliyetçisi’ faşistler aslında emperyalizm işbirlikçisidir ve bu her zaman böyle olmuştur. Dün ‘Soğuk Savaş’ döneminde ABD’nin Ortadoğu hegemonyası için NATO kaynaklı bir özel harbin tetikçiliğini yapıyorlardı. Bugün de Kürt meselesinde anlaşma sağlandığı andan itibaren ABD ve İsrail’in Türkiye’yi İran ve Suriye’ye karşı savaşa sokma planlarında provokatör olarak yer alacaklardır. Azgelişmiş ülkelerde faşist hareketin başlıca işlevlerinden biri emperyalizme hizmettir. Bu genel bir kuraldır. Faşizm, emperyalizme karşı mücadelenin hem temel hem de öncü gücü olan işçi sınıfına yönelik saldırıları ve onu ‘atomize’ etme niyetiyle her zaman emperyalizme hizmet etmiştir. Ve tabii faşist hareket, toplumun alt sınıflarını kandırmak için ‘solcu’ taklidi yaparken bazen ‘hırlar’ gibi yaptığı tekelci büyük sermayenin ‘yakın koruması’dır. İşçi sınıfına ve komünizme karşı vücudunu ona siper eder; grev kırar, sendikacı döver, işçi önderi öldürür, solcu kurşunlar… tabii belirli bir ücret karşılığında. Bu bazen para, bazen mevki, bazen mafya olup suç işleme izni, kimi zaman da iktidar olabilir. Kısaca faşizm kapitalist düzen için çok fonksiyonlu bir ‘İsviçre çakısı’ gibidir, ihtiyaca göre hemen her işe yarar.
Buna faşizm derler!
Kimse kimseyi kandırmasın karşımızdaki olgunun adı faşizmdir. Bugün henüz altyapı çalışmaları veya hazırlık aşamasında olması gerçeği değiştirmez. Üstelik epeyce mesafe kaydetmiştir. Mesele cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçim öncesi gerginlikle, politikacıların ortamı germesi veya milliyetçi oylara talip olması ile de sınırlı değildir. Böyle
giderse, bu işin sonu savaş, Kürt halkına karşı ‘pogrom’, ırkçıların hasretle sözünü ettikleri tehcir ve kırımdır. Tabii Türk asıllı ‘hainleri’ de unutmadan… Milliyetçilik, şovenizm, ırkçılık, toplumsal ve bireysel şiddet eğilimi, devlet gericiliği, faşist parti ve grupların varlığı, tehlikeli de olsa, tek tek fazla bir şey ifade etmez. Bunlar kapitalizm bataklığının her zamanki mikroplarıdır. Ancak bir toplumsal kriz döneminde, sınıf mücadelelerinin (burjuvazinin kendi arasındakiler de dahil), siyasi çatışmaların şiddetlenmesiyle bu unsurlar birbirleriyle temasa geçerek patlayıcı bir karışım oluşturabilir. Türkiye’deki gelişme de bu yöndedir. Süreç bilinen örneklerinden daha farklı yollar izleyebilir, ancak temel gerçeği akıldan çıkarmamak, gelişmeyi ‘dakik’
B
bir biçimde takip etmek gerekir. Faşist gericilik, bugün henüz kimi ‘derin devlet’ güçlerinin denetimi altında olsa da, mesela Kürt sorununda denetimden çıkarak özerkliğini artırma yoluna gidebilir. Özellikle faşist parti ve grupların kendi iç rekabetleri ve mücadeleleri bu ihtimali güçlendirmektedir. Ayrıca çeşitli faşist gruplar cinayet, suikast ve kitlesel linç eylemleriyle rüştlerini ispatlama yoluna gidebilirler. Zaten faşist hareketlerin hem iç hegemonya, hem birlik, hem de iktidar hedefi açısından bir ‘özerklik’ döneminden geçmesi zorunludur. Aksi halde pis işlerde kullanılan çeteler ve mafya boyutunu aşamazlar. Faşizm konusundaki asıl tehlike, bugünkü toplumsal ve siyasal ortamda mayalanan yaygın gericiliğin, kitlesel umutsuzluk ve
korkuların, ırkçılık ve şovenizmin, krizin bir dönüm noktasında bir takım demagogların elinde bir canavara dönüşmesidir. Hrant Dink cinayetinin bir kez daha ortaya koyduğu gerçek, komplo teorisyenlerinin iddia ettiği gibi göğün ulaşılmaz katlarında veya kimi yazarların ileri sürdüğü gibi sadece varoş ve taşra kahvehanelerinde değil, ekonomik, sosyal ve siyasal zeminlerde tezahür ediyor. Bütün bunlar sınıf kavgasının, güçler mücadelesinin bazen doğrudan, bazen de dolaylı yansımaları. Temelinde kapitalizmin yapısal krizi yatıyor. Dolayısıyla sorunun gerçek çözümü de ancak bu alanda mümkün olacak. Çünkü faşizme karşı mücadele, neticede kapitalizme karşı mücadeleden başka bir şey değil. Kimse kusura bakmasın…
Bir hanımefendiden canavar yaratmak...
u defa herkes işin sosyal ‘köklerine’ inme peşinde. Hrant Dink cinayetinden söz ediyorum. Büyük medyada şimdiye dek yapılmamış türden sosyopsikolojik analizlere rastlıyoruz. Ancak bugüne kadar ‘varoşlar ve suç’ konusunda daha çok ‘tutun yakalayın, cüzdanımı çarptılar, arabamı çaldılar!’, ‘ayaktakımı, vandallar serseriler’ söylemi egemenken, bugünkü sosyal içerikli yaklaşımlar insanı şaşırtıyor. Bunun nedeni, suçun bu defa mala değil cana yönelmesi veya töre cinayeti işleyen, kapkaç yapan bir Kürt tarafından değil de, sağından solundan bayrak ve silah çıkan milliyetçi bir Türk tarafından işlenmesi olabilir mi? Bu olağandışı anlayışlılık hali, bu empati neden? Ancak işin ‘köküne’ bu kadar inince bu kez de ‘gövde’ görünmez oluyor. Aynı, olaylara mitolojik bir boyut katan ‘komplo teorileri’nde olduğu gibi. ‘Gövde’ olmayınca siyaset de, örgüt de olmuyor tabii. Geriye sadece milliyetçi duygular kalıyor cinayet nedeni olarak. Tabii katil de okey masasında bir abinin gazına gelmiş ‘varoş psikopatı’na dönüşüyor. Bu durum kimilerine göre daha korkutucu. Mesela Ertuğrul Özkök, bu korkuyu en çok yaşayanlardan biri. Yazar için örgütsüzlük ihtimali o kadar güçlü ve korkutucu ki, “İnşallah gerçek bir örgüt çıkar, eğer bunlar birbirini dolduruşa getiren mahalle kabadayıları ise işimiz daha zor,”diyor. Bunca yıl bireyin önemi ve bireyciliğin faziletleri üzerine yazılar yazan liberal ve elbette (pozitif) milliyetçi bir yazar, ilk defa bir örgütün yokluğuna neredeyse üzülüyor! Ama yine de meselenin sosyolojik boyutlarına eğilmesi nedeniyle kendisini kutluyoruz; sonunda herhalde dünya yuvarlak olduğu için gide gide yine ‘varoş psikopatlarına’, ‘looser’lara varmış olsa da! Şimdi… Sayın Özkök’e ve meseleye benzer bakanlara bir iyi, bir de kötü haberimiz var. İyi haber şu: Arkadaşlar boşa endişelenmeyin, olayların arkasında
bir hatta birçok örgüt var. Hatta örgüt ne kelime, birçok kurum, kuruluş, resmi ve gayrı resmi kişi, güvenlik birimi, gazete, dergi, televizyon kanalı, internet sitesi, tribünler dolusu insan, bir belde halkı, hatta birçok belde halkı, şehirler kasabalar dolusu insan var! Yani katilimiz (veya katillerimiz), planlama ve eylem aşamasında yanında, önünde ve ardında duranlara, yardımlarını esirgemeyenlere açık bir teşekkür yayımlamak istese, koca bir gazete sayfasını doldurabilir. Hatta olayın ardında öyle bir örgütlenme zinciri var ki, muhtemelen mahkemeler işin bireysel bir eylem olduğu sonucuna varacak. Zaten ortalıktaki tozdan dumandan, ‘bilgi’ bolluğundan ve manipülasyondan belli ki yine yolumuzu kaybedeceğiz; Susurluk, Şemdinli, Danıştay yollarında olduğu gibi. Yani bu anlamda korkacak bir şey yok! Şimdi de kötü haberi verelim. Hanımlar, beyler, Bu cinayette, öldürülen Türkiye’nin ‘imajı’, ‘itibarı’ falan değil, Hrant Dink’tir! Törenize uygun olarak ‘vatan haini’ ilan ettiğiniz katil de bir faşisttir. Zaten eylemin kendisi de faşist bir cinayettir. Daha bitmedi, ‘Beyaz Türk’ geleneğine uygun olarak hemen her olayda ‘aşağı’ sınıf ve tabakaları ve elbette ‘vahşi’ Kürtleri suçlayan hanımlar ve beyler, üzerini örtmeye çabaladığınız faşizm gerçeği ve toplumu sarmış faşizan ruh hali, sizin kendinizi ve bizleri inandırmaya çalıştığınız gibi, sadece ‘itin-kopuğun’ değil, öncelikle sizin o ‘makul çoğunluk’ adını verdiğiniz muhterem orta sınıflarınızın içinde vücut bulmaktadır. Hem de ‘Türklüğün’ ve Türk milliyetçiliğinin ‘doğal’ hali olarak. ’Milliyetçiliğin çok kötü bir şey olduğunun sürekli vurgulanmasından’ rahatsızlık duyarken bu gerçeği aklınızdan çıkarmamanız gerekiyor.
Pamuk nine
Bakın size yaklaşık on yıl önce şahit olduğum bir olayı anlatayım. İstanbul’un
mutena sahil semtlerinden birinde bir parkta gezerken, on yaşlarındaki sevimli torunuyla hava almaya çıkmış iyi giyimli, ‘pamuk’ gibi bir ‘İstanbul hanımefendisi’ görmüştüm. Etrafta 10 yaşlarında ayakkabı boyacısı birkaç çocuk aralarında yüksek sesle Kürtçe konuşuyorlardı. Konuşmaları duyan sevimli torun, ninesine dönerek, ‘Babaanneciğim, bu çocuklar Fransızca mı konuşuyorlar?’ diye sordu. Cevabı hiç unutmam, o pamuk gibi hanımefendi, nefret ve öfke dolu bir yüz ifadesiyle torununa dönerek, ‘Ne Fransızcası evladım, dilleri kurusun, Kürtçe konuşuyorlar!’ dedi. Dondum kaldım. İlk anda aklıma gelen Amerikan korku filmlerinde rastlanan türden seri cinayetler işleyen ak saçlı canavar ihtiyar tiplemeleri oldu nedense… Sonra diğerleriyle karşılaştım. ‘Ne var ki bunda tabii ki Türk ırkçısıyım!’ diyenler; sırf Türk olduğum için benim yanımda Kürtler veya azınlıklarla ilgili aşağılayıcı sözler edip de ben tepki gösterince ‘Aaa, ne biçim Türk bu?!’ şaşkınlığıyla yüzüme bakanlar… Mektep medrese görmüş insanlarla, ev kadınları, öğretmenler, komşu teyzelerle, eski arkadaşlarla… Son derece mazbut hayatlarını üç kuruşluk emekli maaşlarıyla zar zor sürdüren işçi ve memur emeklileri, yoksul, ancak ‘varoş psikopatı’ olmayan efendi insanlar, başörtülü nineler, kahveden eve evden kahveye yaşayan pinpon amcalar, işçiler, köylüler, dindarlar, az dindarlar, ateistler, şeriatçılar, laikler, Aleviler, Sünniler, sağcılar, solcular… Bir yığın orta halli veya yoksul Türk, kendi yıkımlarının derdini unutup panik halinde vatan millet derdine düşmüş. Farklı olandan, azınlık olandan, hatta birbirlerinden nefret ediyorlar. Sadece korkutulmuşlukları ve kışkırtılmışlıkları nedeniyle değil, ellerinin altında kendilerinden daha ‘aşağı’ birilerini bulmanın ve bu sayede kendilerini daha iyi hissetmenin,iktidarı paylaşmanın verdiği rahatlama, haz ve güç duygusuyla…
18
Ohhh! Yandan! Yandan!.. Abdullah Çatlı, ‘ocak’tan yetişmeydi. Muhsin Yazıcıoğlu’nun sağ koluydu. Bir sürü cinayet işledi. Mehmet Ağar, yani devlet, ona yeşil, kırmızı, renk renk pasaport verdi. Eroin-kokain tozuna bulanmış vatan için, şerefli şerefli kurşun attı. Sonra özel timci polis şefleriyle birlikte göbek de attı. Bir polis şefi ve bir toprak-savaş ağası vekille aynı Mercedes’te kamyona toslamasaydı, daha neler atacaktı, bilemiyoruz. Bildiğimiz, ondan geriye, bir vatan-eroin-katliam kokteyli kaldığı. Ve bu kokteylin tarifi hiç de gizli saklı değil...
O
ONUR GÖKTEPE
rtalık duman altı zehir. Kimi elini,yelpaze misali aşağı yukarı savurarak uzak tutmaya çalışıyor kendinden. Kimi bağışıklık kazanmış… Fıkra gibi! Hrant Dink’in halen yargılanıyor. Naşını bile rahat bırakmadılar adamın. Davası düşmeyip hazirana ertelendi. Sebebi daha dosyanın yargıya ulaşmamış olması! Nazım’ın bir dizesini duyduğunda ürküp tüyleri diken diken olan, Aziz Nesin’in vakfına dahi tahammül edemeyen, odasına Deniz Gezmiş posteri asanlara dava açan insanların yaşadığı bir memlekette, ölüler de yargılanıyor işte. Ve halen misilleme gösteriler yapılıyor aleyhinde. Belki de zannettiğimizden daha zekiler; biliyorlar onun da sadece biyolojik hayatının sona erdiğini. Evet bir aydının daha biyolojik yaşamı sona erdirildi. Tıpkı diğerleri gibi.Uzadıkça uzar utanç verici liste. Hepsi ‘faali meçhul’ cinayet dosyaları olarak raflarda yerini aldı.Sözgelimi Uğur Mumcu’nun cinayetini dokuz hükümet çözemedi.Ama olayın açığa çıkmasında ‘Vatan için kurşun atan da yiyen de kahramandır ‘naraları atan Tansu Çiller’in, veyahut ‘kardeşinin oğlunun hayali mobilya ihracatlarını araştıran bir gazetecinin katilini’ bulmak için Süleyman Demirel’in ne kadar çaba sarf ettiği tartışmaya açıktır. Son hükümetse ‘ilahi adalet’e havale etmiş olabilir dosyaları... Ya da 19 yıl önce yapımına başlanmış ve üç günde kokusu çıkan tünellere gömmüşlerdir kafayı.
‘Faal’i ‘meşhur’ cinayet
Son cinayetin failleri, sanılanın aksine bir hızla bulundu. Bu ‘faali meşhur’ cinayetler arasına katıldı. Olay; içine CIA, MOSSAD, Ermeni tasarısı-diasporası, ot, bok… katılarak her türlü komplo teorilerini yaratmaya elverişli. Hele olaydan sonra
çocuğun beş parasız, onu da geçtim bembeyaz beresiyle hala ortalarda dolaştığı düşünüldüğü,ve eğer bulunamasaydı bu hükümetin başına neler gelebileceğini konusunda teoriler üretince, -her faili meçhulün sonunda sığınılan- ‘Derin devlet kavramına’ pas atmak olası.Ama olay son derece basit aslında.Düpedüz faşist bir cinayet! Öyle olmadığını düşünseniz de suikastin maşası yine bir ‘sıradan faşist’. Milliyetçilik duyguları sömürülmüş, kurteşek hikayeleriyle kendinden geçirilmiş, öncesinde Polat’ın karizmasına özendirilmiş bir çocuk. Komşusunun ayakkabısını çalıp cinayet işlemeye öyle gidecek kadar zavallı. Ve Dink’in bir yazısını dahi okumamış... Peki yıllardır bu topraklardaki şiddetin kışkırtıcısı kim? Şovenizmin tarihine, 30’lu yıllarda vekillik yapan Esat Bozkurt’a ait sözlere bakın bir: “Türk bu memleketin yegane efendisi, yegane sahibidir, salt Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır; Hizmetçi olma, köle olma hakkı. Dost ve düşman dağlar bunu hakikati böyle bilsinler.”
Davadan döneni...
Bu zeminle beraber öğretilerini Hitler’den alan, ABD’nin hizmetinde bir örgüt kuruluyor 1965’te: MTGT. Fakültelerde faaliyetlere başlanıyor. Burada gençlere çeşitli ‘kültürel’ faaliyetler ve ‘judo’ öğretiliyor. Sonraki yıllarda adı tüm yurtta duyulacak ve ismi ülkü ocağına dönüşecek bu kültür sanat okulunun. Bu hareketin meraklılarının yayınevlerini basıp, camlarını kırdığı, solcu öğrencileri sıkıştırıp dövdüğü dönemde Türkeş, “Komünistler memleketi sahipsiz sanıp da sokak hakimiyeti kuramazlar. Memleketimizde onların anladığı dilden konuşacak çocuklarımız var,” diyor ve ekliyor: “Davadan döneni vurun!” Bu çocuklardan biri Abdullah Çatlı. Çatlı da yer–gök tanrılarının hikayeleriyle kendinden geçmiş, yakasına kurt rozeti
takıp çıkmıştı piyasaya. O da bu kültür etkinliklerine katılıyordu. Daha sonra bu etkinlikler onu kesmeyecek ‘kanla, resimler boyayacaktı!’ Ülkü Ocakları Başkan Yardımcılığına kadar yükseldi. Aynı dönemde Ülkü Ocakları Başkanı ise (şimdiki Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı) Muhsin Yazıcıoğlu’ydu. Çatlı’nın doğrudan katıldığı birçok eylem açığa çıkarılamadı. Ancak Hacettepe Üniversitesi öğretim üyelerinden Bedrettin Cömert’in öldürülmesiyle Abdullah Çatlı hakkında gıyabi tutuklama kararı verildi. 10 Ağustos 1978’de Balgat’da solcuların mekanı sayılan bir kahvehane tarandı. Beş kişi yaşamını yitirdi.Yakalanan Mustafa Pehlivanoğlu, eylemi Çatlı’nın emriyle gerçekleştirdiğini ve silahı ondan aldığını itiraf etti. Evet bir çok eylemde sadece ‘vur’emrini verendi Çatlı.Ama arkadaşlarıyla beraber gerçekleştirdiği, yedi TİP’li öğrencinin öldürüldüğü ‘Bahçelievler katliamı’ nasıl bir cani olduğu konusunda hemfikir olmamız için kafi sanıyorum. Daha sonra yakalanan Haluk Kırcı, katliamın Abdullah Çatlı’nın organizasyonu olduğunu açıkladı. Yedi kez idama mahkum oldu fakat ne hikmetse şartlı tahliye yasasından yararlanıp ‘yanlışl ıkla!’çıkıverdi.Yanlışlık anlaşılınca, yeniden aranmaya başladı. Bu sırada Kırcı evlilik hazırlıkları içindeydi. Nikah şahidi mi? Erzurum Valisi Mehmet Ağar! Aynı dönem Malatya’daki cinayetler ve bombalama olayları yine Öğretmen Nevzat Yıldırım’ın öldürülmesi, ileride Çatlı’yla beraber yakalanacak olan Oral Çelik’in sanatsal tablolarından birkaçıydı. Bir dizi cinayetten sonra darbe ortamı hazırlanmış, 12 Eylül’ün akabinde yurt dışına çıkmıştı Abdullah Çatlı. Burada ‘vatan millet aşkına’ uyuşturucu işlerine başladı. 22 Ekim 1984’te Paris’te 450 gram eroinle yakalandığı için Fransa’da 4.5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Çatlı, 3 Kasım 1996’da Susurluk’ta
meydana gelen bir trafik kazasında, DYP Milletvekili Sedat Bucak ve polis şefi Hüseyin Kocadağ’ın içinde bulunduğu arabada öldü. Bunun üzerine İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın ilk basın açıklaması, “Güvenlik güçlerine teslim edilmek üzere götürülüyordu,” oldu. Daha sonra Çatlı’nın üzerinden Ağar’ın imzasının bulunduğu silah taşıma belgesi ve yeşil pasaport çıktı. Biraz da uyuşturucu... Adı her türlü uyuşturucu, cinayet, çete olaylarında anılan Çatlı’nın kimilerince kahraman ilan edildiği bu memlekette, Samast’ın ‘yeni jön’ olması, gönüllerde taht kurması şaşırtıcı değil. Beyaz bere satışının rekora koşması da şaşırtıcı değil. Ama utanç verici, rezil bir durum.
Neo-Çatlılar hazır
‘Şimdi birkaç adamın vukaatları bizi neden bağlasın?’ ,’30 yıl öncesi...’ biçiminde savunmaya geçilebileceğinden (ki kimsede öyle bir alınganlık yoktur ama), yakın tarihten 2004’ten devam edelim. 26 şubat 2004’te bir grup beyni yıkanmış çocuğu peşine takan İstanbul Ülkü Ocağı başkanı Levent Temiz, “Hrant Dink nefretimizin hedefidir!” diye naralar atmıştı. Şimdi kendisine veya bir milliyetçiye zarar gelmesi durumunda 10 kişinin bedel ödeyeceği tehtidini yapan da Levent Temiz. 1’e 10! Koruması olup olmadığını soranlara, “Biz kendimizi koruruz,” tarzında, racon kesen de Levent Temiz. Dink için: “Allah’ın verdiği canı Allah alır. Üzüldük,” diyen de!.. Bu faşişt dalgaya kapılıp ve yüzbinlerin ‘Hepimiz Ermeniyiz’ sloganı karşısında çaresiz kalıp ‘Hepimiz cartcurtuz!’ pankartları açanlar! Sizler! Aslında o pankartları açtıranların gözünde hepiniz ‘oy’sunuz, çekilecek birer tetiksiniz, potansiyel Çatlı, Kırcı ya da Samastsınız! Aslında onların gözünde birer hiçsiniz! Ve üzgünüm; yavaş yavaş bir canavara dönüşüyorsunuz…
19 Onlar vatan için kurşun atan, hatta vatan için eroin ticareti yapan şerefli vatan evlatları... Kahramanlar otağı kumarhanelerinde, bir avuç, yok yok, bir çuval dolar için gözlerini kırpmadan, çatır çatır çatışıyorlar. Hayır mevzu o değil, arada ‘yavru vatan’ harcanıyor...
En Kahraman Yaşar...
ve mahkemeler aracılığıyla topluma duyurmuşlardı. Yaşar Öz’ün, anlı şanlı MİT’in bir ajanı olan Tarık Ümit ile ilişkisi de son derece ibretlik. Tarık Ümit ‘devlet’in derinliğinde adı sıklıkla geçen ve bunun yanı sıra yeraltı dünyasının eskilerinden Dündar Kılıç ile görev gereği samimi ilişkileri olan bir MİT ajanı. Mafya-Devlet-Polis üçgeninde gerçekleşen ‘derin’ ilişkilerde, Tarık Ümit’in hatırı sayılır birçok dostu oldu. Korkut Eken vasıtası ile Mehmet Ağar ile tanıştı. Ve bir gün ortalıktan kayboldu!
ALİ ERSİN KELLECİ
U
yuşturucu, kumarhane ve pavyon sektörleri de vatansever ülkücülerden soruluyor tabii. Bunlardan çok özel bir isim, geçtiğimiz aralıkta iki kişinin ölümü ve bir kişinin ağır yaralanmasıyla sonuçlanan Kıbrıs’taki kumarhane baskınında tekrar gündemimize geldi: Abdullah Çatlı’nın hanım tarafından akrabası ve ‘silah arkadaşı’ Yaşar Öz’dür. Bu baskın neden gerçekleşti, neden iki ağa babası, tescilli vatanseverler böyle bir şeye kalkıştı, bunlar bizim işimiz değil... Yaşar Öz’ün kimliği esas olarak, Susurluk kazası ile deşifre oldu. Susurluk davasındaki iki sivilden biri olarak yargılanan Yaşar Öz, bu dava ile ilişkili olarak 4 yıl ceza aldı ve toplam yirmi beş ayrı suçtan yargılanarak 7 yıl 7 ay 13 gün çeşitli cezaevlerinde ‘ünlü’ mafyacılara ayrılan lüks odalarda dinlenmeye çekildi. Tahliyesi de, şanına, şöhretine, bugüne dek sıktığı mermilere yaraşır biçimde gerçekleşti. Bavullarını jandarmalar taşıdı, toplam 25 araçlık konvoyla karşılandı ve oradan bir helikopterle yoluna devam etti. O da enteresan bir vatan evladı. Abdullah Çatlı’nın eşi Meral Çatlı’nın dayısı olmakla birlikte, kayıplara karışan MİT mensubu Tarık Ümit ile de iş ortaklığı yaptığı biliniyor. Devletin önemli kademelerindeki isimlerle olan görev ilişkisi sadece bu kadarla sınırlı değil. Dönemin İçişleri Bakanı ve bugünün DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ın imzasının yer aldığı bir ‘uzman belgesi’ne de sahip olma ayrıcalığına erişmiş ve silah ruhsatı da eline verilmiş. Bu belge ve bilgiler 1994’te Yeşilköy’deki evine yapılan baskında ele geçirildi; tabii bunun yanı sıra adına bir de sahte pasaport düzenlendi ve yurt dışında uyuşturucu ticaretini vatan vazifesi olarak yürüttü. ‘Emniyet Genel Müdürlüğü Uzmanlık Belgesi’, sahte pasaport ve sahte silah ruhsatı ile ilgili vakalarda İstanbul Emniyeti’nin üst düzey
Yine Mehmet Ağar
En Kahraman Yaşar, ‘en iyi bildiğim iş’ dediği marka basma, mana toplama işlerinde faka basmış. O kadar sene cezaevini keklik gibi yolunmak için yatmadı ya! O bir vatansever...
sorumluları yargılandı ama saha bozuktu, milletçe puan alamadık, önümüzdeki maçlara bakacağız. Tabii bu işte başka bir iş var; çeşitli baskınlarda ele geçirilen silahlar, sahte ruhsatlar ve türlü alavere dalavere dokümanları savcılık yerine, her ne hikmetse Ankara’ya gönderildi ve kimi bulgular yok edilerek ‘delil yetersizliği’ devreye girdi.
Bölücülüğe karşı eroin
Her büyük vatansever gibi uyuşturucu işine el atan Yaşar Öz, ‘uyuşturucu kaçakçılığı’ davasından 15 yıl ceza aldı ama cezayı kim takar? 1995 yılında, Amerikan Uyuşturucu ile Mücadele Örgütü olan DEA’nın ajanlarına uyuşturucu satarken son anda kaçtığı ama bunun nasıl gerçekleştiği, hangi keramet ile profesyonel ajanların elinden buhar olup uçtuğu sorgulanmadı ve bu deer de böylece dürüldü. Yaşar Öz, uyuşturucu davasında mahkemeye, ‘bu işi yurtdışında PKK ile ilgili istihbarat toplamak için’
G
yaptığını ama bu görevi kendisine veren üst düzey görevlilerin ismini zikredemeyeceğini ifade etti. Tabii ya, bölücü teröre karşı torbacılık yaparak mücadele veriliyordu! Bu ulvi görevler karşısında ne yapacağını bilemeyen yargıçlar kendileri ile çelişen kararlar aldıklarını ilerleyen yıllarda itiraf edeceklerdi. Vatan, millet ve devlet aşkına elin memleketinde uyuşturucu sattığını ileri süren Yaşar Öz’ün bugünkü hovardalığının kaynağının nereden geldiğini sormayı kimse ya akıl etmemiştir, ya da bilerek ve isteyerek bu soru pas geçilmiştir. Cevabı son derece nesnel ve ikinci şık olarak kendini ele vermektedir! Dönemin birçok ülkücü şefi, mafya babası, kontra elemanı türlü uyuşturucu, fuhuş, kumar ve kelle kopartmaca oyunlarında sürekli bu taktiğe başvurmuştu. Her şey devlet sırrıydı; zinhar bu şöhretli görevlerinde bireysel bir hak talep etmediklerini, zaten kelle koltukta gezen adamlar olduklarını medya
MİT Güvenlik Dairesi’nin en önemli adamı olan Mehmet Eymür, Susurluk Komisyonu’na verdiği ifadede, Tarık Ümit’in kaçırılmasının İbrahim Şahin (Özel Harekat Dairesi Başkan Vekili) ve Mehmet Ağar’ın bilgisi dahilinde olduğunu ve bizzat Abdullah Çatlı tarafından sorgulandığını ifade etti. Telefon kayıtları incelendiğinde de, son olarak Alaattin Çakıcı’nın kardeşi Gencay Çakıcı ve özel timci Ayhan Akça ile görüştüğü tespit edildi. Düzenin tüm bozuk çarkları, yeraltı dünyasının en pis ilişkileri, kumarhaneler ve kerhaneler kralları, bir MİT ajanın kaçırılmasından yok edilmesine kadar olan sürecin her aşamasında yer aldı ve bu görevleri sadece bunla kalmadı, dolaylı olarak ‘devlet görevlerini’ yerine getirdiler! En Kahraman Yaşar, üstün devlet hizmetinden sonra cebine giren milyon dolarlarla, cezaevinden çıkar çıkmaz en usta yaptığı iş olduğunu kendi ağzıyla deklare ettiği kumarhaneciliğe tam gaz devam etti. Artık Türk mafyası ve derin devleti tarafından tam bir sayfiyeye çevrilen ‘yavru vatan’a yelken açtı ve bugün bir bataklığa dönmüş olan Kıbrıs’ta işinin başına geçti. Oradaki kumarhanenin 7-8 milyon dolar civarında bir paraya kurulduğu tahmin ediliyor. Sonra da malum iç çatışma patlak verdi... Şimdi hep beraber, vatan-millet aşkına bağırıyoruz: Her-şey-do-lar-i-çin!..
Düşeş attım yek geldi!
eçtiğimiz aralıkta medyada şöyle bir esen haberler, oralarda neler olduğunu gösteriyordu; Yaşar Öz’ün kumarhanesi bir nevi düello sahasına dönmüştü. Dedeman Şirketler Grubu’nun veliahtı Umut Önal’ı öldürdükten sonra, “Kaza ile vurdum” savunması yapan ve ardından Umut Önal’ın sevgilisi ile evlenen Melih Turgut basmıştı Yaşar Öz’ün mekanını ve Öz’ün iki adamının öldürülmesinde başrolü oynamıştı. Melih Turgut’un dillere destan düğününe sağ siyasetin önde gelen isimleri bizzat varlıkları ve telgrafları ile katılmıştı. Mesut Yılmaz da telgrafçıydı. Gelelim çatışma mevzuuna… Başlarda esnaf ziyaretleri gerçekleştirdiklerini belirten Yaşar Öz, birgün de kendisinin Melih Turgut’un mekanına
gittiğini ve biraz da kumar oynadığını ama hep kazanan biri olmasına rağmen üst üste yüklü para kaybettiğini, oyun oynadığı makinede hile yapıldığını söyledi. Hileyi Melih Turgut’a söylemiş ama o bunu kabul etmemiş. Yaşar Öz mekanında ağırladığı Melih Turgut’a kanıtları göstermeye devam ederken, kumarhanenin içinde bir hareketlilik oluşmuş. Bir anda eller silahlara davranmışlar! İki kişi mermilerden kurtulamadı ve öldü. Bunlar Yaşar Öz’ün adamlarıydı, mermi sıkanlardan biri de Melih Turgut’tu. Görüntüler güvenlik kameralarından ayrıntısıyla yansıdı. Olay sonrası Melih Turgut ile birlikte 8 kişi tutuklanırken, Yaşar Öz Bakanlar Kurulu kararı ile sınır dışı edilerek ‘ana vatan’a geri nakledildi… Kumarhaneye ve kerhaneye döndürülen yavru vatan mı? Çakıl taşı bile vermeyiz!..
20
Bucaklar’ın şifresi
Türk’ün Kürt dostları da var elbette. Öyle Kürtler ki, bu devletin kara kutusudur onlar. Sırları çözüldü mü, tüm bir devlet çözülür...
A
ROGER MAVİ
bdullah Öcalan’ın emriyle 30 Temmuz 1979 günü, PKK’nin artık bir parti olduğunu kamuoyuna doyurmak için, Urfa’nın Hilvan ilçesine bağlı Kırbaşı köyüne bir baskın düzenlendi. Bu eylemde hedef, bugün kamuoyunun yakından tanıdığı Fatih Bucak’ın babası AP Senatörü Mehmet Celal Bucak’tı. PKK, senatörü öldürerek hem bir karşı devrimciyi ortadan kaldırmak hem de isim yapmak, yani kamuoyunda bir tartışmaya yol açmak istemişti. Bu yanılgı onlara ileride pahalıya mal olacaktı. Zira bu eylemde Mehmet Celal Bucak bacaya saklanarak kurtulmuş, ancak aynı odada Hilvan eski Belediye Başkanı dedesi Dürri Avcı’nın yanı başında oturan, Fuat ve Fidan çiinin tek erkek çocuğu İsmail daha yedi yaşındayken kurşunlara hedef olmuş ve yaşama veda etmişti. Burada Dürri Avcı’nın, Mehmet Celal Bucak’ın kayınbabası olduğunu belirtmek gerekiyor. M. Celal Bucak’ın saldırıda bacaya saklanarak hayatını kurtarma alışkanlığı, kardeşi Hakkı Bucak (Sedat Bucak’ın babası) için de söylenebilir. 1980 öncesi Siverek’teki evine baskın düzenleyen PKK’lilerden Hakkı Bucak da avludaki kuyuya saklanarak hayatını kurtarmıştı. Peki kim bu Bucaklar? Şeyh Sait isyanı sırasında, devletten yana tavır almış ve isyancılara karşı savaşmış bir aile. Ailenin kökeninde uzanılan en eski isim Hacı Ali Efendi. Hacı Ali Efendi, aşiretiyle birlikte iki yüz yıl önce Diyarbakır’ın Hazro ilçesinden yola çıkıp Siverek’in Fırat nehrine bakan yakasına yerleşti. Buraya Hazro’dan
B
esinlenerek ‘Hedro’ adı verilmişti. Hacı Ali Efendi’nin Ömer, Mehmedi Hacı, Ramazan, Eyüp, Fatime, Emine ve Eşhan isimlerinde yedi çocuğu oldu. Bunlardan üçü önemli. Aşiretin tarihinde üçünçü reis olan Ömer Ağa Güneydoğu’nun ilk faili meçhul cinayetine kurban gidenlerden biri. Bir gece jandarmalar tarafından ‘Anasi’ köyündeki konağından alınan Ömer Ağa’nın, bir ay sonra Elazığ’ın Maden ilçesinde cesedi bulundu. İşkenceyle öldürüldüğü anlaşıldı. Bu olay aynı zamanda ailenin iç çatışmasını da getirecekti. Mehmedi Hacı’yla Ramazan Ağa’nın torunları arasında 1960’lı yıllarda başlayan ‘kan davası’ aynı aileden 24 kişinin ölümüyle sonuçlandı. Kan davasının İstanbul’da yaşayan son ismi Adnan Bucak, Mehmedi Hacı Ağa’nın; Sedat Bucak ise Ramazan Ağa’nın torunudur.
Kronik devlet yanlısı
Ne hikmetse Bucaklar her zaman devletin yanında yer almış bir ailedir. Eyüp Ağa’nın oğlu Ali Efendi I. Meclis’te Siverek mebusu olarak yer aldı. Bucaklar’dan iki tane de paşa çıkmıştır. Osman Paşa uzun yıllar mülki amirlik yaptıktan sonra İstanbul’a yerleşti. Cudi Paşa ise Sultan Reşat’ın huzuruna çıkıp memleket meselelerini tartışacak kadar önemli bir şahsiyet olmuştur. Bucaklar’ın üçüncü kuşağından Hasan Oral (Dişçi Hasan), tek parti döneminde CHP’de, 1946’dan sonra Demokrat Parti’de politika yapar. 1960 sonrası ise Adalet Partisi (AP) Urfa Senatörü olarak TBMM’ye girer. Siverek ilçesinde nam salan Dişçi Hasan’ın diş geçiremediği aile, Dürri Avcı’nın mensubu olduğu Hacı Muhammedler’dir. ‘Dişçi Hasan’ ile Siverek cezaevinde kalan Hacı Muhammedli İsmail Erkan’ın kendisini tek bir yumrukla yere sermesi karizmasını yerle
bir etmiştir. Hasan Oral’dan sonraki kuşaktan Mehmet Celal Bucak (Fatih Bucak’ın babası) 1973’te AP’nin Urfa milletvekili seçilmiştir. Yeğeni Sedat Bucak da 1991’de parlamentoya girer. Sedat Bucak’ın babası Hakkı Bucak Siverek’te ‘Hekki Ağa’ diye tanınırdı. Kısa boylu, matrak, kadınlara düşkün, misafir ağırlamayı seven bir adamdı ve aynı zamanda zalimdi. İnsanların kendisine hizmet etmesinden ayrı bir haz duyardı. İtaat etmeyenlerin cezası ölümdü. Hakkı Bucak ölümünden önce çocuklarına, halka karşı yaptığı kötülükler için pişman olduğunu söylemişti.
Çete alçak sürünmede
Bucak ailesinden olup, medyada yer almayan, fakat ailenin en zalimi olduğu söylenen isim hiç kuşkusuz İhsan Bucak’tır. İhsan Bucak’ın, 1980 öncesinde PKK’lileri patos denilen mercimek ayıklama makinesine canlı canlı attığı söylenir. Halen yaşıyor. Ona dair birkaç şey söylemeden geçemeyeceğim. İhsan Bucak, kelimenin tam anlamıyla gaddar bir isim. Köylülere yapmadığı zülüm kalmamıştır. Sedat Bucak ile arası iyi değil. İhsan Bucak, Susurluk’ta hafızasını kaybettiğini söyleyen Sedat Bucak’ı pasif, beceriksiz ve ‘artist’ olmakla suçluyor. İsmi lazım değil, İhsan Bucak’ın kafadan hafif kontak oğlunun takdire şayan tesadüfî bir eylemi var. Aralarında Korkut Eken, Abdullah Çatlı gibi isimlerinde bulunduğu bir grup kontrgerilla yüksek elamanı, Sedat Bucak’ın Kürtçe Sadun, Türkçe Sadettin adındaki köyündeki malikânesinde bir gece oturup kirli ilişkilerini kutlarken, köyün yakınında bu sırada arabasıyla geçen bu vatandaş keleşini sırf hava atmak için boşalttığı ve kahraman devlet evlatlarının malikanenin ihtişamlı odasında kendilerine bir saldırı yapılıyor sanıp korkudan yerlere yattıkları biliniyor…
Aykırı Bucaklar
B
ucaklar içinde farklı bir kişilik çizen bir başka isim, erken yaşta öldürülen Mustafa Bucak’tır. Öldüğünde henüz yirmili yaşlardaydı. Mustafa Bucak, CHP Urfa milletvekili Celal Paydaş’ın eniştesiydi. Celal Paydaş da Hacı Muhammed ailesindendir. Halkçı damarı ağır basan bir Bucak mensubu olduğu söylenir. Yani bu aileden ‘aykırı’ isimler de çıkmamış değil. Bunun da altı çizilmeli. Rahmetli Faik Bucak 1950’lili ve 1960’lı yıllarda Türkiye’nin en önemli devrimcilerinden biri olarak, bilinen Bucakların aksine bir portre çizmişti. TİP’lilerle yakın ilişkiler içinde olan Behice Boran’ın yakın arkadaşı Faik Bucak’ın çok değerli bir insan, yurtsever ve devrimci olduğu ifade edilir. Bu anlamda, bölgedeki gelişmeleri yakından takip eden araştırmacılar bilir. Bucak ailesini toptan korucu ve karşı devrimci olarak nitelemek doğru olmaz. Sedat Bucak’ın amcaoğlu Av. F. Serhat Bucak yine devrimci isimlerden biri. F.Serhat Bucak bilindiği gibi Yeni Ülke gazetesinin kurucu ve yazarlarından biriydi. 1991 seçimlerinde Urfa’dan milletvekili seçilmeyince, hakkında açılan davalara göğüs geremeyeceğini anlamış ve soluğu Avrupa’da almıştı.
Aziz Yıldırım’ı donla sokağa mı bıraktılar?
ugün yaşayanlar içinde Sedat Bucak’tan sonra ailede en popüler isim ise Fatih Bucak. 36 yaşında. Ankara ile sıkı ilişkileri var. Cezaevinden yeni çıktı. Kamuoyu hatırlayacaktır, Fatih Bucak’ın Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım’dan haraç istediği söylenmişti. Olumlu yanıt alamayan Fatih Bucak’ın, Aziz Yıldırım’ı Ankara’da bir gece alıkoyduğu ve arabasında adamlarına soydurttuğu ve Yıldırım’ı çırılçıplak (üstünde sadece don olduğu söylenir) bir caddeye bıraktığı bir başka iddiadır. Denilir ki, Fatih Bucak’ı cezaevine tıkayan davanın arkasındaki asıl güç Aziz Yıldırım’dır. Aziz Yıldırım’ın ve NATO ihalecisi dayısı Faruk Yalçın’ın baskıları olmasa Fatih Bucak’ın ortadaki delillere ve karıştığı suçlara rağmen cezaevine girmeyeceği söylenir. Yine hatırlanacaktır. Ankara’da bir barda çıkan çatışmada Fatih Bucak’ın kardeşi Memduh Bucak Söylemezler tarafından öldürülmüştü. Fatih Bucak’ın da intikamını Söylemezlerin birkaç adamını Eskişehir yolunda öldürerek aldığı söylendi. Söylemezler ile Bucaklar arasında başlayan amansız mücadelede
hapsi boylayan tarafın sadece Söylemezler olması da enteresandır. Sedat Bucak’ın kardeşi Ahmet Bucak da kamuoyunun yakından bildiği isimlerden. Ahmet Bucak bir dönem DYP Güneydoğu örgüt sorumlusuydu. Halen partinin bölgedeki etkili isimlerinden biri. Onun onaylamadığı hiçbir isim partisinden encümen adayı bile olamıyor. Seçim dönemlerinde başta Siverek ve Hilvan olmak üzere çevre il ve ilçelerde silah, korku ve para (yoksul ailelere oy başına bir miktar para ile pirinç, şeker vs. türü yardımlar) ile oy avcılığı yaptığı biliniyor. Medyaya pek yansımayan ama Bucak ailesinde etkili olan bir başka isim Osman Bucak’tır. Urfa’dan Mersin’e, oradan Ankara’ya kadar bir sürü karanlık
ilişkileri olduğu iddia edilir. Mersin’deki Flamingo yazlık sitelerinde birkaç dairesi vardır. Yılın altı ayını, bazen ailesi, bazen de sevgilileri ile burada geçirir. Halen Urfa şehir merkezinde devam eden otel inşaatı (Dedeman ile bu otel için anlaşmayı sağlamış bile), onlarca apartman dairesi ve sonradan edindiği binlerce dönüm tarlası vardır. Çok zengin olduğu söylenir. Bu paranın nereden geldiğini sanırım tahmin edebilirsiniz. Bucak soyadı üzerinden nemalanlar da yok değil. Bugün Türkiye’nin herhangi bir yerinde suça karışan, küçük bir örnekle kırmızıda geçen bir Siverekli ya da Urfalının ‘Ben Bucaklardanım’ demesi temize çıkması için yeterli oluyor. Yani, Bucak soyadının açamayacağı veyahut kapamayacağı kapı kalmamıştır Türkiye’de. Bunun bir tek nedeni vardır: Susurluk ile dilimize giren devlet sırrı! Bu sır çözülmedikçe daha nice Bucaklar akbabalar gibi kanımıza göz koyacaklardır.
21
N
Bizim ‘Guantanamo’
eler olduğunu bütün Türkiye biliyor. Bucaklara kamyonlarla keleşler gönderildi, maaşa bağlanan koruculara yoldan geçen tırlardan sıfır otomobilleri vatanı koruma adına indirme yetkisi verildi, kadınlara tecavüz eden korucular devlet tarafından korundu, başka ailelerle husumeti olan korucular bu yetki ve güçle öldürdükleri garibanları PKK’li diye lanse etti. Sedat Bucak’ın köyü Abdullah Çatlı ve diğer tetikçilerin minik bir ‘Guantamano’suna dönüştü. Burada kurulan işkencehanelerde bölgedeki bazı Kürt politikacılar, PKK’li olduğu iddia edilen Özgür Gündem okurları, oylarını HEP, DEP (SHP çatısına atfen) ve sonrasında kurulan HADEP’e verdikleri için suçlananlar infaz ediliyor ve kaybediliyordu. Yine o dönemde Kürt gazeteci Nazım Babaoğlu’dan, 12
S
Mart 1994 günü Siverek’te gittiği bir haberden sonra haber alınamamıştı. Babaoğlu’nun bu işkencehanelerde öldürüldüğüne tanık olanlar çıkmış, fakat savcılar bu iddiaları ciddiye al(a)mamıştı. Babaoğlu hâlâ kayıtlarda ‘faili meçhul’ duruyor. Yine Siverek ilçe merkezinde oturan Hüseyin Taşkaya, 6 Aralık 1993 günü onlarca kişinin gözleri önünde Bucak korucuları tarafından alındı. Yakınlarının başvurduğu Emniyet yetkilileri Taşkaya’nın Bucaklar’ın elinde olduğunu söyledi. Ancak tüm girişimlere rağmen Taşkaya’nın akıbeti öğrenilemedi. Yani, Siverek’te Bucak’ın köyünde legal devletten ayrı, süregelen illegal bir devlet söz konusuydu. Canları istediğinde sorguladıkları kişileri anında yok edebiliyorlardı burada. Burada katledilen insanların kesin sayısı bilinmiyor.
Kuş Vegas
usurluk hakkında çok şey yazıldı, çok şey söylendi. Emniyet Müdürü Hüseyin Kocadağ, faşist katil Abdullah Çatlı, Gonca Us ve Sedat Bucak’tan oluşan bu karanlık dörtlünün geldikleri Kuşadası’nda ne planladıkları hiçbir zaman tam olarak açıklanmadı. Mehmet Ağarlara, İbrahim Şahinlere, Korkut Ekenlere, Veli Küçüklere kadar uzanan dörtlünün asıl niyeti şuydu: Kuşadası’nda bir Las Vegas yaratmak! Yani, Kumarhaneler Kralı Ömer Lütfü Topal’ın devreden çıkmasıyla kumarhanelerin üniformalı kralı olmaya soyunan bu kontrgerilla temsilcileri Kuşadası’nda o gün arazi beğenmişti. İlçede alenen, yükselen ışıltılı kumarhane
binalarını ve büyük paraların döneceği fuhuşun iğrenç görkemini yerinde hayal ederek ilk işlerini bitirmiş ve bu mutlulukla İstanbul’a doğru faşizan bir hevesle yola çıkmışlardı. O kazadan sonra sağ olarak kurtulan ve ‘hafızamı kaybettim’ yalanı ile zaman kazanan korucubaşı Sedat Bucak, bugün Ankara’daki çok katlı villasında, İtalyan usulü yaptırdığı mutfağında sık sık çiğköfte ve kebap partileri vererek yaşıyor. Evin sadece mutfağı 3-4 yıl önceki paraya göre 250 milyara mal olmuştu. Sedat Bucak şimdi Siverek’in, devletin kirli işlerini buradan sürdürüyor. İhalelerde hâlâ gölge güç olarak yer alıyor...
3
B
Uyuşturucu trafiği
ucak aşiretiyle devlet çetesinin ilgi alanına giren uyuşturucu, cinayet ve adam kaçırma olayları Susurluk raporuna da yansıdı. Sedat Bucak’ın Siverek’te yaptırdığı şato görünümündeki ev belirttiğimiz gibi devlet çetesinin kilit isimlerinin uğrak yeriydi. Susurluk’taki kazada ölen kontr-gerilla elemanlarından Abdullah Çatlı’yı birçok kez ağırlayan eve, yine çete davasından yargılanan Mehmet Ağar, Korkut Eken, Sami Hoştan da özel ziyaretlerde bulunmuştu. Hatırlanacağı gibi Söylemez ailesinden iki kişinin öldürülmesi olayına karışan tetikçi İlyas Sarınca, mahkeme kayıtlarına geçen ifadesinde, cinayetten sonra Bucak’ın Ankara’daki evinde günlerce saklandığını açıklamıştı. Bucak korucularının denetimindeki Siverek, 1992’den itibaren uyuşturucu ticaretinde bölgenin en önemli merkezi konumuna geldi. Divan,
Dindar (Altaylı), Gol (Kazgöl), Alancık, Konutepe, Bağcı, ve Narlı başta olmak üzere, Bucak aşiretine ait 20 dolayındaki köyde uyuşturucu hammaddesi olan hintkeneviri ekildiğini sağır sultan bile biliyor. 20 Eylül 1996’da Siverek İlçe Jandarma Komutanlığı Narkotik Şube ekiplerince yapılan arazi taramalarında Bucak korucularının oturduğu köylerde 2 milyon 262 bin 188 kök dişi hintkeneviri ele geçirilmişti. Aynı alanlarda 1-7 Haziran 1996 tarihlerinde yakalanan kenevir miktarı 2 milyon 81 bin 750 kök. Bucak korucularının tarlalarında o dönemde sadece 3 yıl içerisinde yakalanan hint keneviri miktarı ise 50 milyon kökü aşıyor. Sedat Bucak’ın yakın adamlarından korucubaşı Adil Akpirinç’in, 15 Kasım 1997’de kilolarca eroinle yakalanması, aşiretin her şeye rağmen uyuşturucu rantından vazgeçmediğinin ispatı.
Ve her şey yine eskisi gibi...
Kasım 1996 akşamı… Bu tarih bir zamanlar bir milat olarak anılıyordu ama görüyoruz ki hiçbir şey değişmemiş. Hala her şey eskisi gibi! Hrant Dink cinayeti bunu doğruluyor. O dönemde Türkiyeli solcuların, aydınların, gazetecilerin yapamadığını kamyoncu Hüseyin’in iki yanlış direksiyon hareketi ile bir gaz pedalı ve Hüseyin Kocadağ’ın hızı becerdi. Önümüze çıkan fotoğrafta faşist katillerin beynine bir balyoz indirildiğini sanmıştık. Hatırlayın, dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar olayın ardından yaptığı ilk açıklamada, skandal için ‘sıradan bir trafik kazası’ demişti. İkinci gün, ‘onlar, arkadaş olabilirler’ diyen Ağar, üçüncü gün sözüm ona baskılara dayanamayarak istifa etmişti. Acaba hangi baskılara diye sormak lazım. Şimdiye kadar hangi bakan halk baskısıyla istifa ettirilmiş? Tansu Çiller’i unutmayın. Türkiye Cumhuriyeti’nin gelmiş geçmiş en karanlık dönemine imza atmıştır. ‘Devlet için kurşun atan da, yiyende şereflidir’ sözünü unutmayın. 28 Şubat tepiğini yiyince aklı başına gelen Necmettin Erbakan ne demişti: Bunlar Fasa fiso piiiiiii… Kısaca Susurluk’ta devletin kirli odakları tel tel dökülmüştü. Ancak ortaya çıkan irinin ana damarları bir sır olarak kaldı. Siyasi doktorlar bu sırrı çözmeye pek niyetli ve kararlı görünmüyor. Bu sır katilleri beslemeye devam ediyor.
Bucakları besleyen bu sır, Trabzon’da TAYAD’lı ailelere linç olarak yansıyor. Şişli’nin kaldırımlarında Ermeni asıllı onurlu Hrant Dink gibi bir gazetecinin canına okuyor. Ogün Samast gibi bir zavallı kişiliğin parmaklarında bir tetiğe, mahkeme önlerinde meydan okumalarda ağızlarda bir salyaya, Gelibolu’da kaçırılan bir feribotta ‘vatan için’ yapıldığı iddia edilen aşağılık bir eyleme dönüşüyor. O sır, Edirne’de ilaç alamadığı için hasta bebeğini kaybeden bir ananın gözlerindeki yaşa, sığınacak bir yuvası olmadığı için soğuklarda donarak hayatını kaybeden bir mazlumun hayatına, kendi dilinde konuşmaya inat ettiği için dışlanan Kürdün hıncına, Afyonlu gariban köylünün hesabına yansımayan gayri milli hasıladan çalınan umutlara, Mersin’de bayrak provokasyonlarına, Kerkük’te şimdiye kadar bihaber olduğumuz sözüm ona soydaş Türkmen bahanesi ile girilmek istenen bir savaşa, açlığa, yoksulluğa, kardeş kavgasına, hırsızlığa, gaspa, kapkaça, tarımın gerilemesine, ABD’ye uşaklığa, AB’ye tehdit görünümlü yalvarmalara, bu ülkede aklınıza gelen her kötülüğe, kısaca faşizmin yeniden ve yeniden üretilmesine sebeptir. O alçak sır çözülmedikçe hiçbirimiz güvende olmayacağız. O alçak sır çözülmedikçe hepimiz sırayla birimiz için bağırıp duracağız sadece. Bu böyle biline…
22 Kendisi ‘emekli’, fikriyatı ‘muvazzaf’ bir general:
Veli Küçük, gölgesi büyük ÖZGÜR DENİZ DUMAN
M
emleket ahvali üstüne az buçuk kafa yoran, olup bitenleri anlamak için algılarını açık tutan herkesin son on yıldır sık sık duyduğu bir isim; Veli Küçük... Ama nedense emekli tuğgeneralin ismini yürek ferahlatan bir olayla duyan yok. Memleketin ‘Susurluk’la başlayan sürecinde nerede, ne zaman bir ‘menfur’ olay gelişse, Veli Küçük ismi öyle ya da böyle gündeme geliyor. Son dokuz ayda iki kez ciddi biçimde sarsılan Türkiye gündemi ise yine Veli Paşa’nın ismiyle karşı karşıya. Önce Danıştay saldırısıyla ilişkilendirilen Küçük, bu kez Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından sahnede. Üstelik, Dink’in öldürülmesinin ardından ortaya çıkan gelişmelerle eski deerlerin –ulaşılabilen- sayfaları yeniden açıldı. Küçük, bugünlerde hem Dink’i tehdit ettiği hem de İsveç’te çekildiği belirtilen bir fotoğraa yanında görünen kişinin Danıştay saldırısının faili Alparslan Aslan olduğu iddialarıyla karşı karşıya. İddiaların doğru olup olmadığını net olarak söylemek zor. Ancak kesin olan, Küçük’ün ‘derin’liği. İddialar, bilinenler, bilinmeyenler, tahmin edilenler vs... Hepsi ve Küçük’ün iddialara karşı takındığı umursamaz ve pervasız tavır, kafalardaki bu ‘derin’lik imgesini güçlendiriyor.
Mis gibi şirketi var
Susurluk kazasının ardından ortaya çıkan gerçeklerin, Küçük’ün Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ‘beklenmedik’ emekliliğine giden süreçte ne kadar etkisi var bilinmez. Ama görünen o ki Küçük, sadece generallikten emekli. Fikriyatını, hangi amaca hizmet ettiğini kendisinin de billurlukla, ikna edici biçimde ortaya koyamadığı misyonunu ‘muvazzaf ’ olarak sürdürüyor. Bir zamanlar resmi sıfatıyla takındığı şapkasının tereğinin gölgesi, memleket üzerindeki yansımasını her geçen gün daha da büyütüyor. Küçük, ismi benzer iddialarla gündeme gelen diğer komutanlar gibi kâh Meclis komisyonlarına ifade vermeyi reddedecek kadar güçlü kâh ‘memleket düşmanlığıyla’ suçlananların duruşmalarında boy gösterecek kadar ‘ilgili’ görünüyor. İsminin kamuoyu gündemine gelmesine yol açan ilk dönem icraatları için de ‘devlet (yap) dedi, yaptım’ diyebilecek kadar kendinden emin. Veli Paşa, aynı söyleşisinde ‘hiçbir zaman amatörce çalışmadığını’ özellikle belirtiyor. “Pişman mısın dersen?” diye soruyu kendine yönlendiriyor ve yanıtlıyor: “Hayır, yine aynı şeyi yaparım!” Onca iddiaya, kanıtlanmış bulgulara rağmen Küçük, kendinden emin ve vicdanen rahat, huzurlu bir profil çiziyor. Kimbilir, mahkeme salonlarında görünmesinin insanlar için yarattığı ‘korkutehdit’ algılamalarına gazete sayfalarındaki gülümseyen fotoğraflarıyla yanıt vermesinin arkasındaki halet-i ruhiye belki de budur. Paşa, pişmanlık duymayan bir şahsiyet
olarak ‘yine olsa aynısını yaparım’ dediği en başına dönersek... işleri, ‘emekliliğin’ elverdiği ölçülerde, 1965 yılında Kara Harp Okulu’ndan yapabildiği kadar yaptığını düşünüyordur. mezun olan Küçük, 3 Kasım 1996’daki Veli paşa, yıllar süren muvazzaflığı boyunca Susurluk kazası yaşandığı sırada Kocaeli edindiği deneyimi de bugün ‘eğitimci’ İl Jandarma Komutanı idi. O zamanlar kimliği ile ‘güvenlik görevlisi’ olmak isteyen Albay rütbesinde olan Küçük, kazanın gençlere aktarıyor. İstanbul eski Valisi Erol ardından ortaya atılan iddialar, belgelenen Çakır ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü bazı ilişkiler üstüne açılan soruşturmayı Narkotik Şubesi eski Müdürü Nihat Kubuş’la yürüten İstanbul DGM Savcısı Aykut ortak olarak İstanbul Yenibosna’da ‘Stratejik Cengiz Engin’in Genelkurmay Başkanlığı’na Güvenlik Koruma ve Eğitim’ ismiyle bir yaptığı suç duyurusuyla gündeme geldi. şirket kuran Küçük, şirket bünyesinde Savcı Engin, kazada ölen Abdullah Çatlı’nın derslere de giriyor. Aynı söyleşiden, cep telefonuyla yaptığı görüşmelerin virgülüne dokunmadan alıntılarsak, “... dökümlerinde Küçük’ün ismine rastlamıştı.. Susurluk’un kilit ismi hangi dersi mi .Genelkurmay Başkanlığı, suç duyurusunun vermek istiyor? Veli Küçük’ün ağzından ardından Jandarma Genel Komutanlığı’na dinleyelim: ‘İlkyardım dersi verecek halim başvurdu. Genelkurmay’ın isteği üzerine yok. Verirsem, hukuk Küçük’le ilgili ve TATBİKAT dersi iddiaları araştırmak veririm. Silahlı eğitim, üzere kurulan ve atış dersleri filan’...” Turhan Bedirhan, Paşa’nın buradaki Cahit Balcı ve Yaşar ‘tatbikat’tan kastı, Ilık’tan oluşan sanırım doğal afetler ‘generaller heyeti’, sonrası kurtarma, araştırmaları yardım tatbikatı değil. sonucunda Küçük’le Askeri meselelerle ilgili bir suç unsuruna az çok ilgilenen, rastlanmadığını en rahat konumda açıkladı. Küçük ise bile olsa askerlik araştırma heyetine yapan herkes bilir ki verdiği ifadede, askeri terminolojide Abdullah Çatlı, Sami ‘tatbikat’ın anlamı çok Hoştan ve Sedat daha farklı, çok daha Her cinsten karanlık şahıs, nasıl oluyorsa, Peker gibi isimlerle derindir. Unutmadan, ‘istihbarat temini için’ Veli Küçük’ü bulup elini öpüyor... Paşa’nın bir de konuştuğunu söyledi. gazeteci/yayıncı kimliği var! Küçük, aynı Meclis Susurluk Araştırma Komisyonu’na söyleşide, “Dışarıda da işlerim var,” diyerek ifade vermeyi ise reddetti. Batı Trakya Dergisi’nin yayın kurulunun Küçük’le ilgili iddialar bununla da sınırlı başında olduğunu belirtiyor... kalmadı. Özellikle ismi ‘devlet/siyaset/mafya’ üçgeniyle ilintilendirilen birçok kişinin Telekom’da köstebek kim? yolunu Küçük’le bir şekilde buluşturan Paşa’yla ilgili bilgiler o kadar ilgi çekici iddialar sürekli gündemde oldu. Ancak belki ki, insan yazmadan edemiyor. İşte onlardan de en çok ciddiye alınması gereken ama biri daha: Küçük ve ortaklarının şirketinin, buna rağmen Paşa’nın hiç istifini bozmadığı özelleştirilmesine rağmen hala önemli bir iddia, Başbakanlık tarafından Kutlu Savaş’a bölümü kamunun sahipliğinde olan Türk hazırlatılan ‘Susurluk Raporu’nda yer aldı. Telekom’un güvenlik işleri için açılan ihaleye Savaş, raporunda, kamuoyunda ‘yeşil’ olarak katılanlardan biri olduğu basına yansımıştı. bilinen çete tetikçisi Mahmut Yıldırım’ın Danıştay saldırısının faili Alparslan Aslan’ın, telefonları olarak üç ayrı numarayı ilan etti. ilk duruşmada yaptığı, “Mustafa Yücel Burada bir kez daha vurgulamakta fayda Özbilgin’in adres ve telefon numarasını var. Söz konusu ifadeler, herhangi bir gazete Türk Telekom avukatı bir tanıdığımdan haberi, herhangi bir soyut iddia değil. TC aldım,” açıklamasının ardından sözü Başbakanlığı tarafından hazırlatılan ve edilen sözleşmeli avukatıyla ilişkisini aynı kamuoyuna dönemin Başbakanı Mesut gün kesen Türk Telekom’un güvenlik Yılmaz tarafından açıklanan ifadelerden söz ihalesinde Küçük’ün şirketine nasıl bir tavır ediyoruz. takındığını ise konuyla ilgilenen birileri yazarsa öğrenebileceğiz. Türk Telekom, Yeşil’in telefonu da onda ihale sürecinin başında bu konudaki tüm Raporun açıklanmasından birkaç sorularımıza rağmen Küçük’ün şirketinin gün sonra telefon numaralarından biri, ihaleye teklif verenler arasında olduğunu ‘Yeşil’in telefonunu kullanan meçhul kadın’ bile doğrulamaktan kaçınmıştı. haberleriyle yeniden gündeme geldi. Haberin Şimdi, Küçük’ün emekliliği, fikriyatı, kaynağı, o dönemlerde faaliyetini sürdüren fikriyatının muvazzaflığı, hakkındaki iddialar Ulusal Basın Ajansı’ydı. Ajans, Kutlu Savaş’ın ve daha fazlasıyla ilgili olarak yeniden raporunda bizzat devlet tarafından ilan düşünmeye, etrafında oluşan korku halesini edilmiş üç telefon numarasını da aramış yeniden sorgulamaya yönelten gelişmelerin ancak bir tanesinin hâlâ faal olduğu
tespitine ulaşılmıştı. ‘0 542...’ alan koduyla başlayan söz konusu telefonu açan kadına (ki kendisinin Veli Küçük’ün İstanbul’da avukatlık yapan kızı olduğu daha sonra bazı gazetelerde yer aldı) durum anlatılmasına, kullandığı telefonun bizzat Başbakanlık tarafından bir çete üyesine ait olarak ilan edildiğinin anımsatılmasına rağmen kadının arayan muhabiri ‘tehditkar’ ifadelerle karşıladığı ilgili haberlerde yer almıştı. Olayı daha sonra farklı boyutlarda takip eden ajans, o dönemde işletmesi Türk Telekom’da olan GSM operatörüne ait numaranın Veli Küçük üstüne kayıtlı olduğunu belgelemişti. Evet, Veli Küçük, Kocaeli İl Jandarma Komutanı iken fatura/belge adresini de Komutanlık olarak göstererek söz konusu numarayı üstüne kaydettirmişti. Küçük, daha sonra Giresun İl Jandarma Komutanlığı’na tayin edildiğinde de adresi bu kez Giresun Jandarma Komutanlığı’na çevirmişti. Ancak Paşa, kızının kullandığı iddia edilen telefonun, devletin resmi raporlarında çete tetikçisi Yeşil’e ait olarak gösterilmesine, üstelik konu basına gizem içeren haberlerle yansımış olmasına rağmen itiraz etmemişti. Acaba Paşa, tüm bu iddiaları hafife aldığından mı açıklama/yalanlama gereği duymuyordu. Ki bu olasılık, Paşa’nın aslında Başbakanlık’ı ciddiye almadığının da bir göstergesi noktasına denk düşmüyor mu? Yoksa acaba Paşa, tüm suçlamalara rağmen kendisinin de dahil olduğu Başbakanlık’tan bile güçlü bir kuruma mı güveniyordu? Ve yine yoksa Paşa, ‘raporda yer alan telefon numalarının nasılsa Yeşil’e ait olduğu belirtiliyor, ortaya çıkıp kafa bulandırmayayım’ diye mi düşünüyordu? Küçük’ün, Genelkurmay Başkanlığı’nın bile özel bir açıklamayla adeta doğruladığı olayla ilgili olarak bugüne kadar bir açıklamasına rastlanmaması, yukarıdakilere benzer soruları çoğaltıyor. Ama aslında bu tutum, kendiliğinden bir yanıtı da doğuruyor... Bu yanıt, herkesin aklı, vicdanı ve namusuyla vücut bulacak bir yanıt. Tüm bu iddialar ortalıkta dolaşırken Yüksek Askeri Şura’da Tuğgeneralliğe terfi eden Paşa, iddiaların, etrafına ördüğü korku halesini güçlendirdiğinin farkında olsa gerek. Nitekim, aradan yıllar geçtikten sonra yaptığı ‘Devlet istedi yaptım’, ‘Pişman değilim, yine olsa yaparım’ türü açıklamalar, yazı boyunca geliştirebildiğimiz tüm önermeleri güçlendiriyor. Üstlendiği ‘vatansever’ kimlikle boy gösterdiği alanlar, görenlerde ‘acaba yargıya olan inanç ve güveninden dolayı mı?’ sorusu uyandıran mahkeme salonlarında boy göstermesi, ‘tetikçi, maşa katillerle’ ilintilendirilen ‘efsane’si ve yaşamının son günlerini kendi deyimiyle ‘tehlike’nin kıyısında, ‘güvercin tedirginliğinde’ geçirmiş merhum Hrant Dink’te sadece ‘duruşma salonunda görülmesiyle’ oluşturduğu korku bile Küçük’ü, ismi etrafında ‘derin’ce düşünmeye değer kılıyor…
23
Ne ‘derin’i arkadaş? Bu devlet resmen sığ! Bütün ‘derin abi’ler ortalıkta. Boy verseler kelleleri açıkta kalıyor. Ne derini be arkadaş?!
D
erin devlet, son dönemde herkesin hemfikir olduğu Ramazan filmini izlemelerini tavsiye ediyorum. Filmde, gibi devletin yasal olarak yapamadığı işleri yapan hapishane yönetimi düzeni korumak için Abdurahman ya da bu işleri başkalarına yaptıran teşkilat olarak Çavuş gibi mahkumları destekler. Resmi bir sıfatı olmasa da tanımlanıyor. Yani, devlet yasal olmayan işler yaptırır. Bu işleri Abdurahman Çavuş hapishane yönetiminin adamıdır. Çavuş yaparak devlete hizmet edenler de devlet tarafından korunur. ve adamları hapishanedeki derin devlettir. Abdurahman Derin devlet kabaca budur. Yasal olmayan işler yapan bu Çavuş, yönetimden aldığı destekle mahkumları ezer, haraç teşkilatların, devletle ilişkilerinin deşifre edilememesi, gizli alır, kumar oynatır. Hapishanenin ağasıdır. Tatar Ramazan’ın olması gerekir. Fakat yasal olarak kabul edilmese de, ‘gizli’ bir deyimiyle, müdürün-gardiyanın arkasına saklanarak görüntüsü olsa da derin devlet adının hakkını veremeyerek milletin anasını ağlatır. Hâl böyleyken Tatar Ramazan çıkar hemen göze çarpar. gelir. Kendisine ağa diye hitap edenlere, ağa olmadığını Örneğin, birçok üniversitede öyle derinlik falan yoktur. isminin sadece Tatar Ramazan olduğunu söyler. Hapishane Devletin güvenlik güçleriyle ocak üyelerinin, Fetullahçıların yönetimiyle anlaşıp, Çavuş’la uzlaşıp garibanı ezmez. “Bunca ilişkileri çok açık ve zulüm haksızlık görüp de samimidir. Bilgi alışverişinde rahat yatılabilir mi? O zaman bulunurlar. Beraber takılırlar, ben de ortaya çıkarım ve kafa tokuştururlar. Öyle ki dur derim” der. Abdurahman hangisinin polis hangisinin Çavuş’a ayrıcalıklı öğrenci olduğunu anlamak davranılmasına karşı çıkar ve zorlaşır. Mehmet Ağar, derin hapishane yönetimi tarafından devletin, ‘milletin aklında, cezalandırılır. Gardiyanlara şuurunda’ olduğunu söylemişti. “Devlet adil olduğu sürece Bunlar bu şuura sahiptir ve bu güçlüdür. Hükümet adamları noktada şuursuzluk yaparak kanun çerçevesinde kaldıkları ABD işgaline, emperyalizme, sürece sözleri geçerlidir” özelleştirmelere karşı çıkanları diyerek meydan okur. sindirmek için birlikte Hapishanedeki derin devleti çalışırlar. Bu küçük çaplı derin tanımaz. devletlerde yetişenler ilerde Kurtlar vadisinin Çakır’ı MİT’in önemli şahsiyetlerinden Nuri Gündeş... daha önemli görevler alabilirler ve Polat Alemdar da Üniversitelerde yaşananları Abdurahman Çavuş’a benzer. yanlış yorumluyor olalım. Kumar oynatırlar, uyuşturucu Yaşananların düşük rütbeli işine bulaşırlar, haraç toplarlar, devlet yetkililerinin kendini devletin bekası için bizim bilmezliği olduğunu adımıza kararlar alırlar. Birisi varsayalım. Yani, hep ifade ‘çavuş’tur, diğerleri ‘reis’. edildiği gibi bunlar devletin Çavuş’un da diğerleri gibi içindeki ‘çürük yumurtalar’ devlete hizmeti vardır. Fakat olsun. Yukarılara çıktıkça Abdurahman Çavuş’un tersine durum yine değişmiyor. bunlar kahraman olarak Yukarılarda da durumun aynı gösterilir çünkü bunların olduğunu, Can Dündar’ın karşısına bir Tatar Ramazan programına katılan eski çıkmamıştır, “Ben bu düzeni MİT İstanbul Bölge Başkanı bozarım,” diyen olmamıştır. Nuri Gündeş’in açıklamaları Tatar Ramazan’ın olmadığı Yanaklarından öpülesi halk kahramanı Alaattin Çakıcı... açıkça ortaya koydu. MİT yerde Polat Alemdar kahraman bölge başkanı, devlete hizmeti varsa Alaaddin Çakıcı’yı olur. Adil olmayanların borusu öter. yanaklarından öpüyorum deyip, kendi deyimiyle Abdullah’tan Ne yazık ki bugünkü durum böyle. Tatar Ramazanlar’ın (Çatlı) bahsederken, “Ortada yangın varsa dört kova su sayısı azaldığı için Polat Alemdarlar kahraman gibi atana itiraz mı edelim?” diyerek bir de sitem etti. Türklük görünüyor. Hrant Dink suikastini gerçekleştiren Ogün şuuruyla bazı eylemler yapılabileceğini, bunların normal Samast’ın yakalandıktan sonra Samsun’da misafir edilişi olduğunu söyledi. Bu konuşmayı kaleme alan ve eleştiren sırasında gördüğü kahraman muamelesi kendisini bile Can Dündar’ın kısa bir süre sonra Alaaddin Çakıcı tarafından şaşırtmış gibiydi. Eğer yaptığından birazcık kuşku duyduysa, tehdit edildiğini eklemekte fayda var. sanırım bu muamelenin ardından kuşkuları dağılmıştır. Hrant MİT’in en önemli kademelerinde bulunmuş bir devlet Dink’e sahip çıkan onbinleri gördükten sonra, güvenleri yetkilisinin bu açıklamalarından sonra derinlerde bir devlet zedelenenlerin de Samast’ın bayrak altındaki fotoğrafını aramaya gerek var mı? Her şey apaçık ortada. Görmek için görünce güvenleri tazelenmiş olsa gerek. MİT İstanbul bölge çok da çaba harcamak geremiyor. Hrant dink cinayetinin başkanının açıklamaları ve Samsun’da yaşananlar, derin devlet son halkası Erhan Tuncel polis ve jandarma muhbiri çıkıyor. eylemlerini gerçekleştirenlerin kimden cesaret aldığını ve Bahçelievler katlimamın yapan Abdullah Çatlı ve Haluk derin devletin, aslında çok da derin olmadığını, hatta çok Kırcı’ya kırmızı pasaport veriliyor. Bunlar ilk akla gelenler. İki sığ olduğunu, boy vermeye kalkanların kellelerinin açıkta adım sonra karşımıza devletin kurumları, üst düzey yetkilileri kaldığını bir kez daha gösterdi. çıkıyor... Derinlik işte bu kadar. m İBRAHİM DEVRİM Derin devlet mekanizmasını çözmek isteyenlere Tatar
24 Kızıl atkılı, kalpaklı çılgın profesörün dediği gibi, sosyalistler, “Kemalizm’den geri gidemezler.” Chavez’in arkasından gelen sosyalist örgütler, onu aşmak ve anti-emperyalizmin ötesine geçerek burjuvaziyi mülksüzleştirmek, sosyalist bir devrim yapmak istiyorlar. Peki bunu isterken Bolivarcılıktan geri gidiyorlar mı?
YAVUZ ALOGAN
yalogan@hotmail.com
C
eşitli ülkelerden sosyalist öğrenciler Küba’nın başkenti Havana’ya gelerek ellerinde kendi ülkelerinin ulusal bayrakları olduğu halde saa toplanmışlar. Sadece Türkiye’den gelenlerin elinde bayrak yokmuş. Kendilerine sorulmuş: “Sizin ülkenizin bayrağı yok mu?” Bu öykü doğru mudur, öğrenciler bu durumu nasıl açıklamışlar, bilinmez. Ancak sosyalistlerin, yetmişli yılların ortalarından itibaren ulusal simgeler ve ülke tarihiyle ilişkileri sorunlu olmuş, özellikle 80’li yılların sonundan itibaren de tam bir yabancılaşma halini almıştır. Bunun en önemli sebebi, hiç kuşkusuz, askeri darbe dönemlerinde bu simgelerin ve karikatür haline getirilmiş tarihsel imgelerin gerek üniformalılar gerekse MHP’li ülkücüler tarafından ‘anti-komünist’ bir silah olarak aşırı biçimde kullanılmış olmasıdır. Aslında 68 gençliğinin ulusal simgeler ve tarihle önemli bir sorunu yoktu. Mustafa Kemal’in kalpaklı resmini her yere asarlar, aynı anda hem Che Guevara hem de Doğan Avcıoğlu okurlar, 10 Kasım yürüyüşlerinde Anıtkabir’in avlusunda slogan atarlar, her yere ‘Ya İstiklâl ya Ölüm!’ diye yazarlardı. 12 Mart rejimi ulusal simgelerin kullanım hakkının kimlere ait olduğunu ortaya koydu. Bir bakıma bu, 27 Mayıs darbesinin yarattığı bir yanılsamanın da sonu olmuş; o ulusalcı özlemin, ‘işçi, köylü, gençlik, asker’ ittifakının sola doğru gerçekleşemeyeceği anlaşılmıştı. Yetmişli yılların ortasından itibaren her devrimci grup kendi enternasyonalizmini buldu. Başka deyişle, Pekin, Tiran ve Moskova’nın dış siyaset aracı olarak kullandıkları çeşitli ‘enternasyonalizm’ler bir tür ulusal solculuğun yerini aldı. Merkezci akımlar ise (o zamanlar ‘orta yolcu’ denirdi) iç savaş benzeri bir ortamın en ön saflarında mücadele ettikleri için, çatıştıkları güçlerin savundukları ulusal simgelerin de karşısında yer aldılar. 12 Eylül rejimi sosyalist solun ulusalcılığa yabancılaşmasını daha da artırdı. ABD’nin yönettiği generaller, milli görüşçülere, Fetullahçılara ve her türlü gerici akıma yol verdi. Onların ulusalcılığı kaba biçimde ama ısrarla kullanılan bir propaganda malzemesinden ibaretti. ‘Türk-İslam’ sentezi cinsinden Amerikancılık, 27 Mayıs darbesiyle gelişen ‘sol ulusalcılık’ düşüncesinin tabutuna son çiviyi çaktı. Aslında bu çizgi, Özal’ın ‘kapitalist devrim’ini, Sovyet sisteminin çöküşünü, bütün bunların solda yarattığı akıl tutulmalarını kapsayacak şekilde günümüze kadar uzatılabilir. Bu süreç içinde solun kullandığı terminoloji değişmiş, yabancılaşma artmıştır.
Ulusalcılıktan utanmak!
Başka deyişle, ulusalcı renkler taşıyan bir sosyalizm anlayışı bugün artık var olmayan ‘enternasyonalizm’lere dönüşünce, günümüzde sol adına bir-iki reel politik laf cambazlığından başka söylenecek söz neredeyse kalmamıştır. Ancak Türkiye’de üç kitap okuyup, milliyetçilik/ulusalcılık/ sosyalizm/devrimci enternasyonalist bolşevizm/işçi özyönetimi/anarşist komünizm/ekolojik anarko-sendikal devrimcilik/devrimci Bolşevizm falan üzerine gayet iri laflar etmek ve fraksiyonlaşmak her zaman mümkündür. “Geldik, geldik,” diye dürtülerek uyandırılana kadar herkes rüya görmekte serbesttir. Önemli olan yolun/söylemin nereye götürdüğünü görebilmektir. Ağzı laf yapan her solcu içki masasında kendisini dinleyebilecek bir kaç kişi bulabilir ve minicik bir dergi çıkararak ‘kendisini ifade edebilir.’ Seçimlerde kendi partilerimize sadece kendimiz oy verebiliriz, her daim kendi dergilerimizi okuyarak mutlu olabiliriz. Tabiî ki sonsuza kadar değil, bir zamana kadar. Bugünün dünyasında halkın gözünde kime ‘sosyalist’ denir? Halkın nezdinde sosyalist ile PKK’lıyı birbirinden ayırt eden nedir? Adapazarı’nda Mahir Çayan’ın posterini duvara yapıştırmaya çalışan gençlerin “Apo’nun resmini asıyorlar” diye kitlesel olarak dövülmeleri ne anlama gelir? Bu kadar uzaklaşıldı mı? 1963-1972 döneminde kullanılan sosyalist söylemi 1974-1980 dönemindekiyle kıyasladığınızda, birincisinin bugünün ortamına çok daha uygun ve anlaşılabilir olduğunu göreceksiniz. TİP’in, DevGenç’in bildirilerini ve yayın organlarını, 1974’ten sonra gelişen hareketlerin yayın
malzemesiyle kıyasladığınızda ortaya şizoid bir durum çıkar. Süreklilik yoktur; acayip bir kesinti vardır; ardından sessizlik içinde ne dediği pek anlaşılamayan, daha doğrusu ayırt edilemeyen tuhaf bir şeyler gelir: emeğin Avrupası, aşkın ve şaşkın partisi, ulusal hükümet, halk sarmaşığı, yeniden devrimci mücadele, demokrat laiklik, yurtsever cephe vs.
Balkanlaşma
Aslında normal ve çoğunluğu oluşturan insanlar ulusal simgelerin içine doğarlar. Aile içinde, okulda, askerlikte, düğünlerde, mahallede, kahvehanede, sokakta, her yerde bu simgelerle karşılaşırlar. İnsanların, yaşadıkları doğal ortamlarda ‘enternasyonalist’ olmalarını, evrensel hümanizmanın ve batı tipi demokrasinin kararlı savunucuları ve gözlemcileri olarak davranmalarını bekleyemeyiz. Evet, eşitlik ve adalet isterler; yönetimin her kademesinde temsil edilmek, insanca muamele görmek isterler; hatta devrim isterler. Ve bu isteklerin hiçbirisi onların ulusal aidiyet duygusuyla çelişmez. İmparatorlukları parçalayan, etnik ulusalcılığı yükselten I. Dünya Savaşı ortamından sonra dünyada ikinci bir ulusalcılık dalgasının yükselmekte olduğunu söylemek yanlış olmaz. Birinci dalga, Avrupa’yı vurdu; Ekim Devrimi’yle, ardından Faşizm’le ve sonunda yeni bir dünya savaşıyla sonuçlandı. Bu seferki, enerji kaynakları ve iletim yollarının geçtiği bütün ülkeleri kapsayan örtülü bir paylaşım savaşının siyasetleri olarak ulus-devletlerin parçalanmasına, mezhebi ve etnik olarak ayrışmasına yol açıyor. Bugünün ulusalcılığı bu
ayrışmaya gösterilen bir tepkidir. Bu ulusalcı tepki bütün etnik ve mezhebi ayrışmaların üzerine çıkarak emperyalizme yöneltilemezse kendi içinde patlar; insanlar kendilerini bir ulus-devletin yurttaşları olarak değil, Alevi, Sünni, Türk, Kürt vb. olarak görmeye ve bu kimlikleriyle var olmaya, örgütlenmeye başlarlar. Buna siyasal literatürde ‘Balkanlaşma’ denir. Balkanlaşma eskiden bir felaket olarak görülürdü, şimdilerdeyse liberal demokrasinin bir icabı olarak görülüyor. Bunu demokrasinin bir gereği, bir insan hakları meselesi, her etnik ve mezhebi grubun kendini ifade etme özgürlüğü olarak görmek, bu konuda Batı’ya şikâyet dilekçeleri vererek ağlaşıp durmak, emperyalizmin siyasetlerini bilinçli biçimde savunmak değilse eğer, tam bir aymazlıktır. Bu yabancılaşmanın azaltılması, halkın içinden gelen tepkisel ulusalcılığın dönüştürülebilmesi için uzun bir yol kat etmek gerekecektir. Malatya’da stadyumu dolduran ve “Malatya’da doğdu/ Papayı da vurdu/ Mehmet Ali Ağça, Mehmet Ali Ağça!” diye nağmeli bir şekilde slogan atan 15-20 yaş grubundaki insanlara ne diyeceğiz? Onları, Hitler’in ‘kahverengi gömleklileri’ne benzetip, bu benzetme üzerine analojik bir faşizm teorisi bina etmek gayet kolaydır. Bir-iki kitap karıştırmak yeterli. Bu insanların, ailelerinden, öğretmenlerinden, içinde yaşadıkları kültürel ortamdan nasıl beslendiklerini düşünelim. Duydukları öeyi biz anlayamamışız, başkaları bu öeyi dönüştürmüşler. 1986’dan beri kurduğumuz partiler, ettiğimiz laflar, çıkardığımız dergiler bu genç insanlara neden ulaşamamış? Bunca çabanın hiç olmazsa bu anormal durumun karşıtını yaratması gerekmez miydi? Rakel ananın dediği gibi, o tarihte hepsi birer ‘bebek’ olan, hatta henüz doğmamış olan bu çocukları ırkçılığa ve katilliğe sürükleyen ortamlara bizler, örgütlerimizle, yayın organlarımızla neden ulaşamadık? Hrant’ın arkasından yürürken ‘Hepimiz Ermeniyiz!’ diye neden bağırdığımızı bile kimselere anlatamadık.
Kurtlarla birlikte ulumak
Tek kutuplu dünyada etnik ve mezhebi bölünmelerin bilinçli olarak kışkırtılması ve buna bir tepki olarak gelişen ulusçuluğun, sosyalistleri, hatta sol düşüncenin kendisini bile etkilememesi düşünülemez. Sosyalist solda, sınıfsal duyarlıkların zemini azaldıkça ulusal duyarlıkların artması kaçınılmazdır. Nitekim ‘yurtseverlik’, ‘bağımsızlık’, ‘antiemperyalizm’ gibi konu başlıkları beşon sene öncesine kıyasla artış gösterdi. Ancak sosyalizm söz konusu olduğunda
25 ulusçuluğun ölçülerini iyi belirlemek gerekir. Sol ulusalcılık kurtlarla birlikte, hatta onlardan daha yüksek sesle ulumak değildir. Ölçüsüzlüğün somut bir örneği İşçi Partisi’dir. Kendisini subayların ve yüksek bürokratların emeklilik dönemlerinde meşgul olacakları bir tiyatro ortamı haline getiren, liderinin neredeyse Mustafa Kemal suretinde tebdil-i vücut eylediği İP, programında açıkça belirttiği gibi, “Türkiye işçi sınıfının, köylülerin, esnaf ve zanaatkârların, kamu çalışanlarının, fikir emekçilerinin, millî sanayici ve tüccarların ortak millî iktidarı için mücadele eden öncü partidir.” Bu alıntı cümlesi her ne kadar Japon işgalinden hemen sonraki Guomindang-ÇKP ittifakını andırıyorsa da, kendi tarihsel sürekliliği içinde önemli bir kopuşu da ifade ediyor. Çin Devrimi anakronizmi, yerini katı bir 1920’ler anakronizmine bırakmış; her lafın başına ve sonuna ‘Atatürk’, ‘Amasya Tamimi’, ‘Erzurum Kongresi’ eklemeyi, kendi kadrolarını yetiştireceği yerde onların başına emekli devlet memurlarını getirmeyi gelişme/güçlenme sanıyor. Ölçüsüzlüğün en aşırı örneği ise Türk Solu Dergisi’dir. “Her Türk alışverişini mutlaka Türk’ten yapmalıdır,” diyecek kadar kendini kaybetmiş bu ekipten söz etmeye gerek yok. İspanyollar iç savaştan önce subayları darbeye kışkırtmak için onların dans ettikleri pistlere tavuk atarlarmış. Türk Solu gibi oluşumların, Kuran’a ve silaha el bastırarak kuvva-i milliye yemini ettiren emekli subayların yaptıkları bundan farklı değil.
Ulusalcılığın ölçüsü
Peki çizgiyi nereden çekmek gerekir? Çizgiyi ulus-devlet ve Kemalizm noktasından çekmek gerekir. Kızıl atkılı, kalpaklı çılgın profesörün dediği gibi, sosyalistler “Kemalizm’den geri gidemezler.” Chavez’in arkasından gelen sosyalist örgütler, onu aşmak ve anti-emperyalizmin ötesine geçerek burjuvaziyi mülksüzleştirmek, sosyalist bir devrim yapmak istiyorlar. Peki bunu isterken Bolivarcılıktan geri gidiyorlar mı? Onlar bütün Latin Amerika ulus-devletlerinin emperyalizmin karşısında yer alarak kendi kaynaklarına sahip çıkmasını, bağımsızlaşmasını istiyorlar. Meksika ve Küba da bunu istiyor. Latin Amerika’daki iktisadi yapıların parçalanmasını, sosyal hakların yeni dünya düzeninin bir icabı olarak geri alınmasını, bütün kıtanın Hıristiyan mezheplerine ve yerli etnik nüfusa göre bölünmesini, bunların her birinin özerkleştirilmesini, kendi idari birimleri ve kendi kamu hukuku olan şehir devletleri halinde bölünmesini istemiyorlar. Demokrasi değil devrim, askeri diktatörlük değil özgürlük ve tam bağımsızlık istiyorlar. Tek kutuplu bir kapitalist yeni dünya düzeni istemiyorlar. Sosyalistler için ulusalcılığın ölçüsü bu olmalıdır. Irak’taki Amerikan demokrasisini istemiyoruz. Çekoslovakya gibi barışçı biçimde, Yugoslavya gibi iç savaş yoluyla parçalanmak istemiyoruz. Dünya pazarına entegre olmuş, ancak birbirinden kopmuş, ayrı yönetimleri ve özerkliği olan, Kürtler ile Türklerin, Aleviler ile Sünnilerin, Trabzonlular ile Malatyalıların birbirine düşman olduğu, Medine Vesikası’ndan mülhem farklı medeni hukukların yürürlükte olduğu bir toplumsal hayat, ortaçağ kaleleri gibi stratejik noktaları tutmuş ABD askeri üsleri istemiyoruz. Böyle bir hayattan sosyalizm çıkmaz. O halde ulus-devlet’ten, yurttaşlık hukukundan geri gidemeyiz. Ulus-devlet’in yerini etnik/mezhebi bölge ya da şehir devletlerinin almasını, yurttaşlık hukukunun yerini müşteri sözleşmesinin almasını istemeyiz. Daha ileri gidebiliriz, ancak bu noktadan geri gidemeyiz. Ulusalcılık budur. Bunda utanılacak ne var?..
Yunanistan’da seneler evvel tepelerine çöreklenen cuntayı devirmiş olan halk, her yıl o cuntayı hatırlıyor, hatırlatıyor... Ya biz?..
Endişe duymamız gereken!.. İnsanlık ve onuru adına endişe duymamız gereken yerler ve zamanlarda devlet erki tercihini hep alışılageleni ve salt bildiğini yaparken yakalandı. Bugünkü faşizmi ve ırkçılığı, ‘negatif’ mi, ‘pozitif’ mi diye milliyetçiliğe atıflandırarak, yani kaçamak cevaplar verip sözde ‘demokrat’ gazete köşelerinin yazarları sürekli bir şeyleri kendilerine ve kurdukları para, fazişm, oligarşi üçgenindeki tezgahlara göre tornadan geçiriyorlardı,değerlendiriyorlardı. O şeylerin ileride birgün bela olup çıkacağı gün gibi aşıkarken karşımıza şimdi ‘azı karar çoğu zarar’ haline getirilip tepside sunulan şoven söylemler o günlerin mirasıdır… Bir ülke düşünün ve o ülkede kendini üstün sunan birilerini de, onlar ki size her fırsatta sloganlar eşliğinde yüklenecek. Epey bir acı ve zulüm hep aynı gerekçelerle sunulacak. Ötesi bile reva görülecek, “Vatan ve millet tehdit altındadır“ söylemi ile... Bugün Mersin’de 60’ını aşmış emekli kuvvacılara şaşırmayın. Onların masalarının üzerine koydukları silah, bayrak ve ettikleri yeminler görmek istemediğimiz ama apaçık ortada duran bir gerçekliğin hep var olan yüzünün faşizan ve ırkçı süslerle apaçık ortalığa dökülmesinden başka bir şey değildir… Ne bekliyorduk? Komşumuz Yunanistan her 17 Kasım’da cuntayı ve onun oluşturduğu faşist sarmalı kendi ekseninde kırmanın kutlamarını yapmaktadır. 17 Kasım Yunan halkı için bir öz hesaplaşma günü, meşru müdafaa devrimciliğinin tüzel halinden
çoklu bir niteliğe bürünmesidir. II. Dünya Savaşı’nda anti faşist bir cepheyi oluşturamayan ülkeler sonraki dirençlerinde hep güdük kaldılar, baskılara ve zulme karşı… Köy köy, şehir şehir Avrupa’nın yeraltına inen bir anti faşist direniş kültürü bugün yer üstündeki yapılanmalarının çizgilerini bizden çok farklı çizmektedir. Biliyor musunuz yine Atina’da G.W.Bush’un ziyareti sırasında şehrin en büyük meydanında toplanan yüzbinler G.W.Bush hakkında gıyabında bir yargılama yapabilmekte bu kendini bilmez adama halk adına! hüküm verebilmektedir. Aynı Bush İstanbul’da dolaşırken yolları hatırlayın ve nöbet tutan özel güçleri ve sessizliği… İki fotoğraf size iki ayrı şeyi söyler; Direniş ve kabulleniş. Ne kendi cuntamızdan hesap sorduk, ne de onları yaratan babalarının ziyaretlerinden. Habire bir şehrin kurtuluşunu kutluyoruz senenin belirli günlerinde ve habire bayramlarda daha büyük bayrak asmaktayız balkonlara, camlara… Daha iyi görünsün diye… Aslında göstermek değil gizlemek istediğimiz bir dirençsizlik ve kabullenişlik ızdırabının görünmemesini sağlamaktır. Bir dışa vurumudur bu ezikliğimizin, bayrakla örtülmesi gibi bir yol seçmişizdir. Pencereden içeriyi değil ruhumuzdan içerisini göstermek istememekteyiz her tören günü. Korkuların bu kadar egemen olduğu bir toplum yitirmeye ramak kaldığı devrimci güçlerini tecrite uğratarak (Yitmemesi bir garip metafor ve
olağandışı duruşudur), olabildiğince izole ederek ihtiyacı olan bir karşı duruşu bile sahiplenmeyi aklına getirmemektedir. Korkularınızın esiri oldukça size birileri silah verecek, yemin ettirecek bir insanlık suçu olan ırkçılığı ve şövenizmi körükleyecektir. Korkularınızın esiri oldukça kendi egonuzun size sunduğu şoven ve bir o kadar çaresiz kudurmalarınızla sağa sola saldıracaksınızdır. Bir gün Tayad hedeftir, öteki gün Danıştay’daki bir oda, bir başka öğleden sonra Hrant Dink’e pusuda saldırdığınız gibi... Hamaset ve hazineden geçinmek, hele bir totaliter şablonla da uyuşmakta ise vah ki o ülkenin yaşadığını zannettiği günlere, saatlere, dakikalara… İnsanın kendini korkularına, yalanlarına inandırması ağır bir hastalıktır. Üstelik hasta, o olgularsız yaşayamaz hale gelecektir. İlerlemiş safhalarındaki rahatsızlığını düşünmeye ve direnmeye çalışanların, tecritle ve izolasyonla yok edilmeye çalışıldığı dönemleri yaşıyoruz. Diğerleri şehirlerde ve sokaklarda cirit atarken,kuvva yeminleri ve yükselen (ırkçı) faşizm onlara eşlik etmektedir. Şizofrenik bir sosyal ve toplumsal yok oluşun eşiği bizi bekliyor. Ya direneceğiz ya yok olacağız. Ve bilmem farkında mısınız bir 17 Kasıma çok ihtiyacımız var. Şehirler için değil kendi kurtuluşumuz için!... m
ALİŞ DİLEGE
Mektup
26 Yahu arkadaşım, ben mi delirdim, yoksa bütün dünya benimle kafa mı yapıyor anlayamadım!
Buduncular, oduncular... BURAK SÖNMEZER
M Pek sayın ‘milliyetçi’ arkadaş, Seni iyi tanıyorum. Ne kadar hassas olduğunu öğreneli de epey oldu. Diline karşı çok hassassın. Çok hassassın ama nedense peş peşe beş tane anlamlı Türkçe cümle kurmayı beceremezsin. Gakguk makamından nağmelerdir ruhunu saran. Hrant’ın cenazesinden sonra öğrendik ki mecaz da bilmezsin. İstiare bir balık çeşididir senin için. Tecahülü arif Florya’da bir et lokantası. Tırnak işareti, oje gibi bir şey. ‘Vatandaş Türkçe konuş!’ diye esip gürlersin ama diline doladığın ‘Ya sev ya terk et’ lafını bile kendin kuramaz, tutar elin ırkçı gavurundan apartırsın. (Love it or leave it) Bayrağına karşı çok hassassın. ‘Bayrakları bayrak yapan bayrakçılardır’ diyen oyunbozana hiddetlenir, ‘Sana yan gözle bakan kuşun yuvasını bozacağım’ diye satırlar dizersin. Ama bayrağın olur olmaz bir biçimde istismar edilmesine, rantını yiyen şebeğe, şarkıcıya, dansöze gıkını çıkarmazsın. Coğrafyana karşı da çok hassassın. Kırmızı çizgilerinden başlar, ‘bir karış toprak’ edebiyatına kadar lafı uzatırsın. Ama her yıl, kaç bin karış toprağının erozyona kurban gittiği umurunda bile değildir. Hepsini geçtim. Hepsine aşinayım. Artık hiçbir şeye şaşırmıyorum. Bu ülkede yaşamanın bilgisi ve bedeli bu, biliyorum. Yine de büyük laf etmemem lazımmış. Şaşırttın beni. Geçen gün senin arabanın arka camında bir çıkartma gördüm. Kırmızı bir Türkiye haritasının altına ‘Bayrak inmez, vatan bölünmez’ yazmışsın. Amenna. Ama o da ne? Bir tuhaflık var. Var da ne? Bayrak mı hatalı yapılmış? Yooo... Hilal de yıldız da yerli yerinde. Yönleri de doğru... Herhalde benim gözümde bir şey var diye vazgeçecekken uyanıyorum. Harita ters be kardeşim! Harita tepetaklak. Sen vatanı böldürtmeyecegim derken, tutmuş ters döndürmüşsün. Gitmiş Edirne’yi Hakkari, Artvin’i Marmaris yapmışsın. Trabzon, Antalya olmuş senin hesabına göre. İnanmıyorsun değil mi? Vallahi öyle. Senin için tek tek baktım. Ankara Malatya, Kütahya Bingöl olmuş. Sinoplular artık bayramlarda Suriye’deki akrabalarını ziyarete giderken, Antakyalılar Karadeniz’de kendilerine yeni bir hayat kurarlar değil mi? Velakin ortada bir soru var. Hani yıllardır der durursun ya, ‘Kürt sorunu yoktur, Güneydoğu sorunu vardır’ diye. Ama güzel kardeşim ortada Güneydoğu kalmamış ki sorunu kalsın. Yoksa... Yoksa sorunu böyle mi çözüyorsun? Hay taş kafam. Nasıl da anlamadım! Seni hınzır seni.
m
AYDAN ÇELİK
emleketin en büyük çadır tiyatrosu İkitelli’dedir. Geniş oyuncu kadrosu ve parlak yıldızlarıyla yeni oyun başlamıştır. Devamlı matine... Hırant Dink öldürüldü ya, velvele oyunu başladı, ağlayan sızlayan, poz yapan, ahkâm kesen ne ararsan burada. En son İsmet Berkan patlattı bombayı: Kalabalık gürültülü sınıaki kısa boylu seyrek saçlı öğrenci rolünde, bağırarak parmak kaldırıyor: “Bir saniye efenim yannış anladınız, bi saniye... izah edeyim...” Ne izah edeceksin? Efenim Hırant Dink son tahlilde bir yanlış anlaşılma dolayısıyla öldürülmüş... Düşünün ki son tahlilde bu böyle, bunun daha ilk tahlili var, sondan bir evvelki tahlili var; var Allah var; bir de onları yazsa bak o zaman gör komediyi... “Otur sıfır!” diyen yok ki. Geçenlerde bizim bakkal boş boş bana baktığı halde, üzerine bastıra bastıra ve kelimelerin arasında anlamlı bir müddet bekleyip vurguyu arttırarak, “Hrant... Dink”, “Hrant... Dink” diyip duruyor. Bakınız açıkça söylüyorum. Berkan’ın tavrıyla bizim bakkalın tavrı arasında hiçbir fark yoktur. Anlamsız, boş, bırakın son tahlili ilk tahlilden bile yoksun, öylesine. Düşünebiliyor musunuz, bu adama çalıştığı kurumda, “Yahu sen ne yazıyorsun, olmamış bu, yenisini yaz getir” diyebilecek bir de merci de yok. Tabii İsmet Berkan saflıktan böyle şeyler yazmış olabilir ama bu durumu öylece bırakıp geçemeyiz. İkitelli Çadır Tiyatrosu, dikkatlice izlendiğinde her toplumsal tepkiyi arsızca bir hazır cevaplıkla soğurmaya çalışmaktadır. Berkan’ın yanlış anlama hikayesi de halihazırdaki medya söyleminin en demokratik parçasıdır. Hırant Dink’i gündeme taşıyan olaylardan bugüne kadar geçen sürede medyanın tutumunu şöyle bir gözünüzün önüne getirsenize. Dink’in Agos’ta son yazdığı yazıyı titreyen seslerle her fırsatta okuyanlar, duygusal yorumlar paralayanlar, onu mahkum ettiren yazılarını bir kere okudular mı televizyonlarında? Mahkemeleri bir düşünün, haberci denen zevat acaba neden hep Kerinçsiz ve onun salyalı ağzıyla ilgilendi? Ben size söyleyeyim, haber değeri taşıyan odur, değer verilen, Türklüğe hakaret ettirmeyen bu vatanseverlerdir de ondan. Ve bunlar ortada türlü rezaleti çıkartırken, kim ilgilenecekti ki Dink’in konuşmalarıyla? Ardından yüzbinlerin yürümesini düşünün. İkitelli Çadır Tiyatrosu hemen konuk sanatçı olarak devreye Sinan Aygün’ü soktu. Sinan Aygün IMF karşıtlığıyla isim yapmamış mıydı? Allah aşkına, hiç aklı başında bir tüccar Türkiye gibi bir ülkede İMF karşıtı olabilir mi? Yok olamaz. Bütün ekonomik hayatını IMF’ye borçlu olan Sinan Aygün başka bir şey yapıyor. Ne yapıyor diye sorarsanız esas itibariyle Babacan’a dediği gibi müsamerecilik yapıyor ve tam da bu sebepten İkitelliye konuk sanatçı
oluyor. Çadır Tiyatrosunun tecrübeli oyuncularından Mehmet Ali Birand, Sinan Aygün’ün yanına bir de BBP’li Edip Özbaş diye birini çıkarıyor. Konuşurken kafası gözü ayrı oynayan üstat, cinayette kilit rol oynayan faşist partisinin temsilcisini bir demokrasi örneği olarak oraya çıkarıyor, propaganda yaptırtıyor. Gariban Ayşe Önal’ın ne kadar cazgırlık yapsa da karşısındaki saçma sapan faşizan söylemle başa çıkamayacağını adı gibi biliyor ve saldırıları sessizce izlemekle yetiniyor. Faşist söylemi ve düzeysiz saldırıları izlenme oranlarına yansıyor. Ve medyada hakim olan tek söylemi Sinan Aygün dillendiriyor, üstelik belgelerle destekli vaziyette: “Hepimiz Hırant değiliz, hepimiz Ermeni değiliz.” İkitelli Çadır Tiyatrosunda bu bölümün son perdesinin adı ‘bilgi kirlenmesi’. Artık dosya kapatılabilir. Sen Yasin Hayal’e antisosyal, yani halk arasında bilinen biçimiyle deli ya da psikopat diyeceksin, ardından BBP ilişkisi çıkacak, direk BBP’lileri televizyonlara çıkartıp ‘demokratik’ propaganda haklarını kullandıracaksın, sonra iş MİT’e dayandığında, hop, aman biz bilgi kirlenmesine sebep olduk deyip özür dileyeceksin. Oyunun sonuç kısmını bağlamak da İsmet Berkan’a düşmüş, son tahlilde yanlış anlaşılma sonucu istenmeyen olayların ortaya çıktığını yazıyor.
Dilek ve temenniler Aslında işin en acayip kısmı burası, sayfa sayfa gazeteler, pıraym tayım tayım televizyonlar kendilerine soycu, ırkçı, Türkçü vesaire diyen faşist bir takım abuk sabuk adamların İttihatçı taklidi yeminlerini yayınlamaya başladılar. Öncelikle şunu belirteyim, bunlar, Yasin Hayal ne kadar antisosyalse o kadar gayriciddiler. Kendisine Kuvvacı diyenler, masaya silah koyup üstelik de önlerinde birer üyelik belgesiyle kameralar karşısında yemin ediyorlar: “İki gözümüz önümüze aksın kiii...” Bu işi İttihatçılar yapardı. Bu örgütlenme geleneğini Carbonari adlı İtalyan Mason örgütünden öğrenmişler ve uygulamışlardı. Ama tabii böyle cılkı çıkartılarak değil, bir savaş örgütü disiplini içinde. İttihatçıların yeminleri son derece gizli bir seremoniydi. Bu ayine katılmak da öyle kolayca başarılacak bir şey değildi. Bırakın haber olarak yayınlanmayı, ayinden katılımcılar dışında kimse haberdar olmazdı. Ama memleketin tümünde en revaçtaki iş çadır tiyatroculuğu olunca, doğası gereği en ciddi olunması gereken gizli örgüt kurma ve üye kayıt etme işi de böyle oluyor. Sağda solda balonlar, koşuşturan çocuklar, bağıra çağıra konuşan kadınlar ve hangi ruh halinde olduğu tam anlaşılamayan, “Allah canımızı alsın kiii”, diye yemin eden acayip acayip adamlar. İş öyle gayrı ciddi ki, kameraya en yakın olan yeminci şahısın kolunun altında katlı bir gazete var. Yahu ne oluyor burada diye bakmak için uğradığında, kolundan tutup yemin et demişler sanki. Oturmaya gelmemiş yani. Tabii bir işin cılkı çıkmaya görsün... Abuk sabuk yayınların etrafında bu kadar adam
nasıl toplanır merak ediyorum. Misal biri çıkıp, “Ben şamanistim,” diyor, hem de bunu dergi çıkartıp basın yayın yoluyla söylüyor ve bir kısım insan bunu ciddiye alıp dergiyi okuyor, gidip mürit oluyor. Diğeri bununla da yetinmeyip, “O da bir şey mi,” diyor, “Ben şamanın ta kendisiyim”... Nesin, nesin? Şaman... (Merabaa.) Yahu bu nasıl memleket? Bunlar nasıl faşist? Sevimli Hayalet Kespır gibi faşist olur mu yahu? Yani durum ‘kel başa şimşir tarak’ olayını çoktan aşmıştır. Düşünsenize, bu adamlar ‘Dünya Türk Olsun’ hareketi başlatıyorlar kardeşim! Yani harekete geçiyor bir kısım insan dünya Türk olsun diye. Hadi tamam diyelim ki oldu… Dünya Türk oldu! Ne olacak mesela? Belli mi? Yarın geldi Aborjinler, “Biz Türküz artık,” diye, “Selamıaleyküm, hayırlı işler,” deyip kahveye oturup okey falan mı oynayacaklar, böyle bir şey mi olacak; anlamadım ki? Bişizm geldi gelecek! Peki, bu acayiplikleri ciddiye alarak gazeteler başta olmak üzere sağda solda yazılar yazan zevata ne diyeceğiz? Diyorlar ki, bu tür grupların ortaya çıkması faşizmi güncel bir tehlike haline getiriyormuş. Bakınız güncel tehlikenin göstergesi bu gayrıciddi adamlarmış. Efendim faşizm öyle çartır uçak seferleri gibi bir şey değildir ki… Eli silah tutan yeterince adam bulunduğunda; haydi buyurun faşizm! Ayrıca buduncuylaoduncuyla olacak iş de değildir bu. Ama anlaşılan temelde başka bir sorun var. Sorun, televizyonlarında, gazetelerinde Faşist BBP’ye propaganda yaptıranların, MHP’nin masumiyetini ispatlamaya çalışanların, onlara bir türlü faşist diyememesinde. E onlar faşist değilse kim faşist? İşte sana faşist denen adamlar, buduncular, oduncular, 3-5 gayrı ciddi meczup. Diğerleri ağır başlı çok partili siyasal hayatımızın güzide partileri… Dedik ya, bu işe kalem erbapları da sahip çıkmış vaziyette. Aman bişizm geldi gelecek. Duyan da bir şey var sanacak. Yok öyle şey? Bakınız, faşizmin ne olduğunu Baba Hakkı bu sayıda bi güzel anlatıyor. Yalnız işin esas tarafını yine kaçırmamak lazım. Efendim, bu buduncu oduncu taifesi neden bu kadar ilgi çekti ona da bakmak lazımdır. Televizyonlardaki görüntüleri, taktir edersiniz ki bendeniz, kimileri gibi tüylerim diken diken olarak değil de kakara kikiri yaparak seyrettim. Bunları tanıtan yazılardan da yukarda anlaşıldığı üzere pek keyif aldım. Bu adamlardan korkanları da hâlâ anlamış değilim. Yahu koskoca BBP, koskoca MHP varken, bunlardan korkmak, yani tekirden kaçarken Felis Leo’ya doğru koşmaya benziyor. Bakın ilginç bir şey diyeyim, bu gayrı ciddi adamların bir kısmı ev ev dolaşarak dertlerini anlatmaya böylece sempati toplamaya çalışıyorlarmış. Bu bile başlı başına korkunun boşa olduğunu gösteren bir delil aslında. Hatta insanlar bu işi yapanları kapıdan bile kovabiliyorlarmış. Ben derim ki, kapınıza, “Bi dakka izah edecem” diye dayanan bir Ülkü Ocağı reisini düşünün. O zaman Hanyayı Konyayı anlarsınız. Düşünsenize Yasin Hayal ve ekibi kapıya gelmiş size mevzuları anlatacak! Bekliyorlar kapıda!..
27
E
fendim sayın Atlan Öymen Beyefendinin yazısını okudum, artık hiç kuşkum kalmadı. Evet, ilan ediyorum benim oyum CHP’ye. Bendeniz, anlaşılmıştır herhalde, karmaşayı seven bir kişilik sahibiyim. Lisede matematik öğretmenimiz, “Proplem karşısında öğrenci bocalayacak,” derdi, “Yoksa gelişemez.” Bakınız ben de CHP karşısında bocalamaya başladığımdan, demek ki gelişiyorum. Bir kere eskiden altı olan ok sayısı birden onikiye çıkmış mesela. 6’dan 7’ye 8’e çıksa hani takip edebileceğiz de, kafadan 12’ye çıktığında ipin ucu kaçıyor, bocalama oluyor. Eskiden rahattı… Ok sayısı belli, ne olduğu belli: Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik, Devrimcilik (ya da inkılapçılık). Burada bir önem sırası var mıdır, hep düşünmüşümdür ama şimdi daha bunu tam çözemeden Özgürlük, Eşitlik, Dayanışma, Emeğin üstünlüğü ve bütünlüğü, Gelişmenin bütünlüğü ve etkinliği, Demokratikleşme diye 6 tane daha eklenmiş vaziyette. E bir de bunlara 301’cilik, Musul-Kerkükçülük ve Amerikancılığı da eklerseniz… Matematikten kaldık valla sınıfta. Efendim karmaşa burada bitmiyor. Bunlar ilkeler düzeyinde… Bir de bunun pratik politikaları var... Misal Deniz Beyefendi CHP’yi ele geçirir geçirmez genel bir AB’ci sosyal demokrat çizgiye oturmuştu. Hatırlayın, o zamanlar kamu emekçileriyle kol kola, yakışıklı ve saçı asla dökülmeyecekmiş gibi bir portre çizmekteydi. Sonra ilk seçim hüsranıyla, herhalde, -kamu emekçisi-memekçisiburadan iş çıkmayacak diye düşündü,
ortaya bir Anadoluculuk çıkarıverdi. Mevlana’dan Yunus’tan bahsedip politikacıdan çok bir aşık havasına büründü. Nedir yani demiştim, CHP parlamento grubu mu kuracak, yoksa Türk Halk Müziği Korosu mu? Deniz Baykal hızlı adam, bir zaman geçti, hop bu sefer AKP’ye karşı sağ sol ayrımı yapmadan herkesi partisine davet etti. Tabi buna kimse kulak asmayınca, e boş mu duracak, “Sağcılar gelmiyorsa,” dedi herhalde, “Ben sağa giderim”… Şimdi bir arkadaş diyor ki, sol gösterip sağ vuruyor CHP. Yok canım sen de… CHP’nin göstereceği bir sol kaldı mı ki? Gerçekten öyle tabii, misal bu okların sayısının fazlalaştığına bakmayın siz. Esas onların boyları önemli. Sayı artıyor boy kısalıyor… Atlan Öymen yazmış, CHP, oklarından biri olan devrimcilikten, “sosyal demokrat kimliği doğrultusunda sürekli bir yenileşmenin takipçisi olmayı” anlıyormuş. Yani bu yenilikler ne mesela, bende yine kafa karışıklığı oluyor. Yenilikten Nano teknolojideki gelişmeler mi anlaşılıyor, yoksa, işgalde yenilik, ‘misak-ı milli’de yenilik falan gibi şeyler mi? Zira malum, Baykal son dönemde Kuzey Irakla yatıp Kerkük’le kalkıyor. Takmıyorum ama ben öyle 301’miş, milliyetçilikmiş falan. Atlan Öymen’in dediği gibi tartışmalı konulara bakmayalım, geçelim. Zaten kendisi de 301 tartışmasına pek bir anlam veremiyormuş. Ben de Öymen gibi işin bütününe bakıyorum. Ne takacam detaylara. Seçimde verecem oyumu CHP’ye! Siz sağ, ben selamet!.. m
İllüstrasyon: Aydan Çelik
Ne sandınız? Oyum CHP’ye tabii!
BURAK SÖNMEZER
-‘Kürt nüfus artışı durdurulsun!’ -‘Olur abicim, hemen!..’
H
erkes kendine göre bir ‘milliyetçilik’ tanımı geliştiriyor ve ortaya tuhaf bir çeşitlilik çıkıyor. ‘Pozitif’inden tutun da kafataslarına kadar uzanan geniş bir ‘milliyetçilik’ yelpazesi… İşte bu karmaşa içine bir acayip ekip daha eklendi; adı Türkçü Toplumcu Buduncu Derneği. Bir de bunların organize ettiği Türkçü Toplumcu Buduncu Üstün İnsan Platformu diye bir şey var. Bir süre önce merkezi İzmir/Alsancak’ta bulunan dernek tüyler ürperten mi desem, hepimizle kafa yaptıkları izlenimi uyandıran mı desem, bir eylem yaptı. “Kürt nüfus arıtışı durdurulsun” pankartı açıp Nazi sembolleriyle, güzel güzel İzmir’in göbeğinde yayın yaptılar. Eyleme İzmir’de neredeyse sessiz kalındı, çevreden kimse tepki göstermedi. Bu tuhaf grup ile ilgili olarak kesin bilgilere ulaşılamasa da internet sayfalarında pek çok bilgiye ulaşmak mümkün. Kısaca şöyle: İzmir’de bina, köprü ve kavşaklara ‘D.T.O - Dünya Türk Olsun’, ‘Türkiye Türklerindir. Buduncular’, ‘Diyarbakır’da DEHAP varsa İzmir’de Buduncular var’ gibi
yazılar yazan grup bir internet sitesine gönderdiği yazıda: ‘Nazici ve faşist’ olmadıklarını, başbuğlarının ‘Atatürk’, idollerinin ‘Atsız Ata’, yollarının da ‘Turan yolu’ olduğunu belirtiyor. Buduncular grubunun, Cenk Tozkoparan (39) öncülüğünde oluşturulan bir çekirdek grup oldukları ve Türkiye genelinde
(İzmir başta olmak üzere Ankara, İstanbul, Bursa, Trabzon ve çevre iller) örgütlendikleri söyleniyor. Bir çeşit Atatürkçülük, milliyetçilik ve Turancılık kokteyli olan grubun amacının ise dünyada Türkler’in sayısını çoğaltmak olduğu açıklanıyor. ‘Göz kamaştırıcı’ bir partileşme sürecini başlattıklarını
açıklayan derneğin Genel Başkanı Cenk Tozkoparan’ın yılbaşı mesajı, “Sayın Irktaşlarım” seslenişiyle başlıyor. Benim tartışmak istediğim yaklaşık iki yıldır, İzmir’de köprü, kavşak v.b yerlerde görülen bu yazılar hakkında nasıl olup da işlem yapılmadığıdır. İşçilerin en ufak hak arama eyleminin tepesine binen kolluk kuvvetleri, açıkça ırkçı-faşist bir örgütlenme yürüten bu dernekle ilgili niye kılını kıpırdatmıyor? Bizim gibi ülkelerde ‘milliyetçilik’ sistemin kullandığı en verimli araçlardan biri. Böylece asıl tartışılması ve hedef alınması gereken kapitalist sistem ve onun sonuçları gözden kaçırılıyor. Yığınların gözüne ‘milli’ bir perde indiriliyor. Bu yığının içinde önemli bir dinamik olan genç (genç-eğitimli-işsiz, gençeğitimsiz-işsiz) nüfusa sahip olan ülkelerde hiçbir sorun sınıfsal bağlamda değerlendirilemiyor, çözülüş hızlanıyor. Zira ‘sınıf’ kavramı çoğu zaman ‘1. sınıf’ uçak bileti alma arzusuna tıkıştırılıyor… m
KEZBAN KARABOĞA
28 Gazi Mahallesi’ndeki Alevi-Kürt gerginliğine taraf olan Aleviler kendilerini hümanist bir inanç geleneğinde tahayyül ederek ‘iyi milliyetçilik’ anlayışlarını söylem düzyninde üretirken, göçle mahallede sayıları artan Kürt nüfusu ‘öteki’ kategorisine dahil ediyor.
‘Biz bize benzeriz...’ C
umhuriyet ideolojisinin ürettiği ‘Biz bize benzeriz’ ifadesi, Türkiye toplumunun özgüllüğünü vurgulayan bir slogan olarak uzun süre politik literatürde yer edinmişti. Anlatılmak istenen, alternatif düzen taleplerinin ( kapitalist – liberal blok ve sosyalist blok) ve giderek demokratik değişim yönündeki gelişmelerin Türkiye’de hayat bulma şansının olmadığıydı. Türkiye’deki mevcut toplumsal ve kültürel yapının nevi şahsına münhasır bir yapıda olduğu ve bundan ötürüde başka herhangi bir ülkenin somut koşulları ile kıyaslanamayacağı ileri sürülmekteydi. Böylelikle kökü Batı’da bulunan eşitlik, insan hakları, çoğulcu siyasal yaşam gibi demokratik talepler toplumun yapısına uymadığı gerekçesiyle hasıraltı edilmiş oluyordu. Aslında düşlenen, toplumsal mühendislik hevesiyle, sınıfsız, etnik ve kültürel farklılıkların bir potada yadsınmak üzere eritildiği bir toplumun kurulmasıydı. Bu söylemin güncelliğini sürekli koruduğuna son dönemde artmakta olan Milliyetçilik tartışmaları bağlamında da tanık olmaktayız. Kimi yazarlar, politikacılar ve bürokratlar Türk milliyetçiliğinin ırkçılıkla bağdaşmayacağını söylerken de bu söylemi yeniden üretiyor. Batıda üretilen ırkçılığın, etnik ayrımcılığa dayandığı ve bu sebepten ötürü dışlayıcı olduğuna örnek olarak Nazizmin anti-semitizmi ve İtalyan tipi faşizmi gösterilir. Ama milliyetçilik üzerine yapılan çalışmaların gösterdiği gibi bu ikili ayrım: yani bir yanda ahlaki ve savunulabilir olan Milliyetçilik diğer yanda da gayri ahlaki ve savunulamaz olan Milliyetçilik (ırkçılık), pratikte işlememektedir. Çünkü tüm milliyetçilik biçimleri homojen bir toplum yaratma çabasındadır. Bu homojen toplumda farklılıklar engel olarak görülür. Yine bir başka kavranmış gibi algılanan ulusalcılık da aynı homojenleştirme çabasını güder. Ulusalcılığın antiemperyalizmi gizli bir yabancı düşmanlığıdır. Devletçiliği, planlamacılıktan ibaret sayar. Atatürkçülüğü, kişi kültünün bir ifadesidir. Toplumculuğu ise totaliterizme öykünmek üzerine iş görür. Her ikisi de ‘Milliyetçilik ve Ulusalcılık’ kendisini ebedi kategoriler olarak sunar. Bu suretle 150 yıllık bir Türk kimliği tasarımı kendine milat olarak 1071 Malazgirt Zaferi’ni seçer. Buna benzer biçimde Milliyetçilikle beraber düşüne geldiğimiz devlet, ordu gibi kavramlar da tarihte her zaman var olan ve bundan sonrada var olacak olan kavramlar değillerdir. Ama her biri tarihin özgül bir anında icat edildikten sonra kendini tarihte kadim zamanlardan bu yana var olagelmiş gibi gösterir. Milliyetçilikler biz ve öteki ayrımına dayanır. Öteki imgesinde ‘biz algısına’ karşıtlık kuran her şey vardır. Öteki biz ne değilsek o’dur. Mersin’deki Ulusalcı gurupların artan suç olaylarında ‘Türk çocukları suç işlemez bunu yapan Kürtlerdir’ demeleri gibi. Mersin özelinde ulusalcılığın yarattığı tartışma bize göstermiştir ki böyle bir zihniyet
bizi bir yere götürmeyecektir. Her şeyden önce bundan kurtulup gerginliğe neden olan şeylerdeki kendi sorumluluğumuz hesaba katmalıyız. Bu gerginliğin bir cephesini oluşturan Alevi kesimi ‘iyi milliyetçiliği’ni bir daha düşünmelidir. Bu gerginlik, Alevilerin kendi kimlik algısında bir dönüşümü işaret eder gibidir. Milliyetçiliklerin birbirlerinden beslendiklerini biliyoruz. Zira bu kimlik uzunca bir süre kendisini maruz kaldığı kültürel ve dinsel ayrımcılıkla kurgularken bugün ‘öteki’leştirdiği Kürt imgesi ile düşünmektedir. Tabii burada bir mezhepsel kategori olarak Aleviliğin kendini bir etnik kategori olarak Kürtlerle karşılaştırmasının garipliği ortadadır. Çünkü kendini ‘Kürt’ olarak tanımlayan Alevilerde söz konusu olduğundan kafa karışıklığı sürgit artmaktadır.
ırkçılığa dönüşür. Keza Ulusalcı derneklerin oluşturduğu ‘vatan haini’ listeleri Nazizmin tüm Yahudileri ortadan kaldırmak için uyguladıkları soykırımın planı olan ‘ nihai çözüm’ünü hatırlatıyor. Bu anlayışla Hrant Dink cinayetine Türk Milliyetçiliğinin mikro çaptaki ‘nihai çözümü’ de denilebilir. Şöyle ki; nihai çözüm topyekun yok etme fikri üzerine dayanır. İster bir kişi olsun, ister bir milyon kişi. Burada nicelikten ziyade niteliğe ilişkin bir akıl yürütme söz konusudur. ‘İyi’ milliyetçilik olur mu? Taha Parla‘nın bir yazısında belirttiği gibi iyi milliyetçiliğin aslında yavaş yavaş işleyen, kümülatif (katlanmış) bir etnik temizlik ideolojisi işlevi görebileceği olasılığı vardır. Son birkaç yılda ülke genelindeki gelişmelerde bunun izlerini görebiliriz. Basitçe algılanabilecek haliyle ‘basın ve yayın’ alanındaki bir dizi gelişmeler: Çok değil 1–2 yıl önce Hitler’in Kavgam’ı best-seller oldu, Çılgın Türkler baskı üstüne baskı yaparak çok sattı ve hatta bazı belediyelerin halka bedava dağıttığına tanık olduk. Bir de işin TV kısmı var. Kurtlar Vadisi reyting yapan bir diziydi. Sonra ‘çuval olayı’nın intikamını alan sinema filmi oldu. Popüler kültürdeki bu gelişmeler sıradan insanın dünyasında yarattığı dönüşümle ulusalcılık adını alan belli bir tipteki milliyetçiliği popülerize etti. Bu tipteki milliyetçilik daha önce marjinal düzeyde kalmış milliyetçilikten farklı olarak geneli oluşturan sıradan insanı hedef aldı. Yine bu tipteki milliyetçiliğin gündelik hayatta görünen etkisinden de söz edilebilir. Linç pratiğinin sıradanlaşması örneği uzunca bir süre dikkatlerden kaçtı. Örneğin Gazi Mahallesi davasının Trabzon’a verilmesi oldukça manidardı. Bu ilişki daha önce söylendiğinde ciddiye alınmayacakken bu gün kimsenin karşı çıkamayacağı bir şey haline geldi. Üstelik bunun ardından davayı takip eden insanların Trabzon’da maruz kaldığı linç uygulaması kimsenin umursamadığı bir şeyken, bir rahibin öldürülmesi ve Dink
cinayeti ile Trabzon birden farkına varılan bir şehir oldu. Dün davayı takip eden insanların uğradıkları lince sessiz kalanlar bugün Trabzon’u mercek altına aldıklarında yeni bir şey keşfedeceklerini düşündükçe aynı aymazlığı devam ettirmekten başka bir şey yapmayacaklardır. Peki, ülke genelindeki bu büyük resmin içinde, milliyetçilikle ve onunla ilişkili kavramları düşündüğümüzde Gazi Mahallesi nasıl bir yer edinmiştir. Bunun tespiti için öncelikle mahallenin değişim geçiren kültürel dokusuna göz atmak yerinde olacaktır. Gazi Mahallesi örneğini incelemek oldukça öğretici bir deneyim kazandıracaktır. Zira tüm milliyetçilik biçimlerinin nasıl da irrasyonel, akıldışı bir temele dayandığı ve patolojik bir hal alabileceği bu örnek üzerinden görünür kılınacaktır. Son yıllarda mahallenin demografik yapısında göçle ortaya çıkan bir değişim gözlenmektedir. İlk birkaç kuşak Alevi yerleşimcilerden farklı olarak göç edenlerin büyük bir çoğunluğunu Kürtler oluşturmaktadır. İlk göze çarpan şey, pek çok yerde de yapıla geldiği üzere, göç edenlerle, arttığı iddia edilen suç arasında kurulan temelsiz ilişkinin varlığıdır. Yazımızın başında dile getirdiğimiz ‘ biz bize benzeriz’ biçimindeki başını kuma gömen deve kuşu duyarsızlığı burada da karşımıza çıkıyor. Aylık bir dergide de kapak konusu olan Alevi-Kürt gerginliği mahalledeki sıradan insanı da çekim etkisi altına alıyor. Burada bir itirazımızı dillendirmeliyiz: Bu gerginliği dışarıdan ithal edilen bir olgu olarak değerlendirmek tam da eleştirmek istediğimiz noktadır. Böylesi bir bakış sorumluluk almayı kendine yabancı sayar. Burada yaşayan insanlar olarak sanki bu gerginlikte hiçbirimizin payı yokmuş gibi. Bu söylem biçimi Dink cinayetinin ardından gazetelerin manşetlerinde epeyce bir yer edindi. Kötü insanlardan oluşan ‘dış mihraklar’ biz iyi insanların ‘barışçıl yaşamını’ bozmak istiyormuş gibi. İşte bu deve kuşu aymazlığı
Sivaslı mı, Şırnaklı mı? Gerginliğe taraf olan Aleviler kendilerini hümanist bir inanç geleneğinde tahayyül ederek kendi ‘iyi milliyetçilik’ anlayışlarını söylem düzeyinde üretirken, göçle mahallede sayıları artan Kürt nüfusunu öteki kategorisine dahil etmektedirler. Örneğin hırsızlık ve gasp olaylarından Kürtler sorumlu tutulurlar. Eğer içlerinde apartmanlarda yaşayanlar varsa, şehirli yaşam kültürüne uymamakla itham edilirler. Yukarıda yazdığımız gibi kümülatif olarak aratan milliyetçilik, ırkçılığı meydana getiren kaynağı besler. İyi ve kötü diye iki ayrı milliyetçilik biçimi yoktur. Milliyetçilikler kaba ayrımlarla iş görür. Mesela kavgaya dönüşen gerginliklerde bütün Kürtler Şırnaklı diye adlandırılır. Öyle ki bunun adı bile konmuştur: Sivaslı – Şırnaklı sürtüşmesi. Milliyetçiliğin neden kolaylıkla popülerize olabildiğine dair ortaya atılabilecek sorunun yanıtı galiba burada gizlidir. Çünkü kaba ayrımlar vardır, çünkü bu şekilde dünyayı anlamanın daha kolaylaştığı yanılsaması üretilir. Örneğin Dink’in katilinin Dink’in tek yazısını dahi okumadan onu öldürmeye götüren neden yine bu kaba ayrımdan beslenmiştir. O bir Ermeni’ydi. Yani biz olmayan ve belki de sadece bu sebepten ötürü öldürülecek olan. Biz iyi isek kötülük nereden geliyor olabilir: ‘Öteki’ diye karşımıza aldığımızdan. Söz konusu Alevi-Kürt gerginliğinin büyük oranda sınıfsal bir karakteri olduğunu iddia edebiliriz. Aslında söz konusu olan sınıfsal karakterdeki bir durumun kendini kültürel düzeyde yansıtmasıdır. Son birkaç kuşaktır yerleşik hale gelmiş Aleviler, kendilerini orta sınıfa ait hissetmekle, unutmak istedikleri kendi geçmişlerinin ayna imgesi olan Kürtleri karşılarında bulmuşlardır. Statü, tüketim alışkanlıkları ve zenginliğe ilişkin kodlar sınıfsal bir karakteri imlerken, onun bilinçte yeniden üretilmesi kendini kültürel ayrımcılıkta göstermiştir…
m
ÖTEKİ Kültür Merkezi - Gazi
29
Ihlamurlar altında Bizim mahallede ıhlamur falan yok ama olsun!.. 4x4 cip çok...
T
elevizyondaki dizileri takip edenler bilir malum kanaldaki diziyi; adı Ihlamurlar Altında, nostaljiden dem vuruyor… Fakir erkek -sonradan palazlandıkça palazlandı ya neyse-, zengin kız ve çetrefilli sevda masalları… Sağ olsunlar, bizim de derdimiz buydu! Ama söylemek lazım olursa, bu kadar aymaz olunur… Neyse, mesele bu değil… Dizinin esas oğlanı Yılmaz ve geldiği yer meselemiz. Yılmaz gözü kara, dürüst, sözün özü ‘adam gibi adam’ işte. Dikkat edin, bütün adam gibi adam ve ak süt misali kızlar hep yoksul mahallelerden çıkıyor; sonra bir ‘sınıf atlama’lar ki sormayın! Birileri günah çıkarıyor herhalde… Kusura kalmayın, lakin insanın sorası geliyor, madem ‘kenar mahalle’den iş işliyorsunuz, o zaman biraz da gerçekçi olun… Nasıl mı? ‘Kenar mahalle’ işte! Bilmeyenler için söyleyelim, dizi bizim mahallemizde, Gazi Mahallesi’nde çekiliyor. Burası neresi mi? Azzz sonra! Bu mahalle artık gecekondu mahallesi kimliğini kaybediyor; mahalle merkezi tepeleme apartman, merkezin dışındaki bölgelerde daha ziyade gecekondular var; bunlar da büyük oranda 90’lı yıllarda yapılanlar… Ihlamurlar altında sevda masalları iyi, hoş da, hani, nerede bu gecekondulardaki insanların sorunları? O ‘şirin’ gecekondularda yaşayan ve insan olmanın onuru kendilerine çok görülen insanlar nerede? Sustuklarında gururlu ve vatandaş, konuştuklarında bölücü ve terörist olan halkın açmazları nerede? Kolaysa çıksa ya Yılmaz gibi civan mert bir delikanlı televizyona, anlatsa bu mahalledeki zulmü. Elbette bu mahallede avazı çıktığı kadar sesini yükseltenler de var; cezaevlerinde bedenleri ya da dışarıda beyinleri çürüyor
memleket meselesine… Her daim hazır bekliyor demir ökçeliler onları... Esas oğlan Yılmaz gibi halk otobüslerinden 4x4 ciplere değil de, onun yerine cenaze araçlarına biniyorlar; sınıf atlayamıyor öyle kimse, ortalama düş kurma yasağı ile ırgat misali koşturuluyorlar atölye tezgahlarında; ya da ‘steril’ ortamlarda ofis boy olarak ‘kullanılıyorlar’. O zaman yazalım dedik biz de, gerçek mahalleleri ve o mahalle insanlarının gerçek açmazlarını anlatalım işte size… Esas oğlan Yılmaz’ın içinden çıktığı mahalle, Gazi Mahallesi...
Ötelenmiş bir yer
Mart 1995’teki olayların tersinden künyesine işlendiği -toplumsal önyargıların tavan yapması, ‘devlet düşmanlığı’, ‘savaş alanı’ tanımlamaları- ve gerçekçi olmayan bir payenin legal ve illegal muhataplarınca kendisine dikte edildiği bir yer Gazi Mahallesi. Evet toplumsal kutuplaşmadan payını alan ve sosyalist yapılanmanın yoğun olduğu bir yer; ve bunda mahalle nüfusunun büyük çoğunluğunun solun ‘derman’ı Alevi inancından geliyor olması ve mahallenin kuruluşundan bu yana tüm toplumsal reflekslerde sol inisiyatiflerin öne çıkması önemli rol oynuyor… 1970’li yılların sonunda iki-üç gecekondu ve Atatürk Çiliği ismi ile başlayan mahallenin geçmişi kısa zamanda orta Anadolu’dan gelen göç ile artıyor; 90’lı yılların sonunda mahalle dört muhtarlığa ayrılıyor; şu an nüfusu resmi kayıtlara göre 140 bin civarında. Tabii ki bu ‘kayıtlı’ nüfus. Mahallede yerel yönetimin tek muhatabı muhtarlıklar gibi gözüküyor; bunun sebebi mahallenin nüfusuna bağlı olarak yeterli önem ve önceliği almaması
12 Mart 1995 akşamı Gazi Mahallesi’ndeki üç kahvehane ve bir işyeri ‘kimliği belirsiz kişilerce’ bir taksiden otomatik silahlarla tarandı. Saldırılar sonucu Halil Kaya adlı bir vatandaş hayatını kaybederken, beşi ağır 25 kişi yaralandı. Saldırganlar olay yerinden uzaklaştıktan sonra gasp ettikleri taksinin şoförünü öldürdükleri ve taksiyi ateşe vererek
ve mahalle sakinlerinin genel itibarıyla devlet kurumlarındaki genel önyargıya ve ayrımcılığa gösterdikleri tepkide yatıyor; muhtarlıkların her alanda öne çıkması çarpıcı bir durum olarak dikkat çekiyor. Gazi mahallesinin etnik yapısında bir çok bileşen mevcut lakin bunların genel duruşları ya apolitik, ya da pasif anlamda siyasal rey olmaları ile sınırlı daha ziyade Alevi inancı taşıyan kesimin ve son dönemde Doğu’dan göç ile yoğunlaşan Kürt kökenli nüfusun tam da siyasallaştırılmalarını görmek mümkün; lakin bu bileşenler sınıfsal anlamda bir birliktelik için paralel hareket etmektense, ‘senlik-benlik’ çatışkısına düşüyor. Mahalle genel sorunları ile İstanbul’un ‘ötelenmiş’ diğer semtleri ile ortaklaşıyor… Temel alt yapı sorunları, eğitimde aşırı yüklenme, Doğu’dan almaya başladığı ve hâlâ yoğun olarak devam eden göç -önemle altını çizmek gerekli; bu göç ekonomik nedenlerden ziyade, daha güçlü yönü ile toplumsal bir sürgüne dönüşüyor- ve toplumsal deformasyonun neticesinde artan hırsızlık ve gasp olayları, uyuşturucunun sokağa inmesi, çeteleşme -burada
potansiyeli oluşturanlar özellikle 15 - 20 yaş grubu gençler ve önemli bir bölümü sağlıklı sosyal ilişkilerden mahrum yetişiyor- bu sorunlardan bazıları… Sosyo-ekonomik tabanda mahalle bir işçi mahallesi lakin küçük burjuva yaşam tarzının boyunduruğu boyunlarına dolanmış orta ölçekte bir taban da mevcut. Uzun yılların sosyalist düşünce ve deneyimlerinin, işçi sınıfının gelişimindeki kifayetsizliği dikkat çekici. Tabii ki bunda sistemin mahallede meşrulaştırdığı sert müdahaleleri ve psikolojik baskısı da belirleyici . İşçi sınıfı -bunu büyük oranda tekstil işçileri oluşturuyor- sınıfsal dayanışma ve birliktelik duygusundan yoksun olarak tarihin neresinde durduğunu bilmeden, sosyal kazanımlar, birliktelik gibi hayati olgulardan uzak, kısır döngüsel bir seyir izliyor. Esasında gerçek dışı düşünmek daha kolay ama ne yazık ki tablo bu; her ne kadar şartlar ve bedel ağır olsa da… Elbette Gazi Mahallesi’nde güzel şeyler de var. Hem de çok güzel... Onları ileride anlatacağız… m
ÖTEKİ Kültür Merkezi - Gazi
kaçtıkları anlaşıldı. Olayların ardından halk toplanmaya başladı, emniyet kuvvetleri olaya geç müdahale ettiği için polis karakoluna yüründü. Polis halka ateş açtı; kalabalıktan Mehmet Gündüz hayatını kaybetti, birçok kişi de yaralandı. 13 Mart günü halk tekrar polis karakoluna yürüyüşe geçti; bu kez de özel timler halkın üzerine hedef gözeterek ateş açtı. Çatışmalar sonunda 15 kişi hayatını kaybetti, birçok kişi yaralandı. Aynı gün İstanbul valiliği Gazi Mahallesi ile iki mahallede daha sokağa çıkma yasağı ilan etti. Gazi mahallesi’ne giriş ve çıkışlar polis kontrolüne alındı. 14 Mart’ta, Gazi Mahallesi’nde konan sokağa çıkma yasağına rağmen olayların bir türlü yatıştırılamaması üzerine bölgeye askeri birlikler sevk edildi. Gene aynı gün Ankara Kızılay Meydanı’nda çıkan olaylarda 36 kişi yaralandı. 15 Mart’ta olaylar Ümraniye’ye sıçradı. 1 Mayıs Mahallesi’nde de beş kişinin ölmesi ve 20’den fazla kişinin yaralanması üzerine bu bölgede de sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Olaylardan sonra yapılan otopsi sonucu ölen 17 kişiden yedisinin –kayıtlı- polis mermisiyle hayatını kaybettiği belirlendi. Gaziosmanpaşa savcılığı’nın olayla ilgili fezlekesiyle Eyüp cumhuriyet başsavcılığı, 20 polis hakkında “müdafaa ve zaruret sınırını aşarak faili belli olmayacak şekilde adam öldürmek” iddiasıyla dava açtı. Duruşmalar ‘emniyet’ gerekçesiyle Trabzon’a alındı ve tahmin edilebileceği üzere, hiçbir netice alınamadı. İki polis memuruna verilen göstermelik cezalar ‘ertelendi’...
Ve katliamlar arasında...
30 Peki, Türkiye’den Lübnan Hizbullah’ına baktığımızda, liberal burjuva ideolojisinin yaptığı gibi irtica peşinde bir hareket mi, yoksa siyaseti halk için dönüştürmeye çalışan, İsrail ve ABD emperyalizmi karşısında duran bir hareket mi göreceğiz?..
Lübnan’da sınıf savaşları
G
eçtiğimiz yaz yaşanan Hizbullahİsrail savaşı, Ortadoğu ve özellikle Arap ülkelerinin gündemine damgasını vurmuştu. Savaşın üzerinden geçen iki mevsim içinde, Lübnan’ın iç siyasetinde Suriye-İsrail, Amerikaİran etkisinin fiziksel olarak azalması, ideolojileri, dinleri ve sınıfları karıştırıp, çalkalayıp, tekrar karşı karşıya getirdi. Hizbullah’ı, vatanı savunduğu için neredeyse tek yumruk olarak destekleyen Lübnan halkı, Hariri’nin suikastı hakkında teklif edilen uluslararası mahkeme yerine, erken seçim ve daha çok sandalye istemesi üzerine sorgulamaya başladı. Bu sorgulamayla Beyrut’un şehir merkezine yakın, refah Hamra semtinde karşılaştım. Fakat önemli olan Hizbullah’a yöneltilen eleştirin içeriği, zamanlaması ve ‘mekânın ideolojisi’ydi. Lübnan’daki güncel sorunun başlangıcı Hariri’nin suikastı hakkında kurulması talep edilen mahkemeye Hizbullah’ın destek vermemesi, bunun yerine yeni bir seçim ve daha fazla sandalye talebiyle hükümete baskı yapmasıydı. Hizbullah’ın mahkemeden ‘kaçması’ ve daha fazla iktidar talep etmesi, Hariri’yi destekleyenler arasında iki yoruma sebep oldu: Birincisi, “Hizbullah Hariri’nin ölümünü hafife alıyor ve mahkemeyi kabul etmeyerek bu işte ortaklık iması vermeye çalışıyor”; ikincisi, “Hizbullah iktidar aracılığıyla artık Allah’ın Partisi olma yolunda, şeriatı getirmeyi hedefliyor...” Beyrut’un Hıristiyan nüfusu yoğunlukta olan, Nişantaşı’na benzer alışveriş dükkânlarının bulunduğu zengin Hamra semtinde, Hizbullah’ın İsrail’e karşı kazandığı zaferin etkisinin artık geçtiğini, hep İsrail’e karşı savaşmak istemediklerini, bunun yerine barışı tercih ettiklerini söyleyen insanları dinleyebiliyorsunuz. Şeriat isteyen ve Lübnan ordusundan daha fazla silaha sahip olduğunu söyledikleri Hizbullah’tan çekinen orta ve üst sınıf Lübnanlılar, yeni bir iç savaşın yanı sıra, Beyrut merkezinde kamp kuran protestocuların verdiği maddi zararı da dile getirmeden duramıyor. Beyrut’un bu zengin sakinlerinin, Paris’te para dilenen hükümetlerini protesto eden Hizbullah yandaşlarına yaptıkları eleştirinin sonuna ekledikleri ‘maddi zarar’ kavramı, bütün sorunu tekrar düşündürmeye başlıyor. Sorunu tekrar düşünmek için Hizbullah ve Hariri yanlısı Lübnanlıların Beyrut’ta nasıl koşullarda ve nasıl yerlerde yaşadıklarını kabaca anlatayım. Beyrut’un güneyindeki dağlarda kalan bir Marunî
için ellerindeki silahları verme niyetinde değiller. Hizbullah’ı silahsızlandırabilecek bir güç de yok. Lübnan’daki gerilimin kaynağı Hizbullah’ın gücünü bir molla devrimi için kullanmaya kalkmasından doğabilecek yeni bir iç savaş ve katliam. Hariri’yi destekleyen 14 Şubatçılar Grubu ile Hizbullah’ın destekçilerinin sokaklarda tekrar tüfekleri ortaya çıkarmalarıyla, 2007’nin ilk ayının sonunda insanların ölmesiyle bu gerilim su yüzüne çıktı. 13 Şubat’ta Hıristiyan kasabasında patlatılan bomba ile tahrik edilmeye çalışılan Lübnan halkı, 14 Şubat’ta ‘Lübnan için doğru olan’ sloganı altında Hariri’nin suikastının ikinci yıldönümünü andı. Hizbullah yanlılarının hükümeti protesto için kamp kurduğu Şehitler Meydanı’nda beklenin aksine kışkırtmalara mahal verilmedi. Lübnan’da iç savaş bekleyenlerin henüz umduklarının olmaması, Hizbullah’ın Lübnan’ı şerri bir devlete dönüştürmek istediği tezinin kısa vadede vukuu bulmayacağını gösteriyor.
Yine zengin ve yoksul
Kilisesini ve Osmanlı sarayını görmeye giderken konuşmaya fırsatımız olan şoför, Beyrutlu bir Sünni idi. Lübnan’da Hizbullah’a mezhep ayrımı yüzünden 7’den 70’e en az destek veren kesim Sünnilerdir. Ülkenin diğer yoksul kesimleri mezhep veya din ayrılığına rağmen Hizbullah’a destek veriyor fakat Sünnilerde aynı eğilimi
Lübnan Notları BİLGESU SÜMER
görmek pek mümkün değil. Şansımıza şoförümüz mezhep ayrılıklarından dolayı konuya önyargılı yaklaşmıyordu. Beyrut’tun güneyine doğru giderken, şehrin eteklerinde girdiğimiz mahallede Hizbullah ve Hasan Nasrallah posterleri dikkati çekiyor. Tekrar Suriye’ye girmiş gibi bir his veren bu semtteki yapılar da sıvasız, kerpiç briketli ve yalın gözüküyordu. Şoför bu civarın izinsiz yapıların olduğunu bir Şii mahallesi olduğunu söyledi ve ufuktaki dağlarda gösterdiği yeni, çok katlı ve çağdaş binaların da Hariri tarafından yaptırılmış izinli binalar olduğunu ekledi. O anda trafik yavaşladı ve durma noktasına geldi. Şoför, ilerideki köprülerin İsrail tarafından Temmuz’da yıkıldığı için trafiğin yavaş aktığını söyledi. Gözümün önüne Paris’te Lübnan’ın imarı için kredi peşinde koşan oğul Hariri ve hükümeti protesto eden Hizbullah yanlıları geldi. Hükümetin imar için parayı nereye yatırdığı ve
kimleri açık bıraktığı kafamda yerli yerine oturmuştu. Hizbullah da, partiyi destekleyip Beyrut’ta meydanda kamp kuranlar da Paris’te toplanacak paraların nereye gideceğini biliyordu. Lübnan’ın yıkılan altyapısının nerelerde yeniden yapılacağı ortadaydı. Temmuz’daki savaştan sonra, burjuva hükümeti ile yoksulların, taşra köylüsünün desteklediği Hizbullah siyasi olarak tekrar karşı karşıya geliyordu. İki semtin görüntüsü aslında yüzeyde çatışan ideolojilerin altında fakir-zengin, emekçi-burjuva sınıfı çatışması olduğunu açıkça belirtiyordu. Allah’ın Partisi, vatanı İsrail’den korurken desteklenen, ulusal zenginlikten pay isterken ise şeriatçı denilendi. Ülkede fakirin, ezilenin ve sömürülenin hakkını talep etmesi ve hâlihazırda İsrail’e karşı savaşmak için çok sayıda silah elde etmiş olması, Lübnan’ın zenginlerini telaşlandırmaya ve sınıf savaşını başlatmaya sevk etmişti.
Hizbullah iyimser değil
Öte yandan, sınıflar temelinde hareket etmeyen Hizbullah’ın daha fazla sandalye kazanmak için hükümeti zorlamasının ardında sınıfsal bir kaygıdan çok, İsrail’e karşı savaşma ve meşruiyeti artırma dürtüsü var. Hizbullah temellerini İsrail’e karşı direniş üzerine kurmuş bir terör/ gerilla örgütüyken, siyasal bir partiye dönüştü. Savaştan bıkmış Lübnanlıların, Suriye ve İsrail’in çekilmesiyle ve İsrail’in temmuzda yeniden yenilmesiyle artık barış içinde yaşayacakları düşüncesi Hizbullah tarafından iyimser bulunuyor. İsrail’e karşı savaşmaya devam etmek, en azından savunma durumda kalabilmek
Hizbullah’ın duruşu ve yaptıklarını, çözmek ve anlatmak çok zor. Lübnanlı kimliğinin yeni oluştuğu son senelerde, Lübnan’ı vatanları olarak görüp, işgale direnen bu grup, iç siyasette de en namuslu ve güvenilir siyasetçiler olarak gösteriliyor. Lübnan’ın yozlaşmış siyasi sistemi içinden çıkan Hariri ve Nasrallah’ı, burjuva ve emekçi diye konumlandırmak mümkün. Gene de bu ayrımı çok kesin hatlarla yapamayız. Çünkü temsil ettikleri ne saf burjuva ne de saf emekçi kesimler değil, ayrıca dine dayalı cemaatçilik nedeniyle birbiriyle üretim saasında iç içe geçmiş bir emekçi-burjuva kesimi de değiller. Bu nedenlerden dolayı bu gerilimi iktisadi boyutlarından çıkarıp ideolojiye ve siyasete taşımak kolaylaşıyor. Fakat Hizbullah ile hükümet arasındaki gerginliği sadece ideolojik olarak da göremeyiz. Ortada yapısal olarak bir sınıf savaşı ve zenginliğin paylaşılmasında hor görülmüş halkın temsiliyetini arttırma talebi de mevcut. Çünkü temmuzda Lübnan’ın yıkılan altyapısı, ‘kaçak’ evlerin olduğu semtlerdeyken, Avrupalıların parasıyla yeniden inşa edilecek altyapı ‘yasal imarlı’ bölgelerde olabilir. İnsan Beyrut’un güneyinden baktığı zaman ‘sınıf savaşı’ görüyor, Hamra semtinin ortasından baktığında ise ‘molla devrimi’! Peki, Türkiye’den baktığımızda, liberal burjuva ideolojisinin yaptığı gibi irtica peşinde bir hareket mi, yoksa siyaseti halk için dönüştürmeye çalışan, İsrail ve ABD emperyalizmi karşısında duran bir hareket mi göreceğiz?.. Devrimci bir işçi sınıfı önderliğinin olmadığı koşullarda ve emperyalizme karşı direndiği ölçüde, elbette ikincisini…
31
İngiliz’in de ‘faşo’su olur BNP lideri Griffin, İslam dininden “kirli ve hain bir inanç” diye bahsederken, bir parti üyesi tüm camileri roketatarla havaya uçurma fantezisini dile getiriyor, belediye meclisi adaylarından biri de bir Asya lokantasının mektup kutusuna köpek boku döktüğünü itiraf ediyordu...
Faşistler dünyanın her yerinde ikiyüzlü, yalancı. İngiltere’de de öyle... Ada’da ‘British National PartyBNP’ (Britanya Ulusal Partisi) diye ırkçı ve yabancı (bilhassa Müslüman) düşmanı, çok gereksiz bir parti var. Yola çıktığında önemsiz, marjinal ötesi bir oluşumdu. Örneğin 1987 seçimlerinde sadece iki milletvekili adayı gösterip toplam 553 oy aldı. Ancak o yıldan itibaren her seçimde düzenli olarak oylarını arttırdı: 1992’de 7 bini, 1997’de 35 bini aştı. 2001 seçimlerinde 50 bine yakın oy aldı. BNP genel seçimlerde oyunu düzenli olarak arttırmasına rağmen hâlâ minik bir partiydi. Bununla beraber, yerel seçimlerdeki performansı daha parlaktı. İlkin 1993’te güney Londra’nın fakir Millwall bölgesinden belediye meclisine temsilci göndermeyi başardı. Her ne kadar İşçi Partisi sonradan bu sandalyeyi geri almayı başarsa da, BNP dikkat çekmeyi başarmıştı bir kere. BNP daha sonra Asyalı-Müslüman göçmen nüfusunun yoğun olduğu, ve tahmin edileceği üzere ırkçılığın da yoğun olduğu sanayi şehirlerinin belediye meclislerinde sandalyeler kazandı. Örneğin 2002’de Burnley’de oyların yüzde 20’sini alarak 3 sandalye elde etti. Bir sonraki yıl itibariyle ise ülke genelinde tam 11 temsilcisi vardı BNP’nin. BNP’nin yavaşça da olsa gitgide popülerleşmesi medyanın dikkatinden kaçmadı. Jason Gwynne adlı film yönetmeni BBC’deki ‘Gizli Ajan’ adlı program için partiye sızdı, 6 ay boyunca gizli kamerayla çekimler yaptı. Temmuz 2004’te yayınlanan program Britanya faşistlerinin de yalancılık ve ikiyüzlülükte dünyanın geri kalanındaki benzerlerinden farksız olduğunu ortaya koydu. Parti ırkçılık suçlamalarını sürekli reddediyordu. Ama gizli çekimlerde söylenenler tam ters istikametteydi. BNP lideri Nick Griffin İslam dininden “kirli ve hain bir inanç” diye bahsederken, parti üyelerinden biri 2001 Bradford olaylarında Asyalı bir adama saldırdığını gururla anlatıyordu. Bir başka parti üyesi Bradford’daki tüm camileri roketatarla havaya uçurma fantezisini dile getirirken, belediye meclisi adaylarından biri de Asyalı bir fastfood lokantasının mektup kutusuna köpek boku döktüğünü itiraf ediyordu. Program üzerine ortalık biraz karıştı tabii. Barclays bankası BNP’nin hesaplarını dondurdu. Ama düzen BNP’nin üzerine fazlaca gitmeye niyetli değildi. İnsana “diploma cehaleti alır, eşeklik baki kalır” deyişini hatırlatan Cambridge Üniversitesi hukuk fakültesi mezunu BNP lideri Griffin, program üzerine hakkında açılan bütün davalardan beraat etti. Majestelerinin demokrasisi sahnede, faşistlere ifade özgürlüğü ise gani ganiydi. BNP BBC’deki programa cevaben “partinin en sert aktivistlerinin mahsus sarhoş
Vatan bedavadan sevilmez ki!..
SERHAT ÖZCAN
Hoyda bre! B edildiğini, ayrıca o biçim konuşmaları için de tahrik edildiklerini” bildirmişti. “Bu ne kardeşim, adamların içkisine ilaç atılıp ırzlarına da geçilmiş mi bari?” diye sormaksa kimsenin aklına gelmedi, belki de hiç Türk filmi seyretmedikleri için. Ayan beyan ırkçı bir parti BNP. “Britanya halkının ulusal ve etnik özelliklerinin korunmasını, Britanyalılarla Avrupa-dışı halkların birbirine karışmamasını” savunuyor (Haksızlar mı canım? Votkayla şarap da karıştırılmaz). Her Avrupalı faşist parti gibi göçmenlere takık. Eskiden göçmenlerin zorla ülkeden şutlanmasını savunan BNP, 90’larda esen liberal demokrasi rüzgârlarıyla yumuşamış. Şu anda göçmenlerin kovulması yerine, “gönüllü geri dönüşlerinin özendirilmesini” savunuyor. Ama anca bu kadar yumuşamış işte, fazlası erkek adamı bozar. Erkek adam demişken, eşcinsellere de pek sıcak bakmıyor bu beyler. Ama 2004’ten beri bu konuda da yumuşamış BNP, eksik olmasın. Geçmişte eşcinselliğin ‘suç’ teşkil etmesini isterken, günümüzde, alenileştirilmediği sürece bunun “hoş görülebileceğini” savunuyor (Hayır yani hoş görmeyip de ne yapacaksınız, milletin evinin kapısını kırıp içeri mi gireceksiniz… Hoş, yaparlar vallahi). Uluslararası meseleler hakkında da ilginç görüşleri var. Yahudi Soykırımı’nın aslında olmadığını savunuyorlar (Ay şimdi bunlar “Ermeni Soykırımı”nı da reddeder belki, el altından para mı göndersek…). Ayrıca Britanya’nın İrlanda’yla yeniden birleşmesi arzusundalar. Gerçi İrlandalılar bunu ne kadar ister belli değil ama BNP’nin umrunda olacağını sanmıyorum. Tarihteki diğer faşizm örneklerine uygun biçimde, ilk aşamada bir takım sosyalizan slogan ya da taleplerle öne çıkıyor BNP. Korumacı ekonomik tedbirler alınmasını, liberal serbest ticaret ve sermayenin serbest dolaşımının engellenmesini savunuyor. Sahte bir sol söylemi var. Feci AB karşıtı, “AB’den çıkalım” diyor. Bizdeki “Sinan Aygünizm” bir durum yani. Ayrıca “sol” söylem bununla bitmiyor; “işçi kooperatifleri”nin kurulması, özel bakıma ihtiyacı olan çocuklara daha fazla kaynak aktarılması da talepleri arasında. Beyaz olmaları şartıyla tabii. Gerçekten iğrençler. Peki neden “marjinal ama tehlikeli”ler? Marjinaller, çünkü bir sonraki seçimde meclise milletvekili sokma ihtimalleri Çaykur Rizespor’un şampiyon olma şansı kadar. Ama tehlikeliler de, çünkü İngiltere’de halkın yüzde 59’u ülkeye daha fazla göçmen alınmamasını istiyor. Yüzde 55’iyse bunun aslında BNP’nin savunduğu bir uygulama olduğundan habersiz… m
BURAK COP
ir vatanı bedavadan sevmek olmaz. Milliyetçiysem ve bu ülkenin olmayan ekonomisinden yararlanamıyorsam, milis gücü olurum ülkemin, üniversite basarım, cumartesi annesi döverim, YÖK’ü protesto edeni linç eder, etnik sesleri sustururum. Cezaevine törenle girip, polisimle, jandarmamla hatıra fotoğrafı çektirir, onları onurlandırırım. Benim dünya görüşümde, araştırmaya, sorgulamaya, okumaya, iyi olmaya gerek yoktur, para etmez. Önce komünizmin ne olduğunu öğrenirim. Komünist anasıyla babasıyla yatandır. Kimse bunun aksini iddia edemez. Bunu bana, her gün sigara alıp, karnımı doyuran reisim söyledi. O ne diyorsa doğrudur. Biz haraç almayız. Bize emredilen doğrultuda esnafı ülke çıkarına bağış yapmaya çağırırız. Olmadı döveriz, olmadı ayağına, olmadı kafasına sıkarız. Bizim insanlarımıza doğruyu anlatmak gibi bir derdimiz vardır. İçki içeni sevmeyiz, biz içtiğimiz için içeni ne duruma düşürdüğünü biliriz. Ayrıca çok içki içen adam esrar içmez, eroini bilmez. Böylece bu milli servetler de bizim elimizde patlar. Biz pis işler yapmayız. Sokaklarınızda değnekçilik yaparak araçlarınızı koruruz. Bize verdiğiniz paralar sayesinde aracınızın camı kırılmaz, lastiği patlamaz. Biz bu yavşak gençliğin erkek olması için erkek gibi giyinir, silah kullanırız. Düşmanımıza acımayız. Çünkü bizim bizden başka dostumuz yoktur. Etnik kökenli Kürt olmaz. Onlar pusuya yatmış vatanı parçalamak isteyen namertlerdir. Biz her iktidarla yandaşız, onun içinde vatandaşız. Her türlü ranttan yararlanmak bizim hakkımız. Bu vatanı yedirmeyiz. Çünkü bize anca yeter. Biz yeriz. İhaleyle yeriz, el altından yeriz. Devlete çok derin hizmet ederiz. Osmanlı torunlarıyız, demokrasiyi sevmeyiz. Ümmetten ulus, müslümandan laik olmaz. Amerika’ya emperyalist diyen vatan hainlerine aman vermeyiz. İsrail’e ve siyonizme karşıyız. Ama silahlarına asla! En kral suikast ve yakın dövüş oradan gelir zira. Ama Filistin’e yapılan zulmü kınar, coni bayraklarını da yakarız. Çünkü adalet duygumuz gelişmiştir. Futbol bizden sorulur. Futbolcu olmak yetenekle değil imanla ilgilidir. İmansız futbolcu, imamsız camiye benzer. O zaman ülkesi için nasıl savaşır? Futbol bir oyun değil bir savaştır. Çünkü yenilmek ülkenin şerefini yerle bir eder ve İddaa’da yatarız. Korkmayın ey Türkler, korkuyorsanız haplanın. Cesaret hapı diye bir şey var yani!.. Bazı dış mihraklar, okumuşların ve bilim insanlarının kanına giriyor ve beynini yıkıyor. Bu hainler diyor ki, “21. Yüzyıl’da insanın milliyetçisi olmaz. Çünkü duyarlı insan bilir ki, benim parmağım kesildiğinde nasıl kanayıp acıyorsa, dünyanın herhangi bir yerindeki bir insanın parmağı kesildiğinde de aynı acıyı hisseder. İnsan her yerde insandır…” Dünya barışı, insanlığın kardeşliği, sevgi, çiçek, ot, böcek filan... Lan bi delikanlı olun lan! Akşam Aksaray’a gelin karakolun bitişiğindeki diskodan üç Rus alalım. Eve atalım, evin her yerini bayraklarla donatalım. Tövbe, tövbe. Ya sev ya terk et! Ben seviyorum sebebim var. Senin ne sebebin var? Ak tolgalı beyler beyi haykırdı: “Aksaray, Aksaray!..” Not: Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ!
Çiller gibi bir insanı başbakan yapan mekanizmayı da, Ağar’ın hâlâ atıp tutmasını sağlayan düzeni de, bu düzenin nasıl devrilmesi gerektiğini de tek tek izah eden bir kitap var piyasada...
HAKAN GÜLSEVEN
B
Devlet ve ihtimal
u derin devlet tartışmalarına bizim İbo (İbrahim Devrim), içerideki yazısıyla son noktayı koymuştur: “Ne ‘derin’i arkadaş, bu devlet resmen sığ!” Yazının başlığı bu ama, aslında bizim derginin bürosunda otururken, laf arasında söyledi önce. Şöyle hepimiz bir durduk, ikna etmek istermiş gibi devam etti: “Ya, arkadaş, baksana, MİT’in en önemli üç adamından biri çıkmış televizyona, yok Çatlı’yı alnından öperim, yok Çakıcı’yı yanaklarından… Derin dediğin gizli olur, bunların canlı yayında bi sevişmediği kalmıştı, o da tamam oldu…” dedi… Adam haklı vallahi. Hani şimdiye kadar kimileri katilleri utangaç utangaç sahiplenmişti, en fazlası Çiller, o da kafası bu işlere fazla basmadığından, çıkıp “Kurşun atan da, yiyen de…” olayına girmişti ama bu kadarına rastlanmamıştı… Devlete bakın! Yıldızlar geçidi gibi. Devlet sırrı diye bütün uyuşturucu, cinayet, şu, bu işleri karşısında suskun ve dokunulmaz kalmış olan Mehmet Ağar şimdi parti başkanı... Zamanında, üniversitede hocalık yaptığı sırada arabasından faşist katillerin silahları çıkan Devlet Bahçeli de parti başkanı... Bilineni çok da, elinde kim bilir daha kaç ‘faili meçhul’ün kanı olan Muhsin Yazıcıoğlu da parti başkanı… ‘Eski ülkücü’ Erkan Mumcu –ki size bu adamın detaylarını ve şahsiyetinin seviyesini daha sonra denk geldiğinde anlatırım- dahi parti başkanı... Yani tarikat adamları ve CHP’nin müteahhit bezirganları dışındaki devlet kadrosunu bunlar oluşturuyor. Hepsini bir araya topla, seç-beğen-al!.. Burjuva demokrasisi budur işte. Şimdi, gözümüzün önünde mevcut olan devlete ‘faşizm’ diyenler şaşıracak, “Ne diyor bu adam?” diye. Ciddi söylüyorum; Türkiye’deki rejim, buz gibi burjuva demokrasisidir. Ne o? Beğenemediniz mi? Burjuva demokrasisini çok matah bir şey mi zannediyordunuz? Patronların size reva gördüklerini, seçip seçip önünüze attıklarını seçme ve onların hırsızlıkları, uğursuzlukları, sömürüleri… altında
inim inim inleme özgürlüğüdür burjuva demokrasisi. Bu Paris’te de böyledir, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde de, Mısır’da da… Özgürlüklerinizin ne kadar olacağına, patronların ihtiyaçları karar verir. Bu işin bilimsel çözümlemesine girelim mi? Girelim… Bakın, bu memleketin üniversiteleri var. Bu üniversitelerde ‘sosyal bilimler’ adı altında çeşit çeşit fakülte var. Hepsi, müfredat gereği Marx okutur. Yalnız, Marx’ı kendisinden değil de, Marksizmi yorumlayanlardan okutur. Okudum, oradan biliyorum. Biz ODTÜ Kamu Yönetimi’ne girdiğimiz sene bir PoulantzasMiliband muhabbeti başladı ki sormayın; mezun olacağız yine aynı emmiler… Yok efendim, Marksizmin yapısalcı ve araçsalcı bakımlardan değerlendirilmesi lazımmış, yok Karl Marx 1848’de Komünist Manifosto’da ayrı konuşuyormuş da, Lui Bonapart’ın 18 Brumaire’inde başka laflar ediyormuş… Ama dikkat, biz bunları hep ikinci elden okuyoruz… Sonra, kafam az buçuk bu işleri almaya başladığında, ki hakikaten kendimi zorladım, bu akademi dünyasının esas motivasyonunun şarlatanlık olduğunu çözdüm. Bir kere, şu ‘ikinci el’ kaynak hadisesi var ya, yani Marksizmi ‘yorumlayanlar’, hepsini çöpe atın… Araçmış, yapıymış, bir kenara fırlatın… Size Manifesto’yla 18 Brumaire’in birbirinden farklı olduğunu söyleyenleri ise kafaya almaya
başlayabilirsiniz… Nasıl farklı olmasın? Biri, adı üstünde, manifesto, yani bildiri, yani ajitasyon; diğeri analiz kitabı, ilişkileri çözümlüyor, bilimsel tahlil yapıyor... Gerizekalı akademisyenler de çıkıp, “Efendim, Manifesto’da araçsalcı yaklaştı Marx hadiseye, 18 Brumaire’de ‘devletin göreli özerkliği’nden dem vurdu” diye ahkam kesiyor. Bunlar, bildiriyle analiz yazısı arasındaki farkı bile bilmiyor! Neyse, geçelim… Akademisyenler, ‘araçsalcı’ları, ‘yapısalcı’ları, ‘post-yapısalcı’ları falan okutup duruyor ya, hayat boyu üzerinden atladıkları, asla akademik dünyaya yakıştıramadıkları bir eser var piyasada: Devlet ve İhtilal… Lenin yazdı bu kitabı. Hoş, yazmasaydı bile, birileri onun yazdıklarını anlamak ve anlatmak zorundaydı. Akademik dünyanın asla görmediği, kendine ‘prof.’ unvanı yakıştırıp her sene aynı ders notlarını okutarak ömür dolduranların bir kez bile dikkatle okumadıkları, hatta farkında bile olmadıkları bir kitaptır ‘Devlet ve İhtilal’. Marksizmin bilimsel doğrulanması olan Ekim Devrimi’nin üzerine yazılmıştır. Özetle der ki, “Bu patronların devlet mekanizması, lanet bir mekanizmadır, sömürü üzerine kuruludur; baskı ve katliam üzerine kuruludur; burjuva devleti tüm kurumlarıyla birlikte yerle yeksan edilmeli, yerine, işçilerin, emekçilerin, üretenlerin denetiminde yepyeni kurumlar, bu kurumlara dayanan bir işçi devleti kurulmalıdır. Tüm
kurumları işçilerin elinde olan, en kötü ihtimalle işçiler tarafından denetlenen bir devlet…” Lenin’in önderlik ettiği devrim, bir patron devletini yerle yeksan etmiş, yerine işçilerin iktidara geldiği ilk devlet biçimini kurmuştu. Marksizmin bilimsel olarak öngördüğü toplumsal patlama ve dönüşümün tarihteki ilk örneğiydi. Fakat o devrime liderlik eden adamın, Lenin’in yazdığı kitap, ‘akademik olarak ihmal edilebilir bir büyüklük’ taşıyor bu alemde. Sadece bu alemde değil, bizimkilerin kopya çektiği Batı akademik aleminde de… Halbuki Devlet ve İhtilal, ihmal edilebilir bir şey değildir. Bizde, Tansu Çiller gibi bir acayip insanı başbakan yapan mekanizmayı da, Mehmet Ağar’ın hâlâ atıp tutmasını sağlayan düzeni de, bu düzenin nasıl devrilmesi gerektiğini de tek tek izah etmektedir… Evet arkadaşlar, devlet mevzuunda durum budur. İhtilal ise bizi hâlâ ayakta tutan ihtimaldir… *** “Şimdi ne alakası var?” diyenleriniz olabilir ama bir izahat yapmamız lazım. Biz bu web sitesi işini elimizeyüzümüze bulaştırdık. Kerem Kabadayı, -ki bu sayıda ‘yıllık izninin bir kısmını’ kullandığından, daha doğrusu turnelerinden dolayı yazamadığından, yazısı yok- www.reddiye.org adresimizde bir site yaptı. Yaptı da, benim aklımın aldığı kadarıyla, site internet explorer üzerinden girdiğinizde kilitlenip kalıyor. Bir de firefox var, bu yaştan sonra bunları da öğreniyoruz biz, oradan girdiğinizde muntazaman çalışıyor. Şimdi bu siteyi çalıştırmaya çalışıyoruz. Galiba çalışacak. Üye olursanız, üyelik fonksiyonlarıyla biraz oynarsanız, siz de olayı keşfedebilirsiniz. Gerçi garanti veremiyorum. Ben hâlâ olayı kapmaya çalışıyorum ama oraya yazı yazın, haber atın, site canlansın. Orada daha fazla vakit geçirelim, sosyalleşelim:)) (Bu gülme parantezlerini hayatımda ilk defa sizler için kullandım ey okur!)
mSayı 6, Mart 2007, Aylık süreli yayındır mYayımcı: LM Basın Yayın Ltd. Şti. mİmtiyaz Sahibi: Tuncay Akgün mYazıişleri Müdürü: Hakan Gülseven mAnkara: K. Deniz Öğüt mYayın Koordinatörü: Maya Arakon mMüessese Müdürü: Ali Yavuz mTel: 0212 292 95 65 (4 hat) mFaks: 0212 245 38 06 mAbonelik: 0212 292 95 65 mBaskı: LeMan Matbaası, Alüminyumcular Sanayi Sitesi C-5 Blok No: 7-8 Hadımköy/İST. Tel: 0212 858 00 93 (Pbx) mMatbaa Sorumlusu: Ali Polat mGenel Dağıtım: BBD Merkez mAdres: Firuzağa Mah. Defterdar Yokuşu No: 47 Beyoğlu / İstanbul
bilgi@reddiye.org