Sayı 1 Şubat 2005
Rahmi Koç’un “akıllı diktatör”ü kim? Sayfa 2
Yürüyoruz!
Devrimci dünya partisi Uluslararası İşçi Birliği-Dördüncü Enternasyonal (UİB-DE), dünya işçi sınıfı hareketi ve sol akımların 1990’lı yıllar boyunca yaşadığı dağılma eğilimlerine karşı koyarak, devrimci mevzileri savunarak, 2000’li yıllarda güçlü bir uluslararası devrimci önderlik inşası yolunda ilerliyor. UİB-DE, geçtiğimiz ay sonunda Brezilya’da gerçekleşen Dünya Sosyal Forumu’na da damgasını vurdu. Dünya solunun pek çok kesiminin gözünde yanılsamalar yaratan, hatta bir model olarak görülen Lula’nın Brezilya İşçi Partisi (PT), iktidara geldikten sonra tüm beklentileri boşa çıkararak, IMF’nin Brezilya’daki taşeronluğunu üstlenmişti. UİB-DE’ye bağlı Latin Amerika partileri, PT’nin göz boyama niyetiyle bir “şov” alanına çevirmek istediği Dünya Sosyal Forumu sırasında, alternatif etkinlikler ve eylemler gerçekleştirerek hain Lula’nın maskesini düşürdü. Eylemler bununla da sınırlı kalmadı; binlerce yoldaşımız, emperyalizmin tüm dünyada giriştiği ekonomik ve askeri saldırganlığa ve işbirlikçi hükümetlere karşı mücadele kararlılığını bir kere daha ortaya koydu. UİB-DE’nin bugün pek çok ülkede devrimci önderlik inşası yönünde kuvvetli adımlar atabilmesi, ideolojik mevzilerdeki ısrarından ve kitle mücadeleleri içinde yürüttüğü sabırlı çalışmadan kaynaklanıyor. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun dağılmasından sonra, dünyada artık devrim ihtimalinin kalmadığı, kapitalizmi insanileştirmek üzere “geniş hareketler” içinde erimek gerektiği tezlerini savunmaya başlayan türlü sol akımların aksine, işçi sınıfının iktidar mücadelesi için kendi devrimci partisini inşa
etme zorunluluğunu ısrarla vurgulayan UİBDE, o “geniş hareket”lerden PT’nin Brezilya’da uyguladığı ihanet politikalarına tanık olduğumuz mevcut durumda, işçi hareketinden daha fazla militanı kendi etrafında birleştiriyor. Evet, Brezilya bir modeldir; ama model alınacak olan hain PT önderliği değil, UİB-DE’nin Brezilya partisi PSTU’nun işçi hareketi içinde yürüttüğü sabırlı ve kararlı mücadeledir. Hain PT önderliğine bel bağlayan sözde devrimci gruplar ise, bugün emperyalizmin ve Lula’nın çanta taşıyıcılığını yapmaktadır. En acısı, kendini devrimci Marksist olarak tanımlayan bu grupların, Lula hükümetine bakan düzeyinde katılma ve IMF planlarını uygulama “gururunu” yaşamalarıdır. Benzer gruplar, Türkiye’de de vardır ve kendilerini bakanlık koltuklarından çok daha ucuza satmaktadır. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nda çöken sosyalizm değil, temellerini Stalin’in attığı bürokratik rejimlerdir. Bu çöküntü bahane gösterilerek, işçi sınıfının iktidar mücadelesinin yerine herhangi bir alternatif geçirilemez. Dünyada ve Türkiye’de yoksulluğa, açlığa ve savaşlara son verebilecek tek güç, işçi sınıfı önderliğinde gerçekleştirilecek sosyalist devrimdir. Bu hedefe ulaşmanın vazgeçilmez aracı, karşıdevrimci güçlere ve hain önderliklere karşı kararlılıkla mücadele edecek devrimci bir partinin hem tek tek ülkelerde, hem de enternasyonal düzeyde inşasıdır. İşte UİB-DE de, bu yürüyüşün adıdır. Devrimci İşçi, tüm devrimci Marksistleri Türkiye’de işçi sınıfının devrimci partisini inşa etmeye ve bölgeyi emperyalizme ve işbirlikçi kapitalist rejimlere dar etmeye çağırıyor.
Ortadoğu’da Ulusal Sorun Tespitler Sayfa 3 Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı
Nahuel MORENO
Sayfa 5
Kıbrıs 2005 Ocak Tezleri Sayfa 9 Dünya Sosyal Forumu
Lula Hükümeti, İşçi Hareketine Saldırı ve “Başka Bir Dünya”nın Krizi Sayfa 12
Rahmi Koç’un “akıllı diktatör”ü kim? Sınıf çelişkilerinin iyice keskinleştiği bir dönemde, burjuvazi işçi sınıfının çetin mücadeleler sonucu kazandığı demokratik hak ve özgürlükleri gasp edebilmek hep bir diktatörlük rüyası kurar. Cumhuriyetin ilk dönemi böylesi bir diktatörlüğün mükemmel örneklerindendir. Bunun dışında dönemin niteliğine bağlı olmak üzere, muhalifler sisteme alınabilir. İşçi sınıfı düşmanlığı ortak paydadır. Ulusal hareketlere de sistemi tehdit etmediği ölçüde hareket alanı bırakılabilir. Geçtiğimiz aylarda Hürriyet Gazetesinde yer alan bir haberde Rahmi Koç’un siyasal sistem konusundaki fikirleri aktarıldı. Türk burjuvazisinin en büyük ailesinin şimdilerde yatla dünya turu yapan bu “güzide” temsilcisi, ‘’En iyisi akıllı bir diktatör. İkinci en iyi ise başkanlık sistemi. Bunun şartı hukuk sisteminin iyi çalışması,’’ diyordu. Nedir bu akıllı diktatör? ÖSS’de Türkiye birincileri arasından mı seçilecek? Ya da televizyonlardaki o aşağılık yarışma programları gibi bir yerden mi bulunacak? Elbette ikisi de değil. “Akıllı” kavramı burada çok daha başka bir şey anlatıyor. Koç burada “akıllı” kelimesini, özleminde bulunduğu diktatörün siyasal kimliğini saklamak için kullanıyor. Sınıf çelişkilerinin iyice keskinleştiği bir dönemde, burjuvazi işçi sınıfının çetin mücadeleler sonucu kazandığı demokratik hak ve özgürlükleri gasp edebilmek hep bir diktatörlük rüyası kurar. Cumhuriyetin ilk dönemi böylesi bir diktatörlüğün mükemmel örneklerindendir. Ízmir Íktisat Kongresi’nden başlayarak, emperyalizmle güven tazeleyen ve devlet eliyle bir burjuvazi yaratmaya girişen diktatörlük, baskı mekanizmalarıyla ülke içinde doğabilecek her türlü sosyalist hareketin önünü kapatmış, emperyalist dünya sistemine adım adım entegrasyon sağlanmıştır. Diğer bir “akıllı diktatör” örneği Kenan
Evren’dir. 12 Eylül darbesiyle ülke içindeki sol muhalefet fiziki olarak yok edilmeye çalışılmış, ülkenin içine sokulduğu neo-liberal yönelişlere karşı çıkabilecek her türlü güç bastırılmıştır. İşte Rahmi Koç’un ideal rejimi böyle rejimlerdir. Kendi dönemlerinin koşullarında, burjuvazinin ihtiyaçları için ortalığı dümdüz etmiş diktatörlükler. Öte yandan, Rahmi Koç türünden adamlar hiçbir lafı boşa etmez. Peki o halde nereden çıktı bu “akıllı diktatör” talebi? Durum çok açık: Türkiye işçi sınıfı ağır sefalet koşulları altında eziliyor. Üstelik burjuvazi emekçilerden daha fazlasını istiyor. Kentler birer suç batağına dönüşmüş durumda. “Sosyal patlama” dedikleri şeyi günlük hayatta yaşamaya başladık; altta kalanın canı çıksın sloganı günlük hayatımızın bir parçası haline geldi. Rahmi Koç’un “akıllı diktatör”ü, ya da alternatif olarak sunduğu geniş yetkili başkanlık sistemi, hem işçi sınıfının tepkilerini bastırmaya, hem kentlerde polisiye baskıyı artırmaya girişecek, hem de bunları yaparken tıpkı hedef olarak konulan Avrupa Birliği’nin hükümetleri gibi “demokratik” maskeyi düşürmeyecek bir diktatör olmalıdır. Rahmi Koç’un kullandığı ‘’hukuksal’’ kavramının sihiri de burada gizlidir. Diktatörlük kendi içerisinde irrasyonellik
2
taşımaktadır. Aslında “diktatör”ün burjuvazi tarafından denetimini garantilemektir Rahmi Koç’un “hukuksal” kavramından kastı. Rahmi Koç’un başkanlık sistemi ile ilgili tartışmalarda pervasızca ortaya attığı ‘’akıllı diktatör’’e alternatif olarak başkanlık sistemini görmesinden çıkan sonuç nedir? Birinci sonuç: Sistem içinde muhaliflere her zaman yer olabilir, eğer sistemin bizzat kendisini sorgulamazlarsa tabii. Bunun dışında dönemin niteliğine bağlı olmak üzere, muhalifler sisteme alınabilir. İşçi sınıfı düşmanlığı ortak paydadır. Ulusal hareketlere de sistemi tehdit etmediği ölçüde hareket alanı bırakılabilir. Öyle görülüyor ki, önümüzdeki dönem bir “akıllı diktatör” değil ama, onun işlevini görecek bir başkanlık sistemi tartışması daha fazla gündeme gelecek. Hiç kuşku yok ki, şu an emperyalizmin ve burjuvazinin her işini itirazsız gören Tayyip Erdoğan güçlü bir “başkan” (bunu akıllı diktatör diye de okumak mümkün) adayıdır. İşte yavaş yavaş ısıtılan başkanlık sistemi tartışmasının gerçek yüzü de budur. Bu nedenle, işçi sınıfının başkanlık sistemiyle geçirecek vakti yok; emekçilerin, ezilenlerin, yoksulların çıkarına olan tek bir rejim vardır, o da devrimci işçi iktidarıdır. Bunun en önemli koşullarından biri ise, kukla hükümetlerin yıkılması, Koç’un ve diğer patronların mülksüzleştirilmesidir.
Ortadoğu’da ulusal sorun: Tespitler Irak’taki seçimlerin nasıl bir müsamere şeklinde geçtiğini hep birlikte izledik. Bu seçimin özgür ve demokratik olduğunu bir tek Bush ve yardakçıları iddia edebilir; onlar da kendi sözlerine bile inanmaz. Evet, Irak seçimleri, işgal kuvvetlerinin bir göz boyamasından ibaret olarak kaldı ve direnişçilerin onlarca saldırısının gölgesinde tamamlanabildi. Böylesi bir kukla seçimin Irak’ta istikrarı sağlamasını kimse beklemiyor. Tam tersine seçimlerle birlikte direnişin daha da büyüdüğü, istikrarsızlık dinamiklerinin güçlendiği görülüyor. Bir kere, Yankilerin açıkça düşmanlık güttüğü İran tarafından desteklenen Şii partiler, önemli bir oy oranı elde etti. Bu partilerin işgal kuvvetleriyle ahenk içinde bulunmayacağı açıktır. Şiiler her an yeniden direniş saflarının aktif bir bileşeni olabilir. Allavi’nin işbirliği, işgalcilere rahat bir nefes aldırmaya yetmeyecektir. Kaldı ki bugün Irak’ta yaşanan yıkım, artık yumuşak geçişlere imkan bırakmamıştır. İşgalin başladığı 2003’ten bu yana Irak ekonomisi dörtte bir oranında küçülmüştür. Pek çok devlet işletmesi tahrip olmuş, kapanmış ve bu sürecin sonucunda işsizlik yüzde 50’ye yükselmiştir. Bu yıkımdan kar sağlayanlar çokuluslu dev şirketlerden başkası değildir. Irak’ta direniş sürecektir. Bu tüm dünya açısından önemli bir süreçtir; emperyalizmin iktisadi ve askeri saldırganlığına karşı, önderliğinden bağımsız olarak Irak’taki direnişi desteklemek hayati bir önem taşımaktadır. Emperyalizme vurulacak her darbe, sadece Irak’ta değil, dünyanın dört bir yanında Yanki egemenliğini zayıflatacak birer mevzi olarak algılanmalıdır. Dolayısıyla, bugün Ortadoğu’daki temel belirleyen, Yanki emperyalizmine karşı nerede yer alındığıdır. Uluslararası İşçi Birliği-Dönrdüncü Enternasyonal ve ona bağlı partiler, her koşulda Irak’ta emperyalizmin yenilgisi için mücadele yürütme gereğini vurgulamaktadır. Bu anlamda, Devrimci İşçi, Irak’taki farklı milliyet ve mezheplerden halkların ortak düşmana karşı birlikte hareket etmesini savunmakta, Türkiye’de emperyalizme karşı kitle seferberliğini yükseltme görevini önüne koymaktadır.
1. ABD’nin güvenlik ve finans merkezlerine düzenlenen 11 Eylül saldırılarıyla birlikte dünyada başlayan yeni süreç Ortadoğu’da tüm dengelerin yeniden şekillenmesine yol açtı. ABD’nin ‘terörizme karşı savaş’ doktrini doğrultusunda Irak’ı işgal etmesi, özellikle bölgede yaşayan Kürt halkının durumunu gözden geçirmeyi zorunlu kılıyor. 2. ABD’nin başını çektiği emperyalist ittifakın Ortadoğu’da yürüttüğü savaş, esas olarak iktisadi bir savaştır ve Irak’ta bulunan dünyanın en nitelikli petrol rezervlerinin denetimini hedeflemektedir. Üstelik bu ‘petrol savaşı’ sadece Irak’la sınırlı değildir. ABD, Venezuella’dan Orta Asya’ya kadar pek çok coğrafyada, petrolün denetimini elinde tutmak üzere türlü provokasyonlara başvuruyor, yerel
iktidarları satın alarak halkları baskı ve yoksulluğa mahkum ediyor. 3. Hazar ve Orta Asya petrollerinin ve doğal gazının kullanımı, bölgedeki diğer bir önemli ekonomik çıkar çatışmasını gündeme getiriyor. Dev Amerikan şirketleri bu doğal kaynaklar üzerinde neredeyse tam bir denetim sahibi konumuna geldi. ABD, özellikle eski Sovyet cumhuriyetlerindeki pazarlarda kendi çıkarlarını korumak üzere, güvenli karakollar oluşturma siyaseti sürdürüyor. Bu ülkelerde, kraliyet gibi hareket eden iktidarlar ve kabile şefi gibi davranan devlet başkanlarıyla, kapitalizme uyum sağlamaya çalışan dev ve bakir pazarların Amerikan şirketlerinin denetiminde bulunması garanti altına alınıyor. Aynı zamanda, Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan başta olmak
3
üzere, bölgedeki petrol ve doğalgaz zenginliği emperyalist tekellerin hizmetine sunuluyor. İşin çarpıcı yanı, bu ülkelerde yaşayan halklar, doğal zenginliklerden en ufak bir pay dahi alamıyor, en temel sağlık ve eğitim imkanlarından yoksun bir biçimde ve sefalet içinde yaşıyor. 4. Türkiye ve İsrail, emperyalizmin Ortadoğu’daki koçbaşları olarak hizmet veriyor. ABD, bölgesel çıkarları için özellikle Türkiye’yi istediği gibi yönlendirebiliyor. Türkiye, bir bakıma, emperyalizmin Kafkasya ve Orta Asya yolundaki ileri karakolu işlevini görüyor. ABD, bölgede kendisinden görece bağımsız davranan rejimlere, örneğin İran ve Irak’taki iktidarlara karşı açık bir savaş yürütürken, Türkiye de, Irak’ın işgalinde olduğu gibi, ABD’nin peşkircisi görevini yerine getiri-
yor. TBMM, ABD’nin istediği an, istediği bölgeye, istediği kadar asker gönderme yetkisini hükümete verebiliyor. İsrail-ABD ittifakının desteklenmesinde de Türkiye, Mısır’la birlikte en ciddi rolü oynuyor. Ezilen Filistin halkına karşı İsrail’le ittifak yapmaktan çekinmeyen Türkiye, bu ittifakı ‘güvenlik işbirliği’ anlaşmaları ve askeri ihalelerle pekiştiriyor. 5. Emperyalizmin bölgedeki varlığı, sürekli istikrarsızlık, provokasyonlar ve açık saldırılar anlamına gelmektedir. Saddam ya da diğer gerici ve zorba diktatörlerin varlığı, hiçbir emperyalist işgalin gerekçesi olamaz. Saddam, zamanında muhaliflerini cezaevlerine doldururken, ABD sorgusuz sualsiz, kadın, çocuk, sivil demeden kurşuna dizmektedir. Emperyalizm, baskıcı rejimleri bahane ederek işgal ettiği Ortadoğu’yu tam bir yıkıma uğramakta, emperyalist orduların işgali altında üretici güçler yok olmakta, işçiler işlerini yitirmekte, yoksul halklar her geçen gün derinleşen bir sefalete sürüklenmektedir. 6. Öte yandan, Irak işgali, emperyalist saldırganlığın artık ‘sağlam’ bahaneler üretme gereği bile duymadan, dünyanın herhangi bir bölgesinde kapsamlı askeri harekatlara girişebileceği gerçeğini de gösteriyor. Irak’ta işler ABD’nin umduğu gibi gitseydi, sıra hiç kuşku yok ki, İsrail’in rahatsızlık duyduğu Suriye’ye ve ardından İran’a gelecekti. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı ve emperyalist ittifak, Irak’ta hiç beklemediği boyutta bir direnişle karşılaştı. İşgalciler Mezopotomya’da tam bir batağa saplandı. 7. Irak’ta emperyalist işgale karşı yük-
selen direniş, dünya işçi sınıfı hareketinin gündemine çözümlenmesi gereken çok önemli bir sorunu da getirdi. Bugüne dek bölgedeki baskıcı rejimler altında parçalanmış olarak yaşamak zorunda bırakılan Kürt halkı tam bir yol ayrımına geldi. Irak’taki Kürt önderlikleri açık bir biçimde işgalci kuvvetlerin yanında yer alırken, Türkiye’deki Kürt ulusal hareketi içinde utangaç da olsa emperyalizm yanlısı eğilimler ortaya çıktı. Kimi eğilimler Irak’ta kurulacak ABD destekli bir Kürt devletinden medet umarken, kimileri de açıkça Avrupa Birliği’nin siyasi yörüngesinde hareket ediyor. Ayrıca, Suriye’de zaman zaman Araplarla Kürtler arasında provokasyonlar gündeme geliyor. Benzer provokasyonların İran’da da yaşanması hiç uzak bir olasılık değildir. ABD Başkanı George W. Bush, ikinci başkanlık döneminin yemin töreninde açıkça, ABD’ye itaat etmeyen rejim ve hükümetleri, kendi içlerindeki “azınlıkları” destekleyerek yıkma stratejisini ilan etti. Bu durumda Kürt halkı, önümüzdeki süreçte, emperyalizmin bölgedeki en önemli destekçisi haline gelen önderliklerini takip edip etmeme konusunda bir karar vermek durumunda kalacaktır. 8. Irak’taki Barzani ve Talabani liderliklerinin emperyalizmin yanında askeri bir güç olarak yer almaları, dahası bölgede yaşayan Arap ve Türkmenlere yönelik saldırgan tutumları, Irak’ta emperyalizme karşı direnen grupların nefretini üzerinde topluyor. Irak’ta emperyalizme karşı yürütülen silahlı direnişin zafer kazanması halinde, Kürt liderliklerine duyulan bu öfkenin bir bütün olarak Kürt halkına
4
yöneleceğini söylemek kehanet olmaz. Kürt liderlikleri, kendi halklarını imha edecek tehlikeli bir oyun oynamaktadır. 9. Bu durum, ulusal hareketlerin durumunu yeniden gözden geçirmeyi de gerekli kılıyor. Emperyalizm bölgenin doğal kaynaklarını yağmalarken, Kürtlere gösterecekleri işbirliği karşılığında ulusal kimliklerini vaat ediyor. Bölgedeki dört ülkenin sınırlarına dağılmış olan ve onyıllarca baskıcı rejimler altında ezilen Kürtlerin, bugün önderlikleri aracılığıyla emperyalizmle işbirliğine giderek ulusal bağımsızlık kazanma çabaları mahkum edilmelidir. Yoksul Kürt halkının tek gerçek müttefiki, bölgedeki emekçi sınıflardır. 10. Dünyanın pek çok yerinde geçen yüzyılın ikinci yarısında görülen ulusal kurtuluş mücadelelerinden farklı, yeni türde milliyetçi hareketler almıştır. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun dağılmasından sonra, dünyanın mutlak hakimi haline gelen Amerikan emperyalizmi, ulusal çelişkileri pekala kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmekte, ezilen ulusları dünyanın yeniden sömürgeleştirilmesi sürecinde kendi peşine takabilmektedir. Bu durumda, ulusal hareketleri, öncelikle emperyalizmle ilişkileri dolayımıyla ele almak gerekmektedir. Elbette, liderliklerinin emperyalizmle işbirliği yüzünden, emperyalizmle çelişki yaşayan ‘diğerleri’nin saldırısına maruz kalan ya da kalacak olan halkların savunusu önemlidir. Ancak bu halkları önderliklerine karşı uyarmak ve o önderliklerin tutumlarını mahkum etmek çok daha önemlidir.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve ulusal devletleri yıkma mücadelemiz Yanki emperyalizminin Irak’a yönelik saldırı ve işgal harekatının ardından, ulusal sorun güçlü bir biçimde yeniden gündeme geldi. Marksizmin ulusal meselelere yanıt vermekte yetersiz kaldığından tutun da, bildik “demokratik cumhuriyet” formülasyonu üzerinden Avrupa Birliği’ne kapılanma “teori”lerine kadar pek çok safsata uyduruluyor son dönemde. Oysa devrimci Marksizmin ulusal sorun üzerine net bir tutumu vardır. Uluslararası İşçi Birliği - Dördüncü Enternasyonal’in kurucusu Nahuel Moreno, Geçiş Programı’nın Güncellenmesi adlı kitabında bu ilkesel tutumu şöyle özetliyor: Ezilen ulus ve milliyetlerin kendi kaderlerini tayin hakkı için verdiğimiz mücadele, demokratik sloganlar bütününün temel bir parçası olarak ciddi bir önem kazanmıştır; çünkü emperyalizm hala varlığını sürdürmektedir. Biz, coğrafi anlamda bağımsız olan bir ulusun bağımsızlığı için mücadele ederiz. Dolayısıyla, Angola’nın, Mozambik’in, Hindistan’ın veya Martinik’in bağımsızlığını savunuyoruz. Bunun anlamı, sadece ulusal geleceği tayin hakkı için değil her sömürgenin kendi imparatorluğuna karşı kendi ulusal kaderini belirleme hakkını savunmakta olduğumuzdur. Aynı şekilde, yarı-sömürgelerin ulusal kurtuluşunu, diğer bir deyişle geri kalmış herhangi bir bağımsız ülkenin emperyalizmle imzalamış olabileceği sömürgeleştirici anlaşmalardan (örneğin, Amerika Devletleri Örgütü antlaşması veya Fransız emperyalizminin şimdi bağımsız olan eski sömürgeleriyle imzaladığı sömürgeleştirici anlaşmalar) ayrılmasını destekliyoruz. Sömürge ülkeler için ulusal bağımsızlığı ve yarı-sömürgeler için de ulusal kurtuluşu savunuyoruz. Fakat coğrafi olarak birleşik bir ülkedeki ezilen milliyetlere ilişkin politikamız, coğrafi olarak bağımsız ülkeler için sahip olduğumuz politikayla aynı değildir. Bu tür bölgelerdeki politikamız, ulusal bağımsızlık ve ulusal kurtuluş için değil, ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı için mücadele etmektir çünkü böyle bu durumda karşı karşıya olduğumuz bir sömürge veya yarı-sömürge değil ezilen bir ulustur. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, ulusal devlet içindeki sınıf mücadelesi sürecine bağlı olarak farklı bir içeriğe sahip olabilecek olan cebirsel bir slogandır.
Bask halkı eğer bağımsız olmak istiyorsa biz bu halkın bağımsızlık hakkını savunuruz ama bu onun bağımsızlığı için savaşmakla aynı şey değildir. Her ezilen milliyetin ulusal kaderini tayin hakkını savunuruz çünkü sömürülen her kesimi, politikamızı kabul etmese bile, sömürücüsü karşısında savunuruz. Bu savunu, yükselttikleri sloganlardan bağımsız olarak köylüleri toprak sahiplerinin sömürüsüne karşı savunmamız, veya herhangi bir ezilen milliyeti emperyalizmin veya ulusal kapitalizmin sömürüsüne karşı savunmamızla aynı şeydir. Fakat bu savunu, bizim kendi politikamızla karıştırılmamalıdır. Biz, her ulusal devletin varlığını tarihsel bir ilerleme olarak görmekteyiz ve mevcut ulusal devletlerin Balkanlaştırılarak bu ilerlemelerden geri dönülmesine, diğer bir deyişle bu ulusal devletlerin pek çok ezilen milliyetin ufacık ulusal devletlerine bölünmesine karşıyız. Bask halkının mücadelesinde bizim stratejik amacımız, burjuvaziyle yüzleşebilmesi için İspanyol proletaryasının birliğini ve politik bağımsızlığını sağlamaktır. Ulusların kendi kaderi tayin hakkı, bizim İspanyol proletaryasının birliği ve politik bağımsızlığı için verdiğimiz bu mücadeleye tabidir. Quebec sorununda biz, Kanada burjuvazisiyle yüzleşebilmesi ve onu bozguna uğratabilmesi için Kanada proletaryasının birliğinden ve politik bağımsızlığından yanayız. Bu birlik, her işçinin konuştuğu dilden bağımsız olarak elde edilmelidir. Çarlık
5
yönetimi altındaki Rusya’da Lenin’in politikası bu olmuştur. Bolşevikler, ulusların kaderini tayin hakkı için savaştılar ama bu hak için verilen mücadele, konuştukları dilden, inandıkları dinden veya sahip oldukları kültürden bağımsız olarak tüm Rusya proletaryasının birliğine tabi oldu. Kanada’daki mücadelemiz, İngilizce veya Fransızca konuşulmasından bağımsız şekilde bir bütün olarak Kanada kapitalizmine karşıdır ve tüm Kanada işçi sınıfının birliği içindir. Troçkist bir partinin en yüksek önemdeki görevi budur ve ulusal kaderi tayin hakkı için mücadele de bu göreve tabidir. Büyük bir kitle hareketinin bağımsızlık için halihazırda savaşıyor olması gibi istisnai koşullarda ise, sömürücülere, burjuvaziye ve baskıcı devlete karşı her kitle seferberliğini eleştirel bir şekilde desteklediğimiz gibi, kitlelerin bu mücadelesini de eleştirel bir şekilde destekleriz. Ama bu ‘eleştirel destek’ tabiri, merkezi iktidar bozguna uğradığı andan itibaren bu ülkelerdeki proletaryanın birliği için bir devletler federasyonu önererek sistemli bir şekilde mücadeleye devam etmemiz anlamına gelir. Bizim tarihsel mücadelemiz, kapitalizmin yarattıklarından çok daha güçlü uluslar yaratmak ve nihai olarak kıtaların ve dünyanın birliğini elde etmek için ulusal devletlerin yıkılmasıdır. Bu yüzden, bağımsız sınırlara ve gümrüklere sahip yeni devletlerin ortaya çıkışının üretici güçlerde yaratacağı devasa geri çekilişi asla desteklemeyiz. Bizim ana sloganımız, büyük ve daha büyük uluslar inşa edecek olan bir sosyalist işçi devletleri federasyonu içerisinde ulusların kaderini tayin hakkının varlığıdır. İşte bu temel sloganımız sayesinde, baskıcı burjuvazinin ulusal devletlerini yıkma ve ulusların kaderini tayin hakkının gerekliliği ile üretici güçlerin gelişimini kolaylaştırmak için her zaman daha büyük ve daha güçlü milletler yaratmanın gerekliliğini birleştirebiliyoruz. Bu ulusal mini-devletlerin kurulmasını geçici bir olgu olarak, üretici güçlerin gelişiminin sadece geçici bir geri çekilişi ve devrimin merkezi burjuva iktidarı karşısında ilerlemesinin sadece geçici bir duraklaması olarak kabul etsek bile, sosyalist cumhuriyetler federasyonu aracılığıyla bir devlet çatısı altında bu birliğin tekrardan inşa edilebileceğini savunmaya ne olursa olsun devam etmeliyiz.
Tek çözüm: Savunma hattı Hükümet SEKA’dan limanlara, SSK’dan Tekel’e kadar her cephede işçi sınıfına saldırıyor. Devlet işletmeleri içinde en çok gelir getiren kuruluşlardan biri olan Tekel’de, alkollü içeceklerin ardından şimdi de sigara fabrikaları büyük şirketlere peşkeş çekiliyor. Tekel sadece geçen yıl 3.1 katrilyon lira vergi ödedi, 5 katrilyon liranın üzerinde satış geliri elde etti; başka deyişle, bir günde 20 trilyon lira kazandı. Ama hükümet Tekel’i bir kambur olarak takdim etmekte sakınca görmüyor. Ülke açısından stratejik önem taşıyan limanlar da özelleştirmenin öncelikli hedefleri arasında. Bu özelleştirmeler, bildik hikayenin tekrarlanması anlamına gelecek. Pek çok işçi işinden olurken, sendikasızlaştırma ve ücret gaspı başta olmak üzere pek çok saldırı yaşanacak. Kaybeden yine işçiler olacak. Bugün özelleştirilmiş liman hizmetlerine bakalım mesela. Ambarlı’da pek çok işçi taşeron şirketlerde sigortasız çalıştırılıyor. En basit iş güvenliği önlemleri alınmadığı için neredeyse her gün iş kazaları yaşanıyor. Ambarlı’da son bir yılda pek çok ciddi yaralanma ve ölüm vakası gerçekleşti. Sigortasız işçi çalıştıran ve dolayısıyla göstermelik yasaları bile ihlal eden patronlar, ölümleri gizliyor. Ama işin daha farklı boyutları da var. Limanlar uyuşturucudan silaha kadar her türlü karanlık sevkiyatın yapıldığı yerler haline geldi. Gençlerin yaşamını bitiren, toplumsal yozlaşmanın önemli bir aracı olan uyuşturucuların ticare-
ti büyük ölçüde limanlar üzerinden yürütülüyor. Özelleştirmelerin bu kirli trafiği inanılmaz boyutlara çıkaracağını söylemek için kahin olmaya gerek yok. Özelleştirmelere karşı mücadele gerekliliği artık pek çok işçi tarafından anlaşılmış durumda. Fakat mücadelelerin önünde büyük bir engel var. AKP hükümeti inceden inceye planlanan bir saldırı gerçekleştirirken, işçilerin tepkisi son derece gündelik ve savunma eylemlerinden ibaret kalıyor. Evet, bugün işçi sınıfı yeni kazanımlar için hükümetin üzerine gitme gücünden oldukça uzak; yani savunma durumunda. Fakat bu dağınıklıkta hiçbir savunma başarı
Azrailin insafı SSK’ların Sağlık Bakanlığı’na devri onaylanırken, Başbakan Tayyip Erdoğan sanki dalga geçer gibi özel hastane açılışlarına katılıyor. Sağlıkta özelleştirme sürecini hızlandıran ve milyonlarca emekçi ile yakınlarını ‘azrail’in insafına terk eden bu karar, sağlık hizmetlerini tamamen ticarileştirmektedir. Buna göre SSK sadece prim toplayacak, sağlık hizmetleri “piyasa”dan satın alınacaktır. Yeni “sağlık reform”uyla birlikte, SSK’da çalışan 50 bin emekçi ile Sağlık Bakanlığı’nda çalışan 200 bin emekçi, sözleşmeli personele dönüştürülecektir. Bu da, hemşirelerin, sağlık memurlarının, hatta doktorların taşeron şirketlere bağlanmasının, keyfi işten çıkarmaların, sendikasızlaştırmanın tüm koşullarını hazırlamaktadır. Tekrar tekrar vurguluyoruz; AKP iktidarının sağlık alanında yapmak istediği, çalışamayacak kadar zayıf düşmüş, hastalanmış emekçilerin “masraf çıkarmadan” ölmesini sağlamaktır. İşçi sınıfı, kendi sağlığıyla ve hayatıyla oynayan AKP iktidarına dur demek zorundadır. Parasız, yaygın sağlık hakkı için mücadele, özelleştirmelere ve işçi düşmanı “uyum yasaları”na karşı yürütülen tüm mücadelelerin bir parçası haline getirilmelidir.
6
kazanamaz. Devrimci İşçi, birbirinden bağımsız mücadelelerin koordinasyonunu savunuyor. Saldırılara karşı ortak tepkiyi örgütlemek gücümüzü artıracaktır. İzmit’te KESK’e bağlı sendikaların SEKA direnişiyle dayanışma eylemleri bütün mücadelelere örnek olmalıdır. Fakat dayanışma eylemleriyle sınırlı kalmamalıyız; saldırıya maruz kalan işçilerin ortak eylemini ve geniş dayanışma kampanyalarını birlikte örgütlemeliyiz. Unutmayalım, patronların gücü paradan, burjuva hükümetlerin gücü polisten, işçilerin gücü ise birlik ve dayanışmadan gelir...
SEKA’yla dayanışmaya! AKP hükümetinin son dönemde işçi sınıfına yönelik en önemli saldırılarından biri İzmit’teki SEKA fabrikasının kapatılması ve büyükşehir belediyesine devredilmesi kararıdır. Bugün artık yasal süreçlerin de sonuna gelinmiştir; bundan böyle SEKA’nın kaderini belirleyecek olan tek şey direnişin kuvveti olacaktır. SEKA bir semboldür. SEKA direnişinin kazanılması, işçi düşmanı hükümeti geriletecek önemli bir örnek olacaktır. Bu nedenle, tüm işçi sınıfı örgütleri SEKA’daki direnişle aktif bir dayanışma örgütlemek için harekete geçmelidir. Öte yandan, gerek Seliloz İş, gerekse kimi SEKA işçileri, belediyede istihdam da dahil olmak üzere ara çözümler arayışındadır. Ara çözümlerin asla gerçek bir çözüm olmadığı daha önceki örneklerle defalarca görülmüştür. Burjuva hükümeti açısından direnişi kırmanın en basit yolu bol keseden vaatler dağıtmaktır. Kaldı ki, SEKA çok önemli bir başka mücadeleyi temsil etmekte-
dir. Neo-liberal planlar ve reform adı altında gerçekleştirilen yapısal değişimler, ülkeyi her alanda daha fazla dışa bağımlı kılmaktadır. Kamu kuruluşları biçiminde örgütlenen yerel sanayi darbe üzerine darbe yemektedir. Pek çok farklı
sektörde olduğu gibi, kağıt ithalatında da her geçen gün artış yaşanmaktadır. İşte bu yüzden, SEKA’yı savunmak, aynı zamanda ülkenin geleceğini savunmak anlamına gelmektedir.
IMF’nin eli işçinin cebinde
Türkiye IMF’nin yeni planıyla bir üç yıl daha talan edilecek. IMF talimatlarıyla idare edilen Türkiye’de son beş yılda en yüksek faturayı ücretliler ödedi. Bu yılki makyaja rağmen imalat sanayiinde çalışan işçilerin reel ücretleri beş yılda yüzde 25 azaldı. Yeni üç yıllık ekonomik program da “çalışanların reel gelirlerinde önemli bir artış yapılmaması” üzerine inşa edildi. Bu demektir ki, Türkiye işçi sınıfının üzerindeki IMF yükü, yeni üç yıllık planla katmerlenerek artacak. Hükümet, son beş yılda işçilerin ve diğer çalışanların satın alma gücünde yaşanan dörtte birlik daralmayı, önümüzdeki yıllarda da devam ettirmeyi amaçlıyor. Hükümetin gelecek üç yıllık dönemde de uygulamayı planladığı sefalet ücretleri, özellikle sanayi sektöründeki yüksek verimlilik artışına rağmen yerinde sayacak, hatta enflasyon hesaplamaları nedeniyle daha da gerileyecek. Devrimci İşçi, önümüzdeki dönemde emekçilerin ücret artışı için yürüteceği mücadeleleri küçümsememek gerektiğini savunuyor. Ücret artışı için verilecek mücadeleler, IMF tarafından dayatılan emperyalist ekonomik plana ve kukla AKP hükümetine yöneltilmelidir. Kaynakların dış borç faizlerine değil, emekçilere aktarılması temel hedef olmalıdır. Hortumculara milyarlarca dolarını kaptıran, AB’ye gireceğiz masalıyla Gümrük Birliği kapitülasyonunu uygulayıp en az 70 milyar dolar zarara uğrayan bu ülkenin, dış borç faiz ödemeleriyle her yıl milyarlarca dolarlık ulusal kaynağını yurtdışına akıtma lüksü yoktur. Dış borç ödemeleri derhal durdurulmalı, ulusal kaynaklar işsizlerin ve emekçilerin yaşam koşullarını iyileştirmeye, eğitim ve sağlık gibi yararlı kamu hizmetlerine aktarılmalıdır.
Sağlıkta özelleştirmenin önünü açan AKP hükümeti, yoksulları yasal olarak ölüme terk etme politikası izliyor. Geçtiğimiz günlerde bir baba, çocuğunu tedavi ettirmek üzere bütün organlarını satılığa çıkardığını açıkladı. Aynı gün Tayyip Erdoğan bir özel hastane açılışında ahkam kesiyordu. İnsanların organlarını satılığa çıkardıkları bir memleketin başbakanı olarak, halinden gayet memnun, patronlarla sarmaş dolaştı.
7
Patronların paralı cazgırları Burjuva borazanlarını çok iyi tanımak lazım. Bütün gazeteler, televizyonlar bu borazanlarla dolu. Kalemleri bir kez olsun emekçilerin çıkarına oynamaz; patronlarının tasmalı hizmetkarları, emperyalizmin ve burjuvaların paralı cazgırlarıdır onlar. Sofradan düşen kırıntıları toplar, otellerde, yatlarda geçirdikleri bir saati bile kar sayar, bu uğurda hortumculara methiyeler düzerler. Biz hiçbir şey demeyeceğiz. Ünlü gazeteci-yazar, bar bülbülü Hıncal Uluç’un bir yazısını aynen yayımlıyoruz. Bunlardan ve bu cins adamların-kadınların her köşesini tuttuğu patron medyasından emekçilere hayır gelir mi, muhakemesini siz yapın: “Sırça köşkte oturanlar çok dikkat etmeli.. Fatih Kardeşim, meydan okumamı, yani Hürriyet okurunu jüri seçmemi kabul etmedi. Edemezdi zaten.. “Dinç Bilgin’in şimdi nasıl yaşadığını takip etmiyorum” diyor, bu defa da.. Takip etmiyorsan o yığınla yazıyı nasıl yazdın peki?.. Bu bir itiraf mı?.. Sen takip etmeden mi yazarsın?. Ben bunu Fatih usulü bir özür kabul ediyorum. Dinç Bilgin bir medya kahramanıdır.
Bugün bu ülkede basın tekeli yerine, basın özgürlüğü varsa, kahramanlardan biri, belki de birincisi Dinç Bilgin’dir. Bugün bütün meslektaşlarım bir tek patronun kulu değilse, sebebi Dinç Bilgin’dir. Bunun aksini söyleyenin dili yanar. Sevgili Fatih, aynen alıntılıyorum.. “Gazeteci, gazeteci gibi yaşamalı, Hıncal Abi.. Ben öyle yapıyorum. Sen hiç benim 3 bin dolarlık otel odasında kalıp, okurlarıma tavsiye ettiğimi gördün mü?.. Açıkçası benim bir otel odasına 3 bin dolar verecek halim yok.. Yanında çalışmaya utanacağımız adamların hortumdan gelmiş parasını çocuklarımızın kursağından geçirmemek uğruna..” Ben Antalya Su Otel’e gittim ya.. Beni kral süitinde ağırladılar ya.. Ben de yazdım ya.. Onu ima ediyor, Fatih kardeşim.. Sevgili Fatih.. Bu tür davetler dünyanın her yerinde yapılır. Dünyanın en ciddi gazetelerinin, (The New York Times, The London Times mesela) yazarları da davet edilirler. Tanıtımın başka yolu yoktur çünkü.. Su Otel, dünya çapında bir eser.. Dubai’nin 7 yıldızlık oteli kadar önemli.. Türkiye farkında mı?.. Antalya’nın fahri hemşehrisi sen farkında mısın?. Farkında isen, bunu yazmak, duyurmak, görevin değil mi?.. Bak Sevgili Fatih.. Hani birinci sınıf koltuklarda Monte Carlo’ya uçmuştuk seninle.. Kentin değil, dünyanın en büyük, en ünlü, en de luxe otelinde ağırlanmıştık. Hani sen, muhalif medyanın dillerine düşen Gucci pabuçlarını bu otelin alışveriş merkezinden almıştın.. Ben yalnızdım.. Senin yanında Sevgili Hande, yani eşin de vardı..
Sana o sabah bütün gün kullanman için, daha dünya üzerinde kimsenin görmediği son model bir Ferrari verdiler.. Gecesi 3 bin dolarlık oda değil, 500 bin dolarlık Ferrari.. Türkiye’de 2 tane satıldı bugüne dek.. Onu kullanarak tanımadın mı?. Döndüğünde tonla yazı yazmadın mı?. Yazarken “Bu arabayı alacak kaç Türk var” diye düşünmek aklına geldi mi?.. Gelmeli miydi?. Almasa da öyle bir araba olduğunu bilmek her meraklının hakkı değil mi?. Ve de Sevgili Fatih, iyi oku şimdi.. O gezide bir kimin davetlisi idik?.. Zeytinoğlu Holding’in.. Yani batık Eskişehir Bankası’nın sahibi Zeytinoğlu ailesi.. Batık banka sahibinin daveti ile Monte Carlo/ Ferrari eşli davetinin faturası sence kaç bin dolardı Sevgili Fatih!. Yani kursağından geçen hortumcu parasının?.. Yanaklarından öperim, Fatih Kardeşim.. Geçen yemekte bizi son dakikada ektin.. Davet sırası bende.. Özürsüz tarihini Yasemin’e bildirirsen, Özer’e, Burak’a ve Ali’ye de haber verir.. Sensiz yemek olmuyor.. Tamam mı?..”
“İşsizsen fahişe ol!”
Türkiye’de burjuva partilerin ve şaşkın entelektüellerin bir kurtuluş gibi göstermeye çalıştıkları Avrupa Birliği’nde işçi sınıfına yönelik saldırılar akıl sınırlarını zorluyor. İşçilerin 150 yıllık mücadeleler sonucu elde ettiği bütün kazanımlar, türlü düzenlemelerle gasp ediliyor. Almanya’da geçen yıl onbinlerce kişi tarafından protesto edilen Hartz yasalarının ocak ayında yürürlüğe girmesiyle birlikte Avrupa Birliği’nin “nimetleri” de görülmeye başladı. Geçen ay yürürlüğe
giren Hartz reformları kapsamında Alman İşçi Bulma Kurumu, Almanya’da işsizlik parası alan genç bir kadına genelevde iş buldu. İşçi Bulma Kurumu genç kadına, “Ya fahişe ol ya da işsizlik parasını unut!” dedi. İşçi Bulma Kurumu tarafından genç kadının işi kabul etmediği takdirde işsiz olduğu için edindiği sosyal hakların ve ödenen aylığın kesilebileceği açıklandı. Almanya’daki yasal düzenlemeler fahişeliği diğer mesleklerden ayrı bir statüye koymuyor. Böylece iletişim teknolojisi
8
uzmanı olan, branşında iş bulamayınca bir süre garsonluk yapan ve işsiz kalınca da devletten aylık almaya başlayan 25 yaşındaki kadına garsonluk yerine fahişe olarak iş teklif edilmesi ‘’yasal’’ oluyor. Alman sosyal güvence yasasına göre 55 yaşın altındaki kadınlar bir yıl süreden uzun bir süre devletten işsizlik parası aldıkları takdirde kendilerine sunulan ‘’herhangi bir iş teklifi’’ni kabul etmek zorunda. Kabul etmedikleri takdirde sosyal haklardan vazgeçmeleri gerekiyor.(MHA)
Kıbrıs - 2005 Ocak Tezleri Devrimci İşçi Kıbrıs, adada emperyalizm tarafından öngörülen tüm planları reddediyor. Başta İngiliz üslerinin tasfiyesi olmak üzere, adadaki tüm silahlı güçlerin bir an önce Kıbrıs’tan çekilmesi, adanın silahlardan arındırılması gerektiğini savunuyor. Adanın geleceğini belirleyecek olanlar, Kıbrıslı emekçilerdir. Başta ABD olmak üzere, emperyalist güçlerin ve onların güdümündeki kurumlarının Kıbrıs’ın kaderiyle ilgili söz söyleme hakkı yoktur. Yolumuz, birleşik sosyalist Kıbrıs’ı yaratma yoludur...
1. Kıbrıs, semalarında beş bayrağın dalgalandığı uluslararası bir sömürgedir. 1960 düzenlemeleri sonrası, Amerika Birleşik Devletleri’nin yeni sömürgecilik politikalarına uygun olarak sözde bağımsızlığını kazanmış ama bu Kıbrıs’ı iktisadi sömürüden kurtarmadığı gibi, jeopolitik konumu dolayısıyla ada emperyalist korunum sisteminin bir parçası olmayı sürdürmüştür. 2. Uluslararası sermaye, dünya üzerinde genel çıkarlarını korurken yalnızca ekonomik yöntemler kullanmamakta, ekonomik çıkarlarını siyasi manevralarla desteklemeye ve askeri gücü ile korumaya ve geliştirmeye çalışmaktadır. II. Dünya Savaşı sonrası emperyalist cephenin lideri haline gelen ABD ve onun en yakın müttefiki Britanya, sözde bağımsızlık karşılığında adada elde ettiği üsler sayesinde, bir yanda bürokratik işçi devletlerine karşı bir siper, diğer yandan da Ortadoğu’ya yönelik operasyonal bir hareket alanını kazanmış oldu. 3. 1974, Türkiye ve Yunanistan için bölgesel, adadaki Rum ve Türk burjuvazileri içinse bir paylaşım savaşıdır. Rum burjuvazisi devlet erki, Türk burjuvazisi gelişebileceği bir yaşam alanı, Türkiye ise Yunanistan’a karşı Doğu Akdeniz’de stratejik bir avantaj elde etti. İki toplum arasındaki ayrılık, Britanya’nın adadaki üslerinde sorunsuzca varlığını sürdürmesine olanak sağladı. 4. 1974’te kaybeden ise Kıbrıs işçi sınıfı oldu; adanın bölünmesi işçi sınıfının bölünmesinden başka bir şey değildir. Kıbrıs’ta işçi sınıfının güçsüzlüğünün nedenini onun bu bölünmüşlüğünde aramak gerekir. Bölünme 1974’ten 2000’li yıllara kadar gerek Güney’de ve gerekse Kuzey’de burjuvazilerin sorunsuzca gerici rejimlerini sürdürmelerine yardımcı oldu.
5. 2003 yılında Kuzey Kıbrıs’ta yaşanan kitle seferberliği, taşığı tüm potansiyele rağmen, sol örgütler tarafından parlementer hesaplara ve Avrupa Birliği hülyasına kolayca feda edilerek, bozguna uğratılmıştır. Kitlelerin taleplerini ileriye taşımak yerine, bu talepler geçiştirilmiş ve basınçtan kurtulmak için “demokratik” bir maske altında gerici bir yönetim kurulmuştur. Eski “Sovyetik” parti CTP, burjuvazinin örgütü Ticaret Odası ile el ele verip, Kıbrıs’ta Avrupa Birliği’nin bayraktarlığını yapmıştır. Dünyada AB bayraklarıyla yürüyen ilk “sol” parti olarak tarihin utanç sayfalarının başına adını yazdırmıştır. 6. Kıbrıs’ta devrimci önderlik boşluğu 2003 kitle seferbeliklerinde bir kez daha kendini göstermiştir. Devrimci önderliğin bulunmaması, kitlelerin burjuva önderliklerin peşinden sürüklenmesine yol açmıştır. 7. ABD, Vietnam yenilgisinden sonra kitlelerin devrimci taleplerini kendi beklentileri doğrultusunda nasıl kullanabilecği konusunda oldukça deneyim sahibi olmuştur. 1990’lı yıllarda Türk ve Rumlardan oluşan “Sorun Çözüm” grupları aracılığıyla eğitilen yüzlerce kişi, 2000’li yıllarda kurmaya çalıştığı yeni düzeni ve “Büyük Ortadoğu” projesinin bir parçası olmuş, kitlelerin taleplerini oportünistçe emperyalizmin çıkarları doğrultusunda seferber etmeye çalışmıştır. Bu amaçla merkezileşmiş iktidarı ya da diğer bir deyişle devleti, hem yeni liberal politikalara uygun olarak yalnızca bir savunma mekanizmasına dönüştürmek, hem de onu etkisiz hale getirerek, kitlelerin iktidar taleplerini yönlendirmek için sivil toplum örgütleri hedef alınmıştır. 2003 boyunca ve 2004 yılının nisan ayında yapılan referanduma kadar, başta ABD olmak
9
üzere AB ülkelerinden de bu örgütlere milyonlarca dolar aktarılmıştır. 8. Kıbrıs’ta çözüm arayışlarının 1989 öncesi dünya düzeninin bir kurumu olan ve artık ABD’nin işlevini değiştirmeye yöneldiği Birleşmiş Milletler aracılığı ile sürdürülmesi, sistemin çelişkilerini ada üzerinde yaşanan rekabetle birleştirmiş ve bunun sonucunda Anglo-Sakson emperyalizminin beklentilerine yanıt veren ama gerçekleşmesi mümkün olmayan bir plan hazırlanmıştır. Gerçekten de Rusya’nın Güvenlik Konseyi’nde vetosunu kullanması küresel rekabetin veya adadaki iki halkın referandumda farklı bir tercih yapmaları, yerel burjuvazilerin rekabetinin bir göstergesi olmuş, “Annan Planı”nın ölü bir belge olarak doğduğu açıkça kanıtlanmıştır. 9. Rum burjuvazisi adanın tümü üzerine hakimiyet kurmaktan vazgeçmiş değildir. Türk burjuvazisi de, neo-liberal politikalara uygun olarak uluslararası sermaye ile bütünleşme yollarını aramakla birlikte, kendi yaşam alanını koruma niyetinden vazgeçmiş değildir. İşçi sınıfının iktidar mücadelesinde bu rekabetin mutlaka dikkate alınması gereklidir. 10. Burjuva-faşizan partiler kadar Avrupa Birliği ile entegrasyon adına hareket eden sol ve liberal partilerin politikaları da iflas etmiştir. Bu nedenle seçim, gerici “demokrasi” müsameresinden ileriye gidemeyecektir.
Eğitim Sen Kapatılamaz!
HAREKETİMİZİN İVEDİ GÖREVLERİ 1. Kitle seferberlikleri çoğunluğun devrimci dönüşümüne hizmet etmediği ölçüde, çoğunluk kitle eylemlerine katılsa bile yalnızca küçük bir azınlığın çıkarları beslenmektedir. Çoğunluğun pasif tutumu, ister doğal bir eğilim olsun veya isterse kitlelerin taleplerini ileriye taşımakta isteksiz olanlar tarafından beslensin, küçük bir azınlık bütün halkın temsilcisi ünvanını elde etmektedir. Kıbrıs’ta devrimci öncünün görevi, bizzat kitle seferberlikleri içinde, kitlelerin talep ve sloganlarını ileriye taşımaktır. Bu basit ve kısa sürede gerçekleştirebilecek bir çalışma değil, uzun ve dirençli bir mücadelenin sonucunda erişilebilecek bir hedeftir. 2. Emperyalizm çağında kitlelerin devrimci seferberliği ve öncünün rolü, iktidarın zaptından ayrı düşünülemez. İktidarın zaptını hedefleyen bir mücadele hattı ve program oluşturmak elzemdir. Bu hedefi gerçekleştirmede kullanacağımız en önemli araç Geçiş Programı’nı uygulamaya koyacak olan Bolşevik tipte bir partidir. Hem Kıbrıs Bolşevik Partisi ve hem de proleterya diktatörtlüğü adada iki halkın ortak eseri olacaktır. 3. Tarihin bize ve bizim gibi düşenenlere öğrettiği gibi “başka ulusları ezen ulus, özgür olamaz”. Hızlı iktisadi gelişimi ve gönenci ile Kıbrıs Rum burjuvazisi, bu ülkede Türkler için önemli bir tehdittir. Çünkü burjuvazinin tarihi, şiddet, talan ve ahlaksızlık örnekleriyle doludur. Nasıl daha önce Kıbrıs Türklerini fiziki olarak yok etmeyi denemişlerse, şimdi de ekonomik ve kültürel olarak yok etmeye girişmeyeceklerinin bir garantisi yoktur. Küçük ulusların yok edilmesi ilerici veya tarihsel bir görev değildir. Tersine onları korumayı savunmalıyız. Bunu korumanın yolu ise ulusların birbirleriyle birleşme hakkı kadar ayrılma hakkını; diğer bir anlatımla, kendi kaderini belirleme hakkını savunmaktır. İşte, böylesi bir hak “Annan Planı”nda hiçbir zaman gündeme gelmemiştir. 4. Ulusal Sorunu aşmak değil, çözmek gerekir. İngiliz emperyalizminin böl ve yönet taktiklerinin bir sonucu olarak gelişen ve Türk-Yunan milliyetçiliği tarafından beslenen işçi sınıfı arasındaki bölünme, devrimci mücadele için oldukça zayıf bir zemin oluşturmaktadır. “Annan Planı”yla öngörülen burjuva birleşmesi, işçinin işçiye kıyımı yoluyla oluşturulacak ve emperyalizme hizmet eden bir düzenlemdir; hiçbir şekilde ulusal sorunun çözümlenmesini içermemektedir. Adanın iki tarafındaki sosyal uçurum, Kuzey’deki işçilerin yok pahasına Güney’de çalıştırılmasına yol açmakta, bu durum iki tarafın işçilerini karşı karşıya getirecek potansiyel tehditler barındırmaktadır. Ulusal sorunun aşılmasının yolu, bu süreci tersine çevirmekten, işçi sınıfını tek ve ortak bir mücadele çatısı altında birleştirmekten geçmektedir. 5. Bugüne dek Avrupa Birliği’nin dünyanın sömürülmesi pahasına kendi işçilerine ekonomik rüşvetler vererek oluşturduğu cazibeli yaşam biçimi kitleler nezdinde bir yanılsama yaratmış, Avrupa Birliği cazip bir alternatif olarak görülmeye başlamıştır. Kuzey Kıbrıs da bu düşünceden nasibini almıştır. Şimdi dünyanın geri kalanını boşvererek cazip bir yaşam sürdürme eğilimi hakimdir. Kitlelere başkalarını sömürmek suretiyle oluşturulan “gelişkin” yaşam alanlarının gerçekte kendi özgürlükleri pahasına olduğunu anlatmak, emperyalizme karşı proleterya enternasyonalizmi bayrağını yükseltmek önemli bir görevdir. Ama daha da önemlisi, emperyalist Avrupa Birliği projesinin, bizzat Avrupa’daki işçilerin yaşam koşullarına ve kazanımlarına bir saldırı olduğu gösterilmelidir. 6. Avrupa Birliği ve ABD’nin yeni-liberal saldırıları karşısında üslerden arınmış, bağımsız-birleşik-sosyalist Kıbrıs amacına ulaşmak amacı ile öncünün görevi, gerek Türkiye ve gerekse Yunanistan proleteryası ile birlikte dünya partisinin inşası için işbirliği ve güçbirliği yapmaktır.
10
Burjuva devleti, KESK’e ve özelde eğitim Sen’e yönelik saldırılarını sürdürüyor. Eğitim Sen’i kapatmaya yönelik dava esas olarak anadilde eğitimin de ötesinde, kamu emekçilerinin grevli, toplu sözleşmeli sendika mücadelesine yönelik bir saldırıdır. Aşağıda Eğitim Sen’in yapmış olduğu basın açıklaması metninin bir bölümünü yöyımlıyoruz: Eğitim emekçilerinin, yüz yıllık mücadele birikiminin ürünü olan Eğitim Sen, sendikal hak ve özgürlükler sürecinde savunduğu temel ilkeler ve mücadelesi nedeniyle yargılanıyor. Milyonlarca çocuk ve gencimizi yetiştiren yüz binlerce eğitim emekçisinin örgütü Eğitim Sen kapatma davasının duruşması 21 Şubat Pazartesi günü yapılacak. Eğitim Sen olarak, Türkiye’nin onuru, çocuklarımızın, gençlerimizin yarınlarının güvencesi olmanın bilinciyle eğitim-öğretim sürecinde ve her toplumsal sorunda daima ezilenlerin yanında taraf olmakla gurur duyuyoruz. Çünkü bize göre, eğitim emekçilerinin ekonomik, demokratik, sosyal hak ve özgürlüklerini savunmak, aynı zamanda demokratik, barışçı ve özgür bir ülkeyi savunmak anlamına geliyor. Eğitim Sen, anadilde öğrenim hakkını, tüm dünyada kabul görmüş, uluslararası anlaşmalarla onaylanmış bir insan hakkı olduğu için savunmaktadır. Dolayısıyla bu ilke, bugün dünya çapında evrensel bir ilke olarak kabul görmüş ve benimsenmiştir. Ayrıca sendikamız, anadilde öğrenim hakkını eğitim biliminin, demokratik-bilimsel eğitim anlayışının en temel ilkelerinden birisi olduğuna inanmaktadır. Türkiye’nin en büyük eğitim örgütünün, tüm demokratik ülkelerce kabul edilen evrensel bir hakka tüzük maddesinde yer verdiği için kapatılmak istenmesi, Türkiye açısından utanç verici bir gelişme olarak görülmelidir. Bir taraftan, “demokratikleşme” adına, “insan hak ve özgürlükleri” adına peş peşe yasal değişiklikler yapılırken, diğer taraftan Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin en önemli parçalarından birisi olan Eğitim Sen’in kapatılmak istenmesini büyük bir çelişki olarak değerlendiriyoruz. Aslında yargılanması gereken Eğitim Sen değil, Türkiye’de egemen olan statükocu anlayıştır. Herkes için demokrasi, herkes için barış, herkes için özgürlük isteyen Eğitim Sen değil; demokrasiyi sadece kendisi için isteyenler, düşünce özgürlüğünü sadece kendileri gibi düşünenlerle sınırlayanlar yargılanmalı, halka ve emekçilere hesap vermelidir. Bu dava, artık sadece Eğitim Sen’in kapatılması davası olmaktan çıkmıştır. Tüm emek ve demokrasi güçleri, aydınlar, bilim insanları, demokrasi mücadelesi yürüten tüm toplum kesimleri kapatma davası ile bir kez daha sindirilmeye ve ezilmeye çalışılmaktadır. Bu nedenle kapatma davasına, sadece Eğitim Sen üyelerinin değil, tüm emek ve demokrasi güçlerinin destek vermesini, bizimle dayanışma içinde olmasını bekliyoruz. Eğitim Sen kapatma davası artık Türkiye için bir demokrasi davasına dönüşmüştür. Eğitim emekçileri, yüz yılı aşkın bir süredir bu ülkede demokrasi mücadelesi vermektedir. Bizim davamız, bu ülkede gerçek demokrasi hakim olana kadar sürecektir.
Marksist İnsiyatif NATO’ya karşı eylemde Almanya’daki devrimci grup Marksist İnsiyatif, geçtiğimiz günlerde düzenlenen NATO karşıtı eylemlerde alanlara çıktı. Almanların yanı sıra Türk, Kürt ve Arap devrimcileri de çatısı altında birleştiren Marksist İnsiyatif, Almanya’nın Münih kentindeki NATO toplantılarını protesto gösterilerinde kendi pankartıyla yer alarak, Filistinlilerle beraber yürüdü. Devrimci İşçi’nin Almanya’daki kardeş grubu olan ve kuruluşu geçtiğimiz aylarda gerçekleşen Marksist İnsiyatif’ten gelen açıklama şöyle: NATO toplantılarını protesto gösterilerinde aktif olarak yerimizi aldık. Bu gösterilerde, Marksist İnsiyatif ilk kez kendi pankartıyla alana çıkıyordu. Kofi Annan’ bu toplantıya katılması kesinleşince, “Nato, AB, BM: Ortadoğu’dan elinizi çekin!” pankartıyla yürüdük. Temel sloganımız ise, “Savaşa karşı savaş! Zafere kadar İntifada!” oldu. Eylemler üç gün boyunca sürdü. İlk gün 1000 kişilik bir kitle toplanırken, ikinci gün 8000 kişilik bir kitleye ulaşıldı. Şehir içinde, NATO toplantılarının yapıldığı otelin çevresinde gerçekleşen eylemler polis baskısıyla karşılaştı. 50’ye yakın kişi tutuklandı. Üçüncü gün ise, tutuklananların serbest bırakılması için 300 kişiyle protesto gösterisi yaptık. Daha sonra Münih’te Dresden’in bombalanmasını pre-
toste eden bir avuç neo-naziye karşı bir eylem gerçekleştirdik. Neo-naziler esas olarak Dresden’de toplanıp 5 bin kişilik bir kitleyle gösteri yaptı; buna karşı düzenlenen geniş tabanlı bir anti-faşist gösteride ise 50 bin kişi toplanıp yanıt verdi. Öte yandan, NATO toplantılarının en ilginç yanı, Almanya Başbakanı’nın NATO’yu reforme etmek gerektiği yönündeki
istemlerini belirtiği mektubuydu. Mektupta, NATO’nun AB’nin yeni biçimi ile değiştirilmesi, tarihi rolünden çıkması gerektiği savunuluyordu. Bu durum, ABD’nin yeni ve “daha çevik” bir savaş örgütü yaratma eğilimine tersinden bir destek olarak da algılanabilir. NATO toplantılarının katılımcıları arasında Rumsfeld, Hillary Clinton ve Kofi Annan da vardı
Onbinler Rosa için yürüdü Berlin’de Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i anmak için düzenlenen Liebknecht-Luxemburg-Lenin yürüyüşüne 10 bin kişi katıldı. Yürüyüşte Almanya’da faaliyet yürüten devrimci Marksist örgüt Marksist İnsiyatif’in militanları da yer aldı. Öte yandan, reformist PDS’nin çağrısıyla sosyalistlerin mezarı başında düzenlenen “sessiz” anmaya 70 bin kişi katıldı. Devrimcilerin yürüyüşünde dokuz kişi polis tarafından gözaltına alındı. Öte yandan, günlük Marksist gazete Junge Welt tarafından Rosa Luxemburg konferansı düzenlendi.
11
2005 5. DÜNYA SOSYAL FORUMU, BREZİLYA 5. Dünya Sosyal Forumu (DSF) 26-31 Ocak arasında Brezilya’nın Porto Alegre kentinde düzenlendi. Geçtiğimiz Forum’larla karşılaştırıldığında, bu yıl gerçekleşen DSF oldukça sönüktü. Lula ve adamlarını protestolardan polis korurken, Irak’ın işgaline karşı gerçekleştirilen gösteriler bile 2003’e göre hayli cılız kaldı. DSF’nin genel olarak sönük geçmesine rağmen Uluslararası İşçi Birliği - Dördüncü Enternasyonal (UİB-DE) ve Brezilya partisi PSTU sürece damgasını vurdu. UİB-DE ve bağlı partileri DSF’de aktif olarak yer aldı; Arjantin, Bolivya, Ekvador ve Paraguay başta olmak üzere Latin Amerika’nın dört bir yanından Porto Alegre’ye gelen UİBDE militanları pek çok eylem, toplantı ve konferans düzenledi. Eylemlerin yanı sıra, PSTU’nun önderlik ettiği ve işçi hareketi içinde giderek güçlenen Ulusal Mücadele Koordinasyonu (CONLUTAS) genel toplantısını Porto Alegre’de 2 bin delegenin katılımıyla gerçekleştirdi. Ayrıca, Arjantin’deki siyasi tutsaklarla dayanışma için dev bir toplantı düzenlendi. 29 Ocak günü ise, 25 Ocak 1987’de yitirdiğimiz UİB-DE kurucusu Nahuel Moreno için bir anma toplantısı yapıldı. UİB-DE’nin toplantı ve eylemlerinde Amerikalı ünlü Marksist iktisatçı James Petras da yer aldı ve konuşmalar yaptı. Devrimci İşçi’nin bu sayısında DSF’ye ilişkin değerlendirmeleri ve UİB-DE’nin aldığı tavırların geniş bir özetini bulacaksınız. LULA HÜKÜMETİ, İŞÇİ HAREKETİNE SALDIRI VE ‘’BAŞKA BİR DÜNYA’’NIN KRİZİ (Bu yazı Forum öncesi kaleme alındı) Günümüze kadar düzenlenen dünya sosyal forumlarına hakim olan önerilerin bilançosunu çıkarmak gerekiyor. Başlıca değinilmesi gereken konu ise, ‘’ kapitalizmin insanileştirilmesi’’ konusudur. DSF çoğunluğunun ve önderliğinin beklentisi sadece Lula Da Silva’ya odaklanmıştır. DSF’nin sembolik söylemi, “başka bir dünya mümkündür” sloganında ifadesini bulmakta ve DSF çoğunluğu ile önderliği bu “başka dünya”ya kapitalizmden kopma zorunluluğu olmadan seçimlerle ulaşılabileceğini düşünmektedir. Oysa Lula hükümeti söz verdiği sosyal değisimler yerine neo-liberal politikaları devam ettirmeyi tercih etmiştir. DSF çoğunluğu ve önderliği tarafından desteklenen reform politikaları (Tobin Vergisi vs. - Döviz alış ve satışlarında daha fazla vergi alınarak bu alanın çok karlı bir alan olmaktan cıkarılmasını öngören bir öneri) bugün neo-liberal politikaları maskelemek için kullanılan sosyal politikayı oluşturmaktadır. Halbuki Lula hükümetinin sosyal politikası iki yönlüdür. Programın fınansman aracı ve “sıfır açlık” programı (DSF’in en cok üstünde durduğu konu) komik olmaktan öteye gidemedi. Kısıtlı çerçeveler içinde bile hükümet gerekli finansman araçlarını kullanamadı, çünkü uluslararası ve ulusal bankalara olan borcun faizini vererek bütün kaynakları harcadılar. Oded Grajew (Brezilya’daki son DSF’nin organizatörlerinden biri) Lula hükümetinden ayrıldı; Frei Betto ve pek çok başka kişi gibi... Lula hükümeti ile yaşanan tecrübe gösteriyor ki, sosyal demokrat hükümetler iktidara geçtiklerinde neo-liberal politikaları kararlılıkla sürdüyor. Neo-liberalizmin sosyal reformist politikalara bile
izin vermemesi gerçeği karşısında, DSF çoğunluğu ve önderliği için bir çıkmazla karşılaşıyor: Muhalefette oldukları sürece reform yanlısı, iktidara geçtikleri zamanda neo-liberal oluyorlar. Bu da eski reformist ideologlar ve önerilerle (Tobin Vergisi vs.), Lula Da Silva ve Avrupa sosyal demokrasisinin, tabii ki Schröder’in Alman sosyal demokrasisi tarafından uygulanan güncel pratiği ile olan güncel krizine yol açıyor. İlginç olan ise, daha önce devrimci sosyalizmele bağlan-
12
tılı örgütlerinin tutumlarıdır. - Mandel’in, Löwy’nin, Bensaid’in IV. Enternasyonal Birleşik Sekreterliği bunlardan biridir ve bugün DSF’nin reformist çoğunluğunun bir parçası haline gelmiştir. Birleşik Sekreterlik’in Brezilya örgütü Sosyalist Demokrasi bu tavrı derinleştirmiş ve doğrudan Lula’nın neo-liberal hükümetinde bir Tarım Bakan’ı ile temsil bulmuştur. Tarım reformundan sorumlu bu bakan, tarım reformuna karşı hareket etmeyi sürdürmektedir.
Heloísa Helena’nın Sosyalizm ve Özgürlük partisinin (P-SOL) önemli bir bölümü - Mandelistlerin azınlığının Brezilya’daki üyeleri tarafından ve CWI taraftarları tarafından kuruldu - hala hükümet yanlısı CUT ve UNE’den kopmaya itiraz ediyor; bu iki örgütlenme de Lula ile birlikte neo-liberal sendika, çalışma ve üniversite reformlarını hazırlıyor. P-SOL’daki arkadaşlar şu an tüm Brezilya’da Lula’nın sendika, çalışma ve üniversite reformlarına karşı süren eylemleri görmezden geliyor, Lula’nın sendika çatı örgütlenmesi Central Única dos Trabalhadores (CUT) ile üniversite ulusal önderliğinin (UNE) değirmenine su taşıyor. 2005 DSF’nin krizi iki belirgin işarete sahiptir: 2003’teki DSF’de, yeni yapılan secimlerden galip çıkan Lula büyük tezahüratlar eşliğinde Porto Alegre’den İsviçre’nin Davos kentine uçtu. Orada başka bir forum vardı, bankacıların forumu, adıyla sanıyla Dünya Ekonomik Forumu... Lula, Porto Alegre’de sadece sembolik olarak gözükmüştü. Gerçekte ise Davos’taki forumun aktif katılımcısıydı. Bu yıl ise, onu Porto Alegre’de çok zor anlar bekliyor. Krizin ikinci sembolü ise PT nin Porto Alegrede’ki yenilgisidir. İlk defa bir DSF Brezilya’da PT tarafından yöneltilmeyen bir şehirde yapılacaktır. Forumun hazırlık çalışmaları esnasında bir çok PT militanı yenilgiye ağlayacaktır. Bunlar yaklaşık olarak 700 kadar PT üyesidir ve evvelki PT hükümetinin Porto Alegre’deki dolgun maaşlı memurlarlarıdır; daha ilginci, bunlardan bir çoğu PT’nin “sol kanadından” kişilerdir.
Çoğulculuk nerede?
DSF önderligi çoğulculuğu ve demokrasiyi koruduğunu iddia ediyor. Bu kesinlikle doğru değil. Pratikte bunun tam tersi yaşanıyor; eleştirel tavrın belli edilmesine bile izin verilmesinden endişe duyuluyor. Aslında 2005 DSF son derece zengin bir içeriğe sahip olabilir, ne de olsa emperyalizm yanlısı Lula hükümetiyle yaşanan olumsuz pek çok tecrübe var; ama bu öneri DSF önderliği tarafından gündeme alınmıyor. Brezilya’daki -UİB-DE’nin Brezilya parti-
Lula, Tarım Bakanı Rossetto ve Kültür Bakanı Gil, Gigantinho Stadın’daki ve stat dışındaki binlerce eylemci tarafından 27 Ocak’ta de binlerce insan Lula, Miguel Rossetto, Gilberto Gil’in de aralarında bulunduğu hükümet bakanlarına karşı gösteri yaptı. Porto Alegre’deki 5. Dünya Sosyal Forumu’nu (DSF) ziyaret eden hükümet üyeleri ıslıklarla karşılandı. Lula “Açlığa karşı eylem için küresel çağrı” adlı organizasyonun davetlisi olarak foruma katılırken, aynı anda dışarıda eylemciler ihanete ve neo-liberal ekonomi, çalışma, sendika ve üniversite reformlarına karşı eylemdeydi. Rio Grande do Sol eyaletinin başketindeki yakıcı sıcaklığa rağmen toplanan binlerce işçi ve öğrenci “Lula Traidor-Hain Lula” sloganlarıyla yürüdü. “Brezilya halkının açlığını sona erdirmek için seçilmiş bu hükümet, ancak bankaların kar açlığını dindirebilmiştir.” Bu sözler CONLUTAS Lideri Luís Carlos Pratese ait. Emperyalizm yanlısı Lula hükümetine karşı ve bu hükümetin Mandelci IV. Enternasyonal Birleşik Sekreterliği üyesi Tarım Bakanı Miguel Rossetto’ya karşı yükselen protestolar, işçileri, öğrencileri, işşizleri, evsizleri, topraksızları bir araya getirdi. “Lula hükümetine karşı olanların birlikteliğinden daha çok bu protestolar, işçi sınıfı ile gençlerin birliğinin göstergesidir. Bu temel birliktelik dünyadaki ve Brezilya’daki neo-liberal planları ve kapitalizmi yıkmak için gereklidir.” Bu sözler de öğrenci mücadelelerini örgütleyen Conlute (CONLUTE: Coordenação Nacional de Luta dos Estudantes) lideri Júlia Eberhard’a ait. si PSTU’nun önderliğinde kurulan- Ulusal Mücadele Koordinasyonu (CONLUTAS: Coordenação Nacional das Lutas) daha önceki forumlarda olduğu gibi kendi faaliyetleri için AraújoViana Lisesi’ni kullanacaktı. Bu geniş binada, önceki forumda Topraksızlar Hareketi (MST: Movimento dos Trabalhadores Rurais Sim Terra) toplanmıştı. Bina ile kira anlaşması çoktan imzalanmış, epey yüksek olan kira ödenmiş, fakat binaya DSF önderliği tarafından herhangi bir açıklama yapılmadan el konulmuştur. DSF önderliği CONLUTAS’ ın ve UİB-DE teorik yayın organı Yaşayan Marksizm (Marxismo Vivo) degisinin
CONTULAS’ın eyaletlerdeki CONTULAS’ın 4 ve 5 Aralık’ta Sao Paulo’da ve Rio de Janeiro’da eyalet toplantıları yapıldı. Belem’de sendikalar, üniversite öğrencileri ve yoksul halk hareketinin bir araya geldiği, Lula hükümetinin sendika, çalışma ve üniversite reformlarına karşı ilk toplantı gerçekleşti. Rio’daki hazırlık toplantısına 40’tan fazla örgütü temsilen yaklaşık 150 kişi katıldı. Bu toplantıda, hükümet yanlısı CUT ve hükümet karşıtı CONLUTAS üzerine bir tartışmanın tabanda yürütülmesi kararı alındı. Bölgesel Kordinasyon birimlerinin kurulması kararı verildi. Bunun yanı sıra, CONLUTAS’ın geniş bir kitleye açılması gerektiği, sadece sendikal hareket olarak kalmaması, aksine sosyal hareketin diğer sektörlerini de kapsaması gerektiği yönünde görüş bildirildi. Sao Paulo’da da yine 40’tan fazla örgütün temsil eden 300 katılımcı ile toplanıldı. Bu toplantıda katılımcılar CONTULAS’ın sendikaların ve başka muhalif hareketlerin tabanında destekleme kararı aldı. Bu koordinasyonun temel ilkeleri, anti-emperyalizm, işçi demokrasisi ve Sosyalizm olarak açıklandı. Ayrıca bu toplantılarda CONTULAS’ın DSF esnasında toplanacak olan ulusal kongresinin hazırlıkları da yapıldı.
13
faaliyetleri için alternatif bir bina veya yer belirtmemiştir.
Başka bir dünya sosyalizmle
Forumda bir sol alternatif olacaktır. Brezilya’daki Ulusal Mücadele Kordinasyonu (CONLUTAS) eylemlerini gerçekleştirecektir. Lula hükümeti üzerine geniş bir tartışma açılacak ve avrupa sosyal demokrasisi ile Avrupa ve Brezilya solunun perspektiflerini de kapsayan bir tartışma yürütülecektir. Başka eylemlerle ilgili öneriler de tartışılmaktadır. CONLUTAS’ın ulusal toplantısı da bu forum sırasında gerçekleşecektir. Burada hükümet yanlısı sendikal konfederasyon olan CUT’a ve dünya çapında bürokratik sendikalara karşı bir alternatife yön ve rota belirlenmesi üzerine tartışılacaktır. Yaşayan Marksizm dergisi Latin Amerika’daki burjuva demokrasisi üzerine özel bir tartışma düzenleyecektir. Bunların yanı sıra Irak’taki savaşa karşı ve ABD’nin yaratmaya çalıştığı Amerika Serbest Ticaret Sahasına karşı, (FTAA/ ALCA) ve uluslararası borçlara karşı kurulması planlanan mahkeme gibi (Tribunal da Dívida Externa) önemli eylemler yapılacaktır. Bu eylemlerde DSF çoğunluğuna ve önderliğine karşı neden farklı bir yol izlediğimiz ayrıntısıyla anlatılacaktır; bunun özeti, bir başka dünyanın ancak sosyalizm ile mümkün olduğudur.
Arjantin’deki siyasi tutsaklarla dayanışma büyüyor 2002’den bu yana direniş dalgasının bir türlü durulmadığı Arjantin’de Caleta Olivia kentindeki petrol işçileri direnişi sonucu tutuklanan işçi önderleri ile dayanışma kampanyası tüm dünyaya yayılıyor. İşlerini savunmak için harekete geçen petrol işçilerinden 36’sı işkenceden geçirilerek tutuklanmış, daha sonra bir kısmı serbest bırakılmıştı. UİB-DE’nin Arjantin partisi Sosyalist İşçi Cephesi’nden (FOS) Merkez Komitesi üyesi Hugo Iglesias’ın da dahil olduğu üç FOS üyesi ile diğer bazı işçiler halen cezaevinde tutuluyor. Yoldaşlarımız direniş, yolları kesme, tankerlerin tesislerden çıkışını engelleme ve işgalle suçlanıyor. Oysa tek yaptıkları, işten çıkarmalara başlayan emperyalist petrol tekellerine karşı işlerini savunmaktı. UİB-DE Arjantinli yoldaşlarımızı savunmak için tüm dünyada bir kampanya başlattı. Pek çok ülkede kitle örgütlerinden imzalar toplanıyor ve Arjantin’deki zorba iktidar protesto ediliyor. Devrimci İşçi, bu kampanyayı Türkiye’de de yaygınlaştırma hedefinde. Ayrıca tüm okurlarımız aşağıdaki e-posta adreslerine bireysel olarak da protesto mesajlarını gönderebilir.
Arjantin Devlet Başkanı Néstor Kirchner secretariageneral@presidencia.gov.ar Santa Cruz Valisi, Sergio Acevedo gobernador@scruz.gov.ar Hakim Marcelo M. Bailaque camarasegundacirc@mcolivia.com.ar jrecursos@mcolivia.com.ar Ayrıca mesajlardan Arjantinli devrimcileri haberdar etmek için: ftccaletaolivia@yahoo.com.ar devisci@devrimci.org
Lula hükümetini protesto eden iki öğrenci saldırıya uğradı ve tutuklandı Lula sadece Gigantinho Stadyumu’nun dışında değil, stadyum içinde de yuhalandı. Öğrenciler üniversite reformlarına karşı eylem yaptı. Lula’nın “İşçi Partisi” (PT), Lula ve Tarım Bakanı Rossetto’nun eleştilirilmesinin önüne geçebilmek için, “%100 LULA” baskılı Tişörtler hazırlattı ve pek çok şakşakçı ayarladı. İyi hazırlanmış bir şakşakcılar grubu, Lula’nın her sözüne alkış tuttu. Lula’nın fedaileri de ıslık ve yuhalamaları engellemek için “panzer” adını verdikleri bir blok oluşturdu. Lula hükümetinin harç uygulamasını başlatmasını protesto eden iki öğrenci “PT panzerleri” adı verilen
bu grup tarafından saldırıya uğradı, daha sonra da tutuklandı. Lula Porto Alegreye 26 Ocak akşamı vardı ve Dünya Sosyal Forumu’nun uluslararası yöneticileri ile kapalı kapılar arkasında toplandı. Konuşmasından sonra AEROLULA (Lula’nın özel ucağı) binerek Davos kentine uçtu. Orada Blair, Chirac, Schröder ve Bill Gates ile buluşacaktı. Açlığa Karşı Küresel Çağrı programı adlı yeni plan üzerinde bu emperyalizm temsilcileriyle görüşecekti...
14