Komünist
Zemin
Kapitalizm ile suç ve çıkar ortaklığı olmayanlar; kapitalizmi yıkıp, özgürlükçü ve eşitlikçi bir dünya kurmak için, devrimci bir Dünya Partisi’nin politik önderliğinde birleşerek
savaşın!
islam sosuna batirilmis kolonyalizmi Kürtler yutmadi, bir de Araplara gidelim; belki onlara yuttururuz bu zehri.
Yunanistan’da Olan Nedir?
Erdoğan İsrail Düşmanlığı Yaptıkça, Ayranı Kabaran Güruh Üzerine
PKK'nın Çukurca Baskını, Devletin Bu Baskın Üzerinden Hesap Ettikleri ve“Örgütlenmiş Acı” Üzerine
Türk Devletinin Topyekûn Saldırısı, Başarabilmenin İmkansızlıkları ve Barış Söyleminin Dayanılmaz Hafifliği Üzerine
Makyavelist İmam
SAYI
17
ARALIK 2011 / OCAK - ŞUBAT 2012
2 TL.
komunistzemin.org
geçer devran,
takvimler el değiştirir.
gün gelir zulüm de göçer
uzağı gören çocuklar bilir
gelecek uzun sürer...
Komünist
Zemin
komunistzemin.org
KOMÜNİST ZEMİN Üç ayda bir yayınlanır. Süreli Yaygın / Politik Dergi
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Tuncay İldem
Adres Zemin Yayıncılık Piyale Paşa Mah. Akman Sk. No:75/A Beyoğlu - İstanbul www.komunistzemin.org komunistzemin@yahoo.com komunistzemin@gmail.com Baskı Can Ofset Davutpaşa Cd. İpek İş Hanı No:4/7 Bayrampaşa / İstanbul Tel: 0212 613 10 77
ÝÇÝNDEKÝLER Türk Devletinin Topyekûn Saldýrýsý, Barýþabilmenin Ýmkânsýzlýklarý ve Barýþ Söyleminin Dayanýlmaz Hafifliði Üzerine
3
Erdoðan Ýsrail Düþmanlýðý Yaptýkça Ayraný Kabaran Güruh Üzerine
7
Yunanistan'da Olan Nedir?
10
Sýnýf Mücadelesi Nedir, Ne Deðildir?
15
PKK'nýn Çukurca Baskýný, Devletin Bu Baskýn Üzerinden Hesap Ettikleri ve 'Örgütlenmiþ Acý' Üzerine
18
Dünyanýn Bütün Dükkân Hýrsýzlarý Birleþin! Konuk Yazar: Slavoj Žižek
21
Somali'de açlýk veya “gayri insani” yardým Konuk Yazar: Fikret Baþkaya
25
“AKP Mucizesi”: Kul'dan Sadaka Toplumuna
29
12 Haziran Seçim Sonuçlarý Üzerine
33
1863-1938
"Ben sizin yalan ve hilelerinizle baº edemedim, bu bana dert oldu. Ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun." (Seyit Rýza)
Komünist Zemin
Türk Devletinin Topyekûn Saldırısı, Barışabilmenin İmkânsızlıkları ve Barış Söyleminin Dayanılmaz Hafifliği Üzerine Ağustos 2011 tarihi itibariyle Devlet Kürtlere karşı topyekûn saldırı başlattığında, açıkçası biz hiç mi hiç şaşırmadık. Çünkü bu devletin geleneğinde, karşısında yer alan güçle müzakere yoluyla anlaştığı hiç görülmemiştir. Bu devlet, tarihi boyunca hep yenilerek geri çekilmek zorunda bırakılmış ama düşmanlığını büyütmeye devam etmiştir. Sömürgecilik ve işgalcilik, neredeyse hiçbir devlete yabancı kavramlar değildir; neredeyse bütün egemen devletlerin tarihinde şu ve ya bu oranda işgalcilik ve sömürgecilik vardır.
Ama Türk devletinin sömürgecilik ve işgalcilik tarihi ve kavrayışı hiçbir devletin tarihi ve kavrayışıyla kıyaslanamaz. Zira Türk devleti dışındaki hiçbir devlet, en azından tarih tarafından mahkûm edildikten sonra, işlediği cinayetleri savunma ve “arkadan hançerlendik” diyebilme gafletine düşmez, düşmemiştir. Örneğin dünyanın en eski sömürgeci devletleri olan İspanyol, Portekiz, Fransız, İngiliz devletleri, sömürgelerinden sökülüp atıldıktan sonra, bugün o topraklarda yaptıklarını savunma cüretini gösteremedikleri gibi, sömürgeleştirmiş ol-
dukları halklardan bahsederken de, “hainler, nankörler bizi arkamızdan hançerlediler” türünden bir söyleme sahip olabilecek derecede bir paranoyaya sahip değildirler. Bütün bu devletlerin kendi tarihlerine yaklaşımları ve kullandıkları dil şudur: “Tarihte yapılanlar yanlıştı ve yapılanlardan dolayı özür diliyoruz.” Ya da, “Çıkarlarımız bunu gerektiriyordu, biz de yaptık.” Dikkat edilecek olunursa, bu açıklamaların hiçbirisinde, sömürgeleştirilmiş toplumlardan ve ülkelerden bahsedilirken, “hainler, namertler bizi arkamızdan vurdular” türünden bir yaklaşım mevcut değildir. Keza Türk devleti dışında hiçbir devlet, soykırıma uğrattığı toplumlar için, “Biz değil, onlar katliam yaptı” demez. Soykırım yapan devletler, “Yapılmış olanlar bir insanlık ayıbıdır ve bu ayıptan dolayı özür diliyoruz” derler. Bu devletlerin davranışlarını yüce bulduğumuz için bu örnekleri vermiyoruz, zira ne sömürgeciliğin, ne de soykırımın bir özrü olur. Bu örnekleri vermemizin nedeni, Türk devletinin özgün durumunu izah edebilmektir. Türk devletinin, dolayısıyla da Türklüğün özgünlüğünü daha iyi anlayabilmek için, bir iki örnek vermek istiyoruz. Mesela günümüzdeki Türk devletinin selefi olan Osmanlı İmparatorluğu, Yunanistan’ı 400 yıl boyunca işgali altında bulundurmuştur ama günümüzdeki Türk devleti, selefi olan Osmanlı Devleti ile gurur duymakta ve işgal yıllarını Yunanlıların “refah ve mutluluk dönemi” olarak tanımlamakta, bağımsızlık için savaşan Yunanlıları ise “nankör ve güvenilmez” olarak ilan etmektedir.
3
Komünist Zemin
Mesela aynı İmparatorluk tarafından soykırıma uğratılan, sürülen ve mallarına el konulan Ermeniler, İmparatorluğun halefi olan günümüzdeki Türk devleti tarafından “Düşmanla işbirliği yapmış ve Türkleri katletmiş hainler” olarak kabul edilmektedir. Bu bakımdan Türk devleti bütün bir devletler tarihinde bir ilki temsil eder. Türk devlet geleneğinin bir başka orijinliği ise, topraklarını, mülklerini ve hayatlarını işgal ettiği toplulukları Türkleştirme gayretidir. Bu da klasik sömürgecilik tarihinde bir ilki oluşturur.
Bugüne kadar görülmemiştir ki İngilizler Hindistanlıları ya da Güney Afrikalıları, Fransızlar Cezayirlileri ya da Madagaskarlıları İngiliz ya da Fransız olmaya zorlasınlar. Tam tersi, sömürgeleştirdikleri toprakların insanlarının bir başka topluluk olduğunu her daim kabul etmişlerdir. Onları “aşağı ırk” olarak görseler de, bir başka ırk ya da halk olduğunu tescil etmekten kaçınmamışlardır. Bu bakımdan da Türk devleti bütün sömürgecilik tarihinde bir ilki temsil eder. Türk devletinin Kürtler karşısındaki genel tutumunu ve neredeyse herkes “müzakere” ve “barış” beklerken, Ağustos 2011 tarihi itibariyle topyekûn saldırıya geçmiş olmasını, Türk devletinin sahip olduğu bu tarihsel mirası anlamadan açıklayabilmek mümkün değildir. Komünist Zemin’in arkasında durak komünistler, Türk devletinin bu tarihsel mirasından yola çıkarak, Türk devletiyle Kürt hareketi arasında müzakere yoluyla bir “barış” sürecinin mümkün olabilece
ğine hiçbir vakit kanaat getirmemişlerdir. Bundan dolayıdır ki Türk devletinin Ağustos 2011 tarihi itibariyle başlatmış olduğu topyekûn saldırı bizi hiç şaşırtmamıştır. Devlet Açısından Başka Türlüsü ya da “Barış” Mümkün mü? Meseleye devlet açısından bakacak olursak, Türk devleti, gerek tarihsel geleneği ve siyasi kültürü, gerek devletin kuruluş ideolojisi, gerek stratejik hedefleri ve gerekse de “Barış”ın ön koşulu olan özerklik, anadilde eğitim, farklılıkların kabulü ve eşit temsili gibi temel meselelerin gereklerini yerine getirebilecek potansiyele sahip değildir. Dolayısıyla da Türk devleti, kısa vadede başka türlü bir yönelişi benimsemek yerine, sürdürülebilir savaş ve kriz politikasını sürdürecektir. Zaten topyekûn saldırısının nedeni de budur. Devletin maksadı, Kürt özgürlük hareketinin örgütlü gücünü ortadan kaldırmak, onu askeri ve siyasi iradesinden yoksun bırakmak ve Kemal Burkay benzeri çakma Kürt liderler ya da sözcüler yaratarak onlar üzerinden devletçi çözümünü hayata geçirmektir. Mantalite aynıdır: “Ne yaparsa devlet yapar, devlet en iyisini yapar.” Türk Toplumu Açısından “Barışabilmek” Mümkün mü? Türk toplumunun çoğunluğunun tarihsel hafızası ve Türk olmayanların farklılıklarını kabul ederek bir arada yaşama geleneği neredeyse hiç yoktur. Toplumun çoğunluğu açısından “Vatan”, Millet ve Türklük gibi kavramların sorgulanması ise neredeyse mümkün değildir. Türk toplumunun neredeyse tamamının Kürtlerin varlığını kabul ediyor olması bir şey ifade ediyor gibi görünse de, aslından bunun pratik bir karşılığı yoktur. Zira Kürtlerin varlığını kabul edip, Kürtlerin var olmaktan kaynaklanan haklarını reddediyor olmak, Kürtlerin varlığını red-
4
Komünist Zemin
detmekten daha politik bir tutumdur ve daha tehlikelidir. Bugün Türk devleti Kürtlerle masaya oturup, Kürt halkının özerklik, anadilde eğitim ve eşit yurttaşlık taleplerini kabul etse bile, Türk toplumunun azımsanmayacak bir bölümü bu durumu kabul etmeyecek, en azından bunu çok uzun bir süre içine sindiremeyecek ve mümkün olan ilk fırsatta bunu kusacaktır.
Siyaseten bu mesele halledilmiş olsa bile, sosyal olarak en azından bu koşullarda halledilemez. Türk toplumunun Kürt halkıyla eşit yurttaşlık ve farklılıkların kabulü ekseninde bir arada yaşamayı kabul etmesi için, bu toplumun önemli alt üst oluşlar yaşaması gerekmektedir. Nasıl ki toplum, “artık cumhuriyete geçiyoruz” denildiğinde cumhuriyetçi olmadıysa, nasıl ki toplum, “demokrasiye geçiyoruz” denildiğinde demokrasiyi bir vazgeçilmezi olarak kabul etmediyse, nasıl ki toplum, “batılılaşıyoruz” demekle artık kendisini batılı gibi hissedip, batılının değerlerini kendi değerleri olarak kabul etmediyse, şimdi de, “haydin, artık barışıyoruz” denildiğinde barışmış olmayacaktır. Bugüne kadar ne olduysa, devlet istediği için olmuş ya da devlet istemediği için olmamıştır. Politik kültürü, tarih anlayışı, tarihsel hafızası, ideolojik oluşumu, sosyalitesi ve psikolojisi bu olan bir toplumun, öteki di-
ye görüp savaş ilan ettiği, aşağıladığı ya da yok saydıklarını kabul edip, sonra da onlarla eşitlik eksenli ortak bir yaşam kurmayı kabul etmesini düşünmek hayalci bir yaklaşımdır. Yok saydığı, aşağıladığı bir halkın siyasi önderliğini, dolayısıyla da mücadelesini teslim almayı amaçlayarak yukarıdan aşağıya doğru inşa edilen bir “barış” sürecinin toplumsal yaşamda karşılığının olabilmesi mümkün değildir. Örneğin, bu toplumun tarihi bunun örnekleriyle doludur. Bu toplumun yaşamına neredeyse yarım asır boyunca tek partili bir rejim egemen olmuş ama toplum buna karşı bir direniş göstermemiştir. Neden? Çünkü her şeyin en iyisini devlet bilmektedir ve devlet bunu uygun görmüşse, vatandaşında bunu kabul etmesi gerekir. Devlet vatandaşına oy kullanma hakkı bahşetmiş ama devlet partisi dışında başka partilerin varlığına izin vermemiş, dolayısıyla da seçme seçilme hakkı verdiği vatandaşına, seçme imkânını yasaklamıştır. Ama devletin vatandaşı bu durumu da sorgulama ihtiyacı duymamıştır. Neden? Çünkü “devlet böyle istemişse, vardır mutlaka bir bildiği.” Bu sefer devlet, “artık çok partili döneme geçilecek” demiş; vatandaşı bunu da coşkuyla karşılamış ve oy kullanmış. 1950 seçimlerinde nüfusun çoğunluğunun oylarıyla Demokrat Parti (DP) iktidara gelmiş ve on yıl boyunca da iktidarda kalmıştır. Ancak 1960 darbesi ile devlet bu duruma bir son vermek istemiş, partileri kapatıp, iktidar partisini yargılamış ve iktidar partisinin başbakanıyla birlikte iki bakanını idam etmiştir. Ama devletin vatandaşı, ne oy verdiği partisinin ve meclisin kapatılmasına, ne seçtiği partin liderlerinin yargılanmasına ve ne de seçtiği başbakan ile iki bakanın idam edilmesine karşı çıkmıştır. Neden? Çünkü “vardır mutlaka devletin bir bildiği.” Aynı durumu 1965 seçimlerinde, 1971 ve 1980 darbelerinde de görmek mümkündür. Devletten bağımsız bir hafızası, politik kültürü, hatta ve hatta düşünme
5
Komünist Zemin
yetisi gelişmemiş bir toplumun, yeri geldiğinde devlete rağmen devletten daha katı olabileceğini, devleti devlet olmaya zorlayan bir rol oynayabileceğini görmek için tarihe bir göz atmak bile yeterli olacaktır. Zira devletler her daim pragmatisttirler, dolayısıyla da çıkarları emrettiğinde savaştıkları gibi barışmasını da bilirler. Ama aynı şey toplumlar için geçerli değildir. Akıl tutulması denilen şey, devletler için değil ama toplumlar için geçerlidir. Ve akıl tutulması denilen şey, yasalarla ve kararnamelerle değil, ancak büyük sarsıntılarla aşılabilir. Özcesi, Türk toplumunun çoğunluğu açısından Kürtlerle barış içinde ve eşit koşullarda bir arada yaşamak, siyasi kararlarla hayat bulacak bir durum değildir. İki toplumun barışabilmesinin ön koşulu, Türklerin Türklüklerini ve devletle kurmuş oldukları bağı sorguladıkları ve aştıkları ölçüde mümkündür. Yani Türkler kendilerini ve devleti yargılamadan Kürtlerle gerçek anlamda barışamazlar. Barış Söyleminin Dayanılmaz Hafifliği Barışta ısrar eden kesimlerin görmekten özellikle kaçtıkları noktaları yukarıda ortaya koymaya çalıştık; dolayısıyla da bu noktaları tekrarlamak istemiyoruz. Ama şu kadarını söylememiz gerekiyor ki, barış söylemini dayanılmaz anlamda hafif kılan nedenlerin başında, yukarıda sıraladığımız noktaların göz ardı edilmesi gelmektedir. Barış söylemini dayanılmaz anlamda hafif kılan bir başka nokta ise, toplumları yalnızca kandırılmış kurbanlar olarak mütalaa eden yaklaşımdır. Çünkü toplumlar yalnızca kurban oldukları ya da kandırıldıkları için suça iştirak etmezler. Toplumlar suça iştirak ederler, çünkü toplumun bir kesimi işlenen suç üzerinden maddi çıkar sağlarken, önemli bir kesimi de mevcut durumla bir aidiyet bağı kurmuştur. Örneğin Türklerin çoğunluğu için Türklük bir aidiyettir, dolayısıyla da sorgulanan Türklük üzerinden kendi aidiyetlerinin sorgulandığını dü
şünmektedirler. En azından işlenen suç üzerinden rant elde etmeyen kesimlerin artık suça iştirak etmemeleri için, öncelikle yeni bir aidiyet tanımlamasına ihtiyaçları vardır. Bütün bu nedenlerden dolayıdır ki barış söyleminin günümüz koşullarında, en azından Türk toplumunun çoğunlunun nazarında bir ağırlığı yoktur. Barış içinde ve farklılıkların kabulü esasına dayanan bir ortaklık fikri ve potansiyeli Kütlerde vardır; zaten Kürtler de bunu pratik tutumuyla ortaya koymaktadırlar. Ne vakit ki Kürtlerin barış için yaşama istekleri Türk toplumunda da karşılığını bulur, işte o vakit barış söyleminin dayanılmaz hafifliği de yerini gerçek hayatta karşılığı olan bir ağırlığa bırakır ve bu ağırlık karşısında hiçbir güç dayanamaz. Ama bunun için Türk toplumunun en azından savaştan nemalanmayan kesimlerinin Kürtlerin sesine ses vermesi gerekiyor. Örneğin Kürtlerin, “Ne Gerilla ne de Asker, çocuklarımız ölmesin” parolasıyla bombalanan Kürdistan dağlarına yürüyüşe geçip, kendilerini canlı kalkan yapmaları, ne vakit ki, en azından ölen askerlerin yakınları tarafından da sahiplenilir, ne zaman ki onlarda “Ne asker ne de Gerilla, çocuklarımız ölmesin” parolasıyla canlı kalkan olurlarsa ya da Türk savaş uçaklarının kalktığı askeri havaalanlarını işgal etmeye cüret ederlerse; işte o vakit barış söylemi de bir söylem olmaktan çıkıp, hiçbir gücün karşısında duramayacağı bir gerçeklik olur.
6
Komünist Zemin
Erdoğan İsrail Düşmanlığı Yaptıkça Ayranı Kabaran Güruh Üzerine 2011 yılının Eylül ayının ilk günlerinde gazeteler şöyle yazıyordu: “12 Eylül’de Mısır’a gidip Kahire Üniversitesi’nde tarihi bir konuşma yapacak olan Erdoğan’ın Gazze’ye geçebilmesi için Ankara Mısır yönetimine yoğun baskı yapıyor.” Basın yoluyla duyurulan haber böyleydi. Basın, bu haberi yalnızca bir haber olarak değil, bir gurur vesilesi olarak mütalaa etmiş ve sütunlarına bu gururla taşımıştı. Yalnızca basın değil, kendini Türklük üzerinden ifade eden güruh da Erdoğan’ın bu kararını bir gurur vesilesi olarak mütalaa etmişti. Erdoğan Mısır'a gitti ama Gazze'ye gitmedi. Zaten gideceği de yoktu. Erdoğan'ı görevlendiren güçlerin maksatları, İsrail düşmanlığı üzerinden İslam âleminde bir Erdoğan miti yaratmaktı.
şıdır, ne de bu devletle bir husumete sahiptir. Bu yazı kapsamında tartışmak istediğimiz, Erdoğan'ın İsrail siyaseti değil, Erdoğan'ın izlemiş olduğu İsrail siyaseti üzerinden ayranı kabaran güruh olduğundan; bir an için Erdoğan'ın İsrail düşmanı ve Filistinlilerin dostu olduğunu varsayarak, Erdoğan'a methiyeler dizen güruha sormak istiyoruz: ● Yalnızca Gazze değil, bütün Filistin abluka ve işgal altındadır. İyi de, Erdoğan hükümeti bunca zaman İsrail ile askeri ve ekonomik ortaklıklar imzalarken aklınız neredeydi? ● Dün hangi çıkarlarınız söz konusuydu ki, dün görmediğinizi bugün görebiliyorsunuz? ● Bugün hangi değişen çıkarlarınız söz konusu ki, İsrail düşmanlığı sizi bu derece gururlandırabiliyor?
Erdoğan uluslararası sermayenin İslam âlemi içindeki Truva Atı'dır, dolayısıyla da mümkün olduğunca İsrail düşmanlığı yapması görevinin gereğidir. Yoksa Erdoğan, ne İsrail Devleti'nin varlığına kar-
Bir başka soru da şudur: Sahi, Filistin sizi hangi nedenden dolayı ilgilendiriyor? Müslüman olduğu için mi? Kesinlikle hayır. Eğer buna evet diyecek olursanız, bu durumda cevaplamanız gereken sorular artar. Mesela 1990 yılında kuşatılan Irak halkı da Müslüman idi, ama her nedense bu sizi ilgilendirmedi. Daha da beteri, hem Irak'ın İncirlik Üssü'nden kalkan savaş uçaklarıyla vurulmasına, hem de on yıldan fazla süren ambargo süresince bir buçuk milyon Iraklının ölmesine destek verdiniz. Daha da beteri, "Bir koyup üç alacağız" diyen dönemin iktidarına onay verdiniz. Mesela Mısır, Tunus, Libya ve Suriye gibi Müslüman ülkeler emperyalizmin ihtiyaç-
7
Komünist Zemin
larına göre yeniden dizayn edilirken ve binlerce Müslüman öldürülürken, sizin alkışladığınız AKP hükümeti, bu yeniden dizaynın taşeronluğunu yürütmektedir ve siz de bu hükümete onay vermektesiniz. Mesela tıpkı Filistinliler gibi Kürtlerin de çoğunluğu Müslüman'dır ama Filistin söz konusu olduğunda açılan gözleriniz ve kulaklarınız, söz konusu Kürtler olduğunda sımsıkı kapanmaktadır. Üstelik de Kürtler Filistinlilerin istediklerinin onda birini bile istemiyorlar; Kürtler eşit vatandaşlık ve yerinden yönetim isterken, Filistinliler ise İsrail’in işgal topraklarını terk etmesini ve bağımsız Filistin Devleti istiyorlar. Ama siz buna rağmen İsrail’in Filistinlilere yaptıkları bir zulüm, Filistin’in direnişini ise zulme karşı onurlu bir direniş olarak mütalaa ederken, Türk devletinin Kürtlere karşı giriştiği topyekûn saldırıyı onaylıyor, Kürt özgürlük hareketini de linç etmeye çalışıyorsunuz.
Oysa Filistinliler ile Kürtlerin hem tarihleri, hem de makûs talihleri ne kadar da bir ve aynıdır. İki halk da topraklarını yaşadıkları toprakları terk eden topluluklara açmış, bu toplulukları misafir etmişlerdir. Sonra iki halkın da hem toprakları ve hem de yaşamları göç etmiş ve misafir olarak kabul edilmiş bu topluluklar tarafından gasp edilmiştir. Her iki halkın da misafir ettikleri bu topluluklar, misafir edildikten sonra, kendi-
lerini misafir eden bu halkların hükümdarı olmuş, bu halkları katletmiş, sürgün etmişlerdir. Bütün bu örnekler gösteriyor ki, Erdoğan'ın "İsrail karşıtı" şovu üzerinden Filistinlileri hatırlayan ve ayranı kabaran güruhun kalkış noktası Filistinlilerin Müslüman kimliği değildir, olamaz. O halde, ayranı kabaran bu güruhun hareket noktası nedir? Bu atmosfer her ne kadar iktidar ve medya üzerinden örgütlenmiş olsa da, bu atmosfere kaynak teşkil eden daha köklü iki ana neden söz konusudur. Tabii ki bu durumu açıklamak için daha onlarca neden sıralanabilir ama biz belirleyici olan bu iki ana nedeni sıralamakla yetineceğiz. İktidar merkezli örgütlenen "Türklerin Yüzyılı" kampanyasının bu derece taraf bulmasının iki ana nedeninden birincisi, Türk toplumunun ezici çoğunluğunda hiçbir vakit cazibesini yitirmemiş olan Pantürkizm ve emperyal güç olma özlemidir. Zira bu toplum, emperyal güç olmuş ve başka toplumları sömürgeleştirip, başka toprakları işgal etmiş diğer toplumların aksine, yıkıcı geçmişine özlem duymaktan yana hiçbir sıkıntısı olmayan bir özelliğe sahiptir. Öyle ki, bırakalım "Turan Düşü"ne bağlı Türkleri bir yana, adı komüniste çıkmış Ruhi Su bile, sözleri Turan fikrinin gelmiş geçmiş en büyün ozanı Fazıl Hüsnü Dağlarca'ya ait olan "El kapıları" adlı şiirini türküleştirerek feryat etmekte bir sakınca görmemiştir: “Sığmazken Atalarım güne, yarına, Düşmüşüm vay düşmüşüm ben el kapılarına..." Keza aynı şekilde Nazım Hikmet, emperyal geçmişe özlemini dile getirmekte hiçbir sakınca görmemiştir:
8
Komünist Zemin
"Dörtnala gelip Uzak Asya'dan Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan Bu memleket bizim!" Daha da beteri, gerek Ruhi Su, gerekse de Nazım Hikmet'in okuyucu ve dinleyici kitlesi olan sol cenah da bu sözlerle coşabilmiştir.
İkinci neden ise, uluslaşma sürecinin yukarıdan aşağıya ve bir darbe yoluyla gerçekleştirilmiş olmasının yaratmış olduğu travmadır. Uluslaşma süreci her ne kadar bir siyasal örgütlenmeye tekabül etse de, bir anda ve darbe yoluyla ortaya çıkmış bir durum değildir. Toplulukların ulus olarak ortaya çıkmalarının tarihsel ve kültürel bir arka planı ve hafızası vardır. Ama Türklerde bu süreç bu şekilde gelişmemiştir. Türklerde ulus olma bilincinin sosyolojik, kültürel ve tarihsel bir temeli yoktur. Türklerdeki uluslaşma süreci, darbe ve kanunlar yoluyla inşa edilmiştir; ideolojiktir ve devlet eliyle gerçekleştirilmiştir ve bu ideolojik ulus formasyonunun tebaanın organik (sosyal) yaşamında karşılığı yoktur.
Türklük ideolojisine göre Türk olmanın, tıpkı Müslüman olmak gibi şartları vardır. Türklük, adeta bir sözleşmedir. Türklüğün tarifi, bir ulus tarifinden çok, bir ırk (üstün) tarifine denk düşer. Bundan dolayıdır ki Türk toplumu, her seferinde kendisini devlet eliyle yaratılmış ve gerçek yaşamda karşılığı olmayan "Türklük Miti" ile realitede ki Türklük gerçeği arasına sıkışmış bulur; Türklerin reaksiyonlarını belirleyen işte bu sıkışmışlıktır. Bundan dolayıdır ki kendisini Türklük üzerinden ifade eden bu topluluk, Türklüğün adının geçtiği her yerde yay gibi gerilir. Türklüğü oluşturan paradigmaya yönelik her girişim, hiçbir sorgulamaya tabi tutulmaksızın hemen reddedilir ve karşı saldırıya geçilir. Keza geçmiş ile gelecek arasına sıkışmış benliğinden dolayı onun ezik gerçekliğini ve mitlere dayanan geçmişini okşayan her şey bu topluluğu coşturabilir. Öyle ki, belki de Türkiye'nin haritadaki yerini bilmeyen ama "Türk asıllı" olan birinin her hangi bir alanda kaydettiği "başarı" üzerinden bu topluluk gurur duyabilir. Tayyip Erdoğan ve ekibi bu realiteyi iyi kavradıklarından dolayıdır ki, söylemek istediklerini, söyleyecekleri yeri ve zamanı çok iyi biliyorlar; başarılı da oluyorlar. Filistin meselesi ya da "İsrail düşmanlığı" üzerinden Tayyip Erdoğan'ın elde etmiş olduğu başarıyı ve Türklüğün hezeyanını ancak bu çerçevede ele alarak anlayabilmek mümkündür. Yani kendisini Türklük üzerinden ifade eden bu güruh Filistin dostu olmadığı gibi İsrail düşmanı da değildir.
9
Komünist Zemin
Yunanistan’da Olan Nedir? Geçtiğimiz aylarda gün geçmiyordu ki burjuva basınında “Yunanistan’da Kriz…” ya da “Yunanistan İflas Etti…” türünden başlıklar taşıyan bir haberle karşılaşıp okumayalım, karşılaşmaya ve okumaya devam etmeyelim. Yunanistan’la ilgili burjuva basınında çıkan bu haberlerin ve yorumların bizim açımızdan bir ehemmiyeti yok. Esasen bizi ilgilendiren şey, Yunanistan’da yaşanmakta olan olayların sosyalist hareket tarafından nasıl algılandığı ve bu süreci nasıl mütalaa ettiğidir. Çünkü bizim açımızdan önemli olan da, hayati olan budur ve biz bu yazı kapsamında Yunanistan’da yaşanmakta olanları, yaşananlara dair yorumları ve önermeleri bu zemin üzerinden tartışacağız. Şimdiye değin sosyalist hareketin bu sürece ilişkin kullandığı dil, burjuva basında kullanılan dilden pek de farklı olmadı. Zira burjuva basın gibi sosyalist çevreler de Yunanistan’da bir krizden söz ettiler; ancak, sosyalist hareketin neredeyse bütün sektörleri işi bir adım daha ileri götürerek, Yunanistan’da ön devrimci bir durumun yaşandığı tespitine kadar vardırarak asıl sorunun kitlelerin mücadelesine yön verebilecek devrimci bir önderlik sorunu olduğunu ilan eden saptamalar yaptılar.
İşte sosyalist hareketin yaklaşımlarını ifadesi olan kimi örnekler: “Yunanistan işçi sınıfı sermayenin saldırılara boyun eğmeyerek ve direnme iradesi göstererek tüm sınıf kardeşlerine yol gösteriyor.” (Uluslararası İşçi Dayanışma Derneği) “Yunanistan İşçi Sınıfı Haykırıyor: Onların Krizini Ödemeyeceğiz! …Yunanistan işçilerinin mücadelesi bu noktada küresel kapitalizmin geleceği açısından tayin edici bir önem taşıyor.” (Sürekli Devrim Hareketi) “Yunanistan’da işçi sınıfı ekonomik ve siyasi örgütlülüğü bakımından azımsanmayacak bir güce sahip, ama mevcut önderliklerin hiçbirisi işçi sınıfının siyasi iktidarı ele geçirme perspektifine sahip değil.” (Militan) “Görünen o ki, stratejik açıdan güçlü taraf olan işçi sınıfıyla emekçilerin zayıf noktası, harekete önderlik edecek devrimci sınıf partisinin henüz sahnede görünmemesi ve sendika bürokrasisinin işçi sınıfı üzerindeki uğursuz etkisidir...” (Kızıl Bayrak) “Yunanistan’da “Tembeller” İsyanda, Burjuvazi Panikte…” (Marksist Tutum) “EEK’in 15 Aralık seferberliğindeki genel çizgisi hükümeti ve aldığı önlemleri bozguna uğratmak, AB ve IMF’yi kovmak, dış borcu iptal etmek ve işçi iktidarını kurmak için süresiz Genel Politik Grev çağrısı yapmak oldu. Bunların yazılı olduğu pankartımızın arkasında aralarında yakınlarda işten atılan Metro işçilerinin ve özelleştirilen karayollarındaki gişe ücretlerine karşı halk hareketinin en
10
Komünist Zemin
militan kanadının da bulunduğu, çoğu ilk kez bizimle buluşan yüzlerce işçi ve genç yürüdü. Yunanistan çapında tüm işçileri ve halk hareketini bir geçiş talepleri programı etrafında şekillenen merkezi bir eylem planı üzerinde birleştirmek en acil politik sorundur. Kapitalist barbarlığa ve bürokrasilere meydan okuyan sayısı büyüyen güçlerin örgütlenmesi ve siyasi eğitimi, öncünün devrimci parti içinde yeniden kümelenmesi en hayati görevdir.” (Gerçek Gazetesi) “Kapetan Kemal öldü, Yunan iç savaşı sürüyor...” (Gerçek Gazetesi) Bu örnekleri daha da çoğaltmak mümkün, ama bu kadarından da anlaşılacağı gibi, sosyalist sol, mevcut tabloda gerçek olanı değil de, gerçekleşmesini arzuladığı şeyleri, hayallerini görmek istemektedir. Peki, Neydi O halde Yunanistan’da Olan? Bilindiği gibi son birkaç yıldır AB’nin çeper ülkelerinde ciddi yapısal ve ekonomik sorunlar yaşanmaktadır.
Esasen bir bütün olarak kapitalist dünya sisteminin bir yapısal krizi söz konusudur.
Kriz süreklidir, çünkü kapitalizmin doğası gereği krizler ona içkindir, ama zaman zaman, özellikle de kapitalist sistemlerin yeniden yapılanma dönemlerinde, ya da aşağıdan (sistem dışından) gelen bir baskıyla olağan kriz durumlarını aşan bir kriz de mümkündür. Şu günlerde Yunanistan’da yaşanmakta olanlara dair söz konusu edilen kriz, esasen yapısal bir krizdir. Bu krizin devrimci ya da ön devrimci bir krize denk düştüğünü söyleyebilmek ise olası değildir. Her şeyden önce Yunanistan’da söz konusu olan şey; engellenemez ve yönetilemez çok yüksek bir enflasyonun yaşandığı, sistemin çalışan kitlelerin ekonomik ve sosyal taleplerini karşılayamadığı bir durumla yüz yüze kaldığı, yönetenlerin artık yönetemez duruma düştükleri ve yönetilenlerin de artık yönetilmek istemedikleri gibi bir durum değildir söz konusu olan. Yunanistan’da söz konusu olan şey, Uluslararası kapitalist iş bölümünün gereklerini yerine getiremeyen, dolayısıyla kredi notu düşen, dış borçlarını ödeyemeyen ve yeni dış kredilere ihtiyaç duyan bir sistemin kendini yeniden yapılandırmasının sancılarıdır. Yunanistan’ın yaşamakta olduğu bu sürece ilişkin uluslararası finans merkezlerinin tutumunu ve destek için ileri sürdüğü şartları belirleyen şey ise, Yunanistan’ı uluslararası konseptin şimdiki ihtiyaçlarına uygun olarak yeniden şekillendirmektir. Uluslararası finans merkezleri bu amaca bağlı olarak Yunanistan’dan yeni düzenlemeler yapmasını istiyor ve bu şarta bağlı olarak Yunanistan’ın ihtiyacı olan parayı vermeyi ve ödenemeyen borçlarını ertelemeyi taahhüt ediyor. Esasında Yunan devleti de daha başından itibaren bu yeniden yapılanmadan yanaydı, fakat bunu kitlelere kabul ettirebilmekte zorlanıyordu. Aylarca süren tartışmalardan ve çatışmalardan sonra IMF ve Dünya Bankası’nın PASOK hükümetine şart koştukları, PASOK'un hem kitlelere, hem de
11
Komünist Zemin
parlamentoda yer alan muhalefete kabul ettirmekte zorlandığı, ama sonunda büyük oranda onaylanan pakette şunlar vardı:
yüzde 5-15 arasında ek vergi ödemesi gerekecek. 2010 için öngörülen devlet yatırımlarında 500 milyon Euro tasarruf yapılacak.
Devlet sektöründe çalışanların ve emeklilerin maaşlarına üç yıl zam yapılmayacak.
Emeklilik için daha önce en az 37 yıl olan sigorta primleri ödeme zorunluluğu en az 40 yıla çıkarılacak.
Devlet sektöründe iki maaş ikramiyenin yerine, aylık gelirin 3 bin Euro’nun altında olması şartıyla üç taksitte toplam 1000 Euro ödenecek. Hem devlet hem de özel sektörden emeklilere ise maaşlarının 2 bin 500 Euro’nun altında olması şartıyla toplam 800 Euro ikramiye ödenecek.
IMF ve Dünya Bankası’nın şart koştuğu, PASOK hükümetinin de taraf olduğu değişiklik paketinde yer alan kararlardan da anlaşılacağı gibi, bu kararlar esas olarak çalışanların hayatlarında bir daralmaya yol açacak niteliktedir. Haliyle de çalışan kesimlerin buna karşı tepki göstermeleri eşyanın tabiatına uygun bir durumdur. Eşyanın tabiatına uygun olmayan, sosyalist hareketin çalışan kesimlerin bu tepkisine yüklediği anlam ve misyondur. Dünyanın hiçbir yerinde, reel ücretlerde senede 150-200 Euro’luk bir düşüş olacak, emeklilik yaşı yükseltilecek, vergi oranları yükseltilecek diye devrim olmaz. Hele bu ülke bir Avrupa Birliği ülkesi ise, hiç mi hiç olmaz. Söz konusu olan, taraflar arasında pay dalaşıdır, bir taraf ortadaki pastadan daha fazla pay almak, en azından mevcut payını korumak istiyor, diğer taraf ise, yani pastayı kontrol eden taraf ise karşı tarafa daha az pay vermek istiyor, olan bitenin hepsi bu. Dolayısıyla da pay almak üzerine yapılan bir çatışmayı sınıf mücadelesi ya da sınıf savaşı olarak adlandırmak olacak iş değildir. İşçi sınıfının mevcut kurulu olan sistemin bünyesinde kendine daha fazla yer edinmeye ya da mevcut yerini korumaya endeksli çatışmaları, sınıf mücadelesi olarak mütalaa edilemez. Ama bu demek değildir ki, biz bu çatışmaların içinde yer almayız. Tabii ki bu çatışmaların içinde yerimizi alırız, ama bu çatışmaları doğru kavrayarak ve bu çatışmaların kuyruğuna da takılmadan.
Daha önce yüzde 20 indirime gidilen devlet sektörü çalışanlarının ek ödemelerine yeniden yüzde 8 ek indirim yapılacak. Ek ödemelerin maaşa dâhil olduğu KİT çalışanlarının maaşlarında yüzde 3 indirim gelecek. İki ay önce yüzde 10 arttırılan KDV oranı yüzde 10 oranda arttırılacak. Lüks tüketim mallarındaki vergi yüzde 34’den yüzde 37’ye çıkarılacak. “Açlık sınırında” olan dar gelirlilere yapılan 150-200 Euro’luk yardım bir defaya mahsus olmak üzere ödenmeyecek. 2011’den itibaren emeklilikte yaş sınırında kadın-erkek eşitliği getirilecek. Özel sektörde işten atılma durumunda ödenen tazminat miktarın düşürülecek. Özel sektörde asgari ücret yeniden belirlenecek. Şans oyunlarına yeni vergi düzenlemesi yapılacak. 5 milyon Euro’nun üzerinde kâr gösteren şirketlerin bir defaya mahsus kârlarının
12
Komünist Zemin
Nihayetinde mağdur olan her topluluk daha iyi bir yaşam talep eder ve bunun için de kendisini mağdur edenlerle çatışır; bu, mağdur olanın en tabii hakkıdır ve bu anlamıyla da mağdur olanların bu haklılığının teslim edilmesi gerekir. Ama komünistlerin siyasi maksatları, haklı olanların haklılıklarını desteklemek ve kayıtsız-şartsız onların yanında olmak değildir. Komünistler, işçi sınıfının iktidarını hedeflemeyen, ama nihayetinde birer haklılar hareketi olan bu türden çatışmalar içinde elbette ki yer alırlar, ama kendi maksatlarını bu hareketlerin maksatlarıyla sınırlayarak bu hareketlere tabi olmazlar. Bilakis, bu hareketlerin bir sınıf mücadelesi zeminine oturabilmesi için hareketin içinde yer alarak mücadele ederler. Bir Garip Mizansen: PASOK Sahneye Koydu, Sendikalar Taşeronluk Yaptı, Sosyalist ve Anarşist Hareket İcra Etti IMF ve Dünya Bankası’nın PASOK hükümetinden talep ettiği değişiklikler, PASOK hükümetinin de taraf olduğu değişikliklerdi. Ama PASOK hükümeti birçok şeyi bir arada düşünmek zorundaydı. Birinci olarak, parlamento içi muhalefetin elini güçlendirmemeliydi. İkinci olarak, parlamento dışı güçleri hesaba katmalı, bunun da dışında, bu gücü de kendi lehine kullanabileceği bir güce dönüştürebilmeliydi. Üçüncü olarak ise, uluslararası finans merkezleriyle oturacağı pazarlığa eli güçlü gidip, istediğinin azamisini koparmalıydı. Bu karmaşık durum hesaba katıldığında PASOK hükümetinin bu süreci çok ustaca yönettiğini teslim etmek gerekiyor. Nasıl mı? Birincisi, PASOK hükümeti, kontrolündeki sendikalar ve kardeşi sayılabilecek Yunanistan Komünist Partisi aracılığıyla sokak hareketlerini hem büyüttü hem de elimine etti. İkicisi, sokak hareketlerini kendi eliyle büyüterek uluslararası finans merkezleri-
ni, “bakın artık olaylar bizim kontrolümüzden çıkıyor, bu paralar gelmezse hep birlikte batarız” diyerek korkutmayı ve istediğini almayı başardı. Üçüncüsü, mevcut krizi kullanarak PASOK hükümetini köşeye sıkıştırmaya çalışan parlamento içi muhalefeti, “bu gemi batarsa içinde siz de varsınız” diye korkutarak, istediği paketi parlamentodan büyük ölçüde geçirmeyi başardı. Dördüncüsü, toplumun çoğunluğunu, “eğer bu paketi onaylamazsak iflas ederiz” fikrine ikna etti. Sonunda muradına eren Yunan burjuvazisi ve uluslararası sermaye oldu. PASOK’un sahneye koyduğu mizansen eksiksiz oynandı ve bitti. Parlamento paketi büyük ölçüde onayladı, IMF ve Dünya Bankası kredileri peyderpey serbest bırakmaya başladı. Sendikalar pas attılar, sosyalist sol iman tazeledi, anarşist hareket ise sırt çantasını bol miktarda kahramanlık hikâyesiyle doldurarak uzun yaz tatiline çıktı, taa ki yeni sezon açılana dek. 29 Haziran tarihinde Yunan Parlamentosu, 48 saatlik genel grevin gölgesinde paketi büyük ölçüde onayladı ve perde kapandı. Temmuz ayı geldiğinde ne krizden, ne de devrim beklentisi doğuran sokak hareketinden eser kalmamıştı.
Bu mizansen’in aktörlerinden biri olan EEK (Türkiye’deki DİP’in kardeş partisi) ise, sahneye konulan mizansenin en çok mağduru olanlardan biri oldu.
13
Komünist Zemin
Bu parti, Yunanistan’daki sokak hareketlerinden neredeyse bir devrim doğurmaya kalkışacak kadar heyecana kapılmıştı. Ama o “muazzam devrimci dalga”ya rağmen, 25-26 Temmuz tarihlerinde organize ettiği yaz kampını 60 kişiyle yapmakla yetinmek zorunda kaldı. Devrim beklerken, 60 kişiyle, (bunun üçte birini başka ülkelerden gelen misafirler oluşturuyor) bir kamp yapmakla yetinmek oldukça trajik olsa gerek.
içi mücadeleler iken; 15-16 Haziran Direnişi, Tariş Direnişi vb. işçi direnişleri, burjuvaziyi bir sınıf olarak karşısına alan, onun sınıf egemenliğini sorgulayan, en azından onun karşısında işçi sınıfının örgüt yapısını savunan direnişlerdir.
Ne Yapmalı ya da Nereden Başlamalı? Bu soruları doğru cevaplayabilmek için, öncelikle sosyalist hareketin sınıf mücadelesine ilişkin kavrayışının aşılması gerektiğini kabul etmek bir ön şarttır. Bunun ön şartı ise, sosyalist hareketin tartışmasız referansı olan Marksizm’in sınıf mücadelesinin ne olup, ne olmadığına ilişkin genel kavrayışıdır. Zira günümüz sosyalist hareketi, tarihsel referansına bağlılığını sürdürmektedir. Eğer bu hesaplaşma yapılmazsa, 1970 15-16 Haziran işçi direnişi ile, 1990 Zonguldak Madenci Direnişini, 1980 Tariş Direnişi ile 2010 TEKEL Direnişi'ni, 1918 yılında Sovyet Devrimi ile dayanışma maksadıyla yapılan Avrupa'daki işçi direnişleri ile Avrupa'da günümüzde cereyan eden işçi eylemlerini bir ve aynı şey olarak değerlendirmiş oluruz. Bunlar bir ve aynı şeyler değildir. Bunun da ötesinde, yukarıda bahsi geçen işçi eylemleri, bir ve aynı şeyler olmadığı gibi, birbirlerini dışlayan karaktere sahiptirler. Çünkü bu işçi direnişlerden Zonguldak Madenci Direnişi, TEKEL Direnişi ve günümüzde Avrupa ülkelerinde cereyan eden işçi eylemleri, mevcut rejimlerin sınıflı yapısını, mülkiyet ilişkilerini ve burjuvazinin iktidarını sorgulayan mücadeleler değil, mevcut sistem içinde çalışan kesimlerin refahını yükseltmeye ya da çalışan kesimlerin sahip olduklarını korumaya endeksli sistem
Özcesi, sosyalist hareketin cevaplaması gereken soru şudur: Bir çatışmanın ya da eylemin karakterini belirleyen, çatışmanın içinde yer alan kesimlerin sınıf tabiatları mıdır, yoksa bu çatışmanın stratejik olarak neyi hedeflediği mi? Sosyalist hareketin neredeyse tamamının aksine, Komünist Zemin'in arkasında duran komünistlerin bu soruya yanıtı şudur: Bir çatışmanın ya da eylemin karakterini belirleyen, çatışmanın içinde yer alan kesimlerin sınıf tabiatları değil, bu çatışmanın stratejik olarak neyi hedeflediğidir. Komünist Zemin'in arkasında duran komünistlerin bu cevabı, aynı zamanda "Ne yapmalı ya da nereden başlamalı?" sorusunun da cevabıdır. Eğer sosyalist hareket bu halkayı yakalamamakta ısrar edecek olursa, sistemde kendisine yer açmaya ve sistemle daha fazla bütünleşmeye endeksli işçi hareketinin kuyrukçusu olmaktan ve sistem tamirciliğinden kurtulabilmesi mümkün olmayacaktır.
14
Komünist Zemin
Sınıf Mücadelesi Nedir, Ne Değildir? "Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir." Komünist hareketin amentüsü olarak kabul edilen Komünist Manifesto’da, Marks ve Engels, sınıflı toplumlar tarihini bu biçimde izah ediyorlardı. Komünist Manifesto’nun kaleme alındığı tarihten günümüze 163 sene geçti; O günden bugüne, gerek kapitalizm, gerekse de onun “mezar kazıcısı” olarak kabul edilen işçi sınıfı, Komünist Manifesto’nun yazarlarının tahayyül bile edemeyeceği ölçüde yapısal değişiklikler geçirdiler. Burjuvazi, defalarca yenilgiye uğradı, krizler yaşadı ama bütün bunlara rağmen kendisini aşarak günümüze kadar varlığını güçlenerek sürdürdü. Aynı şekilde işçi sınıfı da büyük zaferler kazandı, birden fazla ülkede kapitalist devleti bir süreliğine de olsa tarih sahnesinden sildi, uluslararası burjuvaziye ecel terleri döktürdü. Şimdilerde ise mevzilerini yeniden ve tümden burjuvaziye terk etmek zorunda kaldı ve gelinen aşamada tarihinin en bölünmüş ve en örgütsüz döneminden geçiyor. Ama ne burjuvazinin zafer sarhoşluğu, ne de işçi sınıfının içinden geçtiği yenilgi süreci, 163 sene önce Komünist Manifesto’da dile getirilen gerçeği, "Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir" gerçeğini değiştirememiştir. Zaten bizim tartışmak istediğimiz mesele de bu değildir. Bizim burada tartışmak istediğimiz şey, neyin sınıf mücadelesi olup, neyin ise olmadığıdır. Sınıf Mücadelesi Nedir ya da Ne Değildir? Eğer klasik Marksizm’in zemininde bu soruya bir cevap arayacak olsaydık,
böyle bir soruyu sormamız bile icap etmezdi. Zira Marksist geleneğin ve dahası bu geleneğin ismini aldığı Marks’ın da bu meseleye yaklaşımı sorunludur. Çünkü Marks’ın, dolayısıyla da ardılı olan Marksist geleneğin bu meseleye dair görüşlerinde belirleyici olan pozitivizmdir. Bundan dolayıdır ki örneğin 19. yüzyıl boyunca sürece damgasını vuran Luddist hareket, Marksizm tarafından sınıf mücadelesi değil, reaksiyoner bir hareket olarak kabul edilirken, 19. yüzyıl’ın sonlarına doğru ortaya çıkan ve daha iyi yaşam koşulları, 8 saatlik işgünü türünden talepler etrafında yükselen işçi mücadeleleri adeta kutsanmaktadır. Çünkü Marksizm'de üretim ve üretim araçları “kutsaldır” ve ancak bu disiplin dâhilinde cereyan eden işçi hareketleri sınıf mücadelesi olarak kabul edilebilir. Komünist Zemin'in arkasında duran komünistlerin Marksizm'in bu ön şartıyla ve kavrayışıyla ortaklıkları yoktur. Komünist Zemin'in arkasında duran komünistler, Marksizm'in "Tarih, sınıf savaşları tarihidir" belirlemesini sahiplenmekle birlikte, sınıf mücadelesinin tanımını klasik Marksizm’in zemini üzerinden yapmamaktadır. Örneğin: Grev hakkı için mücadele etmek ve daha yüksek ücret talebi, daha kısa ve daha iyi koşullarda çalışma vb. talepler için grev yapmak, Marksizm tarafından sınıf mücadelesi olarak değerlendirilirken; Komünist Zemin'in arkasında duran komünistler, grev hakkı için mücadele etmeyi ve bu hakkı kullanmayı sınıf mücadelesi zemininde değerlendirirken, daha yüksek ücret talebi, daha kısa ve daha iyi koşullarda çalışma vb. talepler için mücadele etmeyi sınıf mücadelesi olarak değerlen15
Komünist Zemin dirmemektedir. Zira işçi sınıfının grev hakkı için mücadele etmesiyle, daha iyi yaşam koşulları ve yüksek standart için grev yapması bir ve aynı şey değildir. Birincisi, sınıf mücadelesine denk düşerken, ikincisi hiç de sınıf mücadelesine denk düşmez. Çünkü grev hakkı için mücadele, işçi sınıfının bütününü kapsadığı, burjuva devletin yasağı ve zoru karşısında sınıfın bütünsel çıkarları doğrultusunda burjuvaziye olduğu kadar burjuva devlete karşı da bir mücadeleyi işaret ettiği için devrimci iken, daha yüksek ücret talebi ve daha kısa ve daha iyi koşullarda çalışma ile sınırlı talepler için mücadele ise, sistem içinde kalmayı ve sistem içinde bir yer edinmeyi hedeflediği ve öğütlediği için devrimci değildir. Aynı şekilde, işçilerin işten çıkarılmasına karşı yapılan her işçi mücadelesi Marksizm'e göre sınıf mücadelesi iken, Komünist Zemin'in anlayışına göre bu zeminde yürütülen her mücadele sınıf mücadelesi olarak mütalaa edilmez. Özcesi: Komünist Zemin, sosyalist hareketin genel kanaatinin aksine, işçilerin yer aldığı ya da yaptığı her eylemi sınıf mücadelesi olarak kabul etmez. Zira Komünist Zemin'in anlayışına göre bir çatışmanın ya da eylemin karakterini belirleyen, çatışmanın içinde yer alan kesimlerin sınıf tabiatları değil, bu çatışmanın stratejik olarak neyi hedeflediğidir. Yani, sırf işçi sınıfının bir kesiminin eylemidir diye, ne siyah işçilerin de meslek gerektiren işlerde istihdam edilmesine karşı 1925 yılında silahlı ayaklanma örgütleyen Güney Afrika'daki beyaz işçilerin hareketi, ne Avrupa ülkelerinde neredeyse her hafta vuku bulan çalışan kesimlerin sokak hareketleri, ne daha düşük ücrete çalışıyorlar diye göçmen işçileri işyerlerine sokmamak için barikatlar kuran Avrupalı işçilerin hareketi, ne de 1990 yılındaki Zonguldak Madenci Direnişi ya da
geçtiğimiz yılın en popüler direnişi olan TEKEL işçilerinin direnişi sınıf mücadelesi olarak tanımlanamaz. Çünkü söz konusu bu mücadeleler, mevcut rejimlerin sınıflı yapısını, mülkiyet ilişkilerini ve burjuvazinin iktidarını sorgulayan mücadeleler değil, mevcut sistem içinde çalışan belirli bir zümrenin refahını yükseltmeye ya da çalışan kesimlerin bir kısmının sahip olduklarını korumaya endeksli sistem içi mücadelelerdir. Sınıf Mücadelesinin Yeniden Tanımlanması Bir Zorunluluktur Marksizm'in bu alandaki sorunlu yanları bir yana, günümüzden yüz altmış küsur yıl evvel yapılmış tanımlamalarla ne işçi sınıfının, ne de sınıf mücadelesinin doğru tanımını yapabilmek mümkün değildir. Zira hem emek sermaye çelişkisi, hem bu çelişkinin tarafı olan gerek işçi sınıfı olsun, gerekse de burjuvazi olsun bu süre zarfında yapısal bir değişiklik geçirmiştir. Örneğin burjuvazi tarih sahnesine çıkarken kendisiyle birlikte var ettiği ulus örgütlenmesini ve bu örgütlenmenin bir ifadesi olan ulus devletin artık miladını doldurduğunu ilan ederek, Avrupa Birliği türünden yeni tür bir "ulus ortaklığı" için çağrı yapıyor; çağrı yapmakla da yetinmiyor, bunu hayata geçiriyor. "Ulusal Ekonomi”ler yerini uluslararası ekonomilere terk etmiş durumda; öyle ki, özellikle yoksul bırakılmış ülkeler, kendi ihtiyaçları için domates bile yetiştirebilme inisiyatifinden yoksun bırakılmışlardır. Keza günümüz işçi sınıfı, 160 küsur sene evvel "Zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan" bir sınıf olmaktan çok uzaktır. En azından işçi sınıfının önemli bir kesiminin kaybedecek çok şeyleri mevcuttur. 16
Komünist Zemin Bir başka nokta ise, günümüzde kapitalizmi en radikal anlamda sorgulayan ve ona karşı en militan mücadeleyi yürüten kesimlerin, işçi sınıfının dışında olan kesimler olmasıdır. Bu kesimler yürütmüş oldukları mücadeleyi sınıf mücadelesi ve emek sermaye çelişkisi ekseninde tanımlamasalar da kapitalizmi sorgulayan, bir yanıyla ona karşı çıkan ya da onun sonuçlarına karşı çıkan hareketlerdir. Son 20 yılda gün be gün büyüyen bu harekete güç verenler arasında kadın hareketleri, öğrenci örgütlenmeleri, çevreci hareketler, küçük üreticiler, küçük toprak sahipleri, topraksız köylüler, savaş karşıtı hareketler ve akla gelmeyen daha birçok örgütlenme mevcuttur; işçi sınıfı ise bir sınıf olarak bu hareketlerin içinde neredeyse yok denilebilecek derecede cılızdır. Eğer bu yeni toplumsal hareketleri günümüzde işçi sınıfının yürütmüş olduğu hareketlerle kıyaslayacak olursak, bu sosyal hareketler işçi sınıfının yürütmüş olduğu mücadele karşısında, gerek talepleri, gerekse de sistemi sorgulaması ve ona itirazları bakımından devrimcidir. Zira günümüzde cereyan eden işçi hareketlerinin temel kalkış noktası, sisteme entegre olmak ve mevcut olandan daha fazla pay almak, daha fazla tüketmek iken, bu yeni toplumsal hareketlerin temel kalkış noktası; sistemin üretim ve tüketim kültürünü sorgulamak, daha adil bir paylaşım, doğayla barışık bir yaşam ve herkese ait olan temel yaşam kaynaklarının korunması ve alınıp satılamaması gibi oldukça evrensel değerler için mücadele etmektir. Nasıl ki işçilerin işverenle çatışıyor olması, bu çatışmayı sınıf mücadelesi olarak tanımlamaya yetmez ise, aynı şekilde yeni toplumsal hareketler, her ne kadar kapitalizme karşı en radikal itirazı temsil ediyor olsalar da, bu
durum, bu hareketleri de sınıf mücadelesi zemininde tanımlamaya yetmez. Zira her iki durumda da eksik olan temel bir yan mevcuttur. Her ikisinin de temel eksiği, bir sınıfın iktidarını top yekûn ortadan kaldırmaya ve onun yerine emekçi sınıfın iktidarını ikame etmeye endeksli bir stratejisinin olmayışıdır. Bu hareketlerden birisi, mevcut olandan daha fazla pay almak isterken, diğeri ise mevcut olanın kapitalist sistemi ortadan kaldırıp, onun yerine emekçi sınıfın iktidarını ikame etmeyi, nihayetinde de sınıfsız ve devletsiz bir toplumu hedeflemek yerine, kapitalizmin tahripkâr sonuçlarını iyileştirmeyi esas almaktadır. Komünist Zemin'in arkasında duran komünistlere göre sınıf mücadelesinin özlü tanımı şudur: Eğer ki bir hareket doğrudan ya da dolaylı olarak emekçilerin evrensel kurtuluşuna hizmet eden ve kapitalizmin varlık nedenlerini hedef alan bir karaktere sahip ise, bu hareket bir sınıf hareketidir ve sınıf mücadelesi zemininde değerlendirilmeyi hak eder. Yoksa bir hareket, ne sırf işçilerin hareketidir diye, ne de kapitalizmi imha etmeyi hedefleyip, onun yerine emekçilerin öz iktidarını ikame etmeyi hedeflemek yerine, kapitalizmin sonuçlarına itiraz ediyor diye sınıf mücadelesi zemininde değerlendirilemez. Komünist Zemin'in sözü budur ve eylemine yön verecek olan da bu zemindir.
17
Komünist Zemin
PKK'nın Çukurca Baskını, Devletin Bu Baskın Üzerinden Hesap Ettikleri ve ‘Örgütlenmiş Acı’ Üzerine Haftalardan beri Türk Kolluk Kuvvetleri'nin Kürdistan'a yönelik hava ve kara saldırıları her geçen gün artmış, en son olarak da savaş uçaklarının katılımıyla gerçekleştirilen saldırı neticesinde 10 HPG savaşçısı katledilmişti.
19 Ekim 2011 tarihinde ise HPG güçleri tarafından misilleme saldırısı yapılmış ve bu misilleme eyleminin neticesinde 24 Asker öldürülmüştü. Zaten ne olduysa da ondan sonra oldu. Sanki otuz yıldır süren bir savaş yokmuş ve her gün ölüm haberleri gelmiyormuş gibi, bir anda ortalık toz duman oldu. Devletin en yetkili ağzı olan Abdullah Gül’ün açıklaması, devletin maksadının ne olduğunu anlamak için yeterliydi: "Bunun intikamı mutlaka ve misliyle alınacaktır." Abdullah Gül, yalnızca bunu söylemekle kalmıyor, bu şekilde düşünmeyenlere de mesaj veriyordu: "Onlar da aksi davranışlarının neticesine katlanmaya hazır olmalıdırlar!"
Peki, devlet açısından sorun, 24 askerin öldürülmesi olmadığına göre, Çukurca baskını üzerinden yapılmak istenen nedir? Öyle ya, neredeyse her gün birden fazla çatışmanın ve karşılıklı ölümlerin olduğu bir coğrafyada, 24 askerin ölümü bir sürpriz olmadığına göre, sanki düşünülmeyen bir şey, akla gelmedik bir zamanda vuku bulmuş gibi şaşkınlık göstermekteki maksat nedir? Bu sorunun üç temel nedeni var. Birinci neden, "Kandil'i kuşatıyoruz" haberleri yapılıp, dağı taşı bombalanan, yakılıp yıkılan Kürdistan coğrafyasından naklen yayınlar yapılırken, bir anda içeriden kuşatılıp kalbinde vurulmuştur devlet. İçine düştüğü bu aczi perdelemek için de "ulusal yas" durumu yaratarak kendisine yönelecek öfkeyi etkisiz kılmış; bunun da ötesinde, öfkeyi kendi kontrolünde Kürt halkına yöneltmiştir. İkinci neden ise, Kürt hareketinin tasfiyesinin askeri yollarla ve Kürtlerin içinden devşirdiği işbirlikçiler aracılığıyla mümkün olmadığını iyi kavramış olan AKP, devletin savaş kolu ve kendi ajan yapılanması olan "Sivil Toplum Kuruluşları" (STK) üzerinden “sivil” bir kuşatmayla Kürt hareketini tecrit etmeyi planlamaktadır. Yani askeri olarak Kandil'e yapılmak istenen şey, "sivil" olarak sokaklarda ve mecliste yapılmak istenmektedir. Kürtlere karşı savaşın komutanı Tayyip Erdoğan'ın, ETA ve İspanya örneğini işaret ederek "Sivil Toplum Kuruluşları"nı harekete geçmeye çağırmasının nedeni tam da bununla alakalıdır. Üçüncü neden ise, BDP'yi yasal zeminin dışına itmek ve BDP'nin de olmadığı bir süreçte "kendi Kürdü" ile kendi anayasasını yapmaktır.
18
Komünist Zemin
Erdoğan'ın 21 Ekim 2011 tarihinde Hakİş Konfederasyonu'nun 12. Olağan Genel Kurulu'nda yaptığı konuşma, devletin maksadının tam da bu olduğunu yeterince ortaya koymaktadır: ''Bu ülkede siyaset yapacaksınız, bu milletten oy isteyeceksiniz, sonra bu milletin yediden yetmişe kan ağladığı bir günde bu ağır insanlık suçunun adını koymaya diliniz varmayacak. Bunun izahı yoktur, anlaşılabilir, kabul edilebilir bir tarafı yoktur. Milletimiz, suçlunun adını koyamayan, terörü mahkûm edemeyen, bu menfur cinayetleri işleyenleri lanetleyemeyen bu zihniyeti asla unutmayacaktır.'' Acı ve Gözyaşı Eşliğinde Sokağa Çıkan Türklerin Acısı ve Bu Acının Irkçılığı Üzerine Devletin sahiplerinin işaretiyle harekete geçen devlet medyası ve devletin ajan örgütleri olan "Sivil Toplum Kuruluşları," elbirliğiyle bir anda gerek Türk metropollerinde, gerekse de Avrupa'nın birçok şehrinde Türkler sokaklara çıktı.
Açlıktan insanların sokaklarda öldüğü, yoksulluktan dolayı kadınların bedenlerini bir meta gibi sattığı, her gün ortalama 5-6 kadının sokak ortasında infaz edildiği, çocukların aç karınlarını doyurmak için sokaklarda mendil sattığı ya da tiner
çekerek acılarını unuttuğu bir ülkenin vatandaşı olmayı sineye çeken ve böyle bir ülkenin ve ulusun parçası olmaktan da “şeref duyan” bu “şerefli” Türkler, her nedendir bütün bunları sineye çekerken; birden bire 24 askerin ölümünü sineye çekemez olmuş ve sokağa çıkmıştır. Keza Irak, Afganistan ve Libya gibi ülkelere yönelik emperyalist saldırıları gerçekleştirmek için havalanan ve bu ülkelerin tepesine ölüm yağdıran savaş uçaklarının havalandığı İncirlik gibi askeri üsleri bağrında barındıran, ABD’nin 6. Filo gibi savaş gemilerini limanlarında ağırlayıp, askerlere hizmet için fahişe organize eden bir ülkede yaşam süren ve bundan dolayı da “şeref duyan” bir ulusun bu “şerefli” fertleri, bütün bunları sineye çekerken; birden bire 24 askerin ölümünü sineye çekemez olmuş ve sokağa çıkmıştır. Bu derece vicdanını ve hafızasını yitirmiş bir toplumun, ne ölen 24 asker için acı hissedebilmesi, ne de ölen askerlerin yakınlarının çektiği acıyı hissedebilmesi mümkün değildir. Birbirinin üzerine basarak yükselen, sırf dolmuşa önce binip oturacak yer kapabilmek için gerektiğinde birbirini linç edebilen bir toplumun fertlerinin, birbirleri için ne acı çekebilmeleri, ne de birbirlerinin acısını hissedebilmeleri mümkün değildir. Söz konusu olan örgütlü bir durumdur ve hissedilen değil, servis edilen bir acı söz konusudur. Ama biz yine de bir an için Türklüğün acıya boğulduğunu varsayalım ve diyelim ki herkes acıya boğuldu. Bu durumda da bu acıya sahip çıkmak mümkün değildir. Zira bu toplumun acısı da ırkçıdır. Tıpkı 11 Eylül'de çöken İkiz Kuleler’in ardından gözyaşı döken Amerikalıların acısı gibi, Türklerin acısı da ırkçıdır. Tıpkı Amerikalılar ve diğer batılılar gibi Türkler de, yaşama hakkını yalnızca kendilerine layık görmektedirler; ancak ateş kendi evlerine düştüğünde acının ne olduğunu hatırlamaktadırlar. Yalnızca kendi yaşadıklarını bir acı, Kürtlerin yaşadıklarını ise hak edilmiş bir ceza olarak tarif etmektedirler.
19
Komünist Zemin
Nasıl ki Amerikalılar ve diğer Batılılar, yerkürenin büyük bir bölümünde ilan edilmemiş savaşların olduğunu ve bu savaşlarda her gün yüzlerce insanın öldüğünü bile bile, dünyada “barış” ve "huzur"un egemen olduğunu iddia edip, kendi mahallerinde bombalar patladığında "Huzurun bozulmasına izin vermeyeceğiz" diye sokağa dökülüyorlarsa; aynı şekilde Türkler de, Kürdistan coğrafyası her gün yanarken "barış" ve "huzur"dan söz etmekte, ateş kendi evlerine düşünce de huzuru korumak için sokağa çıkmaktadırlar. Evet, Türklerin acısı da ırkçıdır, zira egemen olanın ahlakı budur. Kürtler, her ölen asker için üzüntülerini ifade ederken ve bu acıların son bulması için ağır bedeller ödemeyi göze alarak barışta ısrar ederken, Türkler, her ölen Kürdün ardından sevinç duymakta, öldürülen Kürt savaşçıların ardından "Cezalarını buldular!" türünden açıklamalar yapan devlete ve bu açıklamaları büyük bir şevkle duyuran medyaya karşı hiçbir tepki göstermemektedirler.
Şimdi sormak gerekir, öldürdüğünüz Kürtlerin evlerine ateş düşünce, her gün Kürtlerin yürekleri yanarken siz ne hissediyorsunuz? Acı mı, yoksa sevinç mi? Tabii ki sevinç hissediyorsunuz, zira acı hissediyor olsaydınız, bu savaşa da son verebilirdiniz, ya da en azından son verebilmek için harekete geçerdiniz. Sonuç Olarak Bu savaşı başlatan Kürtler değil, Türklerdir. Ortada bir işgal var ise, işgalin kendisi bir savaş ilanıdır, ülkesi ve yaşamı işgal edilene ise karşı koymak kalır ve bu karşı koyuş meşrudur. Savaşı başlatan Kürtler olmadığından, savaşı bitirebilecek olan da Kürtler değildir. Kürtler, teslim olmadıkları sürece bunu isteseler de başaramazlar. Dolayısıyla da savaşı bitirecek olan yegâne güç Türklerdir. Ya devlet Kürtlerle anlaşır ve Kürtlerle ve Kürtlerin de meşru gördüğü bir zeminde anlaşarak savaşın nedenlerine son verir ya da devlete rağmen Türkler bu savaşı durdurmak için ama bu kez kendi devletlerine karşı Kürtlerle aynı zeminde durarak bu savaşı bitirebilirler. Ne vakit ki Türkler bu onurlu duruşu gösterirler, işte o zaman acı da hissetmeye başlarlar. İşte o vakit Gölcük depreminde hissettiklerini Van depreminde de hissedebilirler. İşte o vakit yalnızca ölen askerler için değil, ölen gerillalar için de acı hissederler. Türkler ancak bu tür bir acı üzerinden temizlenebilirler ve ancak o vakit acıları saygıyı hak eder.
Çukurca baskınından sonra yapılan devlet açıklamalarında onlarca gerillanın öldürüldüğü duyurulmakta ama Türk toplumu buna hiçbir reaksiyon göstermemektedir.
20
Komünist Zemin
Dünyanın Bütün Dükkân Hırsızları Birleşin! Konuk Yazar: Slavoj Žižek
Hegel’e göre ‘tekrar’ tarihte kritik bir rol oynar. Eğer bir şey yalnızca bir kez yaşanırsa, tesadüf olarak nitelenebilir, başka türlü tutum alınsa kaçınılabilecek bir hadise olarak tanımlanabilir; ama aynı olay tekrarlanırsa bu, daha derin bir tarihsel sürecin geliştiğine işaret eder. 1813’te Napolyon, Leipzig’de yenildiğinde, bu şanssızlık olarak değerlendirildi ama Waterloo’da da kaybettiğinde döneminin sona erdiği anlaşıldı. Aynı şey süregelen ekonomik kriz için de geçerli. Eylül 2008’de, bazıları krizi, daha iyi düzenlemeler vs. yapılsa tekrarlanmayacak bir anomali olarak sunmuştu. Şu aralar sinyallerini veren yeni mali çöküntüyse daha yapısal bir fenomenle karşı karşıya olduğumuzu netleştirdi. Bize tekrar tekrar, bir borç krizinden geçtiğimizi ve bunun yükünü eşit olarak paylaşıp, kemerlerimizi sıkmamız gerektiği söyleniyor. Herkes bunu yapmalı, (çok) zenginler hariç. Onları daha çok vergilendirmek bir tabu: eğer öyle yaparsak, zenginler yatırım yapamayacak, daha az iş olanakları yaratılacak ve bunun ceremesini hepimiz ödeyeceğiz. Bu zor zamanlardan kendimizi korumanın tek yolu, yoksulun daha da yoksullaşması ve zenginin daha da zenginleşmesi. Yoksullar ne yapmalı? Yoksullar ne yapabilir? İngiltere’deki isyanlar, Mark Duggan’ın vurulmasıyla patlak verse de herkes daha derin bir hoşnutsuzluğun olduğu konusunda hemfikir- ama ne çeşit bir hoşnutsuzluk? 2005’te Paris banliyölerindeki araba yakma eylemleri gibi İngiltereli isyancıların da iletecek hiçbir mesajı yoktu. (Şiddet eylemlerinin de yaşandığı Kasım 2010’daki kitlesel öğrenci eylemleriyle bu eylemler arasında açık bir fark var. Öğrenciler yüksek öğretime getirilmek istenen reformlara kesinlikle karşı çıkıyordu)
Bu nedenle İngiltereli isyancıları, Marksist terimlere göre, devrimci bir öznenin doğuşu olarak düşünemeyiz; Hegelci ‘gürültücü kalabalık’ yani örgütlü bir toplumsal alanın dışında yer alıp hoşnutsuzluklarını ancak yıkıcı şiddetin ‘irrasyonel’ dışavurumları şeklinde gösterebilen ve Hegel’in ‘soyut olumsuzluk’ olarak tanımladığı kavrama çok daha yakınlar. Hırsızlık yaptığından şüphelenilen bir işçiyle alakalı eski bir hikâye vardır. Bekçiler, her akşam, işçi fabrikayı terk ederken, taşıdığı el arabasını dikkatlice incelerler. Hiçbir şey bulamazlar, el arabası her zaman boştur. Sonunda anlarlar ki, işçinin çaldığı el arabasının kendisidir. Bekçiler, tıpkı isyanları değerlendiren yorumcular gibi, ayan beyan ortada olan gerçekliği kaçırıyordur. Bize, 90’ların başında komünist rejimlerin yıkılmasının ideolojinin sonuna işaret ettiğini söylediler. Totaliter felaketlerle sonuçlanan büyük çaplı ideolojik projelerin zamanının bittiğini artık rasyonel, pragmatik politikaların geçerli olduğu yeni bir döneme adım attığımızı dillendirip durdular. Eğer post-ideolojik bir dönemde yaşadığımız şeklindeki basmakalıp fikir doğruysa bu, son isyanlarda yaşanan şiddet olaylarında görülebilir. Yaşananlar hiçbir şey talep etmeyen şiddet eylemleridir. İsyandan çaresizce anlamlar çıkarmaya uğraşan sosyolog ve yazarların kafası ayaklanmaların temsil ettiği muammayla karışmıştır. Protestocular, yoksul ve dışlanmış kesimden olsa da, açlığın kıyısında da yaşamıyordu. Bırakın çok daha baskıcı fiziksel ve ideolojik şartları, çok daha kötü maddi koşullar içerisinde yaşayan insanlar dahi kendilerini daha net gündemlere sahip politik güçler olarak örgütleyebilmişlerdir. Bu nedenle isyancıların hiçbir programının olmaması yorumlanması gereken bir gerçekliktir ve bizlere ideolojik-
21
Komünist Zemin
politik çıkmazımız ve nasıl bir toplumda – seçme hakkını göklere çıkaran ama demokratik konsensüse karşı sahip olunan tek alternatifin kör taklidi yapmak olduğu bir toplum - yaşadığımıza ilişkin önemli şeyler söylemektedir. Sisteme muhalefet artık kendisini gerçekçi bir alternatif hatta bir ütopik proje olarak dahi ifade edememekte, yalnızca anlamsız bir tepkinin şeklini alabilmektedir. Yapılabilecek tek seçim oyunu kurallarına göre oynamak ya da (kendi kendini) yıkıcı şiddet uygulamaksa seçme hakkı özgürlüğünü kutsamanın manası nedir ki? Alain Badiou, gittikçe daha ‘dünyasız’laşan bir toplumsal alanda yaşadığımızı iddia eder, böyle bir toplumda, protestonun alabileceği tek form içeriksiz şiddettir. Belki de bu kapitalizmin ana tehlikelerinden biri, küresel olmanın ruhu gereği tüm dünyayı kapsasa da, insanların kendilerini anlamlandırma yollarından mahrum kaldığı ‘dünyasız’ bir ideolojik kümelenmeyi ayakta tutmasıdır. Küreselleşmenin asli iddiası, kapitalizmin kendisini Hıristiyanından, Hindusuna, doğusundan batısına tüm uygarlıklara uyarlayabileceğidir: küresel bir ‘kapitalist dünya görüşü, ‘kapitalist uygarlık’ yoktur. Kapitalizmin küresel boyutu anlamı olmayan bir gerçekliği temsil eder. İsyanlardan çıkarılacak ilk sonuç, hoşnutsuzluğa karşı muhafazakâr ve liberal yaklaşımların tamamen yetersiz olduğudur. Muhafazakâr tepki tahmin edilebilirdi: “Bu tarz bir vandalizmin meşruiyeti yoktur, ne olursa olsun düzeni sağlamak için her şey yapılmalıdır; ilerideki patlamaları önlemek için daha çok tolerans ve toplumsal desteğe değil disipline, sıkı çalışmaya ve bir sorumluluk duygusuna ihtiyaç vardır.” Bu yaklaşımın temel sorunu yalnızca gençleri şiddet eylemlerine iten çaresiz toplumsal durumu görmezden gelmesi değil, belki de bundan önemlisi bu eylemlerin muhafazakâr ideolojinin gizli önermelerini de yankıladığını fark edememesi. Muhafazakârlar, 1990’larda, ‘Köklere dönüş’ kampanyasını başlattık-
larında, onların muzır tamamlayıcısı Norman Tebbit tarafından ortaya çıkartılmıştı: “İnsan yalnızca sosyal değil ama bölgesel de bir hayvandır: Bizim, aynı zamanda onların kabileci ve bölgeci içgüdülerini de tatmin ediyor olmamız gerek.” ‘Köklere dönüş’ün asıl olarak imlediği buydu: Bizim uygar, burjuva toplumumuzun etrafında dolanan barbarı, barbarların temel içgüdülerini memnun ederek açığa çıkarma. 1960’larda Herbert Marcuse, ‘cinsel devrim’i açıklayabilmek için ‘baskıcı karşı-yüceltme’ terimini ortaya attı: insan güdüleri karşıyüceltmeye tabi tutulup serbestleştikleri halde kapitalist kontrolün hâkimiyetinde olabilirler –porno endüstrisi aracılığıyla mesela-. İsyan sırasında İngiltere sokaklarında gördüklerimiz, canavara dönüştürülmüş insanlar değil, kapitalist ideolojinin ‘canavar’ formunda ürettiği insanlardı. Bu sırada solcu liberaller de yine tahmin edileceği üzere toplumsal programlar ve entegrasyon projeleriyle alakalı mantralarına bağlı kalarak, ekonomik ve toplumsal umutlarından mahrum bırakılan ikinci ve üçüncü jenerasyon göçmenlerin memnuniyetsizliklerini ifade etmenin tek yolunun şiddetli eylemler olduğunu dile getirdi. İntikam fantezilerinden ziyade onların isyanlarının daha derin nedenlerini anlamak için çaba göstermeliydik. Yoksul, etnik olarak karışık, polis tarafından olağan şüpheli olarak görülen ve taciz edilen, sadece işsiz değil çoğunlukla vasıfsızlığından ötürü iş verilemeyecek durumda olan, gelecek için umutsuz bir genç adam olmanın ne demek olduğunu hayal edebilir miydik? Buradaki ima, bu insanların kendilerini içinde bulduğu koşulların onların sokaklara dökülmesini kaçınılmaz kıldığı şeklindedir. Bu yaklaşımla ilgili problem, bunun yalnızca isyanın nesnel koşullarını listelemesidir. İsyan etmek, öznel bir ifadedir, kişinin içinde bulunduğu nesnel koşulların tam olarak ilan edilmesidir.
22
Komünist Zemin
Bu liberal ve muhafazakâr yaklaşımlardan hangisinin daha kötü olduğu üzerine kafa patlatmak anlamsızdır: Stalin’in diyeceği gibi, her ikisi de kötüdür, ve buna her iki tarafın da yaptığı asıl tehlikenin ‘sessiz çoğunluğun’ bu eylemlere gösterdiği tahmin edilebilir ırkçı tepkide yattığı şeklindeki uyarı da dahildir. Bu reaksiyonun aldığı formlardan biri yerel (Türk, Karayipli, Sih) toplulukların mülklerini korumak adına ‘kabileci’ bir anlayışla kendi koruma gruplarını oluşturmasıydı. Dükkân sahipleri, mülklerini gerçek ve şiddet içeren bir sistem karşıtı protestoya karşı koruyan küçük burjuvalar mıdır yoksa işçi sınıfının toplumsal parçalanmaya karşı savaşan üyeleri mi? Bu noktada taraf seçmeyi reddetmek gerekir. Gerçek şu ki, buradaki anlaşmazlık, biri sistem içerisinde tutunmayı başarmış diğeri bunu denemek için bile fazlasıyla yılgın olan, olanakları kıt iki grup arasındadır. İsyancıların ürettiği şiddet neredeyse yalnızca kendilerine yöneliktir. Yakılan araçlar ve yağmalanan mağazalar zenginlerin değil yoksulların mahallesindeydi. Anlaşmazlık, toplumun farklı kesimleri arasında değil, en radikal haliyle aynı toplum içerisinde kaybedecek çok şeyi olanlarla hiçbir şeyi olmayanlar arasındaydı. Zygmunt Bauman, isyanları ‘yetersiz tüketici’lerin eylemleri şeklinde karakterize etti. Bu her şeyden çok kendisini uygun yollarla -yani alışveriş yaparak- gerçekleştiremeyen tüketici tutkunun şiddetle harekete geçişinin dışavurumuydu. Benzer olarak, tüketici ideolojiye karşı ironik bir tepkiyi içeren özgün bir anı da barındırdılar: “Bizi uygun yollarla tüketmenin koşullarından mahrum ederken aynı zamanda devamlı tüketmemizi istiyorsunuz. İşte biz de bunu yapabildiğimiz tek şekilde yapıyoruz!’ İsyanlar, ideolojinin maddi gücünün bir temsilidir-postideolojik toplum buraya kadar herhalde-. Devrimci bir bakış açısından bakarsak, isyanlardaki sorun içerdiği şiddet değil, içerdiği şiddetin kendini gerçekten dayatmaktan yoksun olduğu gerçeğiydi.
İsyanlar, yetersiz bir öfke ve umutsuzluğun bir güç gösterisiyle; gıptanın ise muzaffer bir şenlik şeklinde maskelenmesiydi. İsyanlar, liberal çoğunluğun yaşam tarzımıza tehdit olarak algıladığı bir başka çeşit şiddet biçimiyle ilişkilendirilmeli: terörist saldırılar ve intihar bombalamaları. İki örnekte de şiddet ve karşı-şiddet muzır bir döngünün içerisine hapsolmakta ve bunların her biri savaşmaya çalıştıkları güçleri yeniden üretmekte. İki durumda da, şiddetin, güçsüzlüğün üstü kapalı bir itirafı olarak ifade edildiği kör bir cinnet haliyle karşı karşıyayız. Fark şu ki, Britanya ya da Paris’teki isyanların tersine terörist saldırılar dinin sağladığı mutlak mananın aracılığıyla gerçekleştirilir. Ama Arap başkaldırışı, kendi kendini yok eden şiddet ve köktendinciliğin sağladığı sahte alternatiften kaçınan kolektif bir direniş eylemi değil miydi? Maalesef, 2011 Mısır yazı, Mısır devriminin özgürleştirici potansiyelinin boğulduğu ve devrimin sona erdiği tarih olarak hatırlanacak. Devrimin mezar kazıcıları ordu ve İslamcılar. Ordu (Mübarek’in ordusu) ve İslamcılar (isyanın ilk aylarında marjinaldiler ama şimdi çok daha güçlüler) arasındaki anlaşmanın içeriğiyse açık: İslamcılar, ordunun maddi ayrıcalıklarının korunmasını hoş görecek ve karşılığında ideolojik hegemonyayı elinde tutacak. Kaybedenler, Batı yanlısı liberaller olduğu kadar sendikalardan, feminist gruplara yeni bir kitle örgütü ağı kurmaya çalışan ve devrimin asıl kahramanları olan seküler sol olacak. Hızla kötüleşen ekonomik durum, eninde sonunda, protestolarda çoğunlukla ortalarda olmayan yoksulları da sokaklara taşıyacaktır. Yeni bir patlama olası gözüküyor ve Mısır’ın politik özneleri için zor soru, yoksulların öfkesini kimin yönlendireceği olacak. Kim bunu politik bir programa dönüştürebilecek, yeni seküler sol mu yoksa İslamcılar mı?
23
Komünist Zemin
Batılı kamuoyunun İslamcılarla ordu arasındaki bu anlaşmaya yönelik baskın yaklaşımı kuşkusuz sinik bilgeliğin muzaffer yansıması şeklinde olacaktır: bize İran (Arap değildir) örneğinde olduğu gibi, Arap ülkelerindeki başkaldırıların her zaman için militan bir İslamcılıkla sonuçlanacağını söyleyeceklerdir. Mübarek, bir anda gözlere ehvenişer gözükecektir. Böylesi bir sinizme karşı, Mısır ayaklanmasının radikal özgürleştirici özüne karşı beslediğimiz şartsız güveni korumalıyız. Ama ümitsiz bir vakanın narsist cezp ediciliğinden de kaçınılmalı: başarısız olmaya mahkûm isyanların görkemli güzelliğini takdir etmek çok kolaydır. Günümüz solu, ‘belirli olumsuzlama’ problemiyle karşı karşıya: o görkemli şevkin ilk anı ve ayaklanma sona erdikten sonra eski düzenin yerini ne almalıdır? Bu bağlamda, İspanya’daki Öfkeliler hareketinin, Mayıs ayındaki ilk eylemlerinden sonra yayınladığı manifestosu açıklayıcıdır. İlk farkına varılan şey kullanılan dildeki apolitik tondur :”Bazılarımız kendini ilerici, bazılarımız muhafazakâr olarak tanımlıyoruz. Bazılarımız inançlı, bazılarımız değil. Bazılarımızın net bir şekilde tanımladığı ideolojileri var, ötekiler apolitik, ama hepimiz çevremizde gördüğümüz politik, ekonomik ve toplumsal görüntüden endişeli ve öfkeliyiz: politikacılar, iş adamları ve bankerlerin içinde bulunduğu çürümüşlük bizi aciz ve sessiz kılıyor.” Protestolarını “toplumda herkesin kabul edeceği vazgeçilmez gerçekler” adına yapıyorlar: “barınma hakkı, iş, kültür, sağlık, eğitim, politik katılım, özgür bireysel gelişim, mutlu ve sağlıklı bir yaşam için tüketici hakları.” Şiddeti reddederek “etik bir devrim” istiyorlar. “Parayı insanların üzerine koymak yerine insanların hizmetine yatırmayı” istiyorlar. “Bizler insanız, ürün değil. Ben ne satın aldığımın değil,
neden aldığımın ve kimden aldığımın ürünüyüm.” Peki bu devrimin özneleri kimler olacak? Öfkeliler, sağı, solu ve tüm politik sınıfları reddediyor, onları çürümüş olarak niteliyor, peki manifestolarında sıraladıklarını kimden talep ediyorlar o zaman? Kendilerinden değil. Öfkeliler, henüz talep ettiklerini onlar için kimsenin yapmayacağını ve bu değişimi ancak kendilerinin gerçekleştirebileceğini de iddia etmiyorlar. Ve işte bu, son dönemdeki protestoların hayati güçsüzlüğüdür: kendisini sosyo-politik bir değişimin programı haline getiremeyecek olan otantik bir öfkeyi dile getiriyorlar. Devrimsiz bir devrim ruhunu ifade ediyorlar. Yunanistan’daki durum, yakın dönemdeki ilerici öz-örgütlenme deneyimleri (İspanya’da bunlar Franco rejiminin düşüşünden sonra kayboldu) sağolsun, daha umut verici görünüyor. Ama Yunanistan’da bile protesto hareketi, özörgütlenmenin limitlerini sergiliyor: protestocular hiçbir merkezi otoritenin denetiminde olmayan, herkesin eşit olarak söz söyleme hakkına sahip olduğu eşitlikçi bir özgürlük alanını muhafaza ediyor. Ama bir sonraki adımda ne yapmak gerektiğini, yalnızca protesto etmenin ötesinde nasıl hareket edilmesi gerektiğini tartıştıklarında çoğunluk devlet gücünü ele geçirmeye yönelik direkt bir atılım ya da yeni bir parti kurmak yönünde değil, halihazırdaki politik partilere baskı uygulayan bir hareket ortaya çıkarmak yönünde uzlaşıyorlar. Açıktır ki bu toplumsal yaşamın yeniden organize edilmesi için yeterli değildir. Bunu yapabilmek için, çabuk kararlar alabilen ve bunları tüm olası sertliklerine karşın uygulayabilecek güçlü bir gövdeye ihtiyaç vardır.
24
Komünist Zemin
Somali’de açlık veya “gayri insani” yardım Somali’de insanlar açlıktan ölüyor, uydulardan rahatsız edici, utandırıcı görüntüler dünyanın dört bir bucağına yayılıyor, BM ve “insânî” yardım kuruluşları herkesi yardıma çağırıyor.
Birleşmiş Milletler Örgütü sözcüleri, Somali’de, Kenya’da ve bir bütün olarak ‘Doğu Afrika Boynuzu’nda’ 12 milyon insanın açlık ve ölüm riski altında olduğunu, acilen müdahale için 1,6 milyar dolar toplanması gerektiğini söylüyorlar... Şimdilerde artık ‘neden” sorusu pek sorulmuyor, onun yerini “nasıl” sorusu almış durumda ve bu tesadüfen böyle değil... Zira, “neden” sorusuyla başlanırsa, problemin kaynağına inme yolu açılabilir. Böyle bir şey de ‘yeryüzünün egemenlerinin’ işine gelmez. O zaman olabildiğince “neden” sorusundan uzak durmak “tercih edilir” hale geliyor... Neden Somali’de açlık var sorusuna, geçerli egemen söylem dahilinde verilen cevap mâlûm: Kuraklık... Kuraklık yüzünden yeterli besin maddesi üretilemiyor ve bu yüzden insanlar açlıktan ölüyor... Eğer “Somali’de, Afrika Boynuzunda neden açlık var? Sorusu sorulabilse ve başka “neden” sorularıyla da devam edilebilseydi, ‘kuraklık gerekçesiyle’ yetinilir miydi?
Neden kuraklık ABD ve Avusturalya’nın bazı bölgelerini vurduğunda oralardaki insanlar açlıktan ölmüyor? Kaldı ki, açlık kapitalizmin mantığında içkin [mündemiç] olan bir şeydir. Halen dünya’da yaklaşık 1 milyar insan açlıkla cebelleşiyor, yeterli beslenemiyor, bir kısmı da doğrudan veya dolaylı açlığa dayalı nedenlerle [hastalıklar, vb.] ölüyor. Bu, bu dünya’da yaşayan her 7 insandan birinin açlık belasıyla yüzleşmek durumunda olması demektir. Oysa, dünya’da besin maddesi [hububat] kıtlığı değil, bolluğu var... 1960’lı yıllardan bu yana dünya nüfusu 2 kat, gıda maddeleri üretimi de 3 kat arttı. Demek ki, bu günkü gıda [besin] maddeleri düzeyi, bırakın 1 milyar insanın açlık çekmesini, 12 milyar insanı doyurmak için yeterli... Hepsi bu kadar da değil, söylendiğine göre üretilen gıda [besin] maddelerinin yaklaşık üçte biri israf ediliyormuş... [İngiltere’de her yıl 7 milyon ton yiyecek maddesi, Türkiye’de her gün 4,5 milyon ekmek çöpe atılıyor] Afrika Boynuzu’ndaki kritik durumun üstesinden gelmek için 1.6 milyar dolar yetiyormuş ve dünyanın en zengin adamı, Meksika’lı Carlos Slim Helu 74 milyar dolarlık servete sahip... Üstelik son bir yılda servetini tam, 20,5 milyar dolar artırmayı da “başarmış”... Somali’de ve başka yerlerde insanların açlıktan ölmesiyle milyarderlerin servetindeki hızlı artış arasındaki belirleyicilik ilişkisi biliniyor mu? Merak konusu yapılıyor mu? Bir tarafta bolluk, öteki tarafta açlık, aşağılanma, utanç, ölüm... Peki neden? 1935 yılında faşist Musolini İtalyası tarafından Habeşistan’ın işgal edilipsömürgeleştirilmesi üzerine yazdığı, Taranta Babu’ya Mektuplar’da, bir şiir dehası olan Nazım Hikmet, sorunun cevabını çarpıcı ve etkileyici bir şekilde veriyordu:
25
Komünist Zemin
Fakat ne hikmettir ki TARANTA - BABU büsbütün tersine burada bu!. Bir öyle şaşılası dünya ki burası, bollukla ölüyor, kıtlıkla yaşıyor. Varoşlarda hasta, aç kurtlar gibi insanlar dolaşıyor ambarlar kilitli ambarlar buğdayla dolu.. Tezgâhlar ipekli kumaşla dokuyabilir topraktan güneşe kadar giden yolu. İnsanlar yalınayak insanlar çıplak... O halde sadede gelebiliriz. Kuraklık dalgalarına rağmen, 1970’li yıllarda Somali kendi kendini besler durumdaydı. Nitekim 1970’li yıllarda da bugünküne benzer kuraklık yaşanmış olmasına rağmen, ciddi bir açlık sorunu yaşanmamıştı. Zira, o zaman duruma müdahale edebilecek bir hükümet vardı. Emperyalist müdahalelerle Somali ulusunun dokusu yırtıldı, ülke parçalandı ve tarım çökertildi.
2005 de 300 bin Somalili açlıktan öldü. Oysa, 1980’li yıllarda bile Somali ihtiyacı olan hububatın %85’ini üretebilir durumdaydı. Somali’nin bugün içine sürüklendiği durum, emperyalist müdahalelerin sonucu olarak anlaşılabilir ancak... 1980’lerden itibaren IMF ve Dünya Bankası, dış borç ödemelerini [yağmasını densin] güvence altına almak üzere, Somali’ye “yapısal uyum programları”
dayattı. Bunun tarım sektöründeki karşılığı, tarımın dış rekabete açılması, “liberalizasyonuydu”. Tarımın “liberalizasyonu”, Somali tarımsal üretiminin emperyalist ülkelerin [ABD, AB] sübvansiyonlu ürünlerinin rekabetine açılması demeye geliyordu. Somali yerli üretiminin Avrupa ve Amerika tarım tekellerinin üretim maliyetlerinin altında satılan ürünleriyle rekabet etmesi mümkün değildi. Giderek ulusal üretim sürdürülemez duruma geldi ve çöktü. Köylü üreticiler tarım alanlarını terk etti. [Kaldı ki, bu sadece Afrika’ya özgü bir durum değildir, Asya ve Latin Amerika için de geçerlidir]. Afrika Boynuzu’nda açlığın başlıca nedenlerinden biri de, ana besin maddelerinin fiyatlarındaki aşırı artışlardır. Nitekim, Somali’de son yılda mısır ve kızıl süpürge darısının fiyatı % 106 arttı... Hububat fiyatlarının mayıs 2010 ve mayıs 2011 aralığında %240 oranında arttığı ileri sürülüyor. Somali parasının ard arda devalüasyonları, petrol, gübre ve diğer tarımsal girdi fiyatlarını yükseltti. Veterinerlik hizmetleri özelleştirildi ve ABD kökenli tohum ‘sağlayıcılar’ sahaya indi... Bu artışların gerisinde de gıda maddeleri üzerinde yürütülen spekülasyon var. Çokuluslu şirketler tarafından tarımsal alana yapılan ‘yatırımların’ yaklaşık %75’inin spekülatif olduğu ileri sürülüyor. Bu arada milyonlarca hektar verimli Afrika toprağının yabancı ülkeler [Güney Kore, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, vb. ve çokuluslu şirketler tarafından satın alınıp, ihraç amaçlı üretime tahsis edilmesi de üzerinde önemle durulması gereken bir husustur. Artık gıda maddelerinin de, herhangi başka bir şey gibi kâr ve spekülasyon alanı ve aracı haline geldiği koşullarda, insanların açlıktan ölmesi neden şaşırtıcı olsun? Demek ki, açlık tamı tamına politik bir sorun, sadece kuraklıkla açıklanabilir bir şey değil... Dramın gerisindeki ikinci temel neden emperyalizmin Kara Afrika’ya dahilidir.
26
Komünist Zemin
1992 Aralığında ABD, Birleşmiş Milletler Örgütü şemsiyesi altında Somali’ye askerî bir müdahelede bulundu. Elbette emperyalizmin hizmetinde Kore’ye asker gönderip “dünya barışına” katkı sunan TC’nin, bu operasyona dahil olmaması düşünülemezdi. Dönemin karizmatik generali, 27 şubat ‘post-modern’ darbesinin mimarlarından Korgeneral Çevik Bir de “insânî” askerî müdahalenin” komutanlarındandı. Bu emperyalist kuşatmaya her zaman olduğu gibi, şiirsel bir ad bulunmuştu: “ umudu yeniden yaratma operasyonu” [Operation Restore Hope]... Ve askerî işgal “insânî yardım” olarak sunuldu. İnsânî yardım topla, tüfekle, tankla, savaş uçağı ve savaş helikopteriyle mi götürülürdü? Yiyecek, içecek, giyecek, çadır, hekim, hemşire, ilaç, vb. götürülmesi gerekmez miydi? Önce Somali’de devleti çökerttiler, işlevsiz hale getirdiler ve sonra ona “fail state” [kifayetsiz devlet] dediler... Emperyalist ABD’nin ve avânesinin gerçekten ‘insânî kaygıları’ olabilir miydi? Emperyalist herhangi bir rejimin insânî kaygılar taşıması mümkün müdür? ABD’nin “insânîlik” ve “yardım” retoriğinin gerisine gizlenerek murad ettiği iki şey vardı: 1. Başta petrol olmak üzere, Somali'nin enerji ve maden kaynaklarına el koymak; 2. Afrika Boynuzu’nun stratejik konumunu ABD’nin emperyal çıkarları için kullanmak. Bilindiği gibi, Afrika Boynuzu’nun, Süveyş Kanalı, Aden Körfezi ve Güney Asya ve Hint Okyanusunun militer denetimi için stratejik önemi büyüktür. “İnsani” yardımı nasıl bilirsiniz? Kolonyalizmin doğrudan versiyonunun tasfiye edildiği ikinci emperyalistler arası savaş sonrasında, politik planda bağımsızlaşan ülkelerin emperyalizmden kopmalarını engellemenin ‘yumuşak’ aracı yardımlar olacaktı. Aslında yardımların kelimenin bilinen anlamında yardımla bir ilgisi yoktu. Yardım denilen, oltaya takılan zokaydı. Yüksek faizle borç veriyorlar
ve bir de ona ‘yardım’ diyorlardı. Yardımların bir tuzak olduğu anlaşılınca, önüne bir niteleme sıfatı getirdiler ve “insânî yardım” dediler. Aynı sürdürülebilir kalkınma gibi... Zira, ortada kalkınma diye bir şey yoktu, sermayenin büyümesine kalkınma diyorlardı. Bu yardım retoriğini John Galbraith şöyle ifade etmişti: “ aşıya sahip olduğumuza göre artık frengiyi keşfedebiliriz...” Velhasıl ‘yardımların’ bir tek amacı vardı: Çok uluslu şirketlerin kârını artırmak. Fakat sadece yardım kelimesinin önüne ‘insânî” sıfatını getirmek yeterli olmazdı. Bir de bizde Sivil Toplum Örgütü [STK] denilenin Batıda’ki aslı olan Hükümet Dışı Örgütler [NGO’lar] denilenler devreye sokuldu. Şimdilerde bu örgütler yardım endüstrisinin etkin araçları durumuna gelmiş durumdalar. Elbette gerçekten yardım amaçlı NGO’lar da var ama, bunlar istisna. NGO’ların çoğunluğu USAID [Birleşik Devletler Uluslararası Yardım Ajansıyla] çalışıyor, USAID’ın da Pentagona çalıştığı biliniyorken devre tamamlanmış sayılır. Diğer emperyalist ülkelerin NGO’larının durumu da az-çok aynı. Varlık nedenleri ve misyonları, politik, ekonomik stratejik amaçlara hizmet etmek, çokuluslu şirketlerin kârını artırmak, bu amaçla da “seyirciyi oyalamak...” NGO’ların devletten ve sermayeden bağımsız olmaları ancak istinai olarak mümkündür zira, ya devletlerden ya da sermayeden besleniyorlar. “Bağımsız” örgütlermiş, “insânî” amaçlar taşıyormuş yanılsaması yaratmadan pis misyonlarını sürdürmeleri mümkün değildir. Bir de “politika dışı” olmakla öğünüyorlar. “Biz politikaya bulaşmayız, biz yardım kuruluşuyuz” diyorlar. Böylece asıl soruyu, yani “neden sorusunu” sormaktan kurtuluyorlar. Aksi halde sorunun kökenine inmek gerekecektir, emperyalist oyunun ve iki yüzlülüğün teşhir edilmesi mümkün hâle gelecek, ayıp açığa çıkacaktır. Ben politaknın dışındayım demekle kimse ‘politika dışı’ olmaz, ama mevcut kepazeliğin meşrulaştırılmasına ve sürdürülmesine hizmet edebilir.
27
Komünist Zemin
Böylece sorunun kaynağına inmek isteyenleri devre dışı bırakmak kolaylaşıyor. Sanki bu dünyada politika dışında kalınabilirmiş gibi... “İnsânî” yardım NGO’ları, daha çok yardım toplamak için durumu abartıyorlar, ölümler başlayıncaya kadar seslerini çıkarmıyorlar, daha çok yardım almak için bir birleriyle rekabet ediyorlar. Toplanan yardımların önemli bir kısmı bu örgütler tarafından kendi bürokratik işleyişlerinin finansmanında kullanılıyor. O kadar ki, Birleşmiş Milletler Örgütü bile topladığı yardımların yaklaşık % 25’ini ihtiyaç sahiplerine ulaştırabiliyor, geri kalanı BM memurlarına yüksek maaş, büro kirası, pahalı cipler satın alma, lüks otellerde konaklama, vb. kullanıyor. Toplanan yardımın bir kısmı yardımı veren ülkenin uzmanlarına maaş olarak geri gidiyor... Velhasıl insâni yardım ‘iyi kazandırıyor’... Hiç şu “yardımsever” Birleşmiş Milletler Örgütü personelinin ve “insânî“ NGO çalışanlarının aldıkları maaşı merak eden var mı? Elbette milyonlarca insanın samimi çabalarını küçümsemek haksızlık olur. Âcil müdahale gerektiren felaketlere âcil yardım vazgeçilmezdir ama açlık da dahil, insanlığın temel sorunlarını ‘iyilikçilikle’ çözmek mümkün değildir. Bu sorun sadakayla üstesinden gelinebilir mâhiyette bir şey değildir. Üstelik sorunun çözümünü, bu durumun asıl sorumluları olan emperyalist ülkelerden ve onların “insânî” yardım kuruluşlarından beklemek abesle iştigal etmektir. Kaldı ki, asıl yapılması gereken yardım değil, bölüşme/paylaşma kültürünü işlevselleştirmektir. Toplumsal eşitsizliğin kökenine inmektir ki, bunun da yolu sömürüye karşı çıkmaktan geçer... Üretim ve yaşam araçlarının özel mülkiyet konusu olmasını sorun etmekten geçer... Büyük hırsızlara karşı çıkmadan, sömürüyü, yağmayı ve talanı sorun etmeden, sorunları çözmek mümkün değildir ama, sözde
insânî bir söylemle mevcut statükoyu sürdürmek şimdilik mümkün olabiliyor. Onun için “neden” sorusunu inat ve ısrarla sormak ve gereğini yapmak gerekiyor. Böylece egemenler cephesinin ikiyüzlülüğünü ve sahtekârlığını teşhir etmek mümkün olabilir... Duyduğuma göre başbakan R.Tayyip Erdoğan, BM oturumunda Somali’deki açlığı gündeme getirecekmiş. Eğer bu konuya değinmeye gerçekten niyetliyse, gıda maddelerinin bir metaya dönüştürülüp kâr ve spekülasyon aracı haline getirilmesini, ‘insânî yardım” denilenin aslında insânî değil, politik, ekonomik, ticari ve finansal çıkarların hizmetinde olduğunu, gıda maddeleri üzerindeki spekülasyonu, emperyalistler tarafından 30 yılı aşkın zamandır dayatılan “yapısal uyum programlarını” ve bunların neden olduğu insânî, sosyal ve ekolojik yıkımı, önüne ‘insânî’ sıfatı eklenen ABD ve NATO’nun askeri operasyonlarını, Afrika topraklarının emperyalistler ve onların güdümündeki devletler ve çokuluslu şirketler tarafından satın alınmasını, köylülerin topraklarından ve yurtlarından kovulmalarını, dış borç ödemelerinin tahribatını, depremzedelere “yardım” bahanesiyle ABD’nin Haiti’yi işgal etmesini... velhasıl kapitalist-emperyalist sömürü, yağma ve talanı da gündeme getirebilir mi? Bir çift söz de şarkıcı, türkücü, sinema oyuncusu... şov endüstrisinin ünlülerine: Her “insânî yardım” kampanyasına “dahil” olduğunuzda asıl sorunların, tartışılmasını, bilince çıkarılmasını, anlaşılmasını engellediğinizin ve birilerinin pis misyonunu meşrulaştırdığınızın farkında mısınız? Elbette aynı şey sorunun özüne inmekten özenle kaçınan gazeteciler için de geçerli. Neden felâket bölgelerine kendi imkânlarınızla değil de, politikacıların uçaklarına binip gidiyorsunuz? Neden emperyalizmin hizmetindeki NGO’ların verdiği bilgilerle yetinip, kendi gözünüzle şeylere bakmaya yanaşmıyorsunuz?
28
Komünist Zemin
“AKP Mucizesi”: Kul’dan Sadaka Toplumuna Toplumsal ve sınıfsal mücadeleler yoluyla biçimlenmiş topluluklarda esas olan devlet değil toplum ve bireydir. Bu toplumlarda devlet her şeye kadir olmadığı gibi, devlet adına yapılan her şey de meşru değildir. Toplumsal ve sınıfsal mücadeleler yoluyla biçimlenmemiş toplumlarda ise, devlet her şeye kadirdir ve devletin varlığı her şeyin üstündedir, tıpkı Türk toplumunda olduğu gibi. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntılarından bir ulus devlet inşa etmek isteyen kurucu kadro, önce devleti kurmuş, devletin tabiiyetini ilan etmiş, sonra vatan tanımı yapmış, daha sonra da devletin tabiiyetine uygun bir millet inşa etmiştir. İnşa edilen bu ulusta ise birey yoktur; Osmanlı’daki kul, cumhuriyetin kulu olmaya devam etmiştir.
Dolayısıyla da devlet ile vatandaş arasında bir hukuk da yoktur. Bunun yerine bir paradigma öngörülmüştür. Bu paradigmada devlet ve vatan özdeş görülmüş ve
milletin ve kulun varlığı da devlete ve vatana feda edilmiştir. Eğer bu ülkede 1950 yılına kadar hüküm süren tek parti rejimi hiç sorgulanmadan kabul görmüş ise ve üç askeri darbe neredeyse aynı gerekçelerle gerçekleştirilmiş ve sorgulanmaksızın toplumca kabul görmüşse, toplum adına yapıldığı iddia edilen anayasalar devletin sahipleri tarafından istenildiği zaman, istenildiği şekilde daraltılıp genişletilmiş ve bu durum toplumca onay görmüşse, “Türkün Türk’ten başka dostu yoktur” belirlemesi ve “Herkes Türklere Düşmandır” paranoyası adeta toplumun mayası olarak işlev görmüş ise; bütün bunların sırrını Devlet, Millet ve Kul arasında kurulan paradigmada aramak gerekir. Aradan neredeyse bir asır geçmiştir ama bu paradigma henüz aşılamamıştır. Toplumun küçük bir kesimi tarafından bu paradigma sorgulanıyor ve kısmen de olsa reddediliyor olsa da, çoğunluk açısından durum böyle değildir. Kesintiye uğramış olsa da, 1965-80 arası dönemde bu paradigmanın aşılması yönünde bir alt üst oluş yaşanmış, ama 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ile bu sürecin önü kesilerek resmi paradigma devlet eliyle yeniden tesis edilmiştir. Bu paradigma ilk ciddi tehdidi 1980’li yılların ikinci yarısı itibariyle hissetmeye başlamış ve 1990’lı yıllar boyunca da sallanmaya başlamıştır. Bu sarsıntıya yol açan ise Kürt özgürlük hareketinin varlığı olmuştur. Kürt özgürlük hareketinin yükselişine bağlı olarak bu paradigmadan bir kopuş süreci başlamış olsa da, özellikle dokuz yıllık AKP iktidarı boyunca bu paradigma bir başka zeminde yeniden üretilmeye ve güç kazanmaya başlamıştır.
29
Komünist Zemin
Zaten “AKP mucizesi”nin sırrı da burada yatmaktadır. “AKP Mucizesi” Üzerine Yukarıda da belirttiğimiz gibi, İmparatorluktan Cumhuriyete geçişte oluşturulmuş olan paradigma, zaman zaman sıkıntılı dönemlerle karşı karşıya kalmış olsa da, 1990’lı yıllara kadar işlev görmeye devam etmiştir. 1990’lı yıllar boyunca ise paradigma çözülmeye başlamış ve paradigmayı oluşturan değerler sorgulanır hale gelmiştir. Ne var ki, 2002 yılı itibariyle devreye sokulan AKP üzerinden bu paradigma bir başka zemin üzerinden yeniden üretilerek, bir bakıma daha da güçlenerek geri dönmüştür. Peki, neydi o halde AKP’yi başarılı kılan ya da “AKP mucizesi”ni mümkün kılan nedenler? Birinci neden; İslam sosuna batırılmış sadaka ve rüşvet zihniyetidir. Şöyle ki, AKP’nin tabanını oluşturan topluluklar büyük ölçüde cemaat örgütlerinden gelmektedir. Cemaat kültürünün esasını oluşturan şey de sadaka ve rüşvettir. Cemaatler üzerinden bu kültüre yabancı olmayan AKP kitlesi, AKP’nin iktidar olmasıyla bunu bir tür rejim olarak algıladı ve kabullendi. AKP kitlesinin toplumsal bir sınıf bilinci yoktur. Bu kitlenin tercihini belirleyen bir sınıf kimliği değil, ya günah-sevap gibi dünyevi olmayan değerler ya da tam zıddı günlük çıkarları (rant, ticaret, sadaka, rüşvet) üzerinden kurduğu sosyal bağlardır. AKP kurmayları nasıl bir sosyaliteye dayandıklarını ya da dayanacaklarını bildiklerinden, daha en başından, henüz AKP belediyeler düzeyinde yönetimdeyken, cemaat örgütlenmesinde zaten var olan sadaka ve rüşvet yoluyla herkesi herkese borçlandırma, bağlama ve mahkûm etme ilişkisini siyasi bir kültür olarak esas aldı ve yıllarca uyguladı. Erzak ve kömür dağıttı, iftar çadırlar kurdu, belediyelerde insan istihdam etti, ihale verdi ve toplum
içinde kendine bağlı bir toplum yarattı. AKP’yi iktidara taşıyan motor güç olan cemaat ilişkisi, AKP’nin iktidarıyla birlikte kendisini de iktidar olarak hissetti. Geçmişte belediyeler düzeyinde yapılan artık doğrudan iktidar gücüyle her yerde ve yandan yapılmaya başlandı. İkinci neden; AKP’nin esas çekirdeğini oluşturan çekirdek arasındaki sözleşmedir. Bu güç, etkisi ve vizyonu bakımından Türkiye ile sınırlandırılamayacak bir karaktere sahiptir. Bu güç, yaklaşık olarak sayısı yüzü geçkin ülkede kendine ait şirketleri, lise ve üniversiteleri, uluslararası çapta örgütlenmiş Kızıl Haç benzeri “yardım” kuruluşları ile uluslararası bir örgütlenmedir ve adeta bir tür Kılıç Kardeşliği, bir tür Mason örgütlenmesidir. Bu gücü oluşturan üyeler arasında var olan bağın esasını ise, ideoloji, “ülkü” ve çıkar birliği oluşturmaktadır. Üçüncü neden; Türk İslam Düşü’nün AKP üzerinden gerçekleşiyor olması yönündeki inançtır. Bu parti içerisinde nihayetinde bir “İslam Devleti” ve “Türklük Ülküsü”ne bağlı olan bir kesim söz konusudur. Bu kesim AKP seçmeninin en azından yarısını oluşturmaktadır; dahası bu kesim, AKP’nin en dinamik olan kesimidir. Haliyle bu da AKP’yi başarılı kılan en önemli nedenlerden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Zira AKP’de bunu bildiğinden, bu kesimin şerbetini her daim iyi ayarlamaktadır. Dördüncü neden; Kemalist zihniyetle barışık olmayan ama onunla hesaplaşmayı da göze alamayan birçok kesimin AKP üzerinden bir çatışma imkânı yakaladıkları yönünde bir yanılsamaya düşmüş olmasıdır. Beşinci neden; iktidar olanaklarından faydalanarak nemalanma yoluyla iktidarla kader birliği yapmış ciddi bir topluluğun varlığıdır. Nasıl ki bu beş temel nedenden dolayı bir AKP başarısı söz konusu ise, aynı şekilde bu beş nedenden ötürü yan yana durabilen topluluklar, bir arada durabilmeyi başarabildikleri sürece AKP’nin de bir güç
30
Komünist Zemin
olarak başarılı olmayı devam ettireceği kesindir. “AKP Mucizesi”ni Mümkün Kılan Siyasi Faktörler Üzerine Yukarıda sıraladığımız nedenler dışında, dokuz yıllık AKP iktidarının başarılı olmasının siyasi olan nedenleri de vardır ve bu nedenler, yukarıda saydığımız nedenlerden daha belirleyici bir öneme sahiptir. Birinci faktör; uluslararası güç odaklarının AKP’ye olan ihtiyaçlarıdır. Şöyle ki, uluslararası güçlerin, özelikle de ABD’nin Yeşil Kuşak ve Ilımlı İslam projesi, uluslararası bir stratejidir ve ABD açısından hayati bir öneme sahiptir. Bu projenin Türkiye üzerinden hayata geçirilmesiyse ayrıca bir öneme sahiptir. Bu yolla, Türkiye’de, özellikle de 1990’lı yıllar boyunca iyiden iyiye radikalleşen siyasal İslam’ı merkeze çekmek, diğer İslam âlemi için bir çekim merkezi olmasının önünü kesmek, yoksullaşmış kitlelerin öfkesinin sınıf eksenli bir mücadeleye dönüşmesi yerine, bu öfkenin İslam sosuna batırılmış hayali bir “hak ve adalet için mücadele” zemini üzerinden elimine etmek ve bölgedeki rejimleri yeniden yapılandırmak hedeflenmiştir. Bütün bu nedenlerden dolayıdır ki uluslararası güçler AKP’nin iktidarına onay ve destek vermişlerdir ve AKP, kendisine verilen rolün gereklerini yerine getirmeye muktedir olduğu müddetçe de bu destek devam edecektir. Bu süreç nasıl sonuçlanır, bunu şimdiden bilebilmek pek olası değil ama uluslararası güçlerin AKP’ye vermiş oldukları destek ve Türkiye’nin taşeronluğu üzerinden maksada uygun müdahalesi devam etmektedir. İkinci faktör; devletin sahibi olan güçlerin AKP’ye olan ihtiyaçlarıdır. Bilindiği gibi, Kürt hareketinin oluşturmuş olduğu tazyik neticesinde resmi paradigma çöküşe geçmiş, gerek Kürt hareketi, gerekse de Kürt hareketinin yol açmış olduğu
toplumsal altüst oluş denetlenemez duruma gelmişti. Bu nedenledir ki sistemin sahibi olan güçler, AKP’nin İslam sosuna batırılmış kimliğini adeta bir kurtarıcı olarak kabul etmek zorunda kaldılar. Maksat, hem bu yolla Kürt hareketini İslam’ın kontrolüne alarak bu yolla elimine etmek ve hem de toplumdaki hoşnutsuzlukların sınıf eksenli bir karakter almasını engelleyerek, sadaka ve rüşvet kültürü üzerinden işlevsiz kılarak sınıfsal alanda kimliksizleştirmekti. Bu ihtiyaç, devletin sahiplerini, uluslararası güçlerin de teşviki ve baskısıyla AKP’nin temsil ettiği güç ile kader birliği yapmaya mecbur etmiştir. Peki, devletin sahiplerinin maksatlarına ulaştıkları söylenebilir mi? Bu soruya verilecek cevap, hem “evet”, hem de “hayır”dır. “Evet”, çünkü devletin sahipleri Kürt hareketini elimine edememiş olsalar da, on yıl boyunca oyalamayı başarmış, toplumsal hoşnutsuzlukların sınıf eksenli bir reaksiyona dönüşmesini engelleyerek, bu hoşnutsuzlukları geçici de olsa büyük ölçüde elimine etmiş ve bu süreçte de sistemin kendini yeniden yapılandırma sürecini daha sancısız sürdürebilmiştir. “Hayır”, çünkü Kürt hareketi on yıl boyunca oyalanmış olsa da, ulusal kimliğinden uzaklaştırılarak İslam üzerinden sisteme bağlanamamıştır. Ve toplumsal hoşnutsuzlukların sınıf eksenli bir reaksiyona dönüşmesinin önü geçici olarak kesilebilmiş olsa da, artık bu sürecin kırılmaya başladığının ilk işaretleri gözükmeye başlamıştır. Üçüncü faktör; Kürt hareketinin AKP’ye tanımış olduğu şanstır. Zira “AKP mucizesi”nin en önemli avantajı, neredeyse on yıl boyunca savaşsız bir ortamda iktidar olmasıdır. Eğer Kürt hareketinin AKP’ye tanımış olduğu şans olmasaydı ve savaş bir ara kesintiye uğramaksızın devam etseydi, ne AKP iktidarını üç dönem boyunca sürdürebilirdi, ne de sistemin yeniden yapılandırılması ve toplumsal hoşnutsuzlukların sınıf eksenli bir reaksiyouna dönüşmesi kolayca maniple edilebilirdi.
31
Komünist Zemin
Sonuç yerine “AKP mucizesi” diye pazarlanan şeyin bir mucize değil, bir yıkım olduğu muhakkaktır. Tabii ki gerek uluslararası sermaye açısından, gerekse de onun “yerli” taşeronları olan “Anadolu Kaplanları” ve “İstanbul Burjuvazisi” açısından mucize olarak mütalaa edilecek bir durum söz konusudur.
Zira 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi üzerinden oluşturmaya çalıştıkları, ama gerek 1990’lı yıllar boyunca sistemi iyiden iyiye çıkmaza sokan Kürt özgürlük hareketinin varlığı, gerekse de 1990’lı yıllarda yeniden şekillenmeye başlayan sınıf eksenli saflaşmaların yarattığı etki dolayısıyla artık devam ettirilemeyen yeni paradigmanın oluşturulma süreci, AKP’nin iktidarı boyunca yeniden işlevsel kılınabilmiştir. Ama emekçiler ve ezilenler açısından değerlendirdiğimizde, AKP iktidarları boyunca tam bir yıkım söz konusu olmuştur. Kürt özgürlük hareketi, her ne kadar AKP’ye kredi açmış olsa da, atıl olduğu bu süreçte de kendi yapılanmasını diri
tutmayı, AKP’nin tasfiye sürecini boşa çıkarmayı ve AKP’nin topyekûn saldırısı başladığında ise kendi direnişini yeniden ortaya koymayı hayranlık uyandıracak bir irade ve beceriyle hayata geçirebilmiştir. Bu bakımdan AKP’nin Kürt hareketi üzerinde bir yıkıma yol açabilmesi mümkün olmamıştır. Ama işçi sınıfı ve çalışanlar açısından durum aynı değildir. AKP iktidarları boyunca, iş yaşamında tam bir taşeronlaşma yaşanmış ve işçi sınıfının örgütlenmesinin fiziki koşulları oldukça ciddi bir biçimde tahrip edilmiştir. Çalışanlar arasında sınıf eksenli saflaşma tahrip edilerek, sosyal kimlikler üzerinden bir bölünme ikame edilmiştir. Daha da kötüsü, emekçi kesimlerin belirleyici bir kısmı bu yıkımın farkında bile değildir ve bu durumun asıl vebali sosyalist harekete aittir. Artık yükselen sular geri çekilmeye başlamıştır. Emekçi kesimlerin yıkımı ve yol açtığı sonuçları bütün çıplaklığıyla görecekleri bir döneme girilmiştir Bu süreç 12 Haziran seçimleri öncesinde başlamış ve hızla ilerleme kaydetmektedir. 12 Haziran seçimleri her ne kadar “AKP’nin önlenemeyen yükselişi” olarak mütalaa edilmiş olsa da, bu bir yanılsamadan ibarettir. “AKP mucizesi”nin emekçiler ve ezilenler açısından ne anlama geldiğini ve bunun bir yanılsama olduğunu ortaya koyabilmek için, öncelikli olarak sosyalist hareketin bu süreçten doğru dersler çıkarması gerekmektedir ki, emekçi kesimler de bu yıkımın sonuçlarından doğru dersler çıkartabilsin ve gerek AKP’nin, gerekse de sistemin mezar kazıcısı olabilsinler.
32
Komünist Zemin
12 Haziran Seçim Sonuçları Üzerine 13 Haziran sabahı en çok sorulan soru, 12 Haziran seçimlerinin kazanan tarafının kim olduğu üzerine idi. Ve genel kanaat, “12 Haziran seçimlerinin kazanan tarafı AKP ve BDP destekli Blok adayları olmuştur” yönünde idi. Esasında çok farklı ve çatışmalı çıkarların söz konusu olduğu böyle bir durumda, mutlak kazananın ve mutlak kaybedenin kim olduğunu tespit etmek ya da bu yönlü bir tespitte bulunmaya çalışmak doğru olmaz. Dolayısıyla da biz bu değerlendirme yazısı kapsamında hangi partinin başarılı ya da başarısız olduğunu değil, 12 Haziran seçim sonuçları ile sistemi temsil etme yetkisi alan AKP, sistemle çatışmalı Kürt hareketi ve sistem dışı sosyalist hareket açısından ortaya çıkan tablonun ne anlama geldiğini tartışacağız. AKP ve Sistem Açısından Seçim Sonuçlarının Anlamı Nedir? AKP ya da sistem açısından önemli olan, mevcut olanın devamını sağlamak idi; bu anlamıyla da AKP’nin, dolayısıyla da sistemin seçimlerden güçlenerek çıktığını kabul etmek gerekiyor. Bu da gösteriyor ki sistem, hiçbir sıkıntı yaşamadan kendi sürekliliği için gerekli olan gücü elde etmekte hiç zorlanmamıştır. Öyle ki, AKP döneminin kurbanları olarak ifade edilebilecek işçiler ve tarım sektörünün küçük üreticileri bile AKP’ye oy vermekte bir sakınca görmemiştir. Bu durum kimileri tarafından “Cellâdına âşık kurban” olarak adlandırılsa da, gerçek olan şudur ki 12 Haziran 2011 seçiminin galibi AKP, dolayısıyla da sistemdir. AKP’nin dokuz yıllık iktidarına rağmen 12 Haziran seçimlerinden de güçlenerek çıkması, ne tek başına seçim sistemiyle, ne “ekonomik büyüme” yalanıyla, ne AKP’nin “demokratikleşme” hamleleriyle,
ne “mega projeler”le, ne Ergenekon davalarıyla, ne de AKP’nin devlet ve medya gücünü ele geçirmesiyle açıklanabilir. Bu nedenlerin her biri bir etkiye sahiptir, ama ne tek tek bu nedenlerle, ne de bu nedenlerin toplamıyla bu olguyu açıklayabilmek mümkün değildir. Bunun nedenlerini anlayabilmek için, AKP’yi “başarılı” kılan nedenlerin arka planının daha derinlemesine irdelenmesi gerekiyor. AKP’nin “Başarılı” Olmasının “Sırrı” Üzerine Notlar AKP, toplumun önemli bir kesiminin nazarında her ne kadar “Milli Görüş” geleneğinin bir devamı olarak görünse de, AKP projesinin bu gelenekle fikri ya da stratejik bir ortaklığı yoktur. AKP’nin Müslüman kesimlerin mağduriyeti üzerinden kendi varlığını gerekçelendirdiği doğrudur. Ama nasıl ki Siyonist İsrail devletinin mağdur edilmiş Yahudilikle bir alakası yoksa ve nasıl ki Siyonizm kendisini Yahudi halkının tarihsel mağduriyeti üzerinden siyasi bir güç olarak örgütlediyse, aynı şekilde AKP de resmi ideolojinin mağduru olan Müslüman toplulukların mağduriyeti üzerinden kendini siyasi bir güç olarak örgütlemiştir. Ve AKP’nin resmi ideoloji tarafından mağdur edilmiş Müslüman topluluklarla bir alakası yoktur. Fetullah Gülen ve onun siyaset alanındaki üç atlısı Erdoğan, Gül ve Arınç önderliğindeki AKP, uluslararası bir proje olan ve sürekliliği esas olan Gladio’nun İslami hareket içindeki koludur. Meselenin bu boyutu başlı başına bir tartışmanın konusudur, dolayısıyla da bu tartışmayı bir başka yazıda ele almak üzere burada noktalayarak AKP’nin “başarılı” olmasının nedenlerine geçelim. AKP’nin “başarılı” olmasının ve üç dönem üst üste iktidar olabilmesinin en büyük
33
Komünist Zemin
nedeni, Kürt hareketinin siyasi iradesinin yanlış öngörüsüdür. Bilindiği gibi Kürt hareketinin siyasi iradesi, AKP iktidarını Kürt meselesinin çözümü için bir şans olarak mütalaa etmiş, bundan dolayı da AKP’ye şans tanınması için fiili savaşı dondurma kararı vermişti. Ve bu karara bağlı olarak da dokuz yıllık AKP iktidarı boyunca fiili bir savaş sürdürülmemişti. Kürt hareketinin siyasi iradesinin bu kararı, AKP’nin en önemli şansıdır. Zira Kürt hareketinin yaratmış olduğu bu olanaktan dolayıdır ki AKP, hem sistem içi çatışmayı daha rahat yürütebilmiş, hem de sistemi yeniden yapılandırabilmiştir. Bir başka neden, AKP ile yürünecek yolun bütün dikenlerinin AKP’den önceki koalisyon hükümetine temizlettirilmiş olmasıdır. AB’ye uyum yasaları, idam cezasının kaldırılması, Merkez Bankası’nın terbiye edilmesi gibi önemli kararlar DSP–MHP-ANAP koalisyon hükümeti döneminde alınmış ve uygulamaya konulmuştur. Türkiye gibi bir ülkede bir iktidarın başını yiyecek bu yasalar ya da yasal düzenlemelerin hepsi AKP öncesi dönemde yapılmış ve AKP’ye de açılan bu yoldan yürümek kalmıştır. Bir başka neden, IMF ve Dünya Bankası merkezli neoliberal politikaların yıkıcı sonuçlarından korumak için Türkiye’ye tanınmış olan ayrıcalıklı durumdur. Neoliberal politikaların yıkıma yol açmadığı, aksine bir ölçüde başarıya yol açtığı tek ülke Türkiye olmuştur. Bu sonuç, hükümet politikalarının bir başarısı anlamına gelemeyeceği gibi, neoliberal politikaların olumlu sonuçlara da yol açabileceği anlamına da gelmez. Bölgedeki konumu ve tuttuğu yer bakımından Türkiye başarılı olmaya mahkûm edilmiş bir ülkedir, hepsi bu. Bunun için, bir yandan fonlar devreye sokularak Türkiye’ye önemli miktarda para pompalandı ve bu fonlar üzerinden topludaki patlama potansiyeli taşıyacak kesimler stabilize edildi.
Diğer yandan, Türkiye’nin kuralsız ticaret yapmasının önü açıldı. Öyle ki, hiçbir uluslararası engelle karşılaşmadan Azerbaycan, Özbekistan, Afganistan, Türkmenistan, Irak, İran, Suriye ve birçok Arap ülkesine mal satan ve bu ülkelerde inşaat sektöründen ciddi bir pay ele geçiren bir ülke oldu Türkiye. Bütün bunlara bir de, Türkiye’nin uluslararası uyuşturucu trafiğinin ve kayıt dışı paranın kayıt altına alındığı bir merkez olmasını da ekleyecek olursak, AKP’nin üçüncü dönem iktidar olmasının ve ‘ekonomik büyüme’ efsanesinin “sırrı” anlaşılmış olur. Söz konusu olan ekonomik bir büyüme değildir. Zira İthalatı ihracatının iki misli olan, altın, petrol ve doğal gaz gibi zenginlikleri olmayan, satacağı bir banka sermayesi olmayan; yalnızca ve yalnızca birinden alıp bir diğerine satan bir ticaret aracılığıyla “ekonomisi büyüyen” bir ülke tasavvur etmek olası değildir. Üretimden ziyade taşeronculuğa dayanan, üretip ihraç etmekten ziyade alım satıma dayanan bir ekonominin büyüyen bir ekonomi olarak yutturulması düpedüz manipülasyondur. “Türkiye’nin ekonomisi büyümektedir” denilirken esasında kastedilen, büyüyen şirketlerdir. Artan kişi başına düşen gelir değil, sermaye sahiplerinin ciroları ve kar marjlarıdır. Peki, hal böyleyken çoğunluğu bu yanılsamaya nasıl inandırıyorlar? AKP’nin dayandığı seçmen kitlesi oldukça farklı kesimlerden olduğundan, bu seçmen kitlesinin AKP’ye verdikleri desteğin nedenleri de oldukça farklıdır. Ama bu seçmen kitlesinin AKP ile olan bağlarını şu başlıklar altında ifade edebiliriz: 1. İslam sosuna batırılmış ve finansmanı büyük ölçüde uluslararası fonlardan karşılanan sadaka ilişkisi; 2. AKP üzerinden bir İslam Devleti düşünün bir gün mutlaka gerçekleşeceğine olan inanç;
34
Komünist Zemin
3. Türk İslam Düşünün AKP üzerinden gerçekleşiyor olması yönündeki inanç; 4. Kemalist zihniyetle barışık olmayan ama onunla hesaplaşmayı da göze alamayan birçok kesimin AKP üzerinden bir çatışma imkânı yakaladıklarına olan inançları; 5. İktidar mak;
olanaklarından
nemalan-
6. Ekonomik istikrar yanılsaması; 7. “Demokratikleşme” sürecinin AKP iktidarı aracılığıyla gerçekleşebileceğine olan inanç. Bütün bu faktörler yan yana geldiğinde ve bir de bu faktörlere AKP’nin yarattığı devasa dezenformasyonu, AKP’nin elini güçlendiren bir muhalefeti, savaşsız sayılabilecek bir dönemi ve uluslararası konjonktürü eklendiğimizde, ortaya çıkan bu sonuçları anlamak zor olmasa gerek. Peki, ya Kürdistan’da Kazanan Kim Olmuştur? Bir bütün olarak sistem partilerinin Kürdistan’daki etkilerinin kırıldığı doğrudur ama gerek AKP’nin, gerekse de sistemin Kürdistan’da kaybettiğini söylemek doğru değildir. AKP’nin, dolayısıyla da sistemin Kürdistan’da kaybettiğini düşünebilmemiz için, AKP ve sistemin Kürdistan’da temsilinin son bulması gerekiyor. Tabii ki AKP ve sistem, her koşul altında Kürdistan’da oy almaya devam edecektir. Zira Asker, Polis ve Kürdistan’da çalışan diğer devlet memurlarının oyları, keza işbirlikçi Kürtlerin oyları, mevcut devletin Kürdistan’daki varlığı sürdükçe var olacak ve bu oylar devletin egemen anlayışını temsil eden partilere akacaktır; ama bunlar üzerinden sistemin Kürdistan’da temsili mümkün değildir.
Fakat 12 Haziran 2011 seçimlerinde de gördük ki, AKP’nin oy kitlesini oluşturanlar yalnızca işbirlikçiler, askerler ve polisler değildir. AKP, halen daha Kürt nüfusunun önemli sayılabilecek bir kesimini kontrol altında tutmaya devam etmektedir. Bu anlamıyla AKP’nin, dolayısıyla da sistemin Kürdistan’da kaybettiğini söylemek doğru değildir. AKP’nin ve sistemin Kürtler üzerindeki etkisi azalmıştır, bu doğrudur; ama böyle bir sonucun ortaya çıkmasında belirleyici olan siyasal Kürt hareketinin etkili mücadelesinden daha çok, AKP’nin bir yol ayrımına gelmiş olmasının etkisi olmuştur. Bir anlamda AKP ve sistemin 2002 yılında yapılan seçimlerden önce Kürdistan’da mevcut olan gücünü koruduğunu ifade etmek mümkündür. Her ne kadar gerek 2002 seçimlerinde, gerekse de 2007 seçimlerinde AKP Kürt illerinde çok yüksek sayılabilecek bir oranda oy almış olsa da, bu, AKP’nin gücü olarak okunabilecek bir sonuç değildi. AKP’ye bu seçmen oylarını taşıyan, tarihin ironisi olsa gerek, bizatihi Kürt siyasal hareketiydi. Zira Kürt siyasal hareketi AKP’nin statükocu bir parti olmadığını, mevcut statüko ile çatışacağını, dolayısıyla da önünün açılması gerektiğini tespit etmiş ve bir bakıma da AKP’nin değirmenine su taşımıştı. Bu anlamıyla nasıl ki “AKP Mucizesi”nin esas nedeni Kürt hareketinin siyasi iradesinin stratejik ve taktik hataları ise, aynı şekilde 2002 ve 2007 seçimlerinde AKP’nin Kürdistan’da oy patlaması yapmasının da mimarı Kürt siyasal hareketinin siyasi iradesinin yanlış öngörüsüdür. Gelinen aşamada 2002 seçimleri öncesine geri dönülmüştür ve 2002 ve 2007 seçimlerinde AKP’ye hediye edilen oylar 2011 seçimlerinde geri alınmıştır. Bu anlamda da gerek AKP’nin, gerekse de sistemin Kürdistan’da kaybettiğini ilan etmek doğru değildir. BDP’nin ya da Kürt siyasal hareketinin kazandığını söylemek mümkün müdür?
35
Komünist Zemin
Bu soruya bizim cevabımız “Hayır” olacaktır. Zira işgalci devlet partilerinin Kürdistan’da etkileri ortadan kalkmadığı sürece kazanılmış bir zaferden söz etmek doğru değildir. BDP’nin birkaç şeyi başardığı, örneğin Kürtlerin ulusal birliği yolunda bir süreç geliştirdiği, siyasallaşmış bir halk inisiyatifine hizmet ettiği ve geç de olsa AKP’nin Kürt hareketi açısından taşımış olduğu tehdidi görerek onun elindeki enstrümanları büyük ölçüde boşa çıkardığı doğrudur, ama kazandığını söylemek henüz doğru değildir. BDP’nin desteklediği bağımsız adayların kimi Kürt illerinde işgalci gücü temsil eden AKP karşısında daha fazla seçmenden oy alması, bir zafer olarak mütalaa edilemez. Bu, AKP’nin Niğde’de MHP karşısında kazandığı seçim zaferi ile bir ve aynı şey değildir. Keza bu, Filistin’de HAMAS’ın FKÖ karşısında kazandığı seçim zaferi ile de bir ve aynı şey değildir. AKP, işgalci gücü, BDP ise yaşamı işgal edilen bir halkı temsil etmektedir; bundan dolayıdır ki AKP ile BDP arasındaki çatışmanın AKP ile CHP ya da MHP arasındaki çatışma düzleminde ele alınması ve mütalaa edilmesi doğru değildir. Kürt Hareketi Açısından 12 Haziran Seçimlerinin Anlamı Nedir? Kürt hareketi 12 Haziran seçimlerini kendisi açısından bir zafer olarak nitelendirse de, biz bu durumu bir zafer olarak mütalaa edemiyoruz. Dahası biz bu durumu, Kürt hareketinin dokuz yıldır sürdürmüş olduğu yanlış siyasetten vazgeçmesi olarak değerlendiriyoruz. 2002’de yapılması gereken, 2011’de yapılmıştır. Bu anlamıyla da Kürt hareketi bir zafer kazanmamıştır ama Kürtler için tarihi sayılabilecek bir dönemeçte, geç de olsa kendi kaderini kendi eline alma yönünde bir adım atmıştır.
Aksini düşünmek ya da yapmak öyle sanıyoruz ki Kürt hareketi açısında bir intihar olurdu. Devletin sahiplerinin 2002 yılında AKP’nin iktidar olmasına izin vermiş olmalarının en önemli nedenlerinden biri de AKP üzerinden Kürt hareketini tasfiye etmekti. Kürt hareketinin bunu görmemiş olması, üstüne üstlük bir de AKP’ye dokuz sene boyunca kredi vermiş olması tarihe not düşülmesi gereken bir intihar girişimidir. Kürt hareketinin de 2002’den 2011’e kadar izlemiş olduğu siyaseti, “AKP’ye verilmiş bir kredi” olarak değerlendirmekten vazgeçerek, “Kürt halkının kaderini cellâdına teslim etme” olarak değerlendirmesinde bundan sonrası açısından fayda vardır. Ve Sosyalist Hareket Sosyalist hareketin işçi sınıfı ve ezilenler nazarında bir kıymet-i harbiyesi olmadığından, seçimler aracılığıyla ne siyaset üzerinde, ne de işçi sınıfı ve ezilenler üzerinde bir etkisi olmamıştır. Sosyalist hareketin bazı sektörleri, seçimlerde kendi propaganda ve teşhir siyasetlerini yürütmekle beraber, fiilen de Kürt hareketinin vekil adaylarına sahip çıkmayı anlamlı bulmuş ve bu yönde irade göstermişlerdir. Bu anlamıyla da en anlamlı iş bu olmuştur. Bunun dışında ne boykot çağrısı yapanların, ne kendi bağımsız adaylarıyla seçime gidenlerin, ne “Boyun eğmeyen 500 bin kişi” arayanların, ne de seçime katılmak isteyip de katılamayanların bu süreçte toz kadar hükümleri olmamıştır. Dolayısıyla da sosyalist hareket açısından muhasebesi yapılması gereken seçimler değil, bizatihi sosyalist hareketin programatik, ideolojik, stratejik ve politik zeminidir.
36