DEVRIMCI ISCI B A R İ K AT !
GREV!
DEVRİM!
Mayıs-Haziran 2007, Sayı 12
Hepsi Amerikan uşağı, hepsi patron beslemesi
OY YOK!
SEÇİM
1 Mayıs’a beraber çıkanlar, seçimlerde birleşemedi!..
E
rken bastıran seçim, emek hareketi için bir fırsat doğurmuştur. Üzerinde ortaklaşılan net bir devrimci program ve birleşik bir kampanya ile, bir dizi bölgede TBMM’ye ‘bağımsız’ aday olarak işçi temsilcilerini yollama imkanı doğmuş, ‘ortak aday’ üzerine tartışmalar başlamış, ne var ki, bu fırsat kaçmıştır. Sonuna kadar Kürt ulusal hareketine ve DTP’ye tabi kalan sol gruplar, bir emekçi alternatifi yaratma görevini yerine getirememiştir. Devrimci İşçi, Türkiye’de solun bir direnç noktası oluşturması, ‘Darbe mi olacak, iç savaş mı çıkacak, bölünecek miyiz, savaşa mı gireceğiz, sıcak para çekilirse ekonomi çökecek mi, şeriat mı gelecek vb.’ diye ortalıkta paranoyak biçimde dolanmak yerine sağlam bir perspektifle kendi cephesini yaratması gereğinde ısrar etmiştir. Çünkü solun bir kuvvet yaratamadığı durumda, tümü işçi sınıfının aleyhine olan gelişmelere hiçbir müdahalede bulunamayacağının, sadece farklı burjuva liderliklerinin peşinden sürükleneceğinin farkındayız. Bu nedenle, solun kendini toplaması, işçi sınıfının ve yoksulların önünde yeniden bir alternatif yaratması için, ortak bir devrimci program etrafında birleşik eylemlerin ve konjonktür dikkate alındığında, ortak bir seçim kampanyasının örgütlenmesi gereğine vurgu yaptık. Bunun imkanlarını da gösterdik: 1 Mayıs’ta büyük bir dirençle Taksim Meydanı’na çıkma
iradesi gösteren güçlerin, pekala seçime de birlikte girme iradesi gösterebileceğini, hatta bu iradeyi göstermesinin şart olduğunu vurguladık. Böylelikle, AKP iktidarının ve Cumhuriyet mitinglerinin emekçi yığınlar üzerinde yarattığı çift taraflı basıncın ve yanılsamaların aşılması yolunda da önemli adımlar atılacağını söyledik. İşçi adaylar etrafında, anlaşılır, net, güne dair anlam ifade eden birkaç maddelik program etrafında bir seçim kampanyasının, sadece TBMM’ye işçi temsilciler göndermek açısından değil, kitleler nezdinde önemli bir çalışma yapabilmek açısından da büyük fırsatlar yaratacağına dikkat çektik. Kendi program önerimizle çeşitli platformlardaki tartışmalara katıldık; işçi sınıfına hitap edecek devrimci sloganlar ve emekçi adaylar konusundaki görüşlerimizi ifade ettik. Ne var ki, ‘Ortak Aday’ platformuna liberal hava damgasını vuruyor, işçi sınıfını temel ve asli devrimci kuvvet olarak görmekten uzak kesimler çoğunluğu oluşturuyordu. İşçi sınıfını ‘ezilen’ ve ‘dışlananlar’ içinde yalnızca ‘bir kesim’ olarak tanımlamalarına rağmen kendilerini ‘sosyalist’ olarak tanımlayan bu kesimler, aynı zamanda emperyalizme karşı net bir duruş sergilemekten uzaktı. Avrupa Birliği’ne ‘heves’le yaklaşanların ağırlığı ise, ‘Ortak Aday’ forumlarında sadece havanda su dövülmesi sonucunu doğurdu. Ortaya çıkan ‘bağımsız’ aday Baskın Oran ise ciddi 2
bir skandaldı; Baskın Oran, Avrupa Birliği savunusuyla, AKP’ye olan sempatisini dile getirmesiyle tanınan bir liberal olmanın ötesinde anlam taşımıyordu. Dahası, DTP de son anda Baskın Oran’dan desteğini çekerek, havanda su döven ‘Ortak Aday’ forumunun işlevsizliğini tasdiklemiş oldu. Bugün gelinen noktada, işçi sınıfının, emekçilerin ve yoksulların, genel bir seçim seferberliğine ve üzerinde ortaklaşılmış devrimci bir programa davet edilmesi mümkün değildir. Yine solun her küçük kompartımanı, kendi dar seçim çalışmasını yapacak ve ulaştıkları sınırlı kesimlerle yetinmek durumunda kalacaktır. Bizim bu küçük kompartımanlardan birini desteklememiz söz konusu değildir. DTP siyasetlerinin peşine takılan EMEP, liberal ÖDP, milliyetçi TKP, faşizan bir karakter kazanan İP, işçi sınıfını temsil etme yetisinden uzaktır. Belli bölgelerden ‘bağımsız’ olarak adaylığını koyan emekçi adaylar dışında oy vereceğimiz hiçbir alternatif bulunmamaktadır. Pek çok bölgede, seçim günü sandığa gidip elimize Hint boyası sürdürmenin bir anlamı bulunmamaktadır. Özetle, solun genel basiretsizliği neticesinde, bu seçimler, işçi sınıfı ve yoksullar için en başından kaybedilmiştir. Yüzümüzü kitle mücadelelerini yükseltme ve Türkiye’de işçi sınıfı devrimciliğini, Türkiye solunu yeniden kurma hedeflerine dönme zamanıdır...
Devrimci İşçi bir internet yayınıdrır. Yazıların çoğaltılmasında ve yayımlanmasında hiçbir sakınca yoktur...
ANALİZ
‘Uygun adım seçim’ öncesi Türkiye, sol ve görevler... T
ürkiye’de düzen içi çatlakların ortaya çıktığı, ordunun bir kez daha açıktan müdahil ve taraf olduğu bir süreç yaşıyoruz. Cumhuriyetin kuruluşu ve Kemalist modernizm sürecinde yaşananların rövanşını almak isteyen ‘gelenekçi-İslamcı’ kesim, cumhurbaşkanlığı seçimi vesilesiyle iktidardan daha fazla pay talep ettiğinde, bu talep asla bir düzen sorunu olmamasına ve fikri bakımdan ılımlı-İslamcı bir muhteva taşımasına, emperyalizmden ve sınıfsal olarak burjuvaziden asla kopma eğilimleri bulunmamasına rağmen, karşısında ciddi bir direnç gördü. ‘Cumhuriyet mitingleri’ olarak açığa çıkan büyük kitle seferberlikleri, sürecin mevcut aşamasında, düzen içi krizin bir ‘seçim’le aşılması yönelimini doğurdu. Dolayısıyla, söz konusu süreci değerlendirmek ve doğru bir tutum belirleyebilmek, devrimciler açısından zorunludur.
1. AKP liderliği, emperyalizmin hizmetinde, iktisadi bakımdan IMF programını uygulayan, büyük burjuvazinin talimatlarını tam olarak yerine getiren, bu arada kendi cephesinde örgütlenmiş burjuva kesimlere pastadan daha fazla pay alma arayışında olan bir burjuva liderliktir. İdeolojik bakımdan örtündüğü ‘ılımlı İslam’ kostümü, emperyalist dünya egemenliğinden bir kopuş dinamiği taşımak şöyle dursun, dinine bağlı geniş emekçi kesimleri emperyalizmin ve büyük
burjuvazinin dikte ettiği düzene bağlama aracı olarak görülmelidir. 2. AKP iktidarı, 12 Eylül sonrası işçi sınıfı hareketine ve sola karşı, bizzat ordu ve burjuvazi tarafından desteklenen İslamcı yapılanmanın bir sonucudur. Bu bilinçli desteğin ardından İslami akımlara doğru kayan geniş yoksul kitlelerin basıncıyla, İslamcı önderlik zaman zaman popülist, zaman zaman şeriatçı eğilimler göstermiş, bu eğilimler rejim açısından tehlike olarak görüldüğü ölçüde, parti kapatmalar ve 28 Şubat tanklı muhtırası gibi, ‘balans ayarı’ diye anılan çeşitli müdahalelerle törpüleme girişimleri gündeme gelmiştir. AKP, bu törpülenmenin sonucunda oluşan, tamamen emperyalizmin ve büyük burjuvazinin denetimindeki bir partidir. Popülist söylemiyle, ekonomik krizler sonucu yıpranan burjuva iktidarlarına alternatif olarak görülmüş ve hükümete kadar yükseltilmiştir. 3. Bugün gelinen koşullarda, AKP gerek arsızca giriştiği yolsuzluklarla, gerek Kemalist cumhuriyetin temeli olarak görülen ikiyüzlü laiklik standartlarına yönelik ve bizzat tabanının basıncı sonucu giriştiği gelenekçi hamleleriyle, gerekse büyüyen cari açığın doğrudan sonucu olan iktisadi sıkışma dolayısıyla, ciddi bir yıpranmışlıkla yüz yüzedir. Öte yandan ABD’nin Ortadoğu’daki işgal, yağma ve milli boğazlaşma stratejisinin 3
karşısında, söylem düzeyinde bile gösterilen acizlik, AKP’nin geniş kitleler nezdindeki konumunu iyice zayıflatmıştır. Özellikle ABD’nin Kürt liderliklerini bölgedeki stratejisi doğrultusunda kullanma siyaseti, Türkiye’de sürekli yüksek tutulan şoven tansiyonda sıçramaya yol açmış, AKP bu olağanüstü dönemi yönetememiştir.
4. Kriz, cumhurbaşkanlığı seçimi vesilesiyle açığa çıkmıştır. ‘Laik-İslamcı’ ikilemine hapsedilen çatışma, esas olarak, rejimin niteliğine ilişkin bir kutuplaşmanın sonucu değildir; ne AKP, ne de ordu ve ‘Cumhuriyet Mitingleri’ne liderlik eden kesimler, mevcut düzenin ve rejimin niteliğini sorgulamamaktadır. Dolayısıyla sorun, Türkiye’deki emperyalizme göbekten bağlı burjuva devletinin hangi biçimler altında idame ettirileceği sorunudur. 5. Cumhuriyet mitinglerinin liderliği burjuva milliyetçi bir liderliktir. Bu liderlikleri ‘sosyal demokrat’ olarak göremeyiz; Türkiye’de sosyal demokrasi yoktur. Sosyal demokrasi, reformist bir işçi sınıfı programını ve partisini ifade eder. Cumhuriyet mitinglerinin liderliği, burjuva milliyetçi bir liderliktir ve Türkiye özgülünde, her melanetin sorumlusu olarak kentlere göçmüş Kürtleri gören, son günlerin moda akademik tabiriyle sürekli ‘ötekiler’ yaratan, potansiyel olarak radikalleşip faşist hareketin unsurları olabilecek küçük
ANALİZ burjuvalardan müteşekkil bir kitleye hitap etmektedir. Elbette, şeriatçı gericiliğe karşı ileri yanlar taşıyan ve çoğu sağlıklı bir program değerlendirmesi yapamayacak durumdaki emekçilerden ve gençlerden oluşan geniş bir kesim de bu milliyetçi dalgadan etkilenmekte ve ‘solculuk’ adına bu dalganın peşinden sürüklenmektedir. Oysa, mevcut kutuplaşma suni bir kutuplaşmadır; laik-şeriatçı kutuplaşması, tıpkı Türk-Kürt, Alevi-Sünni, hatta AleviKürt kutuplaşmaları gibi, emperyalizmin ve büyük burjuvazinin bölgedeki boğazlaşma siyasetini güçlendirmektedir. İşçi sınıfı ise, ne yazık ki bu olan bitenin seyircisi konumundadır; tek tek işçiler, kendi sınıf örgütleriyle değil ama farklı siyasi ve kültürel yapılanmalar aracılığıyla, kutuplaşmaların farklı noktalarında yer alabilmektedir. Bu kutuplaşmalar içinde, daha önce de belirtildiği gibi, patronlar-emekçiler kutuplaşması dışında her türlü kutuplaşma mevcuttur. 6. Ülkede düzen içi çelişkilerin yarattığı siyasi kutuplaşmalara verilen tepkileri ise, yine düzen içinde ‘ulusalcı’ ve ‘liberal’ olarak tanımlamak mümkündür. Her ikisi de düzenin içindedir ve fakat bunlar arasında pekala geçişkenlikler mevcuttur. Özetleyelim… Bir günün ‘ulusalcı’ları, ‘AB-ABD düşmanları’ ertesi günün en ‘liberal’, en ‘AB-ABD dostu’ simaları, akımları, partileri haline gelebiliyor. Bir gün ‘Kudüs gecesi’ düzenleyenler, ABD’yi kapı komşusu yapabiliyor, vs. ‘Liberal’emperyalizm yanlısı siyasi çizgi, uluslararası ölçekte uygulanan neo-liberal politikaların doğrudan ülke içindeki payandaları olarak hizmet ederken, ‘ulusalcı’ kanat, sahte bir ‘anti-emperyalizm’ söylemiyle her türlü gericiliğe kaynaklık ediyor; ırkçı-linççi kültürü, ezen ulus şovenizmini, haliyle emperyalizmin milli boğazlaşma siyasetini besliyor… Tabii bu arada iki kutbun bayrakları arada birbirine karışıyor; ordu ABD’yle al gülüm, ver gülüm ilişkisine girdiği durumlarda bile, en ‘ulusalcı’ kesimler orduyu göreve çağırabiliyor… 7. Düzen içindeki çelişkilerin yarattığı ‘ulusalcı’-‘liberal’ kutuplaşması aynen ‘sol’ içine transfer oldu. Liberal ‘sol’un ne kadar pervasızlaşabildiğini, Birikim yazarı Ömer Laçiner’in, zamanında kaleme aldığı, “AB’yi savunmayanlar aptaldır,” diye özetlenebilecek yazısında gördük. Ama daha pek çok akım ve kesimleri de bu eğilime dahil etmek gayet mümkündür. Türkiye’de bir ‘foncu-solcu’lar topluluğu oluştu; bunlar AB’ye projeler sunup türlü fonlardan paraları indiriyor. Dahası, AB ve ABD’deki kuruluşlara onbinlerce dolar karşılığında durmadan rapor yazan kesimler var. Topu birden kendilerini ‘geniş’
anti-kapitalist hareketlerde, küreselleşme karşıtı forumlarda ifade etmeye, etkiledikleri gençlik kesimlerinde de, bu türden geniş hareketler içinde çözülmeyi salık vermeye başladılar. ÖDP’nin önemli bir kesimi, tıpkı Avrupa’da ve dünyanın geri kalanında gelişen ‘geniş’, ‘birleşik’ parti ve hareketler önermesinden etkilendi. Evet, bu dünya ölçeğinde bir eğilimdi. 20 sene evvelinin gerilla şefleri, koca ‘komünist’ parti liderleri, bir zamanlar ciddi ciddi devrimcilik yapmış militan kadrolar, düzen kurumlarına eklemlendi. Bu, onların kabelerinin, Moskova’nın, Arnavutluk ve Çin’deki sözde ‘sosyalist’ modellerin çökmesinin doğal bir sonucu olarak görülebilir. Ama iş bu kadar basit değildir; kendini ‘Troçkist’ diye tanımlayan bazı gruplar, bireyler, çevreler bile, bu tür hareketler içinde çözüldü, İtalya’da, Brezilya’da, Venezuela’da hükümet danışmanlığı ve bakanlık koltuklarına kurulanlar oldu. İşçi sınıfının bağımsız siyasetini geliştirme, işçi sınıfı iktidarı, proletarya diktatörlüğü kavrayışı, emperyalizm tahlili ve elbette Leninist parti inşası gibi temel konumlanışlardan fiilen ve zihnen vazgeçildi. Hiç kuşkusuz, bu kesimlerin en temel belirleyeni, içi boş bir ‘evrensel demokrasi’ savunusu idi. Yani meseleleri sınıfsal içeriğinden koparıp, ‘evrensel’ bir uhrevilik kazandıran ama aslında bildiğimiz burjuva içeriklerine teslim olan bir kavrayış… Haliyle, ortaya, öfkesini ve muhalefetini hangi kanallardan akıtacağını bilemeyen, aslında reddettiği düzene türlü ‘küreselleşme karşıtı’ kurumlar aracılığıyla ve düzen içindeki muhalif biçimlerde eklemlenen, tepkisi asla yıkıcı, devirici bir nitelik taşımayan ne idüğü belirsiz bir kütle çıktı… 8. Öte taraftan, bu genel eğilimin genel bir karşıtı da kaçınılmaz olarak gelişti. Aslında ‘ulusalcı’ olarak tanımladığımız, emperyalizmin talanına karşı genellikle ve çok çelişik bir biçimde ulusal kapitalist ekonominin savunusu üzerinden, her türlü milli öğeyi kullanarak geliştirilen bir muhalefetten söz edebiliriz. Bu muhalefet, zaman zaman dini motiflerle de bezenebiliyor. Bu tepkiye bir yerellik hakim. Çoğu zaman da, tepkinin niteliğini, tek tek yerelliklerin niteliği belirliyor. Türkiye koşullarında, faşist partilerden, onların karikatürü ırkçı ‘budun’ gruplarına kadar her cinsten gerici akım, bu ulusalcı tepkinin bir sonucu olarak gelişme kaydetti, vücut buldu. Bu ulusalcı tepkinin soldaki karşılığı ise, TKP’nin ‘Yurtsever Cephe’sinden Perinçek’in İP’sine, hatta oradan çıkan Türk Solu gibi Frankeştaynlara kadar çeşitlenen 4
bir yelpaze oldu. Mesela, çarpıcı bir örnek olarak, Doktorcu kanadın en tuhaf ekibi HKP’nin (Halkın Kurtuluş Partisi) yaşadığı evrim şöyle bir incelendiğinde, savrulmaların ne denli dramatik boyutlara ulaştığı da görülebilir. Bu kanatta da, arsız emperyalist saldırıya karşı bir ‘milli müdafa’ refleksi gelişti. Liberal ‘sol’un yüklendiği ‘evrensel demokrasi’, karşıtında, yani ulusalcı ‘sol’da çeşitlilik arz eden kof bir ‘vatan/yurt-severlik’ söylemi olarak tezahür etti. ‘Sol’un bu kesiminde de işçi sınıfının bağımsız siyasetini geliştirme, işçi sınıfı iktidarı, proletarya diktatörlüğü kavrayışı, Leninist emperyalizm tahlili ve elbette Bolşevik parti inşası gibi temel konumlanışlardan fiilen ve zihnen vazgeçildi. ‘Milli’ ittifaklar aranmaya başlandı, Kemalizm yeniden ve hak ettiğinden çok daha abartılı bir itibar kazandı, aslında olmadığı anlamlar yüklendi, Kürt düşmanlığı, Kürt ulusal liderliklerinin de ötesinde bir boyut aldı, vs. Bu cephede de, giderek daha çok milliyetçileşen, sınıf mücadelesinden fiilen ve zihnen kopan, kendini Kuvayı Seyyare gibi hisseden, öfkesini ve muhalefetini ezilen ulusal kimliğin üzerine kusmaya başlayan, aslında reddettiği düzene türlü ‘millici’ kurum ve cepheler aracılığıyla ve kudurmuş biçimde eklemlenen, tepkisi asla burjuvaziye karşı yıkıcı, devirici bir nitelik taşımayan ne idüğü belirsiz bir kütle çıktı… 9. Eşyayı adıyla çağırırsak, liberal ‘sol’da da, ulusalcı ‘sol’da da, Marksizmin bugüne kadar devrolan devrimci geleneğinden, bizim anladığımız anlamda ‘sol’un devrimci özünden bir kopuş söz konusudur. Dahası da var. Tıpkı burjuva siyaset zeminindeki karmaşa gibi, liberal ‘sol’da görünen kesimler, zaman zaman ulusalcı ‘sol’un argümanlarına sarılmakta, ulusalcı tepkiler vermekte, ulusalcı ‘sol’dan kesimler de yeri geldiğinde gayet liberal bir ‘sol’ söyleme sahip çıkabilmektedir. Kürt hareketinden nefret etme ile onun peşine takılma konusunda bir dizi karmaşa yaşanabilmektedir. 10. Bu karmaşa, somut sonuçlarını sınıf mücadelesinin türlü düzeylerinde gösteriyor. Çarpıcı bir örnek vermek gerekirse: Türkiye boyutlarına göre çok önemli mücadeleler sonucunda, adeta Ankara Kızılay’daki ‘savaş meydanı’nda inşa edilen KESK’in en önemli sendikası Eğitim-Sen, ‘anadilde eğitim hakkı’ tartışmaları üzerinden bölündü! Buraya dikkat etmek gerekiyor; ortada öğretmenlerin ve genel olarak kamu emekçilerinin özlük hakları, grevli-toplu sözleşmeli sendika mücadelesinin sorunları ya da başka bir tartışma yoktu! Esasen bu sorunlar üzerine
ANALİZ inşa edilen sendika, AB ve ABD’den medet uman ve ‘evrensel demokratik’ bir hak üzerine sendikal strateji kuran Kürt ulusal hareketi militanlarının, Kemalistler ve ulusalcı ‘solcu’larla, hatta çok acayip ama ‘evrensel demokrasi’ diye tutturmuş ve fakat alttan alta bir Kürt düşmanlığı da geliştirmiş bazı ÖDP’li kesimlerle çatışması neticesinde bölündü. Sonrası… Eğitim-Sen, düşen üye sayısına bağlı olarak yetki kaybına uğradı. Bu belki mazur görülebilirdi. Fakat esas tahribat, sendikanın kendi zemininden kayan tartışmalar esnasında tüm canlılığını yitirmesi, öğretmenlerin bir dönemler canlı birer merkez olan sendika binalarından elini ayağını çekmesi, üye katılımının dibe vurması, nihayet lokomotif sendika niteliğindeki Eğitim-Sen’deki gerilemeye bağlı olarak tüm bir KESK’in gerilemesi oldu. 11. Bir başka örnek olarak da, büyük kentlerdeki yoksul mahallelerin durumu gösterilebilir. Bugün pek çok yoksul mahallede, her ikisi de toplumun ezilen kutbu içinde yer alan Aleviler ve Kürtler arasında gerilim artmaktadır. Mahallelere daha evvelden yerleşmiş Aleviler ile, son göç dalgasıyla birlikte bölgeye gelen Kürtler arasında bir gerginlik açığa çıkıyor. Buralarda yaşayan insanların önemli bir kısmı, yani bu gerginliğin muhatapları, yoksulluğu birlikte yaşayan, sömürüden ve egemenlerin ayrımcılığından birlikte nasiplenen emekçi kesimlerdir. Ancak, gerginliğin kültürel kökenlerini bir kenara bıraktığımızda, son dönemde özellikle yükseltilen milliyetçiliğin bu gerginlikte esas pay sahibi olduğu, kıt kaynakların ve giderek kötüleşen yaşam koşullarının faturasını, son günlerin sık kullanılan tabiriyle ‘öteki’lere çıkarma eğiliminin öne çıktığı görülüyor. Bizim gerçekliğimiz budur. Her kentin her semtinde, çeşitli düzeylerde, milliyetçi gerilimlere rastlanıyor. Emekçiler, üretim sürecindeki konumlarına göre değil, milliyetlerine, dindarlıklarına, mezheplerine göre bölünüyor... 12. Peki biz böylesi bir noktada ne yapacağız? Tartışma konumuz budur. Biz ‘ulusalcı’ ve ‘liberal’ ayrışmasına teslim olmamak gerektiğini ısrarla vurgulamalıyız. Şimdilik çok zayıf bir alternatif olarak görülse bile, üçüncü bir yolda, işçi sınıfı perspektifinde ve işçi sınıfı siyasetinde ısrar etmeliyiz. Emperyalizm, bölgede bir milli boğazlaşma siyaseti izlerken, mezhepleri, etnik grupları, milletleri birbirine düşürmeye ve böylelikle bölgenin tüm kaynaklarını,
zenginliklerini emmeye çalışırken, bunun karşısında net bir biçimde durmak gerektiğini söylüyoruz. Bu, hem bölgemizdeki halkların kan gölünden, sefaletten kurtarılması için, hem de tüm dünyada emekçilerin yaşam koşullarına yönelik büyük bir saldırı sürdüren emperyalizmin zayıflatılması, uluslararası ölçekte sınıf mücadelesinin güçlendirilmesi için elzemdir. Yani emperyalizme karşı tutum almak, hem kendi yaşamımızı savunmak, daha adil ve eşitlikçi bir topluma doğru ilerlemek için ön koşuldur, hem de enternasyonalist bir görevdir. En özet hareket
noktamız budur. Lenin’in liderlik ettiği dönemde yapılan Üçüncü Enternasyonal kongresi açıkça söylüyor: “İşçi sınıfının altında dövüşeceği ve uğrunda öleceği tek bir bayrak vardır, o da Komünist Enternasyonal’in bayrağıdır.” Emperyalizm tarafından işgal edilmiş topraklar üzerinde, bazı ulusal sembolleri sahiplenmek ve ‘emperyalizme karşı vatan savunusu’ diye dövüşmek mümkündür; fakat bu bile, Marksistler açısından ancak geçici, kapitalizme karşı mücadele ve işçi iktidarı programına bağlanması gereken bir konumlanış olabilir. Aksi, Marksizmden vazgeçmektir. Öte yandan, bugünkü gibi bir milli boğazlaşma tehdidi karşısında, ulusalcı/milliyetçi tutumlar almak, işçi sınıfını, emekçileri, yoksulları ve hatta ezilen Kürt halkını felakete sürüklemek anlamına gelir. KESK içinde iki ayrı millici kutup çatışırken ya da mahallelerde Alevi-Kürt gerginliği yaşanırken, aslolan, işçi sınıfı çizgisinde 5
ve enternasyonalizmde ısrardır. Emekçileri birleştiren sınıfsal zemin üzerinde ısrar edeceğiz. Sınıfsal kavrayış istediği kadar ‘demode’ olsun, bunu yapacağız. Evet, bugün Türkiye’de, milliyetçilikten ve liberalizmden kafası kazana dönmüş, ne yapacağını bilemeyen, rotasını kaybetmiş, kendini ‘solcu’ hissetse bile pusulasız dolaşan, saçma kültürel akımların peşinden sürüklenen, kimliksiz… geniş bir genç ve emekçi kitle var. Bugün yoksulluktan dolayı korkunç bir öfke duyan ve liderlikleri dolayımıyla yanlış yönlendirilen yoksul Kürt kitleleri ile, ABD’ye teslimiyet içinde, kimi bileşenleri de şeriat özleminde olan iktidara karşı korkunç bir öfke duyan ve liderlikleri dolayımıyla muhtemel cuntaların peşine takılan bir kitle mevcut. Biz bu kitlelere ulaşmak zorundayız; ve ulaşabildiğimiz kesimlerine devrimci Marksizmin temel kavrayışlarını taşıyabilmeliyiz. Onlara yeni çorbalar değil, net bir sınıf siyaseti götürebilmeliyiz. Bunu onların diliyle, Marksist teoriyle aralarında köprü kurmaya çalışarak, sabırla yapmalıyız. İşçi sınıfının Türkiye’de yeniden tarih sahnesine çıkma ihtimali ütopik bir önerme değildir; Brezilya’da, Bolivya’da, Arjantin’de, hükümetlere ve emperyalizme karşı mücadelenin önderliğini işçi sınıfı yapabiliyorsa, Türkiye’de de pekala işçiler bu mücadelenin önüne geçebilir. Öyleyse sorun işçi sınıfının sünepeliği, ‘değişen karakteri’ falan değil, işçi sınıfının bağımsız siyasetini örebilecek ve işçileri seferber edebilecek bir önderliğin bulunmamasıdır. O halde bizim derdimiz, bu önderliğin yaratılmasıdır. Kaldı ki, tarihte sınıf hareketi yükselişler ve alçalmalar yaşamıştır. Sınıf hareketi yenilgiler yaşadığında, dibe vurduğunda, “Şimdi kendimize yeni bir gerçek arayalım,” diye ortalıkta dolanmak yerine, ne kadar zayıf olursa olsun enternasyonalist, devrimci bir liderlik inşası için çaba sarf etmek ve yeni bir yükseliş dalgasına hazırlanmak gerekir. Sınıf pusulasını ise hiçbir zaman elden bırakmamalıyız. Aksi takdirde, iyi bir dalga bekleyen sörfçü gibi, gelebilecek her türlü dalganın üzerine atlamak ve o dalgaların arasından bir Jaws çıkmaması için dua etmek durumunda kalırız. 13. Devrimci önderliğin inşası, öncelikle devrimci kadroların işçi sınıfı çizgisi etrafında bir araya getirilmesiyle olanaklıdır. Bugün temel aldığımız eksen budur. Devrimci programın yaratılması ve parti inşa stratejisinin ete kemiğe bürünmesi için atılması zorunlu adımları atacağız ve kitlelere nüfuz etmiş gerçek bir devrimci akım yaratma yönünde ilerleyeceğiz.
GÜNCEL
Ulus, ulusalcılık, Simon Bolivar, Mustafa Kemal… Yerellik ve enternasyonalizm...
‘Ulusallık’ nereye kadar? T
ürkiye solunda bir süredir devam eden ve giderek yoğunlaşan bir tartışma peydahlandı: Ulusalcılık!.. Kimileri ‘vatan toprakları’ ajitasyonuyla, kimileri ‘yurtseverlik’ üzerinden, kimileri de ‘Atatürk milliyetçiliği’ diye diye, ‘ulusalcı’ kampa ekleniyor. Aslında bu ne tarafa sıkıştırılacağı belli olmayan, bir yelpaze üzerinde farklı akımları etkileyen kavram, ‘milliyetçilik’ kavrayışını makulleştirme çabasından ibarettir… Bu makulleştirme çabası, sık sık yüzünü Latin Amerika’ya dönüyor ve buradan ödünç aldığı Simon Bolivar’ı, Bolivarcılığı ve ‘ulusal bağımsızlık’ sloganını, kâh Kemalizm sınırları içinden tarif etmeye, kâh kendi yurtseverliğine yancı yapmaya çalışıyor… Dolayısıyla, Bolivarcılık ve Latin Amerika’yı şöyle bir inceleyelim. Aslında bu tartışmalar talihsiz bir döneme geldi; çünkü Bush çıkıp, “Hepimiz Bolivar çocuğuyuz,” diye açıklama yaptı, ardından daha geçenlerde kendisini ‘Troçkist’ ilan eden Chavez, “Onun ne çocuğunu söylerdim ama…” diye cevap verdi. İşi bu magazin boyutundan çıkarıp ciddi ciddi analiz edersek, Simon Bolivar’ın sömürgeci imparatorluklara karşı Latin Amerika’nın bağımsızlığı için yürüttüğü bir
A. KERiM
mücadele olduğunu, bugün Bolivar imgesinin, özellikle ‘ikinci kurtuluş savaşı’ ajitasyonu etrafında, bizzat bizim akımımızdan Troçkistler tarafından anti-emperyalist mücadelede kullanıldığını ve bunda hiçbir sakınca olmadığını söyleyebiliriz. ‘Ulusallık’ meselesinde de durum böyledir: Latin Amerika’da, bizim Türkçeye ‘kamulaştırma’ olarak tercüme ettiğimiz kavram, ‘nacionalization’, yani ‘ulusallaştırma’ olarak kullanılıyor. Bunda da bir sakınca yoktur. Çünkü Latin Amerika’da ‘Bolivar’, ‘ulus’, ‘ulusallaştırma’ gibi laflara yüklenen anlamlar, asla bizdeki ‘Atatürk’ ve ‘ulusalcılık’ laflarına yüklenen anlamlarla benzerlik arz etmiyor. Orada ‘ulus’ aynı sınırlar içinde yaşayan, yerlisiyle, göçmeniyle tüm bir halkı ifade ediyor. Mahşerin Dört Atlısı filmini hatırlayın; orada bir Arjantinlilik portresi çiziliyordu. O kadar geriye gitmesek de olur; Güney filminde, tüm bir Latin Amerika’yı kapsayan Güney projesi üzerinde duran Arjantinli ‘ulusalcı’lara rastlıyorduk… Yani Mustafa Kemal, İttihatçıların Türkleştirme geleneğini devralarak, tüm Anadolu’yu rızayla ya da zorla Türkleştirmeye çalışırken, Bolivar her milletten Latin Amerika halkının özgürlük mücadelesini yürütüyordu. 6
Bolivarcılığın bugünkü karşılığının, yani Bolivarcılığa sarılarak hareket eden siyasi figürlerin tek bir Latin Amerika söylemini sahiplenmesinin sebebi de budur. Bolivarcılık işçi sınıfını bölmek yerine, tam tersine Latin Amerika emekçilerini birleştiren bir işlev taşımaktadır. İki örnek: Nikaragua ve Bolivya İki örnek verelim: 1979 senesinde Nikaragua’da diktatör Somoza’ya karşı mücadele sürerken, bizim akımımızın kurucusu Nahuel Moreno Kolombiya’da bir uluslararası tugay örgütleyerek, Nikaragua devrimi için savaşmak üzere bu ülkeye girmesine liderlik etmişti. Tugayın adı, Simon Bolivar Uluslararası Tugayı’ydı. Aralarında Honduras’tan Uruguay’a, Arjantin’e, hatta Almanya’ya kadar pek çok ülkeden savaşçılar vardı. Bu kadar çeşitlilik arz eden savaşçıya ismiyle ilham veren Simon Bolivar’ı, bugün neredeyse bölgedeki tüm halklara karşı savaş çığlıkları atan İlhan Selçuk’tan Perinçek’e, Türk Solu ekibinden MHP’ye kadar pek çok gerici akım ve şahısa ilham veren Mustafa Kemal’le özdeşleştirmek herhalde doğru olmasa gerek.
GÜNCEL İkinci örnek için ise, o kadar gerilere gitmeye gerek yok. Geçen yıl Bolivya’da, başta doğalgaz ve petrol olmak üzere tüm kıta kaynaklarını ortak biçimde savunmak için toplanan konferansta da Bolivar söylemi kullanılıyordu ve bu söylem tüm kıtadan emekçileri bir araya topluyordu. Şimdi Latin Amerika’daki esas sorun Bolivar söylemini kullanıp kullanmamak değil, sınıflar mücadelesinde bunu işçi sınıfı için bir avantaj haline getirip getirmeme sorunudur. Bizdeki Kemalizm meselesinin ise, sınıfsal bakımdan tekabül ettiği yeri tartışmamız gerekir. Kemalizmi bir çeşit solculuk olarak algılayanlar olduğu Mustafa Suphi doğrudur. Ne var ki, esas işlevi başkadır; Kemalizm, ‘Beyaz Türk’ tabir edilen kesimlerin İslamcılardan nefreti, milliyetçi Türklerin Kürtlerden nefreti, tüm Türklerin başka uluslardan nefreti için açılan bir bayrak haline gelmiştir. Burjuvazinin Batılı ‘muasır medeniyetler’e eklemlenmede en önemli referans noktasıdır. Ne yazık ki, durum böyledir. ‘Yazık’ olan kısmı, Kemalizmin kendi döneminde içinde barındırdığı bazı ileri öğelerin de gericiliğe kurban gitmesidir… İttihatçı gelenek nedir? Tam burada, İttihatçıların ve Kemalizmin devrimci demokratik bir hareket mi yarattığını, onların ‘bizim tarihimiz’ mi olduğunu tartışalım. İttihatçılar için zaman zaman kullanılan, “İlerici ve modernist, ırkçılık/ Türkçülük esasına dayanmayan kozmopolit bir yapıdadır,” tespiti, İttihatçı hareketin başlangıcı için doğru kabul edilebilir. Ya sonrası?.. Şimdi Lenin’in emperyalizm kavrayışını hatırlamakta yarar var. Lenin emperyalist çağda, burjuvazinin devrimci rolünü yitirdiğini vurgularken beyhude laflar etmiyordu. İttihatçılar, 1906-8 Erzurum vergi ayaklanmalarından, Anadolu’nun her yanında Osmanlı’ya karşı yükselen tepkiden kuvvet alarak, 1908’de II. Meşrutiyet’i dayattılar ve ondan sonra başka bir şey haline geldiler: Alman emperyalizminin yedek lastikleri!.. O kargaşa içinde, yani art arda gelen savaşlarla cebelleşirken, doğru düzgün bir program bile geliştiremediler. Birinci emperyalist paylaşım savaşında, Alman emperyalizmin yedek lastikleri olarak, yağma niyetleri ve eski güzel günlere dönme
yönündeki boş hevesleriyle tüm bir Osmanlı tebasını savaş meydanlarında kırdırdılar. Bu kadar da değil; Anadolu’daki Ermeni varlığı, sürgünlerle ve katliamlarla ortadan kaldırıldı. Anadolu direnişi ve Bolşevikler Anadolu emperyalist işgal altına girdi. Buradaki işgale karşı ilk tepkiler tamamen kendiliğindendir; Kurtuluş Savaşı’nı Mustafa Kemal başlatmamıştır. Kendiliğinden tepki içinde pek çok farklı unsur vardır. Bizim için aslolan, ‘bizden’ unsurların varlığıdır. Ruslara esir düşen, esaret altındayken 1917 Devrimi’ne tanık olan, serbest bırakılıp köylerine döndükten sonra dağa çıkan ‘Bolşevik’ namlı savaşçılara da rastlanır. Bu topraklarda, Darülfünun talebeleri, Nobel Barış Ödülü’nün Lenin’e verilmesi için yürüyüş yapmıştır. Nihayet, TKP kurulur ve Mustafa Suphi’ler Anadolu’ya geçmek için hareket eder, Mustafa Kemal tarafından boğdurulurlar. Bu kadar özet bir tarihçeyi niye anlattık? Şunu söylemek için: TKP ortaya çıktıktan sonra, ‘bizim tarihimiz’ İttihatçılarla değil, Türkiyeli komünistlerle tarif edilmelidir! Fikret Başkaya’nın ‘paradigma’sına katılmıyoruz; ‘İstiklal Harbi’ni toptan yok saymak ya da küçümsemek mümkün değildir; ortada işgal kuvvetlerine, yani emperyalist güçlere ve onlar tarafından kışkırtılan Yunan kuvvetlerine karşı bir Anadolu direnişi gerçekleşmiştir; ancak Mustafa Kemal’in Anadolu’daki direnişi birleştirirken, bir yandan kontrolden çıkabilecek unsurları tasfiye ederken, bir yandan da emperyalistlerle uzlaşma niyetini hiçbir zaman elden bırakmadığını görmek gerekir. Ve bu uzlaşma gerçekleşmiştir de… Ernest Hemingway’in Anadolu direnişi sırasında Toronto Star gazetesine geçtiği makaleleri okuduğunuzda, Yunanlıların nasıl bir satılmışlık hissiyle hayal kırıklığına uğradıklarını günlük hayatın içinden örneklerle görme şansını bulursunuz. Tarih üzerine spekülasyon yapılmaz elbette. Ama biz Mustafa Suphilerin Anadolu’ya geçmeyi başardığı ve Anadolu direnişinin bir noktasında yer aldıkları senaryoyu kafamızda canlandırma hakkına niye sahip olmayalım? Bolşevikler, hiç kuşkusuz Anadolu direnişini destekledi. Bunu, Anadolu’daki hareketin emperyalizmden kopuş dinamikleri taşıma ihtimali üzerinden gerçekleştirdiler, ‘Kemalizmin devrimci özü’nü gördüklerinden değil. Emperyalist çağda burjuvazinin devrimci bir niteliği kalmadığını savunan bir liderlikten, Mustafa Kemal’i devrimci olarak ilan etmelerini beklemek mümkün 7
değildir çünkü. Kimileri, Lenin ve Troçki’nin İttihatçılara atfen yaptıkları tespitleri örnek gösterirken –ki Allah kelamı değillerdirsonrasına da bir bakmak zorundadır. Mesela Troçki, Mustafa Kemal’in kurmuş olduğu yeni cumhuriyeti bir tür ‘milli faşist’ polis rejimi olarak tanımlamıştır. Lenin de hiçbir zaman Mustafa Kemal liderliğine güven duymamıştır… Ulusal kahramanımız kim? Ulusalcılık/milliyetçilik üzerine yürüttüğümüz tartışmalarda, bir yoldaşın dikkat çektiği olgular dikkate değer soruları ortaya koyuyor: “Emperyalizmin bağımlı ülkeleri hallaç pamuğu gibi attığı koşullarda işçi sınıfı, ancak ülkeyi savunarak kendisini savunabilir durumdadır. Ve ancak ülkeyi kurtararak kendisini kurtarabilir. Bu, sınıf çelişmelerinin yürürlükten kalktığı ‘ulusça emperyalizme karşı’ bir mücadelenin verileceği anlamına da gelmiyor. Aksine bizzat bir ülkeyi emperyalizme karşı savunmak önce yerel burjuvaziye karşı amansız bir mücadele verilmesini gerektirir. Ulusalcıların varsaydığının aksine (ki çok ötesine geçmiş olduklarını biliyorum), emperyalist saldırı, burjuvaziyle olan meseleyi ertelemez aksine ona aciliyet kazandırır. Her ulusal mücadele, asıl olarak bir iç savaştır. Sınıf mücadelesini ulusal savaş görünümüne büründürür. Örneğin Yunanistan’daki gibi. Alman işgali, birbirine düşman üç silahlı güç oluşturmuştur ve ELAS’ın diğerlerine baskın çıkması sayesinde direniş başarılı olmuştur. ELAS herkesin sevdiği bir örnek olduğu için söylüyorum, ELAS’ın adı bile Hellas’a benzesin diye öyleydi ve tabii ki ELAS varken Yunanistan’da da Makedonlar vs. ile ilgili bir sürü ulusal sorun vardı. Bunlardan hemen, ‘Türk bayrağını biz kapalım,’ sonucu çıkarılmasın. Ancak devrimcilerin ulusal bir karakter taşımaları zorunludur, bizim örneğimizde bu ulusal karakterin hangi simgeler üzerine oturacağı ve hangi vurguları yapacağı çözülmemiş bir sorun olarak önümüzde duruyor…” Bu çok önemli bir tartışmadır. Fakat örnek doğru bir örnek değildir. Evet, emperyalizm tarafından askeri işgal altında bulunan bir ülkenin devrimcileriyseniz, tutar bazı ulusal sembolleri de sahiplenir ve, “Emperyalizme karşı vatanı savunuyoruz,” diye dövüşebilirsiniz; fakat bu bile, Marksistler açısından ancak geçici, kapitalizme karşı mücadele ve işçi iktidarı programına bağlanması gereken bir konumlanış olabilir. Bugünün Türkiye’si ele alındığında ise, manzara şudur: Ortada bir askeri işgal
GÜNCEL yoktur, fakat ABD üsleriyle, hükümet ve ordu üzerindeki etkinliğiyle, neredeyse tam bir askeri denetim sağlamaktadır; uygulanan neo-liberal politikalarla ülke emperyalist sermayeye tamamen açılmış, iktisadi açıdan hızla ‘sömürgeleştirilmektedir’. Ne yapmalı? Bu durumda ne yapacağız? Latin Amerika’da devrimciler, hiç çekinmeden, ‘yeniden sömürgeleştirme saldırısı’ ve ‘ikinci kurtuluş savaşı’ sloganlarıyla ilerleyebiliyor. Bugünkü Türkiye koşullarında, ellerinde Kuvayı Milliye bayrağıyla ilerleyenlere baktığımızda, onlarla bütünleşmemiz mümkün müdür? Asla! “Ülkenin ulusal varlığına yönelik tehdit var!” diye panik halinde bayrakları kuşanıp meydanlara çıkarsak, düzenin kendi içindeki çelişmelerde büyük burjuva kuvvetlere yedeklenmekten öteye geçemeyiz. Biz ısrarla, her daim, her meseleye, işçi sınıfının bağımsız siyaseti ve işçi iktidarına olan ihtiyacın vurgulanması üzerinden yaklaşmak zorundayız. Ve fakat sorunu dile getiren yoldaşın isabetli bir biçimde belirttiği gibi, “Mustafa Kemal elbette değil ama bu ülkede ve bu halkın tarihinde Şeyh Bedreddin’lere kadar gitmeden bulacak bir tarihsel dayanağımız olmalıdır. Halkı bölen ve birbirine düşman eden gerici milliyetçiliklere karşı, birleştiren tarihsel dayanakları bulmak, halkın belleğinde yeri olan ilerici öğeleri tahrik etmek, devrimci politikanın zorunlu koşuludur.” Keşke memlekette Şeyh Bedreddin damarı hâlâ canlı olabilseydi. Bu ayrı mevzu. Fakat biz kitleleri kazanmaktan söz ediyorsak, söyleyeceğimiz sözün geniş kitlelerde bir karşılığının olması gerektiğini savunuyorsak, bu, Marksistlerin tek tek ülkelerde yürüttüğü devrimci mücadelenin ‘ulusal’ niteliğinin farkında olmamızdan kaynaklanıyor. Ne var ki, bu sorun ciddi bir sorundur ve kolay çözümlenemez. “Halkı bölen ve birbirine düşman eden gerici milliyetçiliklere karşı, birleştiren tarihsel dayanakları bulmak” diye bir ihtiyaç tanımladıktan sonra, belli ‘ulusal’ figürler arıyorsak ve onu anti-emperyalist mücadelemizin bayrağı yapacaksak, mesela en önemli bayraklardan biri olan Deniz Gezmiş’e nasıl yaklaşacağımızı tartışarak bir çıkış bulmaya çalışabiliriz. Biz Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının verdiği militan mücadeleyi sahipleniyoruz; TKP bürokrasisinin yaratmış olduğu ağır reformizmden fiili kopuşlarını sahipleniyoruz. Ve elbette onların öne çıkaracağımız
özellikleri, Türkiye işçi sınıfının ve emekçilerin bugünkü ihtiyaçları doğrultusunda olacaktır. Öyle tasarlanacaktır. Mesela Deniz Gezmiş’in bugün artık biçim değiştirmiş olan Kemalist vurgularını değil, 6. Filo’yu denize döküp, idam sehpasında Türk ve Kürt halklarına yolladığı selamı öne çıkarıyoruz. Bu yüzden o, İttihatçılardan ve Mustafa Kemal’den farklı olarak, ‘bizim’dir… Bu örnekleri çeşitlendirebiliriz … Bolşevizmde ısrar Peki tüm bunları neden yapmak zorundayız? İşçi sınıfının bağımsız siyasetini ve işçi iktidarına olan ihtiyacın vurgulanmasını neden bu toprakların kendi dili ve figürleriyle birleştirmeliyiz? İşte burada, temel ihtiyacımızı vurgulayalım: Bu topraklarda yaşayan kitlelere liderlik edebilecek devrimci kadroların yaratılması... Evet, enternasyonalistiz; fakat biz bu topraklarda devrimcilik yapacaksak, kafamız Londra sokaklarında ya da Latin Amerika’da dolaşamaz… Bugün Türkiye’de, milliyetçilikten ve liberalizmden kafası kazana dönmüş, ne yapacağını bilemeyen, rotasını kaybetmiş, kendini ‘solcu’ hissetse bile pusulasız dolaşan, saçma kültürel akımların peşinden sürüklenen, kimliksiz… geniş bir emekçi, 8
yoksul, öğrenci, gençlik yığını var. Biz bu yığının ulaşabildiğimiz kesimlerine Marksizmi taşıyabilmeliyiz. Onlara yeni çorbalar değil, net bir sınıf siyaseti götürebilmeliyiz. Bunu onların diliyle, Marksist teoriyle aralarında köprü kurmaya çalışarak, sabırla yapmalıyız. Toplumsal gelişmelere müdahale etmek istiyorsanız, bir güç olmanız gerekir; toplumun eşitlikçi ve adil bir rotada ilerlemesi içinse, bu gücü işçi sınıfının içinde yaratmak, öncü işçileri Bolşevik tipte bir partide birleştirmek durumundayız. Bugüne kadar hiçbir toplumsal devrim, merkezi ve disiplinli bir liderlik olmadan gerçekleştirilememiştir çünkü. Evet, bizim bir Bolşevik partiye ihtiyacımız var. Bu parti, işçi sınıfı içinde mevzilenmeli, işçi iktidarını ve proletarya diktatörlüğünü savunmalı, kendini emperyalizme karşı konumlandırmalı, demokratik merkeziyetçiliği işletmeli, programını gerçekliğe uygun olarak oluşturmalı, güncel politikalara müdahale etmeye çalışarak, kitle mücadeleleri içinde gerçekten devrimci bir liderlik inşa etmeli. Ve bu parti, hem ‘ulusal’ alanda ayaklarını yere basmalı, hem de enternasyonalist olmalı. Bu görev zor bir görevdir. Fakat sömürüden ve emperyalist savaşlardan kurtuluşun kestirme bir yolu yoktur… Kestirme yol arayanların hüzünlü sonu, herkese ders olmalıdır...
GÜNCEL
Sefalete, linç mangalarına ve Uğur Kaymaz’ın katline karşı çıkmayanlar, Türkiye’de dökülen kanın hesabını soramaz!
Bombalar ve ‘ulusal kurtuluş’ 1. Ankara Ulus’ta Anafartalar İşhanı’nın önünde patlayan bomba, Türkiye’nin nasıl bir süreçten geçtiğini özetlemektedir. Bombacının ruh hali bir yana, PKK’nin askeri sorumlusu ‘Dr. Bahoz Erdal’ın yaptığı, “Kürt karşıtlığı temelinde uygulanan şiddet dozajına karşı bir tepki ve bir karşılık verme eylemidir. Bu nedenle bu eylemin temel sorumlusu; bu milliyetçiliği, bu şovenizmi geliştiren başta Baykal olmak üzere siyasi partilerdir, Genelkurmay’dır,” açıklaması, ‘karşılık verme’ eyleminin neden Ankara’nın emekçilerle dolu bir bölgesinde yapıldığına, şiddetin neden emekçilere yöneldiğine cevap vermiyordu. Bu bombalama eylemi, hiçbir gerekçeyle meşru gösterilemez, savunulamaz.
soruna salt ulusal sınırlardan bakamaz. Başka deyişle, enternasyonalizm bölgede hiçbir dönemde bu kadar yakıcı bir ihtiyaç olmamıştır. Ortadoğu’daki her devrimci hareket, kendisini öncelikle emperyalizme karşı konumlandırmak, işgal, katliam ve bölgesel kaynakların yağması karşısında net bir çizgi izlemek zorundadır.
2. Türkiye’deki Kürt hareketi tarihsel bir yol ayrımındadır. Bu ‘yol ayrımı’nın temelini de ‘ittifaklar’ meselesi oluşturmaktadır. Yoksul Kürt halkının tek gerçek müttefiki, bölgedeki emekçilerdir. Bu ittifak ihtimalinin zedelenmesi, bölgede bir milli boğazlaşma siyaseti yürüten ABD emperyalizminin, tüm Ortadoğu halkları için bir yıkım anlamına gelen işgal ve talan planını beslemekten öteye gitmez.
5. Bugün Irak’ta ABD’nin taşeronluğunu yapan hain Barzani ve Talabani liderlikleri, geçmişte Saddam’ın Kürt halkına karşı giriştiği katliamların çok daha büyüğünü Iraklı Araplara yönelik olarak yürüten emperyalistlerin suç ortağı konumundadırlar. Kürt halkını bölgedeki tüm halklara düşman etmenin vebali büyüktür. Türkiye’deki Kürt ulusal hareketi, Güney’deki bu hain liderliklerden kendini kesin sınırlarla ayırmak, bölgedeki emekçilerle kardeşlik siyasetini yükseltmek zorundadır. Bu, Kürt halkının gerçek devrimci potansiyelini açığa çıkaracak tek yoldur…
3. Ortadoğulu emekçiler ve yoksul halklar, 1 milyona yakın Iraklı’nın yaşamını kaybettiği Irak’taki işgal sonrasında, artık hiçbir
4. Bölgede emperyalizme karşı konumlanmayan bir ‘demokrasi’ ya da ‘ulusal kurtuluş’ mücadelesi vermek mümkün değildir; ABD’nin ya da Avrupa Birliği’nin ‘özgürlük’ getireceği yanılsamasına kapılanlara, çok daha ağır bir esaret altına gireceklerini hatırlatmak boynumuzun borcudur.
9
Bugün ülkede yükseltilen şovenizm ve kof milliyetçilik, büyük kentlerde yayılan linç havası, sadece ve sadece patronlarla emperyalist ağababalarının işine geliyor. Türkleri Kürtlere düşman etmek, milli boğazlaşma siyasetini beslemekten, emekçiileri birbirine kırdırmaktan öte anlam ifade etmez. Emekçi sınıflar, yoksullar bu oyuna gelmemelidir. Ve her şeyden önemlisi, Kürt halkına yönelik baskı ve katliam politikalarına ses çıkarmadan, Türkiye geneline yayılan şiddeti protesto etmek, çözümü sadece tek tarafta aramak, aslında çözümsüzlüğü beslemek demektir. Bugün faşistlerin kışkırttığı linç mangaları kentlerde Kürt gençlerine saldırırken ses çıkarmayanlar, o gençlerin kendi içlerinde biriktirdiği nefretin sorumluları olduklarını bilmelidir. Zorla göç ettirilen Kürtlerin kentlerde maruz kaldığı sefalet ve aşağılanmayı görmeden, Kürtleri günah keçisi ilan etmeye çalışanlar, böylelikle hiçbir şeyin çözülemeyeceğini anlamalıdır. Babasıyla birlikte delik deşik edilen ve ardından ‘terörist’ ilan edilen 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ın hesabını sormadan, dökülen bu kanı görmezden gelerek, bu topraklarda barışın tesisi için adım atılamaz. “Vatanı böldürtmeyiz!” naraları atıladursun, Türklerle Kürtlerin arasına bir kan gölüyle sınırlar çizilmektedir. Yükseltilen milliyetçilik, iki taraf açısından da bir çıkmazı ifade etmektedir. Bu çıkmazdan kurtuluşun yolu, emekçilerin, yoksulların el ele vererek, ülkede demokratik özgürlükleri geliştirecek, emperyalist siyasetleri parçalayacak, yeni bir kardeşlik hattı yaratmasıdır. Kendine reva görmediğini, kardeşine de reva görmeyecek, sağduyusunu yitirmemiş tüm emekçi kesimlerin, akan kanı durdurmak için ortak bir program etrafında buluşması bir zorunluluktur. Bu zorunluluk kavranmadığı ölçüde, daha pek çok emekçi ve yoksul genç yaşamını yitirecektir...
TEORİ
Enternasyonalle kurtulur insanlık! Bugün insanlığın içinde bulunduğu barbarlık ve yokoluş tehdidinden kurtulması için gereken, uluslararası bir sosyalist devrimdir. Bunun en önemli aracı ise, ENTERNASYONAL. Stalinistlerin işçi sınıfı hareketine unutturduğu enternasyonal örgütlenmeyi tekrar belleğimize kazımak gerek!..
MURAT GİZ
M
arx, Engels, Lenin, Troçki’nin tüm politik yaşamları dikkatlice incelendiğinde, hepsinde bir benzerlik göze çarpacaktır. Marx 1848 devrimlerinin yenilgisinden kısa bir süre sonra, kendisini esas olarak kapitalizmin yasalarını çözümlemeye, bu alanda teorik çalışmaya adadı. Marx’ın yoğun politik yaşama dönüşü, 1864’de Birinci Enternasyonal’in kuruluşu ile kesişir. Marx’ın kapitalizmin yasalarını çözümlemek için giriştiği teorik çabalardan fedakârlık ederek, Birinci Enternasyonal’in kuruluşuna katılışı, onun bu dönem boyunca yaptığı teorik çalışmaların bir sonucudur. Marx’ın tüm yaşamı boyunca elde ettiği teorik sonuçlar, onu işçi sınıfının kapitalist sistemi ancak dünya ölçeğinde örgütlenmiş bir Enternasyonal ile ortadan kaldırabileceği fikrine götürdü. Engels de, tıpkı Marx gibi, Birinci Enternasyonal’in kuruluşuna katılmış, Birinci Enternasyonal’in çözülüşüne tanıklık etmişti. Engels İkinci Enternasyonal kurulduğunda 70 yaşına merdiven dayamış olmasına rağmen, hayatının son yıllarına kadar, İkinci Enternasyonal’in kurulması ve dünya ölçeğinde sağlam bir örgüte dönüşebilmesi için mücadele etti. Ne var ki, 1914’te İkinci Enternasyonal partilerinin (birkaç istisna dışında) büyük çoğunluğu, kendi ulusal burjuvazilerinin savaş çabalarını destekleyerek emperyalizmin kuyruğuna takıldı. Bu, enternasyonalizm açısından da ilk zorlu sınava ve yeni bir dönemin başlangıcına işaret ediyordu. Bolşevikler, kendi ulusal burjuvazilerini destekleyen sosyal demokrat (sosyal şoven) partilere karşı mücadelenin başını çekti. Leninist enternasyonal, Stalinist ihanet Lenin, Marx ve Engels’le aynı çizginin takipçisiydi. 1917 Ekim Devrimi’nden kısa bir süre sonra patlak veren iç savaş, insanlık tarihinin ilk işçi devletini kuşatmışken, emperyalist abluka ve iktisadi çöküş sovyet toplumunun açlık içinde kıvranmasına neden olurken, Lenin ve Bolşevikler bu ateş çemberinin içinde, tüm zorluklara rağmen dünya devriminin görevlerini ikinci plana atmıyordu. Milliyetçiliğe karşı kararlı bir enternasyonalist duruş sergiliyorlardı. 1914’te Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın başlamasına paralel olarak, kendi ulusal burjuvalarının savaş tamtamlarını alkışlayan İkinci Enternasyonal partileri, emperyalizmin kuyruğuna takılarak iflas bayrağını çekti. Lenin ve Bolşevikler İkinci Enternasyonal’in bu sosyalşoven ve sınıf işbirlikçisi tutumuna karşı, dünya devrimi sürecinde işçi sınıfına önderlik edebilecek
yeni bir enternasyonalin, Üçüncü Enternasyonal’in kuruluşunu (1919) ilan ediyordu. 1924’te Lenin’in mezarı başında “Lenin’in kurduğu Enternasyonal’i ebediyen yaşatacağız” diye konuşan Stalin ise, 1943’te yeni bir dünya kongresi toplamaya bile tenezzül etmeden, Komintern’in kapısına kilit vurdu. Troçki, Stalin tarafından Sovyetler Birliği’nden sürgün edilene kadar sol muhalefet ile birlikte, sürgün edildikten sonra da Uluslar arası Sol Muhalefet’i inşa ederek Üçüncü Enternasyonal’in tekrardan dünya devrimi programı çizgisine getirilebilmesi için mücadele yürüttü. Stalin, Lenin’in 1919’da kurduğu Üçüncü Enternasyonal’in öncelikle programını değiştirmişti. Dünya devrimi programı yerine ‘tek ülkede sosyalizm’ adı verilen ve dünya devriminin çıkarlarını Sovyetler Birliği’ndeki hakim bürokrasinin çıkarlarının savunusuna indirgeyen gerici ve ütopik programı koydu. Üçüncü Enternasyonal’in diğer ulusal partileri de bu programa zorla bağlandı, direnen partiler ise tasfiye edilmekten kurtulamadı. 1928’e gelindiğinde Lenin’in kurduğu Üçüncü Enternasyonal artık dünya devriminin partisi değil, bürokrasinin dış politika oyuncağı haline gelmişti. 1933’te ise Alman Komünist Partisi Komintern politikaları doğrultusunda, faşizme karşı tek kurşun atmadan teslim oldu ve bu uluslararası devrimci işçi sınıfı hareketi açısından ikinci tarihsel ikinci zorlu sınav ve yeni bir dönemin başlangıcıydı. Stalinist bürokratik aygıt, faşizm olgusunun ortaya çıkışına hiçbir özel önem atfetmemişti. Stalinist bürokrasi, faşizme karşı işçilerin birleşik cephesini kurma ihtiyacı baş gösterdiğinde, sosyal demokrasiyi ‘sosyal-faşist’ olarak ilan etmekte, komünist işçiler ile sosyal demokrat işçiler arasında derin bir uçurumun açılmasına neden olmaktaydı. Troçki ise faşizme
10
karşı işçilerin en geniş birliğini sağlamanın gerekli olduğunu, birleşik bir işçi cephesi yaratılması gerektiğini vurguluyordu. Troçki Alman Komünist Partisi’nin, Hitler faşizmine tek kurşun atmadan iktidarı teslim etmesine ve Stalinist Komintern’in bu durumu sessizce onaylamasına karşı, 1933’te Komintern’in dünya devriminden kopmuş olduğu tespitini yaparak, 1938’te yeni bir enternasyonalin, Dördüncü Enternasyonal’in inşası için kolları sıvadı. Öte yandan, Komintern 1943’te Stalin’in talimatıyla kapatıldı. Devrimcilerin mirası Marx, Engels, Lenin ve Troçki’nin enternasyonalist örgütlenmeye verdikleri önem, Marksizmin doğuşundan bugüne kadar, Marksizmin ayrılmaz bir parçası olan proleterya enternasyonalizminin sınıf mücadelesi pratiğine uygulanmasıdır. Komünist Manifesto’da Marx ve Engels, “Bütün Ülkelerin Proleterleri, Birleşin!” derken, dünya sosyalist devriminin, kapitalizm üzerindeki kesin zaferinin, ancak dünya çapında gerçekleşecek işçi devrimleri ile başarıya ulaşabileceğini ifade ediyordu. Dünya sosyalist devrimin maddi temeli, kapitalizmin dünya ölçeğinde yarattığı maddi koşullarda yatmaktadır. Kapitalizm ortaya çıktığı ilk günden bugüne kadar geçen süre zarfında, üretici güçleri, ulaşımı, iletişimi, dünya ölçeğinde geliştirmiş, dünyayı tıpkı bir ağ gibi saran, iç içe geçmiş dev bir dünya ekonomisi yaratmıştır. Üretici güçleri dünya ölçeğinde geliştirmiş olan kapitalizme karşı sosyalizm; ulusal sınırların içine kapanarak değil, uluslararası arenada kapitalizme karşı mücadele ederek kurulabilir. Troçki’nin de vurguladığı gibi; “Sosyalist devrim ulusal sınırlar içinde tamamlanamaz. Burjuva
TEORİ toplumun bunalımının esaslı nedenlerinden biri de, bu toplumun yarattığı üretici güçlerin ulusal devletin çerçevesi dışına çıkma eğiliminde oluşunda ileri gelmektedir… Sosyalist devrim ulusal zeminde başlar, uluslararası arenada gelişir, dünya arenasında tamamlanır.” Sosyalist devrim, tek bir ülkenin sınırları içinde başlayabilir, ama sosyalizmin kapitalizme karşı nihai zaferi için ileri kapitalist ülkelerin işçilerinin enternasyonalist desteği gerekir. Bu yüzden, Kapitalizme karşı işçi sınıfının enternasyonalist bir önderliğinin, dünya sosyalist devriminin dünya partisinin inşası zorunludur. Lenin’den öğrendiğimiz iki temel dersten birincisi enternasyonalist olmayan bir sosyalizm olamayacağı, ikincisi ise işçi sınıfının enternasyonalist önderliğinin inşasının kestirme bir yolu olmadığıdır. Dünya sosyalist devrimini gerçekleştirebilmek için, devrimci önderliği kitlelerin sürekli seferberliği içinde inşa etmek, dünya proletaryasını kendi geleceğine yön vermesi noktasında ikna etmek, işçi sınıfını tüm dünyada iktidarı burjuvazinin elinden alma konusunda harekete geçirmek gerekir. Lenin ve Troçki’nin de vurguladığı gibi, işçi sınıfının öncüsünü saflarında örgütleyen devrimci partiler dünya sosyalist devrimin bir önkoşulu ise, tek tek her ülkede böyle bir devrimci partinin inşası zorunluluktur. Leninist tipte bir enternasyonalin inşası ile birlikte, her bir ülkenin devrimcilerinin mücadeleleri, diğer ülkelerin devrimcilerinin yürüttüğü mücadelelerle birleşecektir. Bugün Marksist politika açısından komünistlere düşen temel görev, uluslararası sosyalist devrimin dünya partisini inşa etmektir. Dördüncü Enternasyonal niye kuruldu? 1938’te Troçki’nin önderliğinde Dördüncü Enternasyonal’in kurulmasının dünya işçi sınıfı hareketine ne kadar büyük bir katkı olduğunu kavrayamayanların sayısı, devrimci Marksistler arasında bile bugün hâlâ hiç de az değildir. Troçkist hareketin bu kesimine göre Dördüncü Enternasyonal, kendisini dar devrimci çevrelerin ötesine taşıyamadığı için, başarısız bir girişimdir. Dün bu tespitleri yapanlar, bugün de Dördüncü Enternasyonal’in bölünmüşlüğünden hareketle, Dördüncü Enternasyonal’in dünya sosyalist devriminin geleceğinde bir önemi olmayacağını dillendiriyor. Peki, gerçekten de durum bu çevrelerin düşündükleri gibi mi? Troçki’nin ‘Hayatımın en önemli çabası’ dediği, Dördüncü Enternasyonal’in kuruluşu bir hata mıydı? Dördüncü Enternasyonal’in kuruluş süreci doğru bir tarihsel çerçeve ile ele alındığında, Troçki’nin seçimlerinin doğruluğu apaçık biçimde ortaya çıkar. Troçki’nin, Stalinist bürokrasinin, dünya devrimini bütünüyle terk edeceği öngörüsü tarih tarafından doğrulanmıştır. Sovyetler Birliği dağıldığında, neredeyse tüm SBKP liderlerinin mafya-burjuvazinin mensuplarına dönüşmesi ve halklarının sefaleti pahasına topraklarını emperyalizmin yağmasına açmaları bunun en tipik kanıtı sayılmalıdır. Troçki ve yoldaşları 1938’de Dördüncü Enternasyonal’i kurduklarında, Komintern varlığını sürdürmekteydi. Dördüncü Enternasyonal’in
kuruluşundan beş yıl sonra, 1943’te Stalin Komintern’i kapatmış, bunu izleyen yıllar boyunca resmi ‘komünist’ partiler, kendi ülkelerinin sistemiyle özdeşleşerek, milliyetçilik eğilimi içine girmiş, Çin-Sovyet kutuplaşması, Çin-Vietnam ve Vietnam-Kamboçya arasında savaşlar cereyan etmiştir. İkinci Enternasyonal partileri 1914’te kendi ulusal burjuvazilerinin savaş tamtamlarına koşulsuz destek vererek, emperyalizmin kuyruğuna takılmışlardı. Stalinist Komintern’den arta kalanlar ise emperyalistlerin savaşlarına destek vermekle yetinmedi, Çin-Vietnam ve Vietnam-Kamboçya arasındaki ‘sosyalist savaş’ların mucidi de oldu. Dördüncü Enternasyonal’in, kendisini dar devrimci çevrelerin ötesine taşıyamadığı için, başarısız bir girişim olduğunu söyleyen Troçkistler yanılmaktadır. Dördüncü Enternasyonal ‘dar devrimci çevrelerin ötesine’ taşınamadıysa, bunun nedeni büyük ölçüde Dördüncü Enternasyonal’in içinden geçtiği nesnel koşullardır. Dördüncü Enternasyonal’in boyutlarının küçüklüğünü, içinden geçtiği tarihsel dönemin nesnel imkanlarından bağımsız olarak ele almak, Dördüncü Enternasyonal’i tarihsel anlamı ile değil, aritmetik toplamına göre değerlendirmeye çabalamaktır. Birçok Troçkist çevre için başarısız bir girişim olarak anılan Dördüncü Enternasyonal, bütün diğer enternasyonallerden uzun yaşamıştır. Birinci Enternasyonal 12, İkinci Enternasyonal 25, Üçüncü Enternasyonal 24 yıl yaşadı. Dördüncü Enternasyonal bugün bölünmüş olsa da hâlâ varlığını sürdürmektedir. Birçok Troçkist çevre için hiçbir işlevi olmayan Dördüncü Enternasyonal geleneği, kuruluşundan 69 yıl sonra bile hâlâ ayaktadır! Dördüncü Enternasyonal geleneği tüm bu tarihsel dönem boyunca, arkasına bürokratikdespotik rejimlerin desteğini alan Stalinist partilerin maddi ve manevi saldırılarına karşı, enternasyonalizmin tek cisimleşmiş örneği olarak karşımızda durmaktadır. Üstelik, Stalin’in tarihsel mirasını yüklenen partiler teker teker dağılırken, düzene entegre olurken, Uluslar arası İşçi Birliği – Dördüncü Enternasyonal’de örgütlü partiler, Bolşevizmin ilkesel zemininden taviz vermeden ilerlemekte ve tüm olumsuz dünya koşullarına rağmen gelişmektedir. İhanetlere karşı Fikirler maddi dünyada ancak örgütler aracılığıyla varlıklarını sürdürür. Eğer Troçki ve yoldaşları Dördüncü Enternasyonal’i kurmamış olsaydı, Troçki birçok entelektüel tarafından değerli bulunan, fikirlerinden ‘övgüyle bahsedilen’ bir tarihsel kişilik olarak kalacaktı. Oysa Dördüncü Enternasyonal sayesinde Bolşevik gelenek bugün dünyanın her yanında takipçilerinin yolunu aydınlatmaktadır ve hiç kuşkusuz gelecek kuşaklara bir süreklilik dahilinde aktarılacaktır! Dördüncü Enternasyonal kitlesel bir işçi enternasyonali haline gelemediyse, bunun nedeni esas olarak Dördüncü Enternasyonal’in içinden geçtiği tarihi dönemin nesnel etkenleridir. İkinci emperyalist savaşından sonra oluşan dünya durumu belirleyici nesnel etkenlerin başında gelir. İkinci emperyalist paylaşım savaşından sonra kapitalist sistemin yaşadığı değişim iki açıdan ele
11
alınabilir. İlk etken, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra kapitalist sistemin uzun bir canlanma ve genişleme evresine girmesidir. Tabii unutmamak gerekir ki, bu genişleme esas olarak savaşın yıkıntıları pahasına gerçekleşmiştir. ABD emperyalizminin atağı temelinde, dünya kapitalist sistemindeki bu genişleme ve canlanma evresi, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde kapitalizmin yeni bir büyüme eğilimi içine girmesini sağlamış, özellikle bu durum ileri kapitalist ülkelerde burjuva rejimlerin işçi sınıfını reformlarla etkisiz hale getirebilme siyasetini izleyebilmesi için gereken ekonomik ve siyasi ortamı mümkün kılmıştır. Uzun bir dönem boyunca, dünya ölçeğinde işçi hareketi reform talepleriyle yetinmiştir. İkinci etken ise, Stalinist bürokrasinin egemenliğindeki SSCB’nin fiziki ve ideolojik varlığıdır. Stalinist bürokrasi tarafından karşı-devrim ile yozlaştırılarak bürokratik bir rejime dönüştürülen SSCB, uzun yıllar boyunca dünyaya ‘sosyalizm’ olarak sunulmuştur. Dünya devriminin programını değil, Stalinist bürokrasinin ulusal çıkarlarını savunan komünist partiler aracılığıyla, uluslararası işçi hareketi etkisiz hale getirilmiştir. Stalinist bürokrasinin doğrudan kontrolünde olan bu sözde ‘komünist’ partiler, ikinci dünya savaşından sonra tüm dünyada kapitalist sistemin yeniden inşası rolünü oynamıştır. Stalinist bürokrasi tarafından yaratılan bu sözde ‘komünist’ partiler, gerçek devrimci güçlerin önünde bir ‘emniyet sibobu’ görevi görmüştür. Savaş öncesinde İspanya, savaş sonrasında ise başta Yunanistan, İtalya ve Fransa olmak üzere pek çok ülkedeki devrimci gelişmeler, bizzat Moskova’nın sorumluluğu ve talimatlarıyla boğulmuştur. İkinci dünya savaşından sonra Batılı Emperyalist güçler ve SSCB arasında gerçekleşen nüfuz alanları paylaşımı sonrasında, Stalinist bürokrasi Doğu Avrupa, Kore, Vietnam gibi ülkelerde kendi bürokratik kopyalarını da yaratıp, uluslararası işçi hareketinin önemli bir bölümünü kendi nihai çöküşüne kadar kontrol altında tutmuştur. Stalinist bürokrasinin egemenliğindeki SSCB’nin bu konumu, uluslararası işçi ve komünist hareketini uzun yıllar telafisi mümkün olmayan, ideolojik, politik, programatik bir gericilik döneminin içine sürüklemiştir. Stalinist bürokrasi tarafından karşıdevrim ile yozlaştırılarak bürokratik bir rejime dönüştürülen SSCB’nin uzun yıllar boyunca dünyaya ‘sosyalizm’ olarak sunulmasının faturası, dünya işçi sınıfının sosyalist mücadeleden uzaklaşarak kapitalist sisteme entegre olmasıdır. Bürokratik rejimlerin totaliter karakteri; uluslararası işçi hareketinin gözünde sosyalizmin ‘özgürlüklere düşman’, Batılı ‘kapitalist demokrasilerin’ ise fazlasıyla ‘sempatik’ görünmesine neden olmuştur. Sosyal demokrasi ve Stalinizm Dördüncü Enternasyonal bugün, dünyanın birçok ülkesinde yavaş adımlarla da olsa büyüyor. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonrada, Dördüncü Enternasyonal hareketinin politik yaşamdaki önemi artıyor. Bürokratik rejimlerin çöküşünü takiben, burjuvazinin tüm dünyaya yaydığı ‘tarihin sonu’ demagojisinin yarattığı sis bulutu dağılıyor. Kapitalizm ilk ortaya çıkışından bugüne kadar, içinde barındırdığı eşitsizlikleri,
TEORİ sömürüyü, her geçen gün kat ve kat arttırarak ilerliyor. Burjuva ideologları ‘Sosyalizm öldü’ diye dursunlar, kapitalizmin yarattığı çelişkiler her geçen gün kendisini daha açık bir şekilde ortaya koyuyor. Kapitalizmin yarattığı bu çelişkileri çözebilecek tek alternatifin sosyalizm olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. Kapitalizmin çelişkileri bu derece artmışken, Stalinist parti ve örgütler sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına cevap veremediği gibi, mevcut sınıf mücadelesinin gelişmesini engelleyici bir pozisyon takınıyor. Birçok ülkede Stalinist kökenden gelen sosyal-demokrat ve ‘komünist’ parti ve örgütler, reformist, pasifist, sınıf işbirlikçisi politikalarıyla işçi sınıfının kapitalizme karşı devrimci öfkesini ‘hafifletici’ bir rol oynuyor. Troçki, ilk dünya savaşı sonrasında sosyal demokrasinin kapitalizm içindeki rolünü şu sözlerle ifade ediyordu: “Toplumsal reform partisi olarak sosyal demokrasi, kapitalizmin emperyalizme dönüşmesi ile birlikte ilerici görevini tamamlamıştır. Savaş sırasında Sosyal Demokrasi emperyalizmin doğrudan bir aracı olma işlevini yüklenmişti. Savaştan sonra ise, resmi olarak kapitalizmin aile doktorluğunu üzerine aldı...” Troçki’nin birinci dünya savaşı sonrasındaki konjonktürde sosyal demokrasiye biçtiği bu rolü, günümüzde Stalinist kökenden gelen birçok parti ve örgüt oynamaktadır. Bürokratik rejimler ayaktayken, bu parti ve örgütler Moskova’ya koşulsuz itaat göstermekte birbiriyle yarışıyordu; günümüzde de kendi ulusal burjuvazilerine karşı, reformist, pasifist, sınıf uzlaşmacı siyasetler uyguluyor, Troçki’nin deyimiyle ‘kapitalizmin aile doktorluğu’ rolünü üsleniyorlar. Bürokratik rejimlerin çöküşü ile birlikte birçok Stalinist / ‘resmi komünist’ partinin, sosyal demokrat partilere ve solun ‘rengârenk’ parti türlerine dönüşmesi; tıpkı birinci dünya savaşının sonunda sosyal demokrasinin emperyalizmin doğrudan bir aracı olma işlevini yüklenmesi gibi, Stalinist kökenli bu partilerin kapitalist sisteme daha da uyumlu reformist partiler haline geleceğini gösteriyor. Karanlıktan çıkılacaktır Sovyetler Birliği’nin çöküşünün her alanda yaratığı tahribat geniş kitleler arasında sınıf bilincinin zayıflamasına neden oldu. Sınıf bilincindeki zayıflamanın beraberinde getirdiği karamsar bakış açısından, dünya üzerindeki işçi ve emekçiler her gün daha hızla sıyrılıyor. İşçi ve emekçiler her geçen gün kendilerine yepyeni mücadele kanalları açarak, kendi özgüvenlerini geri kazanıyor. Sınıf mücadelesi kendisine yeni kanallar aradığı dönemlerde, karşısında kendi ihtiyaçlarına uygun önderlikleri göreve çağıracaktır. Bu tarihi görev artık dünyanın her köşesinde Dördüncü Enternasyonal geleneğinden gelen devrimci Marksistlere aittir. Bu tarihi dönemde sınıf mücadelesinin gelişme hızı yavaş ve sancılı olacaktır. Devrimci Marksist hareket her şeye rağmen zayıftır. Geçmişin geniş kitlelerini harekete geçiren Stalinist ‘resmi komünist’ partiler ile mukayese edildiğinde, Dördüncü Enternasyonal hareketi güçsüzdür. Devrimci Marksistlerin kısa bir sürede, işçi sınıfının önderliğini alması mümkün gözükmemektedir.
Devrimci Marksizm, bürokratik diktatörlüklerin çöküşünün yarattığı ideolojik, politik, kültürel, çok yönlü ve vektörel moral bozukluğu döneminde, sınıf bilincinde tarihin en uzun gerilemesinden çıkışın yaşandığı bir geçiş döneminde olduğunun bilincinde olarak mücadele etmelidir. Devrimci Marksizm, devrimci dönemlerde, seferberlik halindeki işçi ve emekçi kitlelerinin devrimci programa yaklaşmaya başladığı dönemlerde, işçi hareketi içinde güçlü bir kitle desteği kazanabilir. Devrimci Marksizm böylesi elverişli koşullarda büyür çünkü devrimci Marksizmin talepleri, işçi hareketinin en çok sömürülen kesimleri tarafından böylesi dönemlerde kavranabilir hale gelir. Devrimci Marksizm, sınıf mücadelesinin gerilediği, kitle seferberliğinin olmadığı dönemlerde, nesnel koşullarının bir zorlaması olarak marjinal bir pozisyona sürüklenecektir. Devrimci Marksizm, seferberlik halindeki işçi hareketi programıdır. İşçi hareketinin olmadığı yerde Devrimci Marksizm kökleşemez. Devrimci Marksizmin programını hayata geçirebilmesi için, mutlaka işçi ve emekçi kitlelerinin aktif seferberliği şarttır. Ve Devrimci Marksizmin programı ancak, geniş işçi ve emekçi kitlelerin aktif seferberliğinde gerçek karşılığını bulacaktır. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile birlikte dünya sosyalist hareketi üzerinde, ulusalcı-milliyetçi, ‘post-modernist’, ‘post-marksist’, ‘sol’ liberal eğilimlerin ciddi bir etki kurduğu koşullardan geçiyoruz. Devrimci Marksizmin bugünkü gücü, insanlık tarihinin ilk işçi devletinin nasıl bürokratik yozlaşmaya uğrayarak ortada kaldığını, çağının genel gelişimini doğru bir şekilde kavrayarak ortaya koymasında yatmaktadır. Devrimci Marksizm’in gücü, insanlık tarihinin ilk işçi devletinin, ilk bilimsel-eleştirel çözümlemesini başlatmasında yatmaktadır. Ve devrimci Marksizmin bugünkü örgütlü ifadesi olan Uluslar arası İşçi Birliği – Dördüncü Enternasyonal, ulusalcılığa-milliyetçiliğe karşı enternasyonalizm, bürokratizme karşı işçi demokrasisi, tek ülkede sosyalizme karşı dünya devrimi programını savunan Marksist geleneğin tarihsel deneyimlerini kendisine rehber edinen, uluslararası işçi sınıfı hareketine önderlik edebilecek tek gerçek programa sahip akımdır. Emperyalist saldırı Ekim devriminin bürokratik yozlaşmaya uğraması, kapitalizmin ikinci dünya savaşını takiben yaşadığı uzun genişleme dönemine temel teşkil etti. Ancak 1970’li yılların ortalarından itibaren yeniden bir ekonomik kriz dönemi başladı. Bu, uluslararası kapitalizmin emekçi kitleler üzerinde yeni bir saldırısını tetikledi. Neo-liberal saldırı, kapitalist dünya ile girdiği iktisadi ilişkiler nedeniyle krizi kendi içine transfer eden Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte büyük bir ivme kazandı: Dünya burjuvazisinin, ikinci dünya savaşı sonrasında işçi sınıfının elde ettiği tüm kazanımları geri almak için, neo-liberalizm / ‘küreselleşme’ programıyla, tüm dünya işçi sınıfına ve emekçilere karşı başlattığı topyekûn saldırı dalgası... Bugün neo-liberal politikalar, tüm dünyada sömürüyü ve eşitsizliği daha da artırırken, ABD
12
emperyalizmin Irak ve Afganistan’da uyguladığı açık işgal politikasının faturasını bölge halkları ödüyor. ABD emperyalizmin Ortadoğu’daki ileri karakolu Siyonist İsrail ise Filistin ve bölge halklarına hâlâ kan kusturmaya devam ediyor. ‘Sol’ liberaller Bürokratik rejimlerin çöküşü ile birlikte uluslararası sosyalist hareket her alanda olduğu gibi ideolojik alanda da büyük çaplı bir gerileme yaşadı. Kendisini sosyalist/komünist olarak tanımlayan çevrelerin birçoğu Stalinizm ile ciddi bir hesaplaşmaya gir(e)mediği için, ideolojik rotasını sol liberalizme çevirdi. Bürokratik rejimlerin çöküşü ile birlikte burjuvazi tüm dünyaya, tarihin, emperyalizmin, işçi sınıfının, sosyalizmin sonunun geldiği yönünde sistematik ve çok yünlü propagandaya girişti. Burjuvazinin tüm dünyada yaptığı bu propagandaların yarattığı moral bozukluğu ortamı, solun büyük bir bölümünü etkisi altına aldı. Burjuvazinin bu masallarına inanmak isteyen ‘solcu’lar, artık ‘alternatif kürselleşme’ adı altında, sol-liberal bir programın savunuculuğunu yapıyorlar. Sol-liberalizmin savunuculuğunu yapanların ‘alternatif kürselleşme’ciliği, dünya işçi sınıfının, ezilen ulusların, dünya kadınlarının, dünya gençlerinin enternasyonal temelde birleşerek kurduğu komünist bir dünya değil. Sol liberallerin ‘alternatif kürselleşme’ ile kastettikleri; dünya sermayesinin mali polis örgütleri olan, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası gibi kuruluşların ‘demokratikleştirilerek’, sivil toplum kuruluşlarının denetimine ‘açık’ bir hale getirilmesi, daha uyumlu ve ‘insani’ bir kapitalist ‘küreselleşme’ talebi. Özetle sol-liberaller ‘yumuşak bir küreselleşme’ talep ediyorlar dünya sermayesinden. Bu da demektir ki, sol liberaller, üretimden bağımsızlaşmış, aşırı derecede yoğunlaşmış ve çok hızlı biçimde hareket edebilen bir mali sermayenin tüm dünyada oradan oraya cirit atmasını utangaç da olsa onaylamaktadır. Üretime yatırılmayan bu sermaye akımları, dünyadaki toplam sermayeyi değersizleştirmektedir. Bu sorun sol-liberalleri hiç mi hiç ilgilendirmemektedir; onlar ülkeden ülkeye akan bu sermaye ve sıcak para akışını kontrol altına alabilmek için yeni vergi duvarları talep ediyor, o kadar. Sol liberallerin bir kısmı Afganistan’ın, Irak’ın, ABD emperyalizmi tarafından işgal edilmesine bile açıktan karşı çıkamadılar. Afganistan’ın ve Irak’ın işgali için tek kriterleri, emperyalizmin uluslararası örgütü BM’nin işgale onay vermesiydi. Bu hukuki kriter de geçerliliğini kaybetti, çünkü ABD kendi yarattığı uluslararası BM hukukunu hiçe sayarak Irak’ı işgal etmekten çekinmedi. Sol liberallerin çoğu sözde ABD emperyalizme ateş püskürttükten sonra, AB’nin ne kadar ‘demokratik’ ve ‘çağdaş’ bir birlik olduğundan bahsetmeye başlıyor; çoğu AB emperyalizmini ABD emperyalizmine tercih eder durumdadır. Sol liberaller, daha fazla demokrasi, insan hakları, sendikal haklar, sosyal haklar, kadın hakları için beklentilerini tümüyle AB emperyalizmine bağlamış durumdalar.
TEORİ ‘Küreselleşme karşıtları’ ‘Küreselleşme karşıtı’ hareketin değerlendirilmesi konusunda devrimci Marksistler kesin bir tutum almalıdır. Küreselleşme karşıtı hareketlerin, bugün dünya üzerinde kapitalizme karşı verilen mücadelede önemli bir kesim için çekim merkezi olduğu aşikârdır. Bu anlamda, bu hareketin etki alanında sayısız genç insanın, kapitalizme karşı mücadele etme isteğini göstermesi olumlu bir gelişmedir. Emperyalistkapitalist sistemin insanı ve doğayı sömürüsüne karşı, dünyanın birçok ülkesinde genç insanların, enternasyonal ölçekte eylemler düzenlemesinde hiçbir olumsuz yan yoktur. Devrimci Marksistler açısından bakıldığında ise esas sorun, küreselleşme karşıtı hareketlerin hatalı yönlerinin tespit edilerek, doğru bir ideolojik, politik, programatik çizgiye çekilmeleri için mücadele edilmesidir. Elbette, devrimci Marksistler bu hareketlere özel devrimci misyonlar yüklemeye çalışan sol kesimlere karşı da mücadele etmelidir. Çünkü bu hareketler, kısa vadede olumlu bir yan taşısa da, uzun vadede, ideolojik-politik-örgütsel yapıları itibariyle, genç insanları kapitalizme karşı reform talebinden başka sözü olmayan küçükburjuva devrimciliğine yönlendirecektir. Küreselleşme karşıtı hareketin içinde yer alan, küçük-burjuva sol bakış açısını aşamayan genç insanların devrimci potansiyelinin ne küçümsenmesi, ne de abartılması doğru bir yaklaşım değildir. Bir kısım sol çevrenin yaptığı gibi bu genç kuşaklara, işçi sınıfının devrimci misyonunu biçmeye çalışmak küçük-burjuva bakış açısının tipik bir örneğidir. Marksistliğine toz kondurmayan bazı sol çevrelerin, küreselleşme karşıtı hareketin önemli bir parçası olan genç kuşaklar üzerinden yeni bir devrimci siyaset tarzı yaratmaya çalışması da üstünden atlanmaması gereken bir gerçekliktir. Örneğin Dünya Sosyal Forumu gibi oluşumlar, kimileri için yeni bir işçi enternasyonalinin temelini oluşturacak merkezi güç olarak lanse edilmektedir. Bu kesimlerin unuttuğu, kapitalist sistemin temel çelişkileri açısından hiçbir değişime uğramadığıdır. Bugün de kapitalizmi dünya ölçeğinde ortadan kaldırabilecek güç ve yeteneğe sahip olan tek gereç, devrimci sınıf, yani işçi sınıfıdır. İşçi sınıfının enternasyonalist devrimci önderliğinin var olmadığı bu tip siyasi oluşumların ‘kader’i pek ‘hayırlı’ değildir. İşçi sınıfı hareketinin sorunlarını, Dünya Sosyal Forumu’ndan ‘işçi enternasyonali’ çıkmasını bekleyenler değil, proletaryanın devrimci misyonunu içselleştirmiş ve bu durumun gereği doğrusunda davranan sınıf güçleri çözümleyecektir. Proletaryanın devrimci misyonu terine ‘yeni toplumsal hareketler’e, gerçek bir işçi sınıfı enternasyonali yerine sınıf rengini tüketmiş ‘forum’ devrimciliğine, Marksizmin öngördüğü proletarya diktatörlüğü yerine ‘özgürlükçü sosyalizm’ modellerine kesinlikle taviz verilmemesi gerekir. Kitleler sindirilemedi Sınıf mücadelesinin gelişme hızının yavaş ve sancılı gerçekleştiği bir dönemde, her şeye rağmen kitleler boş durmuyor, bulundukları
her yerde kapitalizmin yarattığı eşitsizliklere ve sömürüye karşı mücadele ediyorlar. Son yıllarda Latin Amerika’da yaşanan gelişmeler, kitlelerin kapitalizmin yarattığı eşitsizliklere ve sömürüye karşı mücadele etmek için ne kadar istekli olduğunu gösteriyor. Latin Amerika’da kitlelerin neo-liberalizmin yarattığı eşitsizliklere ve sömürüye karşı mücadele etme isteğinin en basit göstergesi, Latin Amerika’da yükselen kitle hareketinin yarattığı basıncın bir ürünü olarak, Brezilya, Venezüella, Bolivya gibi bir dizi ülkedeki sol görünümlü iktidarların varlığıdır. Latin Amerika’da son dönemde iktidara gelen tüm bu sol görünümlü partiler ve liderler, neo-liberal politikalara karşı söylemler aracılığıyla geniş kitlelerin desteğini almayı başardı. Ve bu parti ve liderler, geniş kitlelerin somut taleplerine karşılık veremediği ölçüde iktidarı zaman içinde kaybedecektir. İktidara geldikten sonra IMF politikalarını uygulayan Lula’nın Brezilya’daki seçimlerde yitirdiği destek bunun en somut göstergesidir. Burjuvazinin neo-liberal politikalarının ve kapitalizmin dünya ölçeğinde yenilgiye uğratılabilmesi için Latin Amerika’da doğru bir kavrayışla donanmış devrimci önderliklerin inşa edilmesine ihtiyaç vardır. Önderliklerin var olmadığı bir ortamda, mevcut parti ve liderler yükselmekte olan kitle hareketini frenlemeyi ve reformist sınırlar içinde tutmayı başaracaktır. Bu durum Latin Amerika’da sınıf mücadelesinin geleceği için ciddi bir tehlike oluşturmaktadır. Sermayenin uşakları Modern kapitalizm, burjuva ulus-devlet içinde, iç ve dış sömürüye dayanarak gelişmiş sermayenin, çevreyi proleterleştirme ve yoksullaştırma sürecinde yaşanan, üretim ve bölüşüm ilişkilerini genel ifadesidir. Günümüzde kapitalizm, kaçınılmaz olarak, emperyalist-metropol sermayenin derin krizi nedeniyle de, ekonomik araçlarla çevreye yönelik sömürgeleştirme, çevresel kaynaklara ve rantlara el koyma süreci içinde sürüklenmektedir. Bu ilişkiler düzeni, çevreden aktarılan kaynaklarla merkez ekonomiler sermayesine kısa dönemli soluk alma olanağı sağlarken, çevresel ekonomilerin yoksullaşmasına yol açmaktadır. Çevreden merkeze –yani emperyalizme bağımlı ülkelerden, emperyalist metropollere- doğru gelişen ve giderek yaygınlaşarak derinleşen yoksulluk, kuşkusuz, çevrenin merkeze düşmanlığını artırmakta, bu durum çevrenin merkeze karşı dincilik, ulusçuluk, devletçilik, milliyetçilik biçiminde tepkisini beslemektedir. Başka deyişle, çağdaş kapitalizm ekonomik araçlarla çevre ülkelerin ekonomilerini çökertirken, çöküşün algılanmasını perdeleyecek bazı mekanizmaları zorunlu olarak devreye sokmaktadır. Bu mekanizmalar, dincilik, ulusçuluk, milliyetçilik ve ulusal sermaye biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Günümüzde yoksullaştırıcı politikalarını perdeleme peşinde olan kapitalizm, yoksul kitleleri bu gerici mağaralara hapsetmektedir. Aslında, kapitalizmin din, ulus, devlet, millet olgularını, şöyle veya böyle, tarihinin
13
her aşamasında kullandığı dikkate alındığında, bugünkü durumun geçmişe göre nitelik farkı değil, ‘derece’ farkı oluşturduğu da gayet kolaylıkla anlaşılabilir. Dincilik, ulusçuluk, devletçilik, milliyetçilik ve ulusal sermaye, üretim ve tüketim süreçleri arasındaki farkı irdelemeden, burjuva mülkiyet ve takdir olgularının yanlış yorumuna bağlı kalarak, kapitalizme tarihsel hizmet sunmaktadır. Dinciliğin, ulusçuluğun, devletçiliğin, milliyetçiliğin kapitalizme yaptığı bu ‘kutsal’ hizmet, toplumun en yoksul kesimlerinin dahi kapitalizmin sömürücü ve adaletsiz uygulamasına boyun eğmesine yol açmaktadır. Kapitalizme karşı çıkarken ulusalcılığa, devletçiliğe, milliyetçiliğe sığınmak veya ulusal sermaye söylemlerini öne çıkarmak, soldaki aymazlığı ve bilinç kaymasını gösterir. Ulusal sermaye ise kendine özgü ve sömürücü sermayeden ayrı bir kategori değildir. Sermaye çevre ülkeleri sömürdükçe dincilik, ulusçuluk, devletçilik, milliyetçilik alanını genişleterek, sömürücü hedeflerini perdelemeye çalışacaktır. Bu nedenle, işçi ve emekçi kitlelerinin yararına dinciliğe, ulusçuluğa, devletçiliğe, milliyetçiliğe, karşı çıkmaya yeltenen her komünist, aynı anda ulusal sermaye gibi saçma ve geçersiz bir kavramın arkasına sığınmadan, sermaye sömürüsüne enternasyonalist bir temelde karşı çıkmalıdır. Önderlik ve dünya partisi Kendini ‘sosyalist’ olarak tanımlayan kesimlerin önemli bir bölümü bu tehlikelerden farklı biçimlerde etkilenebilme potansiyeline sahip. Bu kesimler hâlâ Stalinizmin ciddi bir eleştirisini yapamadığı için, Marksizmin ideolojik bakımdan bağımsız, teorik balkımdan üstün, programatik bakımdan çağın koşullarına uyan zemini üzerinde duramıyor. Stalinizmin milliyetçiliğe de zemin sağlayan kavrayışından kopmak elzemdir. Böylesi bir görevi ancak, sınıf mücadelesi ve enternasyonalizm temelinde çağın büyük problemlerine çözümler üretebilecek, insanlığı karanlığa sürükleyen kapitalizme karşı sosyalist bir alternatifi yaratabilecek devrimci güçler sırtlayabilir. Dünyada bu yönde gelişme gösteren bütün hareketleri tek bir enternasyonalin çatısı altında birleştirmek, Devrimci Marksistlerin görevidir. Devrimci Marksistler bu tarihi görevi sekterizme, dogmatizme düşmeden, dünyada bu yönde gelişme gösteren bütün hareketler ile birlikte, ama bu hareketler bu tarihi görevi kucaklayamazsa tek başına yürütecektir. Dünya sosyalist devriminin dünya partisine giden yolda, enternasyonalizmin ve devrimci Marksizmin bayrağını hep en yukarıda tutan Uluslar arası İşçi Birliği - Dördüncü Enternasyonal belirleyici olacaktır. Troçki’nin Geçiş Programı’nda formüle ettiği görüş daha ciddi bir ağırlık kazanıyor: “İnsanlığın krizi, devrimci önderliğin krizine indirgenmiştir.” Uluslararası devrimci önderlik inşası yolunda, insanlığın kurtuluşunun kilit sorunu olmaya devam eden önderlik sorununu mutlaka çözmek için mücadeleye devam edeceğiz. Uluslar arası sosyalist devrimin dünya partisi ancak bu şekilde yaratılacaktır.
İŞÇİ SINIFI
İşçi direnişleri... İzmit Körfez Öğretmenevi’nde Grev İzmit Körfez Öğretmenevi çalışanları, DİSK/OLEYİS’te (Türkiye Otel Lokanta Eğlence Yerleri Sendikası) örgütlü olmalarına ve sendikanın yetki belgesini almasına rağmen toplu iş sözleşmesinde Öğretmenevi yöneticileri tarafından tanınmadı. Yönetimin, işçilere sendikadan istifa etmeleri karşılığında para teklif etmesi, İlçe Milli Eğitim Müdürü’nün tehditleri, beş işçinin sendikalı oldukları için işten çıkarılması ve yerlerine AKP yandaşı işçilerin alınması üzerine, işçiler grev kararı aldı. Grev 23 Mart günü uygulamaya koyuldu. Öğretmenevi yönetimi greve çıkan işçilerden boşalan yerlere stajyer öğrenciler alarak krizi atlatmaya çalışıyor ve yasaları çiğniyor. Türkiye sınıf mücadelesi tarihinin ilk öğretmenevi grevini başlatan işçilere hak alma mücadelelerinde başarı diliyor ve tüm sınıf kardeşlerini işçilerle dayanışmaya çağırıyoruz… Akkumaş Direnişi Maaşları iki aydır, mesaileri ise dört aydır ödenmediği gerekçesi ile yemek boykotu yapan ve sendikaya üye oldukları için işten çıkarılan Uşak ilindeki Akkumaş fabrikası işçileri mücadeleyi sürdürüyor. TEKSİF’e üye olan işçileri istifaya zorlayan patron, bugüne kadar 20 sendikalı işçiyi işten çıkardı. İşçiler açtıkları imza standında topladıkları imzaları Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na gönderecek. Trakya Sanayi’de Toplu Sözleşme Kocaeli ilindeki Trakya Sanayi fabrikasında 141 gün süren grev, işçilerin taleplerinin patron tarafından kabul edilmesi ve toplu sözleşmenin imzalanmasıyla DİSKe bağlı Birleşik Metal-İş sendikası tarafından sona erdirildi. Yapılan anlaşmaya göre; işveren işçi çıkartmayacak, en düşük ücret 650 YTL’ye yükseltilecek ve ikinci yıl enflasyon farkı kadar zam yapılacak. Sınıf mücadelesinin durgun seyrettiği bugünlerde; işçilerin ancak mücadele ederek kazanabileceğini gösteren Trakya Sanayi işçilerini kutluyoruz. Sağlık İşçileri Örgütleniyor Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde taşeron olarak çalışan 900 işçiden yedi yüzü, DİSK’e bağlı Dev Sağlık-İş Sendikası’nda örgütlendi. Taşeron firmanın düşük ücret, aşırı çalıştırma, aşağılama, işten çıkarmakla tehdit etme uygulamalarına karşı sendikal örgütlenme yolunu seçen işçiler
haklarını genişletmeye hazırlanıyor. İşçilerin Dev Sağlık-İş’te örgütlenmesine memur sendikası SES de destek veriyor. Alkoç İşçileri Sendikasızlaştırmaya Direniyor İstanbul Tuzla Organize Deri Sitesi’ndeki Alkoç Deri Fabrikasında çalışan işçilerden on beşi sendikaya üye olduklarının ertesi günü işten çıkarıldılar. Patronun sendika üyeliğinden istifa etmeleri karşılığında işe geri almayı teklif ettiği işçilerden on biri öneriyi kabul ederek işe döndü. Patronun ahlaksız teklifini kabul etmeyen dört işçi fabrika önünde direnişe geçti. İşe dönüş davası için mahkemeye başvuran işçiler, sitedeki diğer fabrikaların işçileri tarafından yalnız bırakılmıyor. Direnen Alkoç işçilerini selamlıyoruz… Danone İşçileri Mücadeleyi Sürdürüyor 2003 yılında sendikaya üye oldukları için işten çıkarılan Danone işçileri, açtıkları işe dönüş davasını kazanmalarına rağmen patron işbaşı yapmalarına izin vermiyor. Tek Gıda-İş Sendikası yöneticileri ve işe geri alınmayan on üç işçi Danone’nin Beykoz Rüzgarlıbahçe’deki müdürlük binası önünde nöbet tutuyor. Şişecam Bulgaristan’da grev Şişecam’a ait olan ve Bulgaristan faaliyet gösteren Trakya Cam fabrikasında, iki haftadır grev var. Trakya Cam’ın Bulgaristan’da belirlenen asgari ücrete uymaması üzerine ICEM üyesi bir sendika olan Ulusal Kimya İşçileri Federasyonu – CL Podkrepa üyesi yüzlerce cam işçisi 19 Mayıs’ta greve gitti. Sendikanın ülkede belirlenmiş asgari ücretin uygulanması yönündeki taleplerinin ardından Şişecam Bulgaristan’a yapacağı 221.6 milyon Euro’luk yeni yatırımı askıya aldı. 14
Hazırlayan: H. LEVENT
Hatta Trakya Cam’ın yöneticisi olan Gülsüm Azeri Bulgaristan Çalışma mevzuatında kendi istedikleri değişiklikleri yapıncaya kadar yatırımları askıya aldıklarını açıkça söylemekten de çekinmiyor. Kıraç Belediyesi’nde taşeron işçiler iş bıraktı Kıraç Belediyesi’nin temizlik işlerini yapan Albayraklar’a bağlı AL-SAN AŞ, işçilerinin üç aydır ücretlerinin ödenmemesi sonucu işçiler iş bıraktı. AKP’li Kıraç Belediyesi’nin temizlik işlerini yapan Albayraklar’a bağlı AL-SAN AŞ, üç aydır işçilerin ücretlerini ödemiyor. Daha önce verilen sözlerin de tutulmaması üzerine işçiler dün iş bıraktı. Ücretleri ödenene kadar eylemi sürdüreceklerini bildiren işçiler, vaat edilen zammın da verilmesini istiyor. Diktaş’ta direniş Kartal Cevizli’de bulunan Diktaş Dikiş İplik Sanayi’nde çalışan 300 işçi, ücretlerinin artırılması ve çalışma koşullarının düzeltilmesi talebiyle sabah saatlerinde fabrika önünde toplandı. İşçiler taleplerine sahip çıkmayan sendikacılara tepki gösterdi, dağılmalarını isteyen işyeri temsilcisini kovdu. Geçen yıl Mart ayından bu yana ücretlerine zam alamayan tekstil işçileri isyan etti. Sabah saatlerinde TEKSİF Genel Başkanı’nın patron ile görüşmeye geleceğini haber alan işçiler fabrika önünde toplanmaya başladı. Fabrika önünde toplanan işçilerin bir bölümü sendikalı, diğerleri ise isteklerine rağmen sendika yöneticileri tarafından üyelik işlemleri yapılmayan işçiler idi. Sendika başkanının ayrılmasından sonra bugünlük eylemlerine ara veren işçiler, sorunlarının çözülmediği takdirde sendika şubesini basarak yöneticilerin hepsini alaşağı etmek dahil, ellerinden gelen herşeyi yapacaklarını ifade etti.
ENTERNASYONAL
Ekvador’da da ‘sol’ iktidar mı?
Latin Amerika’nın ‘kaynayan’ ülkelerinden Ekvador’da da, Rafael Correa liderliğinde ‘sol’ görünümlü bir hükümet iktidara geldi. Buna ‘sol gösterip sağ vuran’ bir hükümet demek daha doğru olur. Uluslararası İşçi Birliği- Dördüncü Enternasyonal’in Ekvador partisi MAS’ın, yeni iktidarla ilgili bildirisini yayımlıyoruz...
E
kvador’da Correa’nın seçilmesi diğer Latin Amerika süreçlerine benzer biçimde, büyük bir hoşnutsuzluk ve değişim isteğinin sonucu olarak ortaya çıktı. Ayrıca, kitleleri kapitalizmden kopmasına önderlik edecek, ülkenin günlük sorunları olan açlığa, işsizliğe, adaletsizliğe son verecek sol bir seçeneğin olmadığını gösterdi. Ekvador son yıllarda sürekli mücadeleler yaşadı. Değişim olması yönündeki güçlü istek kitleleri Mahuad ve Gutierrez gibi emperyalizm yanlısı ve burjuva başkanlarla amansız bir mücadeleye sürükledi. Bu mücadeleler ülkenin bağımsızlığı konusunda zaferler elde etti. Oxy’nin bozguna uğratılması ve FTA’nın imzalanmaması buna örnek gösterilebilir. Bu durum, içlerinde Rafeal Correa ulusalcı bir mesajla ve ülkede değişim yaratacak bir görüntüyle ortaya çıktı. Biz bu hükümeti, yeniden sömürgeleştime sürecinde ulusalcı burjuva bir hükümet olarak niteliyoruz. Başka ülkeler için de uygun olabilecek taleplerle çıksa da gerçek amacının sosyal mücadeleler sürecini pasifleştirmek olduğunu biliyoruz. Burjuva ulusalcı hükümetler milliyetçi hareketlerde köklerini bulur ve emperyalistlerle dirsek temasındadırlar. Bu tür hükümetlere en iyi iki örnek Arjantin Juan Peron hükümeti ve Meksika’daki Lazaro Cardenas hükümetidir.1938’de Cardenas petrolü kamulaştırdı ve ulusallaştırdı. Peronizm endüstrinin önemli dallarını kamulaştırdı. Fakat kapitalizmin sınırlarını aşamadıkları için emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin ekonomik temellerine dokunamadılar ve gelişip egemenliği tekrar ellerine almalarına engel olamadılar. Yeniden sömürgeleştime sürecinde ortaya çıkan Correz ve Chavez gibi ulusalcı burjuva hükümetlerin Peron ve Cardenas hükümetlerinden farkları, ikincilerin II. Dünya Savaşı sonrası ekonomik büyüme döneminde ortaya çıkmış olmalarıdır. Ekonomik büyüme, ezilen kitlelere imtiyaz vermelerini olanaklı kılmıştı. Neo-liberal ekonomik planları yaşama geçiren emperyalizm geçmişteki olanağı bugün vermiyor. Emekçilerin yaşama koşullarının düzelmesi, kapitalizmden radikal bir kopuş olmadan olanaklı değil. Bu açıdan bakıldığında Correa hükümetinin hafifletici tedbirleri en yoksul kesimlerin yaşam koşullarında ufak bir değişiklik yapsa da işsizlik, sosyal adaletsizlik gibi ciddi sorunları çözecek gibi değil. Daha da ötesinde bu tür sakinleştirici ilaçlar radikal kitlelerin kontrol altına alınması için yapılıyor; demokratik bir maske takan burjuva hükümetin kurallarına uymaları sağlanıyor. Rafeal Correa ve hareketi Alianza Pais (Vatan İttifakı), devrimin olanaklı olmadığını düşünen
bir entelektüeller grubu. Fakirlere yardım edenleri desteklemeyi daha olası buluyorlar ve refah dağıtacak bir kapitalizm için çabalıyorlar. Bu, sosyal çalkantı dönemlerinde ortaya çıkan, büyük sosyal patlamaları engellemeye çalışan sakinleştirici bir politikadır. Burjuvazi ve emperyalizmden kopmadan, devrime yönelmeden, kapitalizmin yarattığı büyük sorunların aşılabileceği üzerine kitleleri ikna etmeye çalışan reformist hükümetler ya da başka deyişle ulusalcı hükümetler tarafından uygulanır. Rafeal Correa yönetiminin yönelimi Rafeal Correa’ya göre Alianza Pais entelektüellerden oluşan bir yapı ve sosyal kutuplaşmayı engellemeye çalışıyor. Temsili
demokrasiyi savunmak için Ekvador halkının oylarını “kötü neo liberalizme” karşı verdiğini söylüyor ve işadamlarını desteklemek gerektiğini ifade ediyor. Bu türde bir çıkarım, Alianza Pais’in programı “herkes için olanak yaratan ulusal bir uzlaşma” öneriyor. Yerli halklara garanti veriyor. “Irkçılığı, adaletsizliği toplumdan uzaklaştırmayı” öneriyor. Alianza Pais, ortaya attığı programı “uygulanabilir, dönüştürülebilir, ilerici, radikal değişim arayan, ulusal gelir ve refah arayışında” olarak tanımlıyor. Alianza Pais’in genel söylemi Ekvador halkının çoğunun dileklerini ifade ediyor. Politik değişim istiyorlar ve Ekvador’un yeniden kuruluşunda yer almak istiyorlar. Fakat iş somut konulara geldiğinde başkanın ve politik eğiliminin sınırlarını da idrak ediyoruz. Rafeal Correa yönetiminin sınırları Yönetimin programı halkı, ihtiyacıı olan çözümleri ve önerileri inşa etmeye davet ediyor. Uluslar arası İşçi Birliği – Dördüncü Enternasyonal’in Ekvador partisi MAS (Sosyalizme Doğru Hareket) ise işçileri, köylüleri ve ülkenin
15
yoksullarını sınırlarımızı korumak için mücadeleye ve hükümetten radikal değişimler talep etmeye çağırıyor. Dış borcun ödenmemesi konusunda hükümet bir şey söylemiyor; sadece, “Ulusal öncelikleri etkilemediği sürece dış borçlar ödenecek” diyor. Fakat biliyoruz ki dış borçları ödediğimiz sürece devletin iş alanı yaratacak barınma, yol, kanal, rafineri yatırımları yapmasına imkan yok. Bu nedenle DIŞ BORÇLAR ÖDENMESİN talebini yükseltiyoruz. İşçiler söz konusu olduğunda sadece umut vadeden bir ücret politikası öneriyorlar; fakat taşeron işçilerinin sömürüsünden bahsetmiyorlar. TAŞERONLAŞTIRMAYA SON. Toprakların dağıtımı konusunda toprak sahipliğine dayanan bir reformdan bahsediyorlar; köylüler için toprak garantisi olacak radikal bir değişimden bahsetmiyorlar. Savunduğumuz talep: KÖYLÜLERİN DENETİMİNDE RADİKAL BİR TOPRAK REFORMU. Ulusal enerji politikası ve doğal kaynaklardan bahsettiklerinde Petroecuador’un (Ekvador ulusal petrol şirketi) korunmasından ve devletin vergi gelirlerinden bahsediyorlar; ülkenin ağırlığı olan bu noktada bile radikal bir değişimden söz etmiyorlar. Talebimiz ve önerimiz ÇOKULUSLU ŞİRKETLERE TAZMİNAT VERİLMEDEN PETROLÜN KAMULAŞTIRILMASIDIR. Bu taleplerle birlikte, gerçek bir değişim için parasız eğitim, madenlerden çokuluslu şirketlerin defedilmesi, yaygın ve parasız sağlık önceliklerimizdir. Mücadeleyi ve bağımsız örgütlenmeyi sürdürelim! MAS Ekvadorlu işçileri, köylüleri ve ezilen kitleleri bu iktidara güvenmemeye çağırıyor. Bizim, mücadele eden kitlelerin yürüttüğümüz pek çok kavgadan ve kitle seferberliğinden sonra, inanıyoruz ki bağımsız bir örgütlenme ve mücadele zorunludur. Bu iktidarın hizmetine girmek için çabalayan sol örgütler, halkı iktidara güvenmeye çağırıyor. Bunlar hata yapıyor. Biz radikal değişimlere ulaşabilmek için tek çıkar yolun, taleplerimiz için örgütlenmek ve mücadele etmek olduğunu savunuyoruz. Kapitalist-emperyalist sistemin köklerine vurmadıkça, bir sosyalist işçi devrimi yolunda ilerlemedikçe, yaşam koşullarımızın düzeltilmesinin imkansız olduğunu söylüyoruz. Burjuvazinin ve emperyalizmin çıkarlarına vurmadıkça, zenginliğimizin yağmalanmasına son vermedikçe, ne Ekvador’daki, ne de dünyanın geri kalanındaki sömürülen yığınların kurtuluş umudu yoktur!
ENTERNASYONAL
Nahuel Moreno yaşıyor!..
Uluslararası İşçi Birliği - Dördüncü Enternasyonal’in kurucusu Nahuel Moreno, Latin Amerika’da bir dizi etkinlikle anılmaya devam ediyor. Arjantin sokakları Nahuel Moreno’yu selamlayan yazılamalarla doldurulurken (yukarıda), Brezilya’da binlerce devrimcinnin katıldığı büyük bir anma toplantısı
düzenlendi. UİB-DE liderlerinin ve farklı ülkelerden devrimci parti temsilcilerinin katıldığı anma etkinliğinde, Dverimci İşçi’nin de bayrağı yer aldı. 20 yıl önce yitirdiğimiz Yoldaş Moreno, yaşamı boyunca Arjantin’de ve dünyanın pek çok ülkesinde devrimci bir işçi sınıfı partisini, Dördüncü
16
Enternasyonal’i inşa etmek için mücadele verdi. Öldüğünde, arkasında onlarca ülkede örgütlü bir dünya partisi bıraktı. O, insan yaşamını anlamlandıran en önemli etkinliği, proletarya ihtilali ve komünizm yolunda işçi sınıfını örgütleme işini son nefesine kadar sürdürdü. Özlemle anıyoruz...