Mayıs 2007 - 5
Milliyetçiler Deniz’i rehin aldı!.. m
BABA HAKKI
Sayı 8, Mayıs’07, 2.5 ytl - KKTC 3 ytl
HEPiMiZ iSCiYiZ! ‘Sözde’ değil, ‘özde’ postal!.. m
YAVUZ ALOGAN
Adam olacak çocuk, reisicumhur olur mu? m
HAKAN GÜLSEVEN
Tribünlerdeki solcular, solcu tribünler... m
DOSYA
VURURSAK YIKABiLiRiZ!
2
AKIN REÇBER 1 Mayıs 1996’da, Kadıköy’de gözaltına alındığında 18 yaşında genç bir emekçiydi. Ankara’dan 1 Mayıs mitingine katılmak için gelmişti. Bu memleketin sahipleri olan koca koca adamlar, koca koca kadınlar, televizyonlarda, gazetelerde, göstericilerden ezilen çiçeklerin, kırılan camların hesabını sormakla meşgulken, o işkence tezgahlarından geçiriliyordu. İfade vermeyi reddetti. Bedeni, 10 gün boyunca işlerinde uzmanlaşmış vatansever devlet görevlilerine teslimdi. Fazlaca iz bırakmadan yaptılar işlerini. Serbest bırakılınca Ankara’da Sanatoryum’a gitti, teşhis konulamadı. Oysa ciğerleri parçalanmıştı Akın’ın. 20 mayıs 1996 günü, 18 yaşındayken hesabı sorulacak gençlerimizin arasına karıştı sessiz sedasız. Biz her 1 Mayıs’ta onun da sesi oluyoruz şimdi...
POPÇUYA, TOPÇUYA, KERİNÇSİZ’E, TACİZCİYE, İTE-KÖPEĞE SERBEST...
işçilere yasak! Devlet Taksim Meydanı’nda 1 Mayıs kutlamalarına ‘güvenlik’ gerekçesiyle izin vermiyor. Taksim’de ‘güvenlik’ varmış gibi!.. Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah ve İl Jandarma Alay Komutanı Albay Ünal Karaosmanoğlu’nun katıldığı 1 Mayıs’la ilgili ‘güvenlik’ toplantısında bir araya gelen İstanbul Valisi Muammer Güler, yaptığı açıklamada, Taksim’in ‘güvenlik’ gerekçesiyle 1 Mayıs mitingine kapalı olduğunu açıkladı. İstanbul’un güvenliğinden sorumlu bu ekip, aslında İstanbul’da ne gibi bir güvenlik olduğunu da açıklamalıydı. Açıklanan rakamlara göre, 2006 yılılnda, bir önceki yıla oranla, gasp oranı yüzde 62 artmıştı! Sokaklar doğal uyuşturucu, fuhuş, hırsızlık ve cinayet alanları haline geldi. İstanbul’un güvenliğini, 1 Mayıs’ı insan gibi kutlamak ve kontrgerillanın 1977 1 Mayıs’ında öldürdüğü 36 emekçiyi anmak için Taksim’e çıkmak isteyen işçiler mi bozacak? Polisin, jandarmanın bekasını koruduğu düzen İstanbul’u öyle bir bozmuş ki, artık korunacak bir güvenlik falan kalmamış. Daha ne anlatıyorlar ki?..
3 O yavşak Nişantaşı ağzınızdan dilimize bulaştırdığınız ‘müthiş’ kelimesinin anlamını bilir misiniz? Müthiş, ‘korku verici’ demektir aslında. Her gün huzura çıkardığınız manikürlü ‘Müthiş Türkler’ var ya onlar solda sıfır kalır. Siz müthiş Türk görmemişsiniz, müthiş Kürt, müthiş Arap, müthiş Laz, Çerkez, Rum, Ermeni...
ÜMİT DERTLİ
A
merika’nın Irak’ı işgalinin ilk günlerinde Iraklı ihtiyar bir köylü tek başına eski bir tüfekle kocaman bir Amerikan helikopterini düşürmüştü. Haberin duyulmasıyla bu ihtiyar köylü tüm dünyada ve bu arada Türkiye’de de işgal karşıtları arasında bir kahraman haline gelmişti. Aynı günlerde bir başka kahraman düştü gazete sayfalarına ve televizyon ekranlarına. Amerikan ordusuna yazılmış ve hem de çavuşluğa kadar yükselmiş bir ‘müthiş Türk’ün haberiydi bu. Türk kökenli Rambo arkadaş da Irak’a özgürlük getirmek üzere harekete geçen askerlerden biriydi. Türkiye’de yaşayan annesi bulundu hemen, boy boy röportajlar, fotoğraflar, Türk Rambo’nun Atatürk sevgisinden, karıncayı incitmezliğinden ve de gözüpekliğinden dem vurmalar... Irak’lı ihtiyar da kim oluyordu ki? İşte size kahraman, işte size bir Müthiş Türk. Yenilerde, Afganistan’da görev yapan Fransız birliğinde de bir Müthiş Türk olduğu tespit edildi ve boy boy haber yapılmak suretiyle milli gururumuz bir kez daha okşandı! Bu nasıl bir aşağılık kompleksidir ki medar-ı iftiharımız olacak bir Müthiş Türk bulmaksızın bir günümüz geçmiyor. Kah kansere çare bulan Müthiş Türk, kah sokak satıcılığıyla başlayıp milyon dolarlık iş adamı olan bir diğeri, hatta kimi zaman hapishaneden helikopterle kaçırılan uyşturucu baronu Müthiş Türk... Meselenin aşağılık kompleksiyle ilgili kısmını psikiyatristlere, Türklük ile ilgili kısmını da 301 takıntılı savcılara bırakarak başka bir şeyden bahsetmek istiyorum. Mart ayı içinde Amerikan Forbes dergisi her yıl yaptığı dolar milyarderleri listesini güncelleyerek tekrar yayınladı. ‘Dünyanın kanını emenler’ diye Türkçe’ye tercüme edebileceğimiz bu listede kişisel servetleri orta boy Afrika ülkelerinin milli gelirinden daha yüksek olan uluslararası parababalarının, yirmi sene önce birkaç yüz dolar maaşla devlet dairelerinde memurluk yapan yeni Rus gangster işadamlarının, son bir yılda servetine 19 milyar dolar daha ekleyen ve babasının Lübnan göçmeni oluşu dolayısıyla Müthiş Türk değilse bile müthiş Osmanlı diye bazılarının göğsünü kabartan Meksikalı özelleştirme zengini fırsatçı asalağın yanında, bu yıl 25 de Müthiş Türk bulunuyordu. Hatta kimisi hızını alamadı, listede bulunan Kıbrıslı birini de sahiplenerek Müthiş Türk sayısını 26’ya yükseltti. Bu skorla cennet vatanımız sıralamada
‘Çok müthiş’ Türkler!..
Yani hayatın bütün yükünü sırtında taşıyanlardan, yani uzaktan izledikleri servet ve zenginliği elleriyle tırnaklarıyla yaratmış olanlardan, yani o listeye giren milyarder asalaklara kanını emdirenlerden, nüfusun yüzde 10, bilemedin 15’i dışında kalan ve fakat kendi ürettiği zenginlikten aldığı pay yüzde 10’u, 15’i geçmeyen ezici çoğunluktan, yani bizden bahsediyorlar öteki Türkiye derken. Memlekete sırça köşklerin kulelerinden bakıyor olmanın verdiği rahatlık ve küstahça bir merhametle söylüyorlar bunu. İlgi alaka lutfediyorlar bize… İt gibi korkuyorlar aslında ve arsızlıkla iki yüzlülük, utanmazlıkla haysiyetsizlik arasında debelenerek bu korkularını bastırmaya çalışıyorlar. Lakin, korkunun ecele faydası yok.
Korkunç Türkler
‘Öteki Türkiye’ diyerek, aslında milyonlarca işçiyi, yoksulu anlatmak istiyorlar. Kendilerini ‘esas’, bizi ‘öteki’ sayıyorlar. ‘Müthiş Türk’ dedikleri ise, sırtımızdaki asalaklar...
Japonya’yı bile geride bırakarak dünya altıncısı oldu. Hürriyet gazetesi, “Japonya’yı bile geçtik, ‘zengini çok ülkeler ligi’nde 6. Olduk” başlığıyla, listeye ‘damgamızı vurduk’ diye müjdeliyordu haberi. O kadar ki, En Müthiş Türk Muhtar Kent’in Coca Cola’ya CEO (başmüdür gibi bir şey işte) oluşundan bile daha büyük bir gurur vesilesiydi bu 25 milyarder. Zaten Forbes da dememiş miydi, “Son beş yılda küresel ekonomi yüzde yirmibeş büyüdü, insanlık en zengin yılını yaşıyor,” diye, işte cennet ülkemiz de gitgide zenginleşiyordu, hayırlı uğurlu olsundu. Bu minval üzere listeden çıkarılabilecek çeşitli istatistikler eşliğinde milletçe kıvançlara garkolduk. Bu 25 asalağın kişisel servetleri toplamı milli gelirin yüzde onuna denk geliyormuş, bunlar 25 kişi yaklaşık 15 milyon insanın sahip olduğundan daha fazla varlığa sahipmiş, ne gam. On milyon yevmiye karşılığı pamuk, fındık toplayanların, haftanın altı günü oniki saat makina başında çalışarak kazandıkları beş altı yüz milyonla aile geçindirenlerin, parasızlıktan hastane kapısında ölenlerin, beş-altı yaşındaki çocuğunun belediyenin taşerona kazdırdığı kanalizasyon çukurlarına düşüp ölmesini seyredip sineye çekenlerin, açların, işsizlerin, yoksulların da bu aziz milletin birer ferdi olarak Müthiş Türklerle gururlanmaya hakkı vardı ve eksik olmasın, medya da büyük hizmet yapıyordu bu haberlerle. Hem zaten devletimizin kurucusu ulu önder de kalkınmanın yolunun milyonerler
hatta milyarderler yaratmak olduğunu söylememiş miydi zamanında, işte size kalkınma, işte size çağdaş uygarlık.
Öteki-Beriki Türkiye
Son senelerde bir ‘öteki Türkiye’ lafı dolandı herkesin diline. İkide bir kendisinin komünist olduğunu söyleyip duran, çeşitli Amerikan gazetelerinden çevirdiği yazıların altına kendi imzasını atarak köşe dolduran Serdar Turgut efendi, yine bir Amerikalı yazardan hırsızlamayla ‘öteki Türkiye’ kavramını popülerleştirdi. ‘Öteki’ kavramının felsefi analizini falan yapacak değilim burada, ama şu kadarını söyleyeyim, Serdar efendi ve bu kavramın üstüne atlayan diğerleri, aslında ‘öteki Türkiye’ derken BİZDEN bahsediyorlar. Sabahın köründe işe gitmek üzere yollara dökülenlerden, emekli maaşı kuyruğunda ölenlerden, onlarca yıldır İstanbul’un kenar mahallelerinde yaşayıp da hiç denizi görmeyenlerden, okula giden evladının kitap defter parası için patronunun tacizlerini sineye çekenlerden, hayattan yediği dayakların acısını evde karısından cocuğundan çıkaranlardan, hayattan yediği dayağın yanında bir de koca dayağına katlananlardan, köprü altlarında soğuktan donmamak için birbirine sokulup yatanlardan, vatan millet nutuklarıyla cepheye ölüme sürülenlerden, çöpten buldukları yiyeceklerden zehirlenip ölenlerden, çürük çarık binaların enkazlarında can verenlerden, onlarca metre yükseklikteki iskelelerde sıva yapanlardan, binlerce derece sıcaklıktaki fırınların başında demir dövenlerden...
‘Öteki Türkiye’ diyenler aslında kendilerini ‘gerçek Türkiye’ sanıyorlar, onlar için gerçek Türkiye 25 dolar milyarderinin Türkiyesi, geri kalan ise ‘öteki’. “Öteki sizin babanızdır!” demek istiyorum bunlara ve çay molasında kapı önünde sigara içen konfeksiyon işçisi arkadaşların diliyle ağız dolusu sövmek istiyorum: Siz bir avuç asalak azınlık, sizler öznesiniz, geri kalanlar nesne öyle mi? Söz söylemek, karar vermek, ahkam kesmek sizin tekelinizde, gerisi tebaa, sizin iradenize tâbi, öyle mi? Siz sürersiniz biz kuzu kuzu gideriz istediğiniz yere öyle mi?... Yok öyle efendiler, gerçek Türkiye biziz, ‘Beriki Türkiye’yiz ve ‘öteki’ olan da sizsiniz, siz, bir avuç asalak. O yavşak Nişantaşı ağzınızdan dilimize bulaştırdığınız ‘müthiş’ kelimesinin anlamını bilir misiniz? Müthiş, ‘korku verici’ demektir aslında, korkunç demektir. Her gün huzura çıkardığınız manikürlü ‘Müthiş Türkler’ var ya onlar solda sıfır kalır. Siz müthiş Türk görmemişsiniz, müthiş Kürt, müthiş Arap, müthiş Laz, Çerkez, Rum, Ermeni... İşçilerin, emekçilerin, yoksulların, açların müthişliği, ‘Beriki Türkiye’nin müthişliği, ‘Beriki dünya’nın müthişliği, Amerikan ordusunda çavuş olmuş lejyoner zibidilerinkine benzemez haberiniz ola. Helikopter düşüren ihtiyarın müthişliğidir bizimki, “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler,” diyenlerin kellesini giyotinin önündeki sepete düşürenlerin müthişliğidir, Mussolini’yi ipe çekenlerin müthişliğidir!.. Ve öyle milyar dolarlık servetler falan da duramaz bizim müthişlerin önünde, dahası, bizim müthişliğimiz, ekseriyetle servet düşmanıdır!..
Sınır tanımayan devrimciler
Ernesto Gonzales, Arjantinli bir devrimci. 80 küsur senelik yaşamında, büyük işçi mücadelelerinin, diktatörlüklerin ve büyük kıyımların deneyiminden tutun da, uluslararası devrimci örgütlenme için kıta kıta dolaşmaya kadar pek çok anıyı biriktirmiş. Yılların yorgunluğu yok üzerinde. Gözleri ışıl ışıl. 1976’da Türkiye’ye gelmiş. Ankara ve İstanbul’u iyi hatırlıyor. Türkiyeli bazı devrimcilerle temas kurduğunda, gizli polis peşine takılmış. Takibi atlatıp da ülkeden ayrılana kadar epey uğraşmak zorunda kalmış. “Özlemişsindir belki, davetlimiz ol, tekrar gel Türkiye’ye,” dediğimde, burada tarif edemeyeceğim bir gülümseme yayılıyor yüzüne, “Bir dahaki yaşamımda olabilir,” diye espriyle yanıtlıyor davetimi. Ernesto Gonzales’in ‘bir dahaki yaşam’ı olsa, onu da sosyalizm mücadelesiyle doldururdu kuşkusuz. 1953 senesinde Arjantin’de Marksist İşçi Grubu (GOM) adlı örgüte katıldığında, ilk sorduğu şey, “Hangi sektörde faaliyet yürütmemi istersiniz?” olmuş. “O sıralar, Arjantinli solcular esas olarak kafeteryalarda otururlardı. Biz ise, işçi sınıfını örgütlemek gerektiğinin farkındaydık ve bu kafeteryada oturarak yapılamazdı. GOM’a katıldıktan sonra, ilk iş olarak 1942-43 döneminde büyük bir direniş yaşanan dev bir et kombinasında işçi olarak çalışmaya başladım,” diye anlatıyor devrimcilikteki ilk yıllarını. Soğuk hava depolarında çalışırken, bir yandan da yanındaki mesai arkadaşlarını sosyalizme kazanmaya başlamış. “Kombinadaki ilk çekirdek örgütlenmeyi nasıl kurduğumuzu hatırlıyorum. Hayatımın en mutlu yıllarıydı,” diyor, “İşçi sınıfının en çok sömürülen, en çok ezilen kesimleri arasında çalışmak gerektiğini
biliyorduk. Ve çok önemli bir deneyim yaşadık. Öğrenci hareketinden bize katılan genç arkadaşlarımızı da fabrikalara yönlendiriyorduk. Böylelikle, zaman içinde işçi hareketinde gerçek bir güç haline gelebildik…” Gerçekten de, GOM adlı küçük işçi örgütlenmesi, 1980’lerde, Arjantinli işçiler askeri diktatörlüğe karşı yürüttükleri mücadeleyi kazandığında MAS (Sosyalizme Doğru Hareket) adlı dev bir devrimci işçi partisine dönüştü. Ernesto Gonzales de bu partinin tanınmış liderlerinden biriydi. Bunca yıldan ve deneyimden sonra, sosyalizme olan güveni hiç mi sarsılmadı diye sormadan edemedim. Şunları söyledi: “Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çöküşünden sonra ciddi bir kafa karmaşası yaşandı. Biz bu ülkelerin bürokratikleştiğini ve burada yaşanan şeyin ‘sosyalizm’ olmadığını, bürokratların bu devletleri kaçınılmaz olarak çöküşe sürükleyeceklerini söylüyorduk; fakat dünyadaki işçilerin, yoksulların büyük kısmı, o devletleri sosyalist olarak tanıyordu ve çöküntüden doğan büyük bir hayal kırıklığı yaşadılar. Bu durum, ister istemez bizim de saflarımızda moral bozukluğu yarattı. Ve uluslararası ölçekte devrimci işçi hareketi bir krize girdi. Fakat unutmamak lazım ki, emperyalizm, uluslararası kapitalizm ve bir bütün olarak burjuvazi de derin bir kriz içindedir. Ben insanlığın tek seçeneğinin, artık gezegendeki yaşamı tehdit eden kapitalist sistemin devrilmesi ve yerine emekçilerin iktidarının inşa edilmesi olduğuna bütün kalbimle inanıyorum. Bunun için gençliği kazanmamız lazım. Genç kuşaklar sosyalizm davasına yeniden sarılmalılar. Aksi takdirde, yaşayacak bir dünyaları olmayacak…” (H. Gülseven)
4
TÜRKİYE’NİN İLK SOSYALİST DERGİSİ İŞTİRÂK VE 1910’DA 1 MAYIS BİLDİRİSİ Malum, Türkiye’de sol/sosyalist düşünce ve hareketler ilk olarak imparatorluğun fiili laboratuarı işlevini gören Selânik’te filizlenmeye başlamış; sonrasında II. Meşrutiyetin ve ‘hürriyet’in ilânı diğer tüm fikri akımlarla birlikte sol/sosyalist fikir akımlarını özgürce ifade edilebilir ve savunulabilir kıldı. Tabii tüm bunları sıralarken, dönemin özgürlük sınırları da göz önünde tutulmalıdır, çünkü birkaç senelik bir süreçte kapatılıp, yasaklanmalar sebebiyle aynı dergi İştirâk, İnsaniyet, Medeniyet, Sosyalist ve tekrar İştirâk adını aldı. Bu dergiyi/dergileri türlü sıkıntılara karşın çıkarma inadı ve kararlılığını gösteren, ‘İştirâkçı’ yahut ‘Sosyalist Hilmi’ lakaplarıyla maruf Hüseyin Hilmi Bey’i anlatmakta fayda var. Aslında Hüseyin Hilmi Bey’in kişiliği ve yaptıkları üzerinde fikir birliğine varmak zor gibi görünüyor; şöyle ki, 1908–1923 arası işçi hareketi ve fikriyatı üzerinde çalışan tarihçiler Hüseyin Hilmi Bey’in cahil bir maceraperest mi, gözünü budaktan sakınmayan cesur bir özgürlük savaşçısı mı, işgal İstanbul’unda İngilizler hesabına çalışan bir ajan mı, inanmış bir işçi önderi mi olduğu konusunda kararsızdır. Peki, kimdir İştirâkçı Hilmi Bey? Mevcut kısıtlı kaynakların söyledikleri ışığında, Hilmi Bey İzmirlidir ve 1907’de İzmir’de Serbest İzmir adlı bir gazete çıkarmaktadır. Bu dönemde, Romanya’ya giderek sosyalist fikirlerle karşılaştığı ve bu özgürlükçü düşünceyi benimsediği, İstanbul’a gelerek Baha Tevfik’le tanıştığı ve onun etkisinde kaldığı söylenir. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra 1909 Şubat’ında İştirâk dergisi yayımlanmaya başladı. Haftalık olarak yayın hayatına başlayan dergi, söz ettiğim ‘özgürlük ortamı’nın yasaklamaları neticesinde farklı isimlerle ve kısalı uzunlu aralıklarla 1912 senesine kadar yayımlandı.
Osmanlı Sosyalist Fırkası
Hilmi Bey’in ve İştirâk’in sol tarihimizde oturduğu diğer önemli bir yer ise, Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın (OSF) Hüseyin Hilmi Bey öncülüğünde kurulması ve parti kuruluş beyannamesi ile programının İştirâk’te yayımlanmasıdır. Özellikle 1910–1911 döneminde Osmanlı Sosyalist Fırkası çevresinin işçi bağları kuramadığı, ciddi bir örgütlenme başlatamadığı anlaşılıyor; yayınlardaki fikirler de, sosyalizm konusunda birbiriyle oldukça çelişkili düşünceleri yansıtmakta ve burjuva liberal çizgideki bir özgürlük mücadelesi ağırlık taşımaktaydı. 1912’ye gelindiğinde ise, baskıların
ve yasaklamaların sıklaştığı dönemin atlatılmasının ertesinde, OSF ve Hüseyin Hilmi Bey yeniden ortaya çıktığında, gerek sosyalizmi kavramada, gerek İstanbul’daki sosyalist çevrelerle, Rum ve Ermeni sosyalistleriyle ilişkilerde ileri adımlar atıldığı anlaşılırken, aynı dönemde Fransız sosyalistleriyle, özellikle de Jean Jaures ile ilişkiye geçilerek, Fransız sosyalistlerinden çeviriler yayımlanmaya başlamıştı. İlk dönemlerdeki yüzeysel ve dar sosyalizm anlayışı 1910–1913 dönemi ve sonrasında 1919–1922 döneminde görece bilinçlenecek ve Sosyalist Enternasyonal çizgisine yaklaşacaktı.
İşçiler katıldı
Hüseyin Hilmi Bey, Mahmut Şevket Paşa suikastının ertesinde İttihat ve Terakki baskısı dönemlerinde Sinop’a sürgün olarak gönderildi (Hüseyin Hilmi’yi Sinop’a götüren gemide Mustafa Suphi de sürgün olarak bulunmaktaydı). Dönüşünde ise, kendisini İstanbul işçi hareketi içinde etkin bir konuma taşıyacak olan Türkiye Sosyalist Fırkası’nın (TSF) kurucusu ve ‘reis’i olarak görmekteyiz. TSF, programı ve siyasal hattıyla dönemin Sosyalist Enternasyonal partilerine yakın durmaktaydı. İstanbul’un İngilizler ve Fransızlar tarafından işgali TSF ve Hüseyin Hilmi için parlak günlerin yaklaştığının işaretiydi. Mart 1920’den sonra çoğunluğu Fransız sermayesine ait işyerlerinde başlatılmış grevlerden sonra binlerce işçi TSF üyeliğine geçmeye başladı. 1 Mayıs 1921 tarihi ise TSF için bir doruk noktası oldu. Hem İstanbul’un işgal altında oluşu hem de diğer sol grupların destekleri ve katılımlarıyla, görülmemiş bir coşku ve katılımla gerçekleştirilen 1 Mayıs bayramının belki de en renkli kişisi kırmızı bayraklarla donanmış otomobili ile Enternasyonal’i dinleyen Hüseyin Hilmi’ydi. Ne yazık ki, 1 Mayıs bayramının sonrası, TSF ve Hüseyin Hilmi için pek de hayırlı olmadı, bu tarihten sonra TSF giderek dağılmaya başladı, ekonomik sıkıntılar da belini büktü. Hüseyin Hilmi’nin dünyadaki misafirliği ise 1923 senesinin yaz sonlarına kadar devam etti, Bozdoğan kemerinde vurulup öldürüldüğünde, ne işçiler ne de fırkası yoktu ardında… İlk sol/ sosyalist derginin müellifi ve OSF ile TSF’nin kurucu reisi ‘İştirâkçı Hilmi’nin hikâyesi budur. Kırmızı yeleği, kırmızı karanfili ve 1 Mayıs nutukları anısına… m
CENGİZ YOLCU
5
Osmanlıca ‘Yaşasın 1 Mayıs!’ Y
arın efrenci (Avrupalılara mahsûs) mayısın ‘bir’idir. Fenni sosyalizmin, sosyal demokrat mebdelerin (prensiplerin) esvât-ı ahrânesi (uygun sesleri) tanîn-endâz (tınlayan, çınlayan) olduğu her memlekette evlâd-ı sa’y (çalışma) ve gayretin kulaklarında “Ey bütün memâlikin (memleketlerin) efrâd-ı mesâisi (çalışan fertleri) bugün ittifâk ve ittihâd ediniz!” sedaları ihtizâ eder (titrer, çınlar). Her taraa, bütün teşkîlât-ı sınâiye (insan yapısı) erbâbı (sahipleri), bütün sosyal demokrat fırkaları ferd-i vahd (tek vücut) gibi meydan-ı intibâha kademnihâde (ayak basma) olup milyonlardan müteşekkil orduları üzerinde kırmızı bayrakların lâ-yuadd (sayılmaz) ve lâ-yuhsa (sayılamaz) kolları temevvücnemâ-yı zuhur olur (dalgalandığı görülür). O bayraklarda “Yaşasın 1 Mayıs, Beyn-el-milel Sosyal Demokrat(lar)” cümlesi nakş edilmiştir. Bu meserretli (sevinçli) ve şetâretli (şenlikli) nümâyişten (gösteriden) maksatları nedir? Bu suâle muhtasarca (kısaca) cevap verelim. 1889 tarihinde hürriyet-i kâmile (tam özgürlük) ve eâr-ı cedide-i mübeccilenin (yüceltilmiş yeni fikirlerin) merkez-i yegânesi olan Paris şehrinde aynı günde ve aynı saatte iki meclis ictimâ etmişti (toplanmıştı). Bunlardan biri müzeyyen (süslü) ve muhteşem bir sarayın altınlara, ziynetlere bürünmüş salonunda sa’y ve amelin (işin) en bahtiyan âmilleri (sebepleri), efrâd-ı cemiyet tarafından müntahab (seçilmiş) muteberân (itibârlı kimseler) tecemmu (toplanma, birikme) ederek en alâ ve nefis meşrûbâtla eğlenirler, izhâr-ı (gösterme) zevk ve neşe ederlerdi. Parmaklarında parlayan mücevher yüzükleri temâşâ-gerânın (seyircilerin) gözlerini kamaştırır, bunlar beşeriyetin hamâkatına (ahmaklığına) karşı istihfâf (küçümseme) handeleri (gülüşleri) parlayarak bülend (yüksek) âvâzla lâ-yenkati (durmaksızın) bir suretle “Dünya Bir Dünbâle (kuyruk) İnsanlar Kârd (bıçak)” şarkısını pür-neşe tagannî (makamla okuma) ederler idi.
gâh-ı ittifâka (birleşme yerine) doğru koşarlar. Bugün beyn-el-milel sosyalist fırkası kuvâ-yı müşekkele-i maneviyesini (şekillendirilmiş içsel kuvvetlerini) intibâh (uyanma) ve inkilâpta (değişmede) vaz-i enzâr-ı ibret eyler (ders alacak/ alınacak bakışlar ortaya koyar).
Talepler
Saadetli yamyamlar
Diğer bir mahalde, nazarlardan nihân (gizli) kalmış bir sokağın köşesinde kâin (var olan) bir kahvehânenin üryân masası etrâfında birkaç kişi toplanıp kemâl-i sükûn (tam durgunluk, suskunluk) ve itidâl (ölçülülük) ile hafî (gizli) bir meseleyi tezekkür ediyorlardı (konuşuyorlardı). Bunların cümlesi de nimet-i ictimaiyeden mahrûm sefîller, cümlesi de haksızlığın hakîr (değersiz) kurbanları sermâyedârânın (sermayedarlar) ötede müzeyyen salonda zevk ve sefâ âleminde pûyân (kendini kaptırmış) kalan saâdetli hakknâ-şinâsların (hak tanımazların) bâzîçe-i zulüm ve itisâfıdırlar (kötülük ve doğru yoldan sapma oyuncağıdırlar), bunlar muhteşem saraylarda, müzeyyen kasırlarda
ikamet eden insanların ikbâl ve saâdetini bazıların kötü sa’y ve gayretleri sayesinde temîn edenlerdir. Bu zavallılar mağdûr ve perîşân, sefîl ve hakîr, aç ve üryân, yersiz ve yurtsuz olup, gûyâ ki, sırf zenginin melabei (oyuncak) ezvâkı (neşeleri) olmak üzere yaratılmışlardır. Sarayda saâdetli merdüm-hârların (yamyamların) bir zevk ve şetânet sıçra(t)tıkları, raks ettikleri zaman kurban-ı istibdâd-ı iktisâdî olan sunuf-i hakirei ictimâiyenin (ekonomik baskıların kurbanı olan toplumun alt sınıfların) bu sefîl vekîlleri sosyal demokrasinin bütün ahkâmına (hükümlerine) riâyet (gözetme)
etmeye ve her sene mayısın “bir”inde işbu ittifâk ve ittihâdın merâsim-i mübeccilesini ifâya yeminle karar verdiler. İşte sâdık-ı ahd (sözüne bağlı) olan amele (işçi) yarın o yevm-i mufâherenin (övünme gününün) hâtıra-i şerefini muhâfazaya sâî (çalışan) olurum. Yarın istibdâdın hükümfermâ olmadığı (hüküm sürmediği) bütün memleketlerde bil-cümle evlâd-ı sa’y-ı amel (tüm işçiler) alın teri ile temîn-i maîşet eden (yaşamını kazanan) bütün mahrûm-i ikbâl ve servet olanlar (yükselemeyen ve servet sahibi olamayanlar) sa’y ve ameli terk edip 1 Mayıs resmini (tertibini) ifâ (yapmak) için şen ve şâtır (neşeli) cilve-
Yarın bütün sosyalistler meydâna çıkıp savt-ı bülend-i hürriyetle (özgürce yüksek sesle) metâlibat-ı âtîyede (gelecek taleplerinde) bulunurlar. 1. Hürriyet-i kâmile-i siyâsiye (tam siyasi özgürlük), 2. Muhârebelerin katiyen ilgâsı (savaşları bırakma), 3. İntihâpta (seçimde) doğrudan doğruya ve rey-i hafî (gizli oy) ile hukuk-i umûmiyei mütesâviye (genel hukuk eşitliği), 4. Hâkimiyet-i millet, 5. Günde sekiz saat çalışmak usûlünün kabûlü, 6. Hukuk ve menâfi-i (menfaatler) amelenin muhâfaza ve temeşşîyetini (yürütmesini) kâfil (kefil) kavânîn-i cedidenin vazı (işçi hak ve taleplerinin korunması ve yürütkesine yeni kanunlar çıkarılarak kefil olunması). İşte mayısın ‘bir’inde meydân-ı mücâdelede toplanan amelenin cümle-i mutâlebâtı (talepleri) bundan ibârettir. Yarın şems-i Dilâra-yı hürriyetin (hürriyetin gönül alan güneşinin) şuâatı tahiyyât-ı bahşâsına (selam ışınlarını verene) nâil olan muhît-i meşrûtiyetin altında biz dahi mayıs ‘bir’ merâsimini ifâ etmek selâhiyetine mâlik bulunuyoruz. Bütün mahrûm-i nîmet-i cemiyet olanların hukuk-i magbubelerini (gasp edilmiş haklarını) istirdâda (geri almaya) sâî (çalışan) olarak “Yaşasın 1 Mayıs” zemzemesini (nağmesini) ayyûka çıkaralım. Şu vâsi (geniş) memleketin her tarafında bulunan ameleye, harîr (ipek) ve halı fabrikalarında çalışanlara, şimendifer ve tramvay amelesine davet okuyalım, bütün haksızlığa kurban olanları bir noktaya cem ederek (toplayarak) onlara hitâp edelim. “Ey sefîller! Gece, gündüz her saat ve her dakika lâ-yenkati (durmadan) esir gibi çalıştıklarınıza rağmen bugün hiçbir şeye mâlik değilsiniz. İttifâk ve ittihâd ediniz, ittihâd hârik-ül-âde bir kuvvettir, o sayede hukukunuzu müdâfaa ediniz, sizden vazîfe talep edenlere kendi vezâif-i mütekâbilelerinin ifâsına (karşı vazifelerini yapmaya) mecbûr olduklarını bildiriniz. Bunları yapabileceğiniz takdîrde siz de beyn-el-milel amele cemiyetleri efrâd-ı misillû (benzer gibi) yek-zebân (aynı dille konuşan) olarak savt-ı bülendle (yüksek sesle): “Yaşasın Mayıs 1!” diye bağırmaya hak kazanmış olacaksınız. m
Çeviri: CENGİZ YOLCU
6
Kapitalizmin ‘zafer’i Sovyetler Birliği çöktükten sonra zil takıp oynayanlar, şimdi tek tek cumhuriyetlere bölünen coğrafyadaki sefalet karşısında dut yemiş bülbül kesiliyor. Bir zamanlar işsizliğin olmadığı, herkese eğitim, sağlık, barınma gibi hakların sağlandığı ülkelerde, şimdi bir suç patlaması yaşanıyor. Turancıların büyük Türkistan rüyasının fantezi nesnesi olan ‘Türki’ cumhuriyetler ise, insani çöküşten payını fazlasıyla alıyor...
1
991 yılı hafızalara, Sovyetler Birliği’nin glasnost ve perestroyka politikalarıyla çözüldüğü yıl olarak kazındı. Bu durumu ‘komünizmin iflası’, ‘liberalizmin zaferi’ olarak görmek isteyen örneğin Brzezinski gibi pek değerli liberal siyaset bilimciler ve iktisatçılar, dağılan imparatorluğun petrol ve doğalgazından pay kapma yarışına giren emperyalistlere akıl hocalığı görevine soyundular. ABD, Sovyetleri çevirmek için ortaya attığı ‘yeşil kuşak’ projesinden beri Orta Asya’da baş aktör olma iddiasındayken son birkaç yıldır bu rolü Rusya ve Çin’e kaptırdığını fark edince ‘renk devrimleri’ne başvurdu. Sovyetler dağıldığında insanlar bir şeyin farkındaydı: 1921’den beri sosyalizmin sunduğu sıfır işsizlik, ucuz yaşam imkânı ve bedava sosyal hizmetlerden mahrum kalacaklardı. Tabii yanılmadılar. Hala otokratik aile/mafya devletleri görünümündeki beş Asya ülkesi; Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan’ın sosyal sorunlarına çare bulmak için yaptıkları tek şey Batılı ‘sivil toplum örgütleri’nden, Soros’dan, IMF’den, Fettullahçılardan medet ummak. Geri kalan zamanlarında da ABD’nin bir zamanlar ektiği fakat 11 Eylül’den sonra düşman ilan ettiği aşırı İslamcı tohumlarla baş etmeye çalışıyorlar. Örneğin Hizbut-Tahrir örgütü Özbekistan ve Tacikistan’da gücünü her geçen gün biraz daha artırıyor.
İşsizlik ve yoksulluk
Kapitalist sömürü çarkının arka planını oluşturan burjuva iktisat, bilindik ikiyüzlülükle üniversitelerde şunu öğretir: Her birey (ve tabii her devlet) verimli olmak için sadece en iyi bildiği işi yapmalıdır, yoksa emek ve zaman kaybeder.
m İlk bakışta ne kadar masum ve sempatik geliyor değil mi? Fakat maalesef, devletin en iyi bildiği şey baskı uygulamaktır; emperyalizm ise bu argümanı, sömürdüğü ülke ekonomilerini hammadde üretimi ile sınırlandırmak için kullanır. İleri teknoloji ürünü silah üretme işi de tabii ki bu işi en yüksek verimle yapan Sam Amca’nın torunlarına kalır. Bu amaçla Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ülke üniversitelerinde gençler yukarıdakine benzer teorilerle tavlanmaya çalışılır, pek ‘açık’ sivil toplum örgütleri ‘demokrasi’ havarileri gibi gösterilir, o da olmazsa bir yolu bulunup Irak’a yapıldığı gibi ‘özgürlük’ götürülür. İşte Orta Asya’da olan da tam olarak budur. En yağlı kuyruk Kazakistan’daki yabancı yatırımların yüzde 80’e yakını doğalgaz, petrol ve demir yatırımlarıdır. IMF ve Dünya Bankası bölgeyi kapitalizme eklemlendirmek için bölgede fink atar, finans spekülatörü Soros da ‘rengârenk devrimler’i teşvik eder. Sovyetler Birliği’ndeki ‘sosyalizm’ anlayışını eleştirenler, biraz da alaycı tarzla, “Sovyetlerde musluk tamir ettirmek bile aylarınızı alırdı, bir tamirci bulduğunuz zaman da rüşvet verecek votkanız yoksa hiçbir şey yaptıramazdınız” diye anlatırlar. Sovyetler Sonrası Karmaşa adlı kitabında Joma Nazpary, Kazakistan’daki ev sahibinin şu şikâyetini aktarıyor: “Sovyet zamanında bir şişe votka ile her şey hallolurdu, şimdi banyo tamiri için 200 dolar gerekli, ama benim bu kadar param yok!” Genel yoksulluğun bu ülkelerin tümünün ortak kaderi olduğu söylenebilir. Sovyet sonrası Orta Asya’da en temel toplumsal değişim, yeni zenginler ve mülksüzler olarak iki sınıfın yaratılması oldu. Yeni zenginler, ülke zenginliklerini,
devlet varlıklarını ucuza kapatan, devlet başkanlarının çevresinde toplaşmış bir asalak topluluğunu ifade ediyor. Batılı sermaye çevresiyle samimi ilişkiler geliştirip rahat bir hayat sürüyorlar. Mülksüzler ise, çalışacak iş dahi bulamayan, şiddetin hem mağduru hem uygulayıcısı olabilen ve şeriatçı hareketlerin hedef tabanı haline gelen, sosyal güvenceden mahrum bir topluluğu ifade ediyor. Bahsettiğimiz ülkelerde ortak bir işsizlik sorunu, bunun yol açtığı kırdan kente ve ülke dışına yoğun göç ve büyük şehirlerde artan uyuşturucu bağımlılığı ile AIDS dikkat çekiyor. Örneğin Tacikistan’da nüfusun yüzde 50’si 18 yaşın altında ve işsizlik nedeniyle gizli yollardan Kazakistan ve Rusya’ya kaçıyor. Irkçılığın yükselişte olduğu bu coğrafyada yabancılara vize zorunluluğu gibi önlemler alınsa da, örneğin Rusya’da artan ırkçılığın bilançosu her yıl Tacikistan’a gelen yüzlerce tabut oluyor. Yüksek petrol geliri sayesinde Kazakistan hariç diğer dört ülkede önceden görülmemiş şekilde yaşam seviyesi düştü. Örneğin UNDP-Birleşmiş Milletler Kalkınma Fonu’nun verilerine göre, gayri safi milli hâsıla bu dört ülkede Sovyetlerin son yıllarına göre yarı yarıya düşüş gösterdi. En önemli gelişmişlik göstergelerinden olan doğum sonrası ölüm oranlarına baktığımızda 1980’le 1990 yılları arasında hızlı bir düşme varken 1990-2004 arasında kaydedilen düşme sıfıra yakın. Kazakistan ve Türkmenistan’da petrol, Özbekistan’da tarım, Kırgızistan’da çeşitli madenler halk için başlıca gelir kaynakları gibi görünse de bunlar belli grupların elinde yoğunlaşıyor. Sonuçta Sovyetler Birliği döneminde kolektif ekonomi sayesinde sorun yaşamayan bu ülkeler bugün
iNAN AYRIBAŞ
artık ‘bağımsızlık’ sonrası işsizlik, mafya ekonomisi, sınır, etnisite ve din kaynaklı çatışmalar ve yaşamsal çöküşle karşı karşıya: Okuma yazma öğretiminin gerilemesi, ortalama yaşam beklentisinde ve sağlık hizmetlerine ulaşımdaki düşüş, özellikle kırsal kesimdeki kötü beslenme, bölgedeki diğer ciddi sosyal problemler... Kendilerinin ve çocuklarının geleceği için endişelenen nüfusun büyük bölümü için Sovyetlerin sağladığı refah ve sosyal güvenlik sitemi ‘nostalji’ olarak hatırlanıyor. Tacikistanlı Saadat Alimova şöyle söylüyor: “Önceden Rusya’nın 15 cumhuriyeti içinde en fakiri olsak da, bir süper gücün ortağıydık. Şimdi ise dünyanın en fakir ülkelerinden biriyiz.”
Baskıcı rejimler
Bu ülkelerin halkları ve Perestroyka döneminde başa geçerek otoriter yönleriyle öne çıkan liderleri, Kaas ve Baltık ülkelerinin tersine Sovyetlerin dağılmasını desteklemedi. Bugün, bu liderler ve aileleri ülkelerinin siyasetine, ekonomisine ve kültürüne el koymuş durumda. Bu genel otoriterleşme eğiliminin iki özelliği var: Birincisi kişilik kültü ve gücün babadan oğula kalması. İkincisi ise bu figürlerin sadece sembolik değil aynı zamanda ekonomik güce sahip olmaları. Ulusal zenginlikler onların ellerinde toplanıyor, enerji, ulaşım, tüketim malları gibi en kârlı sektörleri onlar denetliyor. Hatta Batılı şirketlerden ülke ekonomilerine dahil olmaları karşılığında büyük paralar alıyorlar. Bu genel şiddet kullanan otoritenin varlığı, zorbalık yoluyla devlet mallarının özelleştirilmesi ve tekeller yaratılması, vahşi kapitalizme geçişi hızlandırdığı ve mülksüzleştirilenlerin öesini bastırdığı için ‘seçkin’lerin ve Batılı
7 İngiliz komedyen Sacha Baron Cohen’in yarattığı hayali Kazak gazeteci ve televizyon muhabiri Borat’ın hayali kız kardeşi Natalya, fahişelik yaparak hayatını kazanıyor!.. Bu bir senaryo ama ne yazık ki, gerçek yaşamı yansıtıyor... sermayedarların işine geliyor. Bu ‘seçkin’ler için en güçlü malzeme ise ‘milli ideoloji’ oldu. Beş ülkede de diğerlerine karşı yükselen nefretten söz edilebilir. Kazakistan’da Nazarbayev’in adının karıştığı ‘Kazakgate’ skandalı, Türkmenistan’da ‘merhum Türkmenbaşı’ Niyazov’un yeraltı zenginliklerine el koyması, Özbek başbakanın pamuk gelirlerini ailesine dağıtması, devlet eliyle planlanan vurgunculuk örneklerinden ilk akla gelenler. ‘Türkmenbaşı’ Niyazov başkenti lüks otellerle, halk içme suyu bulamazken sularıyla göz kamaştıran parklarla donattı. Ayların ve günlerin adlarını değiştirdikten sonra bir göktaşına kendi adını verdi. Ölümünden önceki son marifeti, ülkesi dünyanın en sıcak ülkelerinden olmasına rağmen, buzdan saray yaptırılması emrini vermesi olmuştu.
Ahlaki çöküntü ve eğitim
Sovyetlerin çöküşüyle beraber her alanda gerileyen sosyal haklar, eğitimde de kendisini gösterdi. Dünyanın diğer ülkeleriyle karşılaştırıldığında Sovyet eğitim sisteminin gelişmişliği hemen göze çarpıyor. Örneğin, 1991’de bu ülkelerde okuma yazma oranı % 100 iken Türkiye’de bu oran yüzde 77’ydi. 2004’e gelindiğinde eğitim kalitesinde düşüş olsa da eğitim altyapısı sayesinde bu oran yüzde 100’e yakın oldu ve eğitime yapılan devlet harcamaları yarıdan fazla düşüş gösterdi. Türkiye’de ise bu oran ancak yüzde 87 oldu. Gündüz vakti sokak ortasında, gaspların yaşandığı, kadınlara tecavüzün sıradan vaka haline geldiği ülkelerden Kazakistan’da yasadışı pazarda mal satarak geçinen, tarih öğrenimi görmüş Gülcan, arkadaşlarıyla beraber şehir ortasında tecavüzden nasıl son anda kurtulduğunu anlattıktan sonra şöyle diyor: “Önceleri Sovyet zamanında ahlaki sınırlar vardı. Açıkça belirlenmiş ahlaki kodlar bulunuyordu, insanlara güvenilirdi. Bugün herkes orman kanunlarına göre hareket ediyor. Güçlü olan herkes, zayıflara saldırıyor, tecavüz ediyor, öldürüyor, soyuyor.” Yazarın ev sahibi ise şöyle bir yorumda bulunuyor: “Sovyet zamanında kapımızı neredeyse hep açık bırakırdık, bugün tanımadıklarımıza kapımızı bile açamıyoruz.” (Sovyetler Sonrası Karmaşa, Joma Nazpary) Birliğin çöküşünün hemen ertesinde Türkmenbaşı’nın ilk görevi sosyal mühendislik yapmak olmuştu. Yabancı dil eğitimini, filarmoni orkestrasını, baleyi kaldırıp zorunlu eğitimi 12 yıldan 10 yıla çekmiş, ülke dışından alınan diplomaları geçersiz saymıştı. Sovyetlerin son yıllarında Türkmenistan’da yüksek
öğrenim görenlerin sayısı 30 bin iken, bu sayı Türkmenbaşı sayesinde 3 bine düştü. Rusça bilen akademisyenler ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. 2000’li yıllarla beraber eğitim sisteminde özelleştirmeler başladı. Halen okullarda en büyük sorun kırsal kesimde ailelerin çocukları için üniforma ve ders kitabı alacak paraları olmaması ve ‘bedava eğitim’ söylemlerine rağmen, devlet okullarında yasa dışı olarak para toplanması.
Kadının durumu
Genç kadınların büyük bölümü için cinselliklerini kullanmak hayatta kalmanın tek yolu. Başvurulan başlıca yollar; işverenin cinsel taleplerine cevap vermek, ‘sponsor’ veya zengin bir sevgili bulmak ve fahişelik yapmak. Büyük şehirlerde restoran, bar, moda giysiler gibi tüketim kültürü yaratan unsurlar, gençlerde pahalı mal ve hizmet tüketme isteği uyandırıyor. Zengin ailelerden gelmeyen genç kadınların çoğu için, ‘serbest Pazar’ın sunduğu zevklere ulaşmanın tek yolu, yine ‘serbest pazar’da bedenlerini satmak. Bu kadınlar toplumda ‘yoldan çıkmış’ olarak damgalanıp karmaşanın unsurlarından biri sayılsalar da, çoğu zaman kapitalizmle gelen ‘modernite’nin göstergesi olarak övülebiliyorlar.
‘Turan’ yoluna çıkanlar
Sovyet sonrası ortaya çıkan karmaşadan pay kapma telaşındaki Türk burjuvazisi için ‘Adriyatik’ten Çin’e kadar Türk dünyası’ demek hazır pazar demekti. Fakat bu o kadar kolay değildi. Türk burjuvazisine düşen görev ABD’nin taşeronluğunu yapmak oldu. Bu süreçte İslami değerleri sömürmekten bir an olsun geri durmayan ABD, Gülen okullarını kusuruz birer ‘Truva atı’ olarak kullandı. Türkiye’de Arapça din eğitimi propagandası yapılırken, sadece Orta Asya’daki sayısı 21’i bulan ve CIA istasyonları gibi çalıştıkları iddiasıyla Rusya’da tek tek kapatılan bu okullarda İngilizce ve yan dil olarak Türkçe eğitim veriliyor. ‘Bu derenin suyu nereden geliyor?’ sorusuna cevaben Türk esnafından toplanan bağışları göstermek saflık olur. Bu ülkeler (Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan) 1996’da Şanghay İşbirliği Örgütü içinde yer aldılar ve Çeçen sorununda Rusya’yı, Uygur sorununda ise Çin’i desteklediler. Yani Panislamizm ve Pantürkizm yerine bölgesel dayanışmayı tercih ettiler. Böylece şamar oğlanına dönen ‘Adriyatik’ten Çin’e Türk dünyası’ tezi de Enver Paşa’yı unutamayan çevreler için kof bir ajitasyon malzemesi olmaktan öteye gidemedi…
Barbarları beklerken
Y
azıyı kaleme aldığım gün geçmişe de gittim. Bugünün saldırgan emperyallerinden zihnini ayrı tuttuğum anlarda. Beri tarafta 14 nisan mitingi vardı Tandoğan meydanında. Cumhurun başını seçmek için gerilen (girmeye çalışılan) kaosta kalabalıklar yürüyordu Ankara’da. Hep kalabalıklar bize bir mesaj verdi ya da bizden bir şey aldı götürdü. Yer kürenin bu kadar kirlenmediği tenha zamanların şehrinde, Ramsgate’de (İngiltere) en iyi arkadaşım İranlı Darius’tu. Bu ufak tefek çelimsiz çocuğun yüzünde yaşından çok ileri duran bir ifade dururdu. Pehlevi’nin devrilip milyar dolarlık varlığı ile Tahran’dan kaçtığı günlerdi. Eşi Farah Diba, Fantom pilotu oğlu ve ailesi sırra kadem bastılar. Paylaşacakları ekmeği zor bulan halkın çaresizlikten Paris’teki ilahlarını İran’a çağırdığı zamanlar aynı paralele rastlar! Bizim devrimci solun tarihi İran’daki devrimin hemen sonrasında oradaki devrimci kitlenin pasifize edilişini unutmaz. Khum kentinden Paris’e oradan tekrar ülkesine dönen Humeyni’yi de… Başlangıçta tüm kitleyi kucaklayan bir halk hareketi kendi çocuklarına kıyacaktır bir süre sonra. Ramsgate’de ismini eski Pers kralından alan arkadaşım yıllar sonra başka bir sürgünü yaşayan kuşaktandı. Aslında krallar ve iktidarlar değişmekte, bu zorunlu sürgünlerin sahiplerinin yaşadıkları ızdıraplar değişmemekteydi. Rıza Şah Pehlevi’nin işkencehaneleri, ABD ile yürüttüğü eşgüdümlü politikaları ve sürdüğü şatafatlı hayat, sürünmekte olan İran halkının gelecekde yaşayacağı profili hazırlıyordu. Ortadoğu’nun tüm ezilen halkları baskılar ve zulümle karşılaştıklarında hep aynı şeyi yaptılar. Ya silaha, ya Allaha sarıldılar… FKÖ ve Filistin direnişi, her ikisini de ortak örgütlülükte birleştiren nadir oluşumlardandır. Batıda, Anglosakson topraklarda, IRA’da bunu görürüz. Gücünü kitlesel dini motiflerden ve yapılanmalardan alabilen örgüt içinde ise Marksist bir oluşumun hiyerarşik kodları. Ortadoğu’nun direniş retoriğinde daha sonra FKÖ iktidar paylaşımını Hamas’la yapar. İslami Cihad ise daha yukarıdaki topraklarda çıkar karşımıza, bugünkü İran eksenine yakın bir çizgi ile (Şii direniş). Yeryüzünün bu gelgitlerle dolu kaynayan kazanında mezhep ayrılıklarından örgüt yapılarına, direniş odaklarının mental ve siyasi, organik şifrelerini bilmeden o ateş topraklarında yürüyemeyiz. İşte emperyalist 15 İngiliz askerinin devriye amaçlı girdiklerini söyledikleri İran karasuları bu şifrenin saklı sayılarından sadece biridir. Geçtiğimiz aylarda Erbil’de ABD’nin işgal güçlerinin tutsak ettiği beş İranlı subaydan daha önce SAS komandolarının İran’a operasyon amaçlı girdiği söylentileri dolaştı. Aynı günlerde Ahmedinejad Raul Castro ile Küba’da buluştuğunda bu devrim topraklarında şeref konuğu olarak ağırlanacak, Ortadoğu’da artan emperyalist Angrosakson baskılara karşı gelecekteki stratejik çizgilerini oluşturacaklardı. Hemen sonra Latin Amerika’da yükselen anti emperyalist dalganın öncülerinden Chavez Tahran’da ağırlandı. Chavez Tahran’a karşı olası bir saldırıda destek sözü verdi. Bundan 30-40 sene önce böylesi stratejik birliktelikler (Küba-İran,Venezüella-İran) oldukça imkansız gözükürdü. Her şeyin 11 Eylül sonrasında yeniden başladığına inanan G. W. Bush’un şer üçgenleri paranoyaları ile oluşturmak istediği petro-dolar hayalleriyle başladı. Irak bir süre sonra bu hayalleri boş çıkardı... Muhtemel yeni hedef İran; hem tarihsel geleneği hem toplumsal yapısı olarak Irak’tan çok daha farklı. Ters tarihi beraberinde Ortadoğu’nun işgal edilmemiş nadir topraklarını da bize sunar. Nedense bu mağrur adamların 80’lerin başındaki zorunlu siyasi tercihlerini acımasızca eleştiren kitleler bizdeki aymazlıkları görmez. Adam, karasularına giren 15 İngilizi esir alabiliyor, sorguluyor, hesap soruyor ve Batı’ya ödül olarak bırakıyor. Sen İncirlik denen yerde kuş uçuramıyorsun. Bu ülkenin topraklarında, başkalarına ait yerlerde adamların keyfini sağlamak asli vazifen olmuş. Raul Castro ve Hugo Chavez o kadar ‘geri zekalılar’ ki, İran tarihinde devrimcilerin bir dönem haince yok edilişini bilmiyorlar ve onun için stratejik ortak olarak İran’ı seçiyorlar! Ve onun ötesi senin kucak açtığın güçlere birlikte direnebiliyorlar. İran rejiminden kaçan sürgünleri gör, kendi süründürdüklerini görme!.. Nazım, Ruhi Su,Yılmaz Güney, Ahmet Kaya ile artar gider bu utanç listesi. Daha cumhuriyetin ilk yıllarında Sabahattin Ali’yi linç eden zihniyet, bugün değişen zamanlarda sokak sokak dolaşmaktadır. Linç kültürü diye bir deyim oluşturduk kendi zulüm dağarcığımızda. Bir başka gözle başka yerlere bakmanın zamanı çoktan geldi ya da aynı doğrultuda G.W. Bushların, Blairlerin gözleri ile görmek (yani görmemek!) var dünyayı. Şehrin sokaklarında, toplumsal refahı yollarda artan cip adedi ile ölçen bir zihniyetin çocukları dünyada olup biten vahşi bir katliamdan bihaber yaşayıp durmaktalar. Sözde görmek isteyenlerse, tarihin ayrıntılarına takılıp bir arpa boyu yol kat edememekte. En acısı da o 15 İngiliz askerden daha tutsağız kendi bedenlerimizde!.. Ve en az onlar kadar iki yüzlüyüz, bu ülkedeki tüm gerçekleri inkar edecek bir inkarcı zihniyetin yalancı şahitleri gibi… Onları dönüşlerinde MI6 (İngiliz istihbaratı) sorguluyor, bizi kendi vicdansızlığımız... Sözün özü mü? Yıkılan cezaevlerinde, sayısı unutulan yargısız infazlarda, Doğu’nun yanan köylerinde ve gazete önlerinde barbarlarımız bizi arkadan kurşunlarken… İran barbarları bekliyor… m
ALİŞ DİLEGE
8
Uğur’un gözlerine bakın Ayağındaki terlikleriyle yerde yatan çocuk, şoför Ahmet’in oğlu 12 yaşındaki Uğur’du. O çocuk, o çocuklar gittiğinde, arkalarında kalan biz büyükler yetim kaldık. Onlar saf ve kirlenmemiş masumiyetleriyle, büyüklerinden arta kalan bedeli kanla ödeyip yaşlarına bile doymadan gittiler. Bizlerse, kirle boy vermiş bir utançla hâlâ koynundayız hayatın… m
ROGER MAVi
Hiçbirimizin uykusu helal değildir artık. Artık hiçbirimiz ortalıklarda dolanıp insanlık adına nutuklar atıp tutmayalım. Sevgililerimizin sımsıcak ellerini tutmaya hakkımız yok. Bu ülkede kadınlar haramdır erkeklere. Erkekler koca bir yalandır artık kadınlara. Varsa çocuğumuzu sevmeyelim. Okula giden kardeşlerimizin derslerini sormayalım. Başlarını okşamayalım, kendimizi kandırırız. Sonra, sokakta gördüğümüz önlüklü çocuklara sırtımızı dönelim. Masum gözlerine bakmasın artık kirli gözlerimiz. Fark etmesinler diye utancımızı, kaçıralım bakışlarımızı onlardan. Otobüslerde çocuklu annelere asla yer vermeyelim. Bir annemiz, bir babamız olduğunu unutalım. Hele o çocuğun annesini, babasını hiç anımsamayalım. Bu andan itibaren her şeat gösterimiz, her sevgi sözümüz, her iyiliğimiz, her gülümseyişimiz, her dokunuşumuz sahtedir, yalandır, alaydır, utançtır! Kapkaranlıklarla yarışan yaralı vicdanımızı gömüp kendimizle baş başa kaldığımızda da, “Nasıl bir yaradır bu, nasıl bir ülkede yaşıyorum” diye de sitem etmeyelim. Artık, buna hiç mi hiç hakkımız yok!
12 yaşında 13 kurşun
Artık çok geç sızlamak, ağlamak için. O, 12 yaşındaki o çocuk, o soğuk mahkeme koridorlarında, o bir zamanlar çocuk olmuş büyük adamların; okumuş, yutmuş beyinlerin kalemleriyle bir daha öldürüldü. Terlikleriyle, boyundan büyük otomatik silahlarla kurşuna dizildiği ilk infaz akşamında belki yanında değildik. Ama şimdi, hepimiz, utanç abidesine dönen varlığımızla tanığıyız bu ikinci ölümün. İnsan bir değil, defalarca katil olabilir. Biz ilkini kaçırdık, bizim dışımızda, bize katil yaasını hoş görenler, şimdi gözlerimizin içine baka baka bunu bir kıyafete dönüştürdüler üstümüzden. Üstümüzde bir çocuğun kanını taşıyan elbiselerimizle benzerlerimize caka atmaya doya doya hakkımız var artık. Artık özgür katilleriz hepimiz! Artık hepimiz birer kirli heykel olarak kalakalacağız yürüdüğümüz şehrin caddelerinde. Anlamsız kalacağız. Üstümüze yağan yağmurun, yüzümüzü şarkısıyla bölen rüzgarın, dalgalarla dile gelen denizin, toprağa çalan her yaprağın duruşunda artık anlamsız ve sıradan kalacağız. Artık eskisi kadar namuslu değiliz. Her okullu çocuk, daha doğrusu onunla yaşıt okullu çocuklar, bizim ne kadar duyarsız olduğumuzu anımsatıp duracak. Taşlardan bile duygusuz robotlarız artık iş masalarında. Paraya ve kariyere tapan
Uğur ve Ahmet Kaymaz, oğul ve baba, birlikte delik deşik edildiler. Katilleri göstermelik bile olsa ceza almadı. ‘Hukukun üstünlüğü’, soyu tükenmiş olan bir kuş çeşidiydi, değil mi?
ruhumuz, artık başkalarının örtüsüz kararlarında bir oyuncağa dönüşmüştür. Yüzleri soğuk, damarlarında kan akmayan, yürekleri çarpmayan, gözleri bakmayan, kulakları duymayan, tenleri hissetmeyen duygusuz birer heykeliz hepimiz. Hepimiz, o çocuktan geriye kalan kurşunlara hedef olamamanın utancıyla bir daha ne gökyüzüne, ne de güneşe bakabileceğiz insanlık gururuyla. Zira kimse artık, “Ben insanım!” demesin. Ondan geriye kalan kurşunlar kalbimizin en orta yerine saplanmıştır. İz bırakmadan, yara açmadan… Bu, her gün öldürüleceğimizin, her gün öleceğimizin imzasıdır. Bunu bir yere not edelim. Büyük bulvarlarımızı, dans ettiğimiz meydanlarımızı, yalan dünyamızın, mahkeme katiplerinin parmaklarından fışkıran yalancı cümleleri ile kuralım. Evet, artık hepimiz birer sahtekar, birer yalancıyız…
12 yaşında 13 kurşun
Uğur’du adı. Hatırlarsınız, Kızıltepeli 12 yaşındaki Uğur Kaymaz. 21 Kasım 2004 akşamı küçücük bedenine 13 kurşun sıkılan önlüklü çocuk Uğur… O akşam, yemekten sonra sobayla ısınan evlerinde ders çalışıyordu 5-C sınıfı öğrencisi Uğur. Birazdan uzun yola çıkacak babası, annesine bir şeyler fısıldıyordu. Uğur’un avuçlarına aldığı kalemiyle eğildiği deeri o anki tek dünyasıydı. Günlerden pazardı. Aylardan Kasım. Sonraki gün okul sırasında olacaktı. O bunları düşünürken babasının
adını anan sesiyle kalemini deerinin arasına bırakmıştı. Soluğu hemen babasının yanında aldı. Babasının yola çıkma zamanı gelmişti. İlk gördüğü terlikleri ayağına geçirdi ve o soğuk kasım akşamında babasının kamyona taşımasını istediği eşyaları bir bir sokağa götürdü. Babasıyla birlikte sokağa çıktıklarında birden kurşun yağmuruna tutuldular. Akşam da, insanlık da, kopkoyu bir karanlığa teslim olmuştu. Baba-oğul oracıkta öldürülmüştü. Onları öldürenlere göre, baba-oğul teröristi!
12 yaşında 13 kurşun
Güvenliğimizi sağlayan emniyet yetkilileri bal gibi nasıl bir cinayeti işlediklerini olay yerine geldiklerinde anlamışlardı. Öldürdükleri adam yoksul bir şofördü. Yanı başında, ayağındaki terlikleriyle yerde yatan çocuk ise şoför Ahmet’in oğlu 12 yaşındaki Uğur’du. Katilleri utanmadan Uğur’un yanına boyundan büyük bir de silah bıraktılar. Kayıtlara, “İki terörist silahlarıyla birlikte ölü ele geçirildi,” sözü akşamdan döşenmişti olay mahalline. Sonraki gün ve günlerde ilçenin her yerinde bir öe vardı. Uğur’un okullu, önlüklü arkadaşları büyükleriyle birlikte cinayeti protesto ediyordu. Cinayeti işleyenlerin meslektaşlarına düşen ise bu çocukları DA coplamaktı. Sonra dava açıldı. Güvenlik ya da güvensizlik nedeniyle dava Eskişehir’e alındığında bu topraklarda bildik bir oyunun yeniden sahnelendiğini düşünmüştük. Tıpkı Trabzon’a alınan Gazi, Afyon’a nakledilen Göktepe ve nice yargısız
infaz davasında olduğu gibi… Yine de umutla ama endişeyle bekledik. 18 Nisan 2007 günü verilen karar endişelerimizin yersiz olmadığını, umutlarımız anlamsız olduğunu ispatlar gibiydi. Yeni TCK’ya göre en son müdahil tarafın savunma yapması gerekirken, davada bu kurala uyulmamıştı. Sanık avukatı Füsun Tünçok’un, “Sabahtan beri vekillerin safsatalarını dinliyoruz, şimdi de zincirleme iiralarını sıralıyorlar,” sözleri mahkeme başkanınca tutanağa geçirilmemişti. Davanın müdahil avukatı Tahir Elçi sanık savunmalarından sonra tekrar söz hakkı istediğinde, başkan başını çevirip duymazlıktan gelmiş, sanıklara son sözlerini sormuş ve hızla, “Dışarı çıkın karar veriyoruz!” diyerek duruşmayı bitirmişti. Katiller böylece beraat etti… Hepimizin tanıklığında baba Ahmet Kaymaz ile oğul Uğur Kaymaz bir kez daha katledildi… Huzurdan çekilen ise artık insanlıktı… Gözlerimizi yere çaldık. Çünkü çizilmekten bir fahişeye dönen vicdanlarımız bir kez daha tecavüze uğramıştı. Bir kez daha katledilmişti çocukluğumuz ve çocuklarımız. Doğacak bebelerimizi şimdiden kanla emziriyorduk. İçimizi yumrukluyorduk. Nafile!
12 yaşında 13 kurşun
Şimdi eskimiş bir sandıkta sakladığımız, çürümeye yüz tutmuş deerlere adlarını yazıyoruz onların. Hayatımızdaki her şeye karar veren çocukluğumuz yok artık. Zira utancımızla artık hiçbir şeye karar verecek yüzümüz kalmadı. Baudelaire, dehayı açıklarken yalan söylüyordu, iradeyle yeniden elde edilen çocukluk değildi. Katiller vardı artık zekamızın en baş köşesinde. Yetişkin katiller, bir öncekileri, kendileri ya da başkaları ne yapmışsa onu yaptılar. Emredileni şuurla yerine getirdiler. Kendilerine miras kalan bu eylemde ırmakları kusmuklarıyla boğacaklarını sandılar. Okullu masum çocuklar ise, bir önceki sefer, vasiyet diye bir şey bilmeden, her şeye ilk defa başlıyormuş gibi koyulmuşlardı zaten hayata. O güzelim ırmaklarda yüzüyorlardı neşeyle. Ardından yönlerini bulmak için girdikleri sokaklarda, caddelerde; yepyeni, tertemiz, ayak basılmamış bir toprak gibi; kuralları, yasaları, engelleri, sınırları, sınıfları, duvarları olmayan, sonsuz vaatlerle örülü bir dünyaya açıldılar. O çocuklar gittiğinde, arkalarında kalan biz büyükler yetim kaldık. Onlar saf ve kirlenmemiş masumiyetleriyle, büyüklerinden arta kalan bedeli kanla ödeyip yaşlarına bile doymadan gittiler. Bizlerse, kirle boy vermiş bir utançla hâlâ koynundayız hayatın…
9 Tüm dünya ‘vatansever’leşiyor. Fransa’da yabancı göçmenlerden nefret eden Sarkozy, ilk tur devlet başkanlığı seçimlerini önde tamamladı. ‘Vatan elden gidiyor’ söyleminin peşine takılan panik içindeki Fransızların sağ partilere verdiği oylar ‘tavan yaptı’!..
Fransa’da da kurtlar uluyor m
T
MAYA ARAKON
ürkiye’nin, cumhurbaşkanlığı seçimlerine kilitlenip Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarının elinde oyuncak olduğu şu günlerde, Fransa’da da cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turu 22 Nisan’da gerçekleştirildi. Adayların 19 Mart’ta açıklandığı seçimlerin sonucunda, beklenildiği gibi, sağcı lider Nicolas Sarkozy, Sosyalist Parti’den rakibi ve Fransa tarihinin ilk kadın cumhurbaşkanı adayı olan Ségolène Royal’in önünde yüzde 31,11’lik oy oranıyla, 6 Mayıs’ta gerçekleştirilecek olan ikinci tura çıkmayı garantiledi. Royal’in yüzde 25,83’lük oyunun ikinci turda kendisini cumhurbaşkanı yapmaya yetip yetmeyeceği konusunda bahisler oynanadursun, mevcut tablonun değiştirmediği bir gerçek var: Fransa, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana, hiç olmadığı kadar çok sağa, hatta faşizme savrulmuş durumda!.. Balıkçıların ve avcıların adayı Frédéric Nihous hariç (Fransa’da balıkçıların ve avcıların cumhurbaşkanı adayları var) sağda yer alan dört adaydan üçü son derece milliyetçi hatta faşist bir söylemi esas alıyordu. Milliyetçi Cephe’nin yıllardır cumhurbaşkanlığına adaylığını koymaktan yılmamış –ve hatta 2002’de Jacques Chirac karşısında Sosyalist Parti’nin adayı Lionel Jospin’i geride bırakarak Fransızların yüreğini ağzına getirmiş- başkanı kafatasçı Jean Marie Le Pen, ‘Fransa için Hareket’ partisi lideri, yabancı düşmanı Philippe de Villiers ve hepsinden daha kurnaz, daha işini bilen ve kartlarını kapalı oynadığı için aslında çok daha tehlikeli olan eski Fransa İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy’nin söylemleri birbirine yakın. Sarkozy, Macar asıllı bir baba ile, muhafazakâr bir Fransız anneden olma, soyu göçe dayanan bir lider. 2002 yılı seçimlerinde Le Pen’in aldığı oylara bakarak, esas olanın ırkçı bir popüler söylem tutturmak olduğunu gayet iyi anlamış olmalı ki, seçim kampanyasını güvenlik sorunları ve göçmen karşıtı söylemler üzerine dayandırdı. 2005 yılı sonunda Fransa varoşlarında göçmen çocukların çıkardıkları isyan sonrasında, isyancıları ‘bir avuç it kopuk’ ya da ‘pislik’ şeklinde nitelendirmekten çekinmeyen, köpüren ağzıyla Fransa’nın en büyük sorununun göç ve buna dayalı işsizlik olduğunu beyan ederek, kapitalizmin dayattığı insanlık dışı yaşam şartlarını bir avuç toplumdan dışlanmış Mağrip asıllı Fransızın omuzlarına yüklemekte beis görmeyen, son derece makyavelist bir politikacı. Cumhurbaşkanı seçildiği takdirde yeni bir ‘Göç ve Millî Kimlik Bakanlığı’ (!) kuracağını vaat etmekte, sübyancılığın ve homoseksüelliğin genlerde olduğunu
Afişin tercümesi: “Birlikte... Yoksullar, yabancılar, solcular, komünistler, homoseksüeller, AİDS’liler, sakatlar, eğitim bakanlığı, kültür bakanlığı, bağımsız gazeteciler, Siyahlar, Araplar ve karımı benden çalan adam olmadan… Her şey mümkün!..” Nicolas Sarkozy savunan Sarkozy. Ülkeye gelecek olan göçmenleri diplomalarına bakarak seçmek istiyor. Ve gelenler, gelmeden önce Fransızca öğrenmek zorunda bırakılacaklar. Yani emperyalizme bağımlı ülkelerin eğitimli iş gücünü sömüreceklerini açık açık söylüyor. Ekonomide Tony Blair’in modelini örnek alıyor. AB’ye tam üyeliğine kesinlikle karşı olduğu Türkiye’yi, ‘imtiyazlı ortaklık’ projesiyle daha da beter uşak yapma hevesinde. Türklerden bu nefretinin Osmanlı-Macar tarihi ve ‘atalarımızın şanlı seferleri’yle bir bağı var mı, bilemiyoruz! Bilinen gerçek, İçişleri Bakanı olduğundan bu yana Sarkozy’nin Fransa’yı gitgide bir polis devletine çevirdiği, polisin göçmenler üzerinde her geçen gün artan bir şiddet ve işkence uyguladığı, varoşlarda gerilimin bir türlü yatıştırılamadığı. Sarkozy bu aşırı sağcı, hatta faşist söylemiyle oy patlaması gerçekleştirdi. Kendisine ya da diğer bir sağcı aday olan François Bayrou’ya oy verenlerin bir kısmının eskiden Sosyalist Parti’ye oy vermiş olmaları, genelde seçmenin kemikleşmiş olduğu Fransa için tuhaf, (ancak gömlek değiştirir gibi parti değiştiren seçmen ve partililerin olduğu Türkiye için oldukça sıradan) bir durum. Bunun sebepleri ise oldukça açık: Kendine ‘Sosyalist’ diyen partinin adayı Ségolène Royal, Sarkozy’nin ‘kimlik’ söylemine ‘kimlik’ söylemiyle cevap verdi. Mitinglerde Enternasyonal marşını Fransız Millî Marşı’yla değiştirdi, her evde bir Fransız bayrağı olmasını istiyor ve de genç suçluların ordu tarafından eğitilmesini!..
Sloganı: ‘Adil düzen’. Türkiye’nin AB üyeliği konusunda pek kurnaz, diğer konularda olduğu gibi, “Fransızlara soracağım” diyor ve ırkçı önyargılara teslim oluyor. Ekonomide Royal’in modeli de Tony Blair. Her ne kadar İspanya’nın sosyalist başbakanı Zapatero, kampanyası boyunca Royal’e açık destek verdiyse de, bunun, Fransa içinde ‘ekonomik sıkıntıları yabancıların varlığıyla’ ilişkilendiren bir kesimin oylarını kazanmaya yetmediği ortada.
‘Sağ’ın büyük yükselişi
2002 seçimlerinde büyük bir oy patlaması gerçekleştirerek, neredeyse Fransa cumhurbaşkanı olacakken, kitlesel bir karşı hareket sebebiyle koltuğu Chirac’a kaptıran Le Pen’in oy oranının büyük ölçüde gerilemesi dışında, bu seçimlerin asıl sürprizi kuşkusuz merkez sağcı lider François Bayrou’nun beklenmedik yükselişiydi. Hem sağda, hem solda, hem ortada, hem de bilumum yönlerde olduğunu iddia eden François Bayrou, Avrupa’dan iyi bir şey olarak bahseden tek aday ve elbette Türkiye’nin üyeliğine o da kesinlikle karşı. Bu duruşuyla seçmenden yüzde 18,55 oranında oy alan Bayrou’nun 2. tura çıkamayacağı kesinleşti ama seçimlerin anahtarı da onun elinde, zira bu kadar önemli bir oy oranının Sarkozy’e mi yoksa Royal’e mi yâr olacağı, Bayrou’nun kimin tarafında yer alacağına bağlı. 1965’ten beri en yüksek katılım oranının (yüzde 84,6) görüldüğü bu seçimlerde, radikal sol pek de önemli bir
varlık gösteremedi maalesef. Esas olarak adının hakkını vermekten çok uzak olan Komünist Parti’nin adayı –tarihinin en düşük oranıyla- sadece %1,9, Troçkist Lutte Ouvrier’in (İşçi Mücadelesi) geleneksel adayı Arlette Laguiller ise yüzde 1,34 oy alırken, sol adına en büyük sıçramayı 2002 seçimlerine oranla büyük bir ilerleme kaydeden Devrimci Komünist Birlik’in (LCR) Troçkist lideri Olivier Besancenot kaydetti (yüzde 4,11). Tablonun en iç karartan yanı, ikinci turda Sosyalist Parti’nin tarafında birleşme çağrısı yapan bütün solun oyları toplansa bile, sağ ve aşırı sağın toplam oy oranını geçmesi için bir mucize gerekiyor. Kabataslak bir hesapla, Fransa’da bu seçimlerde sağ ve aşırı sağın yüzde 65 gibi bir oy oranına ulaştığı görülüyor. Bazı kentlerde bu oran yüzde 75’in üzerine çıkıyor. Bu şu demek: Fransa’da her dört kişiden üçü ‘yabancı’ları istemiyor. Bu noktada faşist lider Le Pen’in oylarının düştüğüne sevinmek de mümkün değil, zira pek çok Fransızın da belirttiği gibi, Le Pen’in oylarının büyük kısmı, aynı söylemi daha geniş bir perspektien ele alan Sarkozy’e gitmiş durumda. Yani Fransa’da faşistlerin sayısında bir azalma söz konusu değil. Daha da ötesi, Sarkozy’nin aldığı yüzde 31,11’lik oy oranını Le Pen’in aldığı yüzde 10,51’e eklediğinizde, Fransa’nın yüzde 41,62’sinin alenen en yumuşak ifadeyle milliyetçi, en sert ifadeyle faşist eğilimli olduğunu söylemek mümkün. Bu orana diğer aşırı sağcı lider Philippe De Villiers ve François Bayrou’nun oy oranını da eklediğinizde, varın gerisini siz düşünün! Bütün bunlar dünyanın içinde bulunduğu siyasal konjonktürden soyutlanarak ele alınamaz elbette. Nasıl ki ABD bütün dünyayı talan ederken, dünya jandarması rolüne soyunup, doğal kaynaklara sahip olan ülkeler başta olmak üzere geri kalmış coğrafyaların ırzına geçiyorsa, nasıl ki bölgesel konjonktürde, her millet bir diğerini baskı altına alarak pastadan pay kapma çabası veriyorsa, hadi ölçeği daha da küçültelim, nasıl ki Malatya’da, Trabzon’da ve diğer bütün illerde ‘farklı’ olanın yaşam hakkı elinden alınıyorsa, Fransa’da da insanlar artık bütün ekonomik ve sosyal sorunların ‘yabancı’lardan (dış mihraklar?) kaynaklandığını düşünüyor. Ve inanın bana bütün bunlar bir tesadüf değil. Küreselleşen dünyada, kapitalizmin vahşetinin de küreselleşmesinin önüne geçilemiyor. Rosa Luxembourg bunu geçen yüzyılın başında söylemişti: Ya sosyalizm, ya barbarlık! Barbarlık artık yaşamlarımıza saldırmaya başladığına göre? * Katkılarından dolayı Samim Akgönül’e çok teşekkür ederim. maya@reddiye.org
10 Karl Marx ve Friedrich Engels’in Berlin’deki heykelleri...
‘Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser!..’ -KARL MARX-
- Anne üşüyorum, Sobayı yakamaz mısın? - Kömürümüz yok. - Neden? - Çünkü baban işsiz kaldı. - Neden? - Fazla kömür olduğu için... Gündüz Vassaf, bu hiç de adil olmayan üretim ve dağıtım sisteminin yani kapitalizmin özünü net bir biçimde özetlemiş aslında... Sistem iki temel öğeyle çalışır: Toprağa, madenlere, hammaddelere, makinelere... yani üretim araçlarına sahip olanlar ve güçlerini, hünerlerini bu araçlarla birlikte kullanan işçiler. Üretim araçlarına sahip olmanız toplumdaki konumunuzu belirler. Hiç şüphe yok, konumunuzu kaybetmemek için oyunun kurallarına uymak durumundasınız. Buna okyanus kuralları diyorum: Büyük balık küçük balığı yutmak ve üç saniye sonra unutmak zorundadır bu okyanusta! Kapitalist sistemde çarkları döndüren ‘kâr’dır. Ürettiğiniz mal için verebileceğiniz en küçük miktar, sattığınız mal içinse kopartabileceğiniz en büyük parça sizin varolmanızı devamlı kılacaktır. Bu nedenle işçiler ölümüne çalıştırılır ancak hayatta kalabilecekleri kadarı verilir... İşçi üretim araçlarına sahip değildir. Hayatta kalmak için kendini araç sahiplerine ücret karşılığı kiralamak durumundadır. Lakin ücreti, ürettiği maldan değil üretme gücünden kazanır. Yani işveren, işçiye sekiz saatlik çalışması ile yarattığı ürünün karşılığını değil onun sekiz saatlik zamanını satın alır. Diyelim ki işçiye, aldığı ücretin dengini üretmek için gerekli zaman dört saat olsun. İşçi bu dört saatin sonunda işi bırakıp eve gidemez. Çünkü sekiz saatliğine kiralanmıştır. Geriye kalan dört saat boyunca işvereni için çalışır. İşte artı-değer buradan gelir. ‘Kâr’ bu
ödenmemiş emekten kazanılır. Kapitalist sistemi meşru kılmak için gösterilen en temel yalanlardan biri rekabet sistemidir. Oysa kapitalistler rekabet etmektense birleşmenin daha kârlı olduğunun farkındadır. Bu nedenle şirketler birleşerek dev tekellere dönüşür. Holdingi bulan da kılıfını hazırlar: Tıpkı şu an Doğan Holding’in yabancı bir ortağına atv’yi satın aldıracağı iddiaları gibi. Diğer bir deyişle: “Demokasilerde çare tükenmez!..” Bu şekilde tekeller günden güne büyür. Kâr elde etmek için üretir, üretir, üretir... Ne var ki, işçilerin ücretleri yerinde sayar. Aldığı ücret hayatta kalacağı kadarını satın almaya yeterlidir. Bu şekilde kapitalist, mal talebini azaltmış olur. İşte burada depresyon kaçınılmazdır. İşletmenin sürdürülebilmesi için tek yol vardır: O da savaş! Kapitalistler, hammadde kaynaklarını denetim altında tutmak ve sermaye fazlasını elden çıkartmak, dış pazarlar ve yatırım alanları bulmak için savaşmak zorundadır! Nitekim Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı yaklaşık 200 milyar dolara mal olmuştur. 1935’teki bir araştırmaya göre, bu para Amerika, İngiltere, Belçika, Fransa, Avusturya, Macaristan, Almanya ve İtalya’da her aileye 3 bin dolarlık bir ev ve bir bahçe vermeye yeterliydi! İkinci Paylaşım Savaşının rakamları daha da korkunç: Bunun tam beş katı! Zengin azınlığın egemenliği üretim araçlarıyla beraber gelir. Çalışmadan ömrünü sadece sahip olarak geçiren bu küçük sınıf ile, çalışarak sadece hayatta kalmaya çalışan sınıf arasında çatışma kaçınılmazdır. Burjuva (patron) sınıfının egemenliğinin devamlılığını sağlamak için devreye ‘devlet’ girer. İsyan eden kitleler karşılarında devleti bulur. Çünkü ekonomik olarak egemen sınıf, kitle iletişim araçlarına
ve siyasi kurumlara da egemen olacaktır. Adaylarınızı oy kullanarak seçiyorsanız da burjuvanın yararına yasa yapacak olanları seçmekten öte bir şey yapamazsınız... Bazen, burjuva devlet çok zor durumda kaldığı zamanlarda -devrim endişesidirişçinin çıkarına gibi görünen faaliyetlerde bulunabilir. Ne var ki, kapitalist sistemin ana çerçevesi değişmeyecektir. Tıpkı Ecevit’ten alınan sendika hakları gibi... Kapitalist sitemde zenginliğin göbeğinde fakirlik vardır. Sistem adaletsiz, müsrif ve akıldışı çalışır. Milyonlarca insan ekmeksu bulamadığı için sokak ortasında can verirken, patronlar ürün fazlalarını ortadan kaldırır. Meyve ve sebzeler çürümeye bırakılır. İçecekler, yağlar denize dökülür. Çünkü kâr için arzı sınırlamak zorunludur. Kapitalizm müsriir. Yeni pazarlar bulmak ve denetimi sağlamak için savaşır. Bir yanda silahlanmanın getirdiği kâr ile beslenirken bir yandan okul, hastane, maden ocağı, enerji merkezi demeden yakar, yıkar. Toprağı verimsizleştirir. Ormanları kurutur. Kapitalist sistem kâr odaklı çalışır. Eğer üretim süreci sonunda para kazanmamışsa üretim durdurulur. Yani kapitalist sistem halkın gereksinimleri için değil, para için çalışır. Neyse ki, kapitalizm beraberinde karşıtını oluşturmuştur: Sosyalizm. Özel mülkiyetin yerine ortak mülkiyetin, çılgınca ve şişirilen tüketim talebini karşılayacak bir üretim yerine planlı üretimin öngörüldüğü bir sistem. Marx bu sistemi tarihsel, ekonomik ve politik yaşamdan yola çıkarak, soyuttan kopararak somut bilimsel bir hale getirdi. Kapitalizmin, birçok imkanı kendilerine sunduğunu düşünenler, bunun bedelini ödeyen birilerinin ve bir şeylerin çocuklarının yaşayacağı tabiat dahil-
olduğunu düşünmedikleri gibi, bir de kişisel mülk edinme hakkını kaldırmakla kişisel özgürlüğün kısıtlandığı gibi uzun, içi boş cümleler kurar. Kastettikleri bakkallar, manavlar küçük dükkanlar mıdır? Eğer öyleyse endişelenmelerine gerek yok çünkü bizim derdimiz bunlar değil. Nitekim sanayideki gelişme bunu zaten ortadan kaldırmaktadır. Ve günden güne küçük mülkiyetler, dev tekellerin gölgesinde ezilmekte ve akabinde yok olmaktadır. Sosyalizm, esas olarak, mülk edinerek başkalarının sırtından geçinmenin karşısındadır... Kapitalizm ömrünü dolduruyor. Ve çabamız Marx’ın öngördüğü ‘kapitalizmin kendini yok edeceği aşamada’ beraberinde insanları sürüklememesidir! Şimdi kurtuluşun bütün dünya işçilerinin birleşmesiyle gerçekleşeceğini tekrar etsek bu, bazılarına hiç de inandırıcı gelmeyebilir. Toplumun pek çok farklı kesimi umudunu yitirmiş. Halbuki İngiliz Savunma Bakanlığı bile tedirgin. Gelecek 30 yıl hakkında hazırladıkları risk analiz raporunda Marksizm ile ilgili bir madde var. Kentli alt ve orta sınıflar ile zenginler arasındaki eşitsizliğin giderek arttığını belirten raporda, aslında hizmet sektörünün ve beyaz yakalı işçilerin önemine dikkat çekiyor: “Marx’ın proleterya için öngördüğü rolü üstlenip devrimci bir sınıf haline gelebilir. Orta sınıflar bilgiye erişimi, kaynakları ve yeteneklerini kullanarak kendi sınıf çıkarları doğrultusunda ulusötesi süreçleri şekillendirebilirler.” Yedikleri nanenin farkındalar. Siz ‘Asıl tehlikenin farkında mısınız?’ Hiçbir zaman anlamını yitirmeyecek bir sözü tekrar ediyorum inadına. Bütün dünya işçileri birleşin! m ONUR GÖKTEPE
11
Neslihan Acu sivri dili ve ironik anlatımıyla okuru yine şaşırtıyor, düşündürüyor, güldürürken hüzünlendiriyor. ‘Kuzgunun Şarkısı’ bir varoluş öyküsü. Roman kahramanı ‘hayalci, uydurukçu ve huysuz Asu’, bilincinin izlerini sürmeye ta 1923 yılından, atalarının toprakları Girit’ten başlıyor. Oradan İstanbul’un bir kenar mahallesinde ve Marmara Denizi’nin ortasında, masmavi bir adada geçen çocukluk ve ilk gençlik yıllarına, yani 60’ların sonlarına ve 70’lere götürüyor okuru. Girit göçmeni aile bireylerinin trajik ve gülünç öyküleri roman kahramanının sarkastik diliyle anlatılırken, arka planda ‘göç’ kavramına, ‘büyük aile’ye ve yetişkinlerin çelişkili dünyalarına dair görüntüler oluşuyor. “...Düşünecek olursam tüm çocukluğum insanın içini burkan, acıklı olaylarla dolu. Oysa şu anda bulunduğum yerden geçmişe bakarken ağlamıyor, tam tersine gülüyorum. Mizah, trajedinin saç baş ağartmış, ihtiyarlamış halidir. Sonuçta her şey mizaha dönüşür. Tüm acılar, tüm yokluklar ve hatta ölümün kendisi bile. Öyle olmasa yaşayamazdık ki zaten. Yani, bilinç denilen lanet boynumuzda asılı oldukça, tek kurtarıcımızdır mizah...”
“Bizim için bir damla petrol, bir damla kan kadar değerlidir!” Georges Clemenceau – Fransa Başbakanı ( 1906-9 ve 1917-20) “Petrol işleri yağlıdır, ya elinize bulaşır ya ayağınızı kaydırır!” Calouste ( Kalust ) Sarkis Gülbenkyan Yakın geçmişte yaşanan iki petrol krizi, tüm dünyayı olumsuz ekonomik gelişmelerle uğraşmak zorunda bıraktı. Her iki krizin gelişmiş ve az gelişmiş ülkeler üzerindeki etkileriyle birlikte, kriz çıkış dinamiklerine ve özellikle ilk krizde yaşanan fiyat artışlarına tarafsız kalan, hatta kimi zaman bizzat destekleyen ABD stratejisinin hedeflerini, bugüne yansımalarını ve geleceğe yönelik ipuçlarını inceleyen 20. Yüzyılın Şeytan Üçgeni: ABD-Petrol-Dolar, ABD’nin petrol-dolar ilişkisini kullanarak, küresel egemenliğini nasıl perçinlediğini bilimsel bir yaklaşımla ortaya koyuyor. ABD’nin stratejilerini belgelere dayanarak anlatan çalışma, ‘ her kötülüğün altında ABD aramak’ nitelemesine düşmeyerek, ABD’nin dünyanın başına nasıl çoraplar ördüğünü bilimsel yansızlıkla ortaya koyuyor.
12
13
Yoksulluk edebiyatı
KEREM KABADAYI
Ses! R
i
şadamı cipiyle kaldırıma çıkıp bir çocuğu ezmiş ve iyi hal vs gerekçelerle 4 ay hapsin ardından salıverilmiş. Kendisi değilse babası, kayınpederi, amcası ‘bir şekilde’ güçlü insanlar, bazıları ölümle sonuçlanan benzer kazalar yaptı. Arkadaki figürün ağırlığına göre hapse girmeyenler de oldu. Demek ki bu beyefendi gibilerini pahalı arabalarıyla insanları öldürmekten alıkoyacak bir ŞEY yok. Altlarındaki aracın performansıyla sarhoş olmuş şoförlerin ara sokaklarda bile gaza basmaktan sakınmadıklarını, caddelerde tehlikeli bir şekilde araçları solladıklarını, arabalarını yayaların üstüne son hızla sürerek bir çeşit tatmin sağladıklarını görmeyen, bilmeyen var mıdır? Bunların gözünde arabaları ve hazları, bir yayanın canından daha değerli, çünkü alış fiyatı, bakımı, yakıtı derken arabanın maliyeti, avukat, dava masraflarından daha yüksek çıkıyor Lüks, şık veya sürücü koltuğu seviyesi yukarıda bir araçla, gıptayla size bakan yüzlerce göz üzerinizdeyken dolaşmanın “keyfi” de cabası. Bu keyfi kazanç/haz listesine eklediğinizde para cezası, sıkıntılı mahkeme ve bazen kısa bir hapislik süreci, can yakan bir bedel değil herhalde... Yaralananları veya ölenleri ne kadar umursadıkları meçhul... Para, sahibini kendine benzetiyor.
Üzerinde yazıyla ve rakamla satın alma kapasitesi yazan takas nesnesinin işlevi, karşısına canlı, cansız her ne çıkarsa onu kendi ölçüsüne vurmak ve maliyetine göre değerini belirlemek.. O nesneyi bolca bulunduran şahsiyet de paranın yolunu izliyor, fetiş nesnesinin işlevini giyinerek düşünmeye, davranmaya başlıyor. Sevgilinin/eşin estetik ameliyatlara, markalı giysilere para yatıranı; çocuğun en masraflı okulda okuyup, en bol harçlıkla şımartılanı; evin, en yüksek fiyata alınıp, en pahalı mobilyalarla donatılanı; arabanın çevreye en yüksek faturayı çıkaranı, mümkünse diğer zenginlerle sıraya girip alınanı makbul... Biz sıradan fanilerin hayal gücü kısıtlı; biriktikçe biriken, harcamakla bitmeyen, durduğu yerde sahibini kaşındırdığı için bir yerlere bir nedenle akması gereken parayı, bu bereket kaynağı malum paranın sahibince seve seve harcanma gerekçelerini çok da tahayyül edemiyoruz.
Güç, para, yetki
Ama para harcama zevkinin aslında gerekçeye ihtiyaç duymadığını, gerekçesiz hareket edebilme, hesap vermeme özgürlüğünün insana verdiği güç duygusunu biliyoruz. Güç ve paranın verdiği yetkiyle dilediğine dilediği anda sahip olabilmenin insanı getirdiği noktayı onları izleyerek öğreniyoruz. İnsanın
hiçbir engele toslamadan dilediğini YAPMA lüksüne kavuşması, tehlikeli hale gelmesinin ilk aşamasıysa; dilediği KİŞİYE dilediğini yapabilme rahatlığıyla ortalarda zücaciyedeki fil misali dolaşabilmesi de onun canavarlaşma sürecinin ve toplumun adalet duygusunun dibe vurmasının son aşaması olmalı.
İnsan avı
Gerçek midir, hangi dönemde yapılmıştır, halen yapılmakta mıdır bilemiyorum, korku filmi senaryosu olması tercih edilir; ama hayvan avlamaktan sıkılan zenginler için insan avı organize edildiği söylentisi vardır. Kimi kimsesi olmayanlar, kimi kimsesi hesap soracak durumda olmayanlar, en alttakiler (mesela Afrika’nın kara derilileri), gözden en kolay çıkarılanlar, toparlanıp araziye salınıyor; konforlu çadırlarından ellerinde dürbünlü tüfekleriyle çıkan adamlar, kadınlardan, borsadan ve koleje verdikleri çocuklarından konuşarak yavaş yavaş yürürken, kurbanların can havliyle kaçışını izliyorlar. Zevkli bir parti onları bekliyor. Endişeleri yok... Her şey kontrol altında... Birilerini öldürecek ve jiplerine atlayıp işlerine, evlerine dönecekler, arkalarında bıraktıkları cesetler hep sessiz sedasız... Safariye çıkmak için uzun yollar katetmeyin, arazi arabaları size kentte de aynı heyecanı verir. Sokaklar, caddeler sizin... m
NERMİN KETENCİ
ED’in ilk sayısından bu yana neredeyse her ay toplantılarda ve yazılarda tekrar edilen bir cümle artık yavaş yavaş geçerliliğini yitirmeye başlamış gibi görünüyor. ‘At izi ile it izi’ yavaş yavaş birbirinden ayırt edilebilir hale geliyor; zira, havadan sudan sohbetler bile dönüp dolaşıp, “Hangi taraasın?” sorusunda düğümlenebiliyor. Göğsünü gere gere, “Ben sosyalistim!” diyebilmek, belki de uzun zaman sonra ilk defa bu kadar net bir tavır almayı gerektiriyor. Harry Magdoff ’un Gramsci’ye selam çakan tanımıyla, “Aklen kötümserliği, kalben iyimserliği” gerektiren devrimci bakışla dünyayı tartmanın ne olduğuna dair sonsuz sayıda açıklama, kuram ve eleştiri yolu sıralanabilir. Ancak 1 Ocak 2006’da göçen Marksist iktisatçı Harry Magdoff ’un bu tanımı bence birden fazla soruya aynı anda cevap veriyor. Cevap derken, devrime giden yol ya da yönteme dair uzun tartışmalarda ortaya atılacak cevaplardan bahsetmiyorum; işinde gücünde, sade bir vatandaşın suratında beliren koca koca soru işaretlerinden bahsediyorum. Sosyalizm bahsinin geçtiği yerde en tipik sorular, genelde, “Sen gerçekten de böyle bir sistemin kurulabileceğine inanıyor musun?” diye başlar. Sorudaki kilit nokta da zaten öncelikle ‘inanmaktır’. Kapitalist toplumda herkes kendi adına birer ‘inandı ve başardı’ hikayesi yaşamaya çalışırken, sosyalizmden, özgürlükten, eşitlik ve adaletten bahsedenlerin de olması, her nasılsa şaşırtıcı gelir. Şaşırtmak iyidir… Bugün geldiğimiz noktada, belki de ‘cadı avı’na iki kala, Türkiye’de hâlâ, “Ben sosyalistim!” diyecek haysiyet ve açıklığa sahip olanlar bilir ki, istiklal savaşı gazisi kılığına giren koca koca adamların, üstlerine komando kıyafeti geçirilen el kadar çocuklara attırdıkları, “Ne mutlu Türküm diyene!” naraları, bu ülkede işsizliğe, emek sömürüsüne, yoksulluğa ve insan düşmanlığına çare olmayacaktır. Meydanlara akan içi boşaltılmış kavramlar kalabalığına hangi tarafından baksanız, laiklikle uzaktan yakından alakası olmayan bu Sünni-Türk devletin olmayan laikliğine ‘sahip çıktıkları’ sanrısına kapılanlar, emperyalizme karşı duruşun temeli olması gereken anti-kapitalist tavırdan bihaber oldukları gibi, askeri darbelerle bu toprakları mezbahaya çevirenlerin sivil uşakları haline geldiklerinin de farkına varamıyorlar. Sosyalistlerin sesinin gür çıktığı yerde, antiemperyalizmin tanımını ve savunusunu yapmak, ne emek düşmanı patron partilerine, ne NATO üslerine kucak açan emekli askerlerin doldurup taşırdığı derneklere, ne cunta artığı YÖK’ün işçi ve öğrenci düşmanı rektörlerine, ne de her taşın altında bir komplo teorisi ya da dış mihrak arayan aklı evvel milliyetçi-ulusalcılara kalır…
14 Askerden bir ‘Karanfil Devrimi’ bekleyenler hayal görmekte, bir hayal kırıklığından diğerine savrulmaktadır. Şeriat’tan demokrasi ve sivil toplum çıkacağını sananlar ise, en büyük acıyı kendi hayat alanları daraldığında yaşacaklardır...
YAVUZ ALOGAN
yalogan@hotmail.com
1
994 yılının 26 Mart Cumartesi günü Ankara’nın dış semtlerinden birinde alçak bir duvarın üzerine oturmuş Refah Partisi’nin az önce miting yaptığı meydana bakıyordum. O sırada, yanlış hatırlamıyorsam Verso dışında bütün anketler SHP’nin büyük şehir belediye başkanlıklarını açık arayla alacağını gösteriyor, belki de Zülfü Livaneli İstanbul’da tebrikleri kabul ediyordu. Memleketin bütün tv. ekranlarında Korel Göymen, Melih Gökçek’i kent planlamacılığı bilgisiyle ezmiş ve mahv-ı perişan etmişti. Bu durumda Ankaralıların Melih Gökçek’i tercih etmeleri çok zayıf bir ihtimaldi. Fakat bakmakta olduğum meydanda ve kentin dış semtlerinde tuhaf bir durum, normalin çok ötesinde bir RP hareketi vardı. Caddeler, kaldırımlar RP’nin el ilanlarıyla, bildirileriyle kaplıydı; bayraklar flamalar adeta her yeri işgal etmişti; parti konvoyları bindirilmiş kıtalar halinde bayrak sallayarak sokakları dolaşıyor, yolda gördükleri her sakallıya zafer işareti yapıp sevgiler sunuyorlardı. Bütün bunlar bana biraz tuhaf ve yabancı gelmeye başlamıştı, ama gene de üç büyük kentin belediye başkanlıklarını RP’nin alması çok uzak bir ihtimal gibi görünüyordu. 14 Nisan 2007 günü Tandoğan meydanında, daha doğrusu Ankara’nın orta batı kesimini kaplayan Cumhuriyet Mitingi’nin bayrak ve slogan denizi içinde, konuşmacıları daha iyi duymak için kürsüye doğru ilerlemeye çalışırken, on üç sene önceki yerel seçimler, “Her şey o gün başlamıştı,” gibisine aklıma geliverdi. RP büyük şehir belediyelerini ele geçirmiş ve özellikle Ankara’yı küreselleşmenin sağladığı sınırsız borçlanma imkânlarını da kullanarak, tıpkı legolarla oynayan orta zekâlı bir çocuk gibi, iri ve hantal bir taşra vilayetine dönüştürmüş; çocukluğumun ve ilk gençliğimin o geniş ve güzelim bulvarlarını önce zincirlemiş, cam levhalarla bölmelere ayırmış, sonra çalılıklarla ve tuhaf havuzlarla bölmüş, her yere birer şelale kondurmuş ve nihayet tüneller kazarak arabalar için labirente, yayalar için korku tüneline çevirmişti. Şehircilik katliamı RP’nin AKP’ye dönüşmesiyle hız kesmedi.
Cumhuriyet Mitingi
14 Nisan mitinginde Ankara’nın orta batı kesimini ellerinde bayraklar ve Atatürk posterleriyle dolduran insanları, sosyalistliğimden taviz vermeksizin ve şüphe duymaksızın anlamaya çalıştım. Kendimi şöyle bir yokladım; hayır, henüz ırkçı/ulusalcı/militarist bir faşiste
Bizleri kurtaracak olan...
dönüşmemiştim. Kalabalığın içinde ilerlemeye devam ettim. Bir kısmı ADD’nin Elbistan’dan Edirne’ye kadar çeşitli şubelerinden gelmiş orta yaşlı insanlardı. Eski Ankaralılar vardı aralarında. Öğretmen annelerimizi, teyzelerimizi, amcalarımızı andıran, temiz giyimli yaşlı bay ve bayanlar; Yenişehir’deki evlerini Gümüşhaneli mazot kaçakçılarına, türedi zenginlere, sinema baronlarına, tarikatçı iş adamlarına satarak daha kıyılara çekilmek zorunda kalan 60’lı yılların idealist Ankaralı orta sınıf ailelerinin hayatta kalan üyeleri (Burada, Sevgi Soysal’ın Yenişehirde Bir Öğle Vakti adlı kitabını hatırlayalım ve tekrar okuyalım!). Sonra AB fonlarından nemalandıkları için kendilerini Aydın Doğan gibi davranmak mecburiyetinde hisseden sendikalarının, şaşkınlıktan ne yapacağını bilemeyen ‘emeğin Avrupacısı’ sol parti yönetimlerinin emirlerine karşı gelmiş işçiler ve birbirini biraz mahcup bir tavırla selamlayan partililer vardı. Çok sayıda kadın vardı; güzel saçları Ankara rüzgârında özgürce uçuşuyordu. Her yerde üniversite öğrencileri, genç erkekler ve kızlar vardı. Büyük tiyatro sanatçısı, sevgili Ayten Gökçer, bir elinde bayrak, bir elinde
Atatürk posteri, Fransız ressam Eugene Delacroix’nın ‘Özgürlük Tablosu’ndaki kadını andırıyordu ve hâlâ çok güzeldi. Mitinge katılanların bir bölümü, özellikle kalpaklılar, Kuvva-i Milliye üniforması giymiş yaşlılar, bana postKomünist dönemde Moskova’da orak çekiçli bayrakları ve Lenin posterleriyle gösteri yapan Moskovalıları hatırlattı. Kürsüden ABD ve Avrupa emperyalizmine, özelleştirmelere, memleketin ‘müstevlinin siyasi emellerine alet edilmesi’ne karşı, daha sonra çeşitli tv yorumcularının ‘abuk sabuk’ ya da ‘oradaki kitleyi temsil etmiyor’ diye yorumlayacakları konuşmalar yapılıyor; Rüştü Asyalı’nın sesi nedense bana Türkiye İşçi Partisi’ni, bas bariton Tuncer Tercan’ın söylediği Ankara’nın taşına bak türküsü Ruhi Su’yu ve Dev-Genç zamanındaki okul kantinlerini hatırlatıyordu. Hafif poyrazlı ama güneşli bir gündü. Edip Akbayram, “Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,” diye marş kıvamında türkü söylüyordu.
Saflık
Her şey güzeldi de bu muazzam potansiyeli anti-emperyalist bir iktidar alternatifine dönüştürecek siyasal bir
yoğunlaşma, irade ve ortak bir program yoktu. Üstelik bunun için vakit biraz geçmiş, gönül hicran şarabından birkaç yudum içmişti. Özelleştirmeler yapılmış, limanlar, telekomünikasyon şirketleri yabancı ülkelerin iş adamlarına satılmış, tahkim yasaları çıkarılmış, her şey yağmalanmış ve talan edilmiş, bütün değerler kamudan yerli ve yabancı burjuvazinin kasalarına akıtılmıştı. AKP’nin siyasi hegemonyasının ideolojik bir hegemonyaya dönüşme eşiğinde olduğu şu kritik anda, tarihin gidişatını değiştirebilecek, kitlelerin güvenini kazanmış, ateşle sınanmış bir sosyalist, sosyalistlikten vazgeçtik, halkçı/’demokrat’ bir siyasal oluşum bile yoktu. 1980’de bütün solu, sol ne kelime, memleketin aklı başında, özgür düşünceli, emekten yana bütün insanlarını, bu ülkenin kahraman ve fedakâr sosyalist gençliğini ezip geçen, asıp kurşunlayan, tarikatların yolunu açan, ABD’nin Yeşil Kuşak projesiyle ülkeyi daha o zamandan ılımlı bir İslam ülkesine dönüştüren; her darbe döneminden sonra kendi içindeki bağımsız düşünen, ilerici, yaratıcı, sosyalist bütün subayları tasfiye eden askeriyenin, her biri yıllarca
15 Napoli, Brüksel ya da Washington’un havasını teneffüs etmiş NATO’ya bağlı subaylarının, 25 Nisan 1974’te Portekiz’de ‘Karanfil Devrimi’ni gerçekleştiren askerler gibi ansızın hidayete ereceklerini, memleketi şeriatçı uçurumun kenarından çekip alarak, iktisadi çöküşün eşiğinden kurtarıvereceklerini düşünüp hislenmek ne büyük bir saflıktır, ey göklerdeki babamız! Hele ki bunu sırf ABD Kuzey Irak’ı ezmelerine izin vermeyecek ve Cumhurbaşkanı’nın zevcesi kafasına türban takacak diye, şeriata karşı anti-emperyalist bir darbe olarak yapabileceklerini hayal etmek nasıl bir mantıktır? NATO subayları “milli demokratik devrimin tamamlanmamış görevleri”ni tamamlayacaklar ve sosyalizme giden yolu açacaklar. Öyle mi? Başka ne isterdiniz?
Darbeye red!
Eski klasik tiyatro kültüründe ‘deus ex machina’ diye bir yöntem vardı. Oyun bir yerde öyle bir çıkmaza girerdi ki, tavandan inen mekanik bir tanrının seyircilerin istemine uygun biçimde olaylara müdahale etmesi gerekirdi. Ankara’nın orta batısını dolduran kitleler mezarında yatmakta olan Gazi Paşa’dan sanki böyle bir mucize bekliyorlardı. Amiral Örnek’e ait olduğu iddia edilen günlüklerde (Nokta, sayı 22) beni hakikaten neşelendiren bölümler vardı. Birilerinin gaza sonuna kadar bastığı ancak darbe arabasının yerinden bir milim bile kıpırdamadığı anlaşılıyor. ABD benzini bitmiş! Büyük basın ve burjuvazinin güzide temsilcileri AKP’nin kuyruğuna öyle bir yapışmışlar ki, generaller ne derlerse desinler, onları söküp kendi saflarına çekemiyorlar. Arada, “ABD istemiyor,” ya da, “ABD, AKP’yi destekliyor,” gibi cümlecikler var. İrticai sermaye memleketin iktisadiyatında organik bir mahiyet kazanmakla kalmamış, kaidesini bizatihi cumhurbaşkanlığı koltuğuna temas ettirmek üzere havaya kaldırmış; “bölücülük” sivil itaatsizlik mahiyeti kazanmakla kalmamış, alenen memleketten vilayet talep edecek boyutlara ulaşmış. Buyurun vatanı ve milleti koruma görevine! Ama, hayır! ABD destek vermiyor. Amiral’e atfedilen sözler aynen şöyle: “Onların istemediği bir darbe veya hükümeti idame etmek çok zordur. Yani ABD’ye rağmen bu işlem olmaz.” ABD-darbe ilişkileri hakkında çok şey yazıldı. Talat Aydemir’in bile 22 Şubat’tan hemen önce ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Strobe Talbott’la Ankara’daki Paris Caddesi’ndeki 75 numaralı evde görüştüğü biliniyor (Arcayürek, 2007, 156 vd.) Ben 14 Nisan mitingine katılan o çocuksu ve sevgili insanlara ABD ile askeri darbeler arasındaki ilişkileri anlatan, ‘Darbeye Red!’ başlıklı bir bildiri dağıtmak ve o bildiride TSK’nın Amerikasız darbe yapamayacağını, yapsa bile NATO’nun yörüngesinden çıkamayacağını ve ülkenin Büyük Ortadoğu Projesi’ne biraz daha gömüleceğini, üstelik memleketin iktisadi yapısının da bunun için hazırlanmış olduğunu anlatmak isterdim.
Amiral (iddiaya göre) bir yerde şöyle diyor: “Bugün öğrencilerin Kızılay’da YÖK aleyhine yaptığı gösteri, halkın yavaş yavaş uyanmaya başladığının delili.” Bak sen şu işe! Kenan Evren’in, “Dinine ve aile değerlerine bağlı gençler komünist olmazlar,” diye meydanları inlettiği günlerden bu yana ne büyük bir terakki ve inkişaf! Good morning, Amiral! Üniversiteleri kastre edip orta okul seviyesine indirdiler; özelleştirmeler yapılırken, kamunun varlıkları satılırken, ulusal egemenlik devredilirken ağızlarını açmadılar. Şimdi de hegemonya mücadelesinde ellerini güçlendirmek için ‘rektörlerle temas edip öğrencileri sokağa dökmek’ten söz ediyorlar. Ayıptır! Peki ya ‘ay ışığı darbesi’nin power-point sunumuna ne demeli? Burada da ABD ‘sırtlan’, AB ise ‘çıyan’ kod adıyla belirtilmiş. Sanki ani bir aydınlanma durumu söz konusu. Peki bu sunumdan niye kimse söz etmiyor? Amiral’e ait olduğu iddia edilen deerlerden ayrı olan bu şematik ihtilal planı, yüzüne bakanın taş kesileceği bir Medusa gibi dergi sayfalarında duruyor. Dokunan yok! Acaba ‘sırtlan’ ve ‘çıyan’ lafları altından kalkılamayacak, irdelenemeyecek kadar ağır mı kaçtı? Medya bu ‘sunum’la neden ilgilenmiyor? Acaba CIA Türkiye’nin
Kuzey Irak’a girmesini önlemek için TSK’yı felç etmeye ya da varlığını Büyük Ortadoğu Projesi’ne bağlamış AKP karşısında askeriyeyi iyice pasifize etmeye mi çalışıyor? Atlantik ötesinden gelen ses sanki, “Sizin en gizli bilgileriniz bile elimizde; sakın kıpırdamayın; darbeyi bu sefer ılımlı İslamcılara yaptırıyoruz,” diye tehdit ediyor.
Dönüm noktası
13 sene önceki yerel yönetim seçimleri gerçekten de bir dönüm noktasıydı. CHP, SHP ve DSP ayrı adaylarla seçime girerek büyük şehirlerdeki sol oyları böldüler ve Korel Göymen, Melih Gökçek karşısında sadece (sadece!) 1500 oyla kaybetti. 14 Nisan günü Ankara’nın orta batısında toplanan muazzam kitle Aslanlı Yol’dan Anıtkabir’e doğru “Şeriata geçit yok!”, “Çankaya’da imam istemiyoruz!” sloganlarıyla ağır ağır dalgalanırken, 1994 yerel seçimleri aklımdan çıkmıyordu. Çünkü yerel yönetimlerin muazzam parasal ve örgütsel imkânları 2002 yılında AKP iktidarının kurulmasında çok önemli bir rol oynamıştı. O sırada mensubu olduğum parti, broşürler, el ilanları, bildiriler hazırlamıştı. Ev ziyaretleri ve kahve toplantılarında bunlar kullanılıyordu. AKP’nin militanları ise hane halklarına ait bilgileri
bilgisayarlara yüklemişlerdi. Sünnet, doğum, düğün gibi olayları önceden biliyor, anında haneye damlayıp beşibiryerdeler, bilezikler takıyor, etrafa tencere, tava, kömür, maşa dağıtıyorlardı. Bunların parası belediyelerden, Arap sermayesinden (yoksa El Kadı’lardan mı?) geliyordu. Ticarette bile ‘haksız rekabet’ diye bir kavram vardır; siyasette niye yoktur? Buna çağdaş dünyada parlamenter demokratik seçim mücadelesi mi deniyor? Yoksa kliantelizm mi deniyordu? Mamaklı devrimcilerin çocukları bu yüzden mi İmam Hatip Okulları’na, torunları Kuran Kursları’na gidiyor. Bu yüzden mi, tarikatlar parasal güçleriyle, yurtlarıyla, kitapları ve öğretileriyle bir ‘halk sarmaşığı’ (!) gibi insanları yavaş yavaş yutup sindirerek kendi iktidarlarının dayanaklarını oluşturuyorlar? Aslında tarihsel bir dönüm noktası yaşanıyor. AKP devletin bütün kurumlarına hâkim olabilirse, ki öyle görünüyor, her şeyin dramatik bir hızla değiştiğini göreceksiniz. İşçi sendikalarının yerini ‘fakir fukara, garip guraba vakıfları’, gerçek üniversite profesörlerinin yerini taşra üniversitelerinden yetişmiş akademik unvanlı ulemâ, TÜSİAD’ın yerini MÜSİAD, TSK’nın yerini MSK alacak! İslami aile geleneklerinin hızla arttığını, cumaların sokaklarda kitle halinde kılındığını, başörtülü ve çarşaflı, hatta ‘çador’lu kadınların hızla çoğaldığını göreceksiniz. Zaman gazetesini iyi okuyun, gelecekteki bütün gazetelerin prototipidir. Size sansürün, baskının en âlâsını, hem de güzel güzel, alıştıra alıştıra yaşatacaklar. II. Cumhuriyetçiler, AKP’yi destekleyen Prens Sabahattin bozuntusu entelektüel/ liberal tatlı su Frenkleri bile şaşırıp kalacak. Hareket Ordusu’nun 31 Mart Ayaklanması’nı bastırmasıyla başlayıp Cumhuriyet’in ilk dönemiyle zirveye ulaşan modernizmin rövanşı yaşanmaktadır. Amerikancı ve post-modern, İslamcı ve cemaatçi bir dönem yaklaşmaktadır.
Bir fıkra
Askeri darbeciyle şeriatçı arasındaki fark bir fıkrayla izah edilebilir. Darbeci evinizi basar, sizi dövdürür, hapseder, İstiklal Marşı söyletir; şeriatçı ise tebessüm ederek kapınızı çalar ve neden cumaya gelmediğinizi, oruç tutmadığınızı ve karınızın başını örtmediğinizi, çocuğunuzu Kuran kursuna göndermediğinizi sorar ve size şifa niyetine mesir macunu ya da kayısı şerbeti ve ipek bir türban sunar. Hangisinin daha kötü (daha gıcık!) ve kalıcı olduğunu düşünmeye değmez mi? Tam zamanıdır. Bu ikilemden kurtulmak ve bizi bu açmazdan kurtaracak mekanik bir tanrının mevcut olmadığını bilmek gerekir. Askerden ‘Karanfil Devrimi’ bekleyenler hayal görmekte, bir hayal kırıklığından diğerine savrulmaktadır. Şeriat’tan demokrasi ve sivil toplum çıkacağını sananlar en büyük acıyı kendi hayat alanları daraldığında yaşacaklardır. İnsanlığın o en büyük marşında denildiği gibi: “Bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır!” Ama önce ceketleri çıkarıp kolları sıvamak gerekir.
Devrimci trajediden, kar
‘Birileri’ 60’lardaki, 70’lerdeki, 80’lerdeki yoldaşlarının katilleriyle ‘vatan savunması’ adına ‘Kızıl Elma’ koalisyonları, Talat Paşa Komiteleri k ve enternasyonalist devrimci mücadelenin simgelerinden Che Guevara, Kürt halkından nefret eden ‘sol’ bir derginin köşesinden, başların
6
8’liler devrimci bir kuşaktı. Düzeni değiştirmeye kararlıydılar. Sosyalizm için mücadele ediyorlardı. Ancak 60’lar Türkiye sosyalist hareketinin en ‘milli(ci)’ dönemiydi. Eylemlerde Türk bayrakları ve kalpaklı Atatürk posterleri taşınıyor, Mustafa Kemal yürüyüşleri yapılıyor, ‘Bağımsız Türkiye!’, ‘Ordu Gençlik El Ele Milli Cephede!’ sloganları atılıyordu. Hedef sosyalizmdi, ama sosyalizm çok uzak bir geleceğin işiydi. Daha önce geçilecek ‘aşamalar’ vardı. Bu nedenle ‘milli demokratik devrim’ uğruna ‘askersivil aydın zümre’ ile Kemalist güçlerle, hatta ‘sol cunta’larla güç birliği gerekiyordu. Hareketin bütün ‘ulusallığına’ rağmen enternasyonalist bir damarı da vardı. Bu enternasyonalizmin sınırları duygusal anlamda Vietnam’la, model anlamında geçmiş Küba, Çin vb. devrimler ve o dönem yaygın olan ulusal kurtuluş mücadeleleriyle, fiili olarak da Filistin ile sınırlıydı. Bu enternasyonalizm daha çok ‘ulusal kurtuluş’ temelliydi. Tabii bir de işçi hareketi vardı. 27 Mayıs sonrası dönemde, uzun bir suskunluğun-susturulmuşluğun ardında ses vermeye başlamıştı. Saraçhane Mitingi, Kavel ve Paşabahçe grevleri, fabrika işgalleri vb. eylemlerle ‘buradayız’ diyordu işçiler. Ancak buna rağmen yine de kimi zaman ‘varlıkları’, kimi zaman da ‘milli-demokratik’ aşamadaki rolleri tartışılıyordu. Devrimci solun gözdesi daha çok köylülüktü. Devrim kırlardan gelecekti. Bir işçi partisi de vardı o zaman; etkisiyle koskoca devlet partisi CHP’yi bile sola çekmişti; ‘sosyalizm’
diyordu, sınıf vurgusu yapıyordu ama parlamenter sınırlar içinde ve fazlasıyla milli bir söylemle. Sosyalist hareket, devrimin aşamaları ve biçimi üzerine sert tartışmalar yaşarken, 1970 yazının 15-16 haziran günlerinde, varlıkları ve rolleri hakkında rivayetin muhtelif olduğu işçiler, binlerle ve on binlerle çıkageldiler; ellerinde sopalar, demir çubuklar, taşlar ve Türk bayrakları vardı. Uzak fabrika bölgelerinden, çamurlu işçi mahallelerinden, varoşlardan İstanbul’un merkezlerine akıyorlardı; tank barikatlarını, asker-polis engellerini aşarak, kimi zaman çatışarak; ölüler vererek. Bağdat Caddesi’nden Kadıköy’e inerken, cadde boyunca bütün evlere bayrak astırmışlardı. Ancak devlet, eylem sırasında Türk bayrakları taşıdıkları için işçileri takdir etmedi, aksine sıkıyönetim ilan etti. O iki gün boyunca yaşananların Türkiye tarihinin dönüm noktası olduğu sonradan anlaşıldı. Burjuvazi gerçek tehlikeyi görmüştü. Herkes için yeni bir dönem başlıyordu. ‘60’lar’ sona ermişti…
Bir hortlak hikâyesi
Aradan çok zaman geçti, devir değişti. Artık her şey çok farklı, ama ‘60’lar’ garip bir biçimde yeniden zuhur etti! Yine Türk bayrakları ve kalpaklı Atatürk posterleriyle… Geçmişin devrimci trajedisi, kaba bir karşıdevrimci komedi olarak geri döndü. Sanki bir hortlak hikâyesinin içindeyiz. ‘Birileri’ 60’lardaki, 70’lerdeki, 80’lerdeki yoldaşlarının katilleriyle ‘vatan savunması’ adına ‘Kızıl Elma’ koalisyonları, Talat Paşa Komiteleri kuruyor. Ölürken ‘Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının Kardeşliği!’ diye haykıran Deniz
Gezmiş ve enternasyonalist devrimci mücadelenin simgelerinden Che, Kürt halkından nefret eden ‘sol’ bir derginin köşesinden, başlarına namlu dayanmış birer rehine mahzunluğu ile bakıyorlar. İşçi hareketinin durumu ise mâlum. Zaten her şey onun iyice gerilemesiyle başladı. İşçi sınıfı eylemiyle terbiye edilmeyen ‘yurtseverlik’, sonunda faşizmin renklerine bürünüyor. Çok mu insafsız bir yargı? Tarih tekerrür etmez, ama sınıf mücadelesinin tarihi bu tür ‘metamorfoz’larla dolu. Daniel Guerin, ‘Faşizm ve Büyük Sermaye’ adlı kitabında şöyle yazıyor: “1914-1918 savaşından önce, sonraları faşist olacak olan Sorel’ci sendikacılar, ihtilalci sendikalizmlerini, gittikçe artan dozda bir milliyetçilikle aşıladılar. Rossoni, ‘İtalyan işçilerinin kaderinin İtalyan milletinin kaderine kopmaz bir şekilde bağlı olduğu’nu keşfediverdi. Labriola, İtalya’nın Avrupa para babalarının egemenliğine karşı şansını denemek ve kavgaya tutuşmak hakkına sahip olduğunu ilan etti. Sendikalistler ve milliyetçiler İtalya’nın ‘büyük proleter’ olduğu teranesini tutturdular.” Aynı dönemde ‘sosyalist’ Mussolini de ‘Savaşa sosyal bir muhteva verilmesi gereğinden’nden söz ediyordu. İtalyan solunun bir bölümü faşistleşirken, Alman faşistleri de (nasyonal) sosyalistleşiyordu! Naziler, “Emekçiler Almanya’sı, Batı’nın açgözlü dev güçlerinin kurbanıdır,” diyordu. “Alman sanayisinin ve Alman ekonomisinin uluslararası mali sermayenin elinde olması, her türlü sosyal kurtuluş yolunun tıkanması, sosyalist bir Almanya rüyasının suya düşmesi demektir.
(…) Biz nasyonal sosyalistler o halkımızın milli kurtuluşu ile A iktisadi kurtuluşu arasında bizz bir bağ vardır…” Bu sözler de N Gregor Strasser’den. Nasyonal s etmese, sanki, partiden veya de Faşistleşen İtalyan ‘solcuları’ v faşistleri ile bizim ulusalcılar ar büyük farklar var. Mesela Alma çok daha ‘işçici’ ve ‘sosyalizm ya olsa anlı şanlı İtalyan ve Alman dolandırıyorlar! Ancak bazı ben En büyük benzerlik, iki tarafın sermaye sınıflarından ve bu sın hiç söz etmemesi! Ortada sadec güçler’, ‘emperyalistler’ var, ‘bizi Ulus tümüyle emperyalizmin z ‘proleterlerden’ oluşunca burjuv biri oluveriyor tabiatıyla.
Sermaye mi? O da
Bu yüzden ‘ulusalcı’ sol, ‘iç’ ka kapitalistlere cephe alamıyor. İş yasalarını, sendikasızlaştırmayı esnek çalışmayı, iş saatlerinin u sömürüyü, özelleştirmeleri prot Mahkeme ve konferans basmak ortak eylem düzenlemekten, Be anmaktan böyle sınıfsal mevzu herhalde. Varsa yoksa ‘emperya yabancı bir unsur olarak, ‘içimi birlikte…
Sosyalistler böylesi zor gericilik dönemlerinde a ‘Küreselciler’in hiçbir sözüne inanmayan ‘ulusalcılar’, onların ‘ulus devletin ortadan kalkacağı’ sözüne nedense kolayca inanıyorlar. Ya küreselciler çok kurnaz, ya bizim ulusalcılar çok saf! Bu ‘saflığın’ nedeni ne olabilir? Bence ulusalcılar, kapitalizmin ‘küreselleşerek’ sonunda nihai zafere ulaştığına ve sosyalizmin de ebediyen yenildiğine inanıyorlar. Bu nedenle ‘küresel’ kapitalizmi, yani emperyalizmi yıkma mücadelesinin yerine, onun dışında kalma, yani ‘bağımsızlık’ hayalini koyuyorlar. Bir kısım asker-sivil bürokratın ve sağ milliyetçinin yedeğinde ‘ulus devlet’e sarılmalarının nedeni bu. Ancak kendilerine iyi bir haber verelim, eğer ulus devletin ve ulusal sınırların emperyalist kapitalizm tarafından ortadan kaldırılacağından korkuyorlarsa, boş yere korkmasınlar: Kapitalizmin, bu yönde gösterdiği bazı eğilimlere rağmen böyle bir yeteneği yok. O, ulusal devletin varlığı ile uluslararasılaşma, yani bütünleşme eğilimi arasındaki çelişkileri aşamayacak kadar yeteneksiz. Yok eğer genel olarak ‘ulus devlet’e bir şey olacağından korkuyorlarsa, o zaman sosyalizm anlayışlarını, ‘devrimciliklerini’ gözden geçirsinler. Çünkü, sosyalizmin bir
amacı da , insanlığın sırtındaki bu ‘deli gömleğini’ çıkarıp atmak. Üretim araçlarını millileştirmekten ümidi kesenler, şimdi işçi sınıfını millileştiriyorlar. Malûm, emperyalizm ve büyük sermaye enternasyonal ya, dolayısıyla emek de milli oluyor. Hem de Marx ve Engels’in Manifesto’da söylediklerinden çok farklı bir biçimde, en kötü burjuva anlamında; bir köleler sınıfı olarak. Böylece ‘Bütün ülkelerin işçileri birleşin!’ sözünün hükmü de kalmıyor, milli şuurları dahilinde ve ulus devlet adına. Bunu da ‘emperyalizme karşı’ yapıyorlar. Tabii ki yanılıyorlar; çünkü emperyalizmin karşıtı ‘ulus devlet’ değil sosyalizmdir.Yani emperyalizmle mücadele özünde kapitalizme karşı sosyalizm mücadelesidir. Emperyalizme karşı mücadelede kendi ülkenizin sermayesine ‘muafiyet’ tanıyıp mücadeleyi ‘dış güçlerle’ sınırlı tutamazsınız. Hiç sözünü etmediğiniz ‘yerli’ veya ‘ulusal’ sermaye, zaman zaman çıkan sürtüşmelere rağmen, emperyalizmle temel hedefler konusunda tam bir çıkar ve amaç birliği içinde bütünleşir. ‘Küreselleşme’ dönemindeki emperyalist saldırının hedefi ‘ulus devlet’ değil ‘sosyal devlet’tir. Saldırı, emperyalist veya azgelişmiş ayrımı yapmadan bütün
ülkelerin işçilerine ve onların yüz küsur yıllık kazanımlarına yöneliktir. ‘Küreselleşme,’ emperyalizmin zaten azdırdığı çelişkileri daha da şiddetlendirmiştir. Bunalım, rekabeti ve güvenlik ihtiyacını artırmış, bu nedenle sermayenin ‘devleti’ aşması bir yana, giderek ona daha fazla ihtiyaç duymasına yol açmıştır. Tabii döneme uygun rol değişiklikleriyle. ‘Aşma’ örneği olarak söz edilen AB’nin bile varabileceği nokta, o da varabilirse, ancak sınırları daha geniş bir ‘devlet’ olacaktır; tabii çıkar çatışmalarından, yani ulusal çekişmelerden bunalmış, geçmişe dönüş ihtimalini barındıran bir devlet!
Şekil mi, şemail mi?
İşçi sınıfını ‘millileştirmek’, onu uluslararası işçi dayanışmasından kopararak emperyalizm karşısında güçsüz düşürmekten başka bir işe yaramaz. Emperyalizme, uluslararası kapitalizme karşı mücadele ancak proletarya enternasyonalizmiyle yürür. İşçi sınıfının ‘ulusallığı’ coğrafi-mekânsal bir durumdur. İşçi sınıfının ‘ulus’ veya ‘ulusun önderi’ haline gelmesi, suyun kabından taşmadan önceki kritik anıdır. Akmaya devam ederse taşar, durursa, durgunlaşır, çürür; devrimciliğini kaybetmiş her şey gibi… İşçi sınıfı mücadelesi, içinde bulunduğu bardağı dolduracak ama ‘bir bardak su’ olmayacak, bir okyanusa dönüşecektir.* Yoksa kapitalist okyanusta giderek çoraklaşan bir ada olmaktan başka bir şansı kalmaz; en iyi ihtimalle kapitalizmin ‘hassas’ cildinde alerjik bir kızarıklığa dönüşür. Çağımızda ulus devlet adına o çok korkulan mikromilliyetçilik, bölünme gibi süreçler de sonunda yine ulus devlete varmaktadır. Unutmayalım, Yugoslavya Federal
rşıdevrimci komediye
HAKKI YÜKSELEN (BABA HAKKI)
kuruyor. Ölürken ‘Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının Kardeşliği!’ diye haykıran Deniz Gezmiş na namlu dayanmış birer rehine mahzunluğu ile bakıyorlar...
Devletin başı!
olarak biliyoruz ki, Alman işçi sınıfının zat kaderin emrettiği NAZİ partisi ideologu sosyalizmden söz ernekten bir arkadaş! ve ‘solculaşan’ Alman rasında elbette çok an ve İtalyanlar anlısı’; eh ne de n işçi sınıflarını nzerlikler de var. da kendi koskoca nıfın yediği haltlardan ce yabancılar, ‘dış imkiler’den eser yok! zulmü altında inleyen vazimiz de ‘bizden’
a ne?!
apitalizme ve şsizliği, çalışma ı, taşeronlaştırmayı, uzatılmasını, aşırı testo edemiyor. ktan, faşistlerle erlin’de Talat Paşa’yı ulara vakit kalmıyor alizm!’ Tabii o da izdeki hainler’le
akıllarına mukayyet olmalıdır...
’
n
l
Sosyalist Cumhuriyeti’nden, yani çokuluslu bir devletten altı tane ulus-devlet çıkmıştır, yedincisi de (Kosova) yoldadır. Yani bugünkü ulus devlet sayısı dünkünden çok daha fazladır! İşçi sınıfını emperyalizme karşı ‘ulusçuluk’ fikriyle zehirlemek, aynı ülke içindeki farklı uluslardan, etnik gruplardan, hatta farklı mezheplerden emekçileri birbirine düşürmek demektir. O zaman, eğer ‘ulusalcılar’ doğrudan doğruya emperyalizmin hizmetinde değilseler, emperyalizmin çabalarına gerek kalmadan ülke kendi iç dinamikleriyle ‘bölünür.’ ‘Elmanın kurdunun (veya bozkurdunun) kendi içinde’ olduğunu unutmayalım. Emekçilerin tarihsel çıkarları açısından önemli olan devletin biçimi değil, sınıf karakteridir. Emeğin sömürülmesi devam ettikçe devlet ünitermiş, federalmiş, tek ulusluymuş, çok ulusluymuş, fazla bir şey fark etmeyecektir. Önemli olan şekil değil şemaildir! Her burjuva ulus devlet ve ulusal ekonomi, er veya geç emperyalizmin hegemonyasına girer.
‘Dünyayı sarsan on gün’
Sınıf mücadelesi eğer zihnimizdeki soyut bir kurgudan ibaret değilse, öznesi etten kemikten gerçek işçiler ve emekçilerdir. Onların devrimciliği ise çoğu zaman gündelik değil tarihseldir. Bu nedenle, yolda rastladığımız işçiler büyük bir ihtimalle ‘sınıf bilinci’ yönünden istediğimiz ‘kıvamda’ olmayacaktır! Bu emekçilerin milli, hatta dini hisleri, enternasyonal dayanışma duygusuna ağır basacaktır. Varsın öyle olsun. Dedik ya 15-16 Haziran’ın mücadeleci işçilerinin bir ellerinde Türk bayrakları vardı.
Emekçiler mücadele içinde öğrenir. Düzenle hesaplaşma bilinci, yani gerçek sınıf bilinci, mücadelenin, günlük hayatın zihinsel uyuşukluğunu parçaladığı yerden fışkırır. Mücadeleyle geçen on gün, emekçilere durgun bir on yıldan daha çok şey öğretir. Militan bir grev, başarıya ulaşması halinde, grev alanı ‘milli simgelerle’ de dolu olsa, ‘milli duygularda’ umulmadık değişikliklere yol açabilir. Bugünkü meselenin halli ‘ulusal simgeleri’ kafaya takıp ‘kıllık’ yapmaktan değil, sınıf mücadelesi ve örgütlenmesi içinde yer almaktan geçiyor. (Zarfa değil, mazrufa bakalım.) Her mücadele zaman içinde kendi simgelerini yaratır. Şimdiki durumun asıl nedeni, gerçekten sınıf mücadelesinin gerileyişi ise, bu durum sınıf mücadelesinin yeniden yükselişiyle değişmeye başlayacaktır. Milyonlarca emekçi, uluslararası işçi dayanışmasının önemini, dinciliğin veya milliyetçiliği zararlarını ‘beyin fırtınaları’ ile değil, siyasi eylemleriyle kavrayacaktır. Önemli olan, sosyalistlerin bu zor gericilik döneminde akıllarına mukayyet olmalarıdır; en azından ‘Toprak vatanım, beşeriyet (insanlık) milletim!’ diyen Tevfik Fikret’in gerisine düşmeden. * Bu kadar ‘sulu’ örnekler vermem, çevre felaketi ve iklim değişikliği üzerine tartışmaların şuuraltımda yarattığı korkuların bir sonucu olmalı. Eğer kötümser tahminler doğru çıkarsa, denizler yükselecek ve dünyanın birçok yeri sular altında kalacak. Ama ‘enseyi karartmayalım’, o zaman biz de sosyalizmi bir çeşit ‘sandal sefası’ olarak yaşarız; ‘Biz her gece Heybeli’de (veya Madagaskar’da) mehtaba çıkardık…’ misali...
Bizi yönetenler, kimi zaman ‘Türkiye aşiret devleti değildir!’ diye böbürlenir. Amaçları Türkiye’nin nasıl ciddi bir devlet anlayışıyla yönetildiğini kanıtlamaktır. Ancak sonuna (Ağzımızdan yel alsın!) yaklaştığımız cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde yaşananlar ve medyada yer alan eski cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin hatırat, asık suratlı resmiyetleriyle yüreklerimizi titreten devletlûlarımızın, ‘özel hayatlarında’, birer kara mizah ustası olduğunu gösteriyor. ‘Mizah’ sözcüğünü duyunca hemen gevşemeyin, ‘kara mizah’ dedik; bu mizahın konusu da bizim hayatımız… *** ‘Aşiret’ sözcüğü genellikle küçümseyici bir vurgu içerir. Ancak burjuva siyasetinin kaba bir komediye, daha doğrusu rezilliğe dönüştüğü durumlarda –ki bu sık sık yaşanır- aşiret bile bazen demokratik bir değer haline gelir! Geçmiş yıllardaki bir DSP kongresinde, Ecevitlere karşı genel başkan adayı olma cesaretini gösteren Sema Pişkinsüt, canını zor kurtarırken, aynı günlerde Beritan aşiretinin, reisini seçmek için Ankara’da bir düğün salonunda yaptığı toplantı, sükûnetle tamamlanmıştı! *** Neyse konumuz cumhurbaşkanı seçimi. Son günlerin kavgalarından benim çıkardığım bazı sonuçlara göre: * Türkiye Cumhuriyeti’nin, cumhurbaşkanı seçimine ilişkin, üzerinde herkesin anlaştığı, açık seçik bir yasal prosedürü yoktur. Meclis’in, cumhurbaşkanını seçmek için toplantı yeter sayısı, adamına göre, bazen 184, bazen de 367’dir. * Yine adamına göre, Meclis, çoğunluk partisinin genel başkanını, cumhurbaşkanı seçebileceği gibi, vatanın ve milletin menfaatlerini temsil eden birilerinin seçtiği bir kişinin cumhurbaşkanlığını da onaylayabilir. (Buna bizim oralarda uzlaşma denir.) * ‘İlgili’ devlet kurumlarının (veya ‘çekirdek devletin’) kabul etmediği adayların seçilmekte ısrar etmeleri durumunda, ‘modern’ veya ‘postmodern’ darbe tehlikesi vardır. * Türkiye’de, mesela, bir ay önceden adaylığı açıklanabilecek, uygun ve ‘arızasız’ bir cumhurbaşkanı adayı yoktur. * Seçilecek olan ‘cumhurun’ değil, devletin başkanıdır. O nedenle bize laf düşmez.
18
Atma Tayyip! Din kardeşiyiz! Hükümet ‘rekor büyüme’ ilan ediyor ya, aslında rakamlarla oynuyorlar, ‘sihirbazlık’ yapıp palavra atıyorlar. Türkiye çok büyük bir ekonomik krizin eşiğinde. Can sıkıcı rakamları okumayı göze alarak, içinde bulunduğumuz tablonun vahametini anlayabilirsiniz.
M
emleket gündeminin iyiden iyiye cumhurbaşkanlığı seçimlerine kilitlendiği nisan başlarında, hükümet, dönemsel rutinliklerin dışına çıkarılacak kadar ‘olumlu’ olduğu iddia edilen bazı rakamsal göstergelerle ekonomi üzerinden propaganda atağını hızlandırdı. Her yıl aynı dönemde açıklanan bazı veriler, bir önceki sayıda yer alan yazıda da kullandığımız ‘don lastiği’ benzetmesini anımsatan şekilde istenilen yere çekildi. Ve bazı gerçekler, hiç dokunulmamak, değinilmemek formülüyle gizlendi. Soslanmış ve süslenmiş verilerle ise ‘güçlü/ başarılı hükümet, güçlü/kalkınan Türkiye’ naraları atıldı. Gelin şimdi, AKP hükümeti eliyle devam eden kapitalist/sermaye hizmetkarı politikanın beyan ettikleri ve üzerini örttüklerine birlikte göz atalım... Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2 Nisan’da açıkladığı verilere göre 2006’da ekonomi yüzde 6 büyüdü. 2006 sonuçlarıyla birlikte, hükümetin kendi icraat sürecini vurgulamak üzere sürekli referans gösterdiği dönem olan 20032006 arasındaki dört yılda ortalama büyüme oranı yüzde 7.3’e ulaştı. İş başına geldiği günden bu yana büyülü bir anlam yüklediği ‘mali disiplin’e uymak adına sürekli ‘kemer sıkma’ politikası uygulayan, tasarruf adına kamu yatırımlarını kısan ve ‘devleti ekonomik faaliyetten çıkartmak’ olarak tanımlanan ‘sihirli’ amaca hizmet için özelleştirme adı altında ülkenin ve yurttaşların birikimlerini peşkeş çeken hükümet, büyümenin itici gücünün özel sektör olduğunu da gururla sundu. Resmi verilere göre dört yıllık dönemdeki yüzde 7.3’lük ortalama büyümenin yüzde 4.4’lük bölümünü özel sektör sağladı. Özel sektör, 2003’teki yüzde 5.9’luk büyümenin yüzde 2.6’sını, 2004’teki yüzde 9.9’luk büyümenin yüzde 6.6’sını, 2005’teki yüzde 7.6’lık büyümenin yüzde 4.6’sını ve nihayet 2006’daki yüzde 6’lık büyümenin de yüzde 3.9’unu üstlendi. Bu veriler doğru. Yani hükümetin övünerek ve kendi politikalarının mucizevi bir sonucuymuş gibi sunduğu sonuç, gerçeğin bir bölümünü yansıtıyor. Ancak bakalım, gerçeğin saklanan diğer yüzleri neyi gösteriyor. Türkiye, 2003-2006 döneminde hükümetin övündüğü büyümeyi yakalarken, ekonominin en kırılgan noktasını oluşturan cari açıkta da her geçen ay tırmanan bir artış yaşandı. Merkez Bankası’nın ödemeler dengesi ve Türkiye İstatistik Kurumu’nun Gayrısafi Milli Hasıla verilerinden yapılan tespitlere göre, son beş yılda milli gelirin dolar bazında artışı yüzde 121 oranında oldu. Ancak cari açık tutarındaki artış başlangıç dönemine göre tam 20 kata ulaştı. Yüzdeye vurarak yapılan hesaplamayı ortaya koyarsak; cari açık artışı yüzde 1964... Biraz daha açarsak; Türkiye, her 100 dolarlık büyüme için 2003’te 14,
- Kemal Abi, böyle rastgele sallıyorum ama bu rakamlar doğru değil, di mi?! - Ya, salla gitsin! Sen oğlana 2.5 milyon dolarlık tankeri aldın mı? Aldın...
- Kemal Abi, sen de amma gaz vermişsin Tayyip’e. Uçtukça uçuyor. Yakında mantara basacağız... - Oğlum dur iki dakika! Bizim oğlanın yumurtalar, darılar nakte dönsün, dolara yatıralım, işi patlatırız!
2004’te 26, 2005’te de 37 dolar cari açık verdi. Nihayet 2006 sonu itibariyle her 100 dolarlık milli gelir artışı için verilen cari açık tutarı 81 dolara ulaştı. Aşağıda daha detaylı değineceğiz ama kısaca bu rakamların ne anlama geldiğini sözcüklerle ortaya koyalım: “Cari işlemler açığını tırmandırarak sağlanan büyüme, işsizlik ve dış açıklar başta olmak üzere ekonominin yapısal sorunlarını çözmedi.”
Peki ya gerçekler?
Şimdi, hükümet ve avanesinin asla söz konusu etmediği bir başka veriye göz atalım. Hükümetin ‘büyümenin motoru’ diye övdüğü ve övündüğü özel sektör, 1996’dan bu yana dış borçlarını sürekli artırıyor. Ve özel sektörün dış borçları, hükümetin referans dönemi olan 20032006 arasında rekor bir artışla Türkiye’nin toplam dış borçlarının yarısından fazlasına ulaştı. Yani özel sektörün dış borçları, kamunun/devletin dış borçlarını geçti. Dış borçların seyrine çok da uzatmadan bakarsak; 1996’da 79.3 milyar dolar olan toplam dış borcun 26.8 milyar dolarının özel sektöre ait olduğunu görüyoruz. Oran olarak özel sektörün payı yüzde 33.8... 2003-2006 döneminde ise özel sektörün dış borçlar içindeki payı yüzde 34.9’dan yüzde 58.7’ye yükselmiş durumda. 2003’teki 144.2 milyar dolarlık toplam dış borcun 50.3 milyar dolarını üstlenen özel sektör, Hazine Müsteşarlığı’nın açıkladığı rakamlara göre 2006 sonundaki 206.5 milyar dolarlık borcun 121.2 milyar dolarlık bölümünün sahibi. 121.2 milyar dolarlık dış borcun 39.4 milyar doları kısa vadeli. Bu tutar içinde bankaların payı ise 19.8 milyar dolar. Peki bu rakamların gizlenen ‘büyük fotoğraf ’taki anlamı ne? Verilebilecek ve verilmesi gereken en net, doğru yanıt, Türkiye’nin borçlanarak, amiyane tabirle ‘başkasının parasıyla’ büyüdüğü. Üretim artışına dayanmayan, ithalata dayalı olduğu için de Türkiye’nin kendi yurttaşlarına aktarması gereken kaynakları başka ülkelerin üretim ve istihdamına
akıttığı bu büyüme modelinin riski ne diye sorarsanız... Sorunun yanıtı, büyümenin motoru durumundaki özel sektörün borçlarından doğabilecek olası risklerde gizli. Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’ın da sık sık dikkat çektiği borçlanma eğilimi geleceğe yönelik tehlikeler barındırıyor. Borcun dövizle gerçekleştirilmiş olması, risklerin en büyüğünü oluşturuyor. Dövizde yaşanacak yüzde 10’luk bir artış bile, özel sektörün borçlarına 12 milyar dolarlık bir artış olarak yansıyacak. Bu artışın maliyetinin nasıl karşılanacağı konusundaki geçmiş örnekler ise, neden bu konuya dikkat çektiğimizin ve neden meseleyi risk olarak vurguladığımızın kanıtı. ‘Özel sektör’ün, dikkat çektiğimiz minvalde bir gelişme olması, dövizdeki ciddi bir yükseliş nedeniyle borç maliyetlerinin artması durumunda faturayı işçiye, emekçiye keseceği öngörüsünde bulunmak, geçmişin bugüne taşıdığı bir gerçekliktir. Çünkü patronların benzer durumlarda aklına gelen ilk çözüm, her zaman işçi çıkarılması, çalışmaya devam ettirdiği işçilerin ücretlerini dondurmak/zam oranlarını kısmak olmuştur. Bu nedenlerle Türkiye’yi büyüten özel sektörün borçları, patlamaya hazır bir ‘serseri bomba’ gibi ortada durmaktadır. Ancak bomba düzeneğini kuran ve elinde tutan patronlar olmasına rağmen, mağduru emekçiler olacaktır. Gelelim meselenin bir başka boyutuna, diğer bir deyişle madalyonun öbür yüzündeki gerçeklerden bir başkasına... ‘Rekor’ diye lanse edilen büyüme oranları, istihdama ne katkı sağladı? Gayrısafi milli hasıla, hükümetin ‘sürdürülebilir kalkınmayı sağladık’ propagandaları yaptığı bu dönemde yüzde 120 artışla 400 milyar dolara yaklaştı. Türk Lirası cinsinden kümülatif büyüme de yüzde 33’ler seviyesine geldi. Ancak milli gelirdeki bu artışa rağmen işsizlik azalmadığı gibi daha da arttı. Birkaç satır sonra detaylarını da bulabileceğiniz geniş tanımlı toplam işsiz sayısı, dört yılda 642 bin kişi artarak
5 milyon 423 bine yükseldi. 2002’deki resmi işsiz sayısı 2 milyon 464 bin kişiydi. 1 milyon 297 bin kişilik eksik istihdam ve iş bulma umudunu kaybetmiş 1 milyon 20 bin kişi de eklenince geniş tanımlı işsiz sayısı 4 milyon 781 bin kişi olarak bulunmuştu. Gerçek işsizlik oranı ise yüzde 19.2’ydi. 2006 sonunda baktığımızda resmi işsiz sayısı 2 milyon 446 bin kişi olarak görülüyor. Eksik istihdam sayısı 890 bin, iş bulmaktan umudunu yitirenlerin sayısı ise 2 milyon 87 bin kişi olarak tespit ediliyor. Bunların toplamı olarak geniş tanımlı işsiz sayısı ise 5 milyon 423 bine ulaşmış durumda. Yine 2006 sonu itibariyle gerçek işsizlik oranı da yüzde 20.2’ye yükseldi. Şimdi ‘sözün özü’ne gelirsek… Resmi söylem neyi gösterirse göstersin, Türkiye’nin ‘rekorları altüst eden’ büyüme süreci, emekçilerin/çalışanların/yoksul halkın yaşamına bir şey katmamıştır. Bu büyümenin kaymağını kimlerin yediği sorusunun yanıtı, nisan sayısında ele aldığımız ‘Forbes dolar milyarderleri listesi’nde mevcut. Yukarıda gerçek kaynağını ifşa etmeye çalıştığımız büyüme sürecinin yarattığı 121.2 milyar dolarlık borcun doğabilecek riskleri ise, sayıları 1000’i bile bulmayan sermaye sahibinin değil, milyonlarca mülksüz yurttaşın sırtında. İşte bu nedenle, tüm emekçiler, çalışanlar, kendilerine umacı gibi gösterilen siyasetten ve örgütlenmeden uzak durmamalı. Tüm bu gerçekleri, ellerindeki siyasi güç ve mekanizmaları kullanarak gizleyen ve sadece işlerine gelenleri gösterenlere karşı izlenecek siyasetin adresi ise bellidir. Emekten yana siyaset, dezenfor masyonla yürütülen saldırıların karşısında durabilmeyi sağlayacak tek siyasettir.
Sonsöz:
Burjuva siyasi fraksiyonlarının başat fonksiyonu ‘kitleleri oyalamak’ olarak tanımlanırsa, bugün siyasi iktidarın ekonomik büyüme ve kalkınma masallarıyla emekçi kitleleri bu masalların uyuklayan dinleyicileri haline getirme çabasına şaşmamak gerekir. Oyalama sürecinin en önemli unsuru olan dezenfor masyon, hegemonya mücadelesinde balans ayarı için ideal bir araç ve burjuva de mokrasi piyesi olan seçim süreçlerinin olmazsa olmazıdır . Uyuklayan emekçi kitlelerin uyanıp ayağa kalkmasını, gözlerini açıp gerçeklere uzanmasını sağlayacak ‘beyaz atlı prens’in daha fazla geç kalması, bahsettiğimiz risklerin çığ gibi büyümesi anlamına gelecektir. Bu yüzden, ekonomik rakamların çarpıtılması üzerinden uygulanan oyalama taktiklerini teşhir etmek ve dezenformasyonun yarattığı erozyona karşı sürekli bir mücadele, emekten yana siyasetin de kaçınılmaz görevidir. m
ÖZGÜR DENİZ DUMAN
19
Dandy’de işçiler kazanacak “İnsan onuru için yürüttüğümüz bu mücadelede yılmadan, yorulmadan buradayız. Kararlıyız, biz kazanacağız. Bu nasıl bir hak arayışı, bu nasıl özlem, buna direnen güce hayret ama unutmayın kazanmak için mücadele etmek gerekir. Damla damla oluşturduk bu gücü, sel olacağız artık; kimse önümüzde duramaz Neden biliyor musunuz? Çünkü bizimki ekmek davası, hayat davası. Kâr gözetmiyoruz ama sefalet de istemiyoruz. Yıllarca ekonomik zorluklarla süründük, yeter artık! Yürüyoruz! Yürüyoruz tabelasız Dandy’nin yerini herkes öğrenene kadar, kararlıyız, biz kazanacağız...”
i
kitelli’deki Dandy sakız fabrikası 60’larda faaliyete geçti. 80’lere doğru sendikalaşma hareketi başladı, darbeyle birlikte sendika da durdu ve daha sonra Tek-Gıda İş örgütlenmeye girişti; daha sonra o da bir şekilde yetkiyi kaybetti; 90’larda Öz-Gıda İş örgütlendi ama o da yetkisini kaybetti ve 1995-2007 arası işçinin toplu iş sözleşmeleriyle elde ettiği kazanımlar sıfıra indi, maaşlar asgari düzeye geriledi. Son üç dört senedir çeşitli girişimlerle örgütlenme çalışmalarına girildi. Bunlar da işte hep içerde bir önder işçi yaratma ve bu işçinin işten atılması ve desteklenmemesi ile beraber de sonuçsuz kaldı. Fakat son süreçte Dandy işçileri direnerek kazanılabileceğini gösterdi. Tek Gıda İş’ten Muzaffer Dilek’le, Dandy direnişini konuştuk… Dandy’de sendikal örgütlenme süreci nasıl gelişti? Geçen yaz bilgilendirme toplantıları düzenledik; hiç üye yapmadık, ilk başta sendikalı olduğu için işten çıkarılan arkadaşlar için başka fabrikalardan arkadaşlarla birlikte fabrika önünde desteğe başladık. Ve birkaç gün geçmeden o fabrikadan işçiler de işten çıkarılan arkadaşlara sahip çıkmaya başladı. Günden güne tepki oturma eylemleri gibi eylemlerle artmaya başladı. Fabrikada çalışan 650-700 kadar işçinin yüzde 95’i eylemlere katıldı. Fabrika bu katılımı kesmek için fazla mesai uygulamalarına başladı, mesela 15: 00 çıkışı çok kalabalık olduğu için fazla mesai uygulamasına başladı, biz de bu sefer mesaileri kestik ve kimse yarım saat bile mesaiye kalmadı, bu sayede işçi çıkışlarını kalabalık tuttuk ve yürüyüşler yaptık. Bu yürüyüşler sırasında bu çevrede çokça bulunan tekstil fabrikalarında çalışanların da dikkatini çektik destek olmak adına. İki tane tekstil fabrikasında bazı hareketler başlamış galiba. LCW’ye bağlı iki tane fabrikada düşük düzeyde örgütlenme çalışmaları var ama bizim 79 günlük direniş sürecimizde hiçbir tekstil sendikası pankartı yoktu, paralel bir harekette bulunsalardı onlara faydası olurdu çünkü biz hiç dışardan insan kalabalığı yapmaya gerek duymadık; işçi çok güzel örgütlenmiş, organize olmuştu zaten. İşçi sahipti oraya, fazla mesai servislerini
hep boş gönderdik ve bazı günler çok sıkıştıklarında fabrika yönetimi soruyordu bugün bir eyleminiz var mı, fazla mesai yapabilir miyiz diye. Ve hiçbir gün bir öncekinden daha hafif bir eylem yapmadık. Eylemlerimizi de olana kadar, patronlar da o kadar çabalarına rağmen, kimse bilmedi ve katılım hep tam oldu. Hep artarak gitti ve en son işte işçilerin kendilerini kapıya zincirleme eylemi saat 18:30’da, işçi
yapı içerisinde 5 ay 29 gün bir yerde, 5 ay 29 gün diğerinde çalıştırılarak geçici işgücünden faydalanılıyor bu şekilde. Ama sendikalı olunca böyle bir şey olmaz, herkesin yaptığı iş de çalıştığı şirket de bellidir Şu an giriş çıkışlarda sorun yaşıyor musunuz? Biraz kibarca restleşerek giriyoruz ama sonuçta biz gidemezsek işçi sendikaya
servisleri içeri girdikten sonra başladı ve 21:00’e kadar, çevik kuvvet gelene kadar da sürdü. Yine eylemlerimizi kesmedik, kefen giyme eylemi vardı, en son bittiği günlerde de mutlu son bildirisi okuduk. Oradaki birçok yol, kanalizasyon işleri yapan işçiler de çok destek oldu, kamyonlarını, kepçelerini üzerlerine çıkalım, konuşma yapalım diye verdiler. Çünkü normalde işçilerin girip çıktığı yer aralıktı ve görülebiliyordu, daha sonra orayı kapattılar, duvar ördüler içeriyle dışarısı birbirini görmesin diye… 15 Aralık’ta ilk işçi çıkarımıyla başladı eylemimiz, şubatın sonunda da atılan işçilerin geri alınacağı sözü ile bitti ve fiilen Mart 15 itibariyle herkes işbaşı yaptı. Normalde bir işletmede altı aydan fazla, sözleşmeli olarak işçi çalıştırdığınızda iş güvencesinde faydalanacakken Falım, Dandy ve Intergum olarak zincirleme bir
gelir. “Her gün her gün olur mu?” falan diyebiliyorlar, ama alışığız sonuçta…Böyle olmazsa çok daha sert olacağız, herhangi bir taviz vermeyeceğiz. Orada kurulacak sendikal yapı bir çok işletmeye de örnek olacak. Normalde sendikaların tekelci yapılaşma içinde kamu düzenine olan bir alışkanlığının belki de tabularını burada yıkacağız. Çok daha örgütlenmeden yana, çok daha insanların temel haklarından yana ve işçiden yana olan bir sendika olacak orada. Çalışma koşullarından biraz bahseder misiniz? Çalışanların yaklaşık yüzde 55-60’ını kadınlar oluşturuyor. Sipariş ve piyasa dengesi çok değişken olduğu için çalışma saatleri de sürekli değişkenlik gösterebiliyor. Daha önce sendikal bir deneyim yaşanmış olduğu için belli sosyal haklar kalıp olarak var ancak bunun parasal tarafları oldukça
yıpratılmış. İşçiler ise genellikle birlikte hareket ediyor ve mesaiye kalınacaksa herkes beraber kalıyor, kalınmayacaksa kimse kalmıyor ve bu şekilde direncini ortaya koyuyor. Sendikalaşma süreci nasıl tamamlanıyor ve bu Dandy’de ne zaman için öngörülebiliyor? Sendikalaşma süreci bakanlıktan sözleşme yetkisi aldığınızda tamamlanıyor ve toplu iş sözleşmesi tamamlandıktan sonra da insanlara maddi olarak dönüyor. Elinizdeki toplu iş sözleşmesi de idari veya maddi hükümleriyle birlikte miadı kadar bu sefer işçi temsilciliği ve yöneticileriyle de yürütülüyor. Ve bir dahaki sözleşmenin bitimine 120 gün kala yeniden bakanlıktan yetki alınıyor. Dandy’de mayıs ayı için umutluyuz, mücadelemizi de ona göre sürdürüyoruz. Sonuçta orada bir mücadele verildi, başarıldı, atılan işçiler geri alındı, işverenin ben istediğimi atar istediğimi alırım kozu yok edildi. Peki orada bir zafer kazanıldı diyebilir miyiz? Evet çünkü çok yakın tarihte kıyaslayabileceğimiz bir örnek yok. Büyük medyadan ilgi gördünüz mü? Hürriyet sakız kültürüyle ilgili bir haber yapmıştı; aradık, “Bir gün önce böyle bir haberiniz vardı, çok güzel bir çalışmaydı, teşekkür ediyoruz ama biliyor musunuz ki bu Dandy’nin, Falım’ın kapısında böyle bir direniş var, iş akdi feshedilmiş 60 kişi var, bunlar da haber olmaya değer,”dedik. “Ertuğrul Özkök’e bağlıycaksanız bağlayın, santralde bekletmeyin; olmazsa biz 200-300 kişi arkadaşlarla beraber oraya gelelim,” dedik. Hürriyet’e yürüyelim diye düşündük ama sonra Hürriyet’te kimse camı açıp bakmaz bize, bizim hürriyetimizin yolu yine kazanmaktan geçiyor dedik. Türkiye’de hep olan işte insanları birbirine düşüren geçim sıkıntısı değildir; kimisinin Alevi olduğu, kimisinin Sünni olduğu ya da birinin Kürt olduğu, diğerinin Türk olduğu bağlamından artık çıkıp ciddi ciddi insanların sosyal sorunlarının çözülmesi gerekiyor. Ve bunun için yani insan olma değerinin öne çıkıp insanca yaşama hakkına sahip olma gerekliliğinin sağlanması için de örgütlenme şart. m
CANAN ÖZCAN
20
Leş yiyicileri tanıyın Bu yazıda son dört yıldır Irak’ta yürütülen Türkiye yatırımlarının ufak bir özeti var. Buyrun bakalım, internet çağında akbabalık ve leş kargalığı nasıl oluyormuş görelim... m
i
ZAFER GENÇ
kinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük yeniden yapılanma faaliyeti olarak nitelendirilen Irak’ın yeniden yapılandırılması ve işgal güçlerinin ihtiyaçlarının karşılanması için yapılan ihaleler Türkiye sermayesinin başını döndürüyor. Kimler yok ki ‘başı dönenler’ arasında: Koç Grubu, Çukurova Holding, Zorlu Grubu, OYAK, Alarko, Tepe Grubu, Doğan Holding, ENKA, STFA, Polat İnşaat, Yüksel İnşaat. Özetle tekmili bir arada Türkiye oligarşisi. Türk tekelleri ABD’nin taşeronu. Türkiye sermayesi Irak’taki ihaleleri alarak büyük ekonomik başarılar falan elde etmiyor. Çünkü alınan birçok işte ‘bizim akbabaların’ işvereni, kukla da olsa Irak hükümeti değil. Irak’ın işgalinden sonra, askeri ihaleleri, çocuk işçi çalıştırmasıyla ve ürettiği genetiğiyle oynanmış tohumlarla toplum sağlığını ve ülke tarımını tahrip etmesiyle meşhur Amerikan Kellogs Brown&Root aldı. Bu şirket ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin ortağı ve yöneticisi olduğu Halliburton grubuna bağlı ve Irak’ın işgalinde önemli bir rol oynadı. İnşaat ve altyapı ihalelerini ise 2000 yılında Bolivya’da su dağıtımının işletmesini alan ve birkaç haada su fiyatlarını iki kat artırdıktan sonra yoksulların direnişiyle kovulan Amerikan Bechtel şirketi aldı. Bu şirket de, yöneticileri arasında bulunan CIA eski başkanı Casey ve ABD eski Savunma Bakanı Schultz vasıtası ile savaş kararının alınmasında etkili oldu. İhalelerin çok büyük bir bölümünü alan bu iki şirket ihaleleri parça parça bölgedeki sermaye gruplarına sattılar. ‘En seçkin’ Türkiye sermayesi de, bu işbölümü çerçevesinde, savaş ganimetçisi ABD tekellerine taşeronluk işini üstlendi. Zaten Türk-Irak İş Konseyi Başkanı Ercüment Aksoy da bu gerçeği saklamıyor; ABD’nin açtığı ihalelerde Türk şirketlerinin asıl oyuncu olarak çok fazla rol alamayacağını, ancak özellikle elektrik santralları, su arıtma tesisleri ile havaalanı gibi uzmanlık ve sürat isteyen altyapı yatırımlarında taşeron olarak daha fazla şansları olduğunu söylüyor. Irak’ta iş yapan büyük Türk sermayesi Türk-Irak İş Konseyi çatısı altında örgütlenmiş. Konseyin başkanlığını Irak’ta birçok ihale alan, Irak’a asker gönderme tezkeresinin çıkması için yırtınan Yapa Dış Ticaret’in sahibi Ercüment Aksoy yapıyor. Konseyin Yürütme Kurulunun bileşimi ibret verici. Faşist Sazaklar’ın firması Yüksel İnşaat, Koç Grubuna bağlı RAM Dış Ticaret, Karamehmet’in Çukurova Grubuna bağlı Soytur, üst düzey yöneticileriyle yürütme kurulunda temsil ediliyorlar. Yine yürütme kurulundaki Zeynel Abidin Erdem Türk
Amerikan İşadamları Derneği Başkanı. Erdem, Turkcell’de ve Pamukbank’da Karamehmet’le ortak. Habertürk kanalının ve gazetesinin (sahi o gazeteye ne oldu?), ‘Türkiye savaşa girecek mi?’ sorusunun sorulduğu günlerde kurulmasında Erdem’in etkin rol oynadığı iddia edildi. Habertürk, ABD’nin Irak’a saldırısı başlamadan hemen önce savaş çığırtkanlığında sınır tanımamış, savaş karşıtı muhalefeti ‘manken-islamcı ittifakı’ olarak tanımlamış, saldırının ikinci günü Irak’ı işgalini tamamlandığını iddia edip en azılı ABD’li şahin televizyoncularla bile asparagas yarışına girmişti. İddialara göre ‘Irak girişimcisi’ Erdem, CIA’nın gönderdiği 15 milyon doları kanalın kurucusu Ufuk Güldemir’e ileten kişiydi.
Herkes paranın peşinde
Türk-Irak İş Konsey’inde sadece büyük devler değil, daha küçük firmalar da temsil edilmiş. Irak’ta Amerikan askerlerine yiyecek sağlayan Arbel Bakliyat’ın sahibi Mahmut Aslan da bu kesimlerin temsilcisi olarak konseyde yerini almış. Birleşmiş Milletler’den aldığı ihalelerle zenginleşen Aslan, 2004 AKP Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı adayı idi. Aynı Aslan 2002’de de DEHAP’ın 3. sıradan milletvekili adayı olmuştu. Biz yine büyük leş kargalarından örneklere dönelim. İsrail ile gece görüş sistemleri üzerine bir proje yürüten ve bu yüzden Tepe Grubuyla İran’da yaptığı Humeyni Havaalanı işletmesini devir almakta güçlükler yaşayan Hamdi Akın’a ait Akfen Holding de Irak’ta rant peşinde. Akfen Savunma AŞ. Kellogs Brown&Root firmasının taşeronu olarak Amerikan askerlerine hizmet veriyor. 8000 işgalci askere günde dört öğün yemek sağlıyor, çamaşırhane işletiyor. Kamplarda atık arıtma, seyyar tuvalet kurulması ve
çelik konstrüksiyon işlerini yapıyor. Firma internet sitesinde şöyle diyor: ‘Firmamız Amerikan Ordusunun askeri kamplarına tam destek vermek ve büyük ölçekli hükümet projelerinde yer almak arzusundadır.’ Akfen’in İran’daki ortağı olan, geçtiğimiz günlerde yönetim kurulu başkanının ‘Tayyip Erdoğan bizim eserimiz’ demesiyle adından söz ettiren Tepe Grubu, Irak’ta ABD’ye üs yapımında taşeronluk yapıyor. Fenerbahçe Başkan’ı Aziz Yıldırım’ın 40 yıl boyunca aldığı NATO ihaleleri sonucu kazandığı 10 milyar dolar ile büyüyen şirketi MAKYAL da bugünlerde Irak’ta ihale kovalıyor. Geçtiğimiz günlerde 19 işçinin tedbirsizlik sonucu öldürüldüğü Küre madeninin sahibi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ihaleleriyle, Albayraklar’la yaptığı ortak işlerle yıldızı parlayan Cengiz İnşaat da Irak’ta ABD ile beraber çalışıyor. 1 Mart’ta tezkere çıkmadığı için, aldığı birçok ABD üssü inşaatı işinden mahrum kalan, İbrahim Çeçen’e ait Çeçen Holding de Irak’ta faaliyet gösteriyor. Birinci Körfez savaşından sonra Kuveyt’teki mayınları temizleme işinden ‘alnının akıyla’ çıkarak Pentagon’un gözüne giren bu grup, Türkiye’de ise her hükümet dönemi almayı başardığı hastane, okul, hükümet binası, liman, enerji santrali, havaalanı vs.. ihaleleriyle ‘yolunu buluyor’. Daha önce birçok NATO ihalesi alan, İstanbul Metrosunun yapımını Yüksel İnşaat’la sürdüren Alarko Holding, internet sitesinde Irak’taki tüm ihalelere talip olduğunu, hepsi için altyapısının hazır bulunduğunu belirtiyor. Atatürk Barajı da dahil birçok devlet ihalesiyle beslenen Akpınar Grubu da Irak’ta faaliyet gösteriyor. Doğuş Grubu ise İstanbul’daki NATO toplantılarına sponsor olmanın ve o dönem NTV’yi NATO’nun resmi yayın
organı gibi çalıştırmanın ödülünü Irak’tan ihale kaparak aldı. Turgut Özal’ın devlet ihaleleriyle var ettiği ENKA Holding Irak’ta Bechtel’in taşeronluğunu yapıyor. ‘Sosyal Demokrat’ ve ‘Alevi Cemaati’ liderlerinden Adnan Polat’ın Polat Holding’i de Irak’ta inşaat işleri aldı. AKP’nin ‘esas oğlanı’ olduğu söylenen, 2002 seçimlerinden önce Tayyip Erdoğan’ın ABD gezisini programlayan, Wolfovitz’in evinde kalacak kadar ‘neocon dostu’ olan, Başbakan’ın danışmanı Cüneyt Zapsu’nun gizli ortağı olduğu söylenen Tekfen Holding, Nestle ile kurduğu konsorsiyum ile Irak’taki Amerikan askerlerinin su ihtiyacını karşılıyor. Tekfen şimdilerde gözünü petrol ve enerji alanındaki ihalelere dikmiş durumda. Yine NATO’dan ve TSK’dan aldıkları işlerle tanınan Atakan Ticaret, Borhat İnşaat, Burç Elektronik, Peker İnşaat Irak’ta ABD’ye hizmet ediyor. Günay İnşaat da Bechtel’in üstlendiği Bağdat Havaalanı’nın yenilenmesi işinde, pistin temizlenip, boyalarının yenilenmesi ve uçuşa hazırlanması ihalesini aldı. Doğan Holding’in aldığı Petrol Ofisi, Mavi Akım Projesi ile adını duyuran ANAP İstanbul eski İl Başkanı Erdal Aksoy’a ait Turcas Petrol, Koç’un yarısına sahip olduğu OPET ise Pentagon’dan aldıkları ihale ile ABD birliklerine LPG ve akaryakıt sağlıyorlar. Irak’ta ihale alan şirketler listesinde OYAK İnşaat’ın da bulunduğunu ise özellikle TSK’dan hala ‘bağımsızlıkçılık’ bekleyenlere önemle duyuruyoruz.
OYAK, Irak’ı fethetti
Türk şirketler Kuzey Irak pazarını ele geçirirken, iş yapmak için müracaatta bulunan şirket sayısı 600’e ulaştı. Onay alıp iş yapan 200 firmanın yıllık iş bağlantıları ve gerçekleştirdiği ihracat ise 2 milyar doları buldu. Kuzey Irak’ta en fazla iş bağlantısı yapan firmaların başında ise Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) geliyor. İş bağlantılarında taşeron firmalar kullanan OYAK, Kuzey Irak’ın çimento, yapı ürünleri ve kağıt gibi ihtiyaçlarını karşılıyor. Bölgede iş yapmak için müracaat eden firma sayısı 600’e ulaştı. Onay alan firmalardan 200’ü, gıdadan inşaata, altyapı çalışmalarından mobilyaya, beyaz eşyadan elektronik cihazlara kadar çeşitli sektörlerde faaliyet yürütüyor. Bunlardan 150’si Erbil ve Süleymaniye’de, geri kalan firmalar ise Dohuk, Zaho, Akre, Behdinan gibi bölgelerde is yapıyor. Türk şirketlerinin Kuzey Irak ile geliştirdiği yıllık ticaretin hacmi ise 2 milyar dolar civarında. Türk firmalarının yoğun ilgisi Türk ve Irak ortak sermayeli şirketlerin sayısında da artışa neden olmuş durumda. Bu firmalar merkez bürolarını Mersin, Ankara, Antep gibi şehirlerde kuruyor, Kuzey Irak bölgesindeki tüm ticari faaliyetlerini ise bu
21
bürolardan sevk ve idare ediyor. OYAK Şirketler Grubu, Iraklılarla en fazla iş yapan firmalar arasında bulunuyor. OYAK, Basra ve Başkent Uluslararası Nakliyat ve Dış Ticaret Ltd Şirketi, REBA Dış Ticaret Ltd. Şirketi, Nur Ticaret, Fefoğlu, Yüksel, Barkınlar, Saki İthalat ve İhracat Gümrükleme Nakliyat Sınır Ticareti gibi şirketler aracılığıyla ticari faaliyetini yürütüyor. OYAK’ın yıllık ticaret hacmi 14 milyon dolar civarinda seyrediyor. Daha çok çimento ve inşaat malzemeleri pazarlayan firma, çimento ve yapı ürünleri ihracatında OYKA isimli firmayı kullanıyor. OYAK’a bağlı fabrikalarda üretilen çimentolar, dökme ve torbalar halinde Dohuk ve Süleymaniye gibi merkezlerde pazarlanıyor. OYAK’ın Kuzey Irak’a gönderdiği malzemelerin nakliyat işini ise Has Nakliyat isimli bir firma üstleniyor. Her yıl sadece 6 bin ton dökme çimento gönderen OYAK’ın sadece çimento ihracından yılda kazandığı para 9 milyon dolar. OYAK’ın Kuzey Irak’a gönderdiği inşaat ürünleri, Zaho’da Ibrahim Halil Yolu üzerinde üzerinde bulunan Birleşmiş Milletler Sahası’nda depolanıyor. 2003 yılından bu yana Kuzey Irak’a gönderilen inşaat malzemeleri ile bölgede gerçekleştirilen müteahhitlik hizmetleri 800 milyon doları aşmış olduğu iddia
ediliyor.OYAK’a bağlı OYTAS, Kuzey Irak Parlamento ek binaları, bakanlık konutları ve emniyet sarayı inşaatlarının yanı sıra Erbil, Süleymaniye, Dohuk’ta iş yapıyor. OYAK’ın kağıt şirketi ise kağıt ihtiyacını karşılıyor. Bölgenin yüzde 95 civarinda Türk mallari ile dolu oldugunu vurgulayan ve bu bileşimin, Arçelik, Çevikler ve OYAK’in Kuzey Irak’ta en fazla pazar payina sahip olan sirketler oldugu biliniyor. Türk firmalarinin Kuzey Irak’a gösterdigi yogun ilgi, tüketici ürünlerine de yansimis durumda. Tüketilen ürünlerin yüzde 90’ini Türk mallari olusturuyor. Insaat sektörü ise yüzde 95 oraninda Türk kökenli firmalarin elinde bulunuyor. Is yapabilmek için Kuzey Irak parlamentosu ve yerel yetkililerle özel iliskiler gelistirerek pazarlama olanagi arayan Türk firmalari, radyo ve gazetelere her gün Kürtçe reklam vererek firma tanitimi yapiyorlar.
324 proje faaliyette
Ülkede sadece meteryal ve ekipmanlar için 2 bin 500 proje talebi var. Daha önce ABD hükümeti Irak’in yeniden yapilandiriImasi ve elektrik, su, petrol, saglik, ulasim, tarim ve telekomünikasyon altyapilarinin rehabilitasyonu için 18,6 milyar dolar ayirmisti. Ancak Irak’in sadece
ana sektörlerde uzun dönemde yatirim ihtiyaci 150 milyar dolari asiyor. Orta vadede ise bu tutar 70 milyar dolar. Irak’ta su anda, yeni hükümetle birlikte 324 büyük proje faaliyette. Bu projelerin degeri 43,5 milyar dolar düzeyinde. Kaynaklar Irak’in petrol gelirlerinden elde ediliyor. Insa kontratlari için artik ülke kisitlamasi yok. Hükümet yatirimci ve isletmecileri ödüllendirmek ve yelpazeyi genisletmek istiyor. Tahminlere göre dört yil içinde Irak’in yeni hükümeti yeniden yapilanma için 150 milyar dolardan fazla para ayiracak. Irak’ın sömürgeleştirilmesi operasyonunda, asker göndererek ABD’nin taşeronluğunu yapmak isteyen hükümet ve egemen sınıflar halkın direnişi karşısında geri adım atmak zorunda kalmışlardı. Türkiye halkları bu kirli planda emperyalizmin paralı askeri olmayı reddetmişti. Bugün Irak’ta yaşananlar Türkiye egemen sınıflarının ve hükümetinin ABD’nin taşeronluğundan vazgeçmediklerini gösteriyor. Evet, bugün Irak’tan ABD ve Türkiye oligarşisinin çıkarları için ölen askerlerin cenazeleri değil, işçi cenazeleri geliyor. Abdullah Gül ‘Türkiye’de kimsenin Türk firmalarının Irak’tan çekilmesini savunamayacağını’ iddia ediyor. Gül ‘Türkiye’yi holdinglerden,
para babalarından, taşeron firmalardan, aşiret reislerinden, korucu çetecilerden ibaret sanıyor. Tayyip Erdoğan da Türk firmalarının Irak’tan çekilmesini doğru bulmadığını ve bu tip konularda duygusal davranılmaması gerektiğini söyleyerek bu kanlı ticarete arka çıkmaya devam ediyor. Sömürgeciliğin taşeronluğuna soyunan Türkiye sermayesi ve AKP iktidarı Türkiye’yi Irak’ta savaşa sokuyor. Şimdilik ateş düştüğü yeri yakıyor. Hatay’da öldürülen bir kamyoncunun cenazesinde ‘Kahrolsun ABD’ sloganları atılırken, öldürülen Adanalı kamyon şoförünün ailesi ‘Hani ekonomi düzelmişti? İşsizlik, yoksulluk olmasaydı Irak’a kim giderdi?’ diye soruyor. Savaş karşıtları bu soruyu sahiplenmeli, Türkiye halklarını ABD’ye onursuzca kölelik yapmaya çağıran sermaye gruplarını ve AKP iktidarını ölümlerin baş sorumlusu olarak teşhir etmelidir. Bir taraan da yoksul Türkiye emekçileri onurundan ve yaşamından vazgeçmemeye çağırılmalıdır. Ölümler binleri bulsa da Türkiye sermayesinin ve AKP hükümetinin kendiliğinden emperyalizmin taşeronluğundan vazgeçmesi beklenmemelidir. Onları durduracak olan bu kanlı ticarette kazandıkları her kuruşun burunlarından gelmesidir.
22
Sana bir tepeden bakabilmeyi çok isterdim İzmir’e tepeden bakamazsınız... O tepelerde yaşanan hayatın içine dalmak, eğer siz de o hayatın bir parçası değilseniz, pek mümkün değildir. İzmir, kendi içinde bir patlamayı barındırmaktadır... m
TUNA POYRAZ
Adı ‘Ege’nin incisi’, ‘Türkiye’nin aydınlık yüzü’, ‘son kale’ gibi güzellemeler ile anılan İzmir dışarıdan –örneğin televizyondan ya da dergilerden- bakıldığında hakikaten oldukça sevimli, fazlaca gelişmiş bir sayfiye kasabası görüntüsünde. İçinden şöyle bir geçildiğinde ya da yazlık kısa bir ziyarette bulunulduğunda –üzerinde magazinel bir konsensüs olduğu üzerekızlarının güzelliği, Alsancak caddelerinin şıklığı, Kordon’unun dinginliği ile hoş anılara vesile olabilecek olan İzmir, esasen kimilerinin de cehennemi... Kentsel yerleşimde en eski, en köklü olmak konusunda yarışan kentler (daha doğrusu belediyeler, kimi hemşeri ve benzeri dernekler) arasında, geçmişini milattan önce 5000’e (yazı ile beş bin!) kadar dayandırma cesaretini gösteren bu güzel şehrin surları nerede peki? Kültürlerin beşiği Anadolu’da hemen her şehir/ilçe/ kasaba/bucak vs. sınırları içerisinde hiç değilse bir sur kalıntısı kimi zaman yeşeren otların, kimi zaman bakımsız binaların arasında ‘tarihe tanıklık etmeye’ devam ederken İzmir’in kalesi nerede? Bir kopya verelim, ancak daha sonra açalım: Biraz
gerilerde, tepelerde... İzmir’in etnik zenginliği (bi’ nevi “Gavur İzmir”) İzmir’in cumhuriyet öncesi dönemde hem nüfus bakımından çoğunluğu, hem de ekonomik hakimi olan, ancak siyasi nedenlerle seneler geçtikçe sayıları azalmakla beraber varlıklarını sürdüren gayrimüslim azınlığın/topluluk ve cemaatlerinin körfez kentinin yerlisi olduklarını hatırlatmaya gerek yoktur sanırım. Kentin varsıl azınlığının ikamet ettiği Alsancak civarında az sayıda kilise, her daim açık ve popüler İtalyan ve Fransız ‘kültür’leri (İtalyan Kültür, Fransız Kültür... Ne kadar da dost canlısı ve bir o kadar da emperyal çınlamalara vesile oluyor bu isimler!) Levantenlerin; ticaretin kalbinin attığı Kemeraltı’nda Havra sokak ve civarındaki havralar Musevi azınlığın, yakın bir dönemde sayısı 10 binin üzerinde olan Amerikan askerinden –ve onların ailelerinden- geriye kalan bir bölük U.S. Marine’e hizmet eden PX alışveriş merkezi ise yankee’lerin hâlâ buralarda olduğunun bir göstergesi.
Bunun yanında –özellikle Narlıdere ilçesi sınırları içerisinde- Karadenizli ve Alevi yurttaşlarımızın yoğun ikametini gözlemek mümkün. Yerleştikleri hemen her yerde (Kayserililer kadar olmasa da) ticari zekaları (ve burunları, ve şiveleri, ve sahip oldukları sonsuz enerjileri vs...) ile adlarından söz ettiren Karadenizli vatandaşlarımız kent genelinde pastanecilik, fırıncılık gibi meslek kollarında faaliyet gösteriyor. Aleviler, Karadenizlilerden daha uzun sürelerdir buralardalar. Hacı Bektaş sokak, Pir Sultan Abdal Parkı gibi adlandırmalar, belediyenin katkısı ile modernize edilmiş cemevi ‘kızılbaş’ların belli bir gücü olduğuna işaret ediyor. “Adam Bulgaristan’da mühendismiş, buraya gelmiş kapıcı olmuş,” klişesine konu muhacirler ise yoğunluklu olarak karasal Gaziemir ilçesinde yaşıyor, hakikaten de genellikle sigortasız, güvencesiz olarak, emek-yoğun işlerde faaliyet gösteriyorlar bu ‘cennet köşesi’nde. Yukarıda üstünkörü sıralanan etnik/ yöresel/dini/kültürel farklılıklar İzmir’in sosyal yaşantısı içine yerleşik olan ve kendisini, muhtemelen kimi çetin mücadelelerden sonra, kentin post-
cumhuriyet dönemi sahibi olan Sünni Türk çoğunluğuna (tamamen sindirilememiş dahi olsa) kabul ettirmiş, kabul ettirmeyi başarmış yerleşik unsurlar. Peki ya diğerleri? Kadifekale (in the getto) ve ‘İzmir’in tepeleri’ (kavakları melodisi ile) Evvelce değinilmiş olan surları görmek için Kadifekale’ye çıkmanız gerekiyor. Tabii cesaretiniz varsa. Bugün 20’li yaşlarında olan pek çok İzmirli bu tarihi mekanı görmemiş. Sebebi açık; orası bir Kürt gettosu.... Genç nüfusun büyük çoğunluğu pek meşhur hırsız, katil ve ‘potansiyel suçlu’ yuvasını gör(e)memiş ancak bu yumuşak adlı, sert yapılı bölge hakkında türetilen kent efsanelerinin ardı arkası kesilmiyor: “Arabayla gidemezsiniz, çünkü park ettiğin yerde bir kaçsaniye sonra koca bir boşluk olacaktır. Saat, yüzük, altın/gümüş takılar sen farkına varmadan itina ile çalınır. Farkına varsan dahi itiraz etmen, direnmen durumunda takılı oldukları uzuv gövdeden kesici alet yardımı ile ayrılarak alınacaktır. Eğer illa gideceğim diyorsan çok dikkatli ol ve sakın hava
23 kararmasın... Ne dedin?! beraberinde bir kadınla mı?.. Dostum sen çıldırmış olmalısın!” Bunun yanında pek de güzelmiş Kadifekale’nin manzarası. Bütün İzmir ayaklarının altındaymış, oradan başlayıp, tee Kemeraltı’na, Çankaya’ya uzanan yeraltı kanalları varmış... -mış, -muş. Kadifekale İzmir’deki yegane ‘girilmez’ semt değil. Durumun vahametini açıklamak açısından, buralarda kullanılan bir deyimi paylaşalım: “İzmir’de yokuş çıkmayacaksın”. Biraz abartılı dahi olsa, ‘İzmirli’ için bir gerçekliğin ifadesi. Buca-Bornova istikametleri dışında körfezin hemen dibine, deniz ile körfezi çevreleyen tepeler arasındaki dar düzlüğe –körfez boyuncayerleşik olan İzmir kenti, uzunca süre yüzünü denize dönmüş, ardındaki tepelere sırtını güvenle yaslamışken, bugün o tepeler bir tehdit unsuru haline gelmiş. Öyle ki, kente hakim bir noktadan manzarayı seyreylemek arzusundaysanız pek fazla şansınız yok; ya kenti hinterlandına bağlayan (civardaki taşocakları sebebiyle her daim) tozlu girişindeki Belkahve’ye, ya da (dibi çirkin yapılaşma ile oyulmuş olsa da hâlâ) ağaçlarla kaplı ‘Teleferik’e, cüzdanınızda biraz şişkinlik ve otomobiliniz varsa, bir başka ‘göç ile gelen’ ‘getto’su olan Limontepe üzerindeki otoban kenarına yerleşik (merak etmeyin, oldukça güvenli) Meksika Restoranı’na vurmak durumundasınız kendinizi. İzmirlinin İzmir algısı (yanlış bilinç – Smyrnian Komedya) Malumunuz, ‘üç büyükler’ kümeleştirmesini pek seviyoruz (bkz: bjkgs-) ve bu yakıştırmayı iller bazında da sürdürüyoruz. Ancak ne yazık ki İzmir ‘büyük kent olmanın şartları’ndan ‘kozmopolit olmak’, konusunda pek de başarılı değil, imanı biraz gevşek. Göç olgusunun sonucu olarak İstanbul’da yaşanan ‘değişim’i, İzmir’de oluşan ‘direnci’, sosyologlar, çeşitli bilimsel verilerin de katkılarıyla, defalarca ortaya koydular. Aşağı yukarı bir senedir yaşadığım İzmir’de, değil Kürt kimliğinin kentin tam da merkezinde kendini rahatça ifade şansı bulduğu Eminönü seyyar kasetçilerine benzer bir topluluğa, en azından ‘Ege Türküleri’ ile ‘Şembambe’nin birlikteliğine, ya da hiç olmazsa ucundan temasına rastlayabilmiş değilim. Ve hatta, öyle bir İzmir/Ege/Türklük romantizmi var ki, gözlerin önüne perde gibi inmiş. Kendisi İzmirli olan veya çevresinde İzmirli birileri bulunan okuyucular büyük ihtimalle “İzmirli olmak...” diye başlayıp, kentin belli başlı merkezlerini, pastanelerini, mutfak kültürünün demirbaşlarını ve hemşeri olmak için bilinmesi/görülmesi/yaşanması gerekenleri bir bir sayan ve “...tir” diye biten e-posta iletilileri ile karşılaşmışlardır. Marx ideoloji’nin yanlış bilinç olduğunu yazmıştı (yerimiz dar, üstünkörü geçiyoruz). İzmirlilerin sınırları net olarak tarif edilmemiş de olsa, düzlüklerde yaşayan nüfus tarafından kabul edildiğini varsayabileceğimiz bir İzmirlilik ideolojisinden ve buna bağlı olarak sükun eden mikro milliyetçilikten bahsetmek
pekala mümkün. Ancak İzmirlilik ideolojisi yanlış bilincin de ötesine geçip, yanılgılar manzumesi olmayı başarıyor. Efeler vs. ‘the others’ İzmir girişindeki tabelada yazan bir kaç milyon nüfusun hiç de yabana atılmayacak bir paydasını oluşturan Kürtler, İzmirlilik ideolojisi çerçevesinde açıkça yok sayılıyorlar. Psikolojide gördüğümüz kötü anıları, korkuyu bilinç altına atma durumu, burada İzmirlilik ideolojisi içinde sosyolojik bir vak’a haline dönüşüyor. İzmir, göç edenlere kucak açmak yerine onlara sırtını dönmeyi sürdürüyor. Toplumsal yaşam içinde Kürtlere rastlamak çok zor. Bırakın aynı eğlence mekanlarını paylaşmayı, aynı ofislerde çalışmayı; mavi yakalılık dahi kendilerine uygun görülmüyor... Açıkça güvenilmiyorlar. Bunun Türkçesi şudur; madem zorla gelip yerleştiler, bari yaşadıkları delikten çıkmasınlar. ABC kanalının popüler dizisi Lost’ta (ABD’den ne gelse kötü gelmiyor. Yapmayın, etmeyin dostlar!), bilinmeyen ve kendilerinden ne gelse kötü sayılan, bütün bunlardan dolayı korkulan ‘the others’ın rolü buradaki bembeyaz Türkler, yerli mamül Jack’ler ve Kate’ler tarafından Kürtlere uygun görülmüş. Yalnız Lost’taki ‘masum değiliz, hiç birimiz’ teması Ege gerçekliğinde kendine yer bulmuyor, burada göç ile gelenler, herkesten daha suçlu!.. Çingenelerin durumu ise biraz daha farklı. Neşeli ezgileri, içinde bulundukları yoksulluğa karşı ‘acıyı bal eylemek’ yönündeki ısrarları onları sempatik dahi gösteriyor. Bundan olsa gerek ‘abeci’ (1: İzmirde çingeneler için türetilmiş ad; “Abe yes, abe no”...sokak hiçbir şeyi saklamıyor.) kadınlar, fal bakmaya, incik boncuk satmaya, yorulunca az sayıdaki yeşillik alanda sere serpe uzanmaya devam ediyorlar. Bir yaz akşamı, gece Konak’tan geçerken –Uğur Dündar/Arena dili ile söyleyecek olursak- ‘fuhuş pazarlığı’ yapan Çingene kızların, Türk erkekleri ile nasıl
da içli dışlı olduklarına da şahit olup, bu toplumsal barış gösterisi karşısında alabildiğine sevinebilirsiniz. Sevinç göz yaşlarınızı silmek için mendil aramayın! Mendilci çoçuk, gelişmiş sensörleri sayesinde 10 saniye içinde yanınızda bitiverecektir. Bu 8 yaşındaki miniğe bir de sigara verirseniz, an’ın tanıkları diğer tanıkları ile sevgi yumağı olmanızın önünde hiçbir engel kalmaz. Unutmadan, laik ve çağdaş İzmir’in Büyükşehir Belediyesi, Romanları unutmuyor ve senede bir gün çeşitli etkinliklerle adlarını onurlandırıyor; aman ne şirin! İzmir kimin ‘Son Kale’si? Belediye demişken, 90’ların başında Ankaralı ve İstanbullu hemşerilerimiz Büyükşehir Belediyelerini (kısaca b.b. bridget bardot misali) Zoztsayl Demokrat (daha vurgulu olması için kendimce Almancaya benzettim, nasıl olmuş?) başkanlara emanet ederken İzmir’de bu görevi DYP’li Burhan Özfatura üsteleniyordu. Gün geçti, devran İstanbul ve Ankara’da ‘badem bıyıklı’dan yana dönmüş iken, İzmir hiç de oralı olmadı. Bunun sebebini konu şehrimiz seçmenlerinin ‘sol refleksi’ olarak değerlendirmek, en hafif tabir ile saflıktır, fazlaca gösterilen iyi niyettir. 3 Kasım seçimlerinin, AKP’nin (şüphesiz seçim sisteminden de faydalanarak) tek başına iktidara gelmesi kadar akılda kalıcı bir sonucu olduysa, o da Cem Uzan’ın Genç Parti’sinin fiyakalı merhabasıdır. Ve herkes hatırlayacaktır, seçimlerden sonra entelektüellerce de ameliyat masasına yatırılan bu ‘görkemli’ hareket, en ciddi oyu da İzmir’de topladı. Baykal liderliğinde artık iyiden iyiye, yıllardır o çok yakından tanımak zorunda kaldığımız milliyetçi-muhafazakar ‘merkez sağ’a oturan CHP’nin kalesi, burjuvazinin ‘asi çocuğu’ Cem Uzan Genç Parti’sinin umudu, Tuncay Özkan-KanalTürk ulusalcılığının ilk mitinglerinden birini
düzenlediği, toplumcu buduncu falan filan derneğinin merkezi ‘güzel İzmir’... Elbette ‘kekolayzır’a ( Kürt kimliği için kullanılan deyim. Ekolayzır ve keko kelimelerin birbirine yedirilmesi yolu ile türetiliyor), fakire fukaraya bırakılamayacak kadar değerli. İzmirlilik ideolojisi, bu gidişata, ‘kekoloyzır’dan duyduğu rahatsızlığa dur demenin yollarını arayacaktır! Bir türlü hedeflediği yere gelemeyen, üstelik Bursa, Kocaeli ve Adana gibi kentlerin de nefesini ensesinde hisseden ve sanki bir tür Egelilik romantizmine ve nostaljiye hapsolmak ile yüz yüze olan İzmir sermayedarlarının yeni ümidi; expo2000küsür (2015 esasen, o yıla kadar kim öle kim kala...). Bu dev fuar organizasyonu için fuarcılığın olimpiyatları benzetmesini yapabiliriz. Düzenlendiği şehirlerde ‘girişimciler’e hatırı sayılır kazançlar sağlayan, kentin tanıtımına vesile olan; caddelere makyaj, saçlara balyaj bu fuar’ın İzmir’de yapılabilmesi için ufak çapta bir seferberlik yaşanıyor. Sanayi-Esnaf-Ticaret ‘Oda’ları atakta, Belediye Başkanı yanına geniş bir heyet alıp (çaylar tabii ki ‘şirket&ten) Güneydoğu Asya turuna çıkıyor. Hani o, bir gazino’da Zeki Mürenlerin, bir diğerinde -”efe’nime söyleyeyim”- Müzeyyen Senarlar’ın sahne aldığı ‘İzmir Enternasyonal Fuarı’, zaten uzatmaları oynuyor. Bu noktada, İzmir burjuvazisine ufak bir yardımda bulunmakta yarar var. 1978 Dünya Kupası finalleri organizasyonunu üstlenen Arjantin o dönemde, cuntanın boyunduruğu altındaydı. Buenos Aires havalimanında inen gazeteciler ve oyuncular sadece, havalimanı ile kent merkezi arasında kilometrelerce uzayıp giden duvarları görebildiler. Cunta, gecekondularda yaşanan acıları, yoksulluğu bu şekilde gizlemiş, utancını duvarların ardına saklamıştı. Benzer bir metodu İzmir’i yönetenler de tatbik edebilir. Tabii şunu akıllarından çıkarmamak kaydıyla; bir gün, o gettoların sakinleri, bu memleketin yönetiminde söz sahibi olacaklar...
24
Endüstriyel futbola karşı!
Y
er İstanbul. Anadolu’dan tüm aidiyetlerini yok ederek gelen köylülerin, işçilerin göç yeridir burası. Çocuklarına ekmek götürmek isteyen her baba, her ana koşturur gündüz-gece sokaklarda… Ekmek parasına çalışan insanlar, ‘her insan’ gibi eğlenir de… Hani o topun peşinden koşanlar… Bütün gün sıkıntıyla akıttıkları terlerini bu sefer beraber ve bambaşka bir dünyanın içinde, umutla, mutlulukla akıtmak isterler ve terlerini birbirlerine bulaştırmaktan çekinmezler. Umutsuzluk ve acıdan kurtulmak isterler. Parasızlıktan, patronları tarafından hor görülmekten, aşağılanmaktan toztoprak-çim sahalarda kurtulur insanlığımız. Burada ast-üst ilişkisi yoktur ve özlediğimiz sınıfsızlığı, eşitliği yaşarız bir topun peşinden. Paslaşır ve paylaşırız… İstanbul’da 1988’den 96’ya kadar Pendik Topselvi’de oturdum. Evimizin yanında bulunan ve büyük olasılıkla gelecekte birkaç apartmanla muazzam bir ‘estetik’ yaratacak bir sahamız vardı. Nedense orası hep boş durdu. İyi ki de böyle oldu. Bütün gün boyunca yaptığımız maçları hatırlıyorum. Salyasümük, toz-duman ve kan-revan derken her günün nasıl geçtiğini şimdi düşündüğümde şaşırıyorum. Her gece üstüm başım çöplük gibi ve kanamakta olan dizler, dirsekler… Annemden her gece fırça yerdim. Ama her sabah veya her okuldan gelişte sahaya, “Bekle ulan geliyorum!” diyerek eve hızla gittiğimi bilirim. Bilinçlenmeye başladıkça futbolun spordan çıktığını ve arkasında birçok sermaye grubunun, mafyanın ve sporla alakası olmayan insanların, kâr ve prestij için kullandığı bir araç olduğunu, artık sanayileştiğini gördüm. Aslında bu olayın yakın geçmişine dönelim. 1940’lı yıllar İspanya için çok zorlu yıllardı. ‘Cumhuriyet’ taraarları, devrimciler, faşist Franko tarafından yenilgiye uğratılmıştı. iç karışıklıklarla fena halde boğuşmaktadır. İtalyan faşist lider Musollini ve İspanya lideri Franco iyi dosttu. İki faşist, hedeflerini sessizce halletmelerini sağlayacak yeni taktikler peşindeydi. Kitleleri peşinden sürükleyecek bir formül: FUTBOL…
www.forzalivorno.org Futbol insanların ilgisini öyle çekmişti ki, insanlar zaman zaman savaşı bile unutmuşlardı. Bu dönemlerde İspanya’nın en büyük kulübü Real Madrid, hem ekonomik, hem de sportif olarak sıkıntı içindeydi. Madrid’in ‘El Mayor’u yani belediye başkanı, o yıllarda hem furbola aşık, hem de zengin bir iş adamı ve mimar Santiago Ramon Bernabeu’ydu. Ramon aynı zamanda Real Madrid’in eski bir futbolcusuydu. Franco aynı günün sabahına Ramon’u sarayına davet etti ve teklifini yaptı: “Sana Real Madrid’i yönetme görevi veriyorum. Mussolini’nin maddi desteğiyle büyük bir stadyum yapacağız. Bu stadın mimarı ve her şeyini yöneten kişi sen olacaksın.” Zaten bir Real Madrid aşığı olan Ramon hemen bu teklifi kabul etti ve, “Büyük liderim, şüpheniz olmasın. Verdiğiniz görevi yerine getireceğim,” dedi. Estadio de Santiago Bernabeu’nun açılışına tabi ki Musollini de katılır. Musollini bu olayla ilgili baş yaverine çok önemli bir söz yazdırdı: “Alın insanlık. Size en büyük oyuncağınızı armağan ediyorum. Onunla bol bol oyalayın kendinizi. Oyalayın ki benim fikirlerim yükselsin...”
Forza Livorno
Oysa insanlık hem futbolu, hem bilimi, hem de özgürlüğü aynı anda yükseltmesini bildi. Okulda, fabrikada, yollarda diyerek sokaklara taşan sol muhalefet, endüstriyel futbolu kabul etmeyerek tribünleri dolduruyor. Dünyada oluşan birçok harekete benzer, hatta daha ciddi bir olşum var Türkiye’de. ‘Endüstriyel Futbola Karşı’ sloganıyla www.forzalivorno.org adlı site(miz) kuruldu. Forumda Mamalak takma ismini kullanan üniversite öğrencisi tarafından 4 Şubat 2006’da kurulan site, İtalya’nın Livorno takımının muhalif tavrını kendine örnek alıyor. Bir liman kenti olan Livorno’nun futbol takımının taraarları, dünyada ABD’nin Irak işgaline karşı çıkmaları, Filistin sorununu gündeme getirmeleri ve endüstriyel futbolu kıyasıya eleştirmeleri ile tanınıyor. Kent, İtalyan işçi sınıfı tarihinde de saygın bir yere sahip. İtalyan Komünist Partisi 1921’de
kurulmuştur. Bu detayı belirtmek gerekir. Koyu kızıl formasıyla öe ve direniş ruhunun bayrağıdır Livorno Calcio. Bu şehirde 2 Aralık 2005’de oynanan ilginç bir futbol karşılaşmasında dünya bir şeyi fark etti. O gün, bir çoğumuzun İtalyan 1. futbol ligi Serie A’daki varlığından bile habersiz olduğu Livorno takımı ile, ırkçı-faşist taraar topluluğuyla ünlü başkentin Lazio takımı karşı karşıya geldi. Savaşı skor olarak Livorno kazandı. Ama tribünlerde de savaş vardı; Livorno taraarları zaferi Lazio’nun faşistlerinin kafasında meşaleler yakarak kutladı!.. Bir anda bütün Avrupa tribünlerinin ve anti-faşistlerinin gözleri, bu mütevazı liman kentine, futbol takımına ve taraarına çevrildi; kimdi bu yürekleri kızıl, gözleri kara insanlar?
Cristiano Lucerelli
Bu insanlardan biridir Cristiano Lucerelli. 29 yaşındaki forvet, Livornolu bir liman işçisinin çocuğudur. 12 yaşından beri Livorno trübünlerinin gediklisidir. Şehrin isyancı ruhunun bayrağı Livorno takımıysa, takımın bayrağı da Cristiano Lucarellidir. Torino, Lecce, Valencia, Atalanta gibi üst düzey takımlarda oynarken, sakat ya da cezalı olduğunda da, Livorno ‘Kurva’sında yerini alıyordu. 2003’te, Torino’yu bırakıp, 100 bin avro aşağısına Livorno’ya gelmesi, onu büsbütün efsaneleştirdi. Menajeri, ‘Milyonunuz Sizde Kalsın’ adıyla kitaplaştırdı onun öyküsünü. Kitap şu cümleyle bitiyor: “Livorno herhangi bir takım değildir, İtalya futbolunu kurtaracak güçlerden biridir.” Lucarelli 25 golle, Livorno’nun Seria A’ya çıkışında büyük rol oynadı. Otonom Tugaylar taraar grubunun kuruluş yılı olan 1999’a selamla, 99 sırt numarasını taşıyor. “Doğduğumdan beri komünistim,” demişti bir beyanatında. 1996’da 21 yaşaltı milli takımda attığı ilk golde formasını sıyırıp Che Guevaralı tişörtünü göstermişti. Bir daha milli takıma çağrılmadı. Şimdi, ‘rezerv’ kadroda yer alıyor. Sol yumruğuyla ‘komünist selâmı’ verdiği için Di Canio’ya verilenin üç katı cezaya çarptırılmıştı. Lippi onu ulusal takıma alacak dendiğinde, “Beni enterese etmez, benim ulusal takımım Livorno’dur” diyerek
tavrını ortaya koymuştu.
BAL ve tribünler
Livorno’yu tanıtırken kısa adı BAL olan ‘Brigate Autonome Livornesi’yi, Livorno’nun o ateşli seyircisini yazmadan olmaz. Türkçesi ‘Livorno Otonom Tugayları’ olan bu taraar grubu rejime muhalif olmaları ve İtalyan Futbolunda büyük takımların bazı kapitalist patronlar elinde şekillenmesi karşısında sert tavırlarıyla tanınıyor. Berlusconi’nin saç ektirmesiyle dalga geçmek için Milan deplasmanına başörtülü giden Otonom Tugayların her protestoda bu kadar masum olmadıklarını kavgalar kızışınca eylemcilikten gelen tecrübeyle molotof kokteylli saldırılarından anlıyoruz. İşlettikleri dernek mekanı olan ‘1921’ adını İtalyan Komünist Partisi’nin kuruluş yılından alıyor. Livorno Calcio trübünlerine uğrarsanız Irak, Küba, Filistin, Lübnan, SSCB bayrakları altında ‘Çav Bella’ marşı söyleyen, orak-çekiç ve Che motifli insanlarla karşılaşabilirsiniz. Sol muhalefetin her kesiminden insanlardan oluşan, futbol dışında da her türlü tartışmaya açık olan forzalivorno.org’da ‘Tarih ve Siyaset’, ‘Kültür-Sanat ve Bilim’ ve ‘Güncel’ başlıkları ardında gayet seviyeli ve bazen akademik düzeyde tartışmalarla karşılaşabiliyoruz. Hatta bazı spor yazarları da tartışmaya katılıyor. İnsanın eğitim süreci ve gelişimi için temel etkinliklerden biri olan sporun, insanlığa en verimli şekilde ve amacına yönelik yapılmasını istiyoruz. Futbolu seven ve oynayan kişiler olarak futbolu, beraberlik ve birlikte hareket etme bilincini aşılayan ve insanların bedensel ve zihinsel gelişimini sağlayan bir araç olarak görüyoruz. Kapitalist sistem her şeyi metalaştırdığı gibi, futbolu da metalaştırıyor. Buna karşı sporu insan etiği oluşturan bir araç olarak gören ve hayata karşı duruşlarını her alanda olduğu gibi futboluyla da gösteren Livorno Calcio kulübünden esinleniyoruz ve onlara olan aidiyetimizi kaybetmiyoruz. Nasıl ki hepimiz aynı gökyüzü altında yaşayan insanlarsak, aynı sahada top koşturuyoruz. Yanı enternasyonal bir yaşamı futbolla da savunuyoruz...
m
MEHMET ŞAFAK SARI
25 Türkiye’deki çeşitli tribünlerde kendilerini ‘sol’da tanımlayan gruplar, arkadaşımız Ali Ersin Kelleci’nin sorularını yanıtladı... Galatasaray tribünlerinin sol tandanslı bir grubusunuz. Tribünlerde kendinizi rahat ifade edebiliyor musunuz? Biz tribünde varolmaya çalışan yeni bir grubuz. Grubun tamamına yakını politik, sol görüşlü. Yeni kurulduğumuzdan ve sayımızın çok da olmaması sebebiyle, sessiz ve derinden gitmeye çabaladık; ama fark edildik. Ve, fark edildiğimiz ilk andan itibaren şiddete maruz kaldık! Bizi yasaklı duruma düşürmeye çalışıyorlar. Nereden geldiğini bilmediğimiz bir şekilde bizi tribünlerden uzaklaştırmayı ellerindeki bir hak olarak görüyorlar. Tribünlerde herkesin bilmediği çarklar var ve bunlar çok farklı dönüyor. Artık tribünler gönülden taraarlardan çok, ya kimlik arayışı içindeki ya da menfaat için yer alan insanlarla dolmaya başladı. Adımlarımızı temkinli atmalıyız, çünkü geçmişte yaşanan bir ‘Yyürüyedur’ örneği var ve bizim bu sezon yaşadıklarımız da cabası... Sarı-Kırmızılı tribünlerin genel profilinin dışında sizleri farklı kılan Alkaralar, Gençlerbirliği tribünlerinde nasıl bir kültür yaratmaya çalışıyor? Bugüne dek neler yaptınız ve yapacaksınız? Alkaralar, tribünden ziyade, özellikle www.alkaralar.com forum sitesi üzerinden bir araya geldi. Aslında homojen bir yapı olduğu söylenemez. Alkaralar belki geniş bir yelpazedeki sol görüşlü insanların çoğunlukta olduğu bir oluşum ama herkes kendi siyasi duruşunu açıkca ifade edebiliyor. Bir yandan da farklı görüşlere hassasiyet gösteren bir yapısı var. alkalar.com’un doğasında toplumsal ve siyasi meselelere dair hassasiyet olmasına rağmen bu konuda ortak bir deklarasyonu yok. Ortak bir dili, kuruluşuyla birlikte filizlenmiş, zaman içinde insanların kaynaşmasıyla pekişmiş bir dili ve samimiyeti var. Bize göre, herhangi bir taraar sitesinde olmayan bir dil ve samimiyet... alkaralar.com’un yazılı olmayan kuralları belirleyicidir. Siyasi duruşlardan bağımsız ama toplumsal hassasiyetleri de içinde barındıran, ortak bir dil geliştirebilmiş olan, futbola aynı perspektien bakan ve onunla, takımıyla gönül bağının ötesine geçmeyen ortak bir kültür oluşturuldu. Bu size tarafsız gibi görünebilir, ancak şunu çok rahat söyleyebilirim ki, konu özellikle futbola bakış olduğunda Alkaralar taraır. Bazı ilkeler söz konusu olduğunda taraır, mesela, futbol ve Gençlerbirliği söz konusu olduğunda taraır. Yanlışlara karşı doğruların savunulması gerektiğinde taraır. Ama tek tek bireylerden ve oluşumlardan yana bir taraflılığı asla olmamıştır. Alkaralar sadece Gençlerbirliği’nin taraarıdır ve futbolu futbol olduğu için seven insanlardan oluşmaktadır. Tribün konusuna gelince... Örgütlü bir yapı olarak adlandıramayacağımız için, tribündeki konumu da diğer tribün gruplarına göre daha gevşek görünebilir, bu da tribünde bulunan Alkaralar’ın sayıca az olmasından kaynaklanıyor... Önceliklerimizi sıralamak gerekirse:
TEK YUMRUK
olgular nelerdir? Ülkemizde yaşanan kimi sorunlara karşı gösterilen çeşitli itirazlar tribünlerinizde yer buluyor mu? Galatasaray’ın genel tribün profilinden
farklıyız. Çünkü, öncelikle futbola gönül vermiş insanlarız. Yani birer futbol tutkunuyuz, Galatasaray’a ise aşığız. En büyük farkımıza gelirse; tabii ki, grubun
ALKARALAR
Gençlerbirliği tribünündeki Alkaralar grubunda ‘Roja’, ‘Ninguem’ ve ‘Rebel Werewolf’ lakaplarıyla yer alan üç Alkara sorularımızı ortak olarak yanıtladı. *Gençlerbirliği’nin, vefa duygusunu yitirmeden, sportif başarılarıyla övünen bir camia olarak yoluna devam etmesidir mesela... Sportif başarı, bugün çoğu camiada algılandığı gibi ‘skor’a dönük değil, futbol, disiplin ve centilmenliği bünyesinde barındıran bir spor anlayışının egemenliğinden kaynaklanan başarıdır. Endüstriyel futbola karşı, futbolun spor olarak güzelliğine sahip bir anlayışın egemenliği. Yani, ‘başarı veya başarısızlık’ temelinde değil, spor ahlakının varlığını açığa çıkarmak ve onu koruyacak anlayışı egemen kılmak... *Gençlerbirliği futbolcusunu sonuna kadar sahiplenmektir. Sahiplenirken çıkış noktası, futbolcunun sahadaki emekçi olması ve o formayı ıslatmasıdır, ‘başarı’sı veya değişim değeri değil. Bunun en açık örneğini Youla, Beşiktaş deneyiminden sonra dile getirmiştir: “Ben böyle şey görmedim, Gençlerbirliği taraarı hata yapsam da beni desteklerdi.” *Tribünlerimize şiddet ve küfürü
sokmamaktır. Halihazırdaki futbol kültürü tamamen kazanmaya endekslenmiş, kazanmak için her yolun mübah olduğu bir anlayışın tribünlerde de hakim olduğu bir kültür ne yazık ki. Alkaralar’da ortaklaşa hedeflenen ana konulardan biri de bu anlayışı kendi tribünlerimizde var etmemek. *Alkaralar, birçok tribün grubundan farklı olarak kulüple herhangi bir parasal ilişkiye girmemiştir ve girmez de. Buna deplasman organizasyonu, bedava bilet/ kombine, vb dahildir. *Son olarak malum, Gençlerbirliği taraarının sayıca azlığı... Alkaralar bu sayıyı az önce sıraladığım çerçeveyi bozmadan, yani bu taraar profilini koruyarak arttırmayı hedeflemektedir. Mercedes’iyle bir yoksulu ezen İlhan Cavcav ve yönetimi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu soruya cevap verirken şöyle başlamakta fayda var: Bulunduğumuz coğrafya itibarıyla Türkiye’yi ele alırsak,
politik oluşu ve solcu insanların birlikteliğinden doğmuş olması bunda etkilidir. Galatasaray tribünü her ne kadar şu an bunu kabullenecek düzeyde olmasa da, tribünde yıllarca yerini alan sol görüşlü insanlar şimdi hep birlikte olma isteği duyuyor. Henüz yeterli düzeyde olmadığımızdan (nicelik olarak) tepkisel bir faaliyet gösteremedik, ama içimizde bulunan heyecan önemli. Önümüzdeki süreçte tepki koyma konusunda çok daha başarılı olacağımızı umuyorum. Galatasaray tribününde, bizim dışımızda gündeme tepki koymakla ilgilenecek grup yok. Onlar, zaten tepki konulacak insanların yardımı ile bu yerlere geldiler ve menfaatlerinin yok olmasını istemezler. Tribünlerde sol yapılanma halen çoğu solcu arkadaşa saçma gelse de, bunun örnekleri Avrupa ve Güney Amerika’da mevcut ve sayıları hızla artıyor. Bugün, her lig’de bu tarz gruplar var. Biz, bu süreci Türkiye’nin birçok şeyi geriden takip etmesine bağlıyoruz. İnsanlar zamanla görecek, tanıyacak ve alışacak... futbolun ne olup ne olmadığını, kimlerin iktidar ve kâr alanı olduğunu görmek lazım. Sınıfsal aidiyetleri görmek lazım. İlhan Cavcav veya Aziz Yıldırım, veya Yıldırım Demirören veya bir başka kulüp başkanı... Bizler elbette futboldan, tribünlerden yola çıkarak düzeni değiştirmeyi düşünecek değiliz, daha doğrusu esas mücadele alanı bu değil. Ama tribünlerin de mevcut siyasal-toplumsal durumdan bağımsız olmadığını bilerek, burada neler yapabiliyoruz sorusunu sormakta fayda var. Bütün futbol kulüplerinde var olan, ancak değişik biçimlerde uygulanan ya da ifade edilen sermaye ve çıkar ilişkilerine karşı durmak lazım, tribünlerde mümkün olduğunca elbette, futboldan yola çıkarak bazı değerleri yaygınlaştırmaya çalışmak lazım. Alkaralar da İlhan Cavcav yönetimi karşısında böyle bir misyonu ister istemez, özellikle son iki yıllık süreçte üstlendi. Alkaralar esasta Gençlerbirliği’ndeki yönetim anlayışına karşı çıkarken bu tür ilişkileri de deşifre eden bir noktada duruyor. Mesela, Cavcav’ın, çok basite indirgeyerek söylüyorum, kendisini o koltuğa oturtanlara kulaklarını kapatan, insan hayatına değer vermeyen anlayışını taraara ve futbolcuya karşı davranışlarında, bakışında da çok açık görüyoruz, yaşıyoruz. Alkaralar, İlhan Cavcav ve yönetiminin bu anlayışını her zaman reddetmiş ve buna karşı ciddi tavır almıştır. Ankara 19 Mayıs Stadı’ndaki tüm yasak ve engellemelere rağmen, gerektiğinde parça parça pankart sokmuş, gerektiğinde gırtlağını patlatana kadar haykırmıştır, saldırıya uğramıştır. Ama burada bir şeye açıklık getirmek istiyorum: Alkaralar hiçbir zaman başka herhangi bir muhalefet ya da gruba tabi olmamıştır. Kendi görüşünü kendi içinde oluşturarak tepkisini ifade etmiştir. Son olarak ben de bir soruyla bitirmek istiyorum: Cavcav’ın ezdiği bir insanın ardından sergilediği pişkin tavır, ülkenin değerlerini özelleştirme adı ile satan devlet adamının bununla övünmesindeki pişkinliğe benzemiyor mu diğer yandan?
Son dönemde tribünlerde ‘endüstriyel futbol’a karşı farklı bir dil geliştirmeye çalışan gruplardan birisi de Fenerbahçe tribünlerinde yer alan Vamos Bien grubu. Vamos Bien nasıl ortaya çıktı? Çok yeni bir oluşum olmasına rağmen Vamos Bien’in öyküsü çok gerilere kadar da götürülebilir. Orta yaş civarlarında pek çok arkadaşımız var ve bunların önemli bir kısmı ufak-tefek aralar sayılmazsa, 20-25 yıldır tribünlere, salonlara giden, sporu ve futbolu gerçekten seven insanlar. Geçen seneye kadar da, dağınık bir biçimde de olsa tribünlerde yerlerini alıyorlardı. Geçen sezonun sonunda tesadüfen karşılaşan bazı arkadaşlarımızın sohbetlerinde, dünyaya benzer biçimde bakan, futbolu, sporu ve Fenerbahçe’yi benzer biçimde algılayanların, muhalif bir kültür taşıyan insanların, ortak bir forum sitesinde bir araya gelmesi fikri ortaya çıktı. Kuşkusuz bu fikrin ortaya çıkmasında endüstriyel futbola karşı farklı takım taraarlarından futbolseverleri birleştiren www.forzalivorno.org’un başarısı önemli bir rol oynamıştı. Mayıs ayının başında www.fenerbahche.net adresli forum sitemiz açıldı. Sitemizin bu isimle açılmasında pek çok sebep vardı. Her şeyden önce internette herkesin bildiği harf değişikliklerini yaparak Fenerbahçe ismine en yakın ismi almak istedik. İkinci olarak özellikle Fenerbahçe’nin yabancı dillerdeki yazılışından yararlanarak yabancı futbolseverler ile daha rahat bağlantı kurabileceğimizi düşündük. Nitekim sitemizin yaklaşık bir yıllık faaliyeti sürecinde en çok ziyaret edilen başlıklarından biri ‘solidarity’ (dayanışma) oldu. Halen sitemize kayıtlı ve Fenerbahçe sempatizanı olan pek çok yabancı üyemiz var. Üçüncü önemli olan neden ise açıktır ki internetteki bu harf değişiminden ortaya çıkan CHE sembolünün dünyanın her yerinde evrensel anlamda muhalif, isyankar ve adaletten yana bir figür olmasıydı. Site açıldıktan sonra çok hızlı büyüdü. Üye sayısı her gün artıyor. Üyelerimiz sitenin açılışında yer alan ‘Neden Fenerbahche’liyiz?’ metnini benimseyen ve birbirinden çok farklı toplumsal alanlarda yer alan insanlardan oluşuyor. Forumun içinden çıkan önemli sayıda insan ise tribünlerde ve salonlarda kendi meşreblerine uygun biçimde takımlarını desteklemektedir. Henüz bir senelik bir beraberliğimiz olmasına rağmen, tribünde, salonlarda ve hatta deplasmanlarda azımsanmayacak bir sayıyla var olmayı başardık ve diğer taraar gruplarındaki arkadaşlarımızdan, renktaşlarımızdan olumlu tepkiler aldık. Vamos Bien ismini ise açıkçası biz bulmadık. İsim gelip bizi buldu. Bu sene basket, voleybol ve futbol takımlarımızda İspanyolca ve Portekizce bilen çok sayıda sporcumuzun olması nedeniyle Güney Amerikalıların çok iyi bildiği Vamos Bien (İyi Gidiyoruz) sloganını pankart haline getirmiştik. Pankart bir çok defa asıldı. En
VAMOS BIEN
Fenerbahçe’nin ‘soldaki tribünü’ Vamos Bien, ırkçılığa karşı pankart açtı, Filistin direnişini destekledi, Feryal Pere’yi cumhurbaşkanı adayı gösterdi... son İzmir’de arkadaşlarımız asınca bize de ‘Vamosçular’ denmeye başlandı. Biz de, “İsim bizi buldu,” dedik. ‘Endüstriyel futbol’a karşı nasıl bir duruş sergiliyorsunuz? Muhalif kültür söyleminde futbol, kitleleri uyuşturmak için kullanılan en güçlü araçlardan biri olarak nitelenir. Siz, bu saptamaya nasıl bakıyorsunuz? Her şeyden önce çok yaygın olarak kullanılan, “Futbol kitleleri uyuşturur,” söylemini bir ‘şehir efsanesi’ olarak gördüğümüzü söylemek gerekir. Popüler kültürün bütün alanlarında olduğu gibi, futbolu da bir tür ‘kitlesel uyuşturucu’ olarak kullanmak isteyenler olacaktır. Bu müzik alanında da böyledir, edebiyatta da, popüler kültürün bütün alanlarında da. Ama yine bütün bu alanlarda özgün ve muhalif bir tavır sergilemek de mümkündür. Bu nedenle futbol diğer popüler kültür alanlarından ayrılamaz. Özellikle futbolun çok sevildiği Avrupa ve Güney Amerika’da muhalif taraar gruplarının çok sık görülmesi, bu grupların başta ırkçılık olmak üzere, eşitsizlik ve adaletsizlikler üzerine söylemler ve eylemler geliştirmesi bu durumun en önemli kanıtıdır. Endüstriyel futbola karşı bizim ne yaptığımıza gelince. Aslında şu an futbol dünyada en çok sıcak paranın döndüğü en önemli sektörlerden biri. Futbol, futbolcu ve takımlar bugün alınır-satılır metalar haline dönüştü. Bize göre önümüzdeki dönemde en önemli sorun taraar-seyirci ayrışmasında olacaktır. Stadların giderek büyümesi. Pahalı bilet ve kombine satışı sonrasında, stadlara gelen insanların
profilinin giderek değişmeye başlaması. Takımı desteklemekten ziyade bir seyirci gibi maçı izleyip gitmek isteyenlerin çoğalması bugün tribüne gelen insanların çıplak gözleriyle karşılaştığı en açık gerçek. Öte yandan futbolda dönen paranın önemli boyutlara varması, mafya olarak adlandırılan organize suç şebekelerinin ve hakim siyasetin bu alana el atması endüstriyel futbolun diğer bir yüzü olarak karşımıza çıkıyor. Bugün Türkiye’de hangi takımın tribününde yer alırsa alsın hiçbir futbolseverin adaletli bir lig oynandığını söylemesi ya da adil bir rekabet ortamının olduğunu söylemesi mümkün değil. Biz kendi duruşumuzu temelde bu noktalar üzerinde yoğunlaştırıyoruz. Marco Aurelio’nun T.C. vatandaşlığına geçmesinden sonra rakip bir tribünde açılan, “Mehmet olunmaz Mehmet doğulur,” pankartına karşı açılan, “Irkçı doğulmaz ırkçı olunur” pankartı, ırkçılığa karşı duruşumuzu sergiliyordu. ‘KANAğlıyoruz’ pankartı Filistindeki katliama karşı duyarlılığımızı yansıtıyordu. “Haramilerin saltanatını yıkacağız”, “Adalet yoksa, barış da yok”, pankartlarımız Türkiye’deki adil olmayan yarışa tepkimizi ifade ediyordu. “SeyRANTepe’yi bırak Kyoto’yu imzala” pankartımız, hükümet eliyle dağıtılan rantlara ve çevre sorunu karşısında vurdumduymaz davranan siyasetçilerimize bir gönderme içeriyordu. Yine son zamanda açtığımız “Feryal Pere Çankaya’ya” pankartı, hem “Kara Deryalarda Bir Fenersin” pankartımızın en güzel destekçisi olan Fenerbahçeli spor yazarı Feryal Pere ablamıza bir doğum günü armağanıydı, hem de Türkiye’de
26 demokrasi dışında yürüyen Cumhurbaşkanı seçimi sürecine bir tepkiyi içeriyordu. 8 Mart kutlamalarının olduğu haa kadın arkadaşlarımızın açtığı “Kadınız, küfüre ve şiddete karşıyız” pankartının da bizim için ayrı bir önemi var. Bunların dışında da, hem takımımızı desteklemek üzere, hem de ortak rahatsızlıklarımızı dile getirmek için pek çok faaliyete imza attık. Yakın zamanlarda BJK taraarı olan gazeteci-yazar Rıdvan Akar ile bir polemiğiniz oldu. Neydi bu polemiğin sebebi? Aslında sayın Rıdvan Akar ile bir polemik yaşadığımızı söylemek abartma olur. Çünkü eşit koşullarda değildik. Kurthan Fişek hocamızın, 70’li yıllarda yaptığı, herkesin bildiği bir benzetme vardır: “Galatasaray aristokrasinin, Fenerbahçe burjuvazinin, Beşiktaş ise emekçilerin takımıdır,” demişti o yıllarda Kurthan Hoca. Bu benzetmenin hiçbir tarihsel, sosyolojik dayanağı yoktur. Sadece o yıllarda uzun bir dönem boyunca şampiyon olmayan Beşiktaş ile emekçi kitleler arasında kurulan, biraz da muzipçe bir paralellik vardı. Sayın Rıdvan Akar, o cenahtaki bir çok arkadaş gibi bu benzetmeyi gerçek zannedip bunun üzerinden bazı köşe yazıları yazdı. Oysa Türkiye’deki futbol takımları Avrupa’daki kimi takımlarda olduğu gibi, sınıfsal, etnik ya da dini ayrımlar üzerinde kurulmamıştır. Türkiye’nin toplumsal durumu neyse tribünlerin de durumu odur. Tribünler Türkiye gerçeğinin küçük bir yansımasıdır. Ancak ne yazık ki sayın Rıdvan Akar, bütün olumlu değerleri kendi içinde bulunduğunu söylediği taraar grubuna yontup bizi, Fenerbahçe taraarlarını yok sayan bazı yazılar yazdı. Buna da çok şaşırmamak gerekiyor. Her tür muhalif söylemlerine rağmen, bu arkadaşlar, ne yazık ki hâlâ kendileri dışındakileri yok sayan, bütün olumlu değerleri kendilerine atfeden, bütün olumsuzlukları ise ‘öteki’ olarak kabul ettiklerine yakıştıran bir zihniyetle maluller. Biz kendinden menkul bu küçümseyici tavrı, kendi bilgi eksikliklerine ve Türkiye’deki tribünleri bilmemelerine bağlıyoruz. Her şey bir yana Fenerbahçe tribünleri Türkiye’nin en demokratik tribünleridir. Tribünlerimizde büyüklü küçüklü bir çok grup vardır. Ve hepsi kendi meşrebine göre takımını destekleyebilmektedir. Diğer tribünlerde olduğu gibi bir tekel yoktur. Biz bunu önemli bir zenginlik olarak görüyoruz. Ama Sayın Akar son derece monolitik ve kendi görmek istediği gibi bir Fenerbahçe tribününe eleştiri gönderdi. Biz de ulaşabildiğimiz platformlarda kendisine yanıt vermeye çalıştık. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Fenerbahçe tribünleri, tıpkı Türkiye’nin diğer takımlarının tribünleri gibi, Türkiye toplumunun bir yansımasıdır. Toplumda ne varsa orada da o vardır. Ve biz de onun bir parçasıyız...
Karşıyaka taraftarı yazıişleri müdüründen not: Söyleşileri yapan arkadaşımız Ali Ersin Kelleci, Fenerbahçe taraftarı olduğundan olsa gerek, Vamos Bien ekibine Rıdvan Akar’la ilgili soru sormuş ama astığı astık kestiği kestik Aziz Yıldırım konusunda fikirlerini merak etmemiş. Tabii, ben olsam, bir de Fenerbahçe tribünlerindeki faşist örgütlenme, Sefa denen amigonun durumu, demokratik Fenerbahçe tribününde neden genç adamların bıçaklandığı gibi meseleler konusundaki fikirlerini de sorardım. Tabii yanlış anlaşılmasın, Vamos Bien’i ‘her şeye rağmen’ seviyoruz, selam ediyoruz...
27
G
eçenlerde bir akşam Taksim Meydanı’nda Malatya’da misyonerlik yaptıkları için üç kişinin öldürülmesinin bir basın açıklamasıyla protesto edildi. Geciktiğim için hızlı adımlarla tramvay durağına geldiğimde 300-400 kişilik grup toplanmıştı bile. Yaklaşık bir saat süren eylem boyunca çok sayıda tanıdık ve arkadaşımı gördüm farklı dernek ve partiye üye ya da farklı sol grupları benimsemiş. Gördüğüm bir şey daha vardı; İnönü tribünlerinden çok sayıda tanıdık yüz. Kimi yeni açıktan, kimi kapalıdan; sohbet ediyor, birbirini tanımayanları diğerleri tanıştırıyordu. Aynı manzarayı, -her ne kadar savunmasam da- Tandoğan’daki mitingde, Hrant Dink’in cenaze töreninde, 1 Mayıs mitinglerinde görüyoruz bir süredir. Maç dışında da hayata dahil olan çok sayıda Beşiktaş taraarı, farklı yerlerde toplumsal muhalefette ön sıralarda yer alıyor. Bunu elbette Beşiktaşlılıkla değil, bu kişilerin sosyalist en azından sosyal demokrat olmasıyla açıklayabiliriz.
SiYAH-
Kim daha solcu
Plüton, yalnız değilsin!
Ancak İnönü tribünlere yansıyan manzaranın ülkenin diğer stadlarından farklılık gösterdiğini kabul etmek gerekiyor. Takımınısevdiği futbolcuyu, iyi futbol, vs. izlemeye gelmiş binlerce kişi, hayatı İnönü tribünlerine taşıyor. Beşiktaş maçları ülke ya da dünya gündemiyle ilgili ilginç protestolar, anmalar, verilen mesajlarla dolu. Kazım Koyuncu’yu anmak, Çernobil felaketini lanetlemek, artık gezegen olmadığı söylenen ve uzay boşluğunda bir başına kalan Plüton’a sahip çıkmak, ırkçılığı protesto etmek, Nazım’ı anmak, Filistin’e selam göndermek, Nobel’i alkışlamak vs… Beşiktaş taraarı gündemi takip ediyor ve İnönü’yü sesini duyuracağı platformlardan biri haline getiriyor. Aslında şu an bu dergiyi okumakta olan çok sayıda kişinin asla yaşamadığı futbolun özüne uygun davranıyor. Bu örneklerden yola çıkıp Beşiktaş taraarı solcudur denebilir mi? Son yıllarda futbol ve sol çevrelerde en çok tartışılan konuların başında Beşiktaş, Çarşı ve solculuk geliyor. Konu panellerde, televizyon programlarında, gazete köşe yazılarında tartışılıyor. Futbol, taraarlık ve solcu olma duruşu Beşiktaş’ın da içinde bulunduğu bazı tribünlerinde hayat buluyor. Futbol üzerine sosyologların yaptığı tanımlama ve saptamaların üzerine bir şey ekleyecek değilim ancak sol çevrelerde uzun yıllardır alışkanlık haline gelen futbolu kötülemek ve halkı uyuşturmanın yollarından biri olarak gösterilmesine karşıyım.
Proletaryanın sporu
Salazar’ın ünlü ‘özdeyişi’, “Futbol olmasaydı Portekiz’i yönetemezdim” klişesi, futbol ve taraarlığı sol çevrelerde tu kaka haline getirdi. Günümüzde futbolun içinde bulunduğu durum, bu eleştirileri haklı çıkarıyor ancak unutulmamalı ki futbol aslında proteleryanın sporu. Sadece bir topun gerektiği bu oyun İngiltere’de 1860’lı yıllarda cumartesi günü öğleden sonra tatil
önemli bir bölümü ezilenin yanında yer alabiliyor. İtalya’da hala kırmızı renkleri solcular, mavileri faşistler destekliyor, Boca Juniors’un maçlarını kilometrelerce ötede yaşayan solcu taraarları takip ediyor. Bu takımların taraarları arasındaki dostluk da internet siteleri, taraar forumlarıyla gelişiyor. Tamam, belki çok kimse bunu çok hayalperest bir değerlendirme olarak görecektir. Tanıl Bora’nın dediği gibi ‘kerhane romantizmi’ de olabilir ama futbol zaten böyle güzel.
“Beşiktaş taraftarının arasında sol unsurlar diğer takım taraftarlarına göre daha fazla ama bu Beşiktaşlıların tümünü solcu yapmaz. Adı mafyayla anılan yöneticiler, bizzat kendisi mafya olan kongre üyeleri, kirli ilişkiler, futbol endüstrisinin çarkı içinde önemli bir dişli olan kulüp, borsa, yayın hakları, reklamlar, sponsorluklar vs… Yani futbolu bir meta haline dönüştüren ne varsa Beşiktaş’ta da var...”
Şimdi başa dönüp Beşiktaş taraarının solculuğunu biraz irdeleyelim… Şu herkes tarafından kabul edilen bir gerçek; Beşiktaş taraarının arasında sol unsurlar diğer takım taraarlarına göre daha fazla ama bu Beşiktaşlıların tümünü solcu yapmaz. Adı mafyayla anılan yöneticiler, bizzat kendisi mafya olan kongre üyeleri, kirli ilişkiler, futbol endüstrisinin çarkı içinde önemli bir dişli olan kulüp, borsa, yayın hakları, reklamlar, sponsorluklar vs… Yani futbolu bir meta haline dönüştüren ne varsa Beşiktaş’ta da var. Son yıllarda solcu taraarın yükselen sesini bastırmak için kendi sesini yükselten ve sayıları hiç de azımsanmayacak kadar çok olan gericiler, faşistler ya da lümpenler… Bunlar da Beşiktaş taraarları arasında. Kendisi tescilli bir faşist olan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de Beşiktaşlı, milli görüşün temsilcisi Abdullah Gül de, 12 Eylül öncesinin katillerinden Mehmet Gül de… Hatta şeref tribününde oturuyorlar. Kentin emniyet müdürü, “Ne bu 1 Mayıs olayı, kim bunlar” diyerek tribün liderlerinden hesap sorabiliyor. Yani Beşiktaş’ın yönetiminde de tribünlerinde de her yerde olanlar oluyor.
Hepimiz ÇARŞI’yız
yapan işçilerin vazgeçemediği tek spordu. Çok uzun yıllar da işçilerin, gelir düzeyi düşük kesimlerin oynadığı ve izlediği bir spor olarak kaldı. Tenis oynayıp, kriket maçlarına giden burjuvalar, burun kıvırdığı futbolun önlemez yükselişi ve görsel keyfini anlayınca, futbola da el attı ve tabi kirletti. 1945’lerden sonra futbol artık bildiğimiz futbol olmaktan çıktı. Dünya çapında milyarlarca dolarlık bir ekonomi yaratıldı, reklamlar, yayın hakları, sponsorluklarla bir
metaya dönüştürüldü. Ancak bu dönüşüm geniş kesimlerin, işçi sınıfının futbola olan bağlılığını değiştiremedi. Futbolseverler, lüks ve localı stadyumlar yapılıp tribünden uzaklaştırılmaya çalışılsa da Afrika’da bir köyde çocuklar futbol oynamayı sürdürüyor, hala bilet parasını bir araya getirenler maç günü stadın yolunu tutuyor. Dünya Kupası’na katılan Trinigad Tobago, milyarlarca insan tarafından destekleniyor, sömürge-koloni maçlarında dünyanın
Bu yazının içine özellikle Çarşı’yı eklemediğimi belirtmek isterim. Kapalı üstü mesken tutan ve dünya literatürüne geçmiş tek Türk taraar kitlesi olan Çarşı, sol kültürden beslenmesine karşın ‘solcu’ söylemlerinden rahatsız oluyor. Grup içinde itirazların yükseldiğini tribün lideri Alen Markaryan televizyonlarda dile getirmişti. Çarşı Beşiktaş taraarının çatı örgütü, Beşiktaş’a gönül vermiş ve değerlerini az çok benimsemiş biri kendini ‘Çarşı’nın bir üyesi olarak görüyor. Son yılların moda deyimiyle bir arada yaşamayı savunan Çarşı, hala Beşiktaşlıların semtteki abileri, delikanlı kültürünün tribün örnekleri… Tribünleri örgütleyip devrim yapılmayacağına göre, “Beşiktaş taraarı solcu mu değil mi?” tartışmalarını bir yana bırakmak gerekiyor. Beşiktaş taraarı dürüst ve iyi futbol, terinin son damlasına kadar iyi oynayan futbolcular, ahlaklı yöneticiler istiyor, Beşiktaş’ın mayasını da bunlar oluşturduğu için solcuların çoğu Beşiktaş taraarı oluyor. Her ne kadar bu özellikler her geçen gün erozyona uğrasa da bunu istemekten vazgeçmeyeceğiz… m
ESİN ZEYNEP
28
Kanımızı emen yarasalar İzmir Bucada Hoca Ahmed Yesevi lisesinin 10/C sınıfındaki 14 öğrenci okul aidatını ödemedikleri için sınav sorularını elle yazmak zorunda kaldı. Oysa parayı veren arkadaşları fotokopi kâğıdıyla sınava girmişlerdi. Medya, bunun adaletsiz bir uygulama olduğundan bahsetmesine rağmen kimse aidat parasının ne olduğunu, kimler tarafından toplandığını merak etmedi... m
ÖZGÜR ALTUN
B
aşbakan grup konuşmasında haykırıyor ve ekranlardan biz dinliyoruz. Diyor ki, “Türkiye Cumhuriyeti sadece laik bir devlet değildir, aynı zamanda sosyal bir hukuk devletidir.” Yıllardır bu ifadeyi türlü bakan bürokrat ve benzerlerinin ağzından duyarız. Yani, şüphemiz varmış gibi, her seferinde bize hatırlatma gereği duyuyorlar. Laik ve sosyal bir hukuk devleti. Laiklik-anti laiklik tartışmaları bir yana bırakırsak, bu sosyal hukuk devletinin vatandaşlarına vermesi gereken hizmetler neler olmalı? En azından bir sosyal ve hukuk devleti olarak vatandaşlarının eğitim, sağlık ve güvenlik haklarını sağlamak bu sorunun yanıtı olabilir mi? Oysa yıllardır bu politikalar ayaklar altına alınıyor. Mart ayının son gününde ulusal basında ve televizyonlarda bir haber yayınlandı. İzmir Bucada Hoca Ahmed Yesevi lisesinin 10/C sınıfındaki 14 öğrenci okul aidatını ödemedikleri için sınav sorularını elle yazmak zorunda kaldı. Oysa parayı veren arkadaşları fotokopi kâğıdıyla sınava girmişlerdi. Medya, bunun adaletsiz bir uygulama olduğundan bahsetmesine rağmen kimse aidat parasının ne olduğunu, kimler tarafından toplandığını merak etmedi. Olay sadece sınav sorularını elle yazmakla cezalandırılan bir öğrencinin sınavdaki zaman kaybına indirgendi. Bakanlık, “Olayı soruşturuyoruz,” ifadesiyle geçiştirdi. Anayasadaki, eğitimin zorunlu ve ücretsiz olduğu yasa maddesi herhalde hâlâ geçerlidir. O zaman toplanan bu aidatlar ne oluyor? Her yaz sonunda televizyona çıkan bakanlar, parasız kitap dağıttıkları lafebeliğine başvururken; ekranlardan okullarda hiç bir ücret alınmayacağını da höykürüyorlar. Oysa ki, bırakın kayıt parasını, aidatını ödemeyen öğrenciler türlü aşağılamalara maruz kalıyor. Görüldüğü gibi eğitimde fırsat eşitliği vardır. Parası olanın fırsatı biraz daha fazla. Başbakan, gece uyku tutmamış olacak ki sabah erken saatlerde ‘Sabahın Körü’ adlı bir TV programını izliyor ve canı çok sıkılıyor. Çünkü ekranlarda milyonlarca mağdurdan biri var. Ne yapıyor? Sosyal bir devlet olmanın yükümlülüğünü tek başına yerine getirerek mağdure Suna Hanım’ın masraflarını üstleniyor. Hem de canlı yayını arayarak. Ne şık bir hareket! Aynı günün akşamı bütün TV kanaları ve ertesi günkü gazeteler başbakanımızın cömertliğinden bahsediyor. Ama ne hikmetse yine ülkemizin insanını türlü dilenciliğice iten sağlık sistemini sorgulamayı akıllarından geçirmiyorlar. Geçirmezler de. İnsanlar ille çaresiz kalacak ve TV programlarında ağlayacak, duyan bir hayırsever yardım
edecek. Sağlık bakanı Akdağ, ‘sağlıkta dönüşüm programı’nı uygulayacaklarını ısrarla ifade ederken, sağlığın piyasalaşması anlamına gelen bu torba yasaya karşı çıkan sağlık çalışanlarını ‘ideolojik davranmak’la suçlayıp, alanlara çıkan çalışanlara savcıları görev başına çağırarak tehditler savuruyor. Evet sağlık bakanlığının uygulamaları ideolojiktir. Tüm sağlık ve emeklilik sistemini özelleştirmek, küresel sermayeye bu dev alanı açmaktır niyetleri. Dolayısıyla bu saldırı politikalarına karşı koyan emek örgütleri TTB ve SES de ‘ideolojik’tir. Ve ideolojileri parasız sağlık ve parasız eğitim hakkı için mücadele etmektir. Tüm sosyal devletlerin vatandaşlarına sunmakla yükümlü oldukları gibi. Geçtiğimiz ay içinde meclise bir soru önergesi verildi. Soruda Türkiye Cumhuriyeti’nin cezaevlerindeki mevcutlar soruluyor. Adalet Bakanlığı, şubat sonu itibarıyla Türkiye’deki cezaevlerinde toplam 77 bin 425 kişi olduğunu açıkladı. Bu nüfusu 70 milyonu aşan Türkiye’de neredeyse her 1000 kişiden birinin hapishanede olması anlamına geliyor. Cezaevleri 12 Eylül toplama kampından sonra, son 25 yılın en fazla
seviyesine ulaşmış oluyor. Radikal gazetesinin haberine göre 1300 kapasiteli Buca cezaevinde 2 bin 500 kişi kalıyor. Yeni cezaevlerinin yapılması gerektiği vurgulanıyor. Son bir yılda suç oranlarının yüzde 62 oranında artmış olduğunu söylersek nasıl bir manzaranın içinde olduğumuz, sisler arasından çok rahat görülebilir. Ama nedense herkes cezaların azlığından şikâyet ediyor. Kimsenin niye hırsızlık yaptığını, suça bulaştıklarını anlamak isteyen yok. Bu manzara içinde, mekanizmanın başındaki adamın cumhurbaşkanlığı tartışıldı. Tayyip karşıtı cephe, başbakanın laiklik karşıtı olduğunu dile getiriyor. Yok efendim Hikmetyar’ın dizinin dibine çökmüş, yok El Kadıya kefil olmuş ya da Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devletinin kurulmasına olanak tanımış. Kıbrıs’tan, AB’den bahsediyorlar. Ben de soruyorum, yok mu bu adamlardan yukarıdaki ve daha binlerce olayın hesabını soracak? “Babalar gibi satarım,” laflarını niye kimse hatırlamıyor? Ya da tarımdaki yoksullaşmayı, asgari ücreti, güvencesiz sigortasız çalıştırılan yığınları… Tutturmuşlar hep aynı yarısı bayat nakaratı.
Bir şiir okudu ve şiirinde, “Minareler süngümüz, kubbeler miğferimiz,” dedi. 10 ay yattı, çıktı, geldi başımıza başbakan oldu. Peki niye kimse sormuyor, yanı başında onlarca minare top mermileri tarafından yıkılırken ABD’lilerle ne yaptığını? AKP iktidarı dördüncü yılını doldurdu. İktidara geldiğinden bu yana kamu çıkarı yerine özel çıkarları kolladılar. Binlerce insanın yoksullaşmasına sebep onlarca zengin ürettiler. Bizim çocuklarımız, olmayan logar kapaklarından düşüp boğulurken, onlar sağa sola lale dikmekle uğraştılar, oğullarına gemi aldılar. Şimdi biz milyonlar bu gerçeklerin farkındayız. Dolmuşta, kahvede, işyerinde hep bunları konuşuyoruz. Ama sadece kötüleyip reddetmekle yetiniyoruz. Şimdi biraz cüretkar olma zamanı gelmedi mi? Kafamızı kaldırıp haykırmalıyız. Artık başkalarından medet ummak yerine sazı kendi elimize alıp emekçilerden yana kendi politikalarımızı çalıp söyleme zamanı gelmedi mi? Ruhi Su’nun dediği gibi, boşa didinmek fayda vermez/her geçen gün daha beter dünden/ böyle gelmiş böyle gitmez/ sömürü zulüm devam etmez/ kaldırmadıkça başlarımızı sefaletimiz bitmez…
29
Ders: Tarih, Konu: Malkoçoğlu Her devletin ulusuna ürettiği daha ılımlı veya beter hikâyeleri ve bu hikâyelerin kendi alıcıları var.
m
NERMİN KETENCİ
M
illi Eğitim Bakanlığının önerdiği bazı kitaplar ara sıra gündeme düşer ve ortalık karışır. Geçen yaz gazetelerde aktarılanlara göre, masal kitaplarında Pinokyo, Gepetto’ya “Allah rızası için bir ekmek ver” diye sesleniyor, Şirinler oruç tutuyordu. Yakın zamanda müstehçen ifadeler tespit edilen çocuk kitapları haber oldu. Böyle durumlarda genel tavır, bakanlığın her şeyi kontrol edemeyeceğini söylemesi ve konunun uyumaya bırakılması. Geçenlerde bir minibüste yolcular olarak şoförün dinlediği radyoya maruz kaldık. Programı sunan çocuk yaklaşık 20 kelimeyle bir şehit-vatanana konuşması yapıyor, arada bazı parçalar dinletiyordu. Konuşması konusu itibariyle iddialı olmasına rağmen, boş boş laflamayı “kariyer” belleyen diğer meslektaşlarınınkinden daha doyurucu değildi, dinlettiği müzik ise mehter marşlarını aratır nitelikteydi. Bütün gün bunları dinleyen şoförün Türkiye-dünya siyasetine nasıl yaklaşabileceğini hayal edebilirsiniz. Tarih sınavına giren üniversite öğrencilerinin bile Osmanlı’nın çöküşünü sefahate dalan padişahlar ve hırstan gözü dönmüş valide sultanlarla açıkladığı bir seviyeden söz ediyoruz. Tekrarın büyülü etkisi bu... Söylenen eksik, dehşet hatalarla dolu, düşmanca, aptalca olabilir, yeter ki insanların kafasında söylenenin/öğretilenin tersini almamaya
yönelik bir mekanizmayı işletene kadar tekrarlansın; sonuç mükemmel. Eğitim kurumuyla haşir neşir olmuş herkesin ekşi bir ifadeyle hatırladığı, adeta çocukça bir kurmacayla insanlar bir şey öğrenmesin diye kaleme alınmış tarih kitapları, sevilmemelerine karşın mesajlarını akıllara kazımayı bu yolla başarmıştır. Popüler tarih kitapları, çizgi romanlar, ders kitaplarıyla sıcak tutulan temcit pilavının reçetesi; genellikle yendiği kötülerle savaşırken saflığı, hain karıları ve düşmanlarının kalleşliği yüzünden bazen yenik düşen mert ve iyi çocuğun hikâyesinin bin bir bahaneyle tekrarlanmasıdır. Çocuklara okullarda neler okutuluyor bir bakalım: “Türklerde doğruluk ve
dürüstlük esastı. .., azimli, gayretli, hareketli ve çalışkan kimselerdi. Onlar, bu özellikleriyle en uygun din olarak İslâm’ı bulmuş ve onu tereddütsüz kabul etmişlerdir. Diğer dinleri ise –kendilerini pasifleştireceği düşüncesiyle- kabul etmemişlerdir.”(Mustafa Ünal, Lise Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi 1, Uygun Yayıncılık, İstanbul 2001, s.35) “Örf ve âdetlerin zayıfladığı, törelerin hiçe sayıldığı toplumlarda millî birlik ve beraberlik bozulur.... bozulduğu zamanlarda ise anarşi ve terör kendini gösterir.... Bu huzursuz ortamı fırsat bilen düşmanlar da hemen harekete geçip vatanı işgal ederek milletin bağımsızlığına son verebilirler.“(age. 63) Örf ve âdetlerin zaafiyete uğramasının sonucunu memleketin işgaline kadar uzatmak; işlek bir hayal gücüne sahip, muhataplarını fobi üreten reçetelerin alıcısı yapmaya azimli bir kafanın marifeti olabilir. Hareketli karakterini fark eden Türk milletinin, İslamı, Mani gibi mızmız dinler bize uymaz gerekçesiyle seçtiği açıklamasının sosyoloji, tarih disiplinleri bağlamında bir değer taşıdığı şüphelidir ama yazanın psikolojisi ve okuyanda yol açacağı travmalar yönünden incelenmesi gerekir. Tarihçilerin, eğitim mağdurlarını kazanılan savaşları ezberlemekten, kaybedilen savaşlara ve yabancı eşlerinin tuzağına düşen padişahlara vahlanmaktan kurtarmak için harekete geçmemeleri, isteseler de müfredata müdahale edememenin ve yazdıklarının nasılsa
gerekli adreslere ulaşmayacağı tecrübesinin yarattığı bezginlikten olmalıdır. Halkın bunları doğru bellediği ise milli maçlarda sergilenen cinnet sahnelerinden veya evdeki hain Hürremlere yapılan eziyete karşın dışarıdaki Katerinalara gösterilen ilgiden ve daha birçok örnekten anlaşılabilir. Övünmenin bu kadarı, kendilerini tarif ederken başvurdukları sıfatlar, gerçeklerle çelişmekte ama çelişki kavramı bu tür insanların tabiatıyla çeliştiği için türün bekası adına göz ardı edilmektedir. “Cinayet işlemek, zina etmek, yalan yere yemin etmek, gösteriş yapmak, dedikodu yapmak, savaştan kaçmak, hile yapmak, dalkavukluk etmek (Türklerde) hoş görülmeyen davranışlardı.”(age. 35) Yeşilçam filmleri aynı nakaratı tekrarlasa da Tarkan, Malkoçoğlu vs zayıf prodüksiyonları ve kahramanların şişirilmiş gücüyle seyircide gerçeklik duygusu uyandırmadıkları için, şiddeti zengin bir prodüksiyonla daha inandırıcı ve özendirici bir şekilde estetize ve empoze eden mafya dizilerinin yanında naif sayılırlar. Tahta kılıçlar geçmişte kaldı, çocukların gerçek silahlarla ateş etmek istediği zamanlardayız. Malkoçoğlu ile Polat Alemdar arasından kimi seçerdiniz? Her devletin ulusuna ürettiği daha ılımlı veya beter hikâyeleri ve bu hikâyelerin kendi alıcıları var. Buradakiler de benzerleri gibi kendileri çalıp kendileri oynuyor. Oynayanların asabi tepkilerine bakılırsa hallerinden memnun da sayılmazlar üstelik...
‘Demokrat’ hocalarımız Çok şey istememiştik şüphesiz. Ama nedense en küçük mutluluğu bile uzak kıldılar bize. Deyim yerindeyse tuttuğumuz dal kurudu. Etrafımızdaki insanlarda gördüğümüz şey samimiyet değildi. Peki, neydi bunun sebebi? İnsanlar neden çevrelerine alçakca bir çıkarcılıkla bakıyordu? Ne kadar ‘umutsuzluk bize yasak’ desek de çoğu zaman olumsuzluklar içinde yüzüyoruz. Mümkün mü bu umutsuzluktan, bu aşağılık düzenden kurtulmamız? Mümkün elbette. Mühim olan yeterli çoğunluğu, fikir birliğini sağlamak değil mi? Çoğunluk dedikse tabii ki bu çoğunluk bir kurukafa topluluğu olmayacak. Bizim topluluğumuz ‘bilinç’ten oluşacak… Şu sıralar okumakta olduğum üniversitede çok değişik şeylerle karşılaştım. Belki bunlar çok çarpıcı örnekler değil ama tam tersi bir ortamda yetişip de böyle bir düzenin içine düşmek şüphesiz sudan çıkmış balığa dönmekten farksız. Hemen birkaç örnek vereyim. En basitinden başlasam sanırım daha iyi olacak, mesela Türk Dili derslerinden. Sağ olsun hoca efendi sık sık edebiyat dersindeki konularla Kuran ayetlerini bağdaştırıyor, edebi konuları ayetlerle açıklıyor ve bir yandan da bazı insanlara ‘kahpe’, ‘pezevenk’ gibi küfürleri saymaktan geri kalmıyor. Ama en büyük silahı insanların inançlarını sömürmek. Bu sayede bir çok insanın desteğini kazanabiliyor. Geçelim tarih dersine. Hoca derste okumamız için ‘tarihimizi yansıtan’ bir kitap dayatıyor bize. Özcan Yeniçeri adlı bir zat tarafından yazılmış ‘Dokunanlar’ adında bir kitap bu. Merak edenler varsa Google’dan Özcan Yeniçeri yazıp kim olduğunu öğrenebilirler ama belirtmekte fayda var ki ilk karşınıza çıkacak olan Ülkü Ocakları web
sitesi. Tabii ki kitaptan örnekler sunacağım. Efendim kitabımız geçmişte yaşamış askerlerin anılarıyla başlamakta ve bölümün başlığı ‘Yüreğe Dokunanlar’. Hatta bölümün bir yerinde, burada yüreği sızlamayan olamaz mealinde birşeyler söylemekte yazar. Neyse biraz alıntı yapalım. “...Sovyetler Türkiye ile ilgili çok ciddi bir beşinci kol faaliyeti yürütüyordu. Sosyalizmi kurmak için ‘kurtuluşa kadar savaş’a and içmiş olan işçiler fabrikaları, öğrenciler üniversiteleri, öğretmenler okulları, doktorlar hastaneleri neredeyse işgal etmişlerdi. ABD bütün bu oluşumları dolaylı bir biçimde destekliyor, Türkiye kendine tam bağımlı olmazsa akibetinin Polonya ya da Çekoslovakya’ya benzeyeceğini Türk yetkililere göstermek istiyordu. Türkiye’nin gündemini kurtarılmış bölgeler, yakılıp yıkılmış fabrikalar, yüzbinlerce kişinini Marks, Engels, Lenin posterleriyle Taksim’de yaptığı mitingler, kanlı baskınlar, Maraş, Sivas, Çorum olayları işgal etmişti...” İşte böyle, görüyor musunuz neler yapmışız? Yine kitabın bir başka sayfasında şu satırlar bulunmakta: “...Sosyalistler tarafından sokakların, okulların, fabrikaların ve kentlerin kurtarılmış bölge ilan edilmesi ülkücü gençlik dışında bütün gruplar tarafından kabullenilmişti. Komünistler tarafından kurtarılmış bölge ilan edilen bazı yörelerde müminler camilerinde ibadet edemez durumdaydılar... Bu anlamda ülkücüler milletin dara düştüğü her kötü günde ülkenin kara gün dostu olmuştur. Ülke kan ağlarken, milletin istiklal ve istikbali tehdit edilirken, sokaklar düşmanın satın aldığı beşinci kollar tarafından işgal edilirken hayatı pahasına kendisini ortaya koyan tek sivil ve demokratik hareket ülkücü hareket olmuştur...” Evet kendileri gerçekten çok demokratiktirler, çok insancıllardır,
özellikle de kadınlara karşı. Arkadaş arasında kadınlar hakkında çok ‘ahlaklı’ konuşurlar, reis dedikleri bir takım ipsiz sapsız adamlar kızlarla zorla çıkmaktadırlar. Son olarak kitaptan ülkücüleri tarif eden satırları yazayım: “... İnsandılar, evlattılar ve çocuklar kadar günahsızdılar. Hakkın, hakikatin peşindeydiler. Asla kafalarının mideleri tarafından yönetilmesine izin vermemişlerdi. Elbiseleri eski, kunduraları delik, mideleri boştu ama başları dikti. Zorbalara ve zorbalığa pabuç bırakmayacak kadar yürekliydiler. Dik yürür, dik konuşur, yataktan bile dik kalkarlardı. Dimdik adamdılar. Değerleri vardı değerliydiler. İdealleri vardı idealisttiler. Bıyıkları vardı erkektiler. Onlar ülkücüydüler.” Görüyorsunuz ya, bizim hakkımızda neler düşünüyorlar ve kendilerini nasıl tanıtıyorlar, uzun söze gerek yok aslında. Ve işin kötü tarafı hiçbirşey yapamıyoruz. Sınav soruları bu kitaptan çıkıyor ve onların istediklerini yazmak zorunda kalıyoruz. ‘ Peki ama bu ders kitabı değil ki’ diyemiyoruz. Bunları sizinle paylaşmakla içimde birikenleri biraz da olsa aktarmış olacağım için mutluyum. İşte geleceği bunun gibiler şekillendiriyor. İnsanları zehirleyen, yanlış yöne iten, duygularını sömüren böyleleri. Kendi ideolojilerini dayatmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Ama elbet bir gün onlara karşı çıkacağız. Tek yürek olup isyanımızla onları yıkacağız. Son sözleri yazmak zor, en iyisi Daniel de Foe’nun sözleriyle veda edeyim: “Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyor diye haykırmaktan çekiniyorsa hem budala hem de alçaktır. Bir adamın benden başka herkes aldanıyor demesi güç şüphesiz, ama sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın?”
m
GULE
30
Bizi yaşıyor görmek... Üniversitelerde çıkan kötü yemekleri belirlenen en üst sınırdan üniversitelerde çalışan işçilere satan bir eğitim sistemi, işçiemekçi çocuklarını da kendi bünyesinde barındırmak istememektedir; bu çok açıktır. İşçilerin ve öğrencilerin çıkarlarının aynı olduğunu sistem bir anlamda artık yemek fiyat listeleri üzerinden bile haykırmaktadır… m
V. MAHİR ÜKÜNÇ
A
çıklamaları ve çeşitli memleket meseleleri üzerine görüş bildirmesiyle adından sıkça bahsettiren bir kurum var bu memlekette: Rektörler Komitesi! İsmi duyunca irkilmemek imkansız; hele bir masada, düz bir sıra oluşturarak yan yana oturup ‘kamuoyuna’ başlıklı çeşitli bildirileri bir okumaya başladılar mı... Tavır, tutum, kararlılık, kaş-göz-mimik, nizam, üslup her şey çağrışıma müsait; bir de apoletleri olsa ‘komite’nin en ‘esaslısı’ olacaklar: Milli Birlik Komitesi… Cumhuriyetin temel kazanımlarının-niteliklerinin ve rejimin bizzat kendisinin, ‘hiç olmadığı kadar tehdit altında olduğu bugünlerde’, cumhurbaşkanlığı seçimleri dolayısıyla bu komite yine bir esip gürledi hatırlarsanız. Söylediklerine inanacak olursak tehlike gayet büyük: “Şeriatçılar laikleri alt etmek için kolladıkları fırsatı nihayet ele geçirdi, son yaklaştı, harekete geçmek şart…” Oysa durum, başta komite olmak üzere, ‘laik-demokratik-hukuk devleti’ temelli hassasiyetler taşıyanların iddia ettiği gibi ‘rejimin tehdit altında olmasıyla’ alakalı bir durum değil de; ülkeyi kuran sermaye destekli ulusalcı-kemalist askersivil bürokrat kanadın, neo-liberal ve islamcı sermaye ile giriştiği ve ‘emperyal kapitalizmin bayrağını kimin daha yükseğe taşıyacağı’ noktasında düğümlenen bir rekabetin yansımasıysa? Kendi sınıfsal ayrıcalıklarının ayırdında ve ‘daha çok üniformalı’ olanlarla, yine uluslararası sermayenin güdümünde fakat ‘daha çok dindar’ olduğunu söyleyenlerin liderlik savaşıysa söz konusu olan? Bugüne kadar kardeş kardeş yaşayıp-paslaşıp-paylaşıp yönetirken bu ülkeyi, şimdi bu ‘küslük’ niye? Yoksa bizim hafızamız mı zayıf; 24 Ocak kararlarıyla uluslararası kapitalist sistemle darbeci generaller aracılığıyla yeniden bütünleşilmemiş miydi? Kenan Evren -laik ve asker kimliğiyle- üniforması sırtındayken kuran kursları, imam hatipler açmamış mıydı? Üniversitelerin içi 1402 sayılı sıkıyönetim yasasıyla boşaltılırken, sürülen, hapse atılan, işine son verilen solcu üniversite hocalarının kürsüleri faşist, şeriatçı, gerici adamlarla doldurulmamış mıydı yine bu apoletli zevat tarafından? Rejim o zaman ‘en iyi günlerini’ mi yaşıyordu ki, ‘her konuda hassas bir sürü adam’ çıkıp hiç ses etmemişti? Laiklik ve şeriat; biri büyük ödül, biri mansiyon mu bu yoksul ve emekçi halka? İkisinden birini mi seçeceğiz, işçilerin, yoksulların, öğrencilerin yani külliyen bu
halkın tek ve en önemli sorunu, Rektörler Komitesi’nin ve komite’yle aynı kafada olanların söylediği gibi bu mu?
Komite uyuma! Rejim!..
Ne diyordu komite’nin en nüfuzlularından İstanbul Üniversitesi Rektörü Mesut Parlak? “Üniversitede siyaseti bitireceğim…” Evet bir rektörün böyle olması, niyetini-asıl derdini açık açık söylemesi lazım. Tabii o bitirilmek istenen siyasetin de sol-sosyalist-devrimci siyaset olduğunu ayrıca söylemeye gerek yok. Yoksa uygulanan kılık-kıyafet yönetmeliği sonunda türbanlarını çıkaran / saçlarını gizlemek için peruk takan, olmadı okulu bırakan türbanlı kızlarla ne kadar uğraşılabilir ki? Faşistlere ilişildiğine dair bir bilgiden söz etmekse mevzubahis bile değil. Rektör böylece, ‘üniversitede siyaseti bitirmek’ten kastının sol siyaset olduğunu açıkça belirtiyor. Ve rektör kararlı, illa cezalandıracak; ‘içeri ekmek ve ayran sokmak’, ‘ideolojik halay çekmek’, ‘slogan atmak’, ‘saz çalmak’, ‘güvenlik görevlileri ve çevik kuvvet personeline mukavemet ederek bir polisin yaralanmasına sebep olan grubun içinde bulunmak’, ‘şüpheli bir şekilde karnını tutarak okuldan çıkmak’, ‘giriş kapısını sökerek, zorla kampusa giriş yapmak!’ aklın kavramakta zorlandığı disiplin cezası gerektiren ‘suçlardan’ bazıları. İşte komite, işte rektör, işte rektörler! Komite ve rektörler açısından asıl tehlikede olan; rejim, cumhuriyet, anayasa –ki bir darbe anayasasıdır o zaten!- filan değildir.
1994 TÜSİAD Raporu’nda açıkça belirtilen ‘girişimci üniversite’ modelidir tehlikede olan. (Bu raporu hazırlayan Kemal Gürüz ardından hemen YÖK başkanlığına getirilmiştir; ne kadar ‘garip’ değil mi?!) Üniversitelerin kapitalist şirketlerle daha dolaysız şekilde bütünleşmesi amacıyla, mütevelli heyetleri adı altında, idari kadrolara akademik ünvanı olmayan sabancıların-koçların-hasların getirilmesiyle oluşturulan heyetlerin varlığıdır tehlikede olan. Ki bu heyetlerin varlığıyla da amaçlanan, piyasa için araştırma yapması öngörülen üniversitelerin yönetiminin doğrudan patronlara bırakılmasıdır. Öğretim üyelerinin istihdamı ve terfii açısından sözleşme usulü ve ücret farklılaşması temeline dayanan, üniversitelerin bir işletme gibi yönetilmesine olanak sağlayan yapıdır tehlikede olan. Devlet üniversitelerinin kantin, yemekhane, servis, yurt, medikososyal gibi daha önce ‘sosyal hak’ durumunda olan ve belli bir ücret karşılığı verilen hizmetlerin tamamen özeleştirilerek bunların üstünden kâr elde edilmesi ya da tamamen bu amaca uygun olarak ‘paralı’ Amerikan üniversitelerinin aynısı olan ‘özel ya da ya da vakıf üniversitelerinin’ varlığı ve devamlılığıdır tehlikede olan. Biz buradan sesleniyoruz, komite asıl işine, asıl görevine geri dönmelidir! 80 cuntasından sonra yüzde 70 derse devam zorunluluğu getiren kışla disiplinine, asıl işi ‘bilim üretmek’ olan adamların bunun yerine saçma sapan gerekçelerle
sosyalist öğrencileri cezalandırdığı disiplin kurullarına, işçi-emekçi çocuklarından arındırılmış bir üniversite idealine her zamankinden daha fazla sahip çıkmalıdır!.. Zaten siyasi iktidarla bu konularda bugüne kadar uzlaşılamaması gibi bir durum hiç yaşanmamışken, ‘rejim gitti gidiyor’ feryatlarıyla kameraların karşısına tespih gibi dizilerek sert sert kaş-göz oynatarak ‘uyarı bildirileri’ okumak gibi ‘kafa karıştırıcı işler’ yapmamalıdır. Halihazırda tek bir sosyalist öğrencinin bile özgürce herhangi bir üniversitede okuduğu ve bilimin-eğitimin ticarileşmesine karşı çıktığı bir ortamda, ‘komite’nin asıl tehdit ve tehlike altında olduğu vurgusuyla işaret ettiği sistem, ‘eğitimin-bilimin parayla alınıp satıldığı ticarethane tipi üniversite sistemidir’, bu en önemlisidir. Bilinen görünen bir vaka, Rektörler Komitesi ve YÖK’ün en fazla karşı karşıya geldiği iki isim başbakan ve meclis başkanıdır. Oysa yukarıda da anlatmaya çalıştığımız üzere aslında karşı karşıya gelen bu kurumlar da tek tek şahıslar da her anlamda birbiriyle ‘kardeştir’, bu hep böyledir ve böyle olması da gerekir.
Bizi ölü görmek..
Kolay anlaşılsın diye örneklemek de mümkün. Hatırlanacağı üzere yakın bir geçmişte meclis başkanı Arınç çıktığı Rusya seyahatinde, Ekim Devrimi’nin büyük önderi Lenin’in anıt mezarını gezerken, “Lenin’i mi görmek istiyorsunuz?” diye soru soran bir gazeteciye “Lenin’i ölü olarak görmek çok güzel” diye bir cevap vermiştir. İşte düğümün çözüldüğü nokta budur, Komite’yle kardeş olmanın kanıtı buradadır. Çünkü, YÖK’ün de Rektörler Komitesi’nin de, başbakanın da, meclis başkanının da her daim üzerinde anlaştığıuzlaştığı-öpüştüğü-koklaştığı yegane mevzu budur: Özgür, demokratik, parasız, eşit, bilimsel üniversiteyi kuracak fikriyatı ve bu fikriyatı savunanları ‘ölü olarak görmek!...’ Bir devlet üniversitesinin yemekhanesine asılan yemek fiyat listesindeki rakamlar aynen şöyledir: Öğretim üyesi (Prof, Doç, Yrd Doç) 2.50 Ytl, Diğer Akademik Personel 2.00 Ytl, Memur-Hizmetli 1.75 Ytl, Öğrenci 1.50 Ytl, İşçi 3.00 Ytl… Bunun üzerine, yukarıda anlattıklarımızı da bu konuyla ilişkilendirerek tek bir şey söyleyebiliriz: Üniversitelerde çıkan kötü yemekleri belirlenen en üst sınırdan üniversitelerde çalışan işçilere satan bir eğitim sistemi, işçi-emekçi çocuklarını da kendi bünyesinde barındırmak istememektedir; bu çok açıktır. İşçilerin ve öğrencilerin çıkarlarının aynı olduğunu sistem bir anlamda artık yemek fiyat listeleri üzerinden bile haykırmaktadır…
31 ‘Gül’lere ‘güle güle’ demek için, kabustan uyanmak için...
SERHAT ÖZCAN
insaf!..
B
ir sabah, internetteki şiir sitelerine girip Nâzım Hikmet okumak isteyenler, “Yapı Kredi Kültür Sanat ve Yayıncılık A.Ş’nin isteğiyle okur erişimine kapatılmıştır” ibaresiyle karşılaştı. Tepkiler üzerine açıklama yapan YKY Genel Yayın Yönetmeni Raşit Cavaş, ‘şairlerin ve vârislerinin haklarını savunduklarını’ öne sürdü. Kime karşı savunuyorlarmış: ‘Ahlaki zafiyete’, ‘ticari suça’ ve de ‘şairlere hakarete’ karşı! Cavaş, internetteki sitelerin amacını ‘ticari’ buluyormuş. ‘Üstelik şiirlerin eksik ya da yanlış olup olmadıkları denetlenemiyor’muş… ‘Gerçek şiirseverler ve şairler de kendilerini destekliyor’muş… (Buradaki ‘gerçek’ şiirsever ve şair tasnifine dikkatinizi çekerim.) Destekçi şairlerden Lale Müldür, ‘şairlerin zaten telif sıkıntısı çektiği bir durumda sitelerin yaptığının ayıp olduğunu’ söylemiş. Destekçi Hilmi Yavuz, şiirlerinin internete yanlış konulmasından ötürü kararı desteklediğini belirtmiş. Destekçi Egemen Berköz’ün ‘temel destek nedeni’, usta şairlerin isimlerinin herhangi bir internet okurunun yazdığı şiirle yan yana durmasıymış. Tuğrul Tanyol ise, “Açıkçası, telif haklarından çok, beni ilgilendiren sitede şiirlerin yanlış basılması. Ama yayınevleri sitelerine tadımlık olarak şiirler koyabilir,” diyor. Tespit edebildiğim kadarıyla, anlayabildiğim ve katılabildiğim tek ses (benzerleri muhakkak vardır veya inşallah vardır!) Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nin yöneticisi Ali Mert’ten çıktı: “Nâzım Hikmet’in adının bir banka yayınının adıyla birlikte anılması, onun doğasına aykırıdır. Mesele, telif tartışması falan değil, bu çatışmanın açığa çıkmasıdır. Sermayenin solun değerlerinden kâr çıkarma ve içini boşaltma girişimine kesin olarak karşı çıkmalı, Yapı Kredi’nin yasakçı tavrı, sokaklarda protesto edilerek engellenmelidir.” Bu kadar! ‘Temel’ burasıdır!.. Eskiler, ‘eşyanın tabiatı’ derdi; şuara ‘eşyanın tabiatı’nı atlarsa, cemaat ne yapsın? ‘Eşyanın tabiatı’ndan kaynaklanan hukuk şair vicdanından atıldıktan sonra, bakılacak yer, tabii ki ‘mülkiyet hukuku’na dair kitaplardır. Bildik hikâyedir; kurbağayı tenceredeki suyun içine koyarlar, yavaş yavaş suyu ısıtmaya başlarlar, tedricen ısınan su kurbağayı rahatsız etmez; haşlanır. Kültürün özelleştirilmesi tam da böyle bir süreçtir. Haşlanmış şair istemiyoruz!.. Bankacılar, bankalarına dokunulmadıkça, komünist şairin şiirlerini yayınlamakta beis görmez. ‘Hafif haşlanmış’ beyinler, “Daha ne istiyorsun, sermaye eliyle komünizm propagandası yapılıyor,” şeklinde kaşarlanmış düşünceler yumurtlayabilir. Ama, Cavaş’ın internet sitelerinin amacını ‘ticari’ buluşu (YKY, Hilâl-i Ahmer yararına yayınlamaktadır
Gülünüz A Nâzım’ı!); ‘ticari suç’tan bahsedişi; ‘ahlaki zafiyete’ karşı duran yayıncı figürü, hâlâ ağzının tadı yerinde olanlar için, en fazla mizah gayreti sayılabilir. Ben Cavaş’la mülkiyet hukuku üzerinden konuşmam. Saha, onların sahasıdır. Nâzım’ın vârislerine gelince: Şairin kemikleri sızlarken, onlara uzun uzun anlatacağım hiçbir şey yok. Sadece şunu soruyorum; Mehmet Âkif ’e Mehmet Âkif Hukuku, Sezai Karakoç’a Sezai Karakoç Hukuku, Nâzım Hikmet’e Nâzım Hikmet Hukuku’ndan başka hukuk uyar mı? Dünya böyle giderse, merak etmeyin; şiirden sonra havanın, solumanın, yani hayatta kalmanın da hukuku kapitalizm çerçevesinde edinilen terbiyeyle şekillenecek ve bedava soluk almaya kalkanın hakkından ticaret hukukuyla gelinecektir!.. Şiirin mülk edinildiği dünya herkesin bir yerine batmalı… Komünist şairin üzerinden mülkiyet muhabbeti açanlara ne yapmalı?.. Eksik kalmasın: Şairin geçim problemini; internet sitelerinin şaire telif borcunu; şiiri aslına sadık yayınlama namusunu; yani şiire ve şaire saygıyı hafifser görünüyor muyum? (YKY, yasaklama yerine, kendini kahramanca bu meselelere vakfedebilir.) Ancak, insan; ‘eşyanın tabiatı’nın unutulduğu, şiirin uunun kaybolduğu, ‘ağaçlara bakarken ormanın görülmediği’ yerde; bu yerle hukukunun olmadığını can havliyle haykırmak isterken bazı şeyleri tali addedebiliyor: Şuara’nın zıddına!.. Affolmaya… Not 1: Bu yazıyı yazdığım gün, sokaklar bir başka bankanın reklam afişiyle doluydu. Şöyle deniyordu afişte: “Hayatta paradan daha değerli şeyler var”-! Not 2: Ben bu yazıyı 18.1.2007 günü kaleme almıştım. Ertesi gün Hrant Dink öldürüldü. Dünya lanet haliyle dönüp dururken, bu yazıyı birilerine ulaştıramayacak kadar şiirsizleşmiştim. Sonra, burjuvazi öğrendi, şartlarını açıkladı; bu şartlara uyan internet sitelerine izin verilecekti: ‘Şiirlerin çevresinde ticari amaçlı hiçbir reklâm malzemesi ya da site reklâmı olmaması’ gerekiyordu (YKY rantı niye kaptırsın?); ‘şiirlerin metinlerinin orijinalliğinin ve değiştirilmemiş olduğunun YKY tarafından denetlenmesi’ gerekiyordu (“Helâl olsun!” diyecektim; niye diyemediğimi üçüncü notumdan anlayacaksınız); şiir siteleri ‘Çok uzun şiirler hariç, tanıtım amacıyla en fazla 10 şiir örneği yayımlayabilecek’lerdi. Not 3: RED’in Ocak 2007 sayısında yer alan, V. Mahir Ükünç’ün ‘Nazım Nobel Alsaydı…’ başlıklı yazısı cümle aleme gösterdi ki, YKY’nın ‘şiirlerin metinlerinin orjinalliğine ve değiştirilmemiş olmasına’ ilişkin hassasiyeti doğru değildir; şuara’nınki de körelmiştir. m
ALİ OSMAN COŞKUN
rka bahçenizde ‘Gül’ler açmıyor. Art bahçelerde art niyetler yeşeriyor. Yüzünüzdeki alaycı gülüşler hep bu yüzden. Demokrasi sadece bir araç amaç değil. Sisteminizi kurmaya ne kadar yardım ediyor her şey değil mi? Gerçekten vicdanın rahat mı Kenan Paşa? Astıkların, işkenceden geçirdiklerin dışında, hazırladığın zemin mutlu ediyor mu seni? Kim için yaptın darbeyi, bir anlatsana!.. Beslediğin, büyüttüğün çocuk bir canavara dönüştü, sen rahat mısın? Aynaya baktığında ne görüyorsun? Gördüğünü seviyor musun? Seviyorsan neden tedavi olmuyorsun? Nasıl resim yapabiliyorsun? Ya da yaptıklarını resim mi zannediyorsun? Mutluluğun resmi bugünkü ülke mi senin için? Gerçekten bu vatana “İşte benim ülkem!” diyebiliyor musun? Çağ atlayan ülkenin mimarları! Eserinizle övünebiliyor musunuz? Kaynana Semra hanım, Fatih Ürek dışında bir ‘sanatçı’ tanır mısınız? Bülent Hanım, “Allahuekber!” çağırışlarınız, iş makinelerinize ihale kazandırabildi mi? Yalan söyleyenleri Allah affeder mi? Bana kafayı yedirince rahata erecek misiniz? Deniz Bey denklemi çözebildiniz mi? Bir ‘sol’ kaça bölünebiliyormuş? Pardon Deniz Bey, soru yanlış adama sorulmuş, sizin solla alakanız mı vardı ki? Solla alakası bulunan milletvekili bulunamadığı için bu sorudan vazgeçilmiştir. Bu arada başta Tayyip Erdoğan Bey olmak üzere bu ülkede ki bütün Erdoğan’ları kutluyorum, amaca giden araçları çok iyi kullandıkları için. Ve son sözüm yeni ‘cumhurbaba’ Abdullah Gül’e. Arka bahçenizde güller açmadı sayın Gül. Bu ülkede ne kadar sayın var siz bir sayın lütfen. Arka bahçelerimizde güller açmıyor. Sivas’ta, Malatya’da, piknik alanlarında cinayetler işleniyor. Tarikatlarınızla, cemaatlerinizle hoş gelmediniz! Ve kusura bakmayın ki biz bu ülkede yaşamaya devam ediyoruz. Yolunuz açık olsun demeyeceğim, açık görünüyor zaten. Ve emekçi halkımız 1 Mayıs’ınız kutlu olsun, üzerinizdeki ölü toprağını serpe serpe gelin... Bu kabusa hep beraber ‘güle güle’ dememiz için… SAYGILARIMLA Bu ülkenin aydını Aydının belirleyici olduğunu unuttun. Hangi kanala kanalize olursan Oranın pisliğini akıtıyorsun. Oysa sen ülkenin Sulama kanalıydın Berk sularınla Buğday tarlalarına İş gören makinene Metayı yeğlerken Kanalizasyona karıştın Eyvallah hocam!... En sıkı selamındı… Eyvallah da!... Felsefeleri emmiş beyninle Ak pak kalmış insanları Kuburuna çekmeye çalışma Sen oranınsın artık. “Ben sana arıtma projesi düşünürken” Senin aydınlık mücadelen açlığınmış meğer… On yıl önce doyursaymış karnını tekeller. Keşke doyursaymış, canım abim, kardeşim, aydınım. Ne cezaevi, ne işkence, ne emek savunusu, Çile çekmez, insan olurdun kendince. Hiç değilse iş gören makineye Markan olan metayı yeğlerken Kanalizasyona ilk karışıp Güçlenirdin, Yaratık olarak döndüğün yaşamında…
Çok delikanlı Tayyip Efendi! O emekçiye ettiğin “Ananı da al git!” lafını şimdi edebilir misin?
HAKAN GÜLSEVEN
Çadır tiyatrosu
Ç
ok saçma bir dönem yaşadığımız kesin. Bütün kavramlar, bütün ideolojiler, bütün siyasi kümeler birbirine girdi. Bu kargaşa ve ortaya çıkan acayip gürültüde artık birbirimize laf anlatmak da son derece güç… 14 ve 29 Nisan’da alanlara çıkan yüz binlerce kişinin, kendini ‘solcu’, hatta ‘devrimci’ diye tanımladığını biliyoruz. Milliyetçilikle harmanlanmış ve önümüze fırlatılmış bu tuhaf kokteyli dehşetle izliyoruz. Çünkü, yüz binlerce genç, öğrenci, öğretmen, emekçi, yüz binlerce kadın, ‘solculuk’, hatta ‘devrimcilik’ adına, çocuklarına komando elbiseleri giydire giydire, devrimci katili MHP’lilerle el ele, kol kola, göz göze silahlı kuvvetlerin peşinde hizaya geçiyor. Bu nasıl bir hafızadır? 12 Eylül 1980’de memleket idaresine el koyan cuntanın, bu memleketin tek kurtuluş umudu olan devrimci damarı kurutmak uğruna, şeriatçıları nasıl besleyip büyüttüğünü, koskoca emekçi yığınların sınıf mücadelesini unutup kör bir kaderciliğe gözlerimizin önünde nasıl sürüklendiğini unutmak mümkün mü? Kemal Derviş? Biz elbette, Avrupa Birliği’ne, Amerikan emperyalizmine, şeriata, özelleştirmelere karşı atılan sloganları sahipleniyoruz. RED, ilk sayısından itibaren usanmadan bu konular üzerinde duruyor. Fakat zannediyor musunuz ki, bugün Kuran-BayrakSilah ittifakına koca koca meydanları açanlar, örgütsüz kalabalıkların oralara doluşmasını teşvik edenler, bu kitle seferberliğini gerçekten canlı ve daim tutmak istiyor? Zannediyor musunuz ki, bu işe liderlik eden patronlar ve onların siyasi partileri, gerçekten ABD emperyalistlerine, özelleştirmelere karşılar? O meydanda kol kola girilen MHP’liler, DSP’liler değil miydi, ABD’den
derece yakışıksız gülümsemesiyle, cumhurbaşkanlığı seçimi ilk turunun açılışında yaptığı kimseyi kale almaz konuşmasını yapsın şimdi bakalım. Hatırlarsınız, Deniz Gezmiş’lere dil uzatma cüretinde bulunmuştu. Onun dil uzattığı Deniz Gezmiş ve arkadaşları, bu 6 Mayıs’tan tam 35 sene evvel, idam sehpasında ayaklarının altındaki tabureyi tekmeleyerek, kahramanca gitmişlerdi ölüme. O yüzden devrimciler her şeye rağmen ayaktadır bugün. Ve soyları bir türlü tükenmeyen kahramanlardır.
atama memur Kemal Derviş’i bu memleketin tüm ekonomisinin başına getiren? Dış borç faizlerini ödeyebilmek için memleketin ne değeri varsa, hepsini birden satılığa çıkartanlar bunlardır. Ve bugün Kuvayı Milliye kalpaklarını kolpaya çevirip kafasına geçiren CHP de, son genel seçimlerde Kemal Derviş’le hamam sefasında değil miydi? Evet! Öğrenciler, öğretmenler, emekçiler, kadınlar! Söyleyin bir yol, bu nasıl bir hafızadır? Yoksa mazisi türlü ihanetle dolu, topaç gibi siyaset değiştiren ve nihayet emekli albaylarla cunta gibi bir ‘işçi’ partisi inşa etmeye çalışan milliyetçi Doğu Perinçek mi olacak bizim kurtuluş umudumuz? O meydanları samimi bir isyan duygusuyla dolduran her bir fert, kendisine yine samimi olarak şu soruyu sormalıdır: Fabrikamda, işyerimde, okulumda, hangi mücadeleye katılıyorum? Kendi hayatım, geleceğim ve bu memleketin yoksulları için nerede örgütleniyorum? Örgütsüz halk yenilir. Bir pazar günü evinden çıkıp, meydanlara gidip, ekran madrabazlarının,
kokonaların nutuklarını dinleyerek kurtaramayız geleceğimizi. Sendikalarımızı doldurmadıktan, bürokratlardan, sendika ağalarından arındırıp gerçek birer mücadele örgütü haline getirmedikten sonra, büyük ve geniş öğrenci birlikleri inşa etmedikten sonra, yoksul mahallelerin kadınlarını örgütleyip kendi kaderlerini ellerine alma cüretini kazandıramadıktan sonra, kalk borusuyla dolan o meydanlar, yat borusuyla boşaltılır ve kimse gıkını çıkaramaz! Tayyip’in prangası Kimse korkmasın. Tayyip Erdoğan ve tayfası hiçbir şey yapamaz. O bu düzenden beslenmektedir. Tayyip Erdoğan, ancak o müezzin edasıyla yaptığı artistik konuşmalarda esip gürleyebilir. O sadece savunmasız emekçilere, tükenmiş köylülere, “Ananı da al git!” diye çıkışabilir. Çocuklarının sünnetinde, düğününde takılan altınlarla açıkladığı serveti, oğluna 2.5 milyon dolara aldığı tankeri, sülalesinin geleceğini yatırdığı Amerikan hükümeti onun ayağındaki prangalardır. Bülent Arınç, yüzüne yapışan o son
mSayı 7, Nisan 2007, Aylık süreli yayındır mYayımcı: LM Basın Yayın Ltd. Şti. mİmtiyaz Sahibi: Tuncay Akgün mYazıişleri Müdürü: Hakan Gülseven mYayın Koordinatörü: Maya Arakon mMüessese Müdürü: Ali Yavuz mTel: 0212 292 95 65 (4 hat) mFaks: 0212 245 38 06 mAbonelik: 0212 292 95 65 mBaskı: LeMan Matbaası, Alüminyumcular Sanayi Sitesi C-5 Blok No: 7-8 Hadımköy/İST. Tel: 0212 858 00 93 (Pbx) mMatbaa Sorumlusu: Ali Polat mGenel Dağıtım: BBD Merkez mAdres: Firuzağa Mah. Defterdar Yokuşu No: 47 Beyoğlu / İstanbul
Höt! Oysa şeriat soslu avantacı takımı, kubbeli, miğferli, minareli, süngülü martavalları, ancak yoksulların gözünü boyamak için kullanabilir. Dirençleri yoktur. Olmamıştır. Yanı başlarında Müslüman Irak halkı her gün yüzlerle kırılırken, ABD’nin terkisini yalamaları da bundandır. Kendilerine ‘Höt!’ diyen muktedirlerin önünde, “Abi al sana bir papatya,” diye selam durmaları da bundandır. Onlarda kahramanlık damarı hiç olmamıştır. Bu memleketin kaderini kahramanlıkla birleşen sınıf bilinci belirleyebilir. Şeriatı da, ırkçılığı da, baskıcı rejimleri de ancak böyle bertaraf edebiliriz. Bizi milliyetçi palavralar değil, geleceğimiz için yürüteceğimiz örgütlü mücadeleler kurtarabilir. Sendikalarımızı, öğrenci birliklerimizi, mücadeleci kitle örgütlerimizi yarattığımız ölçüde özgürleşebiliriz. Muktedirler bunu bildiklerindendir ki, 14 Nisan ve 29 Nisan mitinglerine katılım için bütün yolları, bütün meydanları açmalarına rağmen, 1 Mayıs için bütün meydanları, yolları, vapurları, tramvayları kapatmaktadırlar. Bunun için 1 Mayıs fiilen yasaklanmaktadır. RED dergisi, işte bu yüzden milliyetçi burjuvaların liderlik ettiği mitinglerde değil, 1 Mayıs’ın işçi sınıfı meydanında yerini almıştır.
bilgi@reddiye.org www.reddiye.org www.redciyiz.biz