Sayı 2, Mart 2005
Hortumcuya yasal garanti Yeni TCK, namussuza namussuz diyene hapis cezası getiriyor
Sayfa 2...
SEKA direnişi sendika kurbanı Sarı sendikacılar SEKA işçilerinin direnişini sattı...
İşte demokrasi! 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü için düzenlenen etkinliklere polis vahşice saldırdı. Bu alışılmadık bir durum değil elbette. Emekçiler ne zaman alanlara çıksa, ne zaman hakkını arasa karşısında patron devletinin kolluk kuvvetlerini buluyor. Polisinden yargısına kadar tüm devlet kurumları emekçilerin aleyhine çalışıyor. Devlet patronların güvenliğini sağlıyor. Ancak bu kez şaşırtıcı bir durum yaşandı. Büyük medyanın neredeyse tamamı, ‘Aman Avrupa ne der!’ telaşındaydı. Evet, bugüne dek en vahşi devlet terörüne ses etmeyen, baskıları ve işkenceleri meşrulaştırmak için birbiriyle yarışan patron medyası, şu sıralar ‘demokrasicilik’ oynamaya başladı. Polis teşkilatı da buna şaştı kaldı... Biraz düşünüldüğünde, şaşıracak bir şey olmadığını görürüz; büyük medya gruplarının derdi, bu memleketteki ezilenlerin, yoksulların çıkarını savunmak olamaz. Onlar Avrupa Birliği süreci çerçevesinde tanımladıkları çıkarlarının zedelenmesine karşıdır. Onların demokrasiden anladığı budur. Öte yandan, fevkalade ‘demokratik’ tepkiler veren Avrupa Birliği’ne ne demeli? Kendi ülkelerindeki göçmenlere yönelik ırkçı yasalar çıkaran, dünyanın türlü bölgelerinde askeri operasyonlara girişen, işkence ve katliamlarla dünya halklarını baskı altına alan, dahası
sistematik olarak kendi ülkelerindeki işçilerin sosyal haklarına saldıran Avrupa ülkeleri, aslına bakarsanız insan hakları konusunda en son söz söylemesi gereken ülkelerdir. Bugün dünya nüfusunun büyük çoğunluğu açlık ve sefalet koşullarında yaşıyorsa, savaş ve içsavaşların acılarına maruz kalıyorsa, bunun sebebi emperyalist Avrupa’nın, müttefiki ABD ile birlikte dünya üzerinde sürdürdüğü yağma düzenidir. Demokrasi kuş mudur? Aslında, bir yandan da ‘demokrasi’ hep abartılıyor; büyük anlamlar yükleniyor. Sınıf karakteri olmayan bir ‘demokrasi’den söz edilemez; demokrasi bir sınıf egemenliğidir. Burjuva demokrasisinde emekçiler için sonsuz özgürlükler beklemek olsa olsa saflık olur. Burjuva demokrasisinin resmi, yukarıdaki resimdir. Burjuvaziden ya da Avrupa Birliği’nden fazlasını beklemek saflık olur... İşçi sınıfı da kendi demokrasisini inşa etmek zorundadır. Bu, işçi sınıfı iktidarı için mücadeleyi gerektirir. İşçi iktidarı, devrimci işçi sınıfına en geniş özgürlük sağlarken, burjuvaziyi ve karşıdevrimcileri baskı altına alacaktır. Eşitlikçi, adil ve sınıfsız bir dünyaya ulaşmanın koşulları ancak böyle yaratılabilir.
Sayfa 3
Devrimci İşçi Partisi
Türkiye’de ve Ortadoğu’da devrimci önderlik inşası...
Sayfa 5
Irak’ta direniş devam ediyor
Uluslararası Posta Irak’taki durumu değerlendiriyor...
Sayfa 9
Almanya’da faşist tehdit Marksist İnsiyatif faşizme karşı direnişi örgütlüyor...
Sayfa 12
Yeni TCK hortumcuyu kolluyor
16 Mart katliamı 27 yıldır ‘faili meçhul’ 16 Mart 1978’de Beyazıt meydanında bir bomba patladı; patlayan bu bombanın sonucunda yedi öğrenci öldü. Basit bir bomba değildi bu; yükselmekte olan kitle hareketine yönelen saldırıların habercilerinden, ABD tarafından yönlendirilen ‘kontrgerilla’nın ilk kitle katliamlarından biriydi 16 Mart. Gençliğe ve tüm yoksul halka gözdağıydı. Katliamın ertesi günü 50 bin kişinin katıldığı bir eylem gerçekleştirildi. Üç gün sonra da DİSK’in çağrısıyla ‘Faşizme ihtar’ eylemleri yapıldı. Aradan tam 27 yıl geçti. Hatice Özen, Ahmet Turan Ören, Cemil Sönmez, Murat Kurt, Abdullah Şimşek, Hamit Akıl, ve Baki Ekiz’in katilleri hala bulunamadı; belki de gerçekler Pentagon’un ve kontrgerillanın arşivlerinde gizli demek gerekiyor. Türkiye’de buna benzer binlerce ‘faili meçhul’ saldırı, binlerce ‘faili meçhul’ cinayet var. Devlet bu failleri ortaya çıkarmak için hiçbir çaba sarfetmedi, çaba sarfedenlerin bir kısmı ise yeni ‘faili meçhul’ cinayetlere kurban gitti. Devlet failleri ortaya çıkarmadı, çünkü kurumsallaşan ‘faili meçhul’ler bizzat devlet işleyişinin bir parçasıydı. Bu topraklardaki sömürü ve zulüm, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin hizmetindeki bir kontrgerilla örgütlenmesi tarafından güvence altına alınmıştır. Muhalif kitle hareketini hedef alan, provokasyonlar tertip eden ve gerektiğinde askeri darbelere zemin hazırlayan bir mekanizmadır bahis konusu olan. İşte Türkiye bu geçmişiyle yüzleşmelidir. İşçi sınıfı hareketi, provokasyon ve cinayetleri deşifre etmediği sürece, yenileriyle yüz yüze kalacaktır. Her grev, her direniş, her kitle gösterisi, kontrgerillanın hedefi olacaktır. 27 yıllık sır perdesinin ardında kontrgerilla, ABD emperyalizmi ve onun yerli işbirlikçileri vardır. Onlar, her şeyden önce işçi sınıfının düşmanıdır...
Yeni Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 1 Nisan’da yürürlüğe girmesiyle birlikte halkın haber alma özgürlüğü büyük darbe yiyecek. Herhangi biri hakkında açılan dava kesinleşmeden hakkında haber yapmak neredeyse imkansız hale geliyor. Bu yasadan en çok hortumcular, rüşvetçiler, işbirlikçiler ve sömürücü patronlar faydalanacak. Haklarında yazılacak her şey ‘kişilik haklarını ihlal’ olarak değerlendirilecek. Haklarında çıkan yazılar sonucunda bu soysuzlar “Kişilik haklarım ihlal edildi, fotoğrafım yayınlandı, hakkımda yazı yazıldı” diye dava açabilecek. Soysuz hortumcunun o soysuz ‘kişilik hakkı’ korunurken, onu teşhir edenler cezaevine gönderilecek. TCK’da hapis cezası öngörülen eylemlerin çoğu Basın Kanunu ve Radyo Televizyon Kanunu’nda da yer alıyor ve bu eylemler için çok yüksek para cezaları öngörülüyor. Yani hem TCK hem de Basın Kanunu tarafından çifte ceza uygulanacak.Yeni TCK halkın haber alma özgürlüğünü bütünüyle kısıtlıyor; bu yasa emekçilere karşı, sömürücüleri, asalakları, üçkağıtçıları koruyor. Yeni TCK en çok da devrimci basını hedef tahtası yapıyor. Emekçilerin elindeki en önemli silahlardan biri olan devrimci dergilerin hapis ve para cezalarıyla önü kesilmek isteniyor. Aslında emekçinin, emeğin sesini kısmak istiyorlar. Bu nedenle tüm emekçiler yeni TCK’ya karşı koymalıdır Hortumcunun, rüşvetçinin, işbirlikçinin ve asalakların ‘kişilik hakkı’ olamaz! Emekçilerin sesini tamamen kısmak isteyen yeni TCK çöpe!
Fethullah’a cila, gerçeklere sansür! Patron basınındaki pek çok gazete günlerce Fethullah Gülen hakkında yağcılık yapan yazı dizileri yayımladı. Devlet içinde güçlü bir örgütlenme kuran bu Amerikan beslemesi şeriatçı hakkındaki gerçeklerin açığa çıkarılmasına ise tahammül edemiyorlar. Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet gazetesi, Fethullah’ın sağ kolu olarak bilinen Nurettin Veren’in çarpıcı açıklamalarına yer veren bir yazı dizisi başlattı. Yazı dizisi hemen yasaklandı. Çünkü Nurettin Veren, Amerikancı Fethullah’ın gerçek yüzünü teşhir ediyor, şeriatçı örgütlenmenin sırlarını deşifre ediyordu. Türkiye’nin en önemli emperyalist işbirlikçisi örgütlenmelerinden birinin başında bulunan ve bizzat ABD’de yaşayan Fethullah Gülen, tarikatını tamamen emperyalizmin Ortadoğu politikaları doğrultusunda yönlendiriyor. Nurettin Veren, tüm bu gerçekleri ifşa ediyor, polis, yargı, hatta şeriatçılara karşı belli bir hassasiyet taşıyan ordu içinde tarikatın nasıl örgütlendiğini açıklıyordu. Bu sırların açıklanmasını istemeyenler, Fethullah’ı ve ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarını korumak için çabalayan işbirlikçilerdir. Emekçiler ve yoksul halk, Fethullah Gülen’den de, onun işbirlikçi tarikatından da, bu tarikatı koruyanlardan da hesap soracaktır!
ÇGD’den açıklama: KAMUOYUNUN HABER ALMA HAKKI ÇİĞNENİYOR! BASINA VE KAMUOYUNA Üsküdar 5. Asliye Hukuk Mahkemesi 3 Mart tarihinde aldığı kararla Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanmakta olan “Fethullah Gülen’in 40 Yıllık Arkadaşı Nurettin Veren Anlatıyor” başlıklı yazı dizisi hakkında “tedbir” kararı alarak yayını durdurmuştur. Mahkeme’nin “Fethullah Gülen’in kişilik haklarının ihlal edildiği” gerekçesiyle aldığı bu karar açık bir sansürdür. Nurettin Veren’in açıklamalarının daha önce yargı kararı olmadan, çeşitli girişimlerle engellendiği bilgimiz dahilindedir. Hukuk, haklar ve özgürlükler arasında bir denge kurduğu sürece işlevini yerine getirir. Kamuoyunun haber alma hakkını hiçe sayarak alınan bu karar basın özgürlüğüne indirilen ağır bir darbedir. Sayın Yargıçlar bu kararlarıyla Gülen Cemaati’nin farklılığa ve eleştiriye tahammül edemeyen tutumuna destek vermekte, açık seçik biçimde “Kamuoyunun haber alma hakkını” engellemekte, ifade özgürlüğünü geri dönülmez biçimde zedelemektedir. Yeni Türk Ceza Yasası’nın yürürlüğe gireceği günlerde mahkemelerin takdir haklarını özgürlüklere karşı kullanmaları kaygı verici bir gelişmedir. Çağdaş Gazeteciler Derneği İstanbul Şubesi özgürlüklere karşı “mahkeme korumasında” geliştirilen ve Anayasaya açık bir aykırılık içeren bu kararı ve sansürü “şiddetle” kınar. Basının eleştiri ve sorgu işlevini hiçe sayan bu tutuma karşı her platformda cephe alacağını kamuoyuna duyurur.
Çağdaş Gazeteciler Derneği İstanbul Şubesi
2
Ve sarılar SEKA’yı sattı!
Uzun süre kararlı bir biçimde direnen SEKA işçisi, hükümetle işbirliğine giden sarı sendikacıların kurbanı oldu. İzmit Büyükşehir Belediyesi’ne devredilen SEKA’da üretimin sürmesi ancak yeni bir direnişe bağlı. Bu direniş ise, sadece SEKA işçilerinin değil, bir bütün olarak işçi sınıfının eseri olabilir. İzmit SEKA fabrikası işçilerinin kahramanca direnişi Türk-İş ve ona bağlı Selüloz-İş bürokratları tarafından satıldı. Sarı sendikacılar, tıpkı daha önce Paşabahçe direnişinde olduğu gibi pembe demogojileriyle ‘zafer kazanılmış’ gibi davranarak, icat ettikleri hokus-pokus oylamasıyla direnişi bitirdi. Bulunan çözüm, SEKA çalışanlarına İzmit Büyükşehir Belediyesi’nde işçi olarak kadro verilmesiydi. Bu sözde ‘çözüm’ işçiler açısından hiçbir güvence sağlamadığı gibi, SEKA işçisinin yarattığı mücadele sürecini ve tüm ülkeye yayılan sınıf dayanışması havasını tersine çevirdi. SEKA’daki sınıf kardeşlerinin sesine cevap veren tüm emekçilerde bir moral bozukluğuna yol açtı. Yaratılan ‘zafer’ havası tam bir ikiyüzlülüktür. İşçilerin iş güvencesi belediyenin insafına terk edilmiştir; hiç kuşkusuz, belli bir süreç sonunda SEKA işçilerinin pek çoğu belediye kadrosundan da çıkarılacaktır. İzmit Büyükşehir Belediyesi’nin SEKA fabrikasında üretimi sürdürmek gibi en ufak bir niyet taşımadığı ortadadır. Dolayısıyla, İzmit’te darbe yiyen sadece işçiler değildir; ülke açısından stratejik önem taşıyan, emperyalizme teslimiyete karşı önemli iktisadi kalelerden biri konumundaki kağıt
sektörü de öldürülmektedir. Türkiye kağıt pazarının büyümesi kaçınılmazdır; ancak üretim bitirilmekte, ülke ithal kağıda bağımlı hale getirilmektedir. Bu sektörde yabancı tekeller söz sahibi olmaktadır. 2015 yılına ilişkin tahminler, Türkiye’de yıllık kağıt tüketiminin yaklaşık yüzde 210 düzeyinde bir artışla 9 milyon tona ulaşacağını ortaya koymaktadır. Bu veriler, SEKA’nın devreden çıkmasıyla birlikte yabancı tekellerin iç pazar paylarının ulaşacağı boyutu da göstermektedir. Devlet SEKA’da bilinçli bir ‘zarar ettirme’ politikası izlemiş, 630 bin ton olan üretim kapasitesi olan fabrikanın üretimi önce 500 bin, ardından 200 bin, son olarak da 90 bin tona düşürülmüştür. 80’lerin ikinci yarısından bu yana fabrikaya yatırım yapılmayarak üretim ve kapasite kullanım oranları geriletilmiştir. Son 23 aydır işletmeye hammadde bile verilmemektedir. Tüm bu gerçeklere rağmen, emperyalizmin hizmetindeki AKP hükümeti, SEKA’nın bir ülke ekonomisi üzerinde ‘yük’ olduğu demogojisine yaslanmaktadır. Oysa rakamlar bunun tersini söylemektedir: İşletmeyi parçalayıp yok etmenin maliyeti 40 milyon dolar. Arsayı yeşil alana çevirmek aşağı yukarı 20 milyon dolara çıkar. Oysa
3
5 milyon dolarlık bir yatırımla, SEKA İzmit Fabrikası karlı ve verimli bir hale getirebilir. Bugün gelinen noktada, işbirlikçi AKP hükümeti, sarı sendikacıların yardımıyla SEKA’daki direnişi içeriden kırmayı becermiştir. SEKA’ya yönelik saldırı münferit bir olay değildir; bu, Tekel, Telekom, Petkim, Tüpraş ve limanlara yönelen topyekun saldırının bir parçasıdır. İşçi sınıfı SEKA direnişinden ders çıkaracaksa, en önemli ders sarı sendikacıların hain yüzünü iyi tanımak olmalıdır. Öte yandan, işbirlikçi hükümetin işçi sınıfına yönelik neo-liberal saldırılarının genelleşmiş karakteri göz önüne alındığında, buna karşı genelleşmiş bir direniş örgütleme gereği de bir kez daha ortaya çıkar. IMF’siyle, Dünya Bankası’yla, işbirlikçi AKP hükümeti ve onun arkasındaki patron örgütleriyle tüm bir sermaye cephesine karşı, emeğimizi, işimizi, geleceğimizi savunmak için işçilerin birleşik cephesini yaratmak zorunludur. Kimse kimseyi kandırmasın! SEKA‘da ‘mutlu son‘ yok! ‘Mutlu son‘ işçilerin birleşik sınıf mücadelesiyle gelecek!
Bundan uzun süre önce Enternasyonal Bülten’de ‘KESK! Ayağa kalk!’ başlıklı bir metin kaleme almıştık. Şimdi görülüyor ki, KESK o sırada sadece tökezlemek üzereymiş. Bugün gelinen aşamada, artık etkinlik pazarlıklarının yapıldığı, hükümetle görüşmelere endekslenmiş, canlılığını yitirmiş bir KESK var önümüzde. Hiçbir üyesine umut vadetmiyor. Günü kurtarmaya, Türk-İş gibi sendikaların yancısı olarak mevcudiyet bulmaya çalışıyor. KESK bu değildir. KESK, panzerlere karşı duruşun adıdır. Ankara Kızılay Meydanı’nı fethetmiş bir emek hareketinin adıdır. KESK bu fetih hareketini sürdürmediği sürece, sönümlenecek ve bir tabela örgütüne dönüşecektir. Oysa bugün işçi sınıfına, özel olarak da kamu emekçilerine yönelik sistemli bir saldırı yaşanmaktadır. Bu neo-liberal saldırının bir parçası olan ve kamu emekçilerinin iş güvencesini ortadan kaldırmayı hedefleyen Kamu Personeli Yasası’na karşı ciddi bir mücadele başlatmak gerekmektedir.Bu mücadele bürokratların masa başından yürüteceği bir mücadele değildir. Meydanları fethetme iradesi yeniden canlanmadığı sürece, sarı sendikaların da etkisiyle, mücadele başlamadan bitecektir. Peki o halde ne yapmalı? Mücadeleci sınıf sendikası! Hükümetle yürütülen görüşmelere yaslanarak ilerleyen hakim KESK
liderliğinin aksine, yüzbinlerce kamu emekçisine yaslanılmalıdır. KESK tabanında ciddi bir seferberlik başlatılmalıdır; daha düne kadar Kızılay Meydanı’nda panzere kararlı bir biçimde karşı koyan, fakat gelinen noktada sendika binalarından ayağını kesen mücadeleci unsurlar sendikalarına ve mücadelelerine yeniden sahip çıkmalıdır. Bunun aracı, işyeri meclislerinin oluşturulması, her an geriye alınabilecek temsilciler aracılığıyla tartışmaların ve eylemlerin merkezileştirilmesidir. Böylelikle yönetimlerde kimin ne kadar pay sahibi olacağını belirlemek için yapılan grup pazarlıklarına da bir nokta koyulmalıdır. ‘Yasa’ ve ‘masa’ çöpe! Tabandaki seferberliğin en önemli hedefi, sınıf çıkarlarını esas alan militan bir mücadele hattı belirlemek olmalıdır. Yıllarca uğruna mücadele yürütülen grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkı, bir ucubeden başka şey olmayan ‘görüşme masası’na hapsedilmiştir. Masanın cazibesine kapılanların, yüzbinlerce kamu emekçisi olmadığı aşikardır. Masa heveslileri aşılmak durumundadır. Kamu emekçilerinin haklarını gaspetmeye yönelik girişimlere karşı mücadele, gerçek sendika için mücadele hedefiyle birleştirilmelidir. Mücadele masada değil, meydanlarda yürütülmelidir. Yaşasın emekçilerin birliği! Kamu emekçileri işçi sınıfının bir
parçasıdır. KESK, bir bütün olarak sınıfa yönelen neo-liberal saldırılara karşı emekçilerin en geniş cephesini örgütlemek için inisiyatif geliştirmelidir. Özelleştirmelerle Kamu Personeli Yasası arasında kopmaz bir bağ olduğu görülmelidir. Bu nedenle, işçi sendikalarıyla ileride bütünleşmeyi öngören kalıcı eylem birlikleri ve bir işçi cephesi için mücadele verilmelidir. Oysa KESK liderliği böyle bir perspektiften çok uzaktadır; bürokratlar Avrupa Birliği konusunda bir yanılsama yaratmaktadır. Medet umulan Avrupa Birliği ülkelerindeki işçi sınıfının yoğun bir saldırı altında olduğu görmezden gelinmektedir. ‘Emeğin Avrupası’ türünden, ne idüğü belirsiz kavramlarla kafa şişiren, mücadeleden değil, Avrupa Birliği’nden medet uman çizgi parçalanmalıdır. Avrupa’yla KESK’in arasındaki tek ilişki, Avrupa işçi sınıfıyla ortak bir mücadele hattı geliştirecek enternasyonalist bir ilişki olmalıdır. Özetleyelim: Neo-liberal saldırılara karşı koymanın tek koşulu, KESK’in yeniden ayağa kalkmasıdır. Bunun yolu ise bürokratların aşılmasından ve meydanlardan geçmektedir...
KESK! Ayağa kalk! 4
Ortadoğu’da devrimci çizgi Türkiye değişik bir ülke. Bu topraklardaki siyaset, OrtadoğuKafkasya-Balkanlar üçgeninde, emperyalist dünya egemenliğinin hakimiyetinden bağımsız olarak ele alınamaz, anlaşılamaz. Doğal zenginliğin ve binlerce yıla yayılan kültürel birikimin kesiştiği bu coğrafyada, egemen sınıfların yönetim tarzı da, kendi içlerindeki çelişkiler de her gün yeni boyutlar kazanıyor. Türkiye’deki siyaset bu ateş çemberinde, farklı burjuva kesimlerin emperyalizmle ilişkileri dolayımıyla belirleniyor. Bir gün ordu öne çıkarken, bir başka gün ordunun uğruna tankları yürüttüğü güçler ABD’nin icazetindeki hükümet haline gelebiliyor. Belli bir dönem mevcut düzene karşı en keskin mücadeleleri sürdüren güçler, ABD ya da Avrupa Birliği’nden medet umar hale gelebiliyor. Peki böyle bir ülkede devrimci işçi hareketi yolunu nasıl bulabilir? Başka deyişle, siyasetlerimizi belirlerken esas alacağımız kriterler nelerdir?.. Emperyalizme karşı Devrimci İşçi’nin birinci hareket noktası emperyalizme karşı kararlı bir duruştur. Dünya emperyalist egemenliğinin merkezi durumundaki ABD, Avrupalı
müttefiklerinin de katılımıyla, uluslararası ölçekte bir yeniden sömürgeleştirme saldırısı başlatmıştır. Neo-liberal ekonomik planların tüm dünyada yaygınlaşması biçiminde ifadesini bulan bu saldırı engel tanımıyor. Emperyalizm, yeniden sömürgeleştirmenin karşısındaki her türden engeli, siyasi ya da askeri araçlarla bertaraf etmeye çalışıyor. Yeniden sömürgeleştirmenin en önemli harekât alanlarından biri Ortadoğu’dur. Emperyalizm bölgedeki pek çok gücü yedeğinde tutuyor; Yankilerin icazetini almadan, değil hükümet, belediye bile kurulamıyor. ABD Başkanı George W. Bush’un ikinci başkanlık dönemini başlattığı yemin törenindeki konuşması oldukça netti: ABD’nin efendiliğini kabul etmeyen, hatta ılımlı da olsa muhalefet eden bütün rejimler dize getirilecekti. Bush’un, ‘önleyici savaş’ doktrini çerçevesinde açıkladığı bu yeni taktik, halihazırda dünyanın pek çok ülkesinde uygulanıyor. Fakat Yankiler kimi zaman doğrudan askeri saldırganlığa başvururken, kimi zaman ABD’yle çelişki yaşayan baskıcı burjuva rejimlere karşı sözde ‘özgürlük’ söylemi öne çıkarılıyor. Ebu Garib zindanlarında her türlü işkenceyi uygulayan Yankiler, Ukrayna, Lübnan ya da Gürcistan söz konusu olduğunda, kendi yandaşı
5
güçleri ‘demokrasi’ söylemiyle harekete geçiriyor. Bu ‘demokratik gericilik’ siyasetiyle, kitleleri kendi yanında seferber etmeyi başarıyor. Yankiler, Irak işgali sürecinde görüldüğü gibi, ulusal çelişkileri de bir koz olarak kullanıyor. Ulusalcı güçler, ‘özgürlük’ demogojisiyle, emperyalizmin ihtilaf yaşadığı gerici rejimlere karşı bir silah haline getiriliyor. Bu taktik, ulusal hareketlerin burjuva liderlikleri için bulunmaz bir fırsat doğuruyor; kendilerini Yanki emperyalizmine satarak, küçük iktidar alanlarının nimetlerinden yararlanıyorlar. Elbette bu ulusal liderlikler masadan düşen kırıntıları toplarken, ezilen ulusların yoksul çoğunluğu açısından sefalet koşulları devam ediyor. Üstelik, burjuva liderliklerin kendi küçük çıkarları için bu yoksul kitleleri sürüklediği macera, yeni ulusal boğazlaşma ve katliam tehditlerini doğuruyor. Irak’ta durum tam da budur: Emperyalizm Irak çöllerine gömüldüğü, direniş zafer kazandığı takdirde, Irak halk direnişinin öfkesi kaçınılmaz olarak işbirlikçi Kürt liderliklerine yönelecektir. Yoksul Kürt halkı da, liderliklerinin ihaneti sonucunda, ister istemez yeni bir ulusal boğazlaşmanın içine çekilecektir. Emperyalist siyaset, Kıbrıs sorununda
ise farklı yüzüyle ortaya çıkıyor; Kıbrıs’ta ‘demokratik gericilik’ çarkı alabildiğine işliyor. 1960’lardan itibaren, uluslararası konjonktürün o andaki kutuplaşmasında Bağlantısızlar Hareketi’ne doğru eğilim gösteren Kıbrıs’ta, iki halk emperyalist provokasyonlarla birbirine düşürülmüş, 1974’te de ada fiilen ikiye bölünmüştü. Şimdi emperyalizmin yeni uluslararası siyasi planlarında Kıbrıs’a biçtiği rol, istikrarlı bir ‘uçak gemisi’ olarak hizmet vermektir. Geçmişte olduğu gibi bugün de esas mesele, adada stratejik önem taşıyan iki İngiliz üssünün sorunsuz olarak kullanılmasıdır. Bu sebeple, AB hülyasıyla harekete geçirilen kitleler, emperyalist ‘çözüm’ doğrultusunda yedeklenmektedir. Bu kez kullanılan ise, ‘demokratik gericilik’ siyasetidir. Mevcut durum, uluslararası işçi sınıfı hareketi açısından yeni bir tartışmayı da gündeme getiriyor: Ulusal kurtuluş mücadelelerinin rolü... Geçtiğimiz yüzyılda yükselen ulusal kurtuluş mücadeleleri, kaçınılmaz olarak emperyalizmle çatışıyordu. Emperyalizmin sömürgeci varlığından kurtulmayı esas alan bu mücadeleler, ister istemez kendi içlerinde devrimci dinamikler taşıyordu. Bu, başlı başına uluslararası kapitalizmin ve emperyalist dünya egemenliğinin krizini derinleştiren bir süreçti. Oysa bugün ulusal hareketler açıkça ikiye ayrılıyor: Emperyalizmin hakimiyetine direnenler ve kukla liderlikleri vasıtasıyla emperyalizmin elinde bir silaha dönüşenler. Başka deyişle, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun dağıldığı, Çin’in uluslararası kapitalizme eklemlendiği yeni dönemde, emperyalizm ulusal çelişkileri pekâlâ kendi yağma hedefleri doğrultusunda kullanıyor. Devrimci İşçi ise bu noktada net bir siyaset izliyor: Ulusal hareketler emperyalizmle kurduğu ilişki dolayımıyla ele alınmalıdır. Bölgemiz açısından somut bir tarife gidersek, örneğin Kıbrıs’taki temel kriter İngiliz üsleridir. İngiliz üslerinin kapatılmasını öncelikli hedef olarak ortaya koymadan ‘demokrasi’den ya da ‘bağımsızlık’tan bahsetmek, emperyalist demogojinin bir parçası olmaktan başka anlam taşımaz. Keza, emperyalist dünya egemenliğinin çarkına su taşıyan bir ulusal hareket, ‘kurtuluş’ hareketi sayılamaz. Bu türden hareketler olsa olsa ‘yancı’ ya da ‘işbirlikçi’ olabilir. Irak’taki emperyalist işgale karşı savaşmayan bir ulusal hareket, ‘kurtuluş’ alternatifi sunamaz. Bunların siyasi hattı, önünde sonunda ezilen ulusları ‘kurtuluş’ demogojisiyle emperyalizme yedekleme hattıdır. ‘Kurtuluşçu’ olmanın öncelikli kriteri ise, Irak’ta emperyalizme kurşun sıkmaktır. İşçi sınıfı çizgisi Emperyalizme karşı mücadeleyi
mantıksal sonuçlarına götürebilecek tek çizgi, işçi sınıfı devrimciliğidir. Devrimci İşçi’nin ikinci temel hareket noktası da budur. İşçi sınıfı, üretim araçları üzerinde diğer sınıfları sömürecek bir mülkiyet ilişkisi geliştirmesi mümkün olmayan tek sınıf olduğu için, gerçekten devrimci olan tek sınıftır. Bu nedenle, emperyalizmin ‘küreselleşme’ adı altında başlattığı yeniden sömürgeleştirme saldırısı, öncelikle işçi sınıfı kalelerini yıkmayı hedeflemektedir; özelleştirmelerle, esnek üretimle, sosyal güvencelerin kaldırılmasıyla ve nihayet sendikasızlaştırma-örgütsüzleştirme planlarıyla hedeflenen, tüm dünyanın kapitalist kâr çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırılmasıdır; yeniden sömürgeleştirmedir. Dünyada ve bölgemizde ulusal boğazlaşmalara yol açan, savaşları yaratan sebep de bu kapitalist çıkarlardır. O halde burjuva rejimlerin devrilmesi ve işçi iktidarlarının inşası hedefi, tüm mücadelemizi belirlemelidir. Buradan hareketle, işçi sınıfının bağımsız politik hattını oluşturmalı, mevzileri korumalı, sınıf örgütlülüğünü ileri taşımalıyız. Farklı sınıf çıkarlarıyla araya net bir çizgi çekmeliyiz. İşçilerin yüzyıllara yayılan kitlesel mücadele geleneğini ve kitle çizgisini asla terk etmemeliyiz. Kendini işçi sınıfının yerine koyan, işçi sınıfı adına hareket eden, kitle mücadelesinin yöntemleri yerine küçük-burjuvazinin kaprisli ve maceracı yöntemlerini geçiren akımlarla aramıza kesin bir sınır çizmeliyiz. Bir devrimci örgütün, işçi sınıfı hareketinin genel çıkarlarıyla çelişen hiçbir özel çıkarı olamaz; ortada böyle bir durum varsa, işçi sınıfı hareketinin genel çıkarlarıyla devrimci örgütün çıkarları arasında bir açı doğuyorsa, o zaman kendini devrimci olarak tanımlayanlar açısından ortada ciddi bir yanlış var demektir. Bölgeye ve ülkeye ilişkin belirlenecek her siyaset, işçi sınıfı hareketinin genel çıkarlarıyla uyumlu olmalıdır. Ulusal çıkarlar, işçi sınıfı çıkarlarına rağmen, onun üzerinde, ya da ona karşı olamaz. Enternasyonalizm İşçi sınıfının uluslararası birliği dünya tarihinde hiç bu kadar yakıcı bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmamıştı. Çokuluslu tekeller nasıl bir dünya siyaseti oluşturuyorsa, sermaye nasıl uluslararası bir akışkanlığa sahipse, işçiler de sermayenin saldırılarına aynı şekilde, uluslararası bir siyaset ve örgütle yanıt vermek zorundadır. Bu, bölgemiz açısından çok daha acil bir ihtiyaç olarak öne çıkıyor. Hain liderlikler, ulusal hareketleri kendinden menkul gerici ulusal çıkarlar doğrultusunda yönlendirirken, emperyalizmle ya da burjuvazinin
6
türlü kesimleriyle ittifaka sürüklüyor. Oysa Ortadoğu-Kafkasya-Balkanlar üçgenindeki ezilenlerin ve yoksulların tek gerçek ittifakı, bölge işçilerinin kendi sınıf çıkarları eksenindeki birliği olabilir. İlerleyelim... Kürt ulusal hareketinin temsilcileri olduğunu öne sürenler, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde ortaya çıkan hassasiyetleri fırsat bilerek ABD gazetelerine ‘demokrasi’ çağrısı yapan ilanlar verdi. Bu ilanların hedefi, Batı ülkelerindeki burjuva demokratik kamuoyu, ama ondan da önce emperyalist yönetimlerdi. Bu açık bir ittifak çağrısıydı. Oysa bölgede bir kan deryası yaratan, bu coğrafyanın tüm kaynaklarını sömüren, o ilanın verildiği emperyalist merkezden başkası değildir. Kaldı ki, aynı ittifak siyasetini güden Abdullah Öcalan’ı yeri geldiğinde Türkiye egemenlerine teslim eden de aynı emperyalist merkezdir. Bu emperyalist pranga, Türk-Kürt-ArapFars işçilerinin enternasyonalist birlik, dayanışma ve mücadeleleriyle kırılıp atılabilir. Devrimci İşçi açısından üçüncü hareket noktası da budur. Bölgede tek ittifak tanıyoruz; o da işçilerin uluslararası ittifakıdır. Bir Kürtün Irak’ta emperyalizme kurşun sıkan yoksul Arabı sırtından hançerlememesi için gereken zaruri ve asgari zemin, ezilenlerin ve emekçilerin uluslararası birliğidir. Enternasyonalizm özellikle Ortadoğu açısından bir aciliyettir. Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu üçgenindeki kanı durdurabilecek tek alternatif, iktidara yönelen ‘milletsiz’ işçi sınıfı olabilir. İşçi sınıfının bölgesel ve uluslararası birliğini sağlama görevi ise ancak bölgedeki tüm mücadele alanlarında örgütlenen, ulusal sapmalara ısrarla karşı koyan bir işçi enternasyonalince yerine getirilebilir. Bu işçi enternasyonalinin günümüzdeki örgütlü ifadesi, Uluslararası İşçi BirliğiDördüncü Enternasyonal’dir. Partili mücadele Bugün Türkiye’de kendini ‘devrimci’ olarak tanımlayan pek çok akım mevcuttur. Ama yukarıda sözünü ettiğimiz üç ana siyasi ekseni kendinde birleştiren tek bir önderlik bile yoktur. Devrimci İşçi Partisi’nin inşa süreci, meşruiyetini işte bu boşluktan almaktadır. İşçi sınıfının, iktidar hedefiyle hareket eden, devrimci, enternasyonalist ve militan mücadele geleneğine sahip çıkan bir partiye ihtiyacı vardır. Devrimci İşçi, bu partinin inşasını omuzlama iddiasındadır. Parti, hızla geçiştirilebilecek bir kavram değildir. Her parti adını hakeden bir karşılık bulmalıdır. Organlarıyla, işleyişiyle, disipliniyle ve kadrolarıyla devrimci bir partinin inşasından bahsediyoruz. Bu basit bir süreç değildir; ancak Devrimci İşçi Partisi inşa edilecektir.
Bolşevik gelenek Evet, Devrimci İşçi, Türkiye’de Devrimci İşçi Partisi’nin inşası için yola çıkmıştır. Ancak bu başsız ve sonsuz bir süreç değildir. Devrimci İşçi, Marx ve Engels’in ihtilal çabalarından, Komün ayaklanmasından ve Bolşevik Devrimi’nden günümüze kadar süreklilik arzedip gelmiş bir geleneği savunmaktadır. Bu gelenekte kritik bir kırılma noktası vardır; çünkü işçi sınıfını iktidara taşıyan Bolşevik Devrimi, bürokrasinin karşıdevrimiyle rotasından çıkarılmıştır. Nihayetinde de bürokratlar Sovyetler Birliği’ni dağıtarak, kapitalizmi yeniden tesis ederek, Bolşevik Devrimi’nin dünya işçi sınıfı açısından yarattığı büyük kazanımları ortadan kaldırmıştır. Bolşevik gelenekteki kırılma noktası, Bolşevik Partisi’nin önemli unsurlarından biri olan Stalin’in, bürokrasinin lideri haline gelerek, bürokratik yozlaşmaya karşı işçi sınıfı inisiyatifini, dolayısıyla Bolşevik geleneği savunan Troçki’yi ve Sol Muhalefet’i fiziksel olarak tasfiye etmesidir. Troçki, fiziksel olarak tasfiye edilmeden önce, yani Stalin’in bir ajanı tarafından öldürülmeden önce, bürokratik karşıdevrime direnerek Bolşevizmin tarihsel mirasını 21. Yüzyıl’a aktaracak örgütü, Dördüncü Enternasyonal’i inşa etmiştir. Bu, Bolşevik Devrimi’nden geleceğe kalan en önemli tarihsel hazinedir; Dördüncü Enternasyonal hiç kuşkusuz, bizim de varlık koşulumuzdur. Ne var ki, Troçki’nin tarihsel haklılığı kendi başına hiçbir anlam ifade etmez. Dördüncü Enternasyonal’in o günkü, yani 1930-40’ların koşulları içinde formüle edilen programı, Geçiş Programı, bugün tek tek ülkelerde güncel anlamını kazanmadığı ölçüde ‘ölü bir metin’ olarak tarih sayfalarında yerini alacaktır. Buradan hareketle, Geçiş Programı’nın bize bir yöntem sunduğunu söyleyebiliriz; bu yöntem, ‘devrimi yapma’ yöntemidir. Yani sömürgenleri iktidardan uzaklaştıracak, yerine işçi iktidarını geçirecek bir hareket rehberi... Troçkizm Türkiye’de, bırakalım Bolşevik geleneği sahiplendiğini öne süren Stalinistleri, Lenin ve Troçki’nin devrimci mirasını temsil ettiğini iddia eden onca akım var. Bunlar devrimci Marksist olduklarını öne sürüyor. Peki gerçeklik öyle mi? Hayır!.. Tarihsel olarak Troçki’nin Stalin karşısında haklı olduğunu söylemek hiçbir şeydir! Aslolan, işçi sınıfını iktidara taşıyan Geçiş Programı’nı güncelleştirmek ve yaşama geçirmektir. Aslolan militan bir mücadele hattının inşasıdır. Aslolan, sokakta, ezilen, horlanan, yok sayılan ‘baldırıçıplaklar’la kader birliği yapmaktır. Oysa Troçki’nin
geleneğine sahip çıktığını öne süren kimileri, bugün Türkiye’de ÖDP’deki hakim eğilimin çanta taşıyıcılığını yapıyor. Onların tasfiye harekâtlarında cellatlık rolü üstleniyorlar. Bu akımın Brezilya’daki durumu ise çok daha vahim seviyelere ulaşmıştır: Lula hükümetine bakan verip IMF politikalarını uyguluyorlar! Evet kendini Dördüncü Enternasyonal Birleşik Sekreterliği olarak adlandıran ekipten bahsediyoruz. Bu akımın Uluslararası Yürütme’si, son olarak Brezilya’da IMF planlarını uygulayan bakan düzeyindeki üyeleri için, ‘farklı bir deneyimdir’, ‘deneyelim, görelim; bütün üyelerimize eşit mesafedeyiz’ kararı aldı!.. Bunun Bolşevik gelenekle herhangi bir ilintisinin olmadığını söylemeye gerek bile yok. İhanet saflarına çoktan geçilmiştir!.. Bir diğer akım ise, çok önceleri, Britanya’nın adalarında Bolşevik gelenekle bağlarını derinden koparmış bir akımdır. Tony Cliff’in takipçileri olan bu İngiliz asilzadeleri, Dördüncü Enternasyonal’in kuruluşunu bir hata olarak görmekte, bürokratik işçi devleti tanımına, dolayısıyla devrimin kazanımlarının savunusuna ve Geçiş Programı’na temelden karşı çıkmakta, sürekli devrim kavrayışını reddetmekte, ancak niyeyse tüm bunlara rağmen kendilerini ‘Troçkist’ olarak adlandırmaktadır. Türkiye’de geldikleri nokta, ne idüğü belirsiz, sınıf sıfatsız bir ‘barış ve adalet’ peşinde, yine çanta taşıyıcılığıdır. Süperlig maçlarına giderken suratını boyayan holiganlarla bunlar arasındaki tek fark, boyalar değil, boyaların rengidir. Aslında, kimi zaman o boyaların rengi de birbirine karışmaktadır. Ne var ki, Bolşevik geleneğin Türkiye’ye yansıması - ki bu adlandırmanın bile doğruluğu tartışılır - uluslararası ayrışmalardan çok farklı bir nitelik taşımaktadır; devrimci Marksizmin Türkiye’deki algılanışı entelektüel sınırlara hapsolmuştur. Bugüne kadar Dördüncü Enternasyonal geleneğine sahip çıktığını öne süren kesimler arasında tek bir siyasi ayrışma yaşanmamıştır. Ayrışmaların tümü entelektüel kaprislerden dolayı gerçekleşmiş, ardından siyasi ve enternasyonal kılıflar uydurulmuştur. Amiyane tabirle, her ayrışmada ‘üçkağıda’ başvurulmuştur. Bu ne devrimci, ne de Marksist bir tavrı ifade eder... Devrimci İşçi’nin üzerinde yükseldiği gelenek dışında, kendisine ‘Troçkist’ diyen çevrelerin tek bir kitle eylemine önderlik edememiş olması tesadüf değildir. Bilmezler!.. Evet; kitle eyleminin ne olduğunu bilmezler. Etraflarında toplanan unsurların iyi niyetini bir kenara bırakırsak, tek tek entelektüel figürler etrafında toplanan bu ekipler şimdiye kadar tek bir kitle mücadelesinin asli unsurları olamamıştır. Onlarla anılan tek bir kitle eylemi bile yoktur. ÖDP başta olmak üzere, yamanma süreçlerinin
7
dışında bir inisiyatif geliştirememişlerdir. Türkiye’de devrimci parti inşası böyle bir basiretsizliği kaldıramaz... Peki, Devrimci İşçi bu zorlu görevi başarabilecek midir?.. Derleniş Devrimci İşçi bir derleniş sürecini başlatmıştır. Emperyalizme karşı kararlılık beyan eden, önüne militan bir tarzda işçi sınıfı devrimciliğini ve partili mücadeleyi koyan, enternasyonalizmden taviz vermeyen unsurlar Devrimci İşçi etrafında toplanmaktadır. Fakat bu basit bir süreç değildir... Kendini devrimci Marksist addeden akımlar ülkede türlü yıkımlara yol açmıştır. Birinci yıkım, entelektüel kaprisler sonucu parçalanan güçlerin moral bozukluğudur. İkinci yıkım, boş iddialar savurarak ve fakat ‘son derece devrimci’ kisvelerle ortaya çıkan güçlerin tasfiyesinden kaynaklanan moral bozukluğudur. Üçüncü yıkım, tüm bunları aşma iddiasındaki güçlerin, ki buna Devrimci İşçi’yi oluşturan güçler de dahildir, şu ya da bu sebeple dağılmasından kaynaklanan moral bozukluğudur. Neticede temel teşhis, moral bozukluğudur. Derleniş süreci, mücadele etmek isteyenlerin bir araya geliş süreci olarak değerlendirilmelidir. Mücadele basit bir iş değildir. Rahatına düşkün akademisyenlerin tahayyül sınırlarından çok daha öteye gitmektir mücadele. Hareketimizi oluşturan unsurların geçmişte ortaya koyduğu özveri, cesaret ve cüret, geçmişte ortaya koyduğumuz iddia ve kararlılık yeniden diriltilmelidir. Bu noktada güçlü adımlar atılmıştır. Bunu nereden anlıyoruz? Bir kere, derleniş sürecine verilen yanıtlar güçlüdür. Küçük-burjuva entelektüellerinin asla anlayamayacağı irade beyanları başlangıç açısından son derece yeterlidir... İkincisi, programatik kuvvettir; Uluslararası İşçi Birliği-Dördüncü Enternasyonal berrak bir hat sunmaktadır: Emperyalizmle savaş, işçi sınıfı çizgisi, enternasyonalist tutum... Bu hat güven kazanmıştır. Üçüncüsü ve en önemlisi, ülkedeki siyasi meseleleri bu netlikle ortaya koyan tek bir akım daha yoktur... Derleniş, devrimciler örgütünün yaratılması sürecidir. Bu süreç anlamsız uzunluğa ya da genişliğe sahip olamaz. Devrimci İşçi, programatik birlik hedefiyle birlikte, kitle mücadeleleri içinde devrimci önderlik inşasına yönelme sürecinin adıdır. Dolayısıyla, derleniş kısa sürede sonlanacak, parti inşası başlayacaktır. Parti inşa sürecinin muhatabı, Bolşevik geleneği savunan tüm unsurlardır. Söyleyecek sözü, mücadeleye katacak gücü olan herkes sürecin bileşenidir. Dolayısıyla parti inşa süreci tartışmaya açıktır. Tartışmaya açık olmayan tek şey, Devrimci İşçi Partisi’nin gerekliliğidir...
Eski ‘Moskovacı’ Mehmet Ali Talat, şimdi AB’ci ve ABD’ci ‘çözüm’ için demogoji yapıyor...
DEVRİMCİ İŞÇİ / KIBRIS
KKTC SEÇİMLERİ:
Kim kazandı, kim kaybetti? ERHAN KARPAZ 2003 yılında yaşanan kitlesel seferberlik, Türkiye’nin adadaki varlığının “işgal” olarak sorgulanmasına ve burjuva demokrasisinin meşruluğunu yitirmesine “tarihsel blokun” sarsılmasına yol açmıştı. Varolan iktidar partileri, yaşanan gelişmeler karşısında aciz duruma düşmüş ve geleceğini Türkiye’den gelecek desteğe bağlamıştı...
Tam da bu sırada Türkiye’de yaşananlar ve Avrupa Birliği rüyası ile kitlelerin desteğini kazanan AKP ve kapalı, dolayısıyla korunan Kıbrıs’taki ticaret burjuvazisinin bir kesimi, 1974’ün yeniden topraklandırdığı köylülerden destek alan süredurumcu (statükocu) hükümetle çelişkiler yaşamaya başladı. Çelişkiler yalnızca Türkiye’deki iktidar partisi ile Kıbrıs’ta 1974’ten sonra iktidarda bulunan partiler arasında yaşanmıyor, ayrıca 2000’li yılların başlarındaki ekonomik kriz, işsizlik, göç ve yerleştirme politikaları ile sürekli değişen demografik yapının yarattığı sorunlar, Türkiye’den gelen tutarsız açıklamalarla birleşince, burjuva demokrasinin kuralları içinde varolan iktidar partilerinin değiştirilmesi zorunluluğu ortaya çıkıyordu. Yabancı sermaye ile bütünleşme sevdasında olan adadaki Kıbrıs Türk burjuvazisinin ölçek ekonomisi ile büyümesi sınırlanan kesimi öncülüğünde, adanın Avrupa Birliği’ne dahil edilmesi, böylece hem varolan düzenin uluslararası hukukça tanınan bir konuma getirilmesi - ki bu Kıbrıs Türk burjuvazisinin yabancı sermaye ile bütünleşmesinin ön koşuludur- hem de bu sayede pazarın büyütülmesi hedefleniyordu. İşte bu siyasal tercih, Türkiye’de yaşanan eğilimle büyük bir paralellik arz etmekteydi. Türkiye’nin o güne kadarki Kıbrıs politikalarına uyumlu çalışan Ulusal Birlik Partisi’nin “çözümsüzlük çözümdür” şiarı, artık Avrupa Birliği yolunda ilerleyişinde bir engel olmaya başlamıştı. 1999 Helsinki ve 2003 Kopenhag zirvelerinin ardından, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tam üyeliği yolunun Türkiye tarafından tescili bu süreci daha da hızlandırdı. Yukarıda değindiğimiz koşullar altında Türkiye’nin öncelikle sonuçlarının ne olacağı belirsiz kitle seferberliğini denetim altına alması gerekiyordu. Çünkü kendiliğinden harekete geçen kitle, kendi içinden, Türkiye’nin adadaki varlığını
tehdit edecek “meslekten devrimcileri” çıkarması yüksek bir olasılıktı. Denetimin halihazırdaki iktidar partileri ve meşruiyetini yitirmiş bir cumhurbaşkanı ile gerçekleşmesi mümkün değildi. İkinci olarak, Türkiye’nin kendi politikaları ile uyum içinde çalışabilecek, işbirlikçi, adadaki varlığını sorgulamayan bir hükümetin işbaşına getirilmesi gerekiyordu. Değişimin sancılarını en aza indirmenin yolu ise burjuva demokrasinin özünde saklıydı: Seçim. Ancak Türkiye tercihini kimden yana kullanacaktı?
Yeni kıble Washington Cumhuriyetçi Türk Partisi, kitle seferberliğini kendi yararına kullanarak, muhalefet içinde en güçlü parti haline gelmişti. 1990 sonrası muhafazakar ve liberal medyanın “sosyalizmin ölümünü” ilan etmesinin ardından, gelecek için yegane çıkış yolunun “piyasa ekonomisi ve kâr sistemi” olduğu konusunda küresel mutabakata katılan, Cumhuriyetçi Türk Partisi, 1993-1996 yılları arasındaki kısa süreli hükümet deneyimi sırasında, otoriter ve bürokratik geleneğini kullanarak, yeni eğilime ters düşen üyelerinin tasfiyesine girişmiş ve ayrık otlarını temizlemişti. Artık Moskova’ya sunduğu eski sadakatini, Türkiye’nin de reddetmeyeceği Brüksel ve Washington’a sunmaya hazırdı. Yine neo-liberal saldırının hedeflerinden olan ulusal-devlete karşı eski devletçi imajını yıkmak ve burjuvaziye güven vermek amacıyla Ticaret Odası ile yakın işbirliğine girişiyor, devşirme usulü ile partinin belirli kademelerine işadamlarını yerleştiriyor, ABD’nin 90’lı yıllar boyunca, çeşitli yardım ve yönlendirmelerle devlete karşı güçlendirmeye çalıştığı sivil toplum örgütlerinin denetimi için mücadele veriyordu. Annan planının tartışıldığı süreçte ise hem milli yerleştirme politikası çerçevesinde adaya yerleştirilen Türkiyeli göçmelerin ve hem de Türk ordusunun adadaki varlığını savunarak, daha önce
8
tepki gösterdiği bu kesimlere güven veriyordu. Stanilist geleneği sürdürenler ise kendi mücadelelerinin Avrupa Birliği’nin “demokratik” ortamı içerisinde daha güçlü verilebileceği inancına kapılarak bu hayalin peşine düştü. Bu dönüşüm sonucunda, Cumhuriyetçi Türk Partisi, Avrupa Birliği ile varlıklarını, hukuki bir temele bağlamak isteyen burjuvazinin, Avrupa Birliği ile bütünleşme hülyasındaki AKP’nin, yönetimleri ele geçirilmiş sivil toplum örgütlerinin, adadaki varlıkları hergün tehdit altında olan Türkiyeli yerleşiklerin, stratejik önemi nedeni ile adadan çıkmak istemeyen Türk ordusunun, gösterdikleri sadakatle Brüksel’in ve ‘Büyük Ortadoğu’ projesini uygulamaya koyan, bu projeye karşı duranları terörist ilan eden Washington’un desteğine mazhar olacak hale geldi. O kadar ki, seçim öncesi Amerikan elçisi köy köy gezip Cumhuriyetçi Türk Partisi lehine çalışmalar yapacak, referandum öncesi verilen sözlerin yerine getirilememesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirecekti. Bu koşullar altında bile, seçim anketlerinde Ulusal Birlik Partisi’nin eski gücünü korumaya devam ettiğinin anlaşılması üzerine, ABD büyükelçiliği müsteşarı Ned Nolan hayretlerini dile getirecekti. 2005 seçimleri, 2003 seçimlerinin eksik bıraktığı dönüşümü tamamlayarak Cumhuriyetci Türk Partisi’ni zayıf ortağı ile birlikte iktidara taşıdı. Gerek ABD ve gerekse AB, Kıbrıs’taki hedeflerine bir adım daha yaklaştı. Diğer taraftan hem Ulusal Birlik Partisi’nin gücünün azalmasını sağladı ve hem de Denktaş’ın tasfiyesinin yolunu açtı. Ne var ki, bu ‘demokrasi’ oyunu altına kaybedenler yalnızca onlar değildi: İktidar partisinin değişmesi ile, beklentilerinin gerçekleşeceğini, “güzel bir dünya” kurulabileceğini düşünen ve içerisinde türlü potansiyeller barındıran kitle seferberliğinin de sonu gelmiş oldu. Elbette şimdilik!..
IRAK: Sahte seçimlerden sonra Amerika hâlâ batakta
Uluslararası İşçi Birliği-Dördüncü Enternasyonal’in yayın organı Correo Internacional (Uluslararası Posta) 110. sayısı Amerika ve İngiltere’nin başını çektiği emperyalist işgalcilerin desteğiyle Irak ulusal meclisi için 30 Ocak’ta sahte ve hileli bir seçim düzenlendi. Amaç, Irak halkından destek bulan, günden güne desteği ve gücü artan şiddetli direnişi ortadan kaldırmaktı. Bu direniş artık emperyalist işgalcilere iyiden iyiye meydan okuyor. Emperyalistler, kuzeydeki suç ortakları olan Kürt burjuvazisi ile Ayetullah Ali Sistani etrafındaki Şiilerin de yer aldığı yeni bir kukla hükümet kurmayı umuyordu. Buna ek olarak daha önce işgal konusunda anlaşmazlığa düştükleri Alman ve Fransız emperyalizminin desteğini almayı hesaplıyorlardı. Kesin sonuçlara ulaşamamıza rağmen, tüm bağımsız bilgi kaynaklarından anlaşılacağı üzere, emperyalistler ve Iraklı ortakları bu hedeflere ulaşabilmiş değil. Öte yandan, seçim sonuçlarını daha iyi anlayabilmek için Irak’ın bugünü üzerine bir değerlendirme yapmak gerekiyor. Özgürlük savaşı büyüyor Emperyalist işgalcilere karşı verilen savaşın giderek artan bir destek bulduğuna tanık oluyoruz. Bunu biraz
daha iyi açıklayalım. Mart 2003’de ilk işgal savaşı yaşandı. Amerika, İngiltere ve müttefikleri, Irak ordusu üzerinde çabuk bir zafer elde etti. Hükümeti iktidardan uzaklaştırıp Saddam Hüseyin rejimine son verdiler. Orduyu dağıttılar ve Paul Bremer başkanlığındaki sömürge rejimini ikame ettiler. Eski CIA ajanı Allawi yönetiminde bir kukla hükümet kurdular. Emperyalist güçlerin desteklediği, fakat şu ana kadar herhangi bir başarı sağlayamayan bir ordu kurdular. Daha sonrasında ikinci savaş başladı. Irak halkı tıpkı Vietnam halkı gibi ülkelerinin özgürlüğü için emperyalistlerle karşı karşıya geldi. Amerikalı gazeteci Dahr Jamail’in söylediği gibi “İşgal Amerika’nın Iraka karşı savaşıydı. Bugün bizim görebildiğimiz ise Iraklıların Amerikalılara karşı savaşıdır”. (Liberation, 23/12/2004). Başka deyişle, işgal askerleri ve onların Iraklı ortaklarına aman vermeyen, onlara sürekli darnbe vuran bir savaş yaşanıyor. Silahlı direniş Emperyalist haber servislerinin tahminine göre, Irak’taki silahlı direnişin
9
40 ile 60 bin arasında savaşçısı var. Eğer lojistik desteği de dikkate alırsak bu sayı 200 binlere kadar ulaşıyor. Bu rakamlar direnişin büyüklüğünü ve Irak halkından aldığı desteği gösteriyor. Dahr Jamail ise yine aynı yazısında şunu belirtiyor: “Iraklıların çoğu direnişçileri vatansever ve özgürlük savaşçısı olarak görüyor ve saygı gösteriyor.” Tahminlere göre, direniş Irak halkının yüzde 80’i tarafından destekleniyor. Amerikan hedeflerine yapılan her saldırıdan sonra, halk bu hedeflerin enkazı üzerinde dans ediyor ve saldırıları alkışlıyor. İşgale karşı heterojen bir direniş sürdürülüyor ve kendisine geniş bir alan buluyor. Farklı dinsel gruplar ve politik yapılar işgale karşı savaşıyor. Biz bu direnişi kabaca üç grupta toplayabiliriz. İlk olarak orta ve düşük rütbeli eski Irak ordusu subayları etrafında gerçekleştirilen direnişten bahsedebiliriz. Daha çok Sünni subaylardan oluşan bu grup işgalin ilk aşamasında eski Irak ordusunun cephanesini de el altından kaçırarak bir direniş öbeği oluşturdu. Bu grubun büyük askeri eylemler yapabilme yetisi olduğu düşünülüyor. İkinci olarak politik ve dini örgütlenmelerden bahsedebiliriz: Yurtsever İttifak ve El-
Sadr önderliğindeki Mehdi Ordusu. Son olarak, işgal ve işgalin sonuçlarından etkilenen insanların oluşturduğu pek çok farklı örgütlenmeden söz edebiliriz. Genelde bu insanlar, işgale karşı çıkan, yakınları Amerikalılarca öldürülen, tutuklanan, işkenceye maruz kalan, küçük düşürülen Iraklılardan oluşuyor. Emperyalistler, Sünniler ile Şiiler arasına ısrarla set çekmeye çalışsa da, ülkenin özgürleştirilmesi için verilen mücadele sürüyor. Farklı grupların bir araya gelerek daha merkezi ve örgütlü eylemler yapma eğilimi de giderek gelişiyor. Ya da en azından gruplar arasındaki ortaklıklar artıyor. Şiilerin kutsal kenti Necef işgalinde Sünni camileri yiyecek organizasyonu düzenledi ve Mehdi Ordusu’nun savaşçılarına silah ve cephane sağladı. Felluce kuşatmasında ise Şiiler önemli miktarda yardım toplayarak Amerikan kordonunu geçti ve Felluce’ye ulaştırdı. Askeri eylemler Felluce ve Necefte yaşanan silahlı ayaklanmaları, işgal askerlerine, yerel polis ve yeni Irak ordusuna yönelik bombalı saldırılar gibi eylemleri içeren direniş, günde ortalama 100 eylem gerçekleştiriyor. Tüm bu eylemler Irak halkının işgalciler ve yerli işbirlikçilerine karşı duydukları nefreti teyit ediyor. İngiliz gazeteci Robert Frank’a göre, son 12 ay içinde 190 intihar saldırısı oldu. Bu rakam Filistin ve İsrail’de gerçekleştirilenlerin dört katına ulaşıyor; halbuki Iraklılar bu eylemi Filistinlilerden öğrendi. Bu askeri saldırılar 1300 Amerikan askerinin ölümü, en az 10 bin tanesinin de yaralanmasıyla sonuçlandı. Bu rakamlara işbirlikçi Iraklılar dahil değil. İşbirlikçi Iraklılardan nefret ediliyor ve bunlar Iraklılar için görece çok daha kolay bir hedef oluşturuyor. Tümü hain olarak görülüyor. Dolayısıyla, seçimlerden önce Bağdat Valisi ve polis gücünün iki numaralı isminin öldürülmesi tesadüf değil. Bunlar işgalcilere ve ortaklarına yönelik meşru eylemlerdir. Elbette kaynağı kuşkulu olan ve tasvip edilemeyecek yöntemler de kullanılıyor. Adam kaçırma, yabancı şirketlerin küçük memurlarının kellelerini uçurma, işgale karşı çıkan yabancı organizasyonların gönüllü çalışanlarını kaçırma, Şii camilerine ve törenlerine saldırma gibi eylemlerin bir çoğu, El Kaide bağlantılı Zerkavi’nin hayali örgütlenmesine bağlanıyor. Bu organizasyon var ya da yok; bir çok bağımsız gazeteci, bu saldırıların CIA tarafından (doğrudan olmasa da) teşvik edildiğine inanıyor. Bu tür eylemler, yurtdışında direnişe olan desteği azaltmak, Şiiler ve Sunniler arasında ayrılık yaratmak amacıyla kullanılıyor. Örneğin Amerikan basını Felluce baskınını böyle meşrulaştırdı. Bu grupların yok edilmesinin gerekli
olduğu üzerine yayın yaptı. Oysa görüyoruz ki, direnişçi grupların büyük çoğunluğu eylemlerinde bu tür yöntemleri kullanmıyor. Öte yandan, işgalcilerin Felluce’de uyguladığı şiddete ne diyeceğiz peki? Irak şimdiden Vietnam’a döndü Gerçek olan Irak’ta direnişin güçlendiği ve özgürlük savaşının gün geçtikçe emperyalist ordulara daha fazla meydan okuduğudur. Robert Fisk şöyle yazıyor: “Geçen ağustosta Bağdat’ın güneyine 112 kilometrelik bir yolculuk yaptım; görebildiklerim sadece terkedilmiş kontrol noktaları ve otoyol boyunca yanmış Amerikan zırhlı personel taşıyıcıları ile polis arabalarıydı. Dolarları, askerleri, istihbarat servisleri ve muhbirlerine rağmen işgalciler Bağdat’ın ana caddelerini bile kontrol altında tutamıyor.” (Rebelion 9-1-05) Artık Irak’tan söz edilirken Vietnam hayaleti konuşulmaya başladı. Yaşananlar, bu ifadeyi doğrulamaktadır. Durum 1960 ortalarıyla çeşitli yönlerden benzeşiyor. Askeri işgal, kitle desteğiyle birlikte artan direnişi uzun süre alt edemeyeceğini ve ülkeyi bütünüyle denetim altına alamayacağını anladı. Seçimler sayesinde işgale demokrasi kılıfı geçirilmek isteniyor. Emperyalist basın organları, tüm bu yaşananları şaşırtıcı bir biçimde Vietnam’a benzetiyor. Ve nihayet işgal ordusundaki kriz ile askerlerin delirmesi de Vietnam’da yaşananları hatırlatıyor. Amerikan ordusunda kriz İşgalin kaçınılmaz sonucu, doğal olarak, işgale karşı silahlı direniştir. İşgal edilen ülkenin her yurttaşı, yenilmesi gereken potansiyel birer düşmandır. Çünkü onlar işgalcilerin ülkede barış tesis etmek için geldiğine inanmıyor. Bu yüzden işgalciler acımasız yöntemler uyguluyor. Binlerce gözaltı, tutuklama, işkence, tecavüz, silahsız köylere yönelik ırkçı baskınlar gerçekleştiriliyor. Savaşın başlangıcından beri yaşanan sivil kayıplar 100 bini aştı. Ne varki, tüm bu yaşananlar işgalcilere duyulan öfkeyi büyütüyor ve direnişe olan desteği artırıyor. Direniş karşısında birçok Amerikalı asker işlenen suçlara ortak olmayı ve tam bir deliliğin yaşandığı birliklerine gitmeyi reddediyor. “Yeni gelenler küstahlığı elden bırakmıyor. Ama çölde altı, dokuz ya da 12 ayını geçirmiş olanlar son derece asabi; silahlar hemen herkese çevrilebiliyor. Genelde uyuşturucu ve sakinleştirici alıyorlar. Olayları genelleştirmek ve herkesin böyle olduğunu söylemek istemem. Fakat tüm bu olan biten, bana Amerikalı askerlerin Vietnamda yaşadıklarını hatırlatıyor.” (Dahr Jamail) Yaşananlar, Amerikalı askerlerin sözleşmelerini uzatmayı neden
10
reddettiğini de açıklıyor. Amerika’da da birçok asker Irak’a gitmeyi kabul etmiyor. Halihazırda 5 bin asker kaçağı var ve bu sayı giderek artıyor. Ayrıca Amerikan ordusuna yapılan başvuru sayısı azalıyor; bu da Irak’taki askerlerin ülkeye dönüşünü geciktiriyor, morallerini bozuyor. Yaşanan bu olaylar sadece askerleri değil deneyimli subay ve astsubayları da etkiliyor. Irak’ta savaşan askerlerin aileleri Amerikan askerlerinin derhal ülkelerine geri dönmesini talep ediyor. Çocuklarının çocuk ve sivil katliamlarına alet edilmesine karşı çıkıyorlar. Bu noktada, Amerika’nın Vietnam’daki yenilgisinin ana nedenlerinin düşük moral, askerlerin huzursuzluğu ve bölünmesi olduğunu hatırlatalım. Öte yandan, yerel güvenlik güçlerine yönelik öfke de artıyor. Bunlar caddelerde üniformalarıyla dolaşamıyor. İşlerinin ne olduğunu ve nerede oturduklarını kimseye itiraf edemiyorlar. Ayrıca, saldırıya uğradıklarında emperyalist patronlarınca ikinci sınıf yaralı muamelesi görülüyorlar. Ciddi yara alan Amerikalı askerler Avrupa’daki hastanelerde tedaviye gönderilirken, bunlar bombalanmış hastanelerde yaşam savaşı veriyor. Sahte seçim Bush Irak’taki mevcut politik ve askeri zorlukları tersine çevirebilmek için çareyi seçimlerde gördü. Bunu en başta da ifade etmiştik. Aynı zamanda, bu seçimlerin Avrupalılar, Kürt burjuvazisi ve Şiilerin desteğini almaya yönelik olduğunu da eklemiştik. Bu seçim kesinlikle gayrimeşru ve sahtedir. Demokratik hiçbir garanti sunmamaktadır. Irak’ın içinde ve dışında birçok örgüt seçimleri boykot çağrısında bulundu. Bir kere, seçim silahlı askerlerin gözetiminde yapıldı. İkincisi, oy verecekler ne aday listesi görebildi, ne de kayıt olabildi. Bağımsız hiçbir denetim yoktu. Bunlara ek olarak, direnişçilerin seçimlere ve seçmenlere yönelik tehditleri söz konusuydu. Aslında, 14 eyaletin dördü dışında seçimler fiilen yapılamadı. Seçimler kendi içinde çelişki taşıyor. Üzerinden günler geçmesine rağmen seçmen sayısı hala bir muamma olarak duruyor. Resmi rakamlar seçimlere katılım oranını önce kayıtlı seçmenlerin yüzde 70’i, sonra yüzde 60’ı ve nuihayet yüzde 50’si olarak açıkladı. Bağımsız seçim komisyonu üyesi Saffet Raşid’e göre, gerçek rakamları ‘sadece Allah biliyor’. İspanyol gazeteci Pascual Serrano ise, nüfusun yüzde 60’ının seçimler için kayıt olması halinde, katılımın ancak yüzde 30’larda olduğunu tahmin ediyor. Bu rakamlar açıkça Irak halkının üçte ikisinin seçimleri boykot ettiğini gösteriyor.
Gerçek seçim Şimdiye kadar elde ettiğimiz verilere göre ırak nüfusunun yüzde 30’unu oluşturan Sunniler seçimleri boykot etti. Yüzde 60’lık Şii nüfus ise bölündü. Kürtlerin (yüzde 10) büyük çoğunluğu ise sandık başındaydı. Bu son iki durum çok dikkatli analiz edilmelidir. 30 milyonluk nüfusuyla Kürtler dünyanın geniş toplumlarından biridir. Yaşadıkları coğrafya esas olarak üç ayrı ülkenin denetimindedir: Türkiye, Irak ve İran. Kürtler, yıllardır bağımsız birleşik bir Kürdistan kurmak için mücadele ediyor. Irak’ın kuzeyinde 3 milyon Kürt yaşıyor ve burada çoğunluğu oluştruyor. Saddam’ın baskısı sürerken burjuva Kürt liderleri Talabani ve Barzani, Amerikan işgalini destekleme karşılığında özerklik, yerel yönetim ve kendi ordusunu oluşturma konusunda Amerikalılar ile anlaştı. Kürt bölgeleri işgalden ilk başta fazla etkilenmedi. Fakat Felluce’ye yönelik katliamdan sonra üçüncü büyük petrol merkezi olan Musul eylemlerin de merkezi haline geldi. Bir diğer önemli şehir olan Kerkük’ten geçmekte olan boru hattı da sürekli bombalanıyor. Amerikan planı şu ana kadar Irak Kürdistan’ında başarılı oldu. Fakat bu başarı gelecekte ciddi sonuçlar doğuracak potansiyel anlaşmazlıklar içermekte. Türkiye’deki Kürtler güneyde yaşıyor ve Irak’taki Kürtlerle komşular. Geleneksel Amerikan müttefiki olan Türkiye’nin neden ABD’li askerlerini kendi bölgesinden geçirmediğini bu yüzden anlayabiliyoruz. Türkiye, Irak Kürtlerine verilecek özerkliğin kendi barındırdığı Kürt nüfusu için de bir teşvik olacağından ve tekrar yaşanabilecek bir Kürt isyanından kaygılı. Bush ekibinin önemli isimlerinden biri olan Condoleezza Rice bu kaygıları gidermek için Ankara’yı ziyaret etti. Emperyalizmin kazanmak istediği önemli sektörlerden Şiiler, en iyi tahminle yarı yarıya sandık başına gitti. Bunun anlamı, her iki Şiiden birinin Şii nüfus üzerinde büyük otorite sahibi olan Ayetullah Sistani’nin telkinlerine uymadığıdır. Seçimlere katılanlar ise liderlerince kandırılmış olanlardır. Liderleri, seçimler sonunda işgalcilerin ülkeden gitme sürecinin hızlanacağı konusunda onları ikna etti. Seçimler sırasında sürekli vurgulanan şey Batı basınının öne sürdüğü gibi demokrasi değil, bağımsızlıktı. Seçimlere katılım Amerikalıların gitmesi içindi. Aslında oy verenler de işgali desteklemiyordu. Oy verenlerin birçoğu, verdikleri oylar neticesinde oluşacak ulusal meclisin işgali sona erdirebileceğine inanıyordu. Oysa oluşacak hükümet, yeni bir kukla hükümetten başkası değildi. Savunma bakan yardımcısı Paul Wolfowitz, Senato toplantısında, yılsonuna kadar Irak’tan 15 bin askerin geri çekileceğini söyledi. Bu indirime rağmen Amerika’nın hala Irak’ta 135 bin askeri olacak... Olasılıklar Emperyalizm seçimler sayesinde ulaşabileceği hedefler açısından başarı sağlayamadı. Ellerindeki Şii kartını oynadılar ama direniş durmadı. Seçim günü 50 kişi öldü ve işgalciler bunu gayet makul bir rakam olarak gördü. Seçimlerden hemen üç gün sonra 26 işbirlikçi polis ve iki amerikan askeri öldürüldü. Öte taraftan, Irak halkının yaşam standartları iyiye gitmek yerine çok daha korkunç bir hal alıyor. İşsizlik yüzde 70’lere ulaştı. Binlerce Iraklı açlık ve hastalıkla boğuşuyor. Bağdat’ta hiçbir şey çalışmıyor. Petrol üreten bir ülke olmasına rağmen, Bağdat’a günde sadece 4 saat elektrik verilebiliyor. Bütün göstergeler, Irak’ın özgürlüğü için verilen savaşın güçlenerek artacağına işaret ediyor. Dünya işçi sınıfı mücadelesinin günümüzdeki en önemli savaşı Irakta yaşanıyor. Vietnam’da olduğu gibi, emperyalizmin Irak’ta yenilmesi hem düşmanı zayıflatacak, hem de dünya ölçeğindeki tüm işçi mücadelelerini cesaretlendirecek ve yükseltecektir. Biz devrimciler bu noktada oldukça netiz: Emperyalist işgale karşı askeri direniş! Uluslararası İşçi Birliği-Dördüncü Enternasyonal olarak, direnişin liderliğini eleştirmemize rağmen, emperyalist işgalcilere karşı silahlı direnişi koşulsuz olarak destekliyoruz. Emperyalizmin Irakta askeri ve politik olarak yenilmesi için, İşgalcilerin ve ortaklarının ıraktan temizlenmesi için YAŞASIN IRAK DİRENİŞİ! IRAK IRAKLILARINDIR!
11
Tarih tekerrür ediyor Emperyalist basın (CNN) Irak seçimlerini demokrasinin terörizm üzerindeki zaferi olarak duyurdu. Peter Grosse ise, New York Times’ta (4/ 2/05) 1967 GVietnam seçimlerinde yaşananlara gönderme yaparak bizi rakamlar ve hileler noktasında uyarıyordu.1967 seçimlerinden kısa bir süre sonra Vietnam halk cephesi Tet kentine saldırdı ve bu saldırı Amerika’nın yenilgisinin başlangıcı oldu. New York Times (4/9/67): “Amerika Vietnamlıların oylarınca cesaretlendirildi. Vietkong terörüne rağmen yüzde 83 katılım.” Vietkong’un seçimlere yönelik şiddet kampanyasına rağmen başkanlık seçimlerindeki bu yüksek oran Amerikalı memurları şaşırtmıştı.Saygon dan gelen raporlara göre kayıtlı seçmenlerin yüzde 83’ü oy kullandı. Birçoğu Vietkong baskısını göze aldı. Halkın seçime katılma oranı ve Vietkong’un seçimleri engellemeye yönelik başarısızlığı, seçimlerin tamamlamayan sonuçlarına yönelik öncelikli iki göze çarpan gerçeği açığa çıkardı. Güney Vietnam’daki yapısal ilerlemeler ve büyümeyi teşvike yönelik Johnson politikalarını bu seçim başarılı kılacaktı. Kasım 1963’ten beri manipülasyonlara uğrayan, darbeler yaşanan Saygon hükümetini meşru kılabilmek için bu seçim amaçlanmıştı. Oluşacak yeni hükümetin güven kazanacağı ve Güney Vietnam politikasındaki istikrarsızlığı önleyerek meşrulaşabileceği umulmuştu.
19-20 Mart’ta küresel eylem Iraklıların mücadelesiyle dayanışma bu mücadelenin zaferi için gerekli unsurdur. Irak işgalinin ikinci yılında 19-20 Marta işgalcilerin Irak’tan geri çekilmesini talep etmeliyiz. Irak savaşına yönelik oluşumlar çok geniş ve farklı örgütleri içermektedir. Bir çoğu pasifist bir duruşa sahip ya da Fransız ve Avrupa emperyalizmden medet umar halde. Biz ise Irak direnişini koşulsuz olarak destekliyor ve işgal ordularının yenilmesi için çalışıyoruz. Biz yukarıdaki görüşlere yönelik tartışmalarımızı ve eleştirilerimizi sürdürmekle kalmayacak kendi duruşumuzu alanlarda savunmaya devam edeceğiz. Uluslararası İşçi BirliğiDördüncü Enternasyonal 19-20 Mart’ta Irak halkıyla dayanışma ve mücadelelerini destekleme hedefiyle kitlesel mitingler için eylem çağrısı yapmaktadır.
Almanya’da faşist ‘halk cephesi’ tehdidine karşı mücadele LUDWIG KÖNIG, Marksist İnsiyatif Geçtiğimiz şubat ayının ortalarında Almanya‘nın her tarafından Dresden‘e giden yaklaşık 7 bin faşist, kente yönelik 60 yıl önceki müttefik bombardımanının yıldönümünde bir gösteri gerçekleştirdi. Elbette bu bombardımanın ana sebebinin, daha evvel faşist Almanya tarafından başlatılan savaş olduğundan hiç söz etmediler. Bu, Alman faşistlerinin 1945‘te Nazizmin çöküşünden sonra gerçekleştirdiği en büyük gösteriydi. Neredeyse her hafta, Almanya‘nın herhangi bir yerinde faşistler tarafından gösteriler, toplantılar ya da konserler düzenleniyor. Önümüzdeki aylar için de Münih ve Berlin‘de dev gösteriler planlanıyor. Faşistler, geçtiğimiz yıl elde ettikleri dikkat çekici seçim başarısının ardından, güçlerini sokakta da göstermek istiyor. Faşist NPD )Ulusal Demokratik Parti) geçtiğimiz yıl Saksonya federal eyaletinde yüzde 9.2 oy oranı elde ederek eyalet parlamentosuna girerken (ki bu sosyal demokratların oy oranı kadardı), Brandenburg‘da da faşist DVU (Alman Halk Birliği) yüzde 6.1 oy aldı. Faşist “halk cephesi” Parababası Gerhard Frey liderliğindeki DVU daha ziyade Frey’e ait Alman Ulusal Gazetesi etrafındaki yaşlı şahısların seçimleri hedef alan bir örgütlenmesiyken, NPD geçtiğimiz yıl etkin ve militan 6 bin kadrosu bulunan bir harekete dönüştü. Geçmişte birbirine hasım olan DVU ve NPD, gelecek yıllar için Almanya’daki yüzde 5’lik seçim
barajını aşmak üzere bir seçim ittifakı oluşturdu. Üyeleri arasında pek çok memur, polis ve küçük işadamı bulunan aşırı gerici Cumhuriyetçi Parti, şu sıralar durmadan güç yitiriyor. Çünkü liderliği DVU-NPD ittifakına katılmayı reddediyor ve pek çok üyesi partiden koparak NPD’ye yöneliyor. Parlamentodaki gizli oylamalarda NPD’nin parlamento grubu üye sayısından hep daha fazla oy sağladığına bakılırsa, Hristiyan Demokrat Birlik’in Saksonya parlamentosundaki üyeleri arasında da faşistlerin sempatizanları olduğu anlaşılıyor. NPD, bugüne kadar kendini “bağımsız milliyetçiler” olarak tanımlayan bazı neo-Nazi liderlerini, çeteleri ve dazlak gruplarını söz konusu “sağ halk cephesi”ne kazanmayı başardı. Bu güruhla beraber sokaktaki hakimiyet için mücadeleye başladılar. Faşistler bir yandan açık terör yöntemiyle, diğer taraftan konserler ve gençlik merkezleri gibi faaliyetlerle, özellikle Doğu Almanya’daki bazı kent ve kasabalarda “ulusal olarak kurtarılmış bölgeler” yarattı. Göçmenler, antifaşist gençlik, punkçular, eşcinseller, evsizler ve engelliler faşist çeteler tarafından saldırıya uğradı ve kimi zaman da katledildi. Etkili antifaşistlerin, demokratik partilere dahil politikacıların ve kendilerini eleştiren gazetecilerin fotoğraf ve adresleri faşistler tarafından internette yayınlanmaya başladı. Özellikle Doğu almanya’nın bazı bölgelerinde faşistler kültürel hegomonya elde etti; faşist olmayan gençler bile
12
ordu ceketleri ve postalları gibi faşizmin sembolü olan giysiler giymeye, faşist ve ırkçı grupların müziklerini dinlemeye başladı. Dazlak çeteleri “normal” vatandaşlar arasında da epey sempati kazanmaya başladı; tedirginlik yaşayan küçük işletme sahipleri, işlerini veya işletmelerini yitirmekten korkanlar ve yabancıları krizin sorumlusu gibi görenler gibi kesimlerden oluşan “orta sınıf” içinde ırkçılık giderek güç kazanıyor. Geçmişte Alman faşistleri Hitler ve Nazi ordusu anmaları yaparken ve Avrupalı Yahudilere yönelik katliamları reddederken, artık daha güncel meselelere yöneliyorlar. NPD gibi faşistler ABD emperyalizmine karşı, Irak ve Filistin’in kurtuluşu yönünde bir ajitasyon yürütüyor. İşsizlerin sosyal kesintilere karşı gerçekleştirdiği eylemlere katılıyorlar. Kimi faşist çete mensupları Latin Amerikalı devrimci Che Guevara’nın resminin basılı olduğu tişörtler bile giyiyor; Che’nin Amerikan emperyalizmine karşı savaşını sahipleniyorlar. Elbette sadece ABD emperyalizmiyle dertleri var; Alman emperyalizmiyle ilgili tek kelam bile etmiyorlar. Ve anti-Siyonizmleri de aslında tam bir Yahudi düşmanlığı olarak tezahür ediyor. Faşistlerin kapitalizme ilişkin protestoları ise, politikacıların münferit yolsuzluklarıyla ya da spekülatif “Yahudi” sermayesi ile sınırlı kalıyor; fabrikaların kamulaştırılmasından ya da üretim araçları üzerinde işçi denetiminden elbette hiç söz etmiyorlar. Onlar açısından sorun üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete dayanan
kapitalist sistem değil; esas düşman olarak göçmenleri, Yahudileri, İslamı ve Almanya üzerindeki sözde ABD hakimiyetini görüyorlar. Müslümanlık karşıtı ırkçılık dalgası Faşistler aynı zamanda muhafazakar partilerle sosyal demokrasinin belli kesimleri tarafından yürütülen ırkçı kampanyalara da katılıyor. Alman nüfusu içinde hala mevcut olan ciddi Yahudi karşıtı havanın yanı sıra, Müslüman nüfusa, özellikle de büyük Türk ve Kürt nüfusa karşı yükselen ırkçılık her geçen gün yükseliyor. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılma tartışmalarıyla birlikte, bu ırkçı kampanya yeniden canlandı. Başında sosyal demokratların bulunduğu hükümetten bile daha fazla sosyal kesinti öngören muhafazakar Hristiyan Demokratlar, bu programlarına oy kazanamayacakları için ırkçılık kartını oynuyorlar. Hristiyan Demokratlar ve SPD’den politikacılar, imamların camilerde Türkçe ya da Arapça konuşmasını engellemek istiyor. Göçmenler ve mülteciler radikal Müslüman gruplara sempati duydukları ya da Filistinli dayanışma örgütlerine para topladıkları gerekçesiyle sınırdışı ediliyor. Sembolik direniş ve halk cepheciliği Bir kentte faşist eylemler yükseldiğinde, burjuva ve sosyal demokrat politikacılar ile belediye başkanları sembolik protestolarda bulunmayı tercih ediyor. Faşist gösterilerin uzağında, ellerinde mumlar ve çiçekler olduğu halde, “daha fazla tolerans” çağrıları yapıyor ve “gerek sağ, gerek sol radikallerden (!) gelen şiddete karşı” nutuklar atıyorlar. Alman Komünist Partisi (DKP) gibi Stalinistler ise, radikal sol güçleri faşizme karşı sosyal demokratlarla, Yeşiller gibi burjuva partileriyle ve kiliseyle aynı platformda birleştirmeye çalışıyor. Bu
durum, radikal solun sosyal demokrat - yeşil koalisyon hükümetininırkçı göçmenlik yasalarını eleştirmesine izin vermemek anlamına geliyor. Sosyal kesintilerden ve işçi haklarına yönelik derin saldırılardan sorumlu olan partilerle aynı platformda yer almak, kapitalizm karşıtı ve devrimci sol açısından halk cephesinin bir parçası olmak demektir. Faşist parti sempatizanlarının gözünde “ulusal direniş” kapitalizme ve emperyalizme karşı tek anlamlı direniş olarak görünüyor; çünkü radikal sol iktidarla yan yana yürüyor. PDS (Doğu Alman Stalinistlerin mirasçısı olan Demokratik Sosyalizm Partisi) Berlin ve Mecklenburg’da yönetimi sosyal demokrat parti ile paylaştığı ve sosyal kesinti politikalarına onay verdiği için, pek çok işsiz ve tepkili genç ve işçi, radikal bir alternatif olarak faşist NPD ve DVU etrafında toplanıyor. Ultrasolculuk ve Siyonizm taraftarlığı Anarşistler ve sözde anti-faşist otonomcular genellikle faşistlere ve onların bürolarına yönelik doğrudan eylemleri tercih ediyor. Onlara kalırsa, küçük anti-faşist grupların militan ve gözüpek fiziksel saldırıları faşistleri durdurmak için yeterli görünüyor. Bu grupların genel tavrı (Gösterilerde kar maskeli militanlardan oluşan ‘kara blok’ları, ultra radikal sloganları, vs.) bu cesur genç yoldaşları diğer antifaşistlerden koparıyor. Kitlesel bir otonomcu hareketin yaşandığı 1980’ler ve 90’larda, bu ultra sol kuvvetler faşistlere zarar verebiliyordu. Fakat otonom hareketinin gerilemesinin ve faşistlerin güçlenmesinin ardından, artık faşistler otonomculardan çok daha fazla kişiyi harekete geçiren gösteriler düzenlemeye başladı. Anti-faşist gençlik hareketi içinde hatırı sayılır bir kesimi de, anti-faşist gösterilere Siyonist İsrail devletinin ve ABD’nin
13
bayraklarıyla katılan Alman düşmanları oluşturuyor. Bu kesim bütün Almanlar Yahudi düşmanı olarak görüyor ve Alman emperyalizmini en saldırgan emperyalizm olarak değerlendiriyor. Bu kesime göre anti-faşizm, “USAAntifa” ya da “Bombacı Harris, bir daha bombala” gibi sloganlarla Siyonizmi ve ABD emperyalizmi savunmak anlamına geliyor. (İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri komutanı Harris II. Dünya Savaşı sırasında Dresden’de ve Almanya’nın diğer kentlerinde Alman sivillere yönelik bombalama eylemlerinden sorumluydu) Alman düşmanları ya da kendi ifadeleriyle milliyetçilik karşıtları, esas olarak akademik çevrelerden gelen eski radikal solculardan oluşuyor; bu kesim, Almanya’daki sınıf mücadelesinin gerileyen düzeyi karşısında savrularak, açıkça emperyalizm yanlısı bir politika izlemeye başladı. Alman düşmanlarının bu ahmakça politikasının, işçi ve göçmenleri faşizme karşı harekete geçirme noktasında bir engel teşkil ettiği çok açıktır. Stalinistlerin burjuva devletine ilişkin yanılsamaları Reformist PDS’ye benzer bir biçimde, Alman Komünist Partisi ve Maocu MLPD (Almanya Marksist Leninist Partisi), burjuva devletine bütün faşist örgütlerin yasaklanması talebiyle gidiyor. Bu reformist ve Stalinist örgütler, işçi seferberliklerine güvenmek yerine burjuva devletine ilişkin yanılsamalar yaymayı tercih ediyor. Ne var ki, tarihsel deneyim burjuva devletin hiçbir zaman faşistleri yasaklama ya da dağıtma yönünde davranmadığını gösteriyor. Tam tersine, gizli servisin pek çok ajanı, “anayasanın savunulması adına” Nazi partilerinin üyeleri arasında yer alıyor. Devlet birkaç yıl önce NPD’yi yasaklamaya kalkıştığında, mahkeme hiçbir sonuca varamadan sona erdi;
çünkü ırkçı propaganda suçu işleyen bazı parti liderlerinin gizli servis elemanları olduğu ortaya çıktı. Münih’te şu anda bir faşist çeteye ve çete lideri Martin Wiese’ye yönelik bir dava sürüyor. Bu dazlak çetenin Münih’teki Yahudi merkezine yönelik bir bombalama eylemi planladığından şüpheleniliyor. Duruşmalar neticesinde, silahları temin edenin ve saldırı fikrini ortaya atanın bir gizli servis elemanı olduğu netleşti. Burjuva Alman devleti faşistleri yasaklama niyetiyle yeni yasalar çıkardıktan sonra, bu yasaları radikal sola karşı kullanmaya başladı. 1952’de Hitler’in NSDAP’ının bir devamı olan faşist Alman İmparatorluk Partisi’nin yasaklanması, 1956’da Alman Komünist Partisi’ni yasaklamak için atılmış bir ön adımdı; nitekim aynı yıl “demokratik” Almanya’da binlerce komünist tutuklandı. Şimdi de hükümet, Berlin’deki Brandenburg Kapısı ya da Felaket anıtları gibi milli sembollerin etrafında gösteri yapılmasını yasaklamak için yeni yasalar çıkarmayı planlıyor. Ne var ki, bu yasalar sadece faşist gösterileri değil, sol grupların ve işçi hareketinin gösterilerini de engellemeyi hedefliyor. 1937 yılının ekim ayında Meksika solu içinde gerici basının nasıl engelleneceği üzerine bir tartışma yaşanmıştı. O sırada Meksika’da sürgünde bulunan Leon Troçki, Stalinistlerin burjuva devletinden gerici ve faşist gazetelerin yasaklanmasını talep etmesine şiddetle karşı çıkmıştı. “Tarihsel deneyim kadar teori de göstermiştir ki, burjuva toplumunda demokrasideki her kısıtlama, kaçınılmaz olarak proletaryaya yönelir; tıpkı vergilerin kaçınılmaz olarak proletaryanın sırtına yıkıldığı gibi. Burjuva demokrasisi proletarya açısından ancak sınıf mücadelesinin gelişimi önündeki engelleri ortadan kaldırdığı ölçüde yararlıdır. Buradan hareketle, burjuva devletini kamuoyu üzerinde, özellikle de basın üzerinde hakimiyet sağlayacak özel araçlarla teçhizatlandıran her işçi ‘lideri’ haindir. Son tahlilde, sınıf mücadelesinin yükselmesi, her renkten burjuvaziyi bir anlaşmaya varmaya zorlayacaktır: yeni bir yasal çerçeve ile her türlü kısıtlayıcı tedbir alınacak, işçi sınıfına karşı ‘demokratik’ sansür tedbirleri uygulamaya konacaktır. Bunu hala kavrayamamış olan kimseler, işçi sınıfı saflarını terketmelidir.” İşçilerin, göçmenlerin ve gençliğin anti-faşist cephesini yaratmak için Faşistler güçlerini sokaklardaki hakimiyetlerinden alıyor. Onları durduracağımız ve tecrit edeceğimiz yer de sokaklardır. Bu görev, uzaktan uzağa sembolik mum ışıklarıyla protesto gösterileri yaparak başarılamaz. Faşistleri ancak kitlesel bir güce
ulaşarak durdurabiliriz. Aksi takdirde, geçen yıl sık sık yaşadığımız üzere, polis bizim kortejlerimizi dağıtmak için faşistlere arka çıkacaktır. Oysa binlere ulaştığımız ölçüde, polis de faşistler adına üzerimize saldırmaya cesaret edemeyecektir. 1997’de 6 bin faşist Münih’te bir yürüyüş yapmıştı. Fakat bu yürüyüşten haftalar önce başlatılan büyük seferberlik sonucunda, 15 bin antifaşist yürüyüşü engellemek üzere sokağa çıkmıştı. Geçtiğimiz yıllarda da faşistler yürüyüşlerini nadiren sonuçlandırabilmiş, çoğunlukla anti-faşist direnişle karşılaşmıştı. Marksist İnsiyatif gibi Troçkist hareketler, Stalinistlerin halk cepheci oportünizmine de, anarşistlerin ultra sol taktiklerine de karşı çıkmaktadır. Faşistlerin iyi örgütlendiği ve göçmenlerle solculara yönelik tehdit oluşturduğu bölgelerde, polis konusunda hiçbir ilüzyon yaşamaksızın anti-faşist savunmayı örgütleme çağrısı yaparız. Sol örgütlenmeler kadar göçmen merkezleri ve sendikalar da faşist saldırılara karşı savunma birlikleri ve milisler örgütlemelidir. Gerekli görüldüğünde, göçmenlerin ve Almanların ortak olarak oluşturacağı savunma birlikleri kentlerdeki işçi ve göçmen lokallerini denetim altında bulundurmalı, sol parti bürolarını, alternatif gençlik merkezlerini, saldırıya uğraması muhtemel cami ve sinagogları korumalıdır. Anti-faşist savunmayı örgütlemek üzere tüm işçi sınıfı örgütlerini birleşik bir cephe oluşturmaya çağırıyoruz. Troçki’nin 1931’de yazdığı şu perspektifi savunuyoruz: “Sosyal Demokrasi’yle ya da Alman sendikalarının liderleriyle ortak platformlara, ortak yayınlara, ortak bayraklara, ortak pankartlara hayır! Ayrı yürüyelim, fakat birlikte vuralım! Sadece nasıl vuracağımız, kime vuracağımız ve ne zaman vuracağımız konusunda anlaşalım! Böylesi bir anlaşma şeytanın kendisiyle bile, şeytanın nenesiyle bile, hatta ve hatta Noske ve Grezesinsky (Weimar Cumhuriyeti sırasında Karl Liebknecht, Rosa Luxemburg ve pek çok işçinin Prusya polisince öldürülmesinden sorumlu sağ kanat sosyal demokratlar) ile bile yapılabilir. Tek bir koşulla, ellerimizi bağlamadan.” (Troçki, Faşizme Karşı Birleşik Bir İşçi Cephesi İçin, Aralık 1931) Troçkistler sendikaları ve sosyal demokratları olduğu kadar, faşistlerin hedefi olan radikal solu, kilise, sinagog ve cami mensuplarını, eşcinselleri seferber etmeyi hedefler. Türk ve Kürt göçmenleri, sosyalistleri ve Kemalistleri, Kürt milliyetçilerini ve Müslümanları, Filistinlileri olduğu kadar, Yahudi cemaatini de faşistlere karşı girişeceğimiz eylemlere katmayı arzularız. Pek çok farklı meselede tüm bu kesimler arasında derin, hatta
14
uzlaşmaz farklılıklar bulunmaktadır; fakat bunların tümü, faşizmin ölümcül tehdidi altındadır. Göçmenlerden nefret eden dazlaklar, kimseye Kürt mü, Türk mü, siyah mı, yoksa Yahudi mi olduğunu sormamaktadır. Bu noktada bir konuyu da açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Almanya’daki faşist hareket, bilinçsiz bir Türk milliyetçiliğini de körüklüyor. Kimi Türk gençler MHP sembollerini taşımayı Alman faşistlerine karşı bir meydan okuma olarak algılayabiliyor. Bu kitleyi, Türkiye’deki faşist MHP kitlesinden ayrı değerlendirmek, Almanya’daki faşizme Türk faşistlerinin sembollerine sarılarak karşı çıkılamayacağını göstermek gerekir. Keza Almanya’daki Müslümanlar içinde camiye giden geniş bir kesim bulunuyor. Bunların büyük çoğunluğu şeriatçı değil, geleneksel değerlerine bağlı Müslüman nüfus. 11 Eylül sonrası burjuva yayın organlarında ciddi bir antiİslam tutum görülmeye başladı. Yani Türkiye’de İslam bir iktidar unsuru iken, Almanya’da giderek daha fazla horlanan ve ezilen bir dinsel topluluk haline dönüştü. Onları ve Alevi merkezlerine devam eden kesimleri faşizme karşı mücadeleye çağırmak bu nedenle son derece önemli. Bizim programımız, tüm bu kesimlerin yaşadığı sorunlara duyarlı olmayı ve eylem süreci içinde, sınıf dayanışmasına ve sınıf mücadelesine ikna edebilmeyi öngörüyor. Bunu yaparken, elbette MHP’li faşist kadrolarla ve şeriatçı önderliklerle aramıza net bir ayrım koyuyor ve faşizmle mücadeleyi başka milliyetlerin faşistlerinin ya da eli kanlı şeriatçı önderliklerin yürütemeyeceğini açıkça vurguluyoruz. Troçkistler kendi sloganlarını yükseltmekte ve kendi bildirilerini dağıtmaktadır. Faşist tehdit altındaki tüm kesimlerin geniş birleşik eylemini örgütleme çağrısı yaparken, sosyal demokrat hükümetin ırkçı politikasını ya da Kemalist örgütlerin Kürt karşıtı şovenizmini eleştirmeyi sürdürüyoruz. Faşistlere karşı sosyal demokrat, Yeşilci, Müslüman ya da Hristiyan unsurlarla birlikte mücadele yürütürken, sosyalist bir alternatif yaratma gereği üzerine sürdürdüğümüz propagandadan asla taviz vermiyoruz. Faşistlerin antikapitalist demogojilerinden etkilenen işçileri ve gençleri ancak keskin bir antikapitalist programla kendi saflarımıza kazanabiliriz. Faşistleri sokaklarda durdurmak yeterli değildir. Marksist filozof Max Horkheimer’ın zamanında vurguladığı gibi, “Eğer kapitalizmden söz etmek istemiyorsanız, o halde Nazizmden de söz etmeyin.” Faşizmin köklerini yoketmek için, kapitalist sistemi bir bütün olarak ortadan kaldırmak ve yerine sosyalist bir işçi devleti inşa etmek zorunludur.
Avrupa’da da fukaralar dişlerinden bellidir HAYDAR TOPRAK, Marksist İnsiyatif Afrika’nın tarihi sömürgeler tarihidir; Afrikalılar ilk önce esir olarak pazarlarda satıldılar, sonra da bizzat kendi topraklarındaki madenlerde Avrupalılar tarafından köle olarak çalıştırıldılar. Avrupa’nın zenginliği bu insan ticareti ve sömürgecilik üzerine kuruludur; geçen yüzyıl başında Afrika’dan gelen yıllık gelir rakamları incelendiğinde muazzam rakamlar ortaya çıkmaktadır. Avrupalılar, Afrika’da kaynakları dev uluslararası tekellerin mülkiyetine geçmiş ve kısmen tüketilmiş, siyasi kaoslara terk edilmiş bir kıta bıraktı geçen yüzyıllın ortasında. Bunlar tarih diyenlere ise tek bir cevap verilebilir; tarih dünden ve bugünden oluşmaktadır. Avrupa Birliği’nin en önemli parçalarından biri olan Almanya’nın Afrika’dan kaçmak zorunda kalan insanları için uygun gördüğü çözüm ise, Afrika sınırları içinde dev bir toplama kampı inşa etmektir. Uygun bir rüşvetle geri kalmış Kuzey Afrika ülkelerinden birinde kuracakları bu toplama kampı, mülteciler Avrupa’ya ulaşmadan önce orada senelerce en kötü şartlarda bekletip, aralarında işlerine yarabilecekleri seçmek olacaktır. Avrupa Birliği, sömürmek için dünyanın her yerine gidebilir ama sömürdüğü ülkelerin hiç birinden insan istemez topraklarında... Libya basta olmak üzere Kuzey Afrika ülkelerine mülteci avı için elektrikli tel örgüler, jip ve hızlı tekneleri veren Avrupa’yı bu ülkelerdeki ‘demokrasi’ sorunu ilgilendirmemektedir. Kendi ülkesinde sıkı bir gizli rğt ağına sahip olan Libya ile yapılan ekonomik antlaşmalar, Avrupa için hem daha fazla sömürü, hem de Libya üzerinden gelen mülteci dalgasını kırmak içindir. Resmin parcalarını yerine koyalım... Bu hafta içinde Almanya`nın Münih kentinde
Almanya’da Türk göçmenler karikatürlerle de aşağılanıyor. Gürcü bir öğrenci tutuklandı ve sınır dışı edilme kararı alındı, ‘demokratik’ Avrupa Birliği yasalarına göre uygulama gayet uygun da, peki nedir bu öğrencinin suçu? Üniversiteden de onay alarak, bölümünü değiştirmesi!.. Evet, tutuklandı çünkü başka bir bölümde okumak istiyordu!.. “Avrupa Birliği ülkelerinin kanunları böyle, uymak lazım” diyenler olabilir; peki neden Avrupa Birliği’nin kanunları böyle? Alman vatandaşı olup Türk vatandaşlığına geri geçen elli bin kişiyi şu an Alman vatandaşlığından çıkartıyorlar. Yani şöyle diyelim; aslında her zaman bir ‘ikinci sınıf vatandaş’lık konumu var Almanya’da. Bu yasa her ne kadar herkes için geçerli olsa da, fiilen sadece Türkiye`den gelenler için uygulanıyor. Çünkü Almanlar ikinci bir vatandaşlığa geçtiklerinde, bu ya Avrupa Birliği’nin diğer bir ülkesi ya da ABD vatandaşlığıdır. AB üyesi bir başka ülke vatandaşlığına geçildiğinde sadece seçim haklarında kısıtlamalar getirilmekte, diğer haklar aynen devam etmektedir. Ama Alman vatandaşlığından çıkartılan bir Türkiyeli çalişma izninden oturum haklarına kadar varabilen bir çok hak kaybına uğramaktadır. Yani Alman vatandaşlığına bile geçilse, ikinci sınıf muamelesi görmekten kurtulmak mümkün değil; bu kanunlar ırkçı ve emekçi düşmanıdır. Türkiye’de Amerikan karşıtlığı güçleniyor ve ‘demokratik’ Avrupa’ya hayranlık körükleniyor. Bu noktada da bir çift sözümüz olacak elbette. NATO üyesi olan her ülke, Amerika’nın Irak’taki işgaline ya askeri ya da logistik destek vermektedir. Savaşa karşı bir görüntü vermeye çalışan Almanya’da Irak`a yollanacak Amerikan güçleri konuşlanıyor; orada yaralanan askerlerin tedavisi de Almanya`da yapılıyor. Yani bu savaş Amerika’nın işgalinden ibaret
15
değildir. Bir bütün olarak emperyalizmin dünyayı yeniden sömürgeleştirme operasyonunun bir parçasıdır. Buradan baktığımızda, AB ve ABD aynı madalyonun iki yüzüdür. Avrupa kapitalizmi saldırganlaşıyor. Avrupa Birliği iki yönde sömürüsünü geliştirmektedir. İlk olarak, eski Doğu Bloğu ülkeleri Avrupa Birliği’nin hedefi durumundadır; bu bölgede Ukrayna şu an AB’nin en çok yoğunlaştığı ülkelerin başında geliyor. Avrupa Birliği petrol ve doğal enerji kaynağı yoksunu bir bölgedir. Bu nedenle Ortadoğu ve Kafkaslar da AB için çok büyük önem taşımaktadır. AB’nin buralara ilişkin ciddi planları bulunmaktadır. Sömürünün ikinci istikameti ise, bizzat Avrupa’daki işçi sınıfıdır. Avrupa çapında, binlerce işçinin canı pahasına kazanılan sekiz saatlik işgünü hakkı bile saldırı altındadır. Bir çok fabrika işçilerine fazla mesai uygulamaya başlamıştır. Hem de daha az ücretle!.. Sağlık alanındaki hizmetler kesilmekte, sadece zenginler bu hizmetlerden sonuna kadar yararlanabilmektedir. Bir buçuk yıldır Almanya’da uygulanan muayane ücretleri sonuncunda muayene olan hasta oranında yüzde 8’lik bir düşüş oldu. Bu yüzde 8’in önemli bölümünü işşizler, yaşlılar ve evsizler oluşturuyor. Bahis konusu ücretin sadece 10 Euro olduğunu söylersek, Avrupa’daki yoksullaşma konusunda da bir fikir vermiş oluruz. Hele bir de bir işçinin dişlerinde sorunu olmayagörsün; binlerce Euroluk faturalarla karşılaşılır... Yani Avrupa’da da fukaralar dişlerinden belli olur... Bu sebeple kimse Avrupa’da boşuna ‘insani’ bir kapitalizm aramasın. Hele Avrupa’yı demokratik bir alternatif, bir kurtuluş umudu olarak hiç görmesin...
Friedrich Engels’in Karl Marx’ın mezarı başında yaptığı konuşma Highgate Mezarlığı, Londra, 17 Mart 1883
Devrimcinin Ölümü 14 Mart günü, öğleden sonra üçe çeyrek kala, yaşayan düşünürlerin en büyüğü artık düşünmez oldu. Ancak iki dakika yalnız bıraktıktan sonra, odaya girince, onu koltuğunda rahat rahat, ama sonsuzluğa dek, uyumuş bulduk. Avrupa ve Amerika militan proletaryasının bu adamda yitirmiş bulunduğu şey, tarihsel bilimin bu adamda yitirmiş bulunduğu şey, ölçülemez. Bu devin ölümü ile bırakılan boşluk, kendini duyumsatmakta gecikmeyecek. Nasıl ki Darwin organik doğanın gelişme yasasını bulduysa, Marx da insan tarihinin gelişme yasasını, yani insanların, siyaset, bilim, sanat, din, vb. ile uğraşabilmelerinden önce, ilkin yemeleri, içmeleri, barınmaları ve giyinmeleri gerektiği; bunun sonucu, maddi ilksel yaşama araçlarının üretimi ve, böylece, bir halk ya da bir dönemin her iktisadi gelişme derecesinin, devlet kurumlarının, hukuksal görüşlerin, sanatın ve hatta sözkonusu insanların dinsel fikirlerinin üzerinde gelişmiş bulundukları temeli oluşturdukları ve, buna göre, bütün bunların şimdiye değin yapıldığı gibi değil, ama tersine, bu temele dayanarak açıklamak gerektiği yolundaki, daha önce ideolojik bir saçmalıklar yığını altında üstü örtülmüş bulunan o temel olguyu buldu. Ama hepsi bu değil. Marx günümüz kapitalist üretim tarzı ile onun sonucu olan burjuva toplumun özel hareket yasasını da buldu. Artı-değerin bulunması, sonunda, bu konuyu aydınlattı; oysa, burjuva iktisatçıların olduğu kadar sosyalist eleştiricilerin de daha önceki bütün araştırmaları, karanlıklar içinde yitip gitmişlerdi. Bu türlü iki bulgu koca bir yaşam için yeterdi. Kendisine böyle bir tek buluş yapma nasip olana ne mutlu! Ama Marx araştırmada bulunduğu her alanda (bu alanlann sayısı çoktur ve bir teki bile yüzeysel irdelemelerin konusu olmamıştır), hatta matematik alanında bile, özgün buluşlar yaptı. Bilim adamı olarak, buydu. Ama onun etkinliğinde asıl önemli olan, hiç de bu değildi. Marx için bilim, tarihi etkinliğe geçiren bir güç, devrimci bir güçtü. Pratik uygulamasının düşünülmesi belki de olanaksız olan herhangi bir teorik bilimdeki bir bulgudan duyabileceği sevinç ne denli katıksız olursa olsun,
16
sanayi için, ya da genel olarak tarihsel gelişme için doğrudan doğruya devrimci bir önem taşıyan bir bulgu sözkonusu olduğu zaman duyduğu sevinç bambaşkaydı. Böylece Marx, elektrik alanındaki bulguların gelişmesini ve, daha şu son günlerde, Marcel Deprez’in çalışmalarını çok dikkatli bir biçimde izliyordu. Çünkü Marx, her şeyden önce bir devrimciydi. Kapitalist toplum ile onun yaratmış bulunduğu devlet kurumlarının yıkılmasına şu ya da bu biçimde katkıda bulunmak, kendi öz durumunun ve gereksinmelerinin bilincini, kendi kurtuluş koşullarının bilincini kendisine ilk onun vermiş bulunduğu modern proletaryanın kurtuluşuna yardımda bulunmak, onun gerçek yönelimi işte buydu. Savaşım onun en sevdiği alandı. Ender görülür bir tutku, bir direngenlik ve bir başarı ile savaştı o. 1842’de birinci Rheinische Zeitung’a, 1844’te Paris’teki Worwärts’a, 1847’de Brüksel’deki Deutsche-Brüsseler-Zeitung’a, 18481849’da Neue Rheinische Zeitung’a 1852’den 1861’e değin New York Tribune’e katkı, ayrıca, bir sürü kavga broşürünün yayınlanması, tüm yapıtının doruğu olan büyük Uluslararasi Emekçiler Derneğinin kuruluşuna değin Paris, Brüksel ve Londra’da çalışma, işte, eğer başka hiçbir şey yapmasaydı bile, yapıcısının gurur duyabileceği sonuçlar. Marx, işte bu yüzden zamanının en sevilmeyen ve en çok karaçalınan adamı oldu. Mutlakiyetçi olduğu kadar cumhuriyetçi hükümetler de kovdular onu; tutucu burjuvalar ile aşırı demokratlar onu karaçalma ve kargışlara boğmakta birbirleri ile yarışıyorlardı. O bütün bunları, hiç aldırmaksızın, örümcek ağları gibi yolunun dışına atıyor ve ancak çok zorunlu durumlarda yanıtlıyordu. Sibirya madenlerinden Kaliforniya’ya değin, Avrupa ve Amerika’nın her yanına dağılmış, tüm dünyanın milyonlarca devrimci militanı tarafından ululanmış, sevilmiş ve aklanmış olarak öldü o. Ve ben çekinmeden söyleyebilirim ki, onun birçok karşı-düşüncede olan hasmı olabilirdi, ama kişisel düşmanı pek o kadar yoktu. Adı yüzyıllar boyunca yaşayacak, yapıtı da! 17 Mart 1883 günü Highgate’de Engels tarafından İngilizce yapılan konuşma Almanca olarak, 22 Mart 1883 günlü SocialDemokrat’ın 13. sayısında yayınlanmıştır.