DEVRIMCI ISCI BÜ T Ü N
Ü L K E L E R İ N
İ Ş Ç İ L E R İ
B İ R L E Şİ N !
Sayı 3, Mayıs 2005
İşçilerin bayrağı İşçilerin altında dövüşeceği tek bayrak Enternasyonal’in bayrağıdır. sayfa 3
Yürüyüş yeni başladı! Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’nun orta yerinde, bir ateş çemberinde, her türden gericilikle savaşarak ilerlemek zorundayız. Bölgeyi insanca yaşanacak bir coğrafya, bir barış toprağı haline getirmek için, işçi sınıfının devrimci önderliğini inşa etmek zorundayız. Emperyalist çizmeler altında çiğnenen, bağrı deşilen, insanları birbirine düşürülen bu coğrafyayı, işçilerin kardeşliğiyle kurtarmaktan, halkları işçi sınıfının etrafında birleştirmekten gayrı bir çözüm yok. Bu ateş çemberinde küçük ‘huzur’ adacıkları oluşturma imkanı yok. Bireysel kurtuluş şansı yok... Türkiye işçi sınıfı bölgede kilit rolü oynayabilecek kadar büyük bir potansiyel güce sahip. Ne var ki, 25 senedir, askeri diktatörlükle ve ardından gelen neo-liberal saldırılarla paramparça edildi, mevzileri dağıtıldı, savunmasız bırakıldı. Genel olarak Türkiye sol hareketi, özelde de devrimci Marksizm bu saldırıların karşısında basiretli bir biçimde duramadı. Hâlâ da sol içinde ciddi sorunlar yaşanıyor. Bölgede yükselen ve emperyalizm tarafından halkları birbirine kırdırmak için kullanılan milliyetçilik sol hareketi de derinden etkiliyor. Özellikle son dönemde, pek çok sol grup işçi sınıfının bağımsız devrimci siyasetlerini inşa etmek yerine, işçi sınıfına yabancı ‘cephe’ler ve ittifaklar peşinde koşuyor. Bunun sonucunda da, kendisini ‘devrimci’, hatta ‘komünist’ olarak tanımlayan kuvvetler, milliyetçilik ve ‘yurtseverlik’ üzerinden çatışmalar yaşıyor. Tüm bunlar yaşanırken, Türkiye emperyalizme tam anlamıyla teslimiyet içine sokuluyor; İncirlik başta olmak üzere üsler ABD’nin
daha aktif kullanımına sokuluyor. İktidar doğrudan doğruya IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluşların talimatları doğrultusunda hareket ediyor, işçi sınıfı, emekçiler, yoksullar, her geçen gün daha derin bir sefalete sürükleniyor. Tüm bunların gerçekleşmesinin yegane sebebi devrimci önderlik boşluğudur. Başka deyişle, işçi sınıfını yeniden ayakları üzerinde dikilmeye, mücadelelere yöneltecek, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı direnişi örgütleyecek, milliyetçilik gibi işçi sınıfı çizgisine yabancı siyasetlere karşı enternasyonalizm bayrağıyla savaşacak bir devrimci önderlik inşası, Türkiye ve bölge işçi sınıfı açısından bir ölüm kalım meselesidir. Devrimci İşçi, bu önderliğin inşası için yola çıkmıştır. İçinden geldiğimiz devrimci Marksist akımın önceki süreçte yaşadığı kriz ve güçlükler dikkate alındığında, mütevazı ama önemli adımlar atılmıştır. Bunun bir ifadesi olarak 1 Mayıs’ta İstanbul’da kendi bayrağımızla yürünmüş, Ankara’da Enternasyonalist Cephe içinde yer alınmış, İzmir ve Kıbrıs’ta sendikalarla hareket edilmiştir. Ama bunlar yeterli değildir. Devrimci önderlik, bir öncü grubunun doğrusal büyümesine indirgenemez. Bu nedenle, Devrimci İşçi, sınıf mücadelesine ve anti-emperyalist kavgaya daha fazla müdahale edebilmek için devrimci Marksist güçlere daha fazla yönelecektir. Evet, yürüyüşümüz yeni başladı. Gelecek süreç daha fazla özveri gerektiriyor. Bunu başarmak için yaslanacağımız en önemli güç ise enternasyonal geleneğimizdir...
Şovenizmin yükselişi ve ODTÜ Yükselen şovenizm “sol”da da yansımasını buluyor. sayfa 4-5-6-7
Burjuva devletinin copu! Seydişehir’de işçilere kalkan cop, tüm işçi sınıfının kafasına inmiştir. sayfa 8
Eğitim-Sen kapatılamaz! Eğitim-Sen davası sınıfa saldırılara karşı mücadele aracına dönüştürülmelidir. sayfa 9-10
Dünyanın dört tarafı isyan! Almanya, Fas, Ekvador, Arjantin... Sınıf mücadelesi sürüyor, Dördüncü Enternasyonal büyüyor... sayfa 13-14-15
Yanki’ye yumurta yağmuru Geçtiğimiz ay Kocaeli Üniversitesinde uluslararası terörizm konulu bir panelde konuşma yapacak olan Amerikan Deniz Kuvvetleri Albayını Kocaeli Üniversitesi öğrencileri yumurta yağmuruna tuttu. Konferans öğrencilerin müdahalesiyle engellendi. Kocaeli Üniversitesi Umuttepe Kampusünde uluslararası terörizm konulu bir panele konuşmacı olarak katılan Amerikan Deniz Kuvvetleri Komutanı’nı Kocaeli Üniversitesi Öğrencileri panel başladığı anda protesto etmeye başladılar. Öğrenciler, “Üniversitemize bebek katilleri, tecavüzcüler, işkenceciler giremez” sloganlarıyla yumurta ve su atıp Albay üniversiteyi terk edene kadar sloganlar eşliğinde protestolarına devam etti. Amerikan Albayı suratındaki yumurtalarla soğuk terler dökerek salonu terk etti. Daha sonra üniversite öğrencilerinin yaptığı açıklamada, tüm ülkeden IMF’cileri ve Amerikancıları kovma gereği vurgulandı.
Ahmet Şık Gazeteci Ahmet Şık, hakkını aradığı için işten çıkarıldı. Patronu Aydın Doğan’ın yasaları hiçe sayan uygulamalarına karşı mücadele başlatan ve yargıya başvuran Ahmet Şık, çalıştığı Radikal Gazetesi’nden “performans düşüklüğü” gerekçe gösterilerek çıkarıldı. Ahmet Şık’a destek veren ÇGD İstanbul Şubesi ise bir basın açıklaması ile gazete patronlarını uyardı:
Yasaları bu kadar rahat çiğneyemeyeceksiniz! Öğrencilerin tepkisiyle karşılaşan Yanki üniversiteden apar topar kaçırıldı.
IMF talimatlı hükümet kamu emekçilerine saldırıyor IMF‘nin talimatları doğrultusunda, “reform“ adı altında yürütülen saldırılar son hızla devam ediyor. “Kamu Personeli Reformu” olarak sunulan taslakta kamu emekçilerinin kazanılmış hakları gasp edilmek isteniyor. “Esnek personel“ adı altında iş güvencesi yok ediliyor. Taslak, sadece üst düzey yöneticileri memur kapsamına alınıyor ve sözleşmeli personelin kapsamı genişliyor. Sözde “reform’ların içeriği ana hatlarıyla şöyle: 1. Kamu çalışanları, ‘memur, sözleşmeli personel, geçici personel, diğer kamu görevlileri ve işçiler’ olarak beşe ayrılıyor. Bu, mücadeleleri bölmek için atılmış önemli bir adım. 2. Memur sınıflandırmasına son veriliyor; “kariyer, yeterlilik, başarı değerlendirilmesi ve hesap verme” ilkeleri getiriliyor. Böylelikle, sudan bahanelerle işten çıkarma kolaylaştırılıyor. 3. Memurlar için “kadro“, sözleşmeli personel içinse “pozisyon“ tanımına yer veriliyor. Bu da işten çıkarmaları rahatlatacak bir sınıflandırma. 4. Sözleşmeli personel statüsünden memur kadrosuna sınavsız geçişe olanak tanınıyor. Böylelikle, kadrolaşma iyice garanti altına alınıyor.
Devrimci İşçi www.devrimci.org adresinde, pdf. formatında bir internet dergisi olarak yayımlanmaktadır. 2
Bir süre önce fazla mesai, ikramiye gibi hakları için yargıya başvuran Radikal Gazetesi muhabiri Ahmet Şık, “performans yetersizliği” gerekçe gösterilerek,’ 3 Mayıs Dünya Basın özgürlüğü Günü’nden bir gün önce işinden çıkarılmıştır. Şık’ın işten çıkarılması tüm gazetecilere; muhabirlere, sayfa sekreterlerine, editörlere, foto muhabirlerine örtülü bir tehdittir. İşveren, Şık’ı işten çıkararak, vergiden kaçınmak için eksik gösterilen maaşlar, fazla mesai ve ücretli izinler gibi yasal haklarını “arayanları” örtülü biçimde tehdit etmeye çalışmaktadır. İşveren gazetecilere; muhabirlere, sayfa sekreterlerine, editörlere “yoksulluk sınırının altında” bir yaşamı uygun görmekte bunun için de fütursuzca yasaları çiğnemekte, yasal haklarını arayanları da “kara listelerle” korkutmaya çalışmaktadır. İşveren, TGS tarafından yürütülen ve Bakanlar Kurulu’nda imzaya açılan “teşmil’in hemen öncesinde Şık’ı işten çıkararak gazetecilerin hak taleplerinin önünü kesmeyi amaçlamaktadır. Çağdaş Gazeteciler Derneği İstanbu Şubesi, TGS İşyeri Temsilcisi de olan Ahmet Şık’ı “haklarını aradığı için işten çıkaran” Doğan Medya Grubu’nu şiddetle kınar. Derneğimiz işverenlerin fütursuzca giriştiği bu yasadışı tutumlara karşı bir hukuk duvarı oluşturacağını ve gazetecilerin haklarını işverenlere bu kadar rahatça çiğnetmeyeceğini kamuoyuna duyurur.
“Kadın ve erkek işçiler! Yeryüzünde, altında savaşıp uğrunda can verilecek tek bir bayrak var: Komünist Enternasyonal’in bayrağı!”
Köle tacirleri, derebeyleri, ağalar, paşalar, sultanlar, patronlar ve tabii sahtekar politikacılar, tarih boyunca ezilenleri birbirine kırdırdı. Ve bu kırımların hepsi ‘din’ adına, ‘millet’ adına yapıldı. Yoksullar, ellerine tutuşturulan ‘bayrak’larla birbirlerine saldırıp savaş meydanlarında can verirken, egemenler, yani servet sahipleri, ellerini ovuşturarak, ceplerine girecek savaş ganimetlerinin hesabını yapıyordu. Elbette tarih boyunca bu çarka karşı direnenler de oldu. Yüzyıllarca, köle isyanlarından işçi ayaklanmalarına kadar kahramanca direnişler gerçekleşti. Zorba iktidarlar, bu direnişleri hep kanla bastırdı. Ancak isyan ateşi hiç sönmedi. O kahramanların kanları her isyanda yeniden bayraklaştı. Ve nihayet 1917’de, Bolşevikler, ezilenlerin kızıl bayrağını zorbaların burcuna dikti. O güne kadar aşağılanan, hor görülen, sömürülen ve kanlarıyla zorbaların iktidarını besleyen emekçiler, egemenlerin çarkını kırdı. Rusya’da ve Rus Çarlığının egemenlik alanlarında, iktidara üretenler el koydu. Ve bu devrim, egemenlerin kışkırttığı gerici savaşa karşı mücadelenin bir sonucuydu. Evet, Bolşevikler, emperyalistler arasındaki pazar paylaşım mücadelesinden başka bir anlama gelmeyen Birinci Dünya Savaşı’nda, kendi ülkeleri için savaşmayı reddetmişti. Patronların çıkarları için başka ülkelerin işçilerine ve yoksullarına kurşun sıkmayacaklarını açıklıyorlardı. Askere alınan işçilere ve yoksul köylülere sesleniyor, “Karşı siperlerdekiler işçi kardeşlerimizdir, namlularınızı onlara değil gerici iktidarlara çevirin!” diyorlardı. Başlangıçta Bolşeviklere ‘vatan haini’ gözüyle bakan pek çok emekçi, savaşın yarattığı yıkımın farkına vardıkça, Çar’ın ve Rus patronların çıkarları için yüzbinlerce emekçinin mezbahaya sürüldüğünü gördükçe, Çar’ın uğruna ölmeyi reddetmeye başladı. Ve o çok ihtişamlı Çar paldır küldür devrildi. Bu kez Rus patronların öne sürdüğü farklı politikacılar
devam ettirdi ‘vatan uğruna savaş’ palavralarını. Ama emekçiler, daha en baştan patronların çıkarları için ölmeyi ve öldürmeyi reddeden, işçi sınıfının kendi kaderini kendi eline alması gerektiğini savunan Bolşeviklerin safında toplanmaya başlamıştı bir kere. İşçi sınıfı tarihte ilk kez bendini yıkıp geçti ve “Bundan sonra işçi sınıfı kendi kendini yönetecek” diyerek iktidara el koydu. O vakitten sonra, egemenlerin din ve millet kışkırtmalarıyla giriştiği yağma savaşlarının bir hükmü kalmamıştı. Artık tek gerçek savaş, insanlığın özgürce yaşayacağı adil bir dünya için yürütülecek olan sınıf savaşıydı. Bu, emperyalist dünya egemenliğine karşı tüm dünyada sürdürülecek ve sömürgenlerin son kalesi de devrilene kadar devam edecek bir savaştı. Ve bu savaşı yönetecek olan da, işçi sınıfının dünya partisi olarak örgütlenen Komünist Enternasyonal’di. Bolşeviklerin önderliğinde kurulan Komünist Enternasyonal, 1920’de dünyanın dört bir tarafından işçilerle topladığı İkinci Kongre’sinde tüm dünya emekçilerine açıkça sesleniyordu: “Kadın ve erkek işçiler! Yeryüzünde, altında savaşıp uğrunda can verilecek tek bir bayrak var: Komünist Enternasyonal’in bayrağı!” Evet, o güne dek sömürüyü ve zorbalığı vatan-millet kılıfına sokarak gizleyen sömürgenler, bayrakları da kendi çıkarları doğrultusunda kullanmıştı. Tarihte ilk kez Enternasyonal’in bayrağı işçi sınıfının ve tüm insanlığın kurtuluşunu temsil eden bir sembol oldu. O günden sonra, emperyalizme karşı savaş anlamı taşımayan hiçbir bayrak işçilerin bayrağı olmamıştır. İşçilerin bayrağı, tek tek ulusların çıkarını değil, insanlığı temsil etmektedir. Ulusal bayraklar ise, ancak insanlığı yok oluşa sürükleyen emperyalizme karşı savaş sancakları oldukları sürece sahiplenilir. Bugün Komünist Enternasyonal’in geleneğini sürdüren Uluslararası İşçi Birliği - Dördüncü Enternasyonal, dünya işçi sınıfının kızıl bayrağını son emperyalist kaleye dikene kadar mücadele etme kararlılığını bu yüksek idealden almaktadır.
3
Boğazlaşma tehdidi
Faşist provokasyonlar yaygınlaşıyor. Kürtlerle Türkleri bir milli boğazlaşmaya götürmeye yönelik bu provokasyonlar bir kez daha gösterdi ki, milliyetçiliğe karşı tek ilaç işçilerin birleşik mücadelesini örgütlemektir... Trabzon’da ‘F Tipi cezaevleri ve tecrit uygulaması’nı protesto etmek için bildiri dağıtan, Tutuklu Aileleriyle Dayanışma Derneği (TAYAD) üyesi beş gence yönelik linç girişimi, faşist katillerin gerçek yüzünü bir kez daha gösterdi. Ancak yaşananlar bununla sınırlı değildi. “Bayrak” provokasyonunun ardından düğmeye basılmış gibi harekete geçen faşistler, her zaman olduğu gibi, daha geniş bir provokasyona hizmet ediyordu. TAYAD’lı gençlerin “bayrak” olayıyla bir ilişkileri olmamasına, cezaevlerindeki uygulamaları protesto etmelerine rağmen, “Bayrak yakıyorlar” provokasyonuyla saldırıya uğradılar. Saldırıyı yönetenler, tanınmış MHP’li faşistlerdi. Olaylar Trabzon’dan farklı kentlere de yayıldı. Bilindiği gibi, Mersin’de 21 Mart’ta Newroz kutlamaları sonrasında ‘bayrak yakıldığı’ iddasıyla başlayan süreç, çocukların tutuklanması, siyasi partiler ve okul binalarına saldırılarla devam etmişti. Tüm ülkede Kürt hareketine yönelik bir şoven dalga yükseltildi. Trabzon olayı, yaşanan faşist saldırılara yeni bir boyut kattı. Farklı kentlerde de benzer gelişmeler görüldü. Öte yandan, bu olay devlet kuvvetlerinin ikiyüzlü tutumunun da bir kez daha açığa çıkmasına yol açtı. Yüzlerce saldırgan tarafından linç edilmek istenen gençler, ‘polise mukavemet’ ve ‘toplumda infial yaratacak davranışta bulunmak’ iddasıyla tutuklanırken, linççilerden bir teki bile polis tarafından yakalanmadı. Oysa ‘toplumda infial yaratacak davranışta bulunmak’ suçunu işleyenler bildiri dağıtanlar değil, “Bayrak yakıldı” çığırtkanlıyla provokasyon yaratanlardı. Bildiri dağıtmak mevcut anayasayla teminat altına alınan ifade özgürlüğünün en önemli unsurlarından biri olmasına rağmen, polis linç eylemini başlatan MHP’li faşistleri açıkça korudu. Kritik dönemeç Tüm bu olaylar Türkiye’de yeni bir sürecin başlangıcına işaret ediyor. Uzun süredir durulmuş gibi görünen şoven dalga yeniden körükleniyor. Şoven dalga esas olarak bölgedeki emperyalist hakimiyetin pekişmesine yarayacaktır. Başka deyişle, Türkiye’nin Türk-Kürt boğazlaşmasına sürüklenmesi, ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki varlığını ve müdahalelerini güçlendirecektir.
4
Bu noktada, Kürt hareketinin içinde “demokratik gelişme”ler için AB ve ABD emperyalizmden medet uman güçlerin açıkça mahkum edilmesi gerekiyor. Evet Türkiye’deki hakim gerici burjuva diktatörlüğü Kürt halkı üzerinde ciddi bir baskı uygulamaktadır; fakat bu baskıyı ortadan kaldıracak olan güç, “emperyalist demokrasi” olamaz. Birleşik İşçi Cephesi Türkiye’de “demokrasi” sorunu bir vaka olarak önümüzde duruyorsa, bu sorun “demokratik cumhuriyet” gibi bir formülasyonla çözülemez. Burjuvazinin “demokrasi”si işte bu kadardır; burjuva demokrasilerinde, burjuvazinin işine gelen kadar hak ve özgürlük vardır; bu durumda daha fazlasını beklemek saflık olur. Türkiye’deki özgürlükler sorunu bir devrim sorunudur; hem de bir işçi devrimi sorunu... Kürt hareketi, Amerikan gazetelerine ilan vererek ittifak arayışına giren liderlerini aşarak Türkiye işçi sınıfıyla gerçek bir ittifak kuramadığı ölçüde Kürtlerin özgürleşmesi mümkün değildir. Güney’de Yankilerin askeri haline gelen Kürt liderliğinin durumundan ibret alınmalıdır. Yoksul ve baskı altındaki Kürt halkının tek gerçek müttefiki, bölgedeki ve dünyadaki işçi sınıfıdır. Buradan hareketle, Türkiye’de provokasyonlarla yükseltilen şoven dalgaya karşı, özgürlüklerin genişletilmesini ve işçi sınıfına yönelen neo-liberal saldırıları durdurmayı hedefleyen geniş bir cepheye ihtiyaç vardır. Bu cephe, emperyalizme, üstelik hem Amerikan, hem de Avrupa emperyalizmine karşı net tavır alan ciddi bir emek cephesi olarak örgütlenmelidir. Bunun dışındaki her girişim, şoven kutuplaşmaya, dolayısıyla bölgedeki ulusal çelişkilerden faydalanma hedefindeki emperyalist hakimiyete yarayacaktır. Adını koyarak söyleyelim, Kürt hareketinin emperyalistlerle ittifak arayışı da, İşçi Partisi’nin “kızıl elma” siyasetleri de, benzer bir rotaya oturan TKP-SİP’in “yurtsever cephe” girişimi de, sınıfsal bakış açısından sapmış, şoven dalgayı besleyen girişimlerdir. Görev açıktır: İşçilerin birleşik cehesini yaratmak, emperyalizme ve kapitalizme karşı net bir program oluşturmak. Bunun dışında devrimci bir siyaset yoktur.
Bu neyin çatışması? Bütün bir öğrenim dönemi açısından bakıldığında, ODTÜ’deki en büyük ‘vaka’, kendisini ‘sol’ addeden iki grubun çatışması oldu. Sorunları dövüşerek aşma, farklı sol anlayışlar arasında şiddetin egemen olması, devrimci Marksizmin geleneğine yabancıdır. Öğrenci hareketi açısından bakıldığında ise, ODTÜ’deki bu çatışma kitle çalışmasına darbe vurmanın ötesinde bir anlam taşımıyordu. ODTÜ’de sıcak günler yaşandı. Kendisini ‘sol’da gören iki grup, TKPSİP çevresi ile Kürt yurtseverlerinin oluşturduğu Bağımsız Gençlik Hareketi taraftarları tüm ülkenin gözü önünde çatıştı. Enternasyonalistler olarak bu çatışmaları engellemeye çalıştık; çünkü hem kitle hareketi içindeki çelişkileri şiddet yöntemiyle çözmenin devrimci Marksist geleneğe yabancı olduğunu düşünüyoruz, hem de zaten dibe vurmuş olan kitle hareketinin solun kendi çatışmalarından daha fazla yara almasını önlemeye çalışıyoruz. Ne var ki, sınırlı güçlerimizle, merkezi karakter taşıyan bu çatışma zeminini yerel düzeyde engellememiz önlememiz mümkün olmadı. Bu durumda, öznesi olduğumuz bu süreci değerlendirme gereği duyuyoruz. 1. Görünüşte olaylar salt ‘yurtsever’ isminin imza olarak kullanılmasından dolayı, bir ‘marka’ anlaşmazlığı gibi görünüyor ve tartışmalar bu
eksende yürüyor. Oysa, söz konusu çatışmanın zemini geçtiğimiz seneden bu yana adım adım oluştu. TKP-SİP geçtiğimiz yıldan bu yana Kürt hareketine yönelik olarak siyasi eleştiri sınırlarını aşan bazı tutumlar içine girmişti. Son aylarda milliyetçi söylemlerinin altında ‘yurtsever’ ismini imza olarak kullanmaları ise gerilimi iyice tırmandırdı. Farklı düzeylerde görüşmeler yapılmasına rağmen sorun sürüncemede kaldı. TKP-SİP’in ‘ulusal silah sanayiine destek’ veren, ‘Neden Kürt devletine karşıyız?’ gibi başlıklar taşıyan afiş çalışması gerilimi yeniden tırmandırdı. 1 Mayıs ve 6 Mayıs süreçlerinde gerginlik tekrar askıya alındı. Ne var ki, TKP-SİP afişlerinin yeniden asılmasıyla bu kez çatışma kaçınılmaz hale geldi. Enternasyonalist tavır 2. Bu noktada, Enternasyonalistlerin rolü üzerine
5
bazı tespitler yapmak gerekiyor. Birincisi, daha en başından TKP-SİP afişlerinin indirilmesine yöntemsel olarak karşı çıktık; yapılması gereken, herkesin kendi görüşlerini ajitasyon ve propaganda araçlarıyla ifade etmek, TKP-SİP’in son dönemde iyice gemi azıya alan milliyetçi tavrını teşhire yönelmekti. Bu anlamda, Bağımsız Gençlik Hareketi’ni ‘i ikna etmeye çalışan tek grup Enternasyonalistler oldu. Son ana kadar sürekli görüşmelerle çatışmayı engellemeye çalıştık; diğer sol gruplar ise gelişmelere seyirci kaldı. Dergilerinde güya TKP-SİP’i ya da siyaset yasaklamacılığını eleştiren yazılar yayımladılar ama yapıcı hiçbir çalışmaları olmadı. Bu arada biz Enternasyonalistler olarak o meşhur afişi ve soldaki genel ulusalcı çizgiyi ağır biçimde eleştiren bir bildiri çıkardık ve dağıttık. Çatışmayı engellemeye dönük çalışmalarımız da kısmi sonuçlar verdi; başlangıç olarak, TKP-SİP’i isim vererek
eleştiren ortak imzalı bir bildiri yayımladık. Ama elbette mevcut güçlerimizle merkezi siyasetleri değiştirme gücüne sahip değildik. Dolayısıyla Bağımsız Gençlik Hareketi’nden arkadaşlar merkezi kararlara uyarak TKP-SİP afişlerini indirmeye girişti. 3. Çatışma ‘afiş indirme’ meselesinden çıktı gibi görünse de, olayların böylesi bir arka planı vardı. Bir kez çatışma çıktıktan sonra ise, pek çok şey birbirine karıştı. Yapılan toplantılar fayda sağlamadı. Farklı gruplar net tutum almaktan uzaktı. Zaten olan biteni sadece ODTÜ’de çözmek mümkün de değildi. Daha en başından itibaren, taraflardan birinin merkezi olarak kararlarından taviz vermedikçe çatışmaların devam edeceğini söyledik ve nitekim haklı da çıktık. İlk çatışmadan sonra, resmi ODTÜ Şenliği’nden bir önceki gün başlatılan alternatif şenlikte kurulan standlara yönelik TKP-SİP saldırısı gerçekleşti. Yaklaşık 100 kişiyle birlikte standlara saldıran bu grup, olayla alakasız öğrencilere de önemli fiziksel zarar verdi. Stand alanı dağıldı, jandarma kuvvetleri geldi, bütün alternatif şenlik çalışmaları boşa gitti. Yani bu iş iki grubun meselesi olmaktan çıkmış, şenlik alanına yönelik, hedef ayırt etmeyen bir saldırı gerçekleştirilmişti. Çatışma bir kez daha, bu kez A4 kapısında başladı ve burada TKP-SİP’lilere karşı tavır alanların kompozisyonu haliyle değişmişti. Düşünsel gerileme 4. Yaşananların ardından, en azından şimdilik, iki kesim arasında belli bir anlaşma sağlanmış görünüyor. Ancak mevcut durumda olay sadece bir hareketin bir diğerine siyaset yasağı koyma meselesi olarak değerlendirilip geçiştirilemez. Evet Bağımsız Gençlik Hareketi’nin bu olayda kullandığı yöntemi bütünüyle mahkum ediyoruz. Ancak işin tartışma boyutunda TKP-SİP çok tehlikeli bir çıkmaza sürüklenmektedir. ‘Yurtseverlik’lerinin Kürtleri de kapsadığı demogojisiyle ‘Ne mutlu Türküm diyene’ milliyetçiliğine sürüklenmiş durumdadırlar. Bağımsız Gençlik Hareketi ise, genel olarak Kürt hareketinin içinde bulunduğu tüm kafa karışıklığını içinde barındırıyor;
parçalı bir yapı arzediyor. İleride işçi sınıfı hareketinin karşısında yer alma potansiyeline sahip eğilimler de bu parçalı yapıya dahildir. Ancak burada bizi esas ilgilendiren, TKP-SİP’in son zamanlardaki politikalarıyla halihazirda solun karşısında yer alan bir yapı olarak ortaya çıkmasıdır. Milliyetçi bir AB karşıtlığı dışında işçi sınıfı karakteri taşıyan politikaları kalmamıştır. Kendileri dışındaki tüm yapıları düşman gören, dışlayan bir tutum içine girmiş durumdadırlar. Bu bize, Aydınlıkçıların sözde bir Marksizmden yola çıkarak ‘Kızıl Elma’ siyasetlerine sürüklenirken yaşadığı süreci hatırlatmaktadır. 5. Gelişmelerin bu noktaya tırmanması elbette bizim açımızdan kabul edilebilir değildir. Bu çatışmada taraf olmak durumunda kalmamız ise özeleştirel biçimde değerlendirilmelidir. Doğru tutum, bu çatışmayı mahkum eden, çatışmanın bir tarafı olmak değil, kitle hareketi yararına çatışmayı önlemek üzere hareket eden bir “üçüncü taraf” yaratmaktı. Bu sadece bizim değil, tüm sol çevrelerin göreviydi. Bu görevin başarılamaması tüm çevreler açısından bir sorun olarak ele alınmalıdır. Siyasi netlik 6. ODTÜ’de yaşananlar vesilesiyle, Kürt ulusal hareketine ilişkin pratik tutumları bir kez daha tartışmakta fayda var. Bugün üniversitelerdeki Kürt hareketinin içinde Talabani resimleri taşıyanlardan sosyalistlere kadar pek çok eğilim barınmaktadır ve geleceği halen belirsizdir. Kürt hareketetinin ileride, tıpkı Irak’ta bugün yaşandığı gibi, tamamen solun karşısında ve emperyalizmin yedeğinde yer alma riski görmezden gelinemez. Ancak bu durum zaten en başından beri böyleydi ve bu hareketin sağa kaymasının sorumlularından biri, hiç kuşkusuz enternasyonalist kavrayıştan uzak Türk soludur. Bugün Türk solunda izlenen ikiyüzlü siyasetler de Kürt hareketinde AB ve ABD yanlısı eğilimleri güçlendirmektedir. Burada keskin bir ayrım çizgisi çizmek gerekiyor: AB’ye karşıyız, Irak’ın işgaline ve oradaki işbirlikçi Kürt liderliklerine karşıyız; emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı direnen Irak halkının yanındayız; hain Talabani
6
liderliğinin Irak’ta yaşayan yoksul Kürt halkını felakete sürüklediğini, emperyalizmle ittifak siyasetlerinin Türkiye’deki Kürt hareketi içinde de ciddi bir ağırlığı olduğunu, bunun bir milli boğazlaşma potansiyeli taşıdığını söylüyoruz; bu noktada temel siyasetimiz, bölgede işçi sınıfının enternasyonalist birliğinin tesisidir ve bu perspektifle mücadele etmekten hiçbir koşulda geri durmayız. Ancak Kürtlerin baskı altındaki siyasi iradesi üzerinden ikiyüzlü taktik ve stratejik hesaplara girişmek de bizim işimiz değildir. Bizim politikalarımız açık ve nettir. Muhataplarımızla, enternasyonalizmden bir an için bile taviz vermeden ilişki kurarız. Bu, aynı zamanda, Kürt hareketi içinde işçi sınıfı çizgisini ve Marksizmi güçlendirecek bir tutumdur. İki ‘yurtsever’ cephe 7. Öte yandan, ODTÜ’deki çatışma bir gerçekliğe işaret etmektedir. Türkiye’de, Mersin’de yaşanan bayrak provokasyonunun ardından tırmandırılan şoven hava, sol içinde de kendi zeminini bulmaktadır. ODTÜ’deki çatışmanın gerekçesi, ‘yurtsever’ isminin kullanımı üzerinden açığa çıkmıştır. Marksizmden ‘türediğini’ savunan iki farklı ‘sol’ hareketin yurtseverliği paylaşamaması son derece trajik bir durumdur. Oysa Türkiye’de milliyetçiliği aşan, işçi sınıfı perspektifi üzerinden ilerleyen bir siyasi hatta ihtiyaç vardır. Marksizmin en kuvvetli silahı enternasyonalizmdir. ODTÜ’deki çatışma, işçi sınıfının uluslararası devrimci örgütlenmesi bilincinden uzaklaşmış Türkiye solunun ulusalcı sapmalarının bir sonucudur aynı zamanda. Sonuç: Öğrenci gençlik hareketi şoven provokasyonların peşinden sürüklenmek yerine, bu provokasyonların yayılmasını önlemek için bilinçli ve kararlı bir tavır almalıdır. Bunun en önemli aracı, neo-liberal saldırılara karşı birleşik kitle mücadelesinin geliştirilmesidir. Enternasyonalist kavrayışın güçlendirilmesi, tüm bölgeyi saran son derece tehlikeli dalganın geri püskürtülebilmesi açısından elzemdir. Öğrenci gençlik hareketi, bunun dinamik bir parçası olmalıdır.
ODTÜ’ye mücadele gerek
İkinci dönemde ODTÜ görece yoğun bir gündem yaşadı. 19 Mart mitinginden önceki hafta, iki toplantının ardından Enternasyonalist Cephe çalışmasını başlattık. Hemen sonraki hafta Newroz gösterilerinin ardından “bayrak” bahanesiyle yükseltilen şovenizme karşı acil bir eylem düzenlenmesi gerektiğini tespit ederek, duyurusu bir günde gerçekleştirilen bir yürüyüş düzenledik. Pankartımızda ‘Faşizme, şovenizme, ulusalcılığa karşı ENTERNASYONALİZM’ sloganı yer alıyordu. Bu, uzun süredir yaprak kımıldamayan ODTÜ’deki ilk çıkış oldu; ve aynı zamanda tüm ülkede de “bayrak” olaylarıyla başlayan provokasyona verilen ilk tepkilerden biriydi. Normalde hiçbir zaman yanyana gelmeyen farklı eğilimlerin bile bu eylemde bizimle birlikte yer alması önemli bir ilerleme olarak değerlendirilmelidir. Hemen ertesi hafta yurtlar bölgesinde ‘Filistin, Çeçenistan ve Kürdistan’da ulusal baskılara ve devlet terörüne son’ konulu bir film gösterimi ve ertesi gün yürüyüş düzenledik. Fakat bu yürüyüş, bir öncekine göre daha sönük geçti; bu noktada, kuşkusuz, söylemimizin oldukça keskin olmasının da etkisi vardı. Fakat, bu eylemlerin okuldaki ölü havayı dağıttığını ve bizim açımızdan da önemli bir adım olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim, 14 Nisan günü de kampüste enternasyonalizm üzerine bir söyleşi düzenledik. Öte yandan, kamuoyuna da yansıyan, ODTÜ’de polislerin eğitim almasıyla ilgili olaylara değinmek gerekiyor. Bilindiği üzere Emniyet’le ODTÜ arasında imzalanan anlaşma sonucunda üniversitemizde bir grup polise eğitim verilmesi uygulaması başlatılmıştı. Polisler üniforma ve silahlarıyla okulumuza geldi. 6 Nisan’da bu konuda bir yürüyüş düzenlendi. Sonucunda Fizik Bölümü’nde jandarma ile çatışma yaşandı
ve polisler arka kapıdan okuldan çıkarıldı. Rektörlük ertesi gün polislerin eğitim aldığı yeri değistirmek gibi bir ‘çözüm’ buldu; kampüsün merkezine uzak noktadaki ‘Teknokent’e taşındılar. 13 Nisan’da Rektörlük binasına bir yürüyüş düzenlendi. Küçük bir tartışmanın ardından Rektörlük içine girildi, temsilciler rektör danışmanlarıyla görüştü. 15 Nisan cuma sabahı ise Teknokent’e giden bir grup arkadaşımızdan 5’i gözaltına alındı. Bunun üzerine 21 Nisan’da Teknokent’e bir yürüyüş daha oldu; 100 kadar jandarma Eğitim Fakültesi’nin önünden Teknokent’e dönen yolu kesmişti; ardından Rektörlük önünde bir basın açıklaması yapıldı. Bu süreç, yıllardır uygulanan politikaların ODTÜ’yü hangi noktaya getirdiğini de gösteriyor. Sermayeyle imzalanan anlaşmaların ardından, üniversite devletin kolluk kuvvetlerinin kullanımına da açılıyor. Şu tespit pekala ortaya konabilir: ODTÜ’de yapılmayan tek şey, bilimin, bilimsel gelişmelerin ve teknolojinin, emekçilerin ve yoksulların çıkarları doğrultusunda kullanımıdır. İşin bir diğer yanı, ODTÜ öğrencilerinin dağınıklığıdır. Birleşik bir mücadele örgütümüz olmadığı ölçüde, sermaye düzeninin ve zorba kurumların saldırılarına yanıt vermemiz mümkün değildir. Bu nedenle, saldırılara karşı mücadele etmek isteyen bütün öğrencileri kendi çatısı altında toplayacak bir öğrenci birliğini yaratmayı hedeflemeliyiz. Geçmişteki ODTÜ Oluşumu gibi deneyimler gösteriyor ki, öğrenciler birleştiği sürece, saldırılara güçlü yanıtlar vermek, hatta bunları geri püskürtmek mümkün olabilir. ODTÜ’de ikinci dönemde yaşanan hareketlilik, özellikle de yemekhane boykotu süreci, önümüzdeki dönemde birleşik bir mücadele örgütünün yarıtılmasına zemin olarak değerlendirilmelidir.
7
Yem değil, yemek! Neo-liberal ekonomik politikalar, üniversitelerdeki günlük yaşamın en hayati noktalarında tam bir yıkım yarattı. 1980’lerden bu yana uygulanan politikalarla, kampüslerde atılan her adım paralı hale getirildi, sağlıktan beslenmeye kadar her kritik konuda ciddi gerilemeler yaşandı. Böylelikle, yoksul öğrencilerin öğrenim görmesinin önü tıkandı. Evet, bugünün üniversite koşullarında, beslenme ciddi bir sorun olarak karşımızda duruyor. Yoksul öğrenciler yarı aç, yarı tok yaşamaya mahkum ediliyor. Yemekhanelere mecbur olan öğrenciler açısından önemli paralar ödenerek yenen yemekler de yemekten ziyade hayvan küspesine benziyor. ODTÜ’de mart sonunda ODTÜ ÖĞRENCİLERİ imzasıyla yemekhanenin durumuna ilişkin toplantılar başladı. İmza toplandı ve 14 Nisan’da bu imzalar büyük bir yürüyüşle Rektörlük tarafına verildi. Ertesi hafta çarşamba ve perşembe günleri okula boykot için referandum sandıkları kuruldu. Cuma günü de bir günlük uyarı boykotu düzenlendi. Hocalar dışında yüksek bir katılım yakaladık. Bir sonraki hafta düzenlenen şenlikle beraber eylemlilik daha ileri bir aşamaya geldi. Bu noktada, Rektörlük daha fazla tepkinin önünü kesmek için kısmi iyileşmelere gitmek durumunda kaldı.
Seydişehir Alüminyum’da polis vahşeti
Bu cop işçi sınıfına!.. Konya‘nın Seydişehir İlçesi‘nde özelleştirme kapsamındaki Alüminyum Tesisleri‘ni inceleyecek 33 firmadan üçünün yetkililerinin fabrikaya gelmesiyle yürüyüşe geçen işçilere polis saldırdı; pek çok işçi yaralandı. Alüminyum A.Ş‘nin özelleştirme kapsamına alınmasının ardından protesto amaçlı sakal bırakma, yürüyüşler ve çeşitli eylemler gündeme gelmişti. Daha önce bazı firma yetkililerinin işçilerin eylemi sonucu girmediği fabrikada yapmayı planladığı gezi nedeniyle 1.500 polis, Konya‘dan gelen destekle birlikte 1.000 jandarma fabrikayı sardı. İşçiler ve ailelerinin eylemleri de sabah erken saatlerde başladı. Gece vardiyasında çalışan işçiler sabah fabrikayı terk etmezken, gündüz vardiyası işçileri de sabah erkenden tesise giriş yaptı. 1500 çalışan, kapılara kaynak yaparak kendilerini fabrikaya kilitledi. Tesis içinde bu olaylar yaşanırken, fabrikayı incelemesi beklenen 33 firmadan 3‘ünün yetkilisinin tesislere gelmesi üzerine, bunların fabrikaya girişini önlemek isteyen çok
sayıda işçi yakını, polisin kurduğu ön barikatı aşmayı başardı. Yürüyüşe geçen kitle, tesisin ana girişindeki polisler tarafından saldırıya uğradı. Saldırı sonrasında pek çok kadın bayıldı, yaralananlar oldu. Panzerlerin de kullanıldığı saldırıda kimi işçi yakınları kendilerini zırhlı araçların önüne atarak polislere engel olmaya çalıştı. Saldırılar sonrasında yaklaşık 50 işçi yaralanırken, işçilerin direnişe geçmesi sonucu 30 kadar polis de hastaneye kaldırıldı. Direniş sonucunda, polis ve jandarma koruması altında fabrikaya giren firma yetkilileri, sadece iki bölümü gezebildi. İşçiler fabrikayı kimseye peşkeş çektirmemekte kararlı olduklarını vurguladı. Polis kimin polisi? “Kâr etmiyor“ demogojisiyle sermayeye peşkeş çekilmek istenen Seydişehir Alüminyum fabrikası yüzde 104 kapasite ile çalışıyor ve Türkiye açısından son derece stratejik bir önemi var. Özelleştirme ihalesini alan
8
şirket, fabrikayla birlikte Toroslar‘daki boksit madeni, Oymapınar Barajı ve Antalya‘daki bir limanın da sahibi olacak. İşçi sınıfı, tüm ülkenin geleceğine ipotek koymak isteyen sermaye iktidarının özelleştirme girişimlerine birleşik bir yanıt vermek, Seydişehir Alüminyum işçileriyle dayanışmayı yükseltmek zorundadır. Seydişehir‘de yaşananların gösterdiği bir gerçek daha vardır: Devletin kolluk kuvvetleri, esas olarak sermayenin çıkarları doğrultusunda işçi sınıfına saldırmak üzere kullanılmaktadır. Özel şirket temsilcilerinin kendilerine peşkeş çekilen serveti görmek üzere rahatça fabrikayı dolaşmaları için, binlerce işçi ve aileleri, çoluk çocuk demeden coptan geçirilmiştir. Bu durumda, ülkenin geleceğine sahip çıkan işçilerin kendilerini savunması da son derece meşrudur. Polis zorbalığına son! Seydişehir Alüminyum sermayeye peşkeş çekilemez! İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!
DEVRİMCİ İŞÇİ diyor ki:
Anadilde eğitim hakkını savunduğu için saldırıya uğrayan Eğitim-Sen’in şahsında tüm bir sınıf hareketi hedef alınıyor. Kamu emekçileri sarı sendikalara peşkeş çekilmeye çalışılıyor. İşçi sınıfı bu saldırıya karşı hep birlikte cevap vermelidir. Eğitim-Sen davası, tüm işçi sınıfının ve ülkede özgürlükleri savunan tüm güçlerin ortak davasıdır. Eğitim alanında siyasi kadrolaşmanın yoğunlaştığı, hukuk dışı, antidemokratik uygulamaların her alanda yaygınlaştığı şu günlerde Eğitim-Sen’in kapatılmasına yönelik girişimler hiç de tesadüf değildir. AKP iktidarı, yasadışı kuran kursları açanlara yönelik cezaların indirilmesini gündeme getirirken, eğitim alanında ülkenin en ilerici kuruluşu olan Eğitim-Sen’i kapatma girişimlerine hız kazandırarak, ülkenin geleceğini tehdit etmektedir. Eğitim-Sen’i susturmak, bilimi ve bilimsel eğitime saldırmak demektir. Öte yandan, anadilde eğitim hakkı, en temel özgürlüklerden biridir. Eğitim bilimi açısından bilimsel bir gerçek olarak kabul edilen anadilde eğitimi savunduğu için kapatılmak istenen Eğitim-Sen, aynı zamanda en temel özgürlükleri savunmaktadır. Eğitim-Sen’in kapatılmasına yönelik saldırılar, Avrupa Birliği müsameresinin de maskesini düşürmektedir. “Demokrasi ve özgürlükler” palavrasının ardına gizledikleri sözde reformlar, işçi sınıfına ve yoksul halka yönelik yeni ekonomik saldırıların önünü açmaktadır. Bu palavraların ne demokrasiyle, ne de özgürlüklerle ilişkisi vardır. Başka deyişle, Avrupa Birliği, Türkiyeli emekçilerin çıkarlarını koruyacak bir kurum değildir; dolayısıyla, yapılması gereken Eğitim-Sen’e yönelik saldırılar konusunda Avrupa Birliği’nden medet ummak değil, AKP iktidarının saldırılarına karşı mücadeleyi yükseltmek, başta kamu emekçileri olmak üzere işçi sınıfını seferber etmektir. Bu seferberlik, mücadeleci ve birlikçi bir perspektif taşımalıdır. Yani; 1. KESK bir bütün olarak alanları doldurmalı, tüm sendikalarıyla Eğitim-Sen’i savunmalıdır. Bu işçi sınıfı hareketi açısından önemli bir mevzi mücadelesidir. Aynı zamanda, uzun süredir bürokratik manevralara teslim edilen KESK’in yeniden dirilmesi, mücadeleci bir hatta oturması için fırsattır. 2. Temel özgürlükleri savunan tüm kesimler, Eğitim-Sen’i savunma mücadelesi etrafında birleştirilmelidir. Eğitim-Sen, ülkedeki demokratik mevzilerin geliştirilmesi için bir mücadele bayrağı haline getirilmelidir. 3. Eğitim-Sen’e yönelik saldırı, işçi sınıfına yönelik genel saldırının bir parçasıdır. Buradan hareketle, Seydişehir Alüminyum’dan SEKA’ya, limanlara ve özelleştirilme tehdidi altındaki diğer işletmelere kadar, tüm mücadeleleri birleştirme ve ortak bir savunma hattı yaratma perspektifiyle hareket edilmelidir. 4. Elbette hukuki süreçler gözardı edilemez. Ama Eğitim-Sen’i savunacak olan esas güç, burjuva devletinin yasaları değil, kitlelerin militan mücadelesidir. En kitlesel ve aynı zamanda en militan mücadele süreçleri adım adım yaşama geçirilmelidir. Başta Kızılay Meydanı olmak üzere, tüm meydanlar yeniden fethedilmelidir. Eğitim-Sen Kapatılamaz! Yaşasın emekçilerin birleşik mücadelesi!
9
KESK Genel Kurulu ardından Bugün gelinen noktada, KESK’i ayağa kaldırmak için belki de her şeye yeniden başlamak gerekiyor. Ve bunun yolu, mücadeleci sınıf sendikacılığını savunan bir ‘Sol Muhalefet’ örgütlemekten geçiyor Kamu emekçileri 15 yılı aşan mücadelesinin belki de en zor zamanlarını yaşıyor. 13-15 Mayıs 2005 tarihinde gerçekleştirilen Genel Kurul da KESK’in içinde bulunduğu durumu iyice gözler önüne serdi. Mücadele programları ve emekçilerin aleyhine yürürlüğe konulmaya çalışılan saldırı yasaları değil de, Yönetim Kurulu koltuklarının kimden kime devredileceği, hangi grubun kaç koltuk alacağı hesapları vardı gündemde. İlk gün yaratılan suni “bayrak” gündemi dışında pek bir şey de duyulmadı kamuoyunda. Konukların konuşmalarından sonra akşam 5’te “kazasız belasız” ve tartışmasız atlatıldı bu gün. İkinci gün de alışıldık, bildik konuşmalarla geçti. Zaten kimse mücadele programlarımızı, yapılması gerekenleri, geçtiğimiz sürecin hata ve sevaplarını, gelecek süreçte yaşanması öngörülenleri konuşmaya ve tartışmaya gelmemişti. Gece ve gündüz olarak süren tartışmalar hangi gruptan hangi ekiple ya da kişiyle bu sürece devam edileceği pazarlıkları üzerineydi. Hatta gruplar kendi içlerinde bile birbirine düştü. “Demokrasi” adına
ekipler adaylarını ön seçimle belirledi. Birilerinin önü kesilirken, birilerinin önü açıldı. Gruplar çatırdadı, yeniden toparlandı. Ama hangi adayın ne programla aday olduğu bile belli değildi. Ne acı ki hiç kimse asıl çatırdayanın KESK olduğunu ve seçim toz dumanı içinde asıl kaçırılanın onca mücadele verilerek yaratılan örgütümüzün yok olduğunu fark etmedi. Fark edenler ya orada delege bile olamamışlardı ya da “kalabalığın” içinde sözleri yerlerine ulaşamadı, etkisiz kaldı. Demokrasi, özgürlük, adalet taleplerini haykırırken bu topluluk mu önderlik yapıyordu insanlara? İnsanca yaşam mücadelesi bu şekilde mi verilebilirdi? İşyerlerimizde adam kayırmacılığa, ayrımcılığa karşı çıkarken bu yaşadıklarımız neydi? Ne kadar inandırıcı olabiliriz? Her bir birey ya da grup olarak yaşananlarının iç muhasebesini nasıl yapıyoruz? Bu kötü gidişatın hesabını verebiliyor muyuz? Bir önceki sayımızda “KESK ayağa kalk!” demiştik 4 Mart 1998 tarihinde Sendika Yasasına karşı yürütülen mücadelenin Kızılay’daki en kritik ve etkili eylemlerinden bir fotoğraf
10
eşliğinde... Her şeye rağmen KESK’in bu topraklarda önemli bir sınıf örgütü ve etkileyebildiği kitleler olduğunun bilinciyle hareket edebilmesi umuduyla demiştik bunu. Ancak tabanından tamamen kopmuş, saldırılara karşı durabilecek programı ve dolayısıyla kitleler üzerinde maalesef hiç inandırıcılığı kalmayan, hatta eylemcilerle ve öncülerle bile bağını koparmış bir örgüt bunu nasıl yapabilir? Farklı statülerde ve çok farklı çalışma koşullarında, giderek daha esnek ve güvencesiz çalışmaya zorlanan emekçilerin taleplerine nasıl yanıt verebilir? Elbette sınıfın çıkarları kişisel çıkarların önüne geçtiğinde... Ve KESK tüm emekçileri örgütlemeyi hedefleyen, sahte sendika yasalarının sınırlarında hapsolmayan, örgüt içinde işçi demokrasisini her düzeyde işleten, bürokrasiyi engelleyecek mekanizmaları olan bir mücadeleci sınıf örgütü olduğunda... Belki de her şeye yeniden başlamak gerekiyor... Bunun ilk adımı ise KESK içinde mücadeleci sınıf sendikacılığını savunan bir “Sol Muhalefet” örgütlemekten geçiyor.
SEKA ikinci direnişi başlatmalı
Kocaeli Belediyesi SEKA Komisyonu, “Üretim mümkün değil” açıklamasını yaptı. İşçilerin örgütlenmesi Kağıt-Der ise, “Karar siyasi. Amaç, ithalatçılarla uluslararası kağıt şirketlerine zemin yaratmak” dedi. Şimdi yapılması gereken, yeni bir direnişe hazırlanmaktır. Hem de işçiler dışında kimseden medet ummadan SEKA İzmit işletmesinin üretime geçip geçmemesi için çalışma yürüten Kocaeli Belediyesi SEKA Komisyonu, açıkladığı raporda, “Mevcut teknoloji ve girdi maliyetleriye SEKA kârlı üretim yapamaz” dedi. Kağıt-Der Başkanı Hakan Tamer ise, komisyon kararının “siyasi” olduğunu belirterek, “Rapor beklenen bir rapordu. Ankara’nın siyaseten aldığı kararı, İzmit kamuoyuna kabul ettirmek için hazırlandı. SEKA’daki asıl amaç, Türkiye‘ye kağıt ithalatını bekleyen yerli şirketlerle, uluslararası kağıt şirketlerine zemin hazırlamak“. Komisyon üyelerinin çoğunluğu AKP‘li ve belediye meclisi üyesiydi. Aralarında akademisyen ya da kağıt üretiminden anlayan kimse yoktu. Kağıt-Der Başkanı Hakan Tamer, raporda öne sürülen gerekçelerin anlamsız olduğunu da açıkladı. Fabrikadaki 5 makinenin eski olduğu iddiasına karşılık, „Kağıtçılıkta eski makine olmaz. Silindirik yapıları sayesinde modernize edilebilirler. Avrupa‘da 200 yaşında, çalışan makineler var. SEKA‘daki makineler özel sektörün elinde bulunmuyor. Bu nedenle talibi çok. Özel sektör, SEKA’nın
eski denen makineleriyle kuruldu» dedi. Dünyada kağıt standardının 10 metre eninde olduğu, SEKA‘nınkilerin ise 2 metre eninde olduğu iddiasına karşı ise, „SEKA‘da 3.5-4 metre genişliğinde kağıt üretebilen makineler var. Sorun genişlik değil, toplam kapasite. SEKA İzmit‘in yıllık kapasitesi 30-40 bin tondur. Bu iddia anlamsız“ açıklamasında bulundu. Akademisyenlerden destek Öte yandan, Orta Doğu Öğretim Elemanları Derneği, SEKA İzmit İşletmesi hakkında Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı‘na dilekçe göndererek, SEKA’nın ekonomik anlamda yaşayabilir ve rekabet edebilir bir tesis olmasını öngören bir rehabilitasyon projesi önerisinde bulundu. Dernek, makine ve endüstri mühendisliği, iktisat ve işletme, şehir planlama ve kamu yönetimi dallarında uzmanlık sahibi öğretim üyelerinin katkıları, Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, SEKA A.Ş., Selüloz-İş ve diğer gönüllü kuruluşların desteği ile projeyi iki ayda hazırlayabileceklerini açıkladı. Bu açıklamalardan sonra, Kocaeli
11
Belediyesi’nin ve kurduğu işbilmez komisyonun tüm iddiaları çürümüş oldu. SEKA’nın kapatılması kararının tamamen siyasi olduğu bir kez daha açığa çıktı. Hedefin, ulusal kağıt sanayiine darbe vurmak, pazarı emperyalist şirketlere peşkeş çekmek olduğu bir kez daha görüldü. Ne yapmalı? SEKA işçisi kararlı olmalı, yalpalamayı bir kenara bırakmalı. Sarı sendikacılar tarafından satılıp, AKP’li belediye başkanının palavralarına kanan, ‘Yanıldık, affet bizi başkanım’ dövizi taşıyan SEKA işçisi, artık sınıf düşmanından medet ummaktan vazgeçmeli. SEKA direnişi kitlesel bir destek bulmuş, işçi sınıfı açısından bir mücadele örneği teşkil etmişti. Şimdi yapılması gereken, küllenen direnişi yeniden başlatmaktır. Bu kez çok daha kararlı ve planlı hareket edilmeli, mücadele adım adım örülmeli, öncelikle İzmit ve civar bölgeler ile özelleştirme tehdidi altındaki işletmeler olmak üzere genel bir işçi dayanışma ağı oluşturulmalıdır.
Bağcılar: Ne yapmalı? Bağcılar’ın gecekondudan dönme apartmanlarının altında koskoca bir dünya var. Penye atölyelerine sabahın köründe giren binlerce işçi, sigortasız, güvencesiz, haftada altı gün, günde 10 saat boğaz tokluğuna çalışıyor. Patron, canı istediği zaman, canının istediğini kapının önüne koyuyor. Yıllık izin yok. En temel haklar yok. Aslında hiçbir hak yok. Sadece patronun cüzdanını daha da kabartmak için ölümüne çalışmak var... Bağcılar, İstanbul’un bir ilçesi. Ve İstanbul’un etrafı Bağcılar gibi ilçelerle dolu... Bağcılar’ın kaderini değiştireceğiz. Bunun için temel bazı kavrayışları netleştirmemiz gerekiyor: 1. Patronlar nasıl örgütlüyse, işçiler de öyle örgütlü olmalıdır. İşçilere karşı uygulayacakları taktikleri kendi aralarında hızla kararlaştıran patronlar, işçilerin örgütsüzlüğünden yararlanıyor. İşyerlerinde, işçiler arasında yapılan işe göre ayrım yapmaksızın, tüm işçilerin birliğini savunmalıyız. Tek tek işyerlerinde oluşturacağımız örgütlenmeyi, diğer işyerlerine yaymak, sabırlı bir çalışmayı yaşama geçirmek, bölgede farklı işyerlerinden işçilerin birlikte hareket etmesini sağlamak zorundayız. Her atölyede bir işçi komitesi oluşturmayı hedeflemeliyiz. 2. Patronlara karşı işçiler her zaman haklıdır. İşçiler arasında ayrım yaratmaya çalışan her akım, işçilerin ve yoksulların düşmanıdır. İşçi dayanışması, örgütlenmenin esasıdır.
İşçileri birbirine karşı kışkırtacak hiçbir harekete izin verilmemelidir. İşçileri iliğine dek sömüren patronlara karşı, işçi arkadaşlarımızı koşulsuz savunmalıyız. İşçiler her koşulda birlikte hareket etmelidir. İşçileri mezhebe ya da milliyete göre bölmeye çalışanlar, her zaman işçi sınıfının düşmanları olmuştur. Ülkemizde de bu nedenle büyük bedeller ödenmiş, hep yoksulların kanı dökülmüştür. Bu nedenle, emekçiler arasında mezhebe, milliyete bakılmadan, sınıf dayanışması geliştirilmelidir. Patronlar bizi iliklerimize kadar sömürürken Türk ya da Kürt olduğumuza, Alevi ya da Sünni kökenli olduğumuza bakmadan sömürmektedir. Yan tezgahta, yan makinede çalışan iş arkadaşımızla bizi birbirimize bağlayan da işte bu sömürüye karşı mücadeledir. Milliyet ya da din değildir. 3. Devrimcilik, bireysel kahramanlık yapmak değil, işçilerin ve yoksulların kaderini değiştirecek kitle eylemini örgütlemek demektir. Devrimcilik adına hareket edenler içinde, kendilerini “halkın kurtarıcısı” gibi göstermeye hevesli kesimler vardır. Bunlar, kendilerini emekçi kitlelerin yerine koyma gibi hatalı, dahası kitle hareketine zarar veren eğilimlere sahiptir. Oysa devrimcilik, işçi sınıfının kendi kaderini kendi eline almasını sağlayacak olan kitle örgütlenmesini geliştirmek demektir. Çünkü, işçiler ve emekçiler olarak kurtuluşumuz, bize kendini “peygamber” gibi gören
12
“kahraman”lar tarafından bahşedilecek bir şey değildir; işçilerin kurtuluşu işçi sınıfının kendi eseri olacaktır. 4. Tepeden inmeciliğe hayır! İşçiler kendi kararlarını verebilir. Tek tek işyerlerinde örgütlenen ve farklı işyerleriyle bir dayanışma ağı oluşturan işçiler, patronlara karşı ne yapacaklarını başkalarından öğrenecek değildir. Yaşadıkları koşulları en iyi bilenler yine o bölgedeki işçiler olduğu için, patronlara karşı mücadelede hangi adımları atacaklarına karar verecek olanlar yine işçilerdir. Tüm kararlar, tartışılarak ve demokratik bir biçimde alınmalıdır. 5. İşçiler kendilerini eğitmeli, önderleşmelidir. Yoksul halk işçilerin etrafında toparlanmalıdır. Mahallelerimizde pek çok işsiz, yoksul insan yaşıyor. Çalışanlarımız da sık sık işsiz kalabiliyor. O halde, çalışanlar işsizlerin derdini kendi derdi olarak görmelidir. Tüm yoksulları işçilerin etrafında birleştirebilmek zorundayız. Bu, son yıllarda yoksullar içinde giderek yayılan ve mahallelerimizde yaşayan halkı da tehdit eden hırsızlık, gasp, çapulculuk, uyuşturucu ve fuhuş gibi belalarla mücadele etme noktasında da son derece önemlidir. Örgütlü işçiler, gençlerimizin geleceğini tehdit eden belalara karşı, mahallelerimize kadar girmiş çetelere karşı mücadeleye de önderlik etmelidir. Bunun için devrimci işçiler kendilerini sürekli eğitmeli, tüm yoksul halkın önderleri haline gelmelidir.
Alman polisi saldırıyor Almanya’daki devrimci Marksist grup Marksist İnisiyatif, yürüyüşüne devam ediyor. 8 Mayıs günü Münih’te 50 kadar Alman Neo-Nazi’ye karşı 2 bin kişilik anti-faşist kitleyle birlikte alanlara çıkan Marksist İnisiyatif, faşistler yerine devrimcileri gözaltına almak isteyen polisin hedefiydi. 30 anti-faşistin gözaltına alındığı eylemde, Marksist İnisiyatif taraftarları polise karşı direnerek gözaltıları engelledi.
Marksist İnisiyatif yürüyor!
Devrimci İşçi’nin Almanya’daki kardeş grubu Marksist İnisiyatif, 1 Mayıs’a girerken kendi adıyla anılan yayınının ilk sayısını çıkardı. Ayrıca, 1 Mayıs öncesi bir gece düzenleyen ve Münih kentinde çoğu genç ve çesitli ülkelerden gelen emekçileri bir araya getiren Marksist İnisiyatif, Almanya’da faşizme karşı mücadele gereğini vurguladı. Brezilyalı, Iraklı, Kürt, Fransız, Alman, Kürt ve Türk emekçilerin katıldığı gecede yapılan
konuşmalarda, Almanya’da devrimci örgütlenme, enternasyonalizm ve devrimci mücadelenin gereklerinden söz edildi. Gecede ayrıca Uluslararası İşçi Birliği - Dördüncü Enternasyonal’in, Devrimci İşçi’nin ve Brezilya’dan Birleşik Sosyalist İşçi Partisi’nin (PSTU) mesajları da okundu. Marksist İnisiyatif, 1 Mayıs’ta da Münih’te bir kortej oluşturdu. Marksist İnsiyatif’in ‘NATO-Birleşmiş Milletler-AB:
Ortadoğudan Elinizi Çekin’ yazılı pankartı arkasında birleşen emekçiler ve gençler, iktidara karşı sınıf mücadelesi için sloganlarla yürüdü. Pek çok Kürt emekçi de kendi pankartlarıyla yürümek yerine Marksist İnisiyatif pankartı arkasında toplandı. Bazı Türkiyeli sol örgütler Marksist İnisiyatif’in kortejinin ardından yürüdü. Münih’teki 1 Mayıs gösterisinde yaklaşık 5 bin kişi toplandı.
Faslı öğrenciler özelleştirmeye direniyor Fas’ta neo-liberal saldırıların bir sonucu olarak gündeme gelen üniversite özelleştirmelerine karşı 193 öğrenci açlık grevine başladı. Faslı devrimcilerle dayanışmayı örgütleyelim!..
Fas’ın başkentindeki Fes Üniversitesi’nde, üniversitelerdeki özelleştirme sürecine karşı direnen 193 öğrenci açlık grevine başladı. Faaliyetlerini yasadışı olarak sürdürmek durumundaki Ulusal Öğrenci Birliği tarafından örgütlenen açlık grevi ve gösterilerde Troçkistlerin önemli payı var. Açlık grevinin temel sloganı ise şöyle: “Bizler komünistiz ve yaşamı seviyoruz. Fakat yaşamı savunmak için ölmeye hazırız!” Fas’taki monarşist diktatörlük Dünya Bankası’nın talimatları doğrultusunda ülkedeki üniversiteleri 2009’a dek özelleştirmeyi planlıyor. Burslar kaldırılıyor ve öğrencilerden öğrenim görebilmek için ciddi miktarda para talep ediliyor. Öte yandan, üniversiteler üzerindeki devlet baskısı da giderek artıyor. Devlet, üniversitelerde gizli servisle sıkı işbirliği içinde özel polis kuvvetleri örgütlüyor. Ögrenciler ise üniversitelere yönelik bu sözde ‘reform’ girişimlerine karşı kararlılıkla mücadele ediyor. Aralık ve Mart ayları arasında iki kez geniş katılımlı sınav boykotu örgütleyen öğrencilerin gösterileri sürüyor. Tüm bu mücadeleler dolayısıyla işkenceden geçirilerek
tutuklanan sekiz öğrenci hâlâ cezaevinde. Haklarında dört aydan üç yıla kadar çeşitli hapis cezaları isteniyor. Cezaevindeki öğrenciler de, kendilerine siyasi tutuklu statüsünün tanınması istemiyle açlık grevini sürdürüyor. Öğrenci mücadelelerine çeşitli kitle mücadeleleri de eşlik ediyor. Son olarak Rif bölgesinde, geçen yıl depremde evleri yıkılan halkın gösterisine devlet kuvvetleri saldırdı. Deprem kurbanları için toplanan paranın çalındığını savunan ve yolsuzluklara karşı yürüyen halkın üzerine ordu birlikleri helikopterlerden biber gazı sıktı, pek çok kadın ve çocuğun bulunduğu topluluğa plastik mermilerle ateş açıldı. Güney Fas’ta da sağlık sektöründeki özelleştirmelere karşı ciddi gösteriler düzenleniyor. Bu gösterilerde Troçkistlerin ciddi rolü var. Faslı Troçkistler Mücadele adlı gazete etrafında örgütleniyor. Fas’taki devrimci Marksistlerle dayanışma için zarwalabdlatif@yahoo.fr adresine mesaj yollayabilirsiniz. Mesajların bir kopyası da, Almanya’daki devrimci grup Marksist İnisiyatif’le birlikte çalışan Faslı yoldaşlara iletilmek üzere, devisci@devrimci.org adresine gönderilebilir.
13
Ekvador’da devrim ateşi IMF planlarına ve emperyalist sömürüye karşı çıkan Ekvadorlu emekçiler, iktidarı devirdi. Uluslararası İşçi Birliği Dördüncü Enternasyonal, kitle hareketinin en önünde mücadele veriyor... Ekvador’da devrimci bir süreç yaşanıyor. Sözde “sol” halk cephesi iktidarını alaşağı eden devrimci süreçte, “halk meclisleri” oluşurken, kitleler “Hepiniz defolun!” sloganıyla yürüyor. Uluslararası İşçi Birliği - Dördüncü Enternasyonal’in Ekvador partisi kitle hareketinin içinde etkin bir biçimde mücadele sürdürüyor. Neo-liberal politikaların derhal son bulmasını ve iktidarın halka devrini savunan partimiz giderek güç kazanıyor. Ekvator’un başkenti Quito’da 13 ve 20 Nisan günleri arasında yaşanan halk ayaklanmasının başlattığı süreç, şimdilik yatışmış gibi görünse de, halkın hiçbir sorunu çözüm bulmuş olmadığı için, nisanda yaşanan politik devrim yeni ayaklanmaların öncü sarsıntısı olarak değerlendirilmelidir. Beş yılın kavgası 2000’de Ekvador’da halkın başkanlık sarayını ele geçirmesiyle sonuçlanan büyük bir ayaklanma yaşanmıştı. Bunun ardından, pek çok sol parti ve örgütün bizzat katıldığı ya da destek verdiği bir “Halk Cephesi” hükümeti kuruldu. Sözde “sol” Lucio Palacio liderliğindeki bu “Halk Cephesi” hükümetinin mucizeler yaratacağı sanılıyordu. Oysa çetin mücadeleler sonucunda iktidara yükselen Lucio Gutierrez, sermayenin ve emperyalizmin çıkarlarına zerrece dokunmadan, IMF ile anlaşmalar imzalayarak, neo-liberal planları harfiyen uygulayarak kendisini iktidara taşıyan emekçi ve yoksul kitlelere ihanet etti. Para biriminin dolarizasyonu, dış borçların muntazaman ödenmesi adına halkın yeni vergilerle daha da yoksullaştırılması, yolsuzluk ve rüşvet,
ABD ile imzalanan serbest ticaret anlaşması gibi uygulamalar, Lucio’nun kredisini her geçen yıl daha da tüketti. Ülke içinde büyük kentlere ve ülke dışına doğru büyük bir göç dalgası başladı. Suç oranı hızla arttı. Kentlerde tam anlamıyla sefalet koşulları hakim oldu. Tüm bunlar, bir toplumsal ayaklanma koşullarını adım adım hazırlamaya başladı. Başkan Gutierrez’in toplumsal hoşnutsuzluğu kullanmak isteyen burjuva muhalefetini yatıştırmak için verdiği tavizler ve daha önce kitleler tarafından devrilerek ülke dışına kaçan Bucaram’ın geri dönüşü, yoksul kitlelerin sabrını taşırdı. Başkent Quito Belediye Başkanı ile Pichinca valisi, politik hesaplarla “halk meclisleri”nin oluşturulması çağrısı yaptılar ama “halk meclisleri” hemen onların da kontrolünden çıkarak “genel grev” çağrısı yaptı. Gutierrez ise bu yükselişe, petrol ve elektrik sektörlerinin özelleştirilmesini, kitle hareketinin baskı altına alınmasını ve iş yasasında yeni bir saldırıyı öngören yasa taslağıyla yanıt verdi. Meclis bu yasaıy reddetti. 13 Nisan günü gerçekleşen genel grev önemli bir başarı sağladı. İşçiler pek çok bölgede yolları kesti, büyük çatışmalar yaşandı. Kitle hareketi giderek tırmanıyordu. 16 Nisan’da Quito’daki göstericilerin sayısı 50 bini aşmıştı. “Kahrolsun Lucio! Hepiniz defolun!” sloganıyla yürüyen kitleleri engellemek mümkün değildi. 19 Nisan Pazartesi kitleler çok daha kararlı ve kalabalık olarak meydanlara çıktı. Hedef başkanlık Sarayı’ydı. 1.5 milyon nüfuslu Quito’da 100 bin gösterici başkana ve hükümete karşı harekete geçmişti. Çatışmalar sabaha kadar sürdü. Şilili bir gazeteci yaşamını yitirdi. Çarşamba günü kent neredeyse
14
tamamen kitlelerin kontrolüne geçmişti. Hükümet başka kentlerden parayla tuttuğu silahlı çeteleri devreye sokmaya çalışınca Quito sokakları daha da ciddi çatışmalara sahne oldu. Bazı hükümet binalarından kitleye ateş açıldı. Sokakları dolduran yoksul halk Sosyal Güvenlik Bakanlığı binasını ele geçirip yaktı, ateş açanlar yakalandı. Halk, güvenlik kuvvetlerini alt etmeyi başardı. Ordu başkandan desteğini çekti, Başkan Gutierrez ülkeden kaçtı ve Brezilya’dan sığınma talep etti. Başkanlığa vekaleten Alfredo Palacio seçildi Fakat kitleler henüz yatışmış değil; bir kez kendi kaderini kendi eline alan Ekvadorlu yoksul halk, hâlâ “Hepiniz Defolun!” sloganıyla hareket ediyor. “Sol” görünümlü işbirlikçilere ya da burjuva partilerin hiçbirine güven yok. “Halk Meclisleri” örgütlenmesi devam ediyor ve henüz istenen güce ulaşmamış olsa da yeni hükümet üzerinde bir tehdit oluşturmaya devam ediyor. Uluslararası İşçi Birliği - Dördüncü Enternasyonal, Ekvador’daki politik devrimin, toplumsal bir devrime evrilmesi için, burjuva devlet kurumlarına alternatif emekçi kurumlarının oluşması gerektiğini savunuyor. Burjuvazinin kurumlarına karşı alternatif iktidar odakları olabilecek Halk Meclisleri’nin güçlendirilmesi hayati önem taşıyor. Uluslararası İşçi Birliği - Dördüncü Enternasyonal, alternatif bir emekçi iktidarının kurulmasını, ülkeyi emperyalizmden bağımsızlaştırarak, devrimci bir merkezi planlamayla emekçi halkın yaşam koşullarının iyileştirilmesini savunuyor. Buradan hareketle, yeni süreçte “Palacio hükümetine en ufak güven yok! Palacio parlamentoyu lağvetsin! İktidar halka!” sloganlarıyla ilerliyoruz.
‘Partimle ve dünyanın dört tarafındaki yoldaşlarımla gurur duyuyorum’ Uluslararası İşçi Birliği - Dördüncü Enternasyonal’in (UİB-DE) Arjantin partisi Sosyalist İşçi Cephesi’nden (FOS) yoldaşlarımız, yürütülen uluslararası kampanya ve Arjantin’deki işçi mücadeleleri sonucunda serbest bırakıldı. Yoldaşlarımız, Caleta Olivia kentinde son dönemdeki en önemli direnişlerden birine önderlik etmişti. Kentteki petrol tesislerinde işten atılmalara karşı direnişe geçen işçiler yolları kesmiş, tankerlerin tesislerden çıkışını engellemiş, çeşitli işgaller gerçekleştirmişti. Onlar, açlığa mahkum edilmek istenen her onurlu işçinin yapması gerekeni yaptı ve son derece meşru bir biçimde zorbalığa karşı direnme haklarını kullandı. Ve sonucunda da tutuklamalar ve işkenceler geldi.
Tutuklanan işçiler arasında Sosyalist İşçi Cephesi (FOS) Merkez Komitesi’nden Hugo Iglesias ile yine FOS militanı iki yoldaş da vardı. Hugo, “İşimiz için mücadele veriyoruz. Ülkemizin zenginliğini sömüren çokuluslu şirketlere ve petrol tekellerine karşı işimizi ve ülkemizi savunuyoruz. Hapse atılmamızın gerçek sebebi işte budur” diye özetliyordu tutuklanma gerekçelerini... Öte yandan, UİB-DE tutuklanan işçilerin serbest bırakılması için Arjantin’de ve diğer ülkelerde ciddi bir dayanışma kampanyası başlattı. Ve kampanyanın sonunda Arjantin hükümeti Hugo’yu ve diğer yoldaşlarımızı serbest bırakmak zorunda kaldı. Hugo serbest bırakıldığı cezaevi kapısında, “Partimle ve dünyanın
dört bir yanındaki yoldaşlarımla gurur duyuyorum. Bizim serbest bırakılmamızı sağlayan, işçi sınıfının mücadelesidir,” diyordu. Hugo, serbest kaldıktan sonra ne yapacağını soranlara ise, şöyle cevap veriyordu: “Elbette eşim ve çocuklarımla Caleta caddelerinde özgürce dolaşacağım. Ama aslolan mücadelenin sürdürülmesidir. Bizim serbest bırakılmamız büyük bir zafer. Bu, emperyalist sömürüye karşı, iş, insanca yaşayacak bir maaş ve işçiler tarafından yönetilecek yeni bir dünya mücadelesi açısından bir adım olarak değerlendirilmelidir ve şimdi tüm politik tutsakların serbest bırakılması talebi yükseltilmelidir. Caleta’da direniş bitmedi; aksine, çok daha güçlü bir biçimde sürecek!..”
Arjantin kasabı kodeste!
A. Francisco Scilingo
Latin Amerikalı insan kasaplarından biri daha hesap veriyor. Arjantinli emekli yüzbaşı Adolfo Francisco Scilingo insanlık suçu işlediği gerekçesiyle İspanya’da 640 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Peki, kim bu Scilingo? Arjantin’de 1976-83 yılları arasında hüküm süren diktatörlüğün askerlerinden biri... 30 bin civarında solcunun işkence altında sorgulandıktan sonra uçaklarla okyanusa götürülüp fırlatıldığı dönemin infazcılarından biri. Scilingo cunta dönemiyle ilgili tanıklıklarını ‘Uçuş’ isimli bir kitabın yazarına anlatmıştı. İtiraflarının kendisini kurtaracağını, katliamların sorumlusu olarak üst yetkililerin suçlanacağını sanıyordu. Fakat Scilingo, silahın kendine döndüğünü fark edince İspanya’ya kaçtı. İspanya, cinayetler kendi topraklarında işlenmemesine rağmen eski yüzbaşıyı yargılayacağını açıkladı. Yargılama sonucunda da infazcı yüzbaşı 640 yıl hapis cezası aldı.
15
Bu katilin anlattıkları, Arjantin’de diktatörlük dönemine ilişkin ibret verici hikayelerdi. Kaçırılan ve işkence altında sorgulanan solcular, cuntanın onlarla işi bittikten sonra, çarşamba günleri uçağa bindiriliyor ve 4 bin metre yükseklikten birer birer okyanusa fırlatılıyordu... Anaların gücü Öte yandan, Arjantinli cuntacıların ve katillerin yargılanması, onları yargılayan burjuva devletlerin insaniyetini göstermiyor tabii. Arjantin’de 20 küsur yıldır yılmadan mücadele veren ‘Mayıs Alanı Anaları’nın gücüdür bu. Evlatlarının katillerinin yargılanması için kararlılıkla alanlara çıktılar, burjuva devletlere baskı uyguladılar. Türkiye de kendi cuntacılarıyla, onların yasalarıyla, işkencecilerle ve katillerle hesaplaşmak zorundadır. Bu iş elbette mahkemeler yoluyla gerçekleşemez. Hesaplaşmanın yolu Arjantinli analar gibi kararlı bir mücadele yürütmektir.
Devrimciydi, yoldaştı, dosttu...
90’ların başıydı. Dünyada yaşanan alt-üst oluş sol hareketin saflarında büyük bir kafa karışıklığı yaratmıştı. Her siyasi akımın içinde hararetli tartışmalar yaşanıyor, geçmiş acımasızca sorgulanıyordu. Sol hareket içinde yer almış pek çok unsur, geçmişte yürüttüğü mücadeleleri inkar yoluna gidiyor, düzen saflarına geçiyordu. Ama yaşanan kafa karışıklığını devrimci tarzda aşanlar da vardı... 12 Eylül öncesinde, daha ortaokul sıralarındayken devrimci mücadeleye atılan ve Devrimci Gençlik Birliği liderlerinden biri haline gelen Mesut yoldaş onlardan biriydi. “Evet,” demişti, “Çöken Bolşevizm değil, bürokrasinin kokuşmuş rejimleridir. Dördüncü Enternasyonal geleneği savunulmadan Ekim Devrimi’nin yarattığı devrimci gelenek de savunulamaz...” Dördüncü Enternasyonal saflarına katıldıktan hemen sonra, bir yandan ODTÜ’de öğrenci hareketine yol gösterdi, bir yandan bir avuç yoldaşıyla birlikte gecekondularda bildiri dağıtmaya çıktı. “Bu işler böyle olur yoldaşlar,” demişti o gün, “Lafazanlığı bırakın başkaları yapsın...” O, Türkiye’de devrimci önderlik inşası sürecine bir tuğla daha koyabilmek için, bıkmadan mücadele verdi. Mütevazıydı. Ama hep tartıştı, sorguladı; devrimci Marksizmin dağınıklığını aşma yollarını aradı... Mesut yoldaş dosttu. Hiçbir zaman rahat koşullarda yaşamadı ama başkalarının dertleri onu hep daha fazla ilgilendirdi Herkesin yardımına koştu. Evet; Mesut Şimşek geçtiğimiz nisan ayının sonunda, bir devrimci, bir Troçkist olarak öldü. Kızıl bayrağa sarılarak gömüldü. Ardında onurlu bir yaşam bıraktı. Mesut yoldaş zafere kadar bizimle olacak...
Akın her Mayıs’ta bizimle! Akın Reçber, 1996 1 Mayısı için Ankara’dan İstanbul’a gelen yoldaşlarımızdandı. Yenimahalle gecekondularından yola koyulan ekiple birlikteydi. 1 Mayıs alanında aramıza katıldı. Fakat 1996 1 Mayısı kanlı başlamıştı; henüz yürüyüşün başlarında katiller iki devrimciyi öldürdü. Ardından başlayan çatışmalarda bir devrimci daha düştü. Kitle hareketinin gösterdiği tepkiyle dağılan polis kuvvetleri alanı terk ederken, kortejimiz disiplinini bozmadan eylemini tamamladı. Ne var ki, eylem sona erdikten sonra Akın yoldaş Kadıköy’de gözaltına alındı. İfade vermeme tavrı nedeniyle ağır işkenceler gördü. İşkenceciler Akın yoldaşı kum torbalarıyla dövüyordu. Ciğerleri tahrip olmuştu... Akın yoldaş, serbest bırakıldıktan kısa süre sonra, 20 Mayıs 1996’da aramızdan ayrıldı. Burjuva diktatörlüğünün işkencecileri onu bizden koparmıştı. Fakat, Akın yoldaşı mücadelemizden koparmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. O, her Mayıs’ta daha da güçlenerek aramızda yer alacak. Adı hep bayrağımızda yazacak. O, burjuva diktatörlüğünün alaşağı edilerek, yerine emekçiden, yoksuldan yana, devrimci bir işçi iktidarı kurma gereğini kavramış mütevazı bir devrimci, hayatını çalışarak kazanan gencecik bir emekçiydi. Devrimci harekete coşkuyla katılmıştı. O coşkuyu ölene kadar yüreğinde taşıdı. Bayrağı ondan devralanlar, aynı coşkuyla sınıf kavgasına devam ediyor. Akın yoldaşa sözümüz var; proletaryanın kızıl bayrağını burjuvazinin burcuna dikene kadar bu kavga sürecek! İşçi sınıfı Akın yoldaşı mücadelesinde yaşatacak!