di7

Page 1

DEVRIMCI ISCI B A R İ K AT ! G R E V ! D E V R İ M ! Haziran 2006, Sayı 7

İŞ CİNAYETLERİNE SON!

Provokasyon diyenler açıklasın!..

Başbakan Tayyip Erdoğan Danıştay’a yönelik saldırının bir provokasyon olduğunu öne sürdü. Ayrıca bu işin arkasında güçlü bir örgütlenme bulunduğunu, olayın büyük ölçüde çözüldüğünü söyledi. Madem ortada bir provokasyon var, bunu yaptıran güç açıklanmalıdır. Madem provokasyonun arkasında güçlü bir örgütlenme var ve olay büyük ölçüde çözüldü, söz konusu örgütlenme de, olayın ayrıntıları da net bir biçimde halka anlatılmalıdır!..

Balıkesir Dursunbey ilçesine bağlı Odaköy’de Şentaş Madencilik’e ait kömür ocağında meydana gelen grizu patlaması sonucu ocakta bulunan 57 işçiden 17’si hayatını kaybetti. Hayatını kaybeden sınıf kardeşlerimizin yakınlarının acısını paylaşıyoruz ve bir kez daha haykırıyoruz: Bize bu çalışma koşullarını reva gören patronlardan ve iktidarından hesap soracağız! Öfkemizin nedeni hiç de haksız değildir. Türkiye’de madencilik alanında faaliyet gösteren 772 işletmeden sadece 87 sinin işletme belgesi var. 469 işletmede ise işçilerin sağlık raporlarının tutulmadığı, ‘ağır ve tehlikeli işler’ yönetmeliğine uyulmadığı, Çalışma Bakanlığı müfettişlerince tespit edilmiştir. İşçilerin sendikal örgütlenmeden mahrum oldukları, asgari ücret dolayında ücretlerle çalıştırıldığı herkesin malumudur. Denetimden uzak, ilkel tekniklerle üretim yapılan ocaklarda iş ortamının her zaman yeterince havalandırılmadığı, yeterli önlemlerin ve denetimlerin yapılmadığı aşikârdır. Fütursuzca yapılan özelleştirmeler ve ‘devleti küçültme’ adına denetleme yapacak uzman personel alımının azaltılması, madencilik alanında meydana gelen kazaların artmasına yol açmaktadır. Kazanın ardından maden ocağına gelen Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler, madenlerde bu tür kazaların ‘olağan’ olduğunu söyleyerek, hükümetin kimi koruduğunu, kimden yana tavır aldığını bir kez daha ortaya koymuştur. Oysa kazanın ardından yapılan incelemelerde kazanın havalandırma sisteminin yeterince iyi çalışmaması nedeniyle biriken grizunun patlamasından kaynaklandığı açıkça tespit edilmiştir. Ülkemizde iş kazaları, yoktur iş cinayetleri vardır. Patronların aşırı kâr hırsı, çalışma saatlerinin uzunluğu, teknik imkânların yoksunluğu ve ucuz olsun diye yeterli eğitimden yoksun işçilerin çalıştırılması bu kazalara neden olmaktadır. Ocaklarda ihmal ve sorumsuzluk diz boyudur. Madencilik deneyim ister. Doğal zenginliklerin birkaç kapitaliste peşkeş çekilmesinin önüne geçilmelidir. Parayı bastırana maden işletme olanağı tanınmamalıdır. Ciddi deneyim ve birikim isteyen bu sektörde sendikasız eğitimsiz işçi çalıştırılmasının önüne geçilmelidir. Kamu kurumları ve işkolundaki sendikalar ve maden mühendisleri odası denetim yetkisini yerine getirmelidir. Denetimler sonucunda kusuru bulunan işletmelere komik paraları cezaları uygulanmaktadır. Kusuru ve eksiği bulunan işletmeler üretimden men edilmeli ve çalışanlara geçen zaman için ücret ödenmelidir. Madenler tüm halkındır ve Bolivya’da olduğu gibi kapitalistlerin elinden alınmalı, kamusallaştırılmalıdır.


GÜNCEL

Komplo teorileri vesilesiyle, Yalçın Küçük ve Sabetaycıları üzerine taziyeler:

Uçtu Küçük, tez getir!.. Ülkedeki her gelişmeye ve her popüler figüre bir komplo falı açabilen Yalçın Küçük, topaç gibi seyreden siyasi serüveninin en tuhaf dönemini yaşıyor...

Y

A. KERİM

alçın Küçük, son dönemde ısrarla ortaya attığı ‘Sabetaycı komplo teorileri’yle, Türkiye tarihine, sınıflar mücadelesine ve ceberut devlet geleneğine aşina olmayan pek çok kişi üzerinde etkili oluyor. Bugün bu ülkedeki kadar basit bir sömürülme ilişkisinin yaşanabileceğini, emperyalizme bu kadar tabi olunabileceğini hafsalası almayan herkes, işin içinde tuhaf bir komplo, gizemli tarikatlar olduğu iddialarına yakınlık hissediyor. Zaten Yalçın Küçük de, sınıflar mücadelesinden bihaber olan geniş kesimin bu cehaletinden besleniyor. Türkiye’nin hakikaten Sabetaycı adı verilen enteresan bir tarikatın oyuncağı mı olduğu, yoksa emperyalist dünya egemenliğinin geldiği aşamada, emperyalizmin politikalarının doğrudan sonucu olarak sömürge olma yolunda emin adımlarla mı ilerlediği üzerine bazı sözler söylemeden evvel, kısaca Yalçın Küçük’ün ne olduğuna bir bakalım… Küçük, bir zamanlar, yani diktatörlükten çıkış sürecinde, Ankara Karakusunlar’daki dubleks evini öğrencilerin açlık grevlerine açmıştı. 1980’lerin ikinci yarısıydı; öğrenci dernekleri kurulmaya başlamış, sınırlı da olsa bazı mücadeleler için adımlar atılmış, ancak diktatörlük kurumları bunlara sert yanıtlar vererek öğrencileri sindirmeye girişmişti. Devrimci öğrenciler, baskılara karşı ses getirebilecek eylemler olarak gördükleri açlık grevlerini gerçekleştirecek mekan bulamayınca, kırmızı atkı takan, kendini sürekli Lenin’le özdeşleştirmeye çalışan bu tuhaf öğretim görevlisinin evini kullanmakta bir beis görmemişti. Açıkçası, o dönemde kimse bu küçük Lenin imitasyonunu ciddiye almıyordu. Yazdığı Türkiye ve aydın ‘tez’leri, bir bilgi yığını sunmakla beraber, asla tutarlı bir bütünlük arz etmiyordu; daha sonraları Fikret Başkaya Paradigma’nın İflası’nda bu cilt cilt kitaplardaki tutarsızlıkların bir bölümünü gayet çarpıcı bir biçimde ortaya koydu. Aslına bakarsanız, bu tutarsız yığın, Yalçın Küçük’ün 1950’lerden beri kendini merkeze koyarak üst üste biriktirdiği karmaşanın henüz başlangıcıydı. Kati ithamlar, iddialı aşağılamalar, süslü bir küstahlık… Peki tüm bunların ardında yükselen Yalçın Küçük’ün kendisi neydi? Evveliyatını çok tartışmayalım; 1950’lerin sonunda ‘sol’ hareketlere ilgi gösterdi, Devlet Planlama Teşkilatı’nda çalıştı, ABD’de Yale’de tekrar okudu, 70’lerde ikinci TİP’in kuruluşunda yer aldı, 1980 askeri darbesinden sonra 1402 sayılı yasayla üniversitedeki görevinden uzaklaştırıldı, ardından bir süre Sovyetler Birliği’ni kararlılıkla savundu, sonra ‘Apo kardeşim’ dediği Abdullah Öcalan’a hayran olmaya başladı, 1993’te Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanı olmasını protesto ederek Paris’e yerleşti. Oradan dönüşünün Lenin gibi olacağını öne sürüyordu ama 1998’de basbayağı uçakla, dev kitlelerin karşılaması olmaksızın döndü. Yazdıklarından dolayı iki yıla yakın cezaevinde kalıp tahliye edildi. Bu kez de cezaevi arkadaşı Doğu Perinçek’ten bir hayli etkilenmiş, ‘Apo kardeşi’ni bırakıp ‘Doğu kardeşi’ne ilgi göstermeye başlamıştı. Öyle ki, bu yeni ilgi alanı, kendisinin Tanrı dağı kadar Türk olduğunu kanıtlama çabalarına kadar sürüklenmesine yol açtı… Yani, Yalçın Küçük memleketi Sabetaycıların idare ettiği iddialarını ortaya atmadan evvel, bir hayli ‘tez’ geliştirmiş, 40 türlü politik tutum almış, ne var ki, bu ‘tez’ ve politikaların kuyrukları hiç birbirine değmemişti. Nereden baksanız, eğrisel bir çizgi izlemiş, tutarsızlık onun açısından bir tutarlılık haline gelmişti. Yine de ‘müşteri’si azalmadı. O sansasyonel ‘tez’ peşinde koştukça, pek çok burjuva gazetecisi de onun peşinde koşturdu. Gelin görün ki, Yalçın Küçük’e gösterilen ilgi, aslında hep ‘tuhaf’a gösterilen ilgi seviyesindeydi.

Türkiye’de yükselen ne varsa, Yalçın Küçük ona uyarlandı. Televizyon izlemediğini, gazeteleri takip etmediğini öne sürüyordu. Ama magazin aleminin önlenemez yükselişine uyarlanmaktan geri durmuyor, Gülben Ergen-Hülya Avşar üzerine bile birkaç ‘tez’ konduruveriyordu. İş, Türkiye’yi gizemli, masonik bir tarikatın, Yahudilikten dönme Subuti’nin takipçisi gizli Yahudilerin yönettiği iddialarına kadar varınca, haliyle sansasyon peşinde koşan epey bir kesim bu iddiaların üzerine üşüştü. Tabiri caizse, Yalçın Küçük aklına geleni ortalık yere pisliyor, buna üşüşecek sinekler de her daim hazır bekliyordu. Bizimki gibi cehalet ve sansasyon üzerine bina edilen bir popüler kültür içinde, alanın bu kadar memnun, verenin bu kadar keyiften dört köşe olduğu bir ilişki daha olabilir miydi?.. Peki, hakikaten, Türkiye’yi Subuti diye bir ‘dönme’nin takipçisi olan gizemli bir tarikat mı yönetiyor? Elbette hayır! Türkiye’yi basbayağı burjuvazi yönetiyor. Hem de emperyalizme ve dünya ölçeğinde uygulanan emperyalist siyasetlere göbekten bağlı bir burjuvazi bu. Yönetim erkini şeklen elinde bulunduran hükümetler ise, emperyalist siyasetten zerre şaşmadan, kendilerine ne talimat verilirse harfiyen uygulayan, özgün iktisadi ve siyasi programları bulunmayan, IMF’nin çizdiği planlarını en iyi kendilerinin uygulayacağını iddia ederek öğünen burjuva partilerinden inşa ediliyor. Ve hiç kuşkusuz, Osmanlı’dan bugüne sürdürülen ceberut devlet geleneği, Türkiye Cumhuriyeti’nin de omurgasını oluşturuyor. Bugün Pakistan’dan Arjantin’e ya da Nijerya’ya kadar, emperyalizme bağımlı ülkelerde nasıl bir iktisadi süreç yaşanıyorsa, Türkiye’de de aynısı yaşanıyor. Özelleştirmeler yoluyla ülkelerin tüm kaynakları ve zenginlikleri uluslararası şirketlere peşkeş çekiliyor; Şili’nin bakır madenlerinden Arjantin petrollerine, Türkiye’nin verimli topraklarına ve madenlerine kadar tüm zenginlikler emperyalist ellere geçiyor. İşçi sınıfının, yoksul halkın yaşam standartları gün geçtikçe düşüyor. Tüm bunlara rağmen dış borçlar şiştikçe şişiyor, peşkeş çekilen kaynaklar faizleri bile karşılayamıyor. Mali sermayenin akışkanlığı arttıkça, para üzerinden yapılan vurgunlar bir gün içinde milyonlarca nüfusa sahip ülkelerin kaderini değiştiriyor. Ülkelerin ‘ulusal bağımsızlığı’ tamamen kağıt üzerinde kalmaya başlıyor, kukla hükümetler, tüm emperyalist sömürü sürecinin yerel memurları gibi çalışıyor. Onlar beceremeyince, emperyalistler kendi memurlarını yolluyor, Kemal Derviş gibi Amerikan memurları, maharetli elleriyle emperyalist sömürü payını garantileyiveriyor… Mesela eğer Arjantin’de birkaç yıl evvel gerçekleşen mali çöküşte de Subuti Efendi ve müritlerinin payı yoksa, ortada bir emperyalist dünya egemenliği ve dünya siyaseti olmalı. Öyle ya, Subuti’nin adının bile uğramadığı Latin Amerika ülkeleri, başka türlü nasıl olur da Türkiye’deki iktisadi evrimin neredeyse aynısını, hatta daha beterini yaşabilir? Ya da, Afrika’da açlıktan, salgın hastalıklardan kırılan milyonlar, Subuti’nin kurbanları mıdır? Yoksa, Lenin’den bu yana devrimci Marksistlerce tarif edilen ve giderek daha yıkıcı sonuçlara yol açan emperyalist dünya egemenliğinin çarkları arasında ezilmekte midirler? Bu soruların yanıtı açıktır: Öküz altında Subuti aramak yerine, emperyalizmi kulağından tutup çıkarmak ve teşhir etmek yeterlidir… Bu durumda asli görev, emperyalizmi ve işbirlikçilerini ortadan kaldırmaktır. Burjuvaziye ve emperyalizme karşı mücadele yerine köşe bucak Sabetaycı avlamak isteyenler, elbette bunda serbesttir; ancak, işçi sınıfı ve yoksullar açısından hayati sorun, sınıf mücadelesi ve iktidarın fethidir. Gerisi, hayalet avcılarının işidir…

2


GÜNCEL

TÜRBAN YENİR Mİ?.. Danıştay saldırısının öncesinde ve sonrasında, ‘türban’ üzerine farklı farklı tartışmalar gelişti. İlle de türban diye bastıran AKP, birden bire aslında bunun çok da sorun olmadığını keşfetti. Peki mesele gerçekten türban meselesi miydi, yoksa bu tartışma burjuva devletinde yeni bir siyasi krizin dışa vurulması mıydı? Danıştay provokasyonunun perdesini aralıyoruz...

D

anıştay’a yönelik silahlı saldırının ardından ortalık toz duman oldu. ‘Tetikçi’ Alparslan Arslan, saldırıyı Danıştay mensuplarının ‘türban yasağı’nı onaylaması nedeniyle gerçekleştirdiğini söyledikten sonra, uzun süredir ‘türban’ meselesiyle tribünlere oynayan AKP Hükümeti, laiklik hezeyanının hedefi haline geldi. ‘Devletin ve rejimin gerçek sahipleri’ olduğunu iddia eden kesimler, iktidardaki ‘gerici’lere karşı harekete geçti. Bu hareketin güzergahı, elbette Anıtkabir’in çevresindeki yürüyüş parkuruydu… Şimdi bu toz-dumandan bize arta kalan daracık alanda, durumu kısaca değerlendirmeye çalışalım… Tetikçinin kimliği ve hareket tarzı, ortada basit bir ‘meczup’ olmadığını gösteriyor. Gayet provokatif bir tarzda gündeme gelen Cumhuriyet gazetesinin bombalanması eylemlerinin ardından, bunlar istenen etkiyi yaratmamış olacak ki, daha büyük bir hedef seçiliyor, son yıllarda epey tartışma konusu olan Danıştay’a yönelik, bizzat mahkemenin üst düzey yargıçlarını hedef alan bir saldırı planlanıyor. Saldırıyla birlikte, ‘büyük güçler’ hemen harekete geçiyor, CHP, AKP Hükümeti’ni hedef gösteriyor, ‘laik’ unsurlar cenazede bakanlara saldırıyor, Genelkurmay, bizzat en üst komutanının ağzından, AKP iktidarına yönelik tepkinin sürmesi çağrısında bulunuyor, ortalığı ‘Türkiye İran olmayacak!’ sloganları dolduruyor… Bu vakitten sonra, tetiği çekenin niyetlerini tartışmak bir fayda getirir mi? Hiç kuşku yok ki, en son tartışılacak şey, tetikçinin kişisel niyetleridir.

AKP Hükümeti, tipik bir kukla hükümettir. Emperyalist iktisadi planları harfiyen uygulamış, bunun sonucunda Türkiye’yi yağmalayan emperyalist tekellere ve yerli işbirlikçilerine daha fazla hareket alanı sağlamış, ülkedeki gelir dağılımı uçurumunu derinleştirmiş, zaten sakat olan sosyal güvenlik sistemine ağır darbeler vurmuş, kendi mensuplarına ve elbette temsil ettiği sermaye çevrelerine nefes aldırabilmek için tutunacağı tek şey olarak, elinde yoksulların din duygularını istismar edebileceği bir bez parçası kalmıştır: Kadınlar o bez parçasıyla kafalarını örtecek mi, örtmeyecek mi?! Bu tartışma, işçi sınıfı ve yoksullar açısından gerçek bir tartışma değil, göz boyamaya yönelik demogojik bir dalaşmadır. Öte taraftan, ‘Türkiye İran olmayacak!’ sloganının sürekli araya sıkıştırılması, İran’a yönelik emperyalist saldırı hazırlığından bağımsız olarak ele alınabilir mi? Ya da, Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren ABD’nin, Türkiye’de kitlesel bir nefret uyandırmasının ardından, bu yaşanan saldırıyla birlikte Türkiye kamuoyunun ilgisinden ırak kalması, böylelikle ne Irak işgalinin, ne de bölgedeki yeni saldırı planlarının bir gündem teşkil etmemesi tesadüf müdür? ‘Türkiye İran olmayacak!’ sloganı, bugün için ele alındığında, bir ABD ‘halkla ilişkiler’ başarısıdır… AKP’nin ipi çekildi AKP Hükümeti’nin eskisi gibi idare edemeyeceği görüldü. Dış ticaret açığının rekor düzeye ulaşması gibi iktisadi göstergeleri bir kenara bırakalım, sadece siyasi gerekçeler bile AKP’nin sonunu getirmeye yetti. ABD’nin Irak saldırısı öncesi hükümetin tüm çabasına rağmen bir türlü çıkarılamayan ‘tezkere’ zaten emperyalistler açısından bir güven bunalımına yol açmıştı; Filistin’de seçimleri kazanan HAMAS’ın utangaçça kabulü bile, karşılarında tam itaat bekleyen emperyalistleri ve büyük Türk burjuvazisini tedirgin etti. Cumhurbaşkanlığı tartışmaları, seçmen tabanına yönelik ‘türban’ şovları, tedirginliğin üzerine tuz-biber ekti. AKP Hükümeti’nin ipi çekildi. Bunun en temel göstergesi, daha düne kadar AKP’ye methiyeler düzen, aleyhinde tek kelime etmeyen burjuva medyasının, bugün hükümete her düzeyde yaylım ateşe başlaması oldu. Diğer burjuva partileri de işareti aldı, hizmette kusur etmeyeceklerini kanıtlamak için hizaya girip beklemeye başladı.

Çete hukuku Türkiye’deki burjuva diktatörlüğü, ülkede gerçek anlamda kitlesel bir işçi sınıfı hareketinin ortaya çıktığı 1960’lardan bu yana, faşist örgütlenmeleri besleyerek, bunların içinden çeteler devşirerek, bütün skandallarının üzerini örterek, hatta MİT, ordu ve polis teşkilatları aracılığıyla bunları bizzat ‘devlet memuru’ haline getirerek, ülkedeki çete hukukunu meşrulaştırmıştır. Çete hukuku, bugün gelinen aşamada, toplumsal alanın her yanına nüfuz etmiş, kağıt üzerindeki hukukun yerini almıştır. Çok gerilere gitmeye, MİT’in faşist katilleri ya da mafya mensuplarını nasıl devşirdiğini ve ‘yurtdışı operasyonlar’da ne şekillerde kullandığını didiklemeye gerek yok. Yakın geçmişteki Susurluk-Şemdinli hattını takip etmek yeterli. Bu hat, rejimin gerçek manifestosudur. Egemenler, kendi yazılı hukuklarını bile hiçe sayarak, egemenliklerini çeteler üzerinden uygulamakta, kendi içlerindeki çatışmaları bunlar üzerinden çözmektedir. Artık çetelerin kendi yasaları, yürütmesi ve mali sistemi mevcuttur. Çete hukukunun geçerli olduğu bir ülkede, emperyalistlerin bu hukukun asli unsuru olan çeteleri kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmesi hiç de şaşırılacak bir durum değildir. Son saldırıda dişlerini gösteren güçler arasında, emperyalist çıkarların temsilcilerinin de bulunduğunu söylemek, yeni bir icatta bulunmak anlamına gelmez. Emperyalist kuvvetler, bu işin merkezindedir… Buradan hareketle, Susurluk-Şemdinli hattı çözülmeden, Danıştay saldırısını çözmenin mümkün olmadığını vurgulamak gerekir. Siyasi partiler kadar, rejimin temel taşları olan ordu, istihbarat birimleri ve polis teşkilatı da bu ‘çözümleme’nin muhatabıdır. Şemdinli’nin üzerini örtenler, kitlelerin Danıştay’daki tetikçinin nereden çıktığını öğrenmesini elbette arzu etmeyecektir. Bu durumda, mevcut ‘laik-şeriatçı’, ‘gerici-ilerici’ saflaşmaları da saçma saflaşmalardır. Şemdinli’nin üzerini örtenler, burjuva iktidarının selameti için çeteleri meşrulaştıranlar, emperyalizmin uşaklığını yapanlar, en az iktidardaki AKP Hükümeti kadar ‘gerici’dir…

Esas gündem sınıfa saldırıdır Danıştay’a saldırının kaldırdığı toz-duman arasında, ülkenin içine sürüklendiği ağır iktisadi kriz, emeklilikten sağlığa kadar pek çok alanda işçi sınıfına yönelik yeni saldırılar, yeniden düzenlenen ‘terörle mücadele’ yasasıyla gündeme getirilen ‘ekstra’ baskı tedbirleri, Kürtlere yönelik bastırma harekatı ve emperyalizmin bölgedeki yağması, tüm bu gerçek gündemler, suni bir ‘laik-şeriatçı’ kutuplaşmasının kurbanı oluyor. Bu toz-duman dağıtılmalıdır! İşçi sınıfının ve yoksul Kürt halkının, ekseni ve menzili belli bir siyasi hat geliştirmesi, birleşik bir mücadele örgütlemesi gerekmektedir. Mücadelenin eksenine bölgeye yönelik emperyalist planlar yerleşmelidir. İşbirlikçi patronlar, kukla hükümetle, onların emekçilere yönelik saldırıları, mücadelenin menziline girmek zorundadır. Kitleler ‘türban için’ ya da ‘türbana karşı’ değil, sosyal güvenlik yasasına, sağlık reformuna karşı sokağa dökülmelidir. Aksi takdirde, emekçiler, emperyalizmin ve burjuvazinin yarattığı suni gündemlerin peşinden sürüklenmek, onların terörist provokasyonlarıyla harekete geçirdiği yedek kuvvetler olmak dışında bir rol üstlenemez. Ve ‘türban’ yenilebilecek bir nesne olmadığına göre, bu türden gündemler emekçileri bekleyen açlığa çare teşkil edemez. Lafın özü, işçi sınıfı ve yoksullar, kendi siyasi gündemlerini yaratmak zorundadır.

Türban tartışması ‘gerçek’ değildir

3

A. KERİM


GÜNCEL

Rejim ve ekonomi çatırdıyor Danıştay saldırısının öncesi ve sonrasında, ‘türban’ üzerine farklı tartışmalar gelişti. İlle de türban diye bastıran AKP, birden bire aslında bunun çok da sorun olmadığını keşfetti...

sorunu gibi gelişmelerle yüzeysel kalmış rejim krizi, 2006 itibarıyla derinleşmeye başladı. 1 Mart tezkeresi oylaması ile meclis grubunun bütünlüğünü sağlayamayan ve tezkereyi geçiremeyen AKP hükümeti ABD emperyalizmi ve TÜSİAD’ı hayal kırıklığına uğratmıştı. Buna rağmen AKP tek başına iktidar olması ile sağladığı sermaye birikimi (istikrar) ve AB yönelişi ile gerek emperyalizmin gerekse yerli işbirlikçisinin zoraki desteğini almıştı. AKP hükümeti ve meclis çoğunluğu 1983’ün ANAP hükümetinden bu yana kapitalizm için en fazla istikrar arz eden hükümet oldu. Başbakanlık danışmanı Cüneyd Zapsu’nun bozulan ilişkileri düzeltmek üzere gittiği Washington’da Hamas heyetinin kabulü konusunda aldığı eleştiriler ve bunlara karşı bulunduğu “Önümüzdeki 8-10 yıl yine iktidardayız, bizimle çalışmaya alışın” telkini AKP’siz iktidar arayışına başlayan ve isteklerini artık daha çok ordu üzerinden dile getiren ABD ile hükümet arasındaki çatlağın tipik göstergelerinden biri oldu. Yine Başbakan’ın Van Üniversitesi sorunu sebebiyle TÜSİAD üyeleri Mustafa Koç ve Ömer Sabancı ile atışması hükümetin patronlar kulübü ile de arasının açıldığına işaret ediyor. Burjuva gazetelerinde; Şemdinli iddianamesinin ortaya çıkmasından hemen sonra Kara Kuvvetleri Komutanı’nın, Başbakan’a Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun’un, savcı Sarıkaya’nın, Başbakanlık danışmanı Ömer Dinçer’in ve bir dizi bürokratın görevden alınması için bir liste verdiği ve yeni bir 28 Şubat sürecinin başladığı haber veriliyor. Öte yandan Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın 23 Nisan çıkışı ve ardından Başbakan’ın “Egemenlik duvarda değil millette olacak” sözü RP’nin 28 Şubat sürecindeki inatlaşmalarını anımsatıyor. AKP’nin inatlaşmaları ile krizin derinleşebileceğini bugünden görmek zor değil. Ayrıca AB ile ilşkilerin zayıflaması ve AB dönem temsilcisinin müzakere sürecinde ilerlemenin durma noktasına geldiğini söylemesi AKP için bir başka handikap. Ve son olarak Danıştay’daki silahlı baskın tüm bunların üzerine tuz-biber oldu. Dört bir taraftan sıkıştırılan AKP, tabanına sert gözükerek oylarını yüzde 30’larda tutmaya çalışıyor. Önümüzdeki aylarda siyasi krizin tetikleyeceği bir ekonomik kriz sürpriz olmayacak. Ekonomik Kriz En Çok İşçi Sınıfına Zarar Verir 2001 Şubat devalüasyonunu unutmadık. Televizyon programlarında sermayesinin yüzde 40’ını kaybettiğini söyleyen büyük burjuvaların servetleri için nasıl ağladıklarını çok iyi hatırlıyoruz. Halbuki o devalüasyonla milyonlarca ücretli yüzde 40 yoksullaşmış, kimi başını sokabileceği tek varlığı olan evini kaybetmiş kimi işsiz kalarak salgın haline gelmiş sinir hastalıklarına yakalanmıştı. Patronların krizi gerekçe göstererek kapının önüne koydukları işçilere göre her zaman başlarını sokabilecekleri evleri, karınlarını doyurabilecekleri aşları vardır. Ama bu ülkede kriz olur en çok patronlar ağlar. Medyanın mikrofonları hep onlara uzatılır. İşçi Sınıfı Sesini, Özgücünü Birleştirerek ve Sermayeden Bağımsızlaşarak Duyurabilir İşçi sınıfı ve yoksul halkın, sermaye sınıfının; özelleştirme, genel sağlık sigortası, esnek üretim gibi saldırılarına ve kapitalizmin hastalıklı yapısından kaynaklı krizlerine karşı çaresi; birleşerek ve sermayeden bağımsız örgütlenerek üretimden gelen gücünü kullanmasıdır. İşçi sınıfına karşı yek vücut olan burjuvaziye karşı, sosyalistlere düşen görev ise, ABD ve AB tarafından temsil edilen emperyalizme ve onun işbirlikçileri yerli sermayedarlar, politik-islam, son dönemde yeniden yükselen faşizm ve asker-sivil bürokrasiye karşı sınıfın bağımsız devrimci partisi için seferber olmaktır. Kapitalizmin siyasi ve ekonomik krizinin alternatifi olmak işçi sınıfının ve sosyalistlerin elindedir. Proletaryanın muhtaç olduğu kudret tarihinde mevcuttur. Kapitalistleri ve her türlü enstrümanını tir tir titreten 15-16 Haziran, 89 bahar eylemleri, 91 madenci direnişi ve binlerce grev hâlâ hafızalardadır.

H. LEVENT

2

006 yılının ilk çeyreğinde dış yatırımların ve ihracatın motor unsurlar olduğu ekonomik yapı çatırdamaya devam ediyor. Sadece resmi rakamlara baktığımızda bile, bu durum açıkça görülüyor. Hükümete bağlı TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) nisan ayında açıkladığı 2005 yılı büyüme ve kişi başına milli gelir değerleri düzen savunucuları tarafından pembe tablolar çizmek maksadıyla kullanılıyor. Öte yandan, büyüme oranının yüzde 5.6 olarak gösterilmesi ile, işsizlik oranının yüzde 11.8’e (önceki döneme göre yüzde 0,4 artmış) yükselmesi arasındaki çelişki toplumun çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçi kitleler için manidar. Büyüyen bir ekonomide işsizliğin artması ve çalışanların daha da yoksullaşması mümkün müdür? Kaldı ki işsizliğin açıklanandan çok daha fazla olduğunu biliyoruz. Dünya ekonomisi göz önüne alındığında oldukça yüksek çıkan büyüme ne pahasına elde edilmiştir? Elbette ki egemenlerin kabul ettirmeye çalıştıkları gibi daha varsıl değiliz. Büyümeyi işaret eden daha fazla üretme, yeni istihdam alanlarının açılması ve işsizliğin azaltılması ile değil, mevcut işçilerin daha fazla çalıştırılması ile mümkün olmuştur. Sendikasızlaştırma ve esnek çalışma koşullarının dayatılması ve işsizler arasında körüklenen rekabet ile sermaye sınıfı, üretimin ve kâr oranlarındaki yükselişin oluşturduğu ortamı ucuza mal etmektedir. Hükümet ve burjuvazinin liberal köşe yazarları tabloya bakarak ekonominin düzeldiğini, istihdam artmasa bile emeğin verimliliğinin arttığını söylüyor. Bu sözler; yüzümüze bakarak söylenen yalanlar, verim artışı ise sömürünün artmasından başka bir şey değildir. Yeni Ekonomik Kriz Kapıda Hükümetin ve onun temsil ettiği patronlar kulübü TÜSİAD’ın ve işbirliği içinde oldukları uluslararası kapitalist sistemin dengede tutmaya çalıştığı kırılgan ekonomide YTL’nin aşırı değerli tutulması, ithalat artışını, bu da dış ticaret dengesinin bozulmasını ve cari açığı getirdi. Rekora koşan cari açığın yarattığı tedirginlik, ısrarla sınırlar içerisine çekilmeye çalışılan yabancı sermayenin (sıcak para) ani kaçışına sebep oluyor. 2001 yılında dalgalı kur sistemine geçilmiş olmasına rağmen döviz kurunun son 1,5 yıldır YTL karşısında aynı düzeyde kalması (Merkez Bankası’nın müdahaleleri ile liranın değer kaybının önüne geçilerek fiili bir döviz çıpasının oluşturulması) Çin tekstili ile rekabet edemeyen ve ihracatını arttıramayan tekstil patronlarını harekete geçirdi. Çökmekte olan sektör patronlarının kurtulmaları için devalüasyon gerektiği çağrılarına rağmen hükümet bir devalüasyona yanaşmıyor. Gerçekleştirilmeyen devalüasyon, ekonominin uluslararası kapitalist sistemin bir başka köşesindeki bir başka krizden etkilenmesi ve tüm umutların bağlandığı yabancı sermayenin kaçması ile fiilen gerçekleşmeye başladı. Sıcak para rantı için düşük döviz kurundan yararlanarak Türkiye’ye gelen yabancı sermayenin kaçışı yerel burjuva çevrelerinin en büyük kabusu oldu. Daha fazla sermayeyi ülkeye çekmek ve mevcutları tutmak üzerine stratejisini IMF yönlendirmelerine göre kurmuş olan hükümetin iç ve dış piyasaya yönelik istikrar izlenimi yaratma çabası ise bir balondan ibarettir. Bu balonun havası kaçmaya başlamıştır. Siyasi Krizin Derinleşme Eğilimi Üç buçuk yıllık AKP hükümeti boyunca bayram resepsiyonları, türban

İŞÇİLERİN BİRLİĞİ SERMAYEYİ YENECEK !

4


GÜNCEL

Danıştay saldırısının öncesi ve sonrasında, ‘türban’ üzerine farklı tartışmalar gelişti. İlle de türban diye bastıran AKP, birden bire aslında bunun çok da sorun olmadığını keşfetti...

AB fonlarıyla parti pazarlaması D S. CEVAHİR

İSK’in başını çektiği ve “Türkiye solunu tıkanıklıktan çıkarmak, kitlesel yenileşmeyi sağlamak” iddiasıyla yapılan 10 Aralık platformu toplantıları sürüyor. Epeydir kamuoyunda DİSK’in parti kurmak için girişimlerde bulunduğu haberlerini okuyorduk. Fakat İzmir’de düzenlenen üçüncü toplantının ardından CHP kendi alanını etkileyeceğini düşündüğünden yeni arayışlar içindeki DİSK’e biraz kızmış. “DİSK önce kendisine baksın. Durumu ortada. CHP olmasa DİSK’in ayakta kalması mümkün değil. Ne kadar üye kaybettiği ortada, nasıl yönetildiği de” diye açıklamalar yapıyorlar. Su berrak ama berrak suyu bulandırmaya çalışan umut düşmanı sahtekarlar var. DİSK parti kuracakmış. Hem de AB’nin akıttığı fonlarla. Üyelerinin gözlerine bakarak, toplantı masraflarının işçi eğitimi için gönderilen fonlardan karşılandığını bizzat başkan Süleyman Çelebi açıkladı. DİSK’in 80 darbesinin ardından pek de işçi sınıfıyla bağı kalmamıştı.12 Eylül 1980’de yasaklandıktan sonra 1991’de yeniden faaliyete geçen DİSK, bürokratik uzlaşmacı sendikal yapıların tüm özellikleri tekrardan içinde barındırmaya başlamıştır. İşçi sınıfı için yeni bir mücadele aracı olma imkânını yitirmiştir. Geçmişte de tüm zaaflarına ve bürokratik yapısına rağmen, 15–16 Haziran’ı yaratan, nice direnişe önderlik etmiş, kazanımlar elde etmiş işçi sınıfının mücadele örgütü olma niteliğini kazanmış olan DİSK, şimdilerde patronların haklarını savunabileceklerini, gerekirse onlar için de yürüyebileceklerini otellerin konferans salonlarında dile getirebiliyor. Kendileri otellerde, plazalarda işçi sınıfı adına “partileşme” çabası içindeyken, işçi sınıfının bu gelişmelerden haberi yok. Tartışmalarda ne işçiler var ne de fikirlerini soran. Sağdan soldan üç beş köşe yazarı, ömrünü CHP’de geçirmiş, kendilerini solcu diye pazarlayan Baykal muhalifleri, işçiler adına karar vermeye kalkıyor. DİSK’e önerimiz şu: Bıraksınlar parti kurmayı falan, şu anki

asgari ücretin hesabını versinler milyonlarca emekçiye. Yaşanan özelleştirmelerde ne tutum almışlar? Sendikalarda yaşanan üye kayıplarının ve sendikaların içinde bulunduğu krizin aşılması için neler yapmışlar? Yaşanan özelleştirmelere, yağmaya, talana karşı, DİSK birleşik bir mücadele hattı örmektense tekil eylemlilikleri yeğlemiştir. Kaçak işçi çalıştıran onca atölyedeki işçileri dinlemek yerine fabrika patronlarını dinlemektedir. IMF’ye karşı sokağa çık! DİSK’in önünde büyük bir fırsat vardır. IMF talimatlarıyla gündeme getirilen sosyal güvenlik ve genel sağlık sigortası yasa tasarılarına karşı mücadele. Emekliliği mezara taşıyan, emekli maaşlarını buharlaştıran, sağlığı tüccarın eline bırakan bu yasayı parçalamak. Nasıl 15–16 Haziranlar yaratıldıysa bu yasaya karşı da tüm sınıf bileşenleriyle ortak mücadeleye girişmek. DİSK bıraksın parti kurmayı da, üyesi olan işçilerin mücadelesine baksın. Canı istediğinde binlerce işçiyi alana taşırken (25 Şubat İzmit mitingi), etkin olmadığını düşündüğü Emek Platformu’nun eylemlerine temsili düzeyde katılmaktadır (17 Aralık Kızılay mitingi). CHP’ye elbette hiçbir şey söylemiyoruz. Hali ortadadır. Ne solla ne de emekçilerle ilgisi bulunmamaktadır; belediyelerde ihale peşinde koşan fırsatçı müteahhitlerin partisidir. Bu partinin geleneğinde işçi sınıfı mücadeleleri yoktur; sadece kurultay ve kongre öncelerinde delegeleri otellerde ağırlamak vardır. İşçi sınıfının DİSK ya da diğer bürokratik/reformist mücadele kaçkınlarının kuracağı partilere ihtiyacı yoktur. İşçi sınıfının iktidar hedefiyle hareket eden devrimci, enternasyonalist ve mücadele geleneğine sahip çıkan bir partiye ihtiyacı vardır. Söyleyecek sözü mücadeleye katacak gücü olan tüm emekçileri Devrimci İşçi Partisi’nin inşasına çağırıyoruz...

Emekliler de sokağa çıkıyor! Emekli-Sen Edirne şubesi, emeklilerin toplu sözleşme hakkı için basın açıklaması yaptı... Emekli-Sen Edirne şubesi mensubu emekçiler hükümetin özellikle toplu sözleşme taleplerine yönelik duyarsız tutmunu protesto etmek için, 2 Haziran’da Selimiye Meydanı’nda bir basın açıklaması ile oturma eylemine başladıklarını duyurdular. Özellikle emekçilerin dışarıdan yoğun ilgi gösterdiği oturma eylemi yaklaşık 30 kişiyle başladı. DİSK’e bağlı diğer sendikaların ve Emek Platformu temsilcilerinin katıldığı eylemde sık sık “Zafer direnen emekçinin olacak!”, “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya 5

hiç birimiz!”, “İnsanca yaşamak istiyoruz!” gibi sloganlar atıldı. Bizim de destek verdiğimiz eylemde sendika adına açıklamayı Şube Başkanı Süleyman Sucu okudu. Süleyman Sucu, genel olarak sendikanın 1995’den bu yana süren mücadelesini, oturduğu meşru ve haklı zemini anlattı ve oturma eylemini neden başlattıklarını açıkladı. Basın açıklamasından sonra emekçiler alkışlarla oturma eylemine devam etti. Devrimci İşçi / Edirne


MÜCADELE

Enternasyonalistler birlikte yürüdü Devrimci İşçi İstanbul’da 1 Mayıs gösterilerine KESK’e bağlı sendikalarla birlikte katıldı. Bölünen 1 Mayıs’ta sendikalarımızla birlikte saf tutmak anlamlıydı. Ankara’da ise Devrimci İşçi taraftarlarının da içinde yer aldığı devrimci Marksistler, ‘Enternasyonalist Cephe’ pankartı arkasında birleşik bir kortej oluşturarak yürüdü. Sekterliğe karşı anlamlı bir adım olan ortak kortej, yıllardır yükselttiğimiz ‘Zafere kadar sürekli devrim!’ şiarını alana taşıdı. Kortejimiz, canlılığı ve disipliniyle örnek teşkil etti.

AKIN REÇBER’i yaşatacağız! Akın Reçber, 1996 1 Mayısı için Ankara’dan İstanbul’a gelen yoldaşlarımızdandı. Yenimahalle gecekondularından yola koyulan ekiple birlikteydi. 1 Mayıs alanında aramıza katıldı. Fakat 1996 1 Mayısı kanlı başlamıştı; henüz yürüyüşün başlarında katiller iki devrimciyi öldürdü. Ardından başlayan çatışmalarda bir devrimci daha düştü. Kitle hareketinin gösterdiği tepkiyle dağılan polis kuvvetleri alanı terk ederken, kortejimiz disiplinini bozmadan eylemini tamamladı. Ne var ki, eylem sona erdikten sonra Akın yoldaş Kadıköy’de gözaltına alındı. İfade vermeme tavrı nedeniyle ağır işkenceler gördü. İşkenceciler Akın yoldaşı kum torbalarıyla dövüyordu. Ciğerleri tahrip olmuştu... Akın yoldaş, serbest bırakıldıktan kısa süre sonra, 20 Mayıs 1996’da aramızdan

ayrıldı. Burjuva diktatörlüğünün işkencecileri onu bizden koparmıştı. Fakat, Akın yoldaşı mücadelemizden koparmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. O, her Mayıs’ta daha da güçlenerek aramızda yer alacak. Adı hep bayrağımızda yazacak. O, burjuva diktatörlüğünün alaşağı edilerek, yerine emekçiden, yoksuldan yana, devrimci bir işçi iktidarı kurma gereğini kavramış mütevazı bir devrimci, hayatını çalışarak kazanan gencecik bir emekçiydi. Devrimci harekete coşkuyla katılmıştı. O coşkuyu ölene kadar yüreğinde taşıdı. Bayrağı ondan devralanlar, aynı coşkuyla sınıf kavgasına devam ediyor. Akın yoldaşa sözümüz var; proletaryanın kızıl bayrağını burjuvazinin burcuna dikene kadar bu kavga sürecek! İşçi sınıfı Akın yoldaşı mücadelesinde yaşatacak!

Atina’da emperyalizme karşı eylemdeydik... Devrimci İşçi, Mayıs ayında Atina’da, Irak’taki emperyalist işgale ve küresel ölçekte uygulanan neo-liberal politikalara karşı gerçekleştirilen eylemde alandaydı. Yunan devrimci Marksistlerle birlikte emperyalizme karşı sloganlarımızı ve mücadele kararlılığımızı haykırdık… Atina’nın tarihindeki bu en büyük yürüyüşte, Devrimci İşçi, Yunanistan Komünist Enternasyonalist Örgütü’yle birlikte yürüdü. Bu dayanışma, burjuva politikacıların birbirine karşı sürekli kışkırttığı Türkiye ve Yunanistan emekçilerinin arasındaki kardeşliği göstermesi açısından da önemliydi. Devrimci İşçi önümüzdeki süreçte Balkanlar’daki devrimci dayanışma ağını geliştirmek için mücadele etmeyi sürdürecek... 6


GÜNCEL

Arka kapaktan devam... Kamulaştırma mücadelesinin talepleri Evo Morales’in tüm sınırlandırmalarına rağmen Bolivya halkının gazın kamulaştırılmasına yönelik mücadelesinin ilerlemesi ve daha kararlı bir hâl alması gerektiğini savunuyoruz. Evo Morales hükümetinden, kamulaştırmanın rafineri, dağıtım ve ticaretin tamamını kapsaması talep edilmelidir. Emperyalist petrol şirketleri ve Petrobas ülkeden tazminatsız uzaklaştırılmalıdır. Yıllardır Bolivyalıları sömüren bu şirketlere bir kuruş bile ödenmemelidir. Bolivya’nın kamu kuruluşu YPFB tüm gaz tesislerinin kontrolünü ele almalıdır. COB ve petrol işçileri sendikası, şirketlerin yetkilerini almalıdır. Son olarak gaz fiyatlarının belirlenmesi için yapılacak tüm görüşmeler, mevcut durumda olduğu gibi gizli değil, Bolivyalı işçilerin katılımıyla gerçekleştirilmeli, pazarlıklar açık bir şekilde yapılmalıdır. Kıta çapında bir mücadele Evo Morales yönetiminin bu kararı Latin Amerikalı öncülerde ve emekçi saflarında büyük bir etki oluşturdu. On yıllardır süren doğal kaynakların özelleştirme sürecinin ardından gelen bu ilk kamulaştırma sevinçle karşılandı. UİB-DE Bolivya halkının bu ilk zaferinin tüm kıtaya örnek olmasını ve kıta çapında mücadelenin

yükseltilmesini, tüm doğal kaynakları tazminatsız olarak kamulaştırma mücadelesinin yükseltilmesini savunuyor. Bu mücadele büyük ihtimalle sadece emperyalist şirketlere yönelik değil, aynı zamanda Lula, Kirchner, Palacio, hatta Chavez tarafından sürdürülen politikalara karşı da yürütülmek zorundadır. Arjantin’de emperyalist sömürünün parçası olan Repsol ve diğer petrol şirketleri kamulaştırılmalı ve devletin mülkiyetinde olan YPF bünyesinde yeniden inşa edilmeli ve kontrol işçilerin elinde olmalıdır. Arjantinli emekçiler Repsol’e karşı mücadeleyi gündeme almalıdır. Brezilya’da Petrobras gerçek kamu mülkiyetine alınmalıdır. Bugün bu şirketin hisse senetlerinin çoğu yabancı yatırımcıların elindedir. Venezüela’da Chavez tüm petrol alanlarını yabancı şirketlerden arındırmalı, PDVSA maskesi altında yaptığı özelleştirmelerden geri adım atmalıdır. Dünyanın bu en stratejik kaynağını savunmak için kıtasal mücadelenin örgütlenmesi zorunludur. Kaynaklar ya Latin Amerika halklarının çıkarları doğrultusunda kullanılacak, ya da emperyalist ülkelerin ve şirketlerin eline geçecektir. İşçi örgütlerini, sendikaları, petrol ve enerji işkolundaki sendikaları mücadelenin başını çekmeye çağırıyoruz. Bolivya halkı bize bu mücadelenin başarılabileceğini gösterdi. Onların örneğini takip edelim. SAO PAULO 18 Mayıs 2006

Eskişehir’de öğrenci olmak Ü

niversite öğrencileri günümüzde toplumun azımsanmayacak bir kesimini oluşturuyor. Ancak geçmişte olduğu gibi üniversite öğrenciliği gelecek vaat eden, daha iyi yaşam koşulları sunan, kısacası sınıf atlamaya yarayan bir araç olmaktan ziyade, toplumun sömürülen, ezilen kesimiyle daha yakınlaşan bir hal almış durumda. Yüz binlerce genç arkadaşımız bu durumda ne yapacağını bilmez halde. Üniversite öğrenciliği bugün taşıdığı anlam itibariyle sistemin işsizliği korumak üzere kullandığı bir kurumdur. Üniversite, öğrenciye artık geleceğe dair bir plan sunamıyor. Geniş öğrenci yığınları, işsizler ordusunun birer askeri olmaya hazırlanıyor. Öğrencilerin tüm bu sorunların farkında olması, kendi sorunlarını sınıfın sorunlarının bir parçası haline getirmeleri ve mücadele etmeleri gerekiyor. Eskişehir, taşra olarak nitelendirilmesine rağmen iki üniversitesiyle öğrenci potansiyeli yüksek bir şehir. Saldırıların bu kadar net olduğu bir dönemde, öğrenci potansiyeli yüksek olan bir şehirde öğrenci hareketinin de yüksek olmasını bekleyebiliriz, tabii var olan koşulları görmezden gelirsek. 12 Eylül askeri diktatörlüğünün tüm etkileri Eskişehir’de de gözler önüne seriliyor: apolitik bir üniversite. Bunun yanında kapitalist sistemin uyuşturucu olarak kullandığı barlar ve ‘cafe’ler Eskişehir ‘de bir pazar oluşurmuş durumda. En iyi müşterileri de öğrenciler. Bu gidişe müdahale etmek isteyen

öğrenciler ise sistem tarafından baskılara maruz bırakılıyor. Sistemin saldırıları her yerde oldu gibi üniversitelerde de karşımıza çıkıyor; verilen uzaklaştırma ve okuldan atılma cezalarıyla öğrenci hareketi pasifize edilmeye çalışılıyor. 1999 ve 2000 senelerinde Eskişehir’de öğrenci eylemlikleri binlerle ifade edilirken, uzaklaştırmalar ve atılmalar sonunda bu gün bu sayı yüzlerle ifade edilir hale geldi. Sorun sadece sistemde değil, Eskişehir yerelinde de öğrenci hareketi bir kısır döngü içine girmiş, sol hareketin, kaba tabirle, yüzü eskimiştir. Genel anlamda sol hareketin örgütlenememesi, örgütlendiği ölçüde düzene adam kaptırması sola olan güveni azaltmış, hayata geçirilemeyen projeler prestij kaybına neden olmuştur. Diğer yandan ise sol hareket güç kazanmaya çalışmış, bunun sonucunda, iyi tiyatro yapan, iyi şiir okuyan, iyi dinleti yapan ancak öğrencilerin sorunlarını sınıfın sorunlarıyla birleştiremeyen sosyal faaliyetçiler ortaya çıkarmış, aynı ölçüde de sınıf siyasetinden uzaklaşılmıştır. Devrimci önderlik boşluğu bilinçli bir inşa çabası ile aşılacaktır. Bu yüzden taleplerimize sıkı sıkıya sarılmak ve cesaretle ileri atılmak zorundayız. Öğrenciler olarak, devrimci önderliğin yani işçi sınıfının devrimci partisinin sınıf pratiğinde inşa edilmesine ve pekiştirilmesine katkıda bulunmak zorunluluğumuz olmalıdır. Yolumuz işçi sınıfının yoludur. Kahrolsun kapitalizm yaşasın devrim!

7

İ. Kazgan


ARKA SAYFA

Bolivya halkının mücadele örneğini takip edelim!

B

ULUSLARARASI İŞÇİ BİRLİĞİ– DÖRDÜNCÜ ENTERNASYONAL’İN BOLİVYA’DAKİ DOĞALGAZ YATAKLARININ KAMULAŞTIRILMASI ÜZERİNE AÇIKLAMASI:

olivya’daki Evo Morales yönetimi 28701 sayılı kararla doğalgaz ve petrol yataklarının kamulaştırılmasını kabul etti. Karar Bolivya halkı tarafından memnuniyetle karşılandı. Bu, yıllardır süren ve son olarak Sanchez de Lozada iktidarını deviren devrimci mücadelenin en büyük zaferidir. Ayaklanan kitlelerin talebi doğalgazın kamulaştırılmasıydı. Bu karar ne şekilde alınmış olursa olsun, UİB-DE bu kararı anti-emperyalist bir adım olarak görmektedir. Şüphe yok ki, emperyalist ABD söz konusu karardan rahatsızlık duymuş ve sadece bundan en çok etkilenen ülke olmasından değil, karar ‘tehlikeli bir emsal’ teşkil ettiği için de rahatsızlığını yüksek sesle dile getirmiştir. Bunu göz önünde bulunduran Condelize Rice, ‘otoriter demagoglar’a yönelik tehditlerini sürdürmüştür. Emperyalist şirketler, özelliklede petrol şirketleri ve Avrupa sağı, hükümetlerinden bu uygulamalara bir yanıt verilmesini talep ediyor. Bu uygulamaların artarak tüm dünyaya yayılmasından korkuyorlar. Yine aynı amaçla Brezilya burjuvazisi, özellikle de kamulaştırılan alanlarda büyük yatımı bulunan Petrobas, Lula’dan Bolivya’ya sert bir yanıt vermesini bekliyor. Çünkü Brezilya sanayii Bolivya’dan gelen gaza ihtiyaç duyuyor. Brezilya’da yayın yapan birçok dergi –Veja, Epoca, O Glob network, vs- Brezilya burjuvazisinin bu taleplerini manşetlerine taşıyor. UİB-DE, tüm bu tehditler karşısında, Bolivya halkının doğalgaz ve petrol kaynaklarını tazminatsız olarak kamulaştırma hakkını, Bolivyalı emekçilerin doğal kaynakların, tesislerin ve ticaretin kontrolünü ele almasını savunuyor. Dünyanın tüm emekçilerini, özellikle de emperyalist ülkelerdeki ve Brezilya’daki emekçileri, Bolivya halkının bu kararını kendi hükümetlerine karşı savunmaya ve emperyalistlerin tehditlerini önlemeye yönelik mücadelelere,

kampanyalara girişmeye çağırıyoruz. Kararın sınırları UİB-DE olarak mücadeleyle kazanılan bu ilk zaferin ardından Bolivya halkının ve Latin Amerikalıların sevincini paylaşıyoruz. Fakat yanılsamaya da kapılmamalıyız. Birçok kesimin savunduğunun aksine, kamulaştırma adımı Evo Morales iktidarının ‘halkçı ve anti-emperyalist niteliği’nden kaynaklanmıyor. Geçmişte, Gonzalo Sanchez de Lozado ve Carlos Mesa iktidarlarına karşı mücadele sürecinde, bizzat Evo Morales gazın kamulaştırılmasına karşı olduğunu ilan etmiş ve Carlos Mesa yönetimine 2004 yılındaki referandumda destek vermişti. Bu nedenle, Uluslararası İşçi Birliği - Dördüncü Enternasyonal olarak, kamulaştırmaların Bolivya’nın yaşadığı ve halen de yaşamakta olduğu devrimci sürecin bir kazanımı olduğunu ve Bolivyalı ezilen kitlelerin mücadelesi sonucunda Evo Morales’in kamulaştırma talebini kabul etmek zorunda kaldığını vurguluyoruz. Aslında Evo Morales kitlelerin taleplerine sınırlı bir yanıt vermiştir. Kamulaştırma sınırlı bir alandan ibarettir. Sadece rafineriden çıkan gazı kapsamaktadır; dağıtım ve satış kamulaştırma dışında tutulmuştur. Bu şebekeleri elinde tutan şirketlerle görüşmeler için 180 günlük süre belirlenmiştir. Dağıtım ve satışı yapan şirketlerle görüşme sürecinde, hâlâ uluslararası piyasaların son derece altında olan fiyat konusu açıkta bırakılmıştır. Bolivya’nın bu fiyattan senelik zararı 300 milyon dolar seviyesindedir. Evo, Brezilya ve Arjantin hükümetleriyle fiyat görüşmeleri öncesinde, ne olursa olsun ‘doğalgaz arzına son verilmeyeceğini’ açıklamıştır. Bu, ücret artışı için görüşme sürdüren bir sendikanın, işveren ne yaparsa yapsın asla greve çıkılmayacağını açıklaması gibi bir durumdur.

Devrimci İşçi, bir internet yayınıdır. Yazıları ve yayını herkes çoğaltıp kullanabilir...


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.