Komünist
ZEMİN Ezilenlere ve onlarla acı çeken, onların safında mücadele edenlere...
"Paşeroja Kurdan ne li Enqerê ne jî îmralîyê ye, li Botanê ye!"
7 Haziran sonrasının retoriği üzerine...
Kronstadt 1921: devrim mi, karşı devrim mi?
Kadınlar Feminizmden neden korkar?
“Çocuk gelinler“ meselesi...
SAYI
24
EKİM / KASIM/ ARALIK 2015
2 TL www.komunistzemin.org
İÇİNDEKİLER Türk Devletinin “Sınır Ötesi” Hevesi Neden Kabardı?..................2 7 Haziran Seçim Sonuçları Üzerine Notlar...................................3 Seçim Sonrası Sürecin Retoriği Üzerine Düşünceler……………...5 Kadınlar Feminizmden Neden Korkar?......................................11 Müslüman Kültüründe Gulamlar ve Gulamparalık......................13 Erkek Kültürünün Bir Parçası Olan Çocuk Gelinler Üzerine…....15 Vegan Bir Aktivistin Veganlık Üstüne Notları……………………….17 Kronstadt 1921.........................................................................22 Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok…………………………………...27 Konuk Yazar: Fikret Başkaya Türklüğün ve T.C. Devletinin Yaratılması Sürecinde Eğitimin İşlevi Üstüne Notlar….................................30 Ve Reklamlar……………………………………………………………...32 Feminist Düşünür Leonore Tiefer'la Söyleşi: Hangi Cinsellik?........................................................................33
Komünist Zemin
Türk Devletinin “sınır ötesi” hevesi neden kabardı? Türkiye’nin istediği, hem Rojava’da ortaya çıkmış olan fiili Kürt yapılanmasını IŞİD’e imha ettirmek, hem de IŞİD ile sınır komşuluğuydu; bu bakımdan IŞİD’in Rebia’dan Cerablus’a kadar uzanan hattı işgal etmesini istemiş ve desteklemiştir. Lakin Ankara’daki hesap Kobane’de bozuldu ve Kobane’den bu yana IŞİD sınır hatlarından geri püskürtüldü. Öyle ki, Güney Kürdistan’la Rojava’nın kesişme noktasında bulunan Rebia’dan Suriye’nin Halep kentinin yakınında bulunan Cerablus’a kadar uzanan sınır boyunca IŞİD’in kontrolünde olan bir tek bölge kaldı, o da Cerablus’tur. IŞİD’in bu bölgeden de sökülüp atılması an meselesidir. Türkiye’nin bir anda “sınır ötesi” müdahaleyi gündeme getirmekteki maksadı bununla ilgilidir. Aslında Türkiye bu zaman kadar IŞİD üzerinden bölgede mevcuttu, şimdi ise doğduran müdahale etmek istiyor. Bu müdahale her ne kadar IŞİD karşıtı olarak gösterilmek istense de, bu doğru değildir. Müdahale planının birden fazla nedeni bulunmaktadır. Birinci neden, Cerablus’un da YPG ve IŞİD’e karşı savaşan diğer güçlerin eline geçmesi durumunda, IŞİD’in Türk devletiyle olan sınır bağlantısı kopacaktır, bu da IŞİD’e lojistik desteğin sağlanmasını imkânsız hale getirecektir. Türk işgal birlikleri Cerablus’u işgal ederek, daha iç bölgelere çekilmek zorunda kalan IŞİD ile sınır komşusu olmaya devam etmek niyetindedir.
İkinci neden, Kobane Afrin arasında bulunan hattı tutan IŞİD’den boşalacak yeri tutarak bu iki Kürt kantonu arasında oluşturulmaya çalışılan Kürt hattını engellemek ve Rojava kuşatmasını devam ettirmektir. Üçüncü neden, Haseki hattında oluşan ve daha da büyümesi muhtemel olan Esad güçleri ile YPG güçlerinin ortak savunma hattını zora sokmaktır. Dördüncü neden, bölgenin yeniden şekillendirilmesine ve yapılandırılmasına askeri olarak da doğrudan müdahil olmaktır. Türk devleti bu hatta doğrudan giremese de, Suriye’deki Türkmen gücünü eğiterek kendi yerine bölgeye yerleştirmek için elinden geleni yapacaktır. Zaten son zamanlarda üzerinden en çok konuşulan budur ve ABD de bu plana sıcak bakmaktadır.
~2~
Komünist Zemin
Seçim Sonuçları Üzerine Notlar… AKP üçüncü kez hükümet olduğunda şunları yazmıştık: “AKP’nin herkese mavi boncuk dağıtma dönemi bitmiştir. Artık bir yol ayrımına gelinmiştir, çünkü AKP’nin her kesimden insanı idare edebilmesinin olanakları tükenmiştir. Bundan dolayıdır ki AKP açısından planlı bir geri çekiliş süreci başlayacaktır. Bunun anlamı ise şudur: AKP, geleneksel tabanına daha çok yakın durmaya ve bu tabanı dinamik bir güç olarak harekete geçirmeye yönelecektir. Bunun retoriği ise, ‘Türk İslam Sentezi’ olacaktır.” Nitekim AKP’nin son 2 yılına damgasını vuran retorik de bu oldu. Esasında bu retoriğin bir AKP MHP ittifakına yol açması gerekirdi, zira her geçen gün MHP’lileşen bir AKP söz konusuydu ama bu da olmadı. Zira bu iki partinin dayandıkları ve nemalandıkları toplumsal dinamik aynıdır. Özcesi, gittikçe yalnızlaşan, yalnızlaştıkça agresifleşen AKP, bir tercih değil, kaçınılmaz bir durumdu. Zira bu derece çatışmalı bir toplumda uzun süre her kesimi idare edebilmek mümkün değildir. Zaten mümkün de olmadı. Sonunda yatsı oldu ve yalancının mumu da artık yanmaz oldu. Sonunda istenen oldu ve 13 yıllık tek parti iktidarı son buldu. İki sene önce olması gereken, 7 Haziran’da oldu. İki yıl önce Gezi sürecinin siyasi mesajı, AKP hegemonyasına son vermekti. O zaman başarılamadı! Lakin Gezi’de başarılamayan, 7 Haziran’da başarıldı. HDP, Gezi’ye destek vermemiş olsa da, Gezi’nin dayandığı dinamik HDP’ye destek verdi ve sonunda AKP’nin tek parti iktidarına son verildi. 2 Yıl önce AKP’yi kurtaran HDP, 7 Haziran’da AKP’nin mezar kazıcısı oldu. Peki, baraj yıkıldı mı? Bu bir yanılsamadır, söz konusu olan barajın yıkılması değil, barajın aşılmasıdır. Zira baraj sistemi başka siyesi güçler açısından halen daha varlığını korumaya devam ediyor. Bunu da HDP’nin başarısı olarak değil, AKP’nin 13 yıldır kimseleri sokmadığı kalenin aşılmasını
en birinci şart olarak kabul eden güçlerin doğrudan ya da dolaylı ittifakının bir sonucu olarak okumak gerekiyor. HDP, bir bakıma kalenin içine sızabilmek için bir Truva Atı idi. Bunda da başarılı olundu. Kazanan Kim Oldu? Eğer meclis aritmetiği bakımından bakacak olursak, bu seçimin kazananları HDP ve MHP’dir. Ama buradan bakmak gayri siyasi bir yaklaşım olur. Siyaseten kazanan, CHP, HDP ve MHP’dir. Zira her üç partinin de seçim stratejisi, AKP’nin tek parti dönemine son vermekti. Gerçekleşen budur, dolayısıyla da her üç parti de bu bakımdan kazanmıştır. Ama stratejik bakımdan kazanan CHP ve CHP dışında kalan “ulusalcı” güçler olmuştur. Zira CHP’nin ve CHP dışında kalan “ulusalcı” güçlerin bütün seçim stratejileri AKP’nin önünü kesmek üzerine kurulmuştu. Bu, sistemin eski sahipleri ile yeni sahipleri arasındaki bir savaştı. AKP döneminde devlet partilerinin hepsi oy kaybetmişti, CHP ve CHP dışındaki “ulusalcı” güçler ise devlet içindeki mevzilerinin çoğunu kaybetmişti. Bu bakımda AKP’nin durdurulması CHP ve CHP dışında kalan “ulusalcı” güçler bakımından meclis aritmetiğine indirgenemeyecek kadar köklü bir anlama sahipti. Bir başka kazanan sistem olmuştur; zira hem sıkışmış ve siyasal anlamda bir krizin eşiğinde olan sistem açısından yeni bir alan açılmıştır,
~3~
Komünist Zemin hem de sistemi açmaza sürükleyebilecek yegâne güç olan Kürt gücü bir biçimde sisteme dâhil edilmiştir. Bu süreç nasıl nihayetlenir bunu şimdiden kestirebilmek zordur. Zira bu sürecin Irak, Güney Kürdistan, Suriye ve Rojava’daki süreçten ve de Uluslararası güçlerden bağımsız ele alınabilmesi ve nihayetlendirilebilmesi mümkün değildir. Bir başka kazanan Öcalan olmuştur. Zira HDP tarafından savunulan program, 15 sene önce Öcalan tarafından taahhüt edilenden başka bir şey değildir. Bu bakımdan Öcalan da kazananlardan biridir. Bu seçimin bizim açımızdan kayda değer ve sevindirici yanı ise, devlet partilerinin Kürdistan’da silinme noktasına gelmiş olmasıdır. Bu hem siyasi, hem de ideolojik bir kazanımdır. HDP Kürtlükten uzaklaşıp Türkiyelileştikçe, devlet partilerinin Kürdistan’dan kovulması tarihin bir ironisi olsa gerek. Peki, şimdi ne olacak? Evet, AKP’nin tek başına hükümet kurabilmesinin imkânları artık mevcut değildir. MHP’nin dışarıdan destek vermesiyle AKP bir azınlık hükümeti kurabilir, bir ihtimal budur. Bir başka ihtimal, AKP CHP koalisyonudur. Bir başka ihtimal, AKP MHP koalisyonudur. HDP tarafından dışardan desteklenen bir AKP azınlık hükümetine pek ihtimal verilmiyor, lakin henüz Öcalan’ın ne söyleyeceği bilinmemektedir. Öcalan, kurulacak bir AKP azınlık hükümetine HDP’nin dışarıdan şartlı destek vermesini de isteyebilir. Bu seçenek hem İmralı eksenli çözüm sürecinin devam etmesine olanak sağlayacaktır, hem de HDP’nin, “Hiçbir biçimde AKP ile koalisyon yapmayacağız” sözünü tuttuğu biçiminde okunacaktır. Küçük bir olasılık da olsa, AKP’nin bölünmesi ve buradan ayrılacak milletvekillerinin de katılımıyla AKP’siz bir koalisyon alternatifi de ihtimal dâhilindedir. Ama görünen o ki, AKP hiçbir biçimde kendisinin olmadığı bir hükümete izin vermeyecektir. Zira bu, AKP’nin elde ettiği mevzileri de kaybederek, tamamen savunmasız bir hatta geri çekilmesi demektir.
Her şey bir yana, ortada onca suç, yolsuzluk, usulsüzlük varken AKP bunu yapmayacaktır. Esasında AKP’nin en çok tercih edeceği ortak, MHP olacaktır, lakin bunun için AKP’nin müzakere sürecinden tamamen vazgeçerek, yeniden silahlı çözümü kabul etmesi dışında pek mümkün gözükmüyor. MHP’nin şartı ise, kuşkusuz bu olacaktır. Eğer ki AKP yeniden silahsız çözüm sürecinde ısrarlı olursa, bu durumda CHP ya da HDP ile bir ortaklık kurmak zorundadır. İhtimal dâhilinde olan bir başka alternatif ise, seçimlerin tekrarlanmasıdır. Sonuç Yerine Bugün 8 Haziran! Peki, gerçekten “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” mı? Değişen ne oldu? Ya da değişen ne olacak? Mesela işçiler, işsizler, yoksullar, evsizler, mülteciler, kadınlar, Alevler, eşcinseller, Kürtler ve ötekileştirilmiş diğerleri açısından ne değişti? Ya da ne değişecek? Ötekileştirilmiş kesimlerin de destekledikleri adaylar meclise girdi diye, sistemin kapsayıcı bir karakter kazanması mümkün müdür? Hâlbuki seçim sürecinde bu yanılsama propaganda edildi ve toplumun ötekileştirilmiş olanlarına, “Artık yeni bir dönem başlayacak” denildi ve bu retorik karşılık da buldu. Lakin bunun bir yanılsama olduğu kısa süre sonra ortaya çıkacaktır. Zira sorun hükümet sorunu değil, bir sistem sorunudur. Dünyanın hiçbir yerinde kapitalizme rağmen hiç kimsenin ötekileştirilmediği bir düzel kurulamamıştır. Kısmen de olsa herkesin doyduğu ve kimsenin ötekileştirilmediği kimi ülkeler mevcuttur. Lakin bu ülkeler bunu dünyanın başka coğrafyalarını talan ederek, başka coğrafyalarda yaşayan insanları ötekileştirerek yapabilmiştirler. Bundan dolayıdır ki hem kapitalizmin varlığını kabul edip, hem de “kimsenin ötekileştirilmediği, herkesin karnının doyduğu, özgürlüklerin olduğu” bir düzenden söz etmek illüzyondan başka bir şey değildir. 8 Haziran 2015
~4~
Komünist Zemin
7 Haziran seçimleri sonrası sürecin retoriği üzerine düşünceler… “Erdoğan’ın Savaşı” mı? Süren savaşı Erdoğan’ın savaşı olarak mütalaa etmek doğru mudur? Hayır, bu savaş Erdoğan’ın savaşı olmadığı gibi, başkanlık sisteminde diretmek de bir Erdoğan projesi değildir. Esasında başkanlık sisteminin tercümesi, koalisyon hükümetlerinin önünü kesmek ve tek parti iktidarının kurumsallaşmasını sağlamaktır. Bu ise Erdoğan’ın aklının bir ürünü değil, devletin aklının ürünüdür. Zaten 12 Eylül Cuntasının başarmak istediği en temel şeylerden biri de bu idi. Aslında bu süreç, Özal döneminden Çiller dönemine geçişin bir tekrarıdır. Şu anki süreç, Tansu Çiller, Mehmet Ağar ve Doğan Güreş ekibinin 1993 savaş konseptinin yeniden sahneye konmasından başka bir şey değildir. Erdoğan çizgisiyle devletin sahiplerinin (TSK, sivil bürokrasi vs.) çıkarlar son 13 yıl içinde hiç bu kadar örtüşmemişti. Dolayısıyla da ne Suriye ve Rojava savaşları, ne IŞİD’in Kürtlerin üzerine gönderilmesi, ne de bugün Kürtlere karşı topyekûn savaş ilanı bir hükümet politikası değil, bir devlet politikasıdır. Peki, neden bugün? Bunun birden fazla nedeni mevcuttur. Bu nedenlerin en başlıcası ise Suriye ve Rojava savaşlarıyla birlikte ortaya çıkan yeni konjonktürdür. Elbette ki Erdoğan ve ekibinin iktidarda kalmak, iktidar olmanın nimetlerinden yararlanmaya devam etmek, kazandıkları mevzileri korumak, işledikleri suçların hesabını vermekten kurtulmak gibi bir sorunu vardır. Lakin olan biteni bununla açıklamak mümkün değildir. Dipnot olarak… Eğer ki Türk devleti bu yeni savaş konseptinde de batağa saplanacak olursa, bunun faturasını Erdoğan ve ekibine ödetmekten kaçınmayacaktır.
Erdoğan ekibi de bunu gayet iyi bilmektedir. Zaten bu çetenin bu derece fütursuzca saldırmasının nedeni de budur. “Erdoğan’ın Hırsı” mı? Bütün bir süreci, yani Suriye ve Rojava savaşını, Kürtlerle yapılan müzakerenin tek taraflı olarak kesilmesini, 7 Haziran seçimlerinin fiilen geçersiz sayılarak erken seçim kararının alınasını ve Kürtlere karşı topyekûn savaş ilanını “Erdoğan’ın hırsının bir sonucu” olarak izah etmek doğru değildir. Olayı böyle izah etmek demek, devletin doğasının anlamamak demektir. Devlet egemen olan sınıfın tahakküm aracıdır; sahibi ise, egemen olan sınıf ve egemen sınıfla çıkar ortaklığı olan sivil / asker devlet bürokrasisidir. Bu, bütün dünyada böyledir. Dünyanın en güçlü devleti olan ABD’de bile, devletin ve onun sahibi olan güçlerin çıkarlarına uygun olmayan devlet başkanları ya iktidardan düşürülür ya da John F. Kennedy’nin akıbetine uğrayarak öldürülür. Bundan dolayıdır ki devletin sahipleri geleceklerini bir adamın hırsına kurban etmezler. Bütün bir süreci Tayyip Erdoğan üzerinden tartışmak, işlenen suçları devletin değil de Erdoğan’ın ve onun hükümetinin siyaseti olarak okumak gayri siyasi bir yaklaşımdır. Erdoğan’ın siyaseti devletin sahibi olan güçlerin ve sermaye sınıfının önemli bir kesiminin çıkarlarıyla örtüşmeye devem ettiği içindir ki, Erdoğan racon kesmeye devem ediyor; aksi takdirde Erdoğan orada 6 saat kalamaz.
~5~
Komünist Zemin Dağların hükmü de, tarihi de şehirlerden eskidir… Türk Başbakanı Davutoğlu diyor ki, “O dağlar ne olursa olsun temizlenecek!” Lakin Davutoğlu şunu cevabını vermiyor: Peki, o vakit sen ve senin gibi düşünenler o şehirlerde nasıl yaşayacaksınız? Davutoğlu’nun bilip de bilmezlikten geldiği bir başka şey ise şudur: Dağların hükmü de, tarihi de şehirlerden eskidir. İzahata Bakın! Ve bir Türklük klasiği: “Madem Kürt halkı savaştan yana değil, neden gelip karakolların önünde canlı kalkan olmuyorlar!” Bu, tam bir Türklük klasiğidir, Türklüğün tavan yapmış halidir. Bu izahatın günlük yaşama tercümesi şudur: Tecavüzcü bir adam zarar görmesin diye kadınlar tecavüzcü adamı korusunlar! İşkenceci biri zarar görmesin diye işkence mağdurları işkenceci polisi korusunlar! İşçilerin hakkını gasp eden bir patron zarar görmesin diye bu patron işçiler tarafından korunsun. Gölcük depreminde çöken binaların müteahhidi zarar görmesin diye bu zat depremde yakınları binaların altında kalan insanlar tarafından korunsun! Soma’da çöken maden ocağının patronu zarar görmesin diye bu zat göçük altında kalanların yakınları tarafından korunsun! Evet, bu izahat Türklüğün tavan yapmış hali olmakla beraber, bir bakıma da en yalın ve dolaysız halidir. “Ölen de öldüren de bizden” ne demek? Son zamanlarda en gözde retorik şudur: “Ölen de öldüren de bizden!” Bu retoriği kullananların kalkış noktası, her iki tarafta savaşanların yoksul çocukları olmasıdır. Lakin bir savaşın değerlendirilmesi ölenlerin sınıf ya da sosyal aidiyetlerinden, akraba olmalarından, çocukluk arkadaşı olduklarından yola çıkılarak yapılabilir mi? Velev ki ölen de öldüren de Kürt’tür, bir savaşın anlamı ya da anlamsızlığı buradan hareketle tespit edilebilir mi?
Bir savaşın ya da çatışmanın karakterini belirleyen bunlar değil, savaşan tarafların hangi maksat için ve ne adına savaştıklarıdır. Kürdistan’da bulunan askerler kimin çocuğu olursa olsun, hangi sınıfsal aidiyete sahip olursa olsun, bu onların Kürdistan’da bulunma nedenlerini değiştirmez. Türk ordusu Kürdistan’da işgalci bir güçtür ve Türk devletin bekası için Kürdistan’da görev yapan her görevli de işgalcidir. Bu savaşın nedeni, Türk devletinin Kürdistan’daki varlığıdır. Buna ve bu maksatla Kürdistan’da bulunan askerin varlığına karşı çıkmadan, “Durdurun bu savaşı!” türünden lakırdılar yapmak samimiyetsizliktir. Kaldı ki bu kimden istenmektedir, bu da belli değildir. Savaşı istemeyenlerin ilk evvela savaşın nedeni olan işgale karşı çıkması gerekir. Diyelim ki buna karşı çıkılamıyor, o halde Türk ordusunun Kürdistan’daki ablukayı kaldırması ve operasyonlara son vermesi için mücadele edilmelidir. Zaten PKK’nin de bu doğrultuda bir açıklaması bulunmaktadır. PKK’nin yaptığı açıklamalardan da çok rahat görülebilir ki, eğer operasyonlar son bulursa saldırıların da son bulacağı belirtilmektedir. O halde ne yapmalı? Ölümlerin son bulmasını isteyenlerin yapacağı şey açıktır. Yapılacak şey, ne timsah gözyaşları dökmektir, ne de “ölen de öldüren de bizden” diyerek at iziyle it izini birbirine karıştırmaktır.
~6~
Komünist Zemin Zira Türk ordusuna, “Kışlana geri dön, operasyonları durdur” diye baskı yapmadan, askere gitmeyi reddetmeden, Dolmabahçe mutabakatı neden dolayı rafa kaldırıldı, durup dururken neden topyekûn savaş başlatıldı diye hesap sormadan ne yol alınabilir, ne de bir arada yaşayabilmenin asgari müştereklerinin oluşturulması için bir imkân yakalanabilir. Gerçekçi olmak lazım Sosyal ifade eden şudur: “Türk solu neden sokağa çıkmıyor? Neden ezilenlerin cephesini örgütleyerek Kürtlere destek olmuyor!” Dün okuduğum bir açıklamada ise şöyle deniliyordu: “Her şeye rağmen emekçi Kürt halkı ile Türkiye işçi sınıfının açacakları iki cepheyle Türkiye kapitalizmine saldırmanın gerekli ve mümkün olduğuna inanıyoruz. Koşullar uygun, vakit savaş vakti.” Bu açıklamayı okuyunca ilk tepkim şu oldu: “Bu arkadaşlar ayrı bir gezegenden sesleniyor olmalılar. Birincisi, öyle bir sol yoktur. Yani sınıfla ve ezilenlerle bağları olan, onları harekete geçiren bir sol mevcut değildir. Olan solun önemli bir kısmı ise zaten ya HDP bünyesindedir ya da HDP eksenli hareket etmektedir. (Zaten HDP olmadan sokağa çıksalar linç edilirler.) İkincisi, işçi sınıfı sınıf bilincinden ve sınıf aidiyetinden uzaktır. Bunun da ötesinde devletçi ve misak-i millicidir. Bu her vakit böyleydi, şimdi daha çok böyledir. Üçüncüsü ve en önemlisi, Kürt hareketinin bağımsızlıkçı bir tavrı yoktur. Kürt hareketi bile devletle barışmakta bu derece ısrarlıyken, mobilize edebileceği kitleyi harekete geçirmek yerine kontrol etmekten yana iken, sol hareketin onu aşan bir irade göstermesi mümkün değildir. HDP, 6 milyon seçmenden oy almıştır, bu demek oluyor ki, istediği anda Türk metropollerinde ve Kürdistan’da milyonlarca insanı mobilize edebilir. HDP, ısrarlı bir biçimde kontrol ettiği kitleyi eylemsiz bir alanda tutmaktayken, sol hareketin bu aşan bir davranış gösterebilmesi mümkün olmadığı gibi, bu tür bir kapasitesi de yoktur. Zaten bundan dolayıdır ki sol diye bilinen hareket Kürt hareketinin gölgesine sığınarak zaman zaman sokağa çıkabilmektedir. Özcesi; olmayan bir hareketi varmış gibi kabul edip, sonra ondan icraat beklemek, sonra da “neden bir şey yapmıyor?” diye suçlamak akla ziyan bir yaklaşımdır.
Devrimci olmaya da yeni kriter getirildi 70’li, 80’li ve 90’lı yıllarda devrimci olabilmenin ölçütlerinden biri de, sistemin içine düştüğü siyasi krizi derinleştirmekti. 2000’li yıllarda birçok şeye ayar çekildiği gibi, devrimci siyasete de ayar çekildi. Mesela daha 4-5 yıl öncesine kadar “demokratikleşme” projeleri “düzen tamirciliği” olarak değerlendirilir, bundan ısrar edenlerle aynı platformlar bile paylaşılmazdı. Örneğin seçimlere katılmak, o yılarda BDP gibi, resmi paradigmayı sorgulayan, onunla çatışan bir partiyi desteklemek bile devrimci çevreler tarafından hoş karşılanmazdı. Ne olduysa son bir iki yılda oldu; ilk evvela devrimci olmanın yeni adresi olarak HDP ilan edildi, daha sonra da HDP için çalışmayanların devrimciliği sorgulanır oldu. Seçim sonrasının yeni retoriği ise, siyasi krizi derinleştirmek değil, siyasi krize müsaade etmemek oldu. Devrimci olmanın 7 Haziran sonrası yeni kriteri şudur: "Biz gelebilecek bütün önerilere, hükümet kurma, koalisyon oluşturma eksenindeki bütün görüşmelere açığız. Bütün görüşmelere açık olacağız. Türkiye siyasetinde kriz yaratan değil kriz çözen pozisyon üstlendik. Doğabilecek krizlerin çözümü noktasında biz üzerimize düşen görevi yerine getireceğiz" (HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ’ın 16 Haziran 2015 tarihli basın açıklamasından) Şimdi sırada, siyasi krizi derinleştirmek gibi devrimci bir düsturda ısrar edenlerin “bozguncu” olarak ilan edilmesi var; bakalım bu ne zaman olacak! Bunlar daha iyi günlerimiz… Çok değil, daha birkaç yıl öncesine kadar bu tür açıklamaları devlet sözcüleri yapardı. Vaktin birinde devlet, Kürtleri ve kimi solcuları, “Türkiye’nin doğusuyla batısını birbirinden ayırmaya çalışıyorlar” diye suçlardı. Derken gün geldi devran değişti; daha düne kadar devletin bölücülükle suçladığı Kürtlerin bir kesimi ve kimi solcular, bugün devlet güçlerini “Türkiye’nin doğusuyla batısını, kuzeyiyle güneyini birbirinden ayırmaya çalışıyorlar” diye suçlamaya başladı. Eğer böyle giderse, Kürtlük ve solculuk adına vatanın bütünlüğü için cansiperane mücadele eden bu zatların istiklal mahkemelerinin kurulmasını istemeleri de yakındır.
~7~
Komünist Zemin 90’lı yıllarda kışlasından dışarı çıkamayacak duruma gelmiş olan Türk işgal güçleri, ne yazık ki bugün Kürdistan’da akıl almayacak bir özgüvenle terör estirebilmektedir. Asıl trajik olan ise, Kuşatma altındaki Kürt illerinin yalnız bırakılmış olmasıdır. Gerek birçok Kürt ilinde, gerekse de Türk metropollerinde yaşayan milyonlarca Kürt pasifize olmuş bir vaziyette savaşın seyircisi durumundadır. Hâlbuki Kürdistan’daki kuşatmanın kırılmasının yolu açıktır. Gerek Kürt illerinde, gerekse de Türk metropollerinde örgütlenecek serhildanlarla bu kuşatma kolayca kırılabilir. Ama Kürt siyaseti bunu yapmaktan yana değildir. Bu da devletin moral üstünlüğü elde ederek daha fütursuzca saldırmasına neden olmaktadır. Bunun nedeni ise, İmralı’nın “Türkiyelileşme” siyasetidir. İmralı siyasetinden topyekûn kopamamış olan Kürt hareketidir. Kürtlerin geleceğinin Botan’a değil, Ankara’daki Türk Meclisinde inşa edilmek istenmesidir.
Ne günlere kaldık! 2 Eylül tarihinde HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş şunları söylüyordu: “Doğu’da seçim yapılacak koşul yoktur!” (Artık Kürtler de Kürdistan’a “doğu” demeye başladığına göre, Türkiyelileşme hususunda epeyce bir mesafe alınmış demektir!) 5 Eylül tarihinde ise HDP, seçimlerin güven içerisinde yürütülmesi için Yüksek Seçim Kurulu’na başvurdu ve YSK’nu göreve çağırdı. Şimdi merakla beklenen şudur: HDP, seçim güvenliği için TSK’yı ne zaman göreve çağıracak? Kürtlerin geleceği İmralı’da Değil, Botan’dadır... Kuşatma altındaki Kürt illerinde işgal güçleri istedikleri zaman kışlalarından çıkıp istedikleri Kürdü tutukluyor, öldürüyor ve kışlalarına geri dönüyorlar. Bunun en son örneği bugün Dersim’de yaşandı. Dersim’de herkesin gözü önünde iki gerillayı infaz eden polis, cinayeti işledikten sonra sığınağına rahatça geri dönebilmiştir.
"Yaşasın Halkların Kardeşliği" Nakaratı üzerine… "Halk" denilen kavram, bir bütün olarak bütün nüfusu kapsar. Mesela Türk halkı denildiğinde, bu tanımlama yalnızca Türk ezilenleri kapsamaz. Ya da Fransız halkı denildiğinde akla gelen Fransa'daki ezilenler olmaz. Bu başka bir tartışmanın konusu olduğundan bunu geçiyoruz. Kardeşlik meselesine gelince, eğer kardeşlikten kastedilen barış içinde bir arada yaşamak ise, bu durumda öncelikli olarak bir arada yaşayabilmenin koşulların oluşturulması şarttır. Bırakalım şimdi bütün dünyadaki halkların yana yana barış içinde bir arada yaşamalarını bir yana, bir devletin sınırları dâhilinde yaşayan insanların bir arada ve kardeşçe yaşayabilmeleri için, öncelikli olarak mevcut olan bir ilişkinin egemen olanının, egemenlik haklarından vazgeçip, bu ilişkinin mağduru olanla kader birliği yapması gerekmektedir.
~8~
Komünist Zemin Örneğin Fransız halkı ile Fransa'da kâğıtsız yaşayanların kardeş olabilmeleri için, öncelikli olarak Fransızların kâğıtsız mültecilerin Fransa'da yaşama ve eşit imkânlara sahip olması için harekete geçmesi gerekmektedir. Aynı şekilde Türklerle Kürtlerin kardeş olabilmeleri için, Türklerin Kürtlerin özlük hakları için mücadele etmesi gerekmektedir. Aksi takdirde “Yaşasın Halkların Kardeşliği" demek, bir şarkı nakaratı olmaktan öte bir şey ifade etmeyecektir. “Silahla Özerklik İlanı Olmaz” mı? “Başkan Selo” böyle buyurmuş! Bu durumda sormak gerekiyor, silah hangi durumda meşrudur? Silahı meşru kılan talep edilenin niteliği midir yoksa talep edilen karşısında egemen olanın tutumu mudur? Demirtaş’ın dediğinden şunu mu anlamak gerekiyor: “Devlet kurma hakkı dışında hiçbir hak için silah kullanmak meşru değildir?” Diyelim ki Demirtaş olaya buradan bakıyor; iyi de, PKK devlet kurma fikrinden 15 yılı aşkın bir süredir vazgeçmiş durumdadır, Demirtaş’ın bu zamana kadar aklı neredeydi? Zira o tarihlerde de PKK’nin özerklik girişimleri olmuş ama Demirtaş ve öncülü olan Kürt siyasetçileri hiç de bu tür bir lakırdı etmemiştiler. Peki, silahlı özerklik ilanı yanlış mıdır? Elbette ki yanlış olan, özerkliğin silahlı ilanı değil, özerklik ilanının kendisi, daha doğrusu maksadıdır. Yoksa silahlı özerklik ilanı neden yanlış olsun ki? Eğer ki bir topluluk bir talep ileri sürüyorsa ve bu talep egemen olan güç tarafından şiddet kullanılarak bastırılıyor ve yok sayılıyorsa, bu durumda talebi ileri süren güce de kendi mevziisini savunmak için zor kullanma hakkı doğar. Bırakalım özerkliği bir yana, bir topluluk “eşit yurttaşlık” ya da “seçme seçilme hakkı” talep ediyor olsa ve bundan dolayı devletin şiddetine maruz kalsa, bu talepler için bile silah kullanmak meşrudur. 1984 yılında PKK’nin silah kullanmasını meşru kılan ne idiyse, bugün de aynı şeydir. Zira o tarihte de Kürtlerin talepleri devlet şiddetiyle bastırılıyordu, bugün de devletin istediği Kürt olmayı reddeden Kürt hareketi ve onun talepleri devlet şiddetiyle bastırılmak istenmektedir.
Haliyle de PKK’nin silahlı karşı koyuşu savunma maksatlıdır ve meşrudur. Eğer PKK silahsız olarak özerklik ilan etseydi, o vakit devletin silahlı müdahalesi olmayacak mıydı? Kaldı ki PKK silahlı özerklik ilan ederken silahı saldırı maksatlı değil, kendi güvenliği için kullanmıştır. Dolayısıyla da Demirtaş’ın önce başka bir şey söylemesi gerekiyor; o da şudur: Demirtaş, özerklik ilanından yana mıdır yoksa buna karşı mıdır? Demirtaş ilk evvela bunu belirtsin, gerisi teferruattır. PKK’nin özerklik ilanı neden yanlıştır? Birincisi, PKK’nin özerklik ilanı stratejik değil, taktikseldir. PKK’nin bununla vermek istediği mesaj şudur: “Beni kabul etmezsen ben de kendimi senden ayırırım. Özerklik de bunun ilk adımıdır; daha da üzerime gelirsen, bu sefer de ayrı devlet derim.” İkincisi, PKK’nin özerklik ilanının günlük hayatta karşılı yoktur, zira her bakımdan merkezi hükümete bağlılık devam etmektedir. Oysa özerkliğin karşılığı bu değildir. Asıl tartışılması gereken ne Özerklik ilanı, ne de bunun silahlı olmasıdır. Evet, asıl tartışılması gereken ne özerklik ilanı, ne de bunun silahlı olmasıdır. Asıl tartışılması gereken, silahlı ve silahsız Kürt hareketinin stratejik maksadıdır. Zira her ikisinin de maksadı aynıdır; maksat, Türkiyelileşmektir. Kürt hareketinin asıl handikabı budur.
~9~
Komünist Zemin Sanal Dayanışmanın Dayanılmaz Hafifliği Üzerine… Günlerden beri facebook ve twitter benzeri ağlar üzerinden Kürtlerle dayanışa çağrıları yapılıyor. Kimileri, “Cizre’ye selam!”, kimileri, “Kalbimiz sizinle!”, kimileri, “Direnen Kürt halkının yanınızdayız”, kimileri, “Kürt halkı yalnız değildir” diyor. Bu arada ayılanlar, bayılanlar, insanlığından utananlar, yayınlanan Kürt çocuklarının resimlerini görüp de, “ölürüm ben sizin için” diyenler de var.( Tabii bu arada bir yandan da kendi çocuklarımı en iyi okullarda nasıl okuturum planları da yapılmakta…) Elbette ki bunla kulağa hoş gelen sözler ama bir o kadar da tehlikeli. Zira Kürt halkı bu sözlere güvenip de yol çıksa göreceği zarar çok büyük olur. Öyle ya, madem Kürtlerden yanasınız, neden Cizre’ye yürüyüşe geçenler arasında sizler yoksunuz. HDP binaları önünde neden nöbet tutmuyorsunuz? Kaçınız evlerinizi Rojava’dan sürülen Kürt çocuklarına açtınız? Eğer “sosyal medya” üzerinden Kürtlerden yana olduğunu iddia eden bu muazzam kalabalık sokağa çıkmış olsaydı, Kürtler bu kadar yalnız kalır mıydı? Lakin kimse sokağa inmiyor, herkes internetinin hızı yavaşladı diye şikâyette bulunuyor. Çünkü internet yavaşladığı için dedikodu mekanizması da yavaşlamış oluyor. Daha az haber geliyor, daha az fotoğraf ve video dolaşıma girmiş oluyor. Asıl bundan da önemli olan bir başka husus ise şudur: Her şeyden önce, kullanılan dil yanlıştır. Çünkü Kürt olmayanların yapacakları ya da yapmayı vaat ettikleri şeyi Kürtlerle dayanışma adına yapmaları egemen durumun yeniden üretilmesidir. Bir bakıma Kürtleri başka bir yoldan borçlandırmaktır.
Bu durum Kürtlerde de bir tür minnet borcuna yol açmaktadır. Hâlbuki minnet borcu hissetmesi gereken birileri varsa, o da Kürtlerle birlikte hareket eden Türklerdir. Çünkü Kürtlerin mücadelesi sayesindedir ki, Türkler (Kürtlerden yana olduğunu ilan eden) egemen Türk kimliğiyle hesaplaşma ve egemen kimlikten kopuş imkânı yakalamışlardır. Bundan dolayıdır ki, Türklerin yapacakları şeyleri Kürtlere yardım adı altında değil, kendileri için yapmaları daha anlamlıdır. Zira Türk olan bir insan sömürgeci devletle ve Türklük paradigmasıyla suç ortaklığını reddederek zaten esasında kendine iyilik yapmış olur. Zaten bunun sonuçlarından Kürtlerin de payına olumlu bir pay düşer.
~ 10 ~
Komünist Zemin
Kadınlar Feminizmden Neden Korkar?
Kadınların köleleştirilmesinin tarihi bin yıllar öncesine dayanır ve o günden bu yana kadınlar ataerkil sistem içinde var olabilmek, yerlerini sağlamlaştırmak için çeşitli pazarlıklar yapmaktadırlar. Ataerkinin ve iktidarın -ki ikizdirlerdeğişen yüzlerine uyum sağlayabilmek adına her an yeni stratejiler geliştirirler. Bunu yapmak zorundadırlar çünkü düşmanları da sürekli bir değişim içindedir. Elbette bu stratejiler düşmanı düşman olarak tanımlamaya asla izin vermiyor, saflar asla belirgin olmuyor. Çünkü strateji dediğin zaten alengirli bir yoldur ki; kurda ağamsın, paşamsın demeden ormanı sağ salim geçip eve varamıyor kırmızı başlıklı kız. Eve varmaktan dem vurdum diye kadınlar, aslında orman yolunda, kendiliklerini keşfetmek, birey olmak, köleliğin her türüne hayır demek adına gizli ve başarılı bir planın içindeler şeklinde anlaşılmasın. Yaratmışlarsa da bazen gizli ve dar patikalar; ormana gitmeyi bir yana bırak ”el âlem ne der”, ” herkes böyle ” , “hayat böyle daha kolay” ve “ama ben aşığım”lar ile toplum,
din, devletin eli ve ataerkinin etrafı saran ruhu ile kapatıldıkları kafeslerin bir adım ötesine çıkamayan binlerce kadın var. Bu kadınlar zaman zaman yaşadıkları sömürü sisteminden dert yansalar da ortada açık bir pazarlık var ve kazanım olarak gördükleri şeylerden vazgeçmek istemiyorlar. Öyle ki ataerki ile yaptığı pazarlık sonucunda bireysel çıkarlar elde etmiş kadınların ataerkinin yeterince uygulanmadığından şikâyet ettiklerini görmek şaşırtıcı değil ne yazık ki. Yani kadınların bir kısmı ataerkil sistemden dert yanarken bir kısmı da “hanımın yeri evidir” deyip kapitalist düzenin insanı tüketen çalışma koşullarına karşı kendince önlem alıyor, “ iyi hanım itaatkârdır” diyerek karar vermenin ve dolayısı ile sorumluluğun erkeğe ait olduğunu vurguluyor, sorumluluğun yükünden kurtulmaya çalışıyor. Biliyorlar ki eğer pazarlığı bir kenara bırakıp gerçek bir kurtuluş, onurlu bir yaşam için mücadele etmeye karar verirlerse artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Feminizmin ne olduğu konusunda belirlenmiş, herkesçe kabul
~ 11 ~
Komünist Zemin görmüş bir tanım olmamasına rağmen kadınların günlük hayat deneyimleri neye karşı olunması gerektiği konusunda oldukça net ve somut veriler sağlıyor. Feminizmin ne olduğu veya ne olması gerektiği bir yana, nasıl yaşamamamız gerektiği açıkça ortada. Yani aslında mesele yaşadığımız kötü düzen karşısında bireysel çıkarlar peşinde mi gideceğimize yoksa kolektif bir kurtuluş için mi mücadele edeceğimize karar verme meselesidir Üstte sözü edilen feminizmden korkma sebebi daha çok para kazanıp, nispeten bağımsız bir yaşam sürdürebilmeleri zor olan kadınlara (mı) özgüdür. Oysa feminizm korkusu, sol cenahtan partilerin kadınlarından tutun da, kadın devlet başkanları ve en gözde film starlarının bile korkulu rüyasıdır. Kadınlarla ilgili bir çift kelam edeceklerse eğer, söze “ben feminist değilim ama” ile başlamak, önce söyleyecekleri sözden dolayı özür dilermiş gibi, onları izleyen milyonlara feminist olmadıklarını söyleyerek sözlerinin geçerliliğini, kendilerinin de “normal” olduklarını sağlama almadan başlamazlar. Elbette bu kendiliğinden oluşan bir korku değil, sistemli ve uzun uğraşıların sonucudur. TC’nin kuruluş yıllarından günümüze baktığımızda devam eden, toplumun her yerine sirayet etmesi için özelikle yürütülen bir antifeminizm propagandasını görmek mümkün. Kuruluş yıllarında anne-direngen-cephe gerisinde çalışan bir kadın imgesine ihtiyaç vardı, bu yaratıldı-övüldü-edebiyatta yankı buldu. Cumhuriyet kurulduktan sonra ise modern-çağdaş-toplumu ileriye götüren kadın modeli sunuldu çünkü genç cumhuriyet yönünü batıya dönmüştü. Şüphesiz kadınların yaşamlarının her yönü istenilen şekilde dizayn edilmeden çağdaşlaşılamazdı. Nitekim medeniyetsiz yerlere(!) ışık, bilgi götüren öğretmen kadın tipi bu dönemin projesidir. (Bakınız: Çalıkuşu romanı)
Sonrasında ise devletin benimsediği devletçi ambalajlı Türkçü İslamcı politikalar gereği feminizm dahil sonunda “İZM” olan her akıma neredeyse savaş açıldı. Sürekli olarak Türklüğe ve İslam’a diş bilemiş düşmanlar yaratılarak toplumun din ve ırk merkezli bir düşüncede tutulması sağlandı. Gerektiğinde bunlar "gâvur icadı", "bilerek bizi çökertmeye çalışıyorlar", "Türk kadını başımızın tacıdır zaten ne gerek var bunlara" denildi. Bazen Orta Asya' da yaşamış Türki kabilelerden bir kadın sultanı gösterip "Yaaa batı bizden ders alsın" denildi. Çoğu zamanda Feminizm denen batı projesi İslam’ın öngördüğü aile yapısını yıkmaya çalışıp, Türk örf ve adetlerini unutturmak içindir düşüncesi benimsetildi. Böylelikle kadınlara nasıl gülebileceklerinden tutunda kaç tane doğuracaklarına kadar talimatlar vermeye başladılar. Yani kadınlar hiç bir zaman kendileri için, kendilerine dair politikalar geliştiremediler, hep başka projelerin nesneleri olarak ele alındılar. Ne zaman ki kadınlar ataerkilliğe savaş açıp, din-ırk-sınıf üzerinden kandırılamadılar o zaman hemen başları ezildi ve onların yerine uyumlu(!), devlet projelerinin yürütücüsü, emir kulu elemanlar getirildi. Elbette olan, katledilen, dövülen, ezilen kadınlara oldu. Kadınlar arasında yıkılması güç duvarlar örüldü, acılarının kaynağı aynı dahi olsa yaşanma biçimi-derecesi değişti. Hatta hâkim ırk ve sınıfın kadınları kendilerine sınırlı bir alan yaratıp "bize batıdan önce oy atma hakkı verildi" diye kendilerini epey kurtulmuş bile hissettiler. İşte tüm bu sebeplerden kadınlar Feminizmin F'sinden bile korkuyorlar, feministim derlerse şuana kadar ezberletilen değerlerine ihanet etmiş olacaklarına inanıyorlar sanki. Elbette tüm bu sebeplerin dışında daha yüzlerce sebep vardır, şimdilik ele göze gelen bunlardır.
~ 12 ~
Komünist Zemin
Müslüman Kültüründe Gulamlar ve Gulamparalık Gılman, "çocuk, bıyığı yeni terlemiş genç, hizmetçi" anlamlarına gelir ve gulam kelimesinin çoğuludur. Araplar Abbasiler döneminde Orta Asya’daki Türkofon göçebe halkların çocuklarını alıp onları müslümanlaştırıp hizmetçi, köle olarak kullanıyorlardı. Bu Türklerin bir kısmını da askeri eğitimden geçirip devlet hizmetinde kapıkulu olarak kullanıyorlardı. Gulam’ın Osmanlı’daki dengi kapıkulu. Ailelerinden zorla koparılıp alınan Hıristiyan ailelerin çocuklarının Müslümanlaştırılarak devlet hizmetinde kullanılmasıdır. Yine İran Şahları da Hıristiyan ailelerin çocuklarını alıp gulam olarak devlet hizmetinde kullanıyordu. Bunlardan bazıları da hadım edilip sarayda hadım ağası olarak hizmet görüyordu. Bu terim Kuran’da 52. Sure olan, Tur Suresi 24. ayetinde de mevcuttur: "Etraflarında, sedeflerinde saklı inciler gibi tertemiz gılmanlar dolaşır." Sübyancılık, Batıda ve Osmanlıda bir dönem yaygındı, kurumsaldı. Uzun zamandır Batı’da ve Osmanlı mirasçısı Türkiye’de kurumsal olarak ortadan kalkan sübyancılık, bugün Afganistan başta olmak üzere bazı Müslüman ülkelerde devam etmektedir. Engin Ardıç, “Şengül Hamamı” adlı kitabındaki bir makalede alıntılar yaparak Osmanlı sarayındaki oğlancılık geleneğinden söz eder: “Osmanlı sarayında kışın kadınlarla yazın da oğlanlarla yatıldı. Oğlanlar günde iki kereden fazla erkek altına yatırılmazdı.” Osmanlı’da “Oğlancılık” Osmanlı’da da “oğlancılık” geleneği yaygındı. Raif Kaplanoğlu, « Dünya’da üçüncü cins » adlı yazısında bu geleneği şöyle anlatmaktadır: “Osmanlı toplumunda erkekler, cinsel açıdan tercihlerine göre ikiye ayrılırdı. Biri doğal olarak kadınlara ilgi duyan erkekler. Bu tür kişilere zenne, yani kadın sever anlamına gelen “zampara” denilirdi. Hem cinsine, yani erkeklere ilgi duyan erkeklere de “gulampara” denilirdi. Gulam, erkek köle demek olup gulam-pare(seven) kelimelerinden galat olmuştu. Osmanlı toplu-
munda zamparalar olduğu kadar, gulamparalar da az değildi.” Selçuklu ve Osmanlı dönemindeki kitaplara bakarak, bir erkeğin hemcinsine âşık olup ilişkide bulunması hiç de yadırganmadığı anlaşılmaktadır. Bir Selçuklu Prensesi olan Keykavus’un oğluna öğütlerinden oluşan “Kabusname” adlı kitabında şu öğütleri yapar: “Şehvete yenilip sevgili arzuladığın zaman, şehveti kendinden uzaklaştırmadıkça erkek köle, ya da cariye satın alma. Alma ki, şehvet yüzünden o anda çirkin dahi güzel görünür.” Bir başka bölümde ise; “Eğilimin kul veya cariye olan hizmetkârlarından birine olmasın. İkisine de eşit olarak ilgilenen. Yaz olunca kadınlara, kışın oğlanlara meylet. Çünkü oğlan teni sıcaktır, yazın iki sıcak bir araya gelirse sağlığa zarar verir.” Yavuz Selim’in kızı Fatma Sultan da, babasına yazdığı bir mektubunda kocasından, “işi gücü oğlanlar derdindedir” diyerek şikâyet etmekteydi. 17. yüzyılda Osmanlı ülkesine gelen Ricaut’un gözlemleri de şöyledir: “Saraydaki genç adamlar birbirlerine karşı plantonik aşklar yaşarlar… Lanetlemeler ve ölüm cezası bile bu ateşi söndürmeye ve bu kötü alışkanlığı ortadan kaldırmaya yetmemiştir. … Fakat bu ihtiras sadece iç oğlanlar arasında yaygın değildir. Sarayın en saygıdeğer kişileri arasında bile çok sık görülür. İç oğlanlarına karşı duydukları aşk yüzünden onları odalarının penceresinde, camiye giderken veya hamamda yıkanırken görmek için aceleyle bahaneler ararlar… Padişahlar bile bu bozuk duygudan uzak kalmamıştır.” 16. yüzyılın ünlü Osmanlı tarihçisi Gelibolulu Âli, saray ahlakı ile ilgili yazdığı “Mevâidü’nnefais fi Kavaidi’l-Meclis” adlı kitabında, “Günümüz de iyi huylu gemici oğlanlarını, güzel kadınlardan üstün tutuluyorlar. Çünkü güzel kadınların sevgililerinden korkulduğu için ilişki gizlenir. Oysa delikanlılarla düşüp-kalkmak, arkadaşlığa benzer açık ve serbesttir. Bundan başka “saderular (yüzünde tüy bitmemiş gençler), barışta ve savaşta sahibinin yanındadır, ondan ayrılmaz” denildikten sonra yörelere göre saderuların niteliklerini anlatır.
~ 13 ~
Komünist Zemin “Türk çocuklarıyla, Arap civelek oğlanların güzellikleri kısa ömürlüdür. Yirmi yaşına varınca, âşıklarının gözünden düşerler.” Yazar bir yerinde ise: “Cennetin hurileri ile oğlanları çok kere birlikte anılır” ifadesini kullanma cesaretini göstermişti. Meyhaneleri anlatan bölümde ise, “içki içenlerin cuma günü akşamı kadınlarla cumartesi günü akşamı ise tüysüz olanlarla” yattıklarını anlatır. Bursa’nın ünlü gulamparası Şeyhüsilam Karaçalebizade Gelibolulu Âli, bir yere girilirken kapının çalınmasının önemine dair bölümde verdiği bir örnek de ilginçtir: “Çağımız Kadı’larından biri, büyük kazaskerlerinden birinin özel dairesine girmiş. Kazaskeri karakaşlı saderülardan birinin yüksek köşkünü, insanlık hali coşan şehvet seli ile yıkamakta bulmuş. Ayıbını öğrendiği için de (bu kişiye) sus payı olarak istediği 150 akçelik Kadılığa atanarak işini yürütmüş.” Aslında sözü edilen bu Kazaskerin daha sonra en yüksek dini makam olan Şeyhülislamlığa kadar yükselen Bursalı Karaçalebizade Abdülaziz olduğu değişik kaynaklardan anlaşılmaktadır. Özellikle Naima tarihinde Karaçelebizade’yle ilgili olarak şu ilginç bilgiyi verir: “Hizmetinde üstü donu, şalvar, bol pantolon, kenarları yırtmaçlı ve altın düğmeli entariler giyinmiş genç çocuklar bulundurur ve halvet durumunda, düğmeleri çözük tuttururdu. Merhumun baldır sefasına aşırı merakı vardı.” Yine ünlü Bursalı şairlerden Ahmet Paşa’nın da, Fatih’in Sarayı’ndaki bir oğlana âşık olduğu için Bursa’ya sürüldüğü kaynaklarca yazılmaktadır. Lakin bu yaygın eğilim, sıradan şairlerden, şeyhülislam olan şairlerin bile şiirlerinde yer alır. Ancak Osmanlı döneminde hamamcılar Kethüdası Derviş İsmail’in 1686 tarihinde yazdığı Dellakname-i Dilküşa adlı kitap bu konuda benzersizdir. Kimsenin cesaret edemeyeceği yazıların yer aldığı böyle bir kitabı bugün bile yayınlayabilmek güçtür.
Paştunlarda devam ediyor. Afganistan’da erkekler arasında düzenlenen gece eğlencelerinde kullanılıyor bu çocuklar. Zenginler veya otorite sahibi şahıslar, kısacası efendiler (kaatah), yoksul ailelerin henüz bıyığı sakalı çıkmamış 14-18 yaş arasındaki güzel çocuklarını himayelerine alıyor ve onları kızlar gibi giydiriyor, saçlarını uzatıyor, hizmet işlerinde kullanıyor ve gece eğlencelerinde ("qush khana") dans ettiriyorlar. Bu oğlan köçeklerin bazıları ayak bileklerinde fahişelik göstergesi, sembolü olan zillerden (küçük çanlar) takıyorlar. Çünkü eğlencenin sonunda da efendileri onları, cinsel ihtiyaçlarını karşılamak için misafirlerine ikram ediyor. Taliban iktidarı döneminde yasaklanmış olan bu gelenek, son yıllarda zenginler ve özellikle de savaş ağaları tarafından yine yaygınlaştırılmış durumda. Hatta oğlan köçeği sahibi olmamak küçültücü olarak görülüyor; zengin olup da BMW veya Mercedes arabası olmamak gibi bir şey, yani bir toplumsal statü göstergesi. Bu nedenle çok zenginler birden fazla oğlan köçek himaye ediyorlar ve iyi dans edenlerle gururlanıyorlar. Bunları çok az bir para karşılığında yapan yoksul aile çocukları sakalı bıyığı çıkıp yetişkin olduklarında “normal” hayata dönmeye ve evlenip çoluğa çocuğa karışıp “herkes gibi” olmaya çalışıyorlar. Bu gelenek son yıllarda Afgan ordusuna da sıçramış durumda. Ordunun alt kademe komutanları “çaycı” olarak aldıkları oğlanları cinsel köle olarak kullanıyorlar. Yeni bir Afgan ordusu kurmaya çalışan ve ordu içinde buna engel olmak isteyen Amerikalı askerler bile pes etmiş durumda. Afgan komutanlar da, kırılgan ve zayıf olan Afgan ordusunda bir isyana sebep olabilir diyerek zaten kıllarını kıpırdatmıyorlar. “Çaycı oğlanların” gönüllü olarak “hizmet ettiklerini” söylüyorlar.
Oğlancılığın Bir Başka Veçhesi: BACHA BAZİ
Açıklayıcı not: Bu yazıda tartıştığımız konuyu “Gulamlık ve Gulamparalık” başlığı altında ele aldık, zira bu mesele bu biçimde kayıt altına alınmıştır. Lakin bu durum ”oğlancılık” ya da alakası olmadığı halde “eşcinsellik” olarak ele alınamaz. Adına “gulamlık” denilen bu olgu, esasen tecavüz kültürünün bir parçasıdır. Erkek cinselliğinin yarattığı bir kurumdur. Yalnızca İslam dünyasında değil, bütün kültürlerde karşılığı olan ve halen daha devam eden bir olgudur.
“Baçce Bazi” (bača bāzī : )یﺑــﺎز ﺑﭽــﻪFarsça çocuk dansöz, köçek anlamına geliyor. 1800’lerin sonuna kadar Türkistan ve Özbekistan gibi ülkelerde de görülen ve Türkistan ve Özbekistan’da Rusların, Pakistan’ın büyük şehirlerinde de İngiliz sömürgecilerinin etkisiyle uzun zamandır ortadan kalkmış olan bu gelenek Afganistan’da ve Pakistan’da, özellikle
~ 14 ~
Komünist Zemin
Erkek Kültürünün Bir Parçası Olan Çocuk Gelinler Üzerine… İnsanların toplu yerleşimler halinde yaşamasıyla beraber üretim ilişkileri, doğa ile girişilen savaşım, toplulukların bir birleriyle girdikleri mücadeleler; kendini yalnız ve değersiz hisseden her insana hem dışarının güvensiz ortamına karşı güç birliği yapacağı hem de kendi iktidarının geçerli olduğu küçük bir devlet kurma ihtiyacı hissettirdi. Bir dişi ile bir erkeğin topluluğun onayını alarak güç birliği yapması, üreyerek kendi devletçiğinin gücünü artırması evliliği yapan kişileri güvende ve muktedir hissettirirken, siyasal devletin de temelini güçlendiren bir öze sahiptir. Bu sebeple de bütün ideolojiler ve dinler evlilik üzerine mutlaka bir düşünce sistemi geliştirmişlerdir. Her ideoloji, din, yönetim sistemi, barındırdığı yaşam perspektifine uygun bir evlilik, aile kurgulamıştır. Çocuk gelin olgusu da bir erkek icadı olan ve erkeğin iktidarının bir gereği olarak kurulan aile kurumunun bir parçası olarak gündeme gelmiştir. Bu, elbette ki İslamiyet’e özgü bir durum değildir, erkek egemen bütün kültürlerde mevcuttur. Lakin biz bu yazı da yalnızca İslamiyet’te çocuk gelinler sorununu ele alacağız.
İslam dini; gökte tek bir Allah ve yerde onun temsilcisi, devletin sahibi erkek bir halife ve yine bir erkeğin reisi olduğu kadınlardan, çocuklardan ve mallardan oluşan küçük devletçikler halinde bir aile sistemi kurgular. Bu sistemde erkek sahip olduğu güç oranında kadın alır, çocuk yapar mal edinir. Nasıl ki devletler güçlendikçe yeni topraklar istila edip, daha fazla mal ve kaynağa sahip olmaya çalışıyorlarsa erkek de sürekli olarak ailesini genişletmeye bakar. Zaten yaratılış mitinde kadına yüklenen misyon; fitne, erkeği tuzağa düşüren, tehlikeli ve kontrol edilmesi gereken şeklindedir. Hal böyle olunca İslam’ın ön gördüğü toplum yapısı ve kadına yüklenen anlam; aile yapısını erkeğin istediği gibi at koşuğu zalim bir devlete dönüştürüp kadınları ise tartışmasız bir şekilde sömürge konumuna düşürmüştür. Kadının iradesi, kararı bir yana sadece biyolojik olarak dişi doğan çocuklar bile av olmaktan kurtulamamışlardır. Hep daha fazla mala, çocuğa ve kadına sahip olmak ülküsü ile hareke eden erkekler yaşına, fiziksel veya ruhsal gelişimine, iradesine bakılmaksızın ele geçirdikleri bütün kadınlara tecavüz etmiş yani evlenmişlerdir.
İslami bir uygulama olarak “çocuk gelinler”
Çocuk Gelin” Geleneği ve Bir İlham Kaynağı Olarak Muhammed’in Hayatı
İslam dini kendinden önceki tek tanrılı dinlerin aksine gündelik yaşam deneyimlerinin en küçük ayrıntıları dâhil bir insanın hemen her konuda nasıl davranması gerektiğini söylemiştir. Her ne kadar kadın düşmanlığı tek tanrılı dinlerin en önemli ortak noktası olsa da İslam’ın bu ayrıntılı tanımlamaları kadına sığınacak bir alan bırakmamıştır. İslam inancına göre; inanan bir kimse yaşamını kuran ayetleri ve peygamber sünnetlerine göre şekillendirmelidir. Başta Nisa (Nisa Arapça kadın demektir) suresi olmak üzere onlarca ayette kadının hemen her davranışını belirleyen kuran ve yaşamı boyunca her yaptığı yüzyıllardır milyonlarca insan tarafından referans alınan Muhammed İslam’ın evlilik ve aile konusunda nasıl bir perspektife sahip olduğunu ortaya koyar.
Allah buyuruyor ki; “Kadınlarınız içinden âdetten kesilmiş olanlarla, hiç âdet görmemiş olanlar hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların bekleme süresi ise yüklerini bırakmalarıdır. (doğum yapmaları) Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona işinde kolaylık verir.” Bu ayette de (Talak Suresi 4. Ayet) görüldüğü gibi Allah, henüz yetişkin olmayan, ergenliğe bile varmamış, yaşları küçük olduğu için adet görmeyenlerle ilgili olarak üç aylık bekleme süresi öngörüyor. Yani açık bir şekilde Allah bu yaşlardaki evliliği onaylıyor, geçerli sayıyor. İslam âlimi Muhammed elBuhârî, “Peygamberin 50 yaşındayken evlendiği ilk çocuk gelini Âişe’nin Muhammed’le altı yaşındayken evlendiğini ve dokuz yaşındayken zifaf olduğunu ve onunla dokuz yıl evli kaldığını" söylüyor.
~ 15 ~
Komünist Zemin Kuran’da ve İslam kaynaklarında "zifaf olmak" cinsel ilişkiye girme izni anlamına gelmiyor. Cinsel ilişkinin adet görmeden önce olmaması tavsiye ediliyor, çünkü çocuk gelin ilişkiye hazır, muktedir sayılmıyor. Bu nedenle peygamber Âişe ile zifaf olmayı beklemeye bırakıyor. Görüldüğü gibi, din bilginleri bir kadının evlenebilmesi için adet görmesini yeterli sayıyorlar. Kadın tüketilecek bir hayvan, bir et gibi görüldüğü için, adet gören her kadın “olgun” sayılıyor. Bir evliliğin sağlamlığı için gerekli ve temel sayılabilecek, kadının zihinsel olgunlaşması, tarafların birbirlerini seçmesi, evlenecek kişiler arasındaki yaş farkı gibi ölçüler dikkate alınmıyor. Erkek, koyun sürüsünün içinden en taze kuzuyu seçer gibi bir kızı seçiyor ve alıyor. Kadının seçme veya reddetme şansı yok. Evlenmek için tek kıstas “cinsel ilişkiye girilebilmek olgunlukta olmak” olunca çocuk kadının seçme şansı kalmıyor. İşte bu nedenle Muhammed 6 yaşındayken seçtiği süt kuzusu Âişe için bekliyor ve al-Boukhâri’ye göre 9 (dokuz) yaşında, Moslim’e göre de 7 (yedi) yaşında “zifaf” oluyorlar. Elbette ki Muhammed’in tek çocuk gelini Âişe değildir. Nikâhlı ya da nikâhsız, Muhammed’in birçok çocuk gelini vardı. Zira köleleriyle, cariyeleriyle istediği gibi yatıp kalkmak o dönemin kültüründe vardı ve peygamber Muhammed de bu geleneği sürdürdü. Örneğin Sîrin Hudeybiye barışından sonra Mısır valisi tarafından Muhammed’e hediye olarak gönderilen, kendisi Hristiyan olan 12. eşi Mariya el-Kıbtî ve kızkardeşi Şirin ilk akla gelenlerdir. İbn Cerir et-Taberi, Muhammed’in Maryam ile nikâh kıymadığını, ancak “kendi malı (cariyesi) olduğu için onunla cinsel münasebette bulunduğunu” bildirir.” (Nişanyan, Sevan Nişanyan'dan İslami Bilgiler: Nisa Faslı, 15 Kasım 2012) Burada belirtilmesi gereken bir başka insani dram da 18 - 20 yaşlarında dul kalan bu çocuk gelinlerin peygamber eşi olmaları nedeniyle bir daha evlenememeleri ve bu anlamda yalnız yaşamaya mahkûm edilmeleridir. (Bir İslami kaynak bunu şöyle ifade ediyor : “18 yaşında dul kalan Hz. Âişe, Peygamber hanımlarının başkalarıyla evlenmelerini yasaklayan Kur'an hükmüne uyarak bir daha evlenmedi.") Biz burada
Muhammed’in sayısı 13 veya 16’yı bulan eşleri ve cariyeleriyle ve olağanüstü cinsel iştahıyla ilgilenmiyoruz. Bizi ilgilendiren eşlerin yaşlarının küçüklüğü ve evlenenler arasındaki olağanüstü yaş farkı ve kadınları erkeklerin hizmetine verilmiş bir canlı varlık olarak sunulmasıdır. Çünkü Allah’ın, "Kadınlarınız sizin tarlanızdır, tarlanıza istediğiniz gibi girin" buyruğunu referans alan ve bu buyruğu Müslümanlara tebliğ eden Muhammed’in hayatı ve yaşantısı daha sonraki Müslümanlar için örnek oluşturmuş, oluşturmaya devam etmektedir. Peki, ya bugün? Değişen yaşam koşulları, ekonomik sistem, aile kavramının yeni anlamlar kazanması sonucu İslam içinde de çocuk gelin uygulamasında çözülüşler olsa da bu çözülme İslam’ın kadına olan bakışının esaslı bir eleştirisi üzerinden gitmediği için iyimser bir sonuç da ortaya çıkmıyor. Örneğin sosyal sınıf olarak üst tabakaların kadınları eğitim alıp, iş edinip daha sonra evlenmeyi tercih edebiliyorken yoksul kesimden aileler kız çocuklarını çok küçük yaşlarda evlendirebiliyor. Yine savaştan dolayı oluşan güvensizlik ortamını gerekçe gösteren İslam ulemaları tarafından henüz 6 yaşına bile gelmemiş kız çocuklarının nikâhlanarak korunma altına alındıkları söylenebiliyor. Aynı zihniyetin insanları Suriye’de yaşanan savaş sonrası mülteci olarak kaçıp başka ülkelere sığınmış küçük yaştaki kız çocuklarını 2. veya 3. eş olarak satın alıyorlar. National Geographic'in haberine göre; gelişmekte olan ülkelerde dünyada her yıl 10 ile 12 milyon arası çocuk evlendiriliyor. Çocuk gelin uygulaması dünyanın büyük bir kısmında vuku buluyor ve hata nispeten az olsa da erkek çocuklar da bu uygulamanın mağduru olabiliyor. Bu korkunç uygulamanın bulunduğu ülkeler başta Hindistan, Pakistan, Yemen, Sudan, Irak, İran, Türkiye olmak üzere dünyanın birçok yerinde hata Müslüman olmayan bazı topluluklar arasında da benzer sebeplerle uygulanıyor. Özcesi; esasen erkek kültürünün bir sonucu olan bu durum, değişen koşullara uygun olarak biçim değiştirmiş olsa da, varlığını bugün de sürdürmektedir.
~ 16 ~
Komünist Zemin
Vegan Bir Aktivistin Veganlık Üstüne Notları… Neden veganlık?
Bu yazıda veganlığı soru ve cevap şeklinde anlatmaya çalışacağız. Soruları genel olarak hayatımızda en çok karşılaştıklarımızdan seçtik. Bu yazıda vejetaryenliği değil, veganlığı anlattığımızın altını çizmemiz gerekir. Zira vejetaryenlik sadece bir beslenme biçimidir ve temel olarak hayvanların mal ve kaynak olarak görülmesi düşüncesine dayanır. Bu yazıda bir beslenme biçimini veya hayat tarzını değil, bir etik tutumu ve pratiğini anlatacağız. Bu yazıda sadece veganlık anlatmamızın sebebi hayvanların mal ve kaynak olarak görülmesi düşüncesinin ve pratiğinin yani türcülüğün zararlarını ve çelişkilerini ortaya koymaktır. Bu yazıda vegan bir aktivist olarak veganlığı ve biz veganların bu meseleye dair düşüncelerini, argümanlarını,hedeflerini ve temel ilkelerini soru ve cevap şeklinde anlatmaya çalışacağım. Soruları genel olarak hayatımızda en çok
karşılaştıklarımızdan seçtim. Bu yazıda vejetaryenliği değil, veganlığı anlattığımın altını çizmem gerekir. Zira vejetaryenlik sadece bir beslenme biçimidir ve temel olarak hayvanların mal ve kaynak olarak görülmesi düşüncesine dayanır. Bu yazıda bir beslenme biçimini veya hayat tarzını değil, veganların etik tutumu ve pratiğini anlatacağım. Bu yazıda sadece veganlık anlatmamın sebebi hayvanların mal ve kaynak olarak görülmesi düşüncesinin ve pratiğinin yani türcülüğün zararlarını ve çelişkilerini ortaya koymaktır. Türcülüğün bugüne kadar ki bütün toplum biçimlerinde kendini var etmiş olması karşısında veganlığın temel ilkelerini savunmak, hayata geçirmek ve vegan bir toplumu yaratmanın da mümkün olduğunu anlatacağım.
~ 17 ~
Komünist Zemin Vegan nedir? Vegan kelimesi ilk olarak 1944 yılında kurulan “The Vegan Society” in kurucularından olan Donald Watson tarafından ortaya atıldı. Vegan, insan harici hayvanları etik kişiler olarak tanıyan ve bu sebeple hayvan kullanımını hayatından çıkarmış olan kişidir; veganlar gıda, giyim, eğlence ya da herhangi başka bir amaçla hayvan kullanmaz. Veganların insan harici hayvanları etik kişiler olarak tanımasının sebebi temel olarak onların hissedebilir ve yaşama isteği olan canlılar olması sebebiyledir. Günümüzde yılda yaklaşık 55 milyar kara hayvanı ve bundan çok daha fazla deniz hayvanı insanların “ihtiyaçları” sebebiyle öldürülmektedir. Vegan, öldürülen hayvanların arasında hiçbir fark gözetmeksizin tüm bu katliamlara karşıdır. Öldürülen ve ezilen insan harici hayvanlar için ne yapmalıyız? Pek çoğumuz hayvanlara gereksiz olduğu halde acı çektirmenin veya onları kullanmanın yanlış olduğunu düşünürüz. Kimimiz bir kedi ve köpeğin öldürülmesi haberini aldığımız da kendimizi kötü hissederiz, kimimiz karıncaya bile basmamayı bir adalet ölçütü olarak görürüz. Bunun gibi durumlar insan harici hayvanların bazılarına karşı bir sevgimiz olduğunu ve onlara karşı adaletli davrandığımızı gösterir. Şimdi bu sevgi ve adaleti diğer insan harici hayvanları içine alacak şekilde düşünelim. Tüm insan harici hayvanlara karşı adaletli olmak için vegan olmalıyız. Çünkü insanlar olarak hayvanları kullanmadan da yaşamımızı sürdürebildiğimiz için hayvanları kullanmamız için bir neden kalmıyor. Peynirsiz, etsiz, derisiz ve yünsüz bir yaşam bizim için mümkünken neden yaşamak için insan harici hayvanların en temel hakkı olan yaşam haklarını ellerinden alalım. Ne fark var? Öldürülen bir köpekle, öldürülen bir koyun arasında hiçbir fark yoktur. İki canlı da diğer tüm hayvan türlerinde olduğu gibi hissedebi-
liyor ve yaşama isteğine sahiptir. Bir inek, mezbahada bıçağı boynunda hissettiğinde korkuyor, direniyor ve yaşamak istiyor. Mesela bir balık ağa takılıp deniz yüzeyinden karaya çıktığı zaman karada direniyor ve yaşamak istiyor. Bu sebeple insan harici hayvanların bu yaşama isteklerini göz ardı edemeyiz. Bir insan harici hayvanı ailemizin bir parçası olarak görürken diğer insan harici hayvanları mal ve kaynak olarak görmemizin sebebi kültüreldir. Örneğin inek, genel olarak insanların kafasında et ve süt kaynağı olarak kodlanmıştır. Gerçekte ise inek diğer memeliler gibi yavrusu için süt üreten ve yaşamak isteyen sıradan bir hayvandır. Arının bal hayvanı, koyunun yün ve et hayvanı , tavşanın av hayvanı vs. olarak görülmesinin sebebi doğduğumuz andan itibaren içinde bulunduğumuz kültür tarafından kafamıza işlenen türcülüktür. Türcülük sebebiyle dünya üzerinde ki tüm insan harici hayvanlar insanların malı, kaynağı, aracı ve kölesi olarak görülmektedir. Bu sebeple veganlık aynı zamanda Türcülüğün reddi de demektir. “Hayvanları yemek doğal değil mi?” Tarih boyunca hemen her ayrımcılık biçimi doğa referans gösterilerek haklı çıkarılmaya çalışılmıştır. Örneğin birçok eski filozof tarafından insanlar arası kölelik, kadınların erkeklerden daha az geliştiği vb. durumlar ve ifadeler doğa referans gösterilerek haklı gösterilmiştir. Oysaki bunların hepsi yanlıştır, tıpkı hayvanları mal ve kaynak olarak görmemiz gibi. Vegan olmamız hayvan kullanmanın doğal olup olmadığı ile ilgili değil veya insanların otçul olup olmaması ile ilgili değil, oysa sadece yaratılan kültürle ilgilidir. “Doğada hayvanlar hayvanları yemiyor mu?” İnsan harici hayvanların çok büyük bir kısmının insanlar gibi ahlaki sorumluluklara da sahip olmadığını biliyoruz. Dahası hayvanların birçoğu birbirini yerken bunu hayatta kalmak için zorunlu olarak yaparlar. Çoğunlukla insan harici hayvanlar bu eylemi yaparken herhangi bir ahlaki ilkeyi önemsemezler. Bunun içindir ki insanların hayvan kullanımını
~ 18 ~
Komünist Zemin doğa referans göstererek savunusunu yapması yanlıştır. Çünkü insanlar hem ahlaki sorumluluklara sahiptir hem de hayvan kullanımı yapmadan da yaşayabilmektedirler. Nasıl ki tecavüz, insan öldürme ve kölelik gibi eylemlerin ahlaki olarak yanlış olduğunu düşünüyoruz, hayvanları öldürmek ve kullanmakta ahlaki olarak yanlıştır. Ayrıca nasıl ki diğer ayrımcılık biçimlerini yanlışlarken doğayı referans olarak göstermiyorsak bu sebeple türcülüğü de yanlışlarken veya doğrularken doğayı referans olarak göstermememiz gerekir. Vegan olarak da hesaplı ve sağlıklı yaşayabiliyoruz ve en önemlisi diğer hayvanların yaşam haklarını elinden almadan yaşamak pekâlâ mümkündür. “Bireysel olarak vegan olmak neyi değiştirir ki?” Bireysel olarak vegan olmak, şiddetsiz ve sömürüsüz bir pratiği ve düşünceyi kişinin kendi hayatının merkezine koyması anlamına geliyor. Eğer ki kişi hayvanlara zarar vermeyi ve onları kullanmayı yanlış buluyorsa, yapacağı şey görev vegan olmaktır. Nasıl ki cinsiyetçilik, heteroseksizm, ırkçılık gibi ayrımcılık türlerine toplumdan bağımsız olarak karşı çıkmak gerekiyorsa türcülüğe de toplumdan bağımsız olarak karşı çıkılarak vegan olunabilir. Eğer şiddetsiz ve sömürüsüz bir dünya istiyorsak, bunun vegan olmadan ve veganlığın yaygınlaştırmadan olamayacağını belirtmeliyiz. Ağzımızdan adalet ve eşitlik üzerine sözler çıkarken diğer yandan da ağzımıza adaletsizliğin ürünü olan hayvan parçalarının girmesi bir tutarsızlıktır. “Hayvanları acısız olarak öldürsek sorun çözülmez mi?” İnsan harici hayvanlar acıyı hissedebiliyorlar ve bu acıyı hissetmemek elbette her hissedebilen canlının en temel haklarından biri. Bu önerme doğru ama eksik bir önermedir. Bunun yanında hayvanların kullanılmaması için ilk ve en önemli olan argüman insan harici hayvanların da yaşamdan çıkarı olduğudur. Bir hissedebilen canlının yaşamdan
çıkarı olması demek aynı biz insanlar da olduğu gibi başkasının mülkü veya kölesi olmaması hakkına sahip olması ve diğer taraftan kendi yaşamının öznesi olması demektir. Yaşamdan çıkarı olan bir canlıyı nasıl öldürürsek öldürelim bu canlının en temel hakkı olan yaşam hakkını elinden almış oluruz. Acısız öldürmek, mutlu sömürünün sadece bir biçimidir. Mutlu sömürü (serbest gezen tavuk yumurtaları, mutlu inek sütleri, endüstriyel olmayan, organik/köy çiftliği üretimleri vs. ) hayvanların yaşamdan çıkarlarını korumayı değil, insanların vicdanlarını rahatlatmayı sağlar ve hayvan sömürüsünün görünür olmasını engeller. Mutlu sömürü adını verdiğimiz bu sistem “hayvan refahı hareketi” tarafından desteklenmektedir. Günümüzde 200 yıldan bu yana “hayvan refahı hareketi” hayvancılık elitlerini ve devletleri mutlu sömürü konusunda ikna etmektedir. Hayvan refahçılık düzenlemeleri bir yandan toplumda hayvan kullanımı konusunda vicdani rahatlamaya sebep olurken diğer yandan hayvancılık sektörünün daha da büyümesine katkıda bulunmaktadır. Bu sebeple “hayvan refahçılığı” gibi reformcu pratiklerin sorunu çözmediğini aksine durumu kötüleştirdiğini görebiliriz. Çözüm hayvan kullanımında reform yapmak değildir, hayvan kullanımını ılga etmek için çalışmaktır; yani vegan bir toplumu yaratmayı hedeflemektir. “Hayvancılık elitlerine/şirketlerine karşı sabotaj eylemleri yapsak sorun çözülmez mi?” Hayvan hakları mücadelesinde her hak hareketinde olduğu gibi sorunun kökünü belirlemek ve ona göre hareket etmek çok önemlidir. Sorunun kökeninin hayvansal ürün tüketicisi mi yoksa hayvansal ürün üreticisi mi olduğunu belirlememiz lazım. Sorunun kökeni aslında her iki tarafın da sahip olduğu türcülük düşünceleridir. İki tarafta tüm kültürel ve ahlaki mirasını yaşadığı toplumdan almaktadır. Dolayısıyla toplumsal ahlak ve kültür veganlığı içinde bulundurmuyorsa bu durumda ikisinden birini suçlamak hem haksızlık hem de sorunun kökenini es geçmek olur. Bu yüzden sorunun kökeni olan türcülük düşüncesine odaklanm-
~ 19 ~
Komünist Zemin akta fayda var. Günümüz kapitalizm koşullarında her ne kadar sorunun kökeni büyük endüstriler olduğu gözükse de, bu bir yanılsamadır. Mesela vegan olmayan bir toplumda her vegan olmayan bireyin veya küçük çiftçinin fırsatını bulsa büyük bir hayvancılık endüstrisi kuracağını biliyoruz. Her ne kadar günümüz kapitalizm koşulları, hayvanları “meta” olarak pazara çıkarsa da ve bu sebeple insanları hayvansal ürün satın almaya zorlasa da biliyoruz ki kapitalizmin olmadığı çağlarda da hayvanlar “meta” olarak olmasa da sadece “mal ve kaynak” olarak görülmüştür. O halde temel sorun bizim hayvanları “mal ve kaynak” olarak görmemize sebep olan türcülük düşüncesidir. Eğer toplum insan harici hayvanları mal ve kaynak olarak görmeseydi yani hayvan kullanımını ve sömürüsünü talep etmeseydi hayvancılık şirketleri ve sektörü diye bir şey olmazdı. Bu yüzden türcülüğün tek çözümü ise veganlığı toplumsal bir taban hareketine çevirmek ve veganlığı yaygınlaştırmaktır. Şirketlerden ahlak, devletlerden yasal-hukuki düzenleme ve kahramanlardan sabotaj eylemleri beklemek yerine toplumsal dönüşüm için veganlığı yaygınlaştırmak üzerine yoğunlaşmalıyız. Geçici çözümler yerine toplumsal ve kalıcı çözümler üzerine yoğunlaşmalıyız. Adaletin ve sömürüsüz bir dünyanın mümkün olduğuna dair inancımızı kaybedip de devletlerden, şirketlerden ve bir takım kahramanlardan bir şeyler beklememeliyiz. Adalet mücadelesini ve sömürü karşıtlığını hayatımızın merkezine koyalım ve inancımızı yitirmeyelim. “Komünist ve anarşist hareket özel mülkiyet biçimlerine karşı; o halde bu hareketlerin mücadele alanı veganlığı da kapsar” mı? Öncelikle bu öneri birçok yönden hatalı ve eksiktir. Birinci yanılgı özel mülkiyetin kaldırılmasıyla hayvanların mal ve kaynak olarak görülmemesi arasında paralellik kurulmasıdır. Antikapitalizm sadece malların ve kaynakların ortak kullanımı ile ilgilidir. Antikapitalizm malların ve kaynakların ne olacağı konusunda bir fikir ortaya koymaz sadece mal ve kaynakların ortak ve adil dağıtımıyla ilgilidir.
Veganlık insan harici hayvanların ortak ve adil kullanılması ile ilgili değildir. Veganlık insan harici hayvanların mal, köle ve kaynak statüsünün ortadan kaldırılmasıdır. İkinci yanılgı ise hayvanların “meta” statüsünün ortadan kaldırılmasının hayvan kullanımını kendiliğinden sonlandıracağı yanılgısıdır. Biliyoruz ki Karl Marks'a göre kısacası bir malın veya maddenin meta olabilmesi için bu maddenin “kullanım değeri” ve “değişim değerine” sahip olması gerekir. Hayvanların meta statüsünün kaldırılması demek hayvanların sadece bir “kullanım değeri” olarak üretilmesi veya kullanılması demektir. Günümüzde hayvanlar hem kullanım hem de değişim değeri olarak üretilmekte veya kullanılmaktır. Teorik anlamda Komünist bir sistemde ise hayvanlar sadece “kullanım değeri” olarak iş görmektedir ve hayvanların mal ve mülk statüsü hala devam etmektedir. Ama veganlık hayvanların sadece meta olarak değil “kullanım değeri” veya mal olarak görülmesine de karşı bir duruştur. Meta üretim amaçlı olsun veya olmasın tüm hayvan kullanımlarının ortadan kaldırılması vegan mücadelenin kapsamına girer. Vegan hareketinin amacı sandalye ile ineğin arasında fark gözetmeyen türcülük fikrine karşı mücadele vermektir. Örneğin kapitalizm öncesi ekonomik sistemlerde, ilkel ataerkil ekonomilerde ve hatta günümüz kollektivist köy(bkz. Marinaleda) ekonomilerinde bile hayvanların mal ve kaynak olarak kullanıldığını biliyoruz. Yani sorun kapitalizm veya hayvanların meta olarak görülmesi değil, sorun bizim insan harici hayvanları nasıl gördüğümüzle ilgilidir. Sorun onların sandalyeden veya makineden farklı olmadığını düşünmemizdir. Elbette hayvanların mal ve kaynak görülmesinin yanında hayvanların meta olarak görülmesi türcülüğü daha da derinleştirmiştir. Ama sorunun kökeni hayvanların meta olması değil, hayvanların mal ve kaynak olarak görülmesidir. Bu nedenle ekonomik sistemlerden bağımsız olarak bu sorunu hayvanların mal ve köle olması ekseninde ele almalıyız. En ideal düzlemde veganlık, kapitalist veya diğer “insanmerkezci” bütün üretim sistemlerine karşı olduğu için, insan merkezli
~ 20 ~
Komünist Zemin uygarlığı ortadan kaldıracağı için, insanlığa barış getireceği için, ataerkil toplum düzenini ortadan kaldıracağı için, ekolojik denge için ya da başka herhangi bir “insanmerkezci amaç” için değil, tüm hissedebilir canlıların sahip olduğu ve olmazsa olmaz ve vazgeçilemez bir temel hak olan mal ve kaynak olarak kullanılmama hakkı olduğu için gereklidir, şarttır ve tüm adalet mücadelelerinin temelinde yer almalıdır. Veganlığın ikincil yararları nelerdir? Veganlık, temel olarak yani birincil yarar olarak hayvanların mal ve kaynak olarak görülmesi durumuna karşı bir duruştur. Ama veganlık aynı zamanda insan toplumu ve doğa açısından ikincil yararlara da sebep olmaktadır. Örneğin hayvan kullanımının sona ermesi demek, ekoloji ve doğa tahribatının büyük ölçüde azaltılması demektir. Bunun yanında insan toplumu içinde gerçekleşen birçok ayrımcılık biçiminin kökeninde şiddet vardır. Veganlık ise insanlardan şiddetin olmadığı bir kültürü hayatının merkezine koymasını talep ederek aslında tüm bu ayrımcılık türleri üzerine düşünmesini sağlar. Ayrıca veganlık tüm bunların yanında sağlıklı ve hesaplıdır. Vegan kelimesini ilk ortaya atan Donald Watson 95 yaşında ölmüştür ve 19 yıl vejeteryan olarak, 64 yıl da vegan olarak yaşamıştır. Kendisi ayrıca 90'lı yaşlarında dağ tırmanışlarına ve yürüyüşlere devam ediyordu. Elbette sağlıksız veganlarda vardır. Ama bizim belirtmek istediğimiz, vegan olarak hayvanlara acı çektirmeye ve onları kullanmaya gerek olmadan da sağlıklı yaşamanın mümkün olduğudur. Peki, veganlık bugünden karşılık bulacak bir toplumsal önerme olabilir mi? Tıpkı diğer hak ve adalet taleplerinde olduğu gibi,veganlığın günümüz dünyasında bile toplumsal önerme olmaması için aslında herhangi bir engel yoktur.
Esas ya da öncelikli olan, veganlığın toplumsal bir karşılığının olup olmaması değil, ahlaken ve doğa merkezli bir yaşam tasavvuru bakımından ne ifade ettiğidir. Veganlıkta tıpkı diğer hak mücadelelerinde olduğu gibi toplumun bir kısmı için karşılık bulurken toplumun diğer bir kesimi için karşılık bulmayabilir. Bu yüzden yukarıda sorulan soruyu tüm diğer hak mücadeleleri için de sorabiliriz. Bize göre tüm hak mücadeleleri toplum için önerme olabilir ama başka bir yerde ki insan için bunların hepsi ütopik ve gerçekdışı olabilir. O yüzden genel hak mücadelelerini günümüz toplumu için bir önermeye nasıl çeviririz gibi bir soru üzerinde düşünmekte fayda var. Sonuç olarak: Bir hakkın birisine teslim edilmesini savunmak için veya bu yönde hareket etmek için “toplumsal yarar” olur mu yoksa olmaz mı ya da bunun toplumsal bir karşılığı olur mu olmaz mı diye düşünmemeliyiz; bu yaklaşım hatalıdır. Nasıl ki düşünce suçundan hapis yatan birini “toplumsal yarar” sağlayıp sağlamayacağına bakmaksızın bu kişinin hapisten çıkması için mücadele vermek gerekiyorsa, aynı şey veganlık için de gereklidir. Şuan ki toplumun “yararcılık” eksenli bir dünya görüşüne sahip olması bu hak mücadelelerin toplum tarafından karşılık bulması bakımından bir engel teşkil ediyor. Son olarak… Son olarak veganlık bir fedakârlık veya merhamet meselesi değildir. Çünkü o canı zaten almaya hakkımız yok. Hakkımız olmayan bir şeyi almamak fedakârlık veya merhamet meselesi olamaz. Vegan olmamız demek ineklerin, tavukların ve tahakküm altına aldığımız diğer tüm insan harici hayvanların en temel hakkı olan yaşama hakkını kendilerine teslim etmektir. Bu övünülecek bir durum değildir ve sadece olması gerekendir.
~ 21 ~
Komünist Zemin
Kronstadt 1921 “Rusya bir İşçi, Asker ve Köylü Temsilcileri Sovyetleri Cumhuriyeti’dir. Bütün merkezi ve yerel otorite bu Sovyetlere verilmiştir.” (1918 tarihli Rusya Sosyalist Federal Sovyet Cumhuriyeti Anayasası’nın ilk maddesi.)
Ekim Devrimi’nin sonuçlarını doğru kavrayabilmek için, öncelikli olarak Ekim Devrimi’nin dayandığı paradigmanın doğru kavranması gerekiyor. Bu yazının tartışma konusu Ekim Devrimi’nin kendisi değil, Kronstadt isyanıdır ama Kronstadt’ın doğru anlaşılabilmesi için Ekim Devrimi’nin kimi özelliklerine değinmeden geçmek olası değildir. Bolşevikler, ”Bütün İktidar Sovyetlere” şiarını ileri sürdüklerinde, bunun bir anlamı da şu idi: Sovyet iktidarına boyun eğmeyen herkese boyun eğdirilecektir! Esasında bu yaklaşım doğrudur, nihayetinde Sovyet projesi bir devlet projesidir ve elbette ki her devlet kendi otoritesini tesis edebildiği sürece yaşar. Rusya’da iktidarın alınması talep edilmişti ama ortaya çıka-
cak sorunların üstesinden nasıl gelineceğine ilişkin bir reçete olmadığı gibi, açık olmayan noktalar da vardı. Mesela Rus İmparatorluğu’nun kontrolü altındaki topraklar Rus Devrimi’nin de “doğal sınırları” olarak kabul edilecek miydi? Bu mesele konuşulmamıştır ama üzerine konuşulmayan pratikte cevabını bulmuştur. Bolşevik iktidar Rus İmparatorluğu’nun sınırlarını Sovyet Rusya’nın “doğal sınırları olarak kabul etmiş ve bu topraklar üzerinde tasarruf hakkı kullanmış ve bu topraklara istediği gibi müdahale etmiştir. Brest Litovsk’ta olduğu gibi, istediği vakit bu toprakları emperyalist devletlere “barış şartı” olarak devretmiş, istediği zaman Kızıl Ordu bir-
~ 22 ~
Komünist Zemin likleriyle girmiş ve kendi otoritesini tesis etmiştir. Örneğin Ukrayna’daki Anarşist Devrimi Kızıl Ordu aracılığıyla yenilgiye uğratmış ve süngü zoruyla burada Bolşeviklerin iktidarını tesis etmiştir. Aynı şeyi Gürcistan’da Menşeviklere, yine aynı şekilde birçok yerde SD’lere karşı yapmıştır. Anton Ciliga, Moskova Duruşmaları sırasında (1938) kaleme aldığı makalede şunları yazmış: “Bugün Rus devriminin liderlerinin öldürüldüklerine tanık oluyoruz; 1921′de ise devrimin tabanını oluşturan kitleler katliama uğratılmışlardı. Eğer bu liderler, Kronstadt denizcilerini ve Rusya’nın her yanındaki işçileri, silahlı güçle susturmasalardı, bugün, Ekim Devrimi’nin liderlerinin itibardan düşürülmesine ve baskı altına alınmasına karşı halktan en küçük bir protesto gelmemesi mümkün olabilir miydi?” Kronstadt bir ilk değildi, zira Kronstadt ayaklanmasının başladığı 1921 yılı Mart ayına gelinceye kadar Bolşevik Parti iktidarına karşı birçok devrimci itiraz ya da başkaldırı söz konusu olmuştu. Peki, Kronstadt’ı önemli kılan neydi? Kronstadt’ı özellikli kılan bir neden, Kronstadt denizcilerinin Ekim Devrimi ile özdeşleşmiş olmalarıydı. Zira Kronstadt denizcileri olmadan ne başarılı Ekim Devrimi’nden bahsetmek, ne de devrimin savunulmasından söz etmek kimsenin aklına gelmez. Bolşevik yöneticiler Kronstadt isyanını karalamak için ne kadar hurafe üretirlerse üretsinler, yine de Kronstadt isyanının kanla bastırılmasını göğüslerini gererek savunamamıştırlar. Bu mahcup “zaferi” Troçki’nin Kronstadt’a ilişkin ifade ettiği şu sözlerde bile görmek mümkündür: “Bir 'trajik gereklilik,' ancak bir ihtiyaç hatta bir görevdir!” Kronstadt isyanını bu derece önemli klan bir başka neden, isyanın Ukrayna ya da Gürcistan’da değil, Ekim Devrimi’nin kalbi olan Petrograd’a sadece 30 km uzaklıkta olmasıydı. Bir başka neden, Kronstadt denizcilerinin Ekim Devrimi sırasında Bolşeviklerin ateşli savunucuları olmasıydı. Bir başka neden ise, Kronstadt denizcileri ne anarşist ne Menşevik, ne de burjuva taleplere sahiptiler. Kronstadt denizcilerinin savundukları, Temmuz günlerinde ya da Ekim Devrimi sırasında Bolşeviklerin savunduklarının aynısıydı. Esasen Kronstadt denizcileri, Ekim Devrimi’nin ruhuna geri dönülmesini istemekteydiler.
Bunu anlamak için, Kronstadt isyancıları tarafından yayınlanmış olan önergeye bakmak kâfidir. "Gemilerin mürettebatı genel toplantısı tarafından seçilen sorumluların Petrograd’daki durum üzerine raporunu dinleyen bu toplantı aşağıdaki kararları almıştır: 1. Anlaşılıyor ki, şimdiki Sovyetler, işçilerin ve köylülerin isteklerini dile getirmemektedir. Sovyet seçimleri, bütün işçiler ve köylüler için özgür seçim propagandası ve gizli oy kullanma temelinde yeniden organize edilmelidir. 2. İşçilere ve köylülere, anarşistlere ve sol sosyalist partilere basın ve konuşma özgürlüğü verilmelidir. 3. İşçi sendikaları ve köylü örgütleri için toplantı özgürlüğü güvence altına alınmalıdır. 4. İşçilerin, kızıl ordu askerlerinin, Petrograd, Kronstadt ve Petrograd bölgesi denizcilerinin Partili olmayanlar konferansı, 10 Mart 1921 tarihinden geç olmamak üzere toplantıya çağrılmalıdır. 5. İşçi ve köylü hareketiyle bağlantı içindeki bütün işçi, köylü, asker ve denizci mahkumlara olduğu kadar bütün sosyalist partilerden politik mahkumlara özgürlükleri geri verilmelidir. 6. Toplama kamplarında ve hapishanelerde tutulanların davalarına bakmak üzere bir komisyon seçilmelidir. 7. Hiçbir partiye, fikirlerinin propagandasında özel ayrıcalıklar verilemeyeceği ya da bu amaçla hükümetten mali destek sağlanamayacağı için bütün "politik bölümler" ilga edilmelidir. Bunların yerine hükümet tarafından finanse edilen ve yerel olarak seçilen kültürel ve eğitsel komisyonlar kurulmalıdır. 8. Derhal bütün yol blokaj müfrezeleri dağıtılmalıdır. 9. Tehlikeli işler hariç, tüm işlerde gıda ve ücret eşitliği sağlanmalıdır.
~ 23 ~
Komünist Zemin 10. Ordudaki tüm milis örgütlenmeleri kapatılmalıdır. Fabrikalardaki muhafızları işçiler seçmelidir. 11. Köylülere, emek kiralamaksızın, kendi araçlarıyla topraklarını işleme ve hayvanlarını yetiştirme hakkı tanınmalıdır. 12. Tüm askeri birlikler ve subaylar bu kararnameye uymalıdır. 13. Bu bildiri basında yayınlanmalıdır. 14. Gezici işçi denetçi gruplarının kurulmasını istiyoruz. 15. Ücretli emek sömürüsüne dayanmayan el işleri üretimi yasadışı olmaktan çıkarılmalıdır.” Evet, Kronstadt denizcileri tarafından yayınlanan bu önergeden de anlaşılacağı gibi, bu önergede yer alan bütün talepler Ekim Devrimi’nin ruhuna geri dönülmesine bir çağrı niteliğine sahiptir. Bundan dolayıdır ki Kronstadt isyanının bütün talepleri meşrudur. Tam da bu noktada bir meşruiyet krizi doğmaktadır. Meşru olan isyan mıdır yoksa isyanın Bolşevik rejim tarafından bastırılması mı? Kronstadt’da meşru olan isyan mıdır? yoksa isyanın bastırılması mı? Kronstadt bir başlangıç değil, sonuçtur, dolayısıyla da Kronstadt isyanının mı yoksa isyanın bastırılmasının mı meşru olup olmadığına hüküm verebilmek için, en başa dönmek gerekir. Bilindiği gibi, 1917 Ekim Devrimi’nin en temel şiarı, “Bütün İktidar Sovyetlere” idi. Bunun anlamı ise, iktidarın işçi, köylü ve asker konseyleri tarafından zapt edilmesiydi. Öyle de oldu! İktidar zapt edildi ve İşçi, Köylü ve Asker Sovyetleri ilan edildi. 1918 yılı Temmuz ayında kabul edilen Anayasanın ilk maddesi kurulan yeni devletin karakterini temsil etmekteydi: “Rusya bir İşçi, Asker ve Köylü Temsilcileri Sovyetleri Cumhuriyeti’dir. Bütün merkezi ve yerel otorite bu Sovyetlere verilmiştir.” (1918 tarihli Rusya Sosyalist Federal Sovyet Cumhuriyeti Anayasası’nın ilk maddesi.)
Elbette ki devrim, Emma Goldman’ın şiirsel bir biçimde ifade ettiği gibi, “Dans edebilme özgürlüğü” değildir. Devrim bir son değil, başlangıçtır. Savaştır, açlıktır, hastalıktır, kıtlıktır! Devrim, dans edebilme özgürlüğünün de olduğu özgür bir toplum yaratma projesidir ancak henüz özgür toplumun kendisi değildir. Çünkü devrim ile sosyalizm bir ve aynı şey değildir. Peki, Rusya’da yanlış olan neydi? Rusya’da yanlış olan, izlenen siyaset mi, yoksa siyasetin kimin eliyle uygulanmış olması mıydı? Bizim burada tartışmak istediğimiz siyasetin kendisi değil, siyasetin kimin tarafından belirlendiği ve kime karşı kimin tarafından uygulandığıdır. Zira izlenen siyaset çok yanlış ama buna rağmen meşru olabilir. Bundan dolayıdır ki tartışılması gereken siyaset ve bunun uygulanması değil, siyasetin meşru olup olmadığıdır. Eğer bizzat siyasetin kendisini tartışacak olursak, paradigmanın daha en başından sorunlu kurulduğunu görürüz. Örneğin Rus İmparatorluğu’nun “Misak-i Milli Sınırları” olarak kabul edilen topraklara Kızıl Ordu’nun müdahalesi, Brest Litovsk’ta bu toprakların pazarlık konusu edilmesi, Polonya işgali, Ukrayna’daki Anarşist hareketin ezilmesi ve daha birçok şeyden yola çıkarak, esasında devrimin lekeli doğduğunu, dolayısıyla da ortadaki sonuçların da kaçınılmaz olduğunu söyleyebiliriz. Bu derece komplike bir sorunun bu yazının sınırları içerisinden tartışmak mümkün olmadığından, sürecin bu kısımlarını bu tartışmanın dışında bırakarak, “Kronstadt’da meşru olanın isyan mı yoksa isyanın bastırılması mıdır?” sorusunun cevabına geçiyoruz. Bilindiği gibi 1917 Ekim Devrimi’nden hemen sonra iç savaş başladı ve buna paralel olarak da önce Sovyet Meclis Bolşevikler ile ters düşen siyasi akımlara kapatıldı, ardında bütün muhalefet yasaklanarak baskı altına alındı ve Sovyet iktidarının yerine Bolşevik Parti’nin iktidarı ikame edildi. Öyle ki, 1919 yılın Mart ayı Sovyet ülkesi hükümet kararnameleri ile yönetilir oldu. Sovyet ülkesinin kaderini belirleyen bütün kararlar önceleri MYK toplantılarında alınırken, bir zaman sonra bu kararlar kabine tarafından, daha sonraları ise Merkez Komite tarafından alınmaya başlandı. Kısa bir zaman sonra MK’nın toplanması bile hantallığa yol açıyor diye, beş kişiden oluşan Politbüro siyaseti üreten ve belirleyen en üst organ olarak ikame edildi.
~ 24 ~
Komünist Zemin Örneğin Brest Litovsk’ta Almanların “barış” için ileri sürdükleri şartlar, Lenin’in, “eğer şartlar kabul edilmezse görevlerimden istifa ederim” tehdidinin de etkisiyle önce MK toplantısında karar altına alınmış, ardından da çoğunluğun Bolşevikler’de olduğu MYK tarafından onaylanmıştır. Hükümet 3 Mart 1918’de tarihinde Brest Litovsk Anlaşmasını Sovyet ülkesinin en üst organı olarak kabul edilen Tüm Rusya Sovyetler Kongresine sunmadan ve onun onayını almadan imzaladı. Kongrenin işlevi bu anlaşmayı iki hafta sonra imzalamak oldu. Savaş Komünizmi, Polonya Savaşı, NEP, muhalefetin yasaklanması ve devrimin kaderini belirleyen bütün hayati kararlar Sovyetler devre dışı bırakılarak alınmıştır. Kaldı ki Sovyetlerin onayı alınmış olsaydı bile, Sovyetlerde Bolşevikler dışında kimse kalmamıştı. 1921 yılına gelindiğinde ise, tam bir çöküş yaşanmaktaydı. Rusya üzerindeki emperyalist blokaj büyük ölçüde son bulmuştu, karşı devrimci Beyaz Ordu ezilmiş, Sovyet topraklarının neredeyse tamamında Bolşevik rejimin otoritesi tesis edilmişti. Ekim Devrimi’ni tehdit eden “dış tehdit” büyük ölçüde bertaraf edilmişti, lakin devrimin iktidara taşıdığı ya da devrimin siyasal anlamda mimarı olan Bolşevik Parti ile devrimin öznesi ve devrimin programı arasındaki bağ da kopmuştu. Aslında bu kopuş devrimin hemen ertesinde başlamıştı. Brest Litovsk, Ekim Devrimi’ndeki ilk kırılma olarak kabul edilebilir. Zira daha en başında devrimin, belki de dünya devriminin kaderi üzerinde etki yapabilecek bu anlaşmanın yapılması Sovyetlerin ve MYK’nın onayı alınmadan, MK tarafından kararlaştırılmıştı. Bu da Sovyetlerin en önemli iki gücünden biri olan Sol SD’ler ile kopuşmanın ilk adımı olmuştu. Sol SD’ler, Brest Litovsk anlaşmasını, “Rusya’da başlayan sosyalist devrime ve uluslararası programa ihanet” olarak kabul ederek anlaşmayı imzalamayı reddettiler ve hükümetten çekildiler. Partiler kapatıldı, basın susturuldu, dalga dalga yayılan grevler yasaklandı ya da bastırıldı, şehirlere mahsul vermeyen köylülerin üzerine ordu birlikleri gönderildi, fiilen önce Sovyetlerin yerine MYK, onun yerine Merkez Komi-
te, onun da yerine beş kişilik Siyasi Büro geçirildi. Kronstadt isyanı patladığında zaten Ekim Devrimi’nin ilkelerinden geriye bir şey kalmamıştı. Bir bakıma Kronstadt, 1918’den 1921’e kadar parça parça ortaya çıkmış devrimci anlamdaki itirazların tamamını ifade eden bir karaktere sahipti. Zaten parolası da çok netti: “Ekim Devrimi’nin prensiplerine geri dönülsün! İktidar Sovyetlere devredilsin!” Peki, Kronstadt neydi? Biz, her şeyden önce, ‘Kronstadt devrime başkaldırdı ve ezilmeliydi” ya da ‘Kronstadt isyanının ardında karşı devrim güçleri vardı” ya da ‘Kronstadt, Ekim Devrimi’nin ruhunu temsil ediyordu ve Ekim Devrimi’nin değerlerini yok eden bürokrasiye karşı üçüncü devrim idi” türünden yaklaşımların dışında bir yaklaşıma sahibiz. Bu yaklaşımların hepsi doğru ya da yanlış olabilir. Ya da her yaklaşım kendi içinde doğruları ve yanlışları barındırabilir. Kaldı ki o günkü koşullarda neyin ne olduğunu tam anlamıyla anlayabilmek pek mümkün değil. Bütün bir süreçte olduğu gibi, Kronstadt sürecinde de önemli olan şudur; Bolşevikler, işçi sınıfı adına, çoğu zaman ona rağmen işçi sınıfının diktatörlüğü yerine Bolşevik Parti’nin diktatörlüğünü kurmuş, devlet, ekonomi ve bir bütün olarak yaşam Bolşevik Parti tarafından kontrol edilir olmuştur. Bu sürece karşı duran herkes, ‘devrim düşmanı” ilan edilerek ya hapsedilmiş, ya sürülmüş ya da katledilmiştir. Kronstadt isyanı, işte bu koşullarda ortaya çıkmıştır.
~ 25 ~
Komünist Zemin Burada önemli olan, Kronstadt isyanının taleplerinden ya da ardında hangi güçlerin olmasından ziyade, neyin doğru olup neyin yanlış olduğuna ya da neyin devrimci neyin karşı devrimci olduğuna kimin karar verdiğidir. Bütün bir süreçte olduğu gibi, Kronstadt isyanında da karar sahibi Bolşevik Parti olmuştur. Bolşevik Parti kendisini toplumun ve toplumsal güçlerin yerine koyarak karar vermiştir. İşte meşru olmayan tam da budur. Troçki’nin Kronstadt meselesi dolayısıyla gerek Kronstadt’a, gerekse de Anarşistlere ilişkin söylediği şu sözler, bütün bir sürece egemen olan mantığın anlaşılması bakımından oldukça önemlidir: “Devrimin kahramanlık döneminde, Bolşevikler gerçekten devrimci olan anarşistlerle el ele yürümüşlerdir. Parti bunların çoğunu saflarına kazanmıştır. Bu satırların yazarı, devletin derhal ortadan kaldırılması deneyini halkın onayıyla gerçekleştirebilmeleri için bazı bölgelerin anarşistlere bırakılması olasılığını Lenin ile birlikte pek çok kez araştırmıştır. Ama iç savaş, abluka ve açlık koşulları bu tür planlara fazla olanak tanımamıştır. Ya Kronstadt ayaklanması? Yalnızca köylü kökenli askerlerin ayaklanmasına bir kaç şaibeli anarşist katıldı diye, devrimci hükümetin, başkenti denetleyen bir kaleyi başkaldıran denizcilere ‘hediye” etmesi kuşkusuz beklenemezdi. Olayların somut tarihsel çözümlemesinde, Kronstadt, Mahno ve devrimin diğer belirleyici olmayan olayları etrafındaki cehalet ve duygusallığın yarattığı efsanelere yer yoktur.” (Troçki, 29 Ağustos 1937, Bolşevizm mi, Stalinizm mi?)
Bu satırlardan da anlaşılacağı gibi, Bolşevik Parti yaşamın tek egemenidir. Neyin devrimci olup olmadığına Parti karar veriyor. Öyle ki, bizzat partinin diktatörlüğü altında öldürülen, hapsedilen ve sürgüne gönderilen Anarşistleri bile düşünüyor. Savaştan sonra Anarşistler, ‘çocukça heveslerini alsınlar diye, bazı bölgelerin anarşistlere bırakılması olasılığı” bile Parti liderliği tarafından araştırılıyor. Başta da belirttiğimiz gibi, mesele Kronstadt’da kimin haklı olduğu ya da Kronstadt isyanının ardında hangi güçlerin olduğu değildir. Kronstadt, yalnızca ve yalnızca bir sonuçtur. Dolayısıyla da tartışılması gereken Kronstadt isyanının meşru olup olmadığı değil, 1918 yılı itibariyle işçi sınıfı adına iktidarı eline alan ve işçi sınıfının diktatörlüğü yerine kendi diktatörlüğünü ikame eden Bolşevik Parti’nin diktatörlüğünün meşru olup olmadığıdır. Bu mesele karara bağlanmadan, Kronstadt meselesi karara bağlanamaz.
~ 26 ~
Komünist Zemin
"Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok…" Başlık, Alman yazar Eric Maria Remarque'ın 1929 yılında yayınlanan ve 1933 de Naziler tarafından yakılan kitabının adı. O başlık, ilerleyen dönemde şeylerin, olayların ve süreçlerin sürekliliğini ima eden bir deyim haline geldi. Afrika'dan Avrupa'ya geçmeye çalışırken, Akdeniz'de boğulup ölen yoksullarla ilgili haberler ve görüntüler, bana o romanı hatırlattı. Nitekim sadece geçtiğimiz hafta içinde 1100 göçmenin sulara gömüldüğü bildiriliyordu. 2014 yılında Akdeniz'i geçmeye çalışan 170 bin göçmenin 3 300'ü boğulup öldü. Uluslararası Göçmen Ofisi, o maceraya katılacak göçmen sayısının 2015 yılında 500 bine ulaşacağını bildiriyordu. İnsanları o ölüm yolculuğuna çıkmaya zırlayan şey yoksulluk, savaş ve terördür. Ve bu durumun sorumlusu da Batı Avrupa ve ABD, daha doğrusu kolonyalist, emperyalist, kapitalist ülkelerdir. O ölümlerin gerçek failleri beş yüz yıldır dünyanın geri kalanının yaşam kaynaklarını sömüren, yağmalayan, talan eden, halklara soykırım uygulayan "uygar dünya" denilip, yere göğe konulmayanlar!
O kanlı ve karanlık tarih 1492'de Kristof Kolomb'un macerasıyla başladı. Başlarda "Hristiyanlaştırıyoruz" [évangélisation] daha sonraları da " uygarlaştırıyoruz" dediler. İkinci emperyalist savaş (1939-1945) sonrasında sıra "kalkındırmaya" gelmişti. Şimdilerde, neoliberal küreselleşme çağında da yeryüzünün lânetlilerine "insan hakları ve demokrasi" taşımakla meşguller. Velhasıl durum tam da Eric Maria Remarque'ın dediği gibi: Garp Cephesinde Yeni bir Şey yok! Katolik dünyanın ruhani lideri Papa François, geçtiğimiz ay XX. yüzyılın üç soykırımından (Ermeni, Yahudi, Stalin katliamları, Rwanda, Burundi ve Kamboç) söz etti. Elbette Papa'nın işlenen insanlık suçlarına dair duyarlılık yaratma niyeti olumlu bir şey ama zahmet edip geride kalan yaklaşık beş yüz yılda Katolik Kilisesinin de dahli, özendirmesi ve meşrulaştırması sonucu Hristiyan Avrupalılar tarafından yapılan yüzlerce soykırımı da hatırlatıp lânetlemesi gerekmiyor muydu? Mesela ABD'nin soykırım sicilini hatırlatması gerekmiyor muydu?
~ 27 ~
Komünist Zemin Amerika Birleşik Devletlerinin (ABD) bağımsız ülkelere 2000 doğrudan askeri saldırı yaptığını, 402 barış antlaşmasını ihlâl ettiğini, beş kıtada 50 milyon insanın katlettiğini de... Kaldı ki, soykırımdan söz etmek için illâ sayının belirli bir rakamı aşması gerekmez. Derisinin rengi, dini, inancı, inançsızlığı, ırkı, düşünceleri yüzünden tek bir insanın bile öldürülmesi basbayağı soykırımdır. 1,6 milyon Iraklının baba-oğul Bushların açtıkları saldırı savaşları sonucu katledilmesi soykırım değil miydi? Keza Siyonist İsrail, ABD ve gericiliğin timsali Suudi Arabistan ortaklığında Filistin halkının katledilmesi, aç, susuz, ilaçsız bırakılması, Irakta gıda ve ilaç ambargosu yüzünden yarım milyon çocuğun ölmesi soykırım değil de nedir? Şimdilerde İŞİD'ci on binlerce fanatik katil sürüsünü eğitip, endoktrine edip, silahlandırıp, finanse edip masum insanları katletsinler diye saha sürmek de soykırım değil midir? Amerikaların (kuzey-orta-güney) İspanyollar, Portekizliler, İngilizler, Fransızlar, Hollandalılar tarafından işgal edilmesi (fetih diyorlar) milyonlarca insanın, hayvanları, hasatları, evleri, barklarıyla, birlikte yok edilmesinden daha büyük soykırım olur muydu? "12 Ekim 1492'de, Kristof Kolomb Amerika toprağına ayakbastı. 3 Mayıs 1493'de Papa VI. Alexandre şu fetvayı yayınladı: “Keşfedilen ve keşfedilecek dünyalar İspanya ve Portekiz arasında paylaşılmalı, din ve Katolik îmanı yüceltilip yayılmalı (...) ve barbar halklar boyunduruk altına alınıp Hristiyanlaştırılmalıdır." (1) 'Barbar halkları' Hristiyanlaştırma ve boyunduruk altına alma süreci hızlı başlamıştı. Kolomb, Amerikan adalarına ayak bastığında, kıtanın nüfusu yaklaşık 80 milyondu, 16. yüzyılın ortasında (60 yıl sonra) Amerikalar'da yaşayan nüfus 10 milyona inmişti. Hristiyan 'Batılılar' yaklaşık yarım yüzyılda 70 milyon insanı 'Hristiyan Cennetine' göndermeyi başarmışlardı. XVI'ıncı yüzyılın başında dünya nüfusunun yaklaşık 400 milyon civarında olduğu düşünülürse, yarım yüzyıllık bir dönemde 70 milyon insanı yok etmek 'büyük bir başarı olmalıydı. (2) Velhasıl izleyen üç yüzyılda Sioux'ların, Apaches'ların, Navarro'ların, Cheyenne'le-
rin, Cherokee'lerin Creeks'lerin Iroquois'ların, Eskimo'ların, daha nicelerinin kökü kazınacaktı. Konkistatörler tarafından katledilmeyenler de açlıktan ve hastalıklardan yok olacaklardı... Tabii katliamdan hayvan sürüleri, yakılan hasatlar da nasibini alacaktı. Namı değer Katolik Kilisesi tarafından planlanıp desteklenen bir etnik kırımdı (éthnocide) söz konusu olan. Lâkin Hollywood sinemasının Far West destanlarının anlattığı hikâye farklıydı. Uygar Beyaz Adam Yeni Dünya'nın birikmiş hazinelerini yağmaladı, uygarlıkları tarihten sildi, o topraklar üzerinde yaşayan halklar, soykırımlar, hastalıklar ve açlık yüzünden yok olmanın eşiğine geldi. Fakat keşif ve icat şampiyonu Beyaz Adam bir keşif daha yapacaktı. "Yeni Dünya" toprağının altı zengin madenlerle (altın, gümüş...) doluydu ve işlenmeyi bekleyen devasa verimli topraklar vardı. Ve fakat çalışıp üretecek insan kalmamıştı. O halde köleleştirme ve soykırım sırası Afrika'ya gelebilirdi ve geldi. Afrikalı Siyahlar avlanıp Atlantik Okyanusu sahilindeki bazı merkezlerde toplanıyor, oradan gemilere yüklenerek Yeni Dünya'ya taşınıyordu. Köleler Amerika'ya, yarattıkları zenginlik de Avrupa'ya taşınıyordu. Beyaz adam Afrikalı Siyahları insan saymıyordu, onu "insan altı" bir yaratık olarak görüyordu, çünkü derisi siyahtı. Köle ticaretinde vahşi havyanlar gibi avlanıp, soykırıma uğratılan insan sayısı kaçtı? 20, 30, 40 milyon mu, yoksa daha fazla mı? Kibarca traite denilen köle ticareti sayesinde emek açığı kapatıldı. Tarihçiler sadece gemilerde ölüp denize atılan Siyah köle sayısının 2 milyondan fazla olduğunu yazdı. XVI-XIX yüzyıllar arasında Afrika toprağından sökülüp Yeni Dünya'ya taşınan Afrikalı Siyah köle sayısı on milyonlarla ifade ediliyor. Afrika için ikinci yıkım, Kıtanın Batı Avrupalılar tarafından kolonize edilmesi, sömürge statüsüne indirgenmesi olacaktı. Şimdilerde Afrika'daki yoksulluğun, açlığın ve sefaletin gerisinde, sömürgeciemperyalist tahakküm var. İleri sürüldüğü ve sanıldığı gibi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kolonyalizm tasfiye edilmedi. Sadece yeni sömürgecilik (neo-colonialisme) statüsüne terfi etti.
~ 28 ~
Komünist Zemin Soykırımlar sadece Siyah Afrikalıları hedef almıyordu elbette. Bir fikir vermek için Fransızların Cezayir'de yaptıkları soy kırımı, işledikleri insanlık suçunu hatırlamak yeter: Fransız askerlerinin kara çizmeleri Cezayir toprağına bastığında (1830), ülkenin nüfusu yaklaşık 7-8 milyondu. Sömürge yönetimi 90 yıl sonra, 1920 yılında ülke nüfusunun 7 milyon olduğunu bildirmişti. Oysa ortalama bir nüfus artışı durumunda ülke nüfusunun en az 11 milyon civarında olması gerekirdi. Geride kalan dönemde yapılan talan, su kuyularının ve nehirlerin zehirlenmesi, hasadın ateşe verilmesi, toplu katliamlar, bulaşıcı hastalıklar, akıl almaz baskı ve zulüm, ülkeyi harabeye çevirmişti. En büyük katliamları gerçekleştiren Fransız generallerinin adlarının Paris'teki büyük bulvarlara verilmesi de tuhaf bir ironi olmalıydı... Ünlü Fransız yazar, düşünür ve politikacıları ( Victor Hugo, Jules Ferry, Alexis de Tocqueville, vb.) gerçekleşen yıkımı "Uygarlığın vahşiliğin üzerine yürümesi" olarak adlandırmışlardı. Emir Abdülkadir de cevaben: "Hayır sefil efendiler, asıl bizim medeniyetimizin üzerine yürüyen sizin vahşetinizdir. Yakılmış kitaplarım ve kütüphanem, izinizi sürmemi sağlıyor" diyecekti. Tarihsel olarak Afrika'daki açlığın, yoksulluğun ve sefaletin geri planında, sürüp giden kolonyalist- emperyalist sömürü, şiddet, savaşlar ve soykırımlar var.
Son dönemde insanları ölüm yolculuğuna çıkmaya zorlayan ilave bir unsur da bu ülkelere açılan savaşlar, toplumların dokusunun parçalanması, açlık, yoksulluk ve terör yüzünden üzerinde yaşadıkları toprakların yaşanamaz yerler haline gelmesidir. Zengin Avrupalıların ölüm yolculuğuna çıkan çaresiz insanlara reva gördükleri muamele, ateşe verilmiş evden canhıraş kaçmaya çalışanları eve yeniden sokmaya zorlamak gibi bir şeydir. Vaktiyle siyasi ve fiziki zorla Afrikalılar ölüm yolculuğuna çıkarılıyorlardı, şimdilerde aynı şeyi ekonomik zor yapıyor. Aksi halde şimdilerde Akdeniz'in bir cehennem kapısı haline gelmesi nasıl mümkün olabilirdi? Öyleyse "garp cephesinde yeni bir şeyin olabilmesinin" koşulu, emperyalizmi, kapitalizmi ve bölgedeki emperyalizm uşağı, halk düşmanı gerici rejimleri sepetlemekten geçiyor demektir.
-----------------------------------------------------------------------------------(1) Ignasio Ramonet, Cinq siècles de colonisation, in Manière de Voir, Polémique sur l'Histoire coloniale, Juillet- Août 2001, s. 6. (2) Fikret Başkaya, Çığırından Çıkmış bir Dünya, s. 19.
~ 29 ~
Komünist Zemin
Türklüğün ve T.C. Devletinin Yaratılması Sürecinde Eğitimin İşlevi Üstüne Notlar… Dipnot Yerine Öğrenmeye ihtiyaç duyan bir varlık olarak insan bin yılların birikimi ile nihayet kendini devletlerin onlar için belirlediği zorunlu tımar/ eğitim sistemine teslim etti. Peki, ne oldu da yayıldıkları yeryüzünde sınırsızca koşup avlanan, merak edip deneyen, öğrendiğini geliştirip taklit eden bu canlı yine kendi türünden başkaları tarafından dört duvarın içine hapsedildi. Koloni kapma yarışının getirdiği göç ve yıkım, şehirlere doluşan aç insanlar, sanayileşme süreci ve sonrasına bakarak insanın evcilleştirilmesi sürecinin de diğer hayvanlarınki gibi vahşet dolu olduğu görülebilir. Başta yalnızca sermaye sa-
hiplerinin erişebildiği, klasiklerin ve dini eserlerin öğrenilmesi itibari ile lüks olan eğitim bir anda devletler tarafından yurttaşlara ücretsiz verilmeye başlandı. Sanayileşme ile birlikte fabrikalarda makineleri kullanabilen, saymayı ve yazmayı öğrenmiş kişilere duyulan ihtiyaç ve ulus devletlerin kendilerini güvenceye almak için yurttaş yaratmaya ihtiyacındandı bu.
Türklüğün ve T.C. Devletinin Oluşumunda Eğitimin İşlevi “Eğitim nedir” sorusuna birbirlerinden bazı noktalarda ayrışan yüzlerce cevap verilebilir belki ama bütün cevapların muhtemel kesiştiği nokta
~ 30 ~
Komünist Zemin eğitimin “istendik” davranış geliştirme süreci olduğudur. Eğitimin nasıl olup da bir anda devletler (kapitalist devletler) tarafından yurttaşlara sunulan bir hizmet olduğunu kavrayınca bahsi geçen “istendik”in aslında ne manada kullanıldığını çıkarsamak zor olmuyor. Her çocuğun 15 yaşına kadar zorunlu olarak devlet tarafından belirlenmiş bir eğitim programından geçirilmesi ve bunun kamu geliri tarafından karşılanması devlet için ciddi bir külfetken, daha büyük bir çıkarı olmasaydı bu hizmeti elbette sunmazdı. İttihatçı kadrolar, batılı emperyalist güçlerin de yardımı ile Osmanlı imparatorluğundan geriye kalan topraklara el koyup, T.C. devletini ilan ettiler. Fakat büyük bir sorun vardı. Milleti olmayan bir devlet olamazdı. Hızlı bir şekilde kendi tahayyüllerinde ki milleti yaratmaları gerekiyordu ve takdire şayan bir şekilde bunu yaptılar. İttihat ve Terakki hareketi “harf devrimi” dedikleri Arap alfabesinden Latin alfabesine geçiş kararıyla yeni bir ideoloji, yaşam, dil ve toplum yaratmanın zeminini kurdular. Ama korkuları büyüktü çünkü onlarca katliam ve sürgüne rağmen onlarca farklı dil, din ve kültürün yaşadığı topraklarda tekleşmeyi sağlamak büyük çaba gerektiriyordu. Böyle bir tekleşme ancak ülke topraklarının her yerinde aynı “istendik davranışları” içeren ortak bir programla mümkündü. Laboratuvarlarda ürettikleri kelimelerle yeni bir dil yaratmaya kadar işi illeri götürüp, ihtiyaç duydukları milleti yaratmak için “Misak-i Milli” olarak ilan ettikleri sınırlar dâhilinde okullar açtılar. Merkezi eğitim sistemi ile iki temel şey hedefleniyordu. Bunlardan birincisi, Türk İslam sentezine uygun bir şuura sahip, gerektiğinde Kemalist ideolojinin hizmetinde galeyana getirilerek savaşlara sürülecek kişiler yaratmaktı. İkincisi ise İttihat ve Terakkicilerin başlangıçta emperyalist ağabeylerine söz verdikleri üzere pazar ekonomisinin ihtiyaçlarını karşılayacak, sınıf atlama umudu ile çalışıp, çırpınacak köleler yaratmaktır. Türklüğün inşasında ve Türkleştirme sürecinde eğitimin gücünün kaba zorun gücünden daha etkili ve kalıcı olacağı muhakkaktı. Bu bakımdan Türk solunun nostalji ve romantizmle anmaktan vazgeçmediği Köy Enstitüleri, Türklüğün ve Türkleştirmenin inşasında bir mihenk taşıdır.
Zira Köy Enstitüleri yatılıydı, zamanının tamamını okulda geçiren öğrenciler Kemalist rejimin misyoneri öğretmenler tarafından yetiştirilip, sonra da bölgelere birer misyoner olarak gönderiliyorlardı. Bu alanda bir başka mihenk taşı ise, Yatılı İlköğretim Bölge Okulları’dır. Bu okullara toplanan çocukların çoğunluğu Kürt çocuklarıydı. 7 yaşında ailesinden koparılan Kürt çocukları çoğunluğu asker olan (asker öğretmen) kişilerin insafına terk ediliyordu. Kimi zaman aylarca ailesini göremeyen çocuklar, 7 yaşına kadar doğal olarak öğrendikleri her şeye yabancılaştırılıp, “istendik” yönde davranışları değiştiriliyordu. Bu okullarda hiçbir zaman asıl amaç bilgi değildi. Zaten verilen eğitimin içeriği de bunu açıkça ortaya koymaktadır. Burada amaç kendi varlığına yabancılaştırılmış, öğrenmeye karşı isteksiz, merak etme isteği hırpalanmış, ideal vatandaşlar yaratmaktı. Buralarda bulunan Kürt çocukları askeri marşlar eşliğinde sıralanmış olarak saatlerce talim gördürülüp, verilen yemeklerden önce militarist ve dinci dualar okutulup 15 yaşına geldiğinde okuma yazma, basit matematiksel hesapları yapma ve en önemlisi Türkçe konuşmayı öğrenmiş olarak mezun oluyorlar. Hiçbir programını kendisi oluşturup bunu ciddiyetle uygulayamayan T.C. devleti, bu işte de tam bir başarı sağlayamıyor elbette. Bu kurumlarda büyüyen kişiler Türk olmasa da Kürt olarak da kalamıyor, kendi toplumu ile ona yüklenmiş değerler arasında sıkışmış bir kişilik geliştiriyor çoğu zaman. Şüphesiz dünyanın her yerinde okullar ile kışlaları birbirinden ayırt etmek güçtür. Zorunlu eğitimin ortaya çıkış sebepleri ve zaten bu bağlamda gelişen modern eğitim kavramının hegemonik bir öz taşıması nedeniyle başka bir ihtimal düşünülemezdi. Ama T.C. devletinde eğitim doğrudan askeriyenin bir kolu olarak işlev gördüğünden kavramsal olarak eğitimin ne olup-olmadığı üzerinde konuşmaya sıra gelmiyor. TC devletinde eğitim kurumları militarist, muhafazakâr, dinci ve kendisini sürekli antisi üzerinden ifade emekten başka çaresi olmayan sığ kitleler yaramaktan başka bir işlevi olmayan bir bataklıktır.
~ 31 ~
Komünist Zemin
Ve Reklamlar… Reklamlar denilince aklımıza ilk gelen şey, bir malın pazarlanması oluyor ama bu, buzdağın yalnızca görünen ucudur ve belki de olayın en “masum” kısmını oluşturur. Reklamların asıl yıkıcı olan kısmı görünmeyende saklıdır. Aslında bunu da hepimiz biliriz ama nedense üzerine pek düşünmek istemeyiz. Örneğin reklamlar, birçok kadının bedenini satmasına neden olan en önemli etkenlerden biridir. Zira reklamların tetiklediği tüketim cinneti dolayısıyla birçok kadın reklamlarda sunulan ürünlere sahip olabilmek için bedenini satmakta bir beis görmemektedir. Örneğin reklam, kültür emperyalizminin en önemli silahıdır. Reklamlar sayesinde kapitalist tüketim kültürünün girmediği ev nerdeyse yok gibidir. Örneğin reklam en etkili işgal aracıdır. Öyle ki, reklam aracılığıyla işgal edilmemiş ev, işgal edilmemiş hayat yok gibidir. Örneğin reklam, birebir herkesin herkesle rekabetini örgütleyebilmenin en etkili aracıdır. Öyle ki, herkes herkesle sahip olma (tüketme) yarışı halindedir. Örneğin reklam, insanın düşünce dünyasının, ihtiyaçlarının, reaksiyonlarının, neyi beğenip neyi beğenmemesi gerektiğinin belirlenmesinin en güçlü aracı durumundadır. Örneğin reklam, cinsiyetçiliğin inceden inceye yeniden üretilmesinin araçlarından biridir. Reklamlarda kullanılan kadın bedeni ve belirlenmiş rolleri bile aklımıza getirmemiz bu durumu anlamız için kâfidir. Özcesi reklam, yaşamın, düşüncenin ve eylemin kime ve neye göre şekillenmesi gerektiği husussunda egemen sınıfın elindeki en etkili silahtır. Reklam Dünyasının İçimizdeki İstismarcıları Reklam dünyası tetikçilerini seçerken, içimizden birilerini tercih etmektedir. Reklamın etkili olabilmesi için, seçilecek tetikçinin geniş kitlere
yabancı durmayan, hatta ve hatta geniş kitlelerin bir aidiyet, sempati ya da duygu bağı geliştirmiş olduğu insanlardan olması gerekmektedir. Bundan dolayıdır ki film yıldızları, dizi oyuncuları, tiyatrocular, mankenler ve futbolcular tercih edilmektedir. Her kim ki geniş topluluklar tarafından bilir, tanınır ve kabul görürse, bu şahsı mutlaka reklam dünyasının tetikçisi olarak karşımıza çıkar. “Beni sizler var ettiniz” diyen her şöhret, sevenlerine olan vefa borcunu reklam dünyasının tetikçisi olarak öder. Şener Şen, Türkan Şoray, Cem Yılmaz, Hülya Avşar, Ata Demirer, Erdal Özyağcılar, Tanju Çolak, Rıdvan Dilmen, Sergen Yalçın, Yılmaz Erdoğan, Müslüm Gürses ve daha yüzlercesi reklam dünyasının birer tetikçisi olarak evimize kadar girmiş ve vefa borçlarını bizi aldatmaya çalışarak ödemiştirler. Eğer bir kıyaslama yapacak olursak, esasen reklam dünyası için seçilmiş bu tür insanların işlemiş oldukları suç, malını pazarlamak için reklam yapan bir kapitalistin işlediği suçtan daha aşağılıktır. Çünkü istismar söz konusudur. Geniş toplulukların sevgisi, sempatisi, verdiği değer istismar edilmektedir.
~ 32 ~
Komünist Zemin
Ms. Magazine Dergisi Editörlerinden Moira Brennan'ın Feminist Düşünür Leonore Tiefer'la yaptığı söyleşi: Hangi Cinsellik? Sunuş Şikago Üniversitesi'nden bir tıbbi araştırma ekibinin kadınların yüzde 43'ünün ve erkeklerin yüzde 31'inin cinsel "işlev bozukluğu" çektiklerini açıklaması ABD toplumunda kaygı uyandırdı. Bu araştırma konusunda ve cinsellik hakkında pek çoğumuzun takıntı haline getirdiği daha genel ve ısrarlı sorular üzerine yorum yapabilecek birini ararken, biz de bir hekime başvurduk; ama biraz farklı bir hekime. New York'taki Albert Einstein Tıp Fakültesi'nde psikolog olarak ve kişisel pratiğinde seks terapisi olarak yaptığı uzun kariyere rağmen, Leonore Tiefer insan cinselliğiyle ilgili hiçbir şeyi sorgulamadan kabul etmeyen put kırıcı bir feminist düşünür. Onun konuya yaklaşımı her şeyi sorgulamak ve süreç içinde mümkün olduğu kadar kışkırtıcı, teşvik edici ve cesur olmak. Son kitabı Sex Is Not A Natural Act'a (Cinsellik Doğal Bir Edim Değildir), sanayileşmiş Batı toplumunun cinsel hayatlarımızın yıkımı pahasına bilimsel yönteme aşık olduğunu gösteriyor. Bu perspektif kültürün arzularımız üzerindeki müthiş etkisini gözardı etmemize neden olarak, bizi cinselliği çözümlenebilir parçalara ayırmaya ve onu biyolojik bir içgüdüden ibaret olarak görmeye götürüyor. Tiefer, işi, belki de hiçbir biyolojik cinsel içgüdünün varolmadığını iddia etmeye kadar götürüyor. İnsanların arzularını en çok etkileyen şey çevrelerini kuşatan kültürdür diyor. Tiefer'e göre, cinsellik coşkulu ya da sıkıcı olabilir ama bu ikisinin ortasında bir şey de olabilir: başkalarını avutmanın, yaşamlarımızın sıkıcı yüklerinden sıyrılıp bir nefes almanın bir yolu, bir başkasını memnun etme yeteneğimizin ya da kendi arzulanabilirliğimizin onayı. Tiefer'in amacı insanların cinsellik konusundaki endişelerini azaltmak ve cinselliğin önemini makul bir perspektife yerleştirmek. Bu yaklaşım tarzı, konuyu tıbbileştirmenin ve Viagra gibi "hızlı çözüm"ler çılgınlığının tehlikelerini aydınlatıyor. Kuşkusuz, feminist hareketler, lezbiyen ve gaylerin hareketleri cinselliğin erkek yanlısı birleşme (koitus) merkezli tanımı-
na yıllardır ve genellikle de başarıyla meydan okuyor. Ama Tiefer bize daha kazanılacak pek çok mücadele olduğunu ve tanımlama iktidarının hala beyaz, heteroseksüel erkeklerin elinde olduğu bir dünyada tetikte durmaya ihtiyacımız olduğunu hatırlatıyor. M. Brennan: Kitabınızda cinsellik anlayışımız örneğin cinselliğin "doğal" olduğu düşüncesi konusunda çok kışkırtıcı bazı sorular soruyorsunuz. Bu sorular feministler için neden önemli? Leonore Tiefer: İnsanlar cinselliğe çeşitli amaçlar için yöneliyorlar ve cinsellik pek çok farklı ihtiyacı karşılamak için çok kullanışlı olabilir. Ama bu toplumda cinselliği çok dar bir odaktan görme eğilimi var; yalnızca biyolojik
~ 33 ~
Komünist Zemin bir edim olarak, güzel olanın ya da ayıp olanın alanı olarak. Ben cinselliğin temelde kültürel bir olgu olduğuna inanıyorum. Sabit bir biçimde var olmuyor, verili bir anda kültür içinde olup bitenle ilişki içinde yaratılıyor. Bu feministler için değerli bir yaklaşım çünkü üremeden şiddete, nesneleştirmeye, mahrem durumlarda güçsüzleştirmeye dek birçok toplumsal sorun cinsellik etrafında yoğunlaşıyor. Sorun herhangi birinin orgazma ulaşıp ulaşmadığıyla, ereksiyon olup olmadığıyla ilgili değil, hangi ekonomik ve toplumsal güçlerin etkin olduğuyla ilgili. Doğru soruları sorduğumuz sürece bu, toplumsal eleştiri için zengin bir zemin sunuyor. M. Brennan: Sormamız gereken "doğru" sorular sizce hangileri? Leonore Tiefer: Ele almamız gereken sorunlardan biri cinselliğin ne olduğu. İnsanlar "cinselliğim" sözcüğünü sanki yalnızca bir yönleriyle cinsel bir varlıkmışlar gibi kullanıyorlar. Bunu gerçekten iç rahatlığıyla söylüyorlar ama ben bu konuda pek rahat değilim çünkü bir insanla yaşadığım cinsellik bir başkasıyla yaşadığımdan çok farklı. Benim deneyimim (bence yaş aldıkça herkesin deneyimi) cinsel yaşamımda müthiş bir dalgalanma biçiminde. Cinsellik de arkadaşlık gibi daha çok duruma bağlı bir olgu. Bir arkadaşlık potansiyeliniz vardır ama ortalıkta, "Hey, bugün arkadaşlığım gerçekten güçlü" diye dolanmazsınız. Bir şeyi nasıl kategorileştirdiğiniz onu nasıl yaşadığınızın önemli bir bölümüdür. Gittiğiniz jinekolog genital organlarınızı kurcaladığında, buna cinsellik demiyoruz. Bunda tahrik yoktur, orgazm yoktur. Öyleyse bir şeyi "cinsel" yapan ne? Benim düşüncem her zaman "bu nedir?" sorusunu sormak. Hayatımda nasıl bir işlev görüyor? Bunu kim söylüyor? Ona bakış biçimim beni mutlu ediyor mu? M. Brennan: İnsanların cinsellik anlayışlarını geliştirmenin bir yolu var mı? Leonore Tiefer: Her şeyde olduğu gibi bunun yolu da gerçek deneyimin tartışılmasından geçiyor. Kişisel olan politiktir. Ve çok daha fazla kapsayıcı bir cinsellik eğitimiyle insanların bilgisini artırmaktan geçiyor. Örneğin reklamların etkisi. Bunu cinsel eğitim kapsamında öğretmiyoruz, oysa cinsel deneyim üzerinde derin bir etkisi var. Ve haz için haz.
Bazı ticari çıkarlar, hazzı, sattıkları malla bağlantılıysa öne çıkarıyorlar ama çok az insan üründen bağımsız bir haz anlayışı oluşturmayı gerçekten deniyor. Bu çağ, Viagra'nın yaratıcısı Pfizer'in yeryüzündeki herkesi cebindeki son meteliğe kadar dolandırmaya çalıştığı bir çağ. İnsanların bununla baş etmeye hazırlıklı olmalarını istiyorum. M. Brennan: Öte yandan, haberlerdeki ya da filmlerdeki cinsellikle ilgili konuşmalarla tıka basa dolduruluyoruz. Bu da bir baskı hissettirebiliyor. Leonore Tiefer: Eski bastırma ve sindirme dönemleriyle kıyaslandığında, cinselleştirilmiş bir kültürde yaşıyoruz. Medyanın cinsellik üzerinde aşırı vurgusu bir aşama. İnsanların davranışları ve duyguları, toplumun patlama halinde ticarileşmesine yetişecek kadar çok değişmedi. Medyada cinselliğin görünür hale gelmesi ve cinsellik anlayışımız üzerindeki etkisi yalnızca 30 ya da 40 yıl öncesine gidiyor. Doğum kontrolünün cinselliğin rolünü nasıl değiştirdiği, boşanmanın aynı şeyi nasıl yaptığı, iyi bir cinsel yaşamın "başarı"yla nasıl eşanlamlı hale geldiği gibi değişen her şey konusunda daha iyi eğitilmiş olsaydık belki kendimizi bu kadar baskı altında hissetmezdik. Bir de cinselliğin sadece biyoloji olduğu ve ilaçla "yoluna koyulabileceği" fikriyle dolduruluyoruz. Bu insanların düşüncesinde bir çeşit parçalanma yaratıyor. Eğer sorunun kaynağı olarak vücudunuzun herhangi bir bölümüne odaklanırsanız, bu, cinselliğin tüm duygusal, duyumsal, zihinsel yapınızı, yani bir bütün olarak kendinizi kapsayan bir edim olduğunu görmenizi engeller. Sevişme edimini daha büyük bir resim içine yerleştirmenin yararı, bunun, sevişenin bedeninizin tıbbi bir norma göre yaşayan ya da yaşamayan bir parçası değil, kendiniz olduğunu size hatırlatmasıdır. Bu, cinselliğe katabileceğimiz önemli şeylerden biri olan biricikliği onurlandıran bir perspektiftir. M. Brennan: Bu değerleri cinselliğe uygulamak insanlar için zor mu? Leonore Tiefer: Cinsel ilişkide biricikliğe değer vermememiz kısmen cinselliğe ilişkin çoğu şeyin sır olmasından kaynaklanıyor. Annenizi ve babanızı sevişirken görmüyorsunuz, ama eğer görseydiniz sevişmek için Michelle Pfeiffer gibi görünmeye ihtiyacınız olduğunu düşünmeye bu
~ 34 ~
Komünist Zemin kadar eğilimli olmazdınız. Gerek dinden gerekse ticarileşmeden kaynaklanan kültürel mesajların bu denli etkili olmaları, bir bakıma kendi gözleminizle karşılaştırılamıyor olmalarından kaynaklanıyor. Herkesin anne babasını sevişirken seyretmesini savunmuyorum. Ama eğer düşünmeyi bırakırsanız, kendi kendinize şöyle diyebilirsiniz: "Sıradan insanları sevişirken hiç görmedim". Koca bir mideyle ne yapıyorlar? Birbirlerini nasıl soyuyorlar? Bende akla gelebilecek her türden insanın sağlam ya da sakat, şişman ya da sıska, yaşlı ya da genç sevişmelerini gösteren filmler var ama onları tıptaki öğrencilerime gösteremiyorum çünkü bugünkü ortamda her açık imgenin pornografi olduğu ve bunun da aşağılayıcı olduğu söyleniyor. Ama insanların kendi deneyimleriyle kültür arasında bu tür köprünün olmaması bizi cinsellik konusunda bunaltıyor. İnsanların kendi bedenleri, çekicilikleri ve fiziksel ifadeleri konusunda sürekli olarak bunalım yaşadıklarını düşünüyorum. Sorun pek de genital organlarınızla ne yaptığınızla ilgili değil, kendini arzulanabilir bir insan olarak hissetmek ve başka insanların da arzulanabilir olduklarını görebilmekle ilgili. M. Brennan: Cinsellik anlayışımızın toplumsal cinsiyetle ilgili anlayışımızı da etkilediğini düşünüyor musunuz? Leonore Tiefer: Toplumsal cinsiyetin olumlanması cinselliğin bugünkü kuruluşunda son derece önemli bir öge en azından hastalarımın çoğunluğunu oluşturan heteroseksüeller için. Üreme kadınlar için toplumsal cinsiyetin olumlanmasının özünü oluşturagelmiş. Erkekler için ise bunu oluşturan işleriydi. Bugün toplumsal cinsiyetini kanıtlamanın yolları gittikçe azalıyor ama bu her zaman olduğu kadar önemli. Öyleyse toplumsal cinsiyetinizi nasıl kanıtlıyorsunuz? Cinsellik yaşamak zorundasınız ama herhangi bir cinsellik değil, koitus. Bundan feminizm bağlamında söz etmek canalıcı bir önem taşıyor. Viagra'yı besleyen, erkeklerin belirli bir erkeklik türüne yatırım yapmaları. Feministlerin çalışmalarının bir bölümü erkeklik hakkındaki kabul edilmiş kavramları sorgulamaktan oluşuyor, oysa Viagra'nın bunları olumladığı söylenebilir. Uzun yıllar çalıştığım üroloji bölümüne erkekler, "İktadarsızım" diyerek gelirlerdi ve ben de, "Peki bu sizin için ne tür bir sorun oluşturuyor?" diye sorardım. Bana bir budalaya ba-
kar gibi bakarlardı. "Nasıl yani, sevişemiyorum işte" derlerdi. Ben de, sesime aşırı bir söyleşi tonu vererek ve göz teması kurarak, "Neden sevişmek istiyorsunuz?" diye sorardım. Bana şöyle cevap verirlerdi: "Ne demek istiyorsunuz? Herkes sevişir". Kısacası, bu sorulara yanıtları yoktu. Yanıt veremiyorlardı çünkü sözcük hazinesi vahim bir biçimde fakirleştirilmiş. Bazen birileri birkaç sözcük geveler ve, "Bu normal olduğum anlamına gelir" derdi. Orgazm olamamak normal olmamanın özeti gibi algılanıyor. Bir erkek ya da bir kadın olmamanın göstergesi. Ben de onlara bununla baş etmenin yolları olduğunu söylerdirm. Başka yollardan erkek olun. Bunu kabul edemezlerdi. Onlar için kanıt buydu. İnsanlara her zaman orgazmın çok Amerikanvari olduğunu söylerim. Çünkü orgazm bir skordur. Kısadır. Ne zaman orgazm olduğunuzu bilirsiniz. Kendi hanenize bir çentik daha atabilirsiniz. M. Brennan: İnsanlardan bu kavramları yeniden düşünmelerini isterken ne derece başarılı oldunuz? Bu çok zor. Mütevazı bir başarı olduğunu kabul etmek zorundayım. Hastalarımın onların düşüncelerinde devrim yarattığımı söyleyebileceklerini düşünüyorum ama bu kendi düşüncemde yaptığım devrimle kıyaslandığında pek cılız bir devrim. Zaten onlar cinsellik konusunda radikal düşünce dersi almak için gelmiyorlar. Nasıl orgazm olunacağını öğrenmeye geliyorlar. Onlara, "Bunun düşündüğünüz kadar önemli olmadığını gösteren 18 bin neden var" diyerek başlıyorum ama bir insanı konuşarak orgazm istemekten vaz geçiremiyorsunuz. Önce orgazm olmayı öğretiyorsunuz, sonra bunun ne kadar önemsiz olduğunu. Orgazm ihtilaç gibi gerçekten güçlü bir nörolojik seyirmedir. Yalnızca bir refleks. Onu bu kadar iyi bir şey gibi hissetmemizi sağlayan simgesellik. Simgesellik onu aynı anda hem yemek üstüne tatlıyla, hem düğünle hem de Nobel ödülüyle dolduruyor. İnsanlara cinsellikleriyle ilgili değerli olanın "sağlıklı norma"a ne kadar yaklaştıkları değil, kendi öyküleri, kendi simgeleri olduğu duygusunu vermeye çalışıyorum. İnsanlara kendi öyküleri için gereken sözcükler öğretilmemiş. Hiç bir şey için teknik dışında bir sözlük yok. İnsanlar cinselliği kuşatan isteklerini, özlemlerini şükran duygularını tanımlamakta çok büyük zorluk çekiyorlar.
~ 35 ~
Komünist Zemin Cinselliği yaşamanın tek bir yolu olduğunu düşünmüyorum. Ben bir yol haritası vermiyorum. Cinselliği her insani amaç için bütün biçimlerde kullanabileceğinizi söylüyorum. Teselli, besleme, kutlama. Ve insanlar zaten öyle yapıyorlar. Sadece bu biçimde düşünmüyorlar. Sado mazoşizme bakıyorlar ve, "kamçı ve zincir gerekiyor, kauçuk gerekiyor, hiç tekin değil" diyorlar. Kendini başka bir insanın arzusuna teslim etmenin yalnızca hazzın bir biçimi, bazen hepimiz için ulaşılabilir olan bir biçimi olduğunu fark etmiyorlar. Eve girdiğinizi ve şöyle söylediğinizi düşünün: "Bugün berbat bir gündü. Kendi kendimden sorumlu olmak istemiyorum. Bunu sen yap. Bana istediğini yap." Bu tür bir tabiiyet hoş bir ferahlama sağlayabilir. Gün boyunca kendinizi ifade etme fırsatını nadiren yakalarsınız, kimse sizi dinlemez, eve gelirsiniz ve biraz olumlanmaya ihtiyacınız vardır. Cinsellik bunu sağlayabilir. Okşanmak. Gevşemek. Onay. Birisi size dokununca, sizi öpünce, yalayınca ve güzel olduğunuzu söyleyince, bu onaydır. Sorun şu ki pek çok kadın için birisinin kendilerinin güzel olduğunu düşündüğünü kabul etmek çok zordur. Birisi bütün bedenini yalamak istediğinde bir kadına buna hakkı olduğunu hissettiren nedir? Öncelikle kendi içinizde güvenli hissetmeniz gerekir. Leonore Tiefer: Cinsellik hakkında daha dürüst bir biçimde konuşmamamızın nedeninin insanların kısmen gizem duygusunu koruma istekleri olabileceğini düşünüyor musunuz? Gizem önemli mi? İş cinselliğe gelince insanların birbiriyle çatışan istekleri oluyor. Öngörülemezliği ve denetimi aynı anda istiyorlar.
Ve eğer çok fazla şey bilirlerse gizemi yitireceklerini sanıyorlar. Ama benim deneyimimde olan bu değil. Operayı severim ve bazı operaları on iki kere izlemişimdir hepsini mırıldanabilirim. Neden gidiyorum? Çok iyi anladığınız bir şeyde bile güç ve haz hala elde edilebilir durumda. En iyi cinsel yaşamın bilinmeyene teslim olmaktan filmlerdeki gibi, dalgalar tarafından götürülmekten kaynaklandığı fikri bir mittir. Bir imgedir. İnsanlarla cinsel yaşamları hakkında konuştuğunuz zaman, en iyi vakit geçirenlerin teslim olanlar olmadığını görüyorsunuz. Hayattaki her şeyde olduğu gibi cinsellikte de ne kadar bilirseniz o kadar tadını çıkarıyorsunuz. Bu yüzden insanların zihinlerini açmak istiyorum. Bu efsaneleri havaya uçurmak. Sadece ereksiyon ve orgazm hakkında konuşmak yerine haz hakkında konuşalım. Haz almak istiyor musunuz? Hazzın büyük bir bölümü koşullanmıştır. Önceden düşünülmüştür. Tende değildir. Genital organlarda değildir. Onu bu sevinç duygusuyla dolduran şey ne anlama geliyorsa odur. Öte yandan, yazın bir şeftali yemek gibidir. Yani gerçekten hoştur ama kendinden geçirici değildir tamam, bu da şeftalisine göre değişir ama genellikle kendinden geçirici değildir. Cinselliği kendinden geçirici yapan simgesel yatırımdır. Bu yüzden kendimizi simgesellik konusunda eğitmek en iyi yaklaşımdır. Sorun insanların, bu mesajlarla, cinselliğin tadını çıkarmalarını engellemeyecek biçimde çıkmaya hazır olmaları, zihinlerini açık tutmaları ve mümkünse bütün bunlarla ilgili olarak bir mizah duygusunu korumaları için eğitilmeleridir. Kaynak: Kadınlara Mahsus Gazete Pazartesi
~ 36 ~
Ekim Devrimi Sonrası Karara Bağlanmadan Kronstadt 1921 Karara Bağlanamaz...
Komünist
KOMÜNİST ZEMİN Üç ayda bir yayınlanır
Zemin
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü:
www.komunistzemin.org
Yıldız Pınar
Adres: r Zemin Yayıncılık Osmanağa Mahallesi Söğütlüçeşme Caddesi No: 64, Kat 5/138 Kadıköy/ İst. www.komunistzemin.org komunistzemin@yahoo.com komunistzemin@gmail.com Baskı: Özdemir Matbaacılık Davutpaş Cad. Güven Sanayi Sitesi C Blok No: 242 Topkapı / İstanbul