Sayı: 12 Mart 2013
ISSN: 2147-1568
1.5 TL
HAKKIMIZ VE SENDİKAMIZ İÇİN ÖRGÜTLENELİM...
SENDİKA BARAJI, İŞÇİNİN GÜVENİNİ KAZANARAK ÖRGÜTLENEREK AŞILIR!.................2
“ÖZGÜR BİR DÜNYA İÇİN DİRENENLER” KASABALILAR ............................................11
BDP’Lİ VEKİLLERİN KARADENİZ GEZİSİ ENGELLENDİ İŞTE AKP’NİN BARIŞ SÜRECİ!......3
THY İŞÇİLERİ DAVALARI KAZANIYOR… YA SONRA?................................................12
HÜKÜMET, KÜRTLERİN MALLARINA DA GÖZ DİKTİ ....................................................4
HAVA-İŞ YÖNETİMİ “İŞÇİLERİ ZORLAMAMIŞ” ..........................................................12
BÜRO EMEKÇİLERİ GREVDEYDİ… ............................................................................5
HEY TEKSTİL VE ÇAPA İŞÇİLERİ BULUŞTU...............................................................13
SOLCULAR İŞÇİNİN KİMYASINI BOZMAMALI..............................................................6
HACAY YILMAZ, TARİŞ DENEYİMİNİ PAYLAŞTI........................................................14
8 MART BİR MÜCADELE GÜNÜYDÜ... HALA ÖYLE! ....................................................8
2B YASASI: YENİ BİR BORÇLANMA DÜZENİ.............................................................14
ÇALIŞMA BAKANI FARUK ÇELİK: “ÇOK ÇOCUK YAP, EMEKLİ OL” ...............................9
LENİN’İN DEVRİMCİ MARKSİST OKUMASI İÇİN ŞİMDİ TROÇKİ OKUMA ZAMANI..........16
İşçilerin Sesi
BİZ KİMİZ? NE İSTİYORUZ? NE İÇİN MÜCADELE EDİYORUZ? Bugün dünyaya egemen olan anlayış sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan; ayrımcılıktan uzak yeni bir toplum olmalı, bu da komünizmdir. Rusya'da 1917 Ekim İşçi Devriminden kısa bir süre sonra, Doğu Avrupa, Çin ve Küba'da daha en başından itibaren "işçi sınıfı" ve "komünizm" adına yaşananlar, işçi sınıfının çıkarlarından uzak, bürokratik ve yozlaşmış rejim deneyimleri olmuştur. Bu rejimlerle "işçi demokrasisinin" ve "komünizmin" doğrudan ilgisi yoktur. Komünizm, işçi sınıfı ideolojisidir; onun tarafından ve dünya seviyesinde inşa edilebilir. İşçilerin Sesi Gazetesi, insanlığın kurtuluşu olan komünizmi, kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezme-ezilme ilişkisinden; ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlıyor. Kürt ulusunun kendi kaderlerini tayin hakkını savunuyor. İşçilerin Sesi Gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır. İşçilerin Sesi Gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız, demokratik, şeffaf olmalarını savunur. İşçilere ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişecek işçi hareketi eliyle birer işçilerin öz örgütü haline gelmesi için çalışır. İşçilerin Sesi Gazetesi, işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Tüm işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak Enternasyonalist Komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir Komünist Enternasyonalin inşası demektir. İşçilerin Sesi Gazetesi,’nin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin, Rosa ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır; Enternasyonalist Komünisttir.
2
SENDİKA BARAJI, İŞÇİNİN GÜVENİNİ KAZANARAK ÖRGÜTLENEREK AŞILIR! İşçi sınıfının ihtiyacı temiz, şeffaf, demokratik sendikalar ve örgütlenmelerdir. Yalnızca bilinçli işçiler örgütlenerek, işçi sınıfının haklarına ve örgütlerine sahip çıkabilirler. 6356 sayılı yeni Sendikalar Yasası, Kasım ayının sonunda yürürlüğe girdi. Yasanın ilk icraatı, Ocak ayının sonunda yayınlanan sendikaların üye istatistikleri oldu. İstatistiklerin yayınlanmasıyla birlikte “vay anam!” diyen sendikacılar, telaşla ne yapacaklarına karar vermeye çalışıyorlar. Kimisi üye kampanyası açarken, yüzde 1’i geçenler de “yırttık” demekte. Yeni yasada yetki barajı adı verilen toplu iş sözleşmesi imzalayabilmek için sendikaların aşması gereken “baraj”, Ekonomik Sosyal Konsey üyesi konfederasyonlara bağlı sendikalar için Temmuz 2016’ya kadar yüzde 1 olacak. Bu tarihten sonraki iki yıl için yüzde 2 ve Temmuz 2018’den sonra ise baraj yüzde 3 olacak. Bağımsız sendikalar içinse, bugünden itibaren baraj yüzde 3 olacak. Sendikaların yetki barajı daha önce yüzde 10’du. Ancak sendika üyelikleri sıkı bir denetime tabi tutulmadığı için, yüzde 10’u aşmak, bugünkü yüzde 1’i aşmaktan kolaydı. Hatta toplu iş sözleşmesi imzalanan işyerlerinin sayısı azalırken, sendikaların yüzde 10 barajını nasıl geçebildiği, kadim bir soru olarak uzun yıllar kafaları meşgul etti. Bugüne kadar sendikaların üye sayılarının Çalışma Bakanlığınca “idare edilmesi”, çoğu zaman hükümet yetkililerinin sendikaları tehdit etmekte kullandıkları bir enstrüman oldu. Hükümetle yapılan kritik görüşmeler esnasında, hükümet yetkilileri “gerçek üye sayılarını açıklarım ha!” dediğinde, sendika yöneticileri seslerini kesiyor ve hükümetin dayattığı önerilerin altına imza atıyordu. Nitekim iş yasalarında işçi aleyhine yapılan değişikliklerin yasalaşmasında olduğu gibi, emeklilik yaşını ve prim gün sayısını artıran sosyal güvenlik yasası sırasında da sendikaların onayı, “yetki tehdidi” ile kolaylaştırıldı. Son açıklanan üye
sayıları istatistiklerinde de görülüyor ki, toplam işçi sayısı 10 milyon 882 bin, sendikalı işçi sayısı 1 milyon 2 bin, sendikalaşma oranı ise yüzde 9.2. Sendikalı işçi sayısı, sigorta kayıtları esas alındığında bir günde 3,2 milyondan 1 milyona düştü. 48 sendika baraj altında kaldı. Yüzde 10’u geçtiği söylenen sendikalar yüzde 1’i bile zor buldu! Hükümet ve sermayeye kapitalizme nice hizmeti geçmiş sendika bürokrasisini bir günde kapı önüne koymuyor. 2009 yıldan bugüne kadar geçen üçbuçuk yıl, üye istatistiklerini açıklamayarak, yüzde 10 barajının çok altında kalan sendikalar yetkili sayıldı. Bugün ise, Ekonomik ve Sosyal Konsey’e üye olan konfederasyonları 5 yıl daha idare edecek; yüzde 3 barajını uygulamayacak. Sendikacıların çözümü koltuklarını korumaya yeter Yeni yasayla hem yetki barajı düştü ancak hem işkollarının sayısı 28’den 20’ye, sendikaya üye olma yaşı da 16’dan 15’e düşürüldü. Sendikaya üye olmak için gereken noter şartı da bir yıl sonra kalkmış olacak. Ancak, işkollarının birleştirilmesiyle işkolunda çalışan işçi sayısını arttırmış oldu. Üyelikler, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) kayıtları esas
alınarak tespit edilecek. Böylece, emekli, rahmetli ve diğer işkollarına geçmiş ama bir başka sendikaya üye olmamış işçilerin “üyelikleri” silinmiş oldu. Sendikacıların barajı geçebilmek için buldukları çözüm “yeni üye yazımı”. Üye sayısını artırarak yetkili kalmayı hedefliyorlar. Birçoğu noter şartının kalkmasını bekliyor. Sendikalar yasasında daha öncede var olan, işkolu barajının yanı sıra ikinci baraj ise, işyerinde çalışanların “yüzde 50 + 1’ini üye yapma zorunluluğu: İşyeri barajıdır. Sendikacıların çözüm diye sundukları, yalnızca kendilerini koltuklarında korumaya yeter. İşyeri barajı nedeniyle, işkolunu geçseniz bile hiçbir işyerinde toplusözleşme imzalamaya yetkili bir sendika olamayabilirsiniz! Sendikal istatistikler, sendikaların yüzde bir dilimine sıkıştığını ve işçilerin yüzde 99’undan kopuk olduğunu ortaya koyuyor. Bu çıplak gerçek, üye kampanyalarıyla giderilemeyecek kadar ağır bir güven ve itibar sorunudur. Aynı zamanda işkollarının işletme ve çalışma yapılarındaki hızlı değişimlerin yarattığı parçalanma, taşeronlaşma, güvencesiz çalışma ve küçülme eğilimini bertaraf edecek yeni yaklaşıma ihtiyaç var. İşçi sınıfının ve sendikaların küçülmesinde ve itibarsızlaşmasında büyük pay sahibi olan mevcut sendikal yönetimleridir. Onlardan, geçmiş döneme dair bir özeleştiri veya işçi sınıfından yana olduklarını gösteren bir eylem görmüyoruz. İşçi sınıfının ihtiyacı olan, güvenebileceği temiz, şeffaf, demokratik sendikalar ve örgütlenmelerdir. İşyerlerinde her düzeyde örgütlenip hak arama mücadelesini sürdürecek olanlar, sendika bürokrasisi ve ondan nemalananlar olamaz. Yalnızca bilinçli işçiler işyerlerinde her düzeyde örgütlenerek, işçi sınıfının haklarına ve örgütlerine sahip çıkabilirler.
İşçilerin Sesi
BDP’Lİ VEKİLLERİN KARADENİZ GEZİSİ ENGELLENDİ
İŞTE AKP’NİN BARIŞ SÜRECİ! Siyasi iktidar, BDP’yi siyasi muhatap olarak kabul ederek, bu parti ile açık, samimi ve şeffaf siyasi görüşmelere bir an önce başlamalıdır. Aykut Özer
İçlerinde üç BDP’li ve bir bağımsız milletvekilinin de bulunduğu HDK (Halkların Demokratik Kongresi) heyeti, Sinop ve Samsun’da faşist bir güruhun saldırı ve engellemeleri ile karşılaştı. Bu yüzden Karadeniz gezisini yarıda kesmek zorunda kaldı. Heyet, bölgede bir yandan destekçileriyle buluşmayı diğer yandan bölge halkına, Kürt sorununun barışçı, siyasi çözümü doğrultusundaki görüşlerini anlatmayı hedefliyordu. Bu gezi, aynı zamanda, on yıllardır süren çatışma ortamının etkisiyle, ırkçı-şoven koşullanmaya en fazla maruz kaldığı düşünülen Karadeniz halkının, devlet ile Öcalan arasında başlayan siyasi müzakere sürecine desteğini sağlamaya yönelik bir girişimdi. Haftalar önce planlanıp kamuoyuna duyurulan bu gezi, yönlendirildikleri ve güvenlik güçleri tarafından kollandıkları çok açık olan, ırkçı bir kalabalık tarafından provoke edilmeye çalışıldı. Milletvekilleri ile beraberlerindekiler, Sinop Öğretmenevinde saatlerce mahsur kaldı. Polis ve jandarma bu kuşatmayı kaldırmak, heyete yönelen saldırıları önlemek için hiçbir çaba göstermedi. Olaylar sırasında Valinin kent dışında bulunması ve kendisine bir türlü ulaşılamaması anlamlıydı. Samsun’da ise, manipüle edilmiş ırkçı, faşist kalabalıkların milletvekillerine ulaşmaları engellenme-
sine karşın, bunların toplantının yapılacağı bina önünde birikerek, buradaki sosyalist siyasi parti ve kurumların binalarını taşa tutmalarına göz yumuldu. Bunlara müdahale edilmezken, saldırıya karşı koyan devrimci ve demokratlar gözaltına alındı. Burjuva siyasi partiler, savunulması mümkün olmayan bu saldırılar karşısında birbirlerini suçladılar. AKP sözcüleri ve Başbakan, saldırıların CHP ve MHP’nin işi olduğunu iddia ederken, MHP olayı sahiplenmese de saldırıları savundu. CHP ise, bir yandan saldırganların arasında AKP’li yerel yöneticilerin olduğunu iddia ederek, diğer yandan kolluk güçlerinin görevini yerine getirmemeleri nedeniyle, AKP hükümetini olaylardan sorumlu tuttu. Saldırıya uğrayan milletvekilleri ise, saldırıların “Gladio”nun işi olduğunu söylediler. Saldırılar bir devlet organizasyonudur BDP ve HDK heyetine yönelen saldırıların bir “devlet organizasyonu” olduğu ve tüm burjuva partilerin saldırılara örtülü bir destek verdikleri açıktır. Benzer bir saldırı, burjuva partilerin heyetlerine Kürt illerinde gerçekleştirilmiş olsaydı, güvenlik güçleri saldırganlara çok sert müdahale eder; onlarcasını gözaltına alırdı. Yeterli etkinlikte davranmadıkları takdirde, mülki amirler görevden alınır, haklarında soruşturma başlatılırdı. Örneğin,
seçim döneminde, Hopa’da AKP konvoyuna yapılan taşlı saldırının ardından, pasif kaldığı gerekçesiyle, jandarma komutanı görevden alınmış, saldırgan olduğu iddia edilen gençler ise tutuklanarak, haklarında ceza davası açılmıştı. Ancak son saldırılar nedeniyle ne saldırganlardan gözaltına alınan ne de mülki amirlerden görevden el çektirilen olmuştur. Öte yandan, BDP Gurup Başkanvekili ile CHP’li Kürt milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun, saldırıların, milletvekillerinin şahsında, Meclis’e yapıldığını belirterek, tüm parti guruplarının olayları kınayan ortak bir bildiri yayınlamaları talebi kabul görmemiştir. Bu durum, gerek iktidar gerekse muhalefet partilerinin saldırılardan rahatsız olmadıklarını göstermektedir. Başbakan, konuşmalarında, BDP’yi, “terör örgütünün uzantısı” olarak nitelemekte ve bu partiyi kriminalize etmektedir. Hal böyle olunca, bu partinin Kürtler dışında, Türk halkı arasında sempati ve destek sağlama girişimleri gayrimeşru olarak görülmekte ve çeşitli yollarla engellenmeye çalışılmaktadır. Sözde müzakerelerin yürütüldüğü ve barış rüzgârlarının estirilmeye çalışıldığı bu dönemde bile, BDP’ye, süreçte “postacılık” dışında bir görev verilmemesi ve muhatap alınmayarak dışlanması da, saldırıların nedeni ve kaynağını net bir biçimde ortaya koymaktadır. AKP, Öcalan ile devlet yetkilileri
arasında başlayan görüşmelerin getirdiği yumuşamayı kendi lehine kullanmak, Kürt halkı nezdinde bozulan imajını düzeltmek, Kürtler arasındaki desteğini arttırmak istemektedir. Ancak BDP aynı ortamı, halk arasında kendileri hakkında oluşturulan yanlış algıları yıkmak için kullanmaya kalktığında, baskı ve şiddet kullanılarak engellenmektedir. Sözde barış için müzakere sürecinde, BDP iradesizleştirilmek, pasifize edilmek, inisiyatif kullanması engellenmek, sıradan bir figüran durumuna düşürülmek istenmektedir. Bu partinin İmralı’ya göndereceği heyete bile müdahale edilmekte, isimler hükümetin onayından geçmektedir. Bu durum, “müzakere süreci” olarak sunulan, Kürt sorununa sözde barışçı çözüm çabalarının içinin boş olduğunu göstermektedir. Bu süreçte hükümet, “kendisi çalan, kendisi oynayan” konumundadır. Bu yaklaşım barış ve çözümün önünü açamaz. Kürt halkını tatmin etmediği, onların sürece desteğini kazanamadığı gibi, bugün kontrol altındaymış gibi görülen ırkçı-şoven kitlelerin tepkilerinin yükselmesine yol açar. AKP hükümeti, bu kafayla devam ederse, sürecin altında kalır ve en büyük zararı kendisi görür. O nedenle, siyasi iktidar, BDP’yi siyasi muhatap olarak kabul ederek, bu parti ile açık, samimi ve şeffaf siyasi görüşmelere bir an önce başlamalıdır.
OĞLUMU BULMADAN BENİ GÖMMEYİN Cumartesi annelerinin ve kayıp yakınlarının sembol isimlerinden Berfo Ana’yı 105 yaşında kaybettik. Berfo Ana adıyla bilinenn Berfo Kırbayır öldü. Yaşlılığa bağlı rahatsızlıkları olan Berfo Ana bir süredir mide kanseri tedavisi görüyordu. Son günlerinde sürekli olarak 12 Eylül 1980 Askeri Darbesinin generallerinden ve eski cumhurbaşkanlarından Kenan Evren’in adını sayıkladığı belirtilen Berfo Ana’nın, “'Kenan Evren, oğlumun kemiklerini ver” diyormuş. Berfo Ana sıkça “oğlumun kemiklerini bulmadan beni gömmeyin” diyordu. Devlet tarafından gözaltına alınarak kaybedilenlerin yakınları yıllarca Galatasaray Lisesi
önünde “Cumartesi Anneleri” adıyla çocuklarının ve yakınlarının mezar yerlerini aradılar. Bu amaçla da kararlı bir insan hakları mücadelesi verdiler. Berfo Ana da “Cumartesi Anneleri” adıyla mücadele edenlerin içinden sembol bir isimdi. Genç yaştaki oğlunun yaşam hakkı devletin resmi görevlileri tarafından elinden alınmıştı. Yüreğini ağır bir yara gibi taşıyan Berfo Ana’nın oğlunun mezarı başına gidip bir damla gözyaşı dökmesine bile izin verilmedi. “Berfo Ana’nın devletten alacağı mahşere kalmıştır” diyen kayıp yakınları yıllardır verdiği mücadeleye ve ileri yaşına rağmen katıldığı onca etkinliğe dikkat çekiyorlar.
Berfo Ana, oğlu Cemil Kırbayır ve diğer kayıpların bulunması için Başbakan Tayyip Erdoğan ile görüşenlerin de arsındaydı. Berfo Ana, “Tek dileğim ölmeden oğlumun mezarını görebilmek” demişti ve bu dileği yerine getirilmedi. Devrimci Yol üyesi olan Cemil Kırkbayır, 13 Eylül 1980 tarihinde Ardahan’ın Göle ilçesindeki evinde gözaltına alındı ve gördüğü yoğun işkenceler nedeniyle 8 Ekim’de hayatını kaybetti. Berfo Ana ve Kırbayır ailesi yıllarca mücadele ettiler ama devlet tarafından öldürülerek kaybedilen Cemil Kırkbayır’ın ne cenazesine nede mezar yerine ulaşabildiler. İşçilerin Sesi - Haber
3
İşçilerin Sesi
HÜKÜMET, KÜRTLERİN MALLARINA DA GÖZ DİKTİ Terörün Finansmanının Önlenmesine Dair Yasa, hükümetin tüm muhalefet ile birlikte özellikle Kürtlere ve Kürt örgütlerine topyekûn baskı ve imha politikası uygulamaya hazırlandığını, bir defa daha ortaya koymaktadır. rılmasında, BM’in, hükümete yasayı çıkarmaması halinde, teröre destek veren ülkeler sınıfına dâhil edileceği yönündeki baskısı etkili olmuştur. Hükümet yasayı, BM sözleşmesi ile sınırlı kalmaksızın, Terörle Mücadele Kanunu’nun suç saydığı tüm maddeleri de içine katarak düzenlemiş ve yeni ekonomik suçlar ihdas etmiştir. Bu haliyle hem batı emperyalizminin isteklerini yerine getirmiş hem de bu durumu fırsata çevirerek, Kürtlere ve muhaliflere karşı eline bir silah daha geçirmiştir. Yürürlüğe giren yasa ile mahkeme kararı olmaksızın, Başbakanlığın kadrolarından oluşan değerlendirme komisyonu kararı ile gerçek ya da tüzel kişilerin tüm malvarlıklarına el konulabilecektir. Ayrıca, “suç olarak düzenlenen fiillerin gerçekleştirilmesinde tümüyle veya kısmen kullanılması amacıyla veya kullanılacağını bile-
İlkay ÖNGÖREN
“Terörün Finansmanının Önlenmesine Dair Yasa”, Meclisten hızla geçtikten sonra, yürürlüğe girdi. Yasa, Birleşmiş Milletlerin, 1999 tarihli Terörizmin Finansmanının Önlenmesine Dair Uluslararası Sözleşmesinin iç hukuktaki karşılığını oluşturuyor. Terörizmle ilişkilendirilen tüm kişi ve kurumların malvarlığına, bir mahkeme kararı olmaksızın, el konulmasının önünü açıyor. Birleşmiş Milletlerin sözleşmesi, ABD’de gerçekleşen 11 Eylül saldırısının ardından, Türkiye tarafından da imzalanmış ancak bu güne kadar uygulamayı sağlayacak yasa hükümet tarafından çıkarılmamıştı. Bunun tek sebebi, Birleşmiş Milletlerin, Hamas gibi hükümetin politik olarak desteklediği İslami örgütleri de terör örgütleri listesine almasıdır. Yasanın çıka-
Devletin, geçmişte, azınlıklar ve gayrimüslimlere karşı asimilasyon ve göçe zorlama politikalarının uygulanmasında, fiziksel varlıklarına yönelik tehdidin yanı sıra, malvarlıklarına da el konulduğu bilinmektedir. 1940’larda gayrimüslimlere karşı getirilen Varlık Vergisi buna benzer bir uygulamadır. 1920’lerdeki mübadele sürecinde ise Rumların malvarlıklarına el konulmuştur. Kürtler ile devlet yetkililerinin barış görüşmelerine başladığı söylenen bu günlerde, bölgesinde ekonomik bir güç olma potansiyeli de taşıyan Kürtlere karşı yapılan bu yasal hazırlık, görüşmelerin samimiyetini de tartışılır hale getirmektedir. Bu yasa ile hükümetin tüm muhalefet ile birlikte özellikle Kürtlere ve Kürt örgütlerine topyekûn baskı ve imha politikası uygulamaya hazırlandığı, bir defa daha ortaya çıkmaktadır.
rek ve isteyerek belli bir fiille ilişkilendirilmeden dahi bir teröriste veya terör örgütlerine fon sağlayan veya toplayan kişi” beş ile on yıl arasında hapis cezası ile cezalandırılacaktır. Terörle Mücadele Kanununda bulunan muğlâk ifadeler ile binlerce Kürdün, herhangi bir suç içeren fiil işlememiş olmasına karşın, terör örgütü üyeliğinden hapis yatmakta olduğu, binlercesinin yıllardır tutuklu olarak yargılandığı dikkate alınırsa, bu yasa ile Kürtler üzerinde uygulanan fiziksel baskının yanı sıra onların malvarlıklarına da saldırılacağı açıktır. Terörle Mücadele Kanununun, sadece Kürtler için değil, tüm muhalif kesimler için sindirme ve yok etme amacıyla kullanıldığı dikkate alınırsa, bundan sonra herhangi bir derneğin, sendikanın, gazetenin veya belediyenin malvarlıklarına el konulması, kimse için sürpriz olmamalıdır.
BU ATEŞ SİZİ DE YAKIYOR Necdet SEÇER
Komşunuzun evinde yangın varsa ve siz bu yangına körükle gidiyor, hatta ateşe benzin döküyorsanız, alevler sizin de evinize sıçrar ve sizi de yakar. İşte Cilvegözü sınır kapısında patlayan ve 14 kişinin ölümüne, çok sayıda kişinin yaralanmasına yol açan bombanın en net açıklaması budur. Türkiye, siyasi iktidarın politikası sonucu, Suriye iç savaşına müdahil olmuştur; savaşan taraf haline gelmiştir. Bu ülkeye açıkça savaş uçakları ve kara birlikleri göndermemiş olması, bu gerçeği değiştirmez. Türkiye, muhalifleri, siyasi, askeri ve lojistik açıdan desteklemekle kalmıyor, işbirlikçisi örgütler ve çeteler vasıtasıyla savaşa katılıyor. Bu yolla Esad rejiminin yıkılmasını sağlamanın ötesinde, bu ülkede siyasi ve askeri mevzi kazanmaya çalışıyor. Bu politikayla, esas olarak, Suriye’deki Kürt oluşumunu boğmayı, sınırın ötesindeki belirli bir alanın işbirlikçilerinin kontrolüne geçmesini hedefliyor. Bu özgün politikasıyla, Esad rejimini devirme hedefinde birleştiği batılı emperyalist
4
müttefiklerinden ayrılıyor. Suriye’deki iç savaştan kalıcı stratejik ve siyasi çıkar elde etme politikası, ona yeni düşmanlar kazandırıyor. Sınırda patlayan bombanın nedenini işte burada aramak gerekiyor. Bombanın patlatıldığı aracın dışarıdan mı geldiği, yoksa Türkiye’den mi gidiyor olduğu, son tahlilde, bir ayrıntıdır. Bu konu hiçbir zaman aydınlatılmayacaktır. Nasıl bombanın kimi hedef aldığı, ölü ve yaralıların kimlikleri belirsizliğini koruyorsa, bu konu da meçhul kalacaktır. Hükümet bombaların
yardım konvoyunu hedef aldığını iddia ederken, Suriye Ulusal Koalisyonu(SUK) lideri Sabra, bombanın patladığı sıralarda o bölgede olmalarının öngörüldüğünü ancak geciktiklerini açıklamıştır. Yine hükümet, bombalamanın sorumlusu olarak rejim yanlılarını işaret ederken, siyasi yorumcular, sınır kapısı dâhil Suriye içlerine kadar 30 kilometrelik bir derinliğin muhaliflerin elinde olduğunu ve burada onlarca kontrol noktası bulunduğunu açıklıyorlar. Buna bağlı olarak, patlamanın sorumlusunun Esad rejimi yanlıları olması-
nın çok zayıf bir ihtimal olduğunu belirtiyorlar. Bugün Suriye iç savaşında, farklı saiklerle savaşan, birbirleriyle bağlantısız, hatta birbirine düşman onlarca gurup, örgüt ve çete yer alıyor. Bu durum, Beşar Esad’ı işbaşından uzaklaştırmayı hedefleyen batılı emperyalistlerin de taktik değiştirmelerine yol açmıştır. ABD’li yetkililer, Rusya ile işbirliği yaparak, barışçı bir geçiş sürecinden söz etmeye başlamıştır. Batılı emperyalistler, muhaliflere olan desteklerini büyük ölçüde geri çekmiş durumdalar. Buna tepki gösteren ve emperyalistler tarafından “satıldıklarını” düşünen SUK, Roma’da yapılması planlanan “Suriye’nin Dostları” toplantısına katılmayacağını açıkladı. Sonuçta, Katar ve Türkiye gibi ülkeler, Suriye politikasında, batılı müttefiklerinden koptu ve yalnız kaldılar. Suriye batağına boğazına kadar saplanmış olan Türkiye de, bir an önce bu bataklıktan kendini kurtarmalı, barışçı yoldan demokrasiye geçiş sürecine destek vermelidir. Aksi halde Suriye batağında boğulup kalacaktır. Cilvegözü sınır kapısında patlayan bomba bunun ilk işaretidir.
İşçilerin Sesi
“SINIFA KARŞI SINIF” İLE CEVAP VERELİM! Yunus ÖZTÜRK
Kamu emekçilerinin sendikal yapılarına saldırı ilk değil. Ancak son yıllardaki saldırılar biçim ve içerik bakımından giderek farklılaşmakta, Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) ve ona bağlı sendikaları kriminalize edilerek işlevsiz kılınmak isteniyor. Beş yıl önce, Eğitim Sen’in tüzüğünde yer alan “anadilde öğrenimi savunur” maddesinin sendika kapatma davasına dönüştüğü günden itibaren, adım adım KESK’e ve bağlı sendikalarının merkez yöneticileri, şube yöneticileri; işyeri temsilcileri ve üyeleri takip, dinleme, fişleme, gözaltına alma ve tutuklama operasyonlarıyla yüz yüzedir. KESK merkezli kitlesel gözaltı ve tutuklamalar yaşanmıştır. “Öküz altında buzağı arama” operasyonları Burada maksat, bir sendikanın çeşitli iddialarla adli vaka haline getirilmesi, KESK’i kamu emekçilerinin
gözünde “yasadışı, silahlı örgüt veya destekçisi” gösterme çabasıdır. Hükümet yanlısı Memur Sen’in örgütlenmesini daha da yaymasına zemin hazırlamaktır. Ana akım medyanın operasyon haberi verirken söz konusu örgütlerden çok “KESK’e operasyon”, “KESK’te DHKPC araması” başlıklarının öne çıkartılması, tesadüf değildir. KESK, 12 Eylül sonrasında, sosyalist hareketin kamu işyerlerindeki kadrolarının öncülüğünde ve Türkiye işçi hareketinin tarihe “1989 Bahar Eylemleri” olarak geçen mücadeleler zemininde kendini ifade etmiş, memur değil emekçiyiz diyebilmiş ve yasalarda olmayan sendika hakkını fiili ve meşru mücadele çizgisiyle işverene (devlete) kabul ettirmeyi başarmış bir konfederasyondur. KESK, ekonomik talepli mücadeleyi işçi sınıfının demokratik, siyasal taleplerinden ayırmayarak, Türk-İş ile ifade olunan sendikal çizgiden kopuşu ifade eder. 250 bine yakın üyesi bulunan KESK’in eylem ve etkinlikleri her za-
BÜRO EMEKÇİLERİ GREVDEYDİ… KESK’e bağlı Büro Emekçileri Sendikası (BES) ve Kamu Sen’e bağlı Türk Büro Sen’in aynı gün için yaptıkları grev çağrısı, Vergi Haf-
tası’na denk geldi ve 81 ilde çeşitli düzeylerde destek buldu. Memur Sen ise, hak arama eylemini ve grevi desteklemedi. Bir kez
man devletin baskısıyla karşılaşmış, genellikle idari disiplin cezaları, maaş kesim cezaları ve sürgün biçiminde; yani devlet memurları yasası çerçevesinde soruşturulmuştur. Ancak bugün AKP hükümetinin KESK’e, işçi sınıfına yönelik politikası, 1990’lı yıllardaki baskı politikalarından çok daha ileridir. İdari cezaların yerini siyasi tutuklamalar almaktadır. Sendikaya operasyon, sınıfa saldırıdır Sendika işçi sınıfına aittir. Sendikalara saldırı, sınıfa saldırıdır. Dün TÜMTİS, Nakliyat-İş yöneticileri “çıkar amaçlı örgüt kurmaktan”, Dev Sağlık İş üyeleri “ihaleye engel olmaktan” yargılandılar. Bugün KESK’liler “yasadışı örgüt”ten yargılanıyor. Öyleyse, DİSK, Türk-İş veya KESK yöneticilerini hedef alan saldırıların tek bir adı vardır, AKP ve sermayenin sınıfa saldırısıdır. KESK’in adının, üye ve yöneticilerinin dâhil edildiği polis operasyonlarının giderek genişleyen boyutu dikkate alındığında, amaçla-
daha hükümet yandaşı bir sendika yönetimine sahip olduğunu ortaya koydu. 27 Şubat günü vergi daireleri, adliyeler ve SGK birimleri başta olmak üzere kamu hizmetlerinin büro işlerinde çalışan emekçiler, “Güvenceli İş, Güvenli Gelecek” talebiyle çalışmadılar ve alanlara çıktılar. Sabah saat 08.00’den itibaren işyerlerinin önünde toplanan emekçiler, İstanbul’da Sirkeci Tren İstasyonu önünde, Ankara’da Kızılay’da, İzmir’de Konak Meydanında toplanıldı. Büro emekçileri, ellerinden alınan fazla mesai ücretlerini geri istiyorlar ve taşeron çalıştırılmasına karşı çıkıyorlar. 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile çalışanların değil yöneticilerin maaşlarının eşitlendiğini söyleyen BES üyeleri, “eşit işe eşit ücret” talebini tekrarladılar. İstanbul’daki alan eyleminde, geçtiğimiz hafta “Devrimci Memur Hareketi”ne yönelik polis operasyonunda tutuklanan BES İs-
nın sözü edilen örgütlerden çok, KESK özelinde işçi sınıfı olduğu görülecektir. Dolayısıyla, saldırılara operasyon merkezli bakılamaz. Bir konfederasyonun, işçi ve emekçi hareketinin hedef alındığını görerek, operasyonları kanıksamadan, “baskılar bizi yıldıramaz” demekle sınırlı kalmadan, AKP hükümetine yönelik aşağıdan bir tepkiyi örgütlemek zorundayız. KESK’e yönelik operasyonlara biraz geniş açıyla baktığımızda, hükümetin sendikaya saldırısı görülecektir. Kimdir bu sendika? KESK: kamu personel rejimine, güvencesiz çalışmaya, esnek çalışmaya karşı grev dahil fiili ve meşru mücadele çizgisinde ısrar eden bir konfederasyon! Öyleyse, saldırılara yanıtımız operasyon merkezli olmaktan çok, sınıfsal olmalıdır. DİSK, Türk-İş, KESK diye ayırmadan işçi sınıfının örgütlerini, işçi ve emekçilerinin haklarını AKP hükümetine ve sermayeye karşı savunan, “sınıfa karşı sınıf” siyaseti olmalıdır!
tanbul 1 nolu Şube Başkanı Dursun Doğan, Şube Örgütlenme Sekreteri Ejder Ebrulan ve şube eski yönetici Metin Erkan Özkan ile 56 KESK üye ve yöneticisinin tutuklanması da kınandı. Grev çağrısının ortak alan eylemlerinin ayrı ayrı gerçekleştiği Ankara’daki eylemde konuşan KESK Genel Sekreteri İsmail Hakkı Tombul “Kamu emekçilerinin iş güvencesine dokunmaktan vazgeçin. İş güvencemiz elimizden alınması halinde alanlara çıkacağız. Eylemlerimizle Türkiye’yi size dar ederiz, şimdiden buradan uyarıyoruz” diye konuştu. Kamu Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk ise, “iş güvencesine dokunulduğu takdirde öyle bir günlük eylemlerde yapmayız. Son anda da yapmayız. Buradan ilan ediyorum beş gün boyunca tüm iş kollarında iş bırakma eylemleri yapacağız” dedi. İşçilerin Sesi - Haber
5
İşçilerin Sesi
SOLCULAR İŞÇİNİN KİMYASINI Recep Adıgüzel 1979 yılında Türkiye Taşkömürü Kurumu’nda (TTK) işe başladı. 1990 Aralık ayı ile 1991 Ocak ayı arasında gerçekleşen 35 günlük tarihi maden işçileri grevine ve büyük Ankara yürüyüşüne katıldı. 2000 yılında TTK’dan emekli olan Adıgüzel yaşadığı ekonomik sıkıntılar nedeniyle 2009 yılında yeniden maden işçiliğine döndü ve Star adlı taşeron firma aracılığıyla işe başladı. Yerel Halkın Sesi gazetesinde makalelerde yazan Recep Adıgüzel halen Zonguldak’ta yaşayan ve sosyalist kimliğiyle tanınan emekli bir maden işçisidir. Mesel kitap dergisinin Şubat 2013 tarihli sayısı için yaptığımız söyleşiden, sosyalistlerin işçilerin kimyasını bozmaması gerektiğine dair bir bölümü özetleyerek sunuyoruz: N. CEMAL
“- Taşeron işçilerinin mücadelesini daha ileri bir noktaya taşımak sosyalist harekete ve işçi sınıfı mücadelesinin içinde yer alanlara düşüyor. Taşeronlaştırmaya karşı Türkiye’nin değişik yerlerinde lokal direniş ve eylemler var. Bunlar yürütülüyor ama kamuoyuna tam olarak yansıtılmıyor. 7 Ocak’ta Zonguldak maden işçilerinin yaşamış olduğu acı olay ve kaybettiğimiz 8 işçi arkadaşımız taşeron sisteminin daha derinlemesine sorgulanır duruma gelmesini sağ-
larsa, bu bizim için önemli olur. Çalışma Bakanı Faruk Çelik mecliste sorulan bir soru üzerine,“tehlikeli iş kollarından taşeronu kaldıracağız” vari bir açıklama yaptı. Bu bir ilerleme mi, hep birlikte göreceğiz. Zonguldak’tan yükselen tepkiyi durdurmak için de yapmış olabilir. Haziran ayında meclise getireceklerini söyledikleri yasa değişikliğinde taşeronlaştırmayı hukuksal bir zemine oturtmaya çalıştıklarını görmemiz lazım. Burada işçi sınıfına dair bir saldırı var. Taşe-
ron sistem yasal hale getirilecek. İş yasanın 2. maddesi değiştirilerek, uzmanlık gerektiren asıl işlerde artık taşerona şirketlere verilebilecek. Zonguldak’ta ve maden ocaklarında taşeron uygulaması kalsa bile taşeron sisteme karşı mücadeleyi yükseltmek zorundayız. AKP’nin vaatlerine güvenilmeyeceğini ise zaten biliyoruz… n Örgütlenmenin önünde zorlukların olduğu doğru, ama Zonguldak örneği bunun mümkün ola-
STAR MADENCİLİK TAŞERON İŞÇİLERİ KAZANDI Konuya dair bir açıklama yapan GMİS Başkanı Eyüp Alabaş ise, “28 Şubat’taki mahkemenin ardından Star Madencilik’te toplu iş sözleşmesi sürecinin başlayacağını” açıkladı.
7 Ocak 2013 tarihinde Türkiye Taşkömürü Kurumu’na (TTK) ait Kozlu Müessese İşletmelerinde “dışarıdan hizmet alımı” adı altında taşeron şirket Star İnşaat tarafından çalıştırılan taşeron işçileri maden ocağında meydana gelen iş cinayeti nedeniyle katledilmişlerdi. 8 maden işçisinin hayatını kaybetmesi üzerine direnişe geçen Kozlu Maden İşçileri, örgütlenme ve toplu sözleşme hakkını fiilen kazandılar. İşveren itirazını geri çekti Yaptıkları yürüyüşlerle ve törenle Genel Maden İşçileri Sendikası’na (GMİS) daha önceden üye olan taşeron şirket bünyesindeki maden işçilerine ve sendikaya “yetki itirazı” yapan Star İnşaat şirketi mahkemeye başvurmuştu. 7 Ocak 2013 tarihli iş cinayetinin ardından yapılan fiili gevin ve muhtelif eylemliliklerin ardından, şirket unvanında “inşaat” yazan ancak madencilik faaliyeti yürüten taşeron firma Star İnşaat’ın, sendikanın yetkisine itiraz ettiği davadan feragat ettiği açıkladı. Star İnşaat avukatlarından Av.
6
Mehmet Fatih Atay ve Av. Burcu Yaban tarafından 8.2.2013 tarihinde verilen dilekçeyle, “Açmış olduğumuz iş bu davadan ve tüm aşamalarından feragat ediyoruz” denildi. 8 işçiye mezar olan Kozlu faciasının ardından maden işçilerinin yaptığı iş bırakma
eyleminin ve ocağa inmeme kararlılığının yapılan yürüyüşlerle de desteklenmiş olması bu kararda oldukça etkili oldu. Özellikle de 4.2.2013 tarihinde TTK önünde yapılan yürüyüş ve eylemin belirleyici nitelikteki önemine dikkat çekmek gerekiyor.
Bu mücadele emsal olmalı Kozlu Maden İşçileri’nin bu örnek fiili mücadelesi bütün taşeron işçilerine emsal olmalıdır. “Hak Verilmez Alınır Zafer Sokakta Kazanılır!” şiarının doğruluğunu ve fiili mücadelenin önemini bir kez daha gündeme getiren maden işçileri yol gösteriyorlar. Bu örnek; “taşeron işçilerinin sendikaya üye olamayacağını” iddia eden, taşeron işçilerinin örgütlenmesinin önüne engeller çıkaran anlayışlara karşı verilen bir cevaptır. Ve bu örnek AKP Hükümeti eliyle kurdurulan ve sendikalara alternatif gibi gösterilerek “sendika düşmanlığı” yapan icazetli dernek ve dernekçiler için de bir ders olmalıdır. Unutmayalım ki; Dilenen Değil Direnen İşçiler Kazanır! İşçilerin Sesi - Haber
İşçilerin Sesi
I BOZMAMALI bileceğini de göstermiştir. Taşeron şirketlerde örgütlenirken bizim bir şeyi daha gündeme getirmemiz gerekiyor; Taşeron şirketler kamudan çekilsin derken, taşeron şirketlerde çalışan işçilerin işiz kalmaması ve asıl işçi olması için mücadele etmeliyiz. Burada Star şirketinin işine son verilse bile, Star şirketinde çalışanların TTK tarafından işe alınması gerektiğini gündeme taşımalıyız. Asıl işveren olan TTK denetimlerden de işçinin hukuksal haklarından da sorumludur… Sol örgütler işçiyi kendi yaşam alanında tutmalı n Türkiye’deki sol örgütlerin işçileri sınıftan kasıtlı olarak koparttıklarını düşünmüyorum. Bu, o örgütlerin algıları ve kendi öznel ihtiyaçları çerçevesinde yaşanıyor olabilir. Sosyalist örgütler bir işçiyi örgütlediklerinde, bu işçinin işyerinden ve işçilerden oluşan çevrelerinden kopmadan yaşamını sürdürmesine özen göstermeliler. İşçiyi örgütleyip de sınıfından, çalıştığı işyerinden kopartıyorsan, onu kendi sınıfına bile yabancılaştırıyorsan sınıf içinde örgütlenmiş sayılmazsın. İşçi o zaman kendini örgütleyenler gibi sınıftan kopuk bir aydın olmaya çalışıyor. Omzuna bir çanta, sırtına bir deri yelek, çenesine de top sakal kondurup, ortalıkta dolaşıyor. İşçi sınıfına ulaşmak isteyen sol örgütlerin önüne koyması gereken şeylerden biriside; işçileri kendi yaşam ve iş alanlarında tutarak hayatlarını sürdürmesini sağlamaktır… Yabancılaşmanın önüne geçmeliyiz n İşçi bir siyasi örgütle katılınca önce bir - iki tane panelde bulunuyor. Birkaç aydın ve yazarla aynı masada oturup sohbete katılıyor. Üç - dört tane de kitap okuyor ve sonrasında da ‘tamam ben oldum’ diyor. Kendini aydın zannediyor. Yabancılaşmaya başlıyor. Bunun önüne geçmemiz gerekiyor. Tamam, işçiler aydınlansın, öğrensin ve örgütlensin. Böyle bir işçinin doğal olarak diğer işçilerden farklı yanları da olacaktır. Diğer işçilerden farklı olmakla, diğer işçilere yabancılaşmak aynı şey değil. Farklı olmakla birlikte yabancılaşmamalıdır. İşçi arkadaşlarına o siyasal
bilincini taşıyabilmesi için de yabancılaşmaması gerekir… n Taşeron firma Star’da çalışırken işçiler benim sosyalist olduğumu biliyorlardı. İşçi arkadaşlarla her oturduğum masada ‘ben sosyalistim’ dememin de bir anlamı yok. Benim bunu çalışma hayatımla, işçilerin mücadelesine katkımla göstermem gerekiyor. Dürüstçe çalışarak işçilere güven vermek gerekiyor. Önce güvenecekler. Buradaki işçi arkadaşlarla mücadelemizi ihtiyaçlar üzeriden sürdürdük. İçlerinde dini inançları ile hareket edenler de var. Bunları sorun etmeyeceksiniz. Bizim asli sorunumuz işçilerin patronlarıyla yaşadığı sorunlar ve haksızlıklar olmalıdır… Sınıfsal bilinçlenme ancak mücadele içerisinde olur n Bizim çalışma yaptığımız işçilerin 1. kuşağının MHP’li olduğunu, 2. kuşağın ise İslamcı olduğunu hiçbir zaman unutmamalıyız. İşçilerin sınıfsal olarak bilinçlenmesi ancak mücadele içerisinde olabilir. Mücadelenin içinde değilsen bir şey veremezsin. Hiçbir sol örgüte üye olmayan arkadaşlarla yürüyüşler yapıyor, döviz taşıyor, basın açıklaması okutuyoruz. Bunu pratik olarak burada görmüş olduk. Önemli olan işçilere yabancılaşmamak ve aynı hayatı paylaşmak… n Sosyalist hareket sendikaları ve sendikacıları eleştirmelidir. Fakat dışarıdan sürekli olarak sendikaları eleştirmekle bu işin olmayacağını da kavramalılar. Sınıf hareketi şu an çok zayıf. Sendikalar da dibe vurmuş durumda. Neredeyse uzlaşmacı sarı sendikacılığın bile sonu geldi. İşverenle işbirlikçilik değil, siyasi iktidarla işbirlikçilik gündemde. Gangster sendikacılık başladı. Sendika ayırımı yapmadan, DİSK’te de olsa, Türk-İş’te de olsa işçilerin örgütlü olmasının önünü açmamız gerek. Ekonomik alanda örgütlenebilen işçinin siyasal alanda örgütlenmesinin de önünü açacaktır.” Recep Adıgüzel’le yaptığımız söyleşinin ardından Cem Karaca’nın o çok iyi bildiğimiz “Tamirci Çırağı” parçasını anmadan geçe bilmemiz mümkün değil; “İşçisin sen işçi kal, giy dedi tulumları…”
Savaş pilotları neden istifa ediyor? Bahadır ALTAN
Önce zorunlu hizmet süresine keyfi eklemeler yaptılar. Yurt dışı görevden dönenler, dışarıda kaldıkları süre kadar hizmet etmeden istifa edemiyorlardı, olmadı. Sonra baskılarla istifa edenlerin sivil havacılıkta iş bulmalarına engel oldular. Başta THY olmak üzere şirketlerle protokoller yapıp kara listeler oluşturdular, bu nedenle yurt dışında gidenler oldu. Bu da yetmedi. Mecburi hizmet süresi dolduktan sonra birkaç yıl daha sabreden pilotları, THY'ye tayin gibi gönderme sözü verdiler, o da olmadı. Çünkü THY, kimi pilotları, hem de eğitimini tamamladıktan sonra "seni yanlışlıkla almışız!" diyerek değim yerindeyse "sokağa attı." Diğer şirketler de bu arkadaşları iktidar baskısından korkup işe almadılar. Hızla büyüyen sivil havacılığın pilot ihtiyacı yabancı kaptanlarla giderilmeye çalışılırken, onlar da yurt dışına çıktı. Askeri pilotların uçuş tazminatlarına zamlar yaptılar, hatta geçen yıl ciddi oranda artırdılar, yine olmadı... Şimdi herkes soruyor: "Neden istifa ediyorlar? Sorunun tek bir yanıtı yok. Öncelikle Hava Kuvvetlerinde aktif uçuş yaşamı en fazla 18 yılda sona eren bir pilotun, sivil havacılıkta, önünde daha 25 yıl mesleğini yapma ve iyi para kazanma şansı olduğunu ve bu çekim devam ettikçe istifaların az veya çok süreceğini söyleyebiliriz. Sayının bu yıl 120'lere dayanmasının ise, zorunlu hizmet süresinin erkekler için de 10 yıla düşüşünün yanında farklı nedenleri var ki, bizi en fazla bunlar ilgilendiriyor... Biraz Gerilere gidelim: Hava Kuvvetlerinde personel hakkında gelen imzasız ihbar mektupları önceleri çöpe atılırken, Orgeneral Faruk Cömert zamanında (2005) ciddiye alınarak soruşturmalar açılmaya başlandı. Tarikat sitelerinde pilotların isimleri, fotoğrafları yayınlanıp hedef gösterildiği yetmezmiş gibi, evlerine baskınlar yapıldı. Kitaplarına bilgisayarlarına el konuldu, aşağılandı. Bunun işe yaradığını görenler ihbarlara hız verdiler. Kendi aralarındaki konuşmaların ses kayıtlarının internette dolaştığını gören pilotlar suçluluk psikolojisiyle kabuklarına çekiliyorlardı. Şimdi AKP milletvekilliğiyle "ödüllendirilmiş" olan Emekli General Şirin Ünal, bu arkadaşları ve imzasız mektupların imza sahiplerini de sanırım çok iyi hatırlar! Şirin Ünal'ın da komutanı olan ve bu soruşturma emirlerinin bazılarında imzası bulunan Orgeneral Bilgin Balanlı ise sıranın kendisine de geleceğini düşünememişti bile! İşte istifalardaki yoğunluğun bence en önemli nedeni budur; pilotlar artık sıranın kendile-
rine gelmesini beklemek niyetinde değiller! Şimdi Atatürkçüler "Sakıncalı": Eskiden şimdiki gibi olmasa da eşinin baş örtüsü veya namaz kılmaları nedeniyle dışlanan ve biz "solcu sakıncalılar" gibi akademi sınavlarına alınmayan arkadaşlar olurdu. Onları en iyi anlayanlar da sanırım bu solcu "sakıncalılardı." Bu arkadaşların çoğu ilk haklarında istifa ederek ayrılmışlardı. Şimdi ise tam tersi bir baskı olduğu biliniyor. Eskiden içkili toplantılara gelmeyen subaylar tu-kaka olurken şimdilerde, "namaza gelmeyen" subaylar dışlanıyorlar. Yeni sakıncalıları ise, yeni iktidar belirliyor! Genel Kurmay Başkanlığı'nın, istifaların hava kuvvetlerinin gücünde bir eksiklik yaratmayacağına dair açıklamalarına ise, iç kamuoyu inansa da, askeri hasımların böyle değerlendireceğini düşünmek saflık olur. Nereden bakarsanız bakın 100 uçağın yani neredeyse toplam 9 ana jet üsten, 2’sinin atıl duruma düşmesi ciddi eksikliktir. Nasıl bir görev verilir? Hava Kuvvetleri birliklerinde eskiden filo ve kol komutanları pilotların sadece amirleri değil, ağabeyleri, babaları, hatta yeri geldiğinde sendikaları gibiydiler. Bu nedenle pilotların, ordudan ayrıldıktan sonra da süren, birbirlerine güvenleri, sıkı bağlılıkları vardı. Şimdi komutanları kendilerini koruyamazken personeline nasıl güven verecekler? Başbakan'ın Balyoz davası sanıkları emekli generalleri hastanede ziyaret etmesi bu işi halleder mi dersiniz? Hiç sanmıyorum! Çünkü pilotlar açısından asıl güvensizlik, iktidar tarafından verilme olasılığı yüksek olan görevleredir. Yurt savunmasıyla bağdaştıramadıkları NATO çerçevesinde ülkeye yığılan tesis, silah ve yabancı personel ve Suriye üzerinde çevrilen dolaplar mideleri bulandırmaktadır. Kamuoyunun ısrarla gözlerden sakladığı ve bence istifalarda çok önemli olan etken budur. Yarın, kardeş, komşu ülke halklarına saldırılmayacağının, hatta kendi vatandaşının tepesine bomba attırılmayacağının garantisi olmadığı gibi, sanık sandalyesine oturma riski de büyüktür. Savaş Pilotları, disiplinli, eğitimli, itaatlidir. Sivil havacılık açısından da (özellikle şimdilerde) çok değerli, tecrübeli elemanlardır. Ama kimilerinin sandığının aksine, yayları siyasal iktidarın elinde, nereye çevrilirse ve ne zaman bırakılırsa gidip hedefi vuracak oklar değildir! Bu süreç onları da etkilemiş ve daha fazla düşünür, sorgular hale getirmiştir. Bu da iyi bir şeydir...
7
İşçilerin Sesi
8 MART BİR MÜCADELE GÜNÜYDÜ... HALA ÖYLE! İşte tam da bu yüzden 8 Mart, kadın emekçilerin mücadelesinin bir ödülü olarak bütün kadınlar tarafından kutlanıyor. Banu PAKER
Bu yıl da, geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi kadınlar öldürüldü, tacize, tecavüze uğradı, şiddet gördü. Devlet ise yasaları, yargılamalarıyla kadınlardan yana olmadığını gösterdi; ev içindeki harcadıkları emeği görmezden geldi. AKP hükümeti ise kadını eve hapseden, erkeklere bağımlı yapan politikalarıyla, kadınları değil, aileyi güçlendiren bir çizgi izledi. Hükümet bir yandan da kürtaj hakkını fiili yasaklayarak kadınların kendi bedenleri üzerindeki karar verme hakkına göz dikti, müdahale etti. 8 Mart: Tartışmalı bir tarih! Mücadele vermek gereken neredeyse binlerce alan ve ardımızda yüzyılı aşan bir tarih var. Kadınların kurtuluşu yolunda verilen mücadelenin tarihinde 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü özel bir anlam taşıyor. Kadınların isyanının, mücadelesinin bir simgesi 8 Mart. Aynı zamanda birlikte bir güç olmanın, dayanışmanın ve coşkunun eşlik ettiği bir bayram. Öyle bir bayram ki, dünyanın farklı ülkelerinde, farklı sınıflara, farklı etnik kökene, farklı dile sahip milyonlarca kadın, bulundukları yerden ezilen, ayrımcılığa uğrayan bir toplumsal tarafın sözcüleri olarak bayramlarını kutluyorlar. İşte tam da bu yüzden 8 Mart, kadın emekçilerin mücadelesinin bir ödülü olarak bütün kadınlar tarafından kutlanıyor. 8 Martın tarihçesine gelince, biraz tartışmalı bir tarih olsa da değerinden hiçbir şey kaybetmiyor. Bir anlatıma göre, 1857’de New York’lu dokuma işçisi kadınlar düşük ücretleri ve oniki saatlik iş gününü protesto etmek için 8 Mart’ta bir gösteri yaparlar. Polis eylemci kadınlara saldırdı ve gös-
8
teriyi bitirdi. Bu tarihten 50 yıl sonra, olayın yıldönümünde eylemci kadınların anısına 8 Mart Uluslararası Kadınlar Günü olarak ilan edildi. Bir başka tarihçede ise, Mart değil, Şubat 1908. ABD’de kadın çalışanlar, 8 saatlik işgünü ve emekçi kadınların siyasi hakları için mücadele ederler, aynı tarihte Manhattan’lı iplik işçisi kadınlar grev yapar. Polis greve şiddet göstererek müdahale eder. II.Enternasyonal’in 1910’daki Kopenhag Kongresinde, Kadın Sekreterliği 8 Mart’ta Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü’nü kutlama kararı alır. Bir başka anlatıma göre ise, 8 Mart 1908’de New York’lu dokuma işçisi kadınlar işten çıkarılmalarını protesto eder ve fabrikayı işgal ederler. Çıkan yangında 129 kişi ölür. 1910’da bu acı olayın anısına 8 Mart, Ululararası Kadınlar Günü ilan edilir.(1)
1960’lı yıllara kadar 8 Mart, sosyalistlerin kutladığı bir gündü. 60’lı yıllardan itibaren yükselen “ikinci dalga feminist” hareket, kadınların sadece eşit haklar için mücadelesinin yetmediği perspektifiyle bütün toplumu kadınlar açısından sorgulayan bir kadın bilinci geliştirmeyi önüne koydu. Yeni kadın hareketi, 8 Mart’ı bütün kadınların ortak ezilmişliğini ve mücadelesini simgeleyen bir gün olarak kutlamaya başladı. Kuşkusuz, 8 Mart’ın kökenine ilişkin tartışmalar, bugün bizim için anlamına gölge düşürmüyor, aksine yıllar öncesinden başlayan mücadele bize güç katıyor. Önemli olan,
hala kadınların ezilen bir cins olarak, özgürlüklerine küçücük kapılar aralansa da hayatlarında temelli bir değişim yaşamadıkları; kadınların örgütlü ve dayanışma içinde yürütecekleri mücadelenin vazgeçilmez olduğu. Yılmayan AKP! AKP hükümetinin programında ve politikalarında hiç kuşkusuz bir çok konuda düşmanlık olsa da, “kadın düşmanlığı” konusunda, ilk sıralardaki yerini yılmaz bir biçimde sürdürüyor. Üçten beşe çıkan çocuk meselesi görünür olsa da, AKP hükümeti planlı ve sistemli bir biçimde,
SARAİ SİERRA’NIN YOLCULUĞU Sarai Sierra tatil için geldiği İstanbul’da kaybolduktan sonra öldürüldü. ABD vatandaşı Sierra’nın cesedi 2 Şubat’ta Cankurtaran’da sahil yoluna bakan surların arkasında bulundu. Cenazesi ailesi tarafından ABD’ye götürüldü. Cinayetle ilgili çok sayıda kişinin ifadesi alındı. Medya, katil zanlısı olarak sur bölgesinde kalan evsizleri hedef gösterdi. Güvenlik gerekçesiyle bölge sakinlerinden “arındırıldı”, güvenlik kameraları yerleştirildi. Haberlerde ise ABD’li Sierra’nın özel hayatı didik edildi. Sarai ile ilgili neredeyse bütün haberler cinsiyetçilik üzerinden verildi. “Madem iki çocuğu var, neden onları yalnız bıraktı, kocasıyla sorunu mu vardı da onunla gelmedi, parası olmadığı bilindiği halde ne-
den Türkiye’den sonra başka ülkelere gitti, bu paranın kaynağı ne, gittiği ülkeler ve güzergâha göre ajan ve kurye olabilir mi?”. “Taylan kişisi kim, odaya sürekli 3-4 erkekle dönmesi ne anlama geliyor?”… Bu durumda-
ki bir kadın herşeyi hak eder! Sadık bir eş ve şefkatli bir anne olsaydı, başına böyle şeyler gelmezdi. Öyle mi? Bir kadının tek başına tatil için yurtdışına çıkması üstü kapalı olarak cinayete gerekçe olarak sunuldu. Adli tıbbın kesin olmayan ön raporuna rağmen, tecavüz olmadığı bilgisi kesinlenmiş rapor gibi verildi. Hemen içimiz rahatladı. Çünkü Pippa Bacca olayını hatırlayın, milletçe rezil olmuştuk ya! Asıl sorulması gereken sorU, ABD’li ya da Türkiyeli, evli ya da bekar, çocuklu ya da çocuksuz kadınların neden rahatça öldürülebildiği, can güvenliklerinin olmadığı. Katil zanlısı olarak Ziya T. isimli şahıs hâlâ aranıyor. İşçilerin Sesi- Haber
İşçilerin Sesi
ÇALIŞMA BAKANI FARUK ÇELİK:
“ÇOK ÇOCUK YAP, EMEKLİ OL” Başbakanın “3 çocuk yapın” demesiyle, Çalışma Bakanının kadınların istihdamına yönelik açıklamalarını aynı çerçevede görmek gerekir. Çiğdem ÇİÇEK
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, kadın istihdamını arttırmak için planlanan teşvikleri anlatırken, Recep Tayyip Erdoğan'ın asgari 3 çocuk sözlerinin bilimsel gerçekliğine dikkat çekti. Hem çalışan kadınlar için hem de iş gücüne katılacak kadınlar için üzerinde durdukları teşvik çalışmalarını açıkladı. Başbakanın “3 çocuk yapın” demesiyle, Çalışma Bakanın kadınların istihdamına yönelik açıklamalarını aynı çerçevede görmek gerekir. kadınların bedenlerine, emeklerine ve hayatlarına giderek daha pervasızca el koymayı sürdürüyor. Aile bakanlığından aile ombudsmanlığına, aile ve ev kadınlığı eğetiminden fiili olarak kürtajın yasaklanmasına kadar bir dizi saldırıyı hem yasal olarak hem de yasal boşlukları pratik olarak (yönetmelikler, uygulamalar) doldurarak gerçekleştiriyor. AKP hükümeti şunu bilmeli ki, kadınlar sermayenin ve erkeklerin çıkarları için, emeklerine el koydurmaya, ömür boyu bakıcılığa, şiddete ve baskıya yataklık eden kutsal aile masalına razı değiller! Eşit ve özgür olmak istiyorlar! Ev işleri, çocuk, hasta ve yaşlı bakımı kadınların sırtından alınmalı! Devlet nitelikli, yaygın ve ücretsiz bakım hizmetlerini sağlamalı! Kreş, kadınların sorunu değildir! Kadın çalışan sayısına bakılmaksızın, erkek kadın fark etmeden 50 çalışanın üstündeki her iş yerinde kreş olmalı! Devlet kreşlerinin çocuklar için yaş sınırı olmadan, ücretsiz ve 7/24 açık olmalı! Yaşlı ve hastalar için, yine ücretsiz, 7/24 açık, çalışanlarının yarısı erkek olan bakım evleri açılmalı! Doğum kontrolünün olduğu kadar sperm bankalarının da herkesin eşit ve ücretsiz erişimine açık hale getirilmeli! Ücretsiz, erişilebilir ve güvenli kürtaj hakkı! Kadınlara acil boşanma desteği verilmeli! Şiddet gören kadınların kurtulmaları için boşanmanın kolaylaştırılması gerekli! Aynı zamanda nafaka ve boşanan kadınların can güvenliğinin sağlanması! Boşanan kadınlara meslek edinme kursları, ücretsiz barınma hakkı ve istihdamda öncelik tanınmalı! Yalnız yaşayan kadınlara sosyal güvence! Kadın işe başvurduğu anda işsizlik maaşı almaya başlamalı! (1) Sosyalist Feminist Kaktüs,sayı 1. 1988.
Doğum izninin 24 haftaya çıkarılması Doğum izninin12 haftadan 24 haftaya çıkarılması önemli, fakat yeterli değil. Altı aylık bebeği kreşler almadığı gibi, alsalar bile bakım ücreti pahalı. Kreşler, neredeyse çalışan annenin aldığı ücret oranında ücret istiyorlar. Bu nedenden dolayı genellikle anneler, bebeklere kendileri bakmayı tercih ediyorlar. Ayrıca, doğum izninden sonra kadının işe dönmesinin denetlenmesi ve ardından kadın ve erkeğe ebeveyn izninin verilmesi söz konusu. Bakanlığın önerilerde bir ebeveyn izninden bahsedilmiyor. Doğum izninin 24 haftaya çıkarılması denirken, çocuk bakımının sadece kadın üzerinden şekillendiği bir süreç planlanıyor. Hükümet, doğum iznini 24 haftaya çıkarılmasının maliyetini ise, hazine tarafından karşılanacağını söylüyor. Yani, çalışanlardan ve yoksul halk kitlelerinden toplanan vergiler Çalışma Bakanlığı tarafından bir lütufmuş gibi sunuluyor. Kimin parasını kime veriyorsun? Bu olsa olsa patronların maliyetlerini hafifletmek için işçi ve emekçilerin sırtına yüklenecek yeni bir yük demektir. İşe almanın zorunlu kılınması Doğum izni sonrasında kadının işten kopmaması, yani verimli kadın işçilerin doğum sonrasında esnek çalışmaları planlanıyor. Bunun adı da yarı zamanlı ve kısmı zamanlı esnek çalışmadır. Ancak bu uygulamanın kadınları özgürleştirmediği gibi düşük ücret politikasına mahkûm edecek. Biz kadınlar, ne olursa olsun bu şekilde çalışmak istemiyoruz, insan onuruna yakışır, güvenceli çalışmak istiyoruz. Ayrıca, özel sektör patronlarını bırakın uzun doğum iznini vermek, kadın işçilerin ha-
mile olduklarını duydukları andan itibaren işten çıkartıyorlar. Çocuk yardımlarının arttırılması Bakanlığın önerideki "yardım" değerlendirmesi, sorunlu bir yapıyı işaret etmektedir. Sosyal devlet demek, vatandaşların mağduriyetlerden korumak ve insan onuruna yakışır bir şekilde yaşaması için gerçekleştirdiği hizmetler bütünüdür. Ancak bunun hükümet tarafından bir "yardım" olarak ortaya konulması, aslında devletin yapmak zorunda olmadığı ama bir lütuf olarak yaptığı, bizlerin de bu lütufa karşı minnet duymamız gereken bir süreci işletmek istiyor. Mevcut haliyle çalışan bir kişi 74 lira Asgari Geçim İndirimi (çocuk yardımı) alıyor. Asgari ücretli bir çalışan bu parayla ancak çocuğuna günlük sütünü alabilir. Ayrıca, asgari ücretli bir çalışan işçi zorunlu ihtiyaçlardan dolayı çocuğuna süt dahi alamıyor. Kamu kurumlarına kreş zorunluluğu getirilmesi Kamu kurumlarına kreş zorunluluğu gibi özel sektöre de kreş zorunluluğu getirilsin! Her durumda olduğu gibi bu önerilerin hepsinde özel sektör, yani patronların korunduğu açıktır. Ayrıca, Kreş zorunluluğu önerisi de yeni bir uygulama değil, yasalarda zaten 100'den fazla kadının çalıştığı yerlerin kreş açma zorunluluğu var. Ama yasaların patronlar tarafından uygulanmadığı gibi denetlemekle görevli olan hükümetin de oralı olmadığı ortadadır. SSK'lı anneler ancak 2 çocuğa borçlanabiliyor Bakanlık, kadınların istihdama katılmasını istiyormuş. Ancak, kadınlara paranız varsa çalışmadan ödeyin ya da çalışmayıp evde çocuklarınıza bakın demeye getiriyor. Şu andaki uygulama, bir çocuk için 6 bin lira ödeniyor. Üç çocuk için ise, 18 bin lira ödenecek. 18 bin lira ödeyen 2100 gün sigorta primi satın almış olacak. Ülkede uygulanan ücret politikasına bakıldığında çalışan veya çalışmayan kadınların bu parayı nereden bulacakları belli değil. Belli ki hükümet kadınları banka kredilerine yönlendirmek istiyor. Ayrıca, çocuk doğurma ile erken emekliliğin birlikte düşünülmesinde bir ayrımcılık söz konusu. Çocuk doğurmayan kadınlar bu haktan yararlanamayacak. Yani, sadece çocuk bakmanın kendisi, erken emekliliği sağlayacak bir yıpranma olarak karşımıza çıkacak.
9
İşçilerin Sesi
TUNUS DEVRİMİ ISINIYOR Dün Bin Ali’nin temsil ettiği sistemin ve burjuva düzenin bekçiliğini bugün Ennahda üstlendi. Ennahda devrime ve onun temel gücü olan işçi sınıfına saldırıya geçti. Mustafa EKER
Arap Baharına da esin kaynağı olan, Tunus Devriminin yeni bir eşikten geçmekte olduğuna dair gelişmeler yaşanıyor. İki yıl önce Bin Ali diktatörlüğünü deviren, ne var ki bir başka burjuva partisi Müslüman Kardeşlerin (MK) Tunus kolu Ennahda tarafından iktidarın ele geçirilmesi ile kesintiye uğrayan Tunus devrimi yeniden ısınıyor. Devrimin hiçbir talebi karşılanmamış, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarında iyileşme olmamış, siyasal koşullar daha da ağırlaşmıştır. Dün Bin Ali’nin temsil ettiği ve savunduğu sistemin ve burjuva düzenin bekçiliğini bugün Ennahda üstlenir hale gelmiştir. Ennahda düzenin baskı aygıtlarını, orduyu, polisi ve yargıyı ele geçirdiği ölçüde, devrime ve onun temel gücü olan işçi sınıfına ve örgütlerine karşı saldırıya geçmiştir. Toplumsal gösterilere, toplantı ve yürüyüşlere müdahaleler, polis saldırıları artmış, Selefilerin sol muhalefete ve laik çevrelere saldırılarına göz yumulmuştur. Polisin yanında ve de yetmediği yerde Devrim Koruma Birlik-
leri adını kullanan paramiliter örgütlenmeler teşvik edilmiştir. Ennahda ile bağlantılandırılan bu karşı-devrimci, faşist örgütlenmeler, işçi hareketini ve diğer muhalif kesimleri sindirmek, protesto gösterilerini bastırmak ve dağıtmak için birçok saldırı düzenlemiştir. Ekim 2012’de Tatavin’de düzenlenen bir gösteri sırasında kalp krizinden öldüğü açıklanan muhalif liderlerden Lütfü Nakdh’ın otopsi sonuçları, Devrim Koruma Birliği üyelerinden yediği dayak sonucu hayatını kaybettiğini gösteriyor. Ennahda’nın eline kan bulaştı Geçen ay, 6 Şubat’ta, sol muhalefetin önemli isimlerinden Demokrat Yurtseverler Partisi lideri Şükrü Beleyid’in bir siyasi suikast sonucu öldürülmesi, Tunus devrimini yeniden ayağa kaldırıyor. Suikastın ardından tüm ülkede yoğun protesto gösterileri düzenlendi. Suikasttan hükümeti sorumlu tutan, katliamı protesto eden halk, hükümet binalarına, Ennahda bürolarına saldırdı. Çeşitli kentlerde Ennahda büroları ateşe verildi. Polisle göstericiler arasında çatışmalar çıktı.
Tunus’un en büyük işçi sendikası genel grev kararı aldı. On binlerin katıldığı cenaze töreni, iktidara karşı bir gövde gösterisine dönüştü. Genel grev sonucu ülkede hayat durdu. İçinde 12 partinin yer aldığı Halk Cephesi bloğu, yeni anayasa için kurucu meclis üyeliğini askıya aldı ve hükümeti istifaya çağırdı. Protestoların artması ve çatışmaların yoğunlaşması üzerine, Başbakan Hamadi Cibali istifa etti. Ne var ki Cibali’nin bu istifası, Ennahda açısından bir geri adım olarak görülmemelidir. Zaten attığı adımlarla da, Ennahda bunun böyle okunmaması gerektiğinin işaretlerini veriyor. İktidar, cinayetin çözülmesi, katillerin yaka-
lanması ve arkasındaki güçlerin açığa çıkarılması için bir şey yapmadığı gibi, Ennahda lideri Raşid Gannuşi, partinin şahin kanadından birisini, muhalefetin cinayetten sorumlu tuttuğu İçişleri Bakanı Ali Arid’i, başbakan adayı olarak görevlendiriyor. Halk Cephesi, liderlerinden Ziyad Lahdar, “Bu karar krizi daha da derinleştirir, zira Arid, Beleyid’in öldürülmesinden ve şiddetin tüm ülkeye yayılmasından sorumlu bakanlığı yönetiyordu” diyerek bu duruma itiraz ediyor. Ennahda’nın son hamlesi ve yaşananlar, Tunus’ta siyasi krizin derinleşeceğine, çelişkilerin ve mücadelenin daha da keskinleşerek devam edeceğine işaret ediyor.
BULGARİSTAN HALKI ZAMLARA KARŞI AYAKLANDI Bulgaristan’da elektrik zamları hükümetin sonunu getirdi. Elektrik fiyatlarına yapılan zammı duyan halk sokağa döküldü. Zaten ücretleri düşük, yaşam standardı geri olan ve uygulanan neo-liberal politikalardan bunalan Bulgaristan emekçileri zamlara isyan etti. Zamları protesto eden işçi kitleleri ve kent yoksullarının kararlı direnişi sonunda, hükümet elektrik fiyatlarında % 8’lik indirime gitmek zorunda kaldı. Hükümetin geri adım atmasına, fiyatları düşürmesine rağmen gösteriler durmadı. Polisin saldırıları ve uyguladığı şiddet sonucu yüzlerce kişi yaralandı, gösterilere katıldığı için onlarca kişi tutuklandı. On gün boyunca süren gösterilerin, polisin aşırı şiddet kullanmasına rağmen, kontrol altına alınamaması üzerine, hükümet
10
istifa etmek zorunda kaldı. Başbakan Boyko Borisov, giderayak “madem halk, devletin sokaktan yönetilmesini istiyor, hodri meydan” diyerek toplumsal muhalefeti tehdit etti. Bulgaristan Sosyalist Partisi ve Hak ve Özgür-
lükler Partisi’ne de, hükümetin üzerinde istifa baskısı oluşturdukları için, sitem etti. “Bir gün bu yaptıklarının kendilerine geri döneceğini” söyleyerek, sokağa değil, düzene sahip çıkmaları için onları uyardı. Burjuva par-
lamentosundaki başlıca siyasal partiler, Cumhurbaşkanından, teknokratlar hükümeti kurulmasını ve erken seçime gidilmesini istedi. Hükümetin istifasına rağmen protestolar dinmek bilmiyor. Elektrik fiyatlarına yapılan zammı protesto ile başlayan gösteriler, hızla siyasallaştı. Hükümet aleyhtarı gösterilere dönüştü. 24 Şubat’ta Sofya’da 15000 kişi parlamentoya ve Cumhurbaşkanlığına yürüdü. Varna’da yürüyüşe katılanların sayısının 40000’i bulduğu söyleniyor. Ülke çapında sokağa çıkan yüz binler, “değişim”, “devrim” sloganları atıyor. Sistemin değişmesini, hükümetin yargılanmasını, siyasi partilerin kapatılmasını ve anayasanın değiştirilmesini talep ediyor. İşçilerin Sesi - Haber
İşçilerin Sesi
“ÖZGÜR BİR DÜNYA İÇİN DİRENENLER”
KASABALILAR Sait ALMIŞ
FİLİSTİNLİ TUTSAKLARA ÖZGÜRLÜK İsrail, Filistin’de direnişe önderlik eden binlerce Filistinliyi esir alıp, İsrail’e kaçırıyor. İsrail hapishanelerinde dava açılmadan yatan binlerce Filistinli tutsak var. İsrail buna “idari gözaltı” diyor ve bu gözaltı süresini altı ayda bir uzatıyor. Filistinli tutuklulardan Samir El-İsavi 220, Eymen Şeravne 152, Cafer İzzeddin ve Tarık Kadan ise 90 gündür açlık grevinde. Tel Aviv merkezli İnsan Hakları İçin Doktorlar Birliği, grevdeki tutukluların bağımsız doktorlar tarafından izlenmesine izin verilmediğini, muayene esnasında dahi kelepçelerinin açılmadığını, Filistinli tutuklulara yapılan baskıların sistematik olduğunu belirtiyor. İsrail’in birkaç gün önce kaçırıp gözaltına aldığı Arafat Ceradat sorgu sırasında hayatını kaybetti. Ceradat’ın ölümü ile İsrail hapishanelerinde hayatını kaybeden tutsak sayısının 207’e ulaştı. Her fırsatta demokrasi havarisi kesilen batılı emperyalist ülkeler, İsrail’in, Filistinlilere yönelik ağır insan hakkı ihlâlleri karşısında sessiz kalıyor. BM ve Arap Birliğinin, Filistinli tutsakların serbest bırakılması yönündeki açıklama ve çağrıları, timsah gözyaşlarından öte bir anlam ifade etmiyor. Bu sahte gözyaşları ikiyüzlülüklerini gizlemeye yetmiyor.
Manisa ilinin Turgutlu kasabası için “kasaba” sözcüğü sadece bir sıfat değil aynı zamanda bir isimdir. Manisa ve İzmir çevresinde kasaba denilince akıllara Turgutlu gelir. Kasabalı olmak insanın yaşam tarzını ve kişilik yapısını etkileyen bir durumdur. Kasabalılık; köylülük yaşamını ve duygularını aşmış ama tam olarak kentleşmemiş ara bir toplumsal ve yerleşimsel yaşama sahip insan topluluğunu anlatan bir kavramdır. Kasabalı ne kentli gibi bireysel ne köylü gibi anonimdir. Kasabalının hem kendine ait özel bir yaşam alanı hem de hemşerilerine uzak olmayan bir yaşam biçimi vardır. Kasabalı; yakınındaki herkesle ilgili, meraklı olduğu kadar herkesten uzaktır da. Bu kitap Kasaba’da doğmuş, büyümüş beş kasabalı gencin fırtınalı yıllarda yani yetmişli yıllarda başlayan ve 12 Eylül faşizminin karanlık dehlizlerinden geçerek bugüne dek uzanan yaşamlarından kesitler sunuyor. “Kasabalılık ruhu” olarak adlandırdıkları, kasaba yaşamının getirdiği dayanışma ve yardımlaşma temelli feodal bağlılıklarını devrimci duygu ve düşünce temelinde en üst aşamalara vardıran Kasabalı devrimciler, kasabalılıktan “insan” olmaya giden yolda direnişin, direncin, savaşmanın ve dayanışmanın destanını yazmışlardır. Bu dayanışmanın bir örneğini beş devrimci gencin en küçükleri Adnan Ayan şöyle anlatıyor; “16 yaşında cezaevinden çıkmıştım. Ortalıkta kimsecikler yoktu. Tek başına kalmıştım. Eski yoldaşlarımdan kimisi cezaevinde, kimisi kaçak konumunda idi. Bir yıl kadar kendi içimde ayakta kalma, ortama uyum sağlama mücadelesi verdim. Daha sonra cezaevinden tahliyeler çoğaldı. Hep cezaevinden çıktıktan sonra yaşadığım yalnızlığı düşünüyor, diğer devrimci arkadaşlar bunu yaşamasın diye hiçbir siyaset farkı gözetmeden, cezaevinden çıktığı gün evine dam-
lıyordum. Önemli olan o yalnızlık duygusunu yenmelerine yardımcı olmak ve devrimci birlikteliği sağlamaktı.” Okuyunca göreceksiniz; dünyanın bütün cesareti ve direnci bu insanların yüreklerindedir. Onlar için yenilmek önemli değildir; onursuz biçimde yenilmektir korkunç olan. Onlar 12 Eylül barbarlarına boyun eğmemiş, insanlık onurunu çiğnetmemiş, zulme ve işkenceye direnmiş ve yenilmemiş yiğit insanlardır. “O ağır işkence koşulları ve hastalığı yaşarken her an kendin-
le hesaplaşıyorsun. Mazgala vurduğun anda, “ben elbiseyi giyeceğim,” dediğin anda teslim oluyorsun. İşkenceden, baskıdan, zor koşullardan kurtulmak senin elindedir. İşkenceden, ölümden kurtuluyorsun, ama kendini veriyorsun, teslim alınıyorsun. Ben bu ikilemi o süreç içerisinde her dakika yaşadım. O mazgala vurmadığın anda ölmek, ama bir yerde teslim olmadan ölmek anlamında bir savaşı her dakika yaşadım,”(Hayri Bökü) diyen ve teslim olmayan onlardır. “Aslında, işkence altındaki insanı sorgulayan kişi sorgucu değil, kendisidir. İşkencecinin sorularına yanıt vermek hiç de zor değil. Kafanda bir senaryo kuruyorsun ve senaryon güçlü ise sorgucu çaresiz kalıyor. Ancak kendi kendini sor-
gulaman, kendinle hesaplaşman daha zordur. İşkenceye direnci, ayakta kalabilmeyi sağlayan da bu iç sorgulamanın sonucudur,” (Zeki Çetinkoç) diyen ve işkencede yıkılmamanın ötesinde “insan olması engellenmiş” insanlara gerçek insan olmanın yolunu gösteren onlardır. “İşkencenin beşinci günüydü, gözlerimi bağlayarak dışarıya çıkardılar. Bir yere geldik, ormanlık bir bölgeydi. Geceydi, saati bilmiyorum. Yere diz çöktürüp, üçe kadar sayıp silahı ateşlediler. Bense öylece, gecenin soğuğunda beklemeye devam ediyordum,” (Mustafa Pekdoğru) diyen ve ölüme meydan okuyan yürek onlardır. “Kan kusuyorum, anadan üryan soydular ve beton zemine yatırdılar. Ölümü orada gördüm ilk kez, o yüzden ölümden korkmadım hiçbir zaman. Beyaz bir çukurun içerisine, sonsuz bir çukurun içine iniyorum, gidiyorum dibe. Hayır diyorum ölmeyeceğim, Cevahir’i göreceğim. O zaman kızım Cevahir annesinin karnında, sekiz aylık. Bir lastikle yukarıya çekiliyorum sanki yukarı çıkıyorum, biraz duruyorum yukarıda, yine boşluğa düşüyorum,” (Necdet Ayma) diyen ve cellâtlarına meydan okuyan, “öldürmekten daha kuvvetlidir ölebilmek” sözlerine hayat veren onlardır. Bu insanlarla yapılmış söyleşileri yazı diline çevirdik; onların ağzından özü bozmadan yazdık. Türkiye özgürlük hareketine, bu harekete katılacak insanlara miras olsun istedik. Geleneği olmayan bir hareket kökü olmayan bir ağaç gibidir. Kökün ne olduğunu göstermek istedik. 12 Eylül 1980’in işkence tezgâhlarında, hapishanelerde direnen, darağaçlarında boynu bükük ölmeyenlere ödememiz gereken sınıfsal bir borçtur bu! İnsanlık borcudur. Bu borçtan üzerimize düşenin bir bölümünü ödemeye çalıştık. Kasabalı beş genç devrimci gibi binlerce yiğit özgürlük savaşçısının insanlık tarihinde hak ettikleri yeri alacaklarından hiç kuşkumuz yoktur. Çünkü tarihi yapan o özgürlük savaşçılarıdır. Bizim yapmaya çalıştığımız sadece tarihe tanıklıktır.
11
İşçilerin Sesi
THY İŞÇİLERİ DAVALARI KAZANIYOR… YA SONRA? Seyfi ADALI
Sivil havacılık işkoluna getirilen “grev yasağı”nı protesto etmek üzere 29 Mayıs günü basın açıklaması yapan yaklaşık 3 bin işçi arasından 305 işçinin seçilip işten çıkartılmasına dair hukuksuzluk, Bakırköy İş Mahkemelerinin peş peşe verdiği işe iade kararlarıyla bir kez daha gündemde. İşe iade kararlarının sayısı 100’ü geçerken, Bilirkişi Raporları ve son olarak Çalışma Bakanlığı Müfettişi Raporları da işçilerin gerçekleştirdi basın açıklaması ve protestoyu “demokratik bir hak” olarak tanımladı. Davaların kazanılırken Raporların da işçileri haklı bulmasına rağmen, THY yönetimi 305 işçinin hiçbirini işe iade etmedi. Çünkü: Burjuva adaletinde, davayı kazansan da işe iaden garanti değil! Hukuki sürecin gelişimi şöyle ola-
cak: Dava açan diğer işçilerin duruşmaları Nisan sonuna kadar tamamlanacaktır. Ardından işe iade kararı veren İş Mahkemelerine THY’nin itirazlarının görüşüleceği, Yargıtay süreci başlayacak. Yargıtay davaları kesin karara bağlayacak. Bunun da en az 6 aylık bir süre olduğu tahmin edilebilir. Böylece 4 ayda bitmesi gereken yargılama süreci, neredeyse birbuçuk yılı bulacak. Geçikmiş bir adaletin ne kadar adalet olduğu bir yana, işe iade kararı alan her işçi moral olarak rahatlamış oluyor. En azından üzerindeki sorumluluğu atıyor ve “suçlu” sayılmaktan kurtuluyor. Tazminatını alma hakkını elde ediyor. Peki, Yargıtay’ın onaylaması halinde THY işten çıkardığı işçileri işe geri almak zorunda mı? Eğer adil bir yargı olsaydı, bu sorunun cevabı “evet” olurdu. Bugünkü sistemde, adalet bur-
juvalar içindir ve işçiler için gerçek bir adaleti mahkemeler de sağlamıyor. İşe iade kararları üst mahkemelerde onaylasa bile, THY yönetimi (işverenler) işe iade kararını “parasını verip” uygulamama hakkına sahipler. Mahkemelerin verdiği 4+6 veya 8 brüt ücret tutarında tazminat hakkı bunun için var. işe iade kararını uygulamayan işveren (THY yönetimi) bu tazminatları öderse, işçi mahkemeleri kazansa da işe iade edilmiyor. Dedik ya, burjuvaların adaleti bu. 305 işçinin toplam tazminatının 15 milyon doları bulmuş olması, işveren için caydırıcı bir miktar değildir. Bize çok büyük gelen bu para miktarı, THY yönetimi için çerez parası sayılır. İşvereni, hele THY büyüklüğündeki bir işvereni ödeyeceği tazminat korkutmaz ve geri adım attırmaz. İşçilerin adaleti nasıl sağlanacak? Eğer işçiler adaleti sağlamak is-
terlerse, mahkeme kazanmakla yetinemezler. Burjuva yasaları gerçek anlamda bir işgüvencesi sağlamamaktadır. Adı üstünde: Burjuva yasası. Patronları korumak için yapılmıştır. Yine de yasal haklarımızı mahkemelerde aramaktan vazgeçemeyiz. Ancak gerçek adaletin bu mahkemeler yoluyla elde edilemeyeceğini de bilmek zorundayız. Ek olarak, bir başka yolu denemek zorundayız: Dengeleri değiştirmemiz gerekiyor. İşçi ile işveren arasında işyeri düzeyinde ve daha genel anlamda ülke ve dünya seviyesinde fiili bir denge vardır. Bu denge bugün her düzeyde işverenlerden yanadır. Hukukta olduğu gibi, fili çalışma yaşamında da son sözü; istediği sözü söyleyen patronlardır, işyeri yönetimleridir. İşçiler haklarını elde etmek isterlerse, bu dengeleri adım adım değiş-
HAVA-İŞ YÖNETİMİ “İŞÇİLERİ ZORLAMAMIŞ” Hava-İş Yönetiminin “işçileri eylem yapmaya zorlamadığı” müfettiş raporlarıyla kesinleşti. Hava-İş Sendikasının internet sitesindeki habere göre, “THY yönetimi 29 Mayıs 2012’de havacılık işlerinde grev yasağı getiren yasanın görüşülmesi esnasında havacılık işçilerinin yasağa karşı gösterdikleri demokratik karşı çıkış ile ilgili Sendika Yönetim Kurulu üyelerimiz hakkında yasadışı grev yapmayı, yasadışı direnişte bulunmayı teşvik etme ve personeli eylem yapmaya zorlama şeklindeki iddialarla suç duyurusunda bulunmuş, Savcılık GÖREVSİZLİK kararı vermiş ve suç duyurusunun İstanbul Çalışma ve İş Kurumu İl Müdürlüğünce değerlendirilmesi gerektiğine karar vermişti. İİl Müdürlüğünce görevlendirilen İş Teftiş Müfettişliğince Müfettiş sayın Gülgün Kaner tarafından hazırlanan 18.01.2013-01 No’lu RAPOR SONUCU; Sendika yöneticilerinin THY yönetimince iddia edilen 6356 sayılı Kanunun 78 I-e maddesine uygun herhangi bir fiilinin tes-
12
pit edilmediği, 29 Mayıs 2012 tarihinde oluşan olayların CD kayıtlarına göre barışçıl sınırları aşmayan demokratik bir protesto olarak değerlendirilmesi gerektiği, sendika yöneticilerine herhangi bir idari ceza verilmemesi gerektiği açıkça belirlendi...” Bu haberi nasıl yorumlamalı? İşçiler açısından, rapor olumludur. Çalışma Bakanlığı Müfettişlerinin raporu, daha önce iş mahkemelerinin verdikleri kararlar ve bilirkişi kararlarıyla birlikte düşünüldüğünde, işverenin (THY yönetiminin) işçi çıkartırken ileri sürdüğü gerekçenin hukuki dayanaktan yoksun olduğunu ortaya koyuyor. Siyasi bir karar verildiğini gösteriyor. İşverenliğin güç gösterisi yaparak, işçiler üzerinde baskı kurmaya çalıştığını, ekonomik gücüne dayanarak baskı yaptığını, keyfi ve kanunsuz davrandığını ortaya koyuyor. Sendika açısından ise, özellikle son rapor (Çalışma Bakanlığı Müfettişlerinin Raporu), olumsuz sayılmalıdır. Rapor, sınıf mücadeleci sendikacılık açısından ve bu role
soyunan Hava-İş yönetimi için yüz kızartıcı sayılır.Bakanlık Müfettişleri demektedir ki, yasaların ve işverenliğin “suç” saydığı fiili sendika yönetimi işlememiştir. Yani, sınıf mücadelesinin “fiili-meşru bir mücadele hakkı”nı sendika yönetimi kullanmamış, işçileri grev yasağına karşı eyleme çağırmamış, sendikal görev ve sorumluluk Hava-İş Yönetimi tarafından yerine getirilmemiştir. Sendika yönetiminin “suç” işlemediği müfettişlerce de ortaya konmuştur. Dolayısıyla bir sendikanın yapması gerekeni Havaİş yönetimi yapmamıştır. Oysaki söz konusu “suç”, KESK ve hatta TTB (Türk Tabipleri Birliği) tarafından defalarca işlenmiştir. KESK, grev hakkı için bir gün, iki gün grev yapmıştır. TTB ise, sağlık çalışanlarının özlük hakları ve sağlıkta şiddete karşı “grev”i g(ö)rev” saymış, yönetim kurulu kararlarıyla uygulamışlardır. Sözünü ettiğimiz sendika ve odalar üyelerini kanunların “yasadışı direniş ve eylem” saydığı greve zorlamış; ancak grev hakkının
uluslararası bir sendikal hak ve özgürlük sayılması sebebiyle de Türk yasalarında olup olmadığına bakmadan hem uluslararası hukuka hem de “haklar yasalardan önce gelir” şiarıyla eylemlerine sahip çıkmıştır. Son müfettiş raporunun açık ifadesi şudur: Hava-İş yönetimi, grev yasağına karşı üyelerini herhangi bir eyleme sevk etmemiş,onları eyleme yönlendirmemiştir. TÜMTİS yöneticilerinin 6-7 yıl hapis cezası aldığı, KESK’lilerin tutuklu bulunduğu, taşerona karşı çıktığı için Devrimci Sağlık-İş Genel Başkanının ve yöneticilerinin gözaltına alındığı bir Türkiye’de “üyelerini direnişte bulunmaya teşvik etmek” Bakanlık için suç sayılsa da, işçi vicdanında, işçi hareketinin tarihi açısından en büyük görevdir. Hava-İş yönetimi sendikal görevini yerine getirmemiş, sözleriyle eylemi birbirini tutmamıştır. Bu nedenle de “direniş” adı altında yürüttüğü haftalık basın açıklamaları, genel başkanın şovundan öteye geçememektedir. İşçilerin Sesi - Haber
İşçilerin Sesi
tirmek zorundadır. İşyerinde, ülke düzeyinde ve Dünya çapında. İşçilerin gücü birlik olmaktan geçer. Birlik, önce kafalarımızdaki engelleri aşarak kurulur. Yerleşik değerlerimizi, işçi-işveren anlayışımızı değiştirerek işe başlamalıyız. 305 işçinin kafasındaki THY yönetimi imajının 9 ay öncekiyle aynı olduğunu kim söyleyebilir? Fikirler 180 derece değişmiştir. THY yönetiminin işçi dostu olmadığını 305 işçinin hepsi bu 9 aydır yaşamak zorunda bırakıldığı maddi, manevi baskıyla öğrenmiş bulunuyor. THY yönetimi hakkındaki fikirler değişti ama ne yapılacağı konusu hala belirsiz. Burada sendikanın yeterince güven vermediğini ve işçilere yol gösteremediğini söylemeye gerek yok. 9 aylık sürede 305 işçinin yüzde 10′unu bile etrafında tutamamış bir sendika yönetimi var. İşverenin işe iadeleri konusunda ayak sürmesinin bir nedeni de sendikanın işten atılan işçileri temsil etmemesidir. Ancak yine de yapılacak şeyler var. 29 Mayıs Birliği sendikanın yetersizliğinin bir sonucu olarak ortaya çıktı ve bu arayışı ifade ediyor. Daha önce mücadele deneyimi olmayan işçiler biraraya gelerek, gelecekleri hakkında birlikte karar vermek için çabalıyorlar. Nitekim sendika bu işçileri kazanmak yerine işverenci ilan etti. Oysa 29 Mayıs Birliği sayesinde, 305 işçi ücretsiz hukuk desteği hakkını elde etti. Sendikaya kalsaydı, her işçi yüzde 10 avukata pay vermek zorundaydı. Yani, demem o ki, 29 Mayıs Birliği, eylemleriyle, açıklamalarıyla işten atılan işçiler için sendika yönetiminden daha yararlı işler yaptılar. Şimdi adalete sağlama görevi yine 29 Mayıs Birliği’ndedir. Sendika yönetiminin işe iadelerden çok kendi koltuk çıkarlarıyla ilgili eylemler yaptığını yaşayarak görüyoruz. TİS görüşmelerinde işe iadeleri TİS maddesi yapmamış olması bile bunun yeterli kanıtıdır. Hak yerini nasıl bulacak? Ya da “ne yapmalı?” Bu bildik sorunun tek bir cevabı var: Kazanılan işe iade davalarını uygulatmak üzere işyerindeki dengeleri değiştirecek kuvveti oluşturmak. Yani, işçilerin birlikte hareket etmelerini sağlamak. Yani… THY işçi kamuoyunda şimdilik fısıltı biçiminde dolaşan ve 305 işçinin işten çıkartılmasını kendi iş güvencesinin de tehdit edilmesi demek olduğu fikrinin, yüksek sesle söylenmesini sağlamak gerekiyor. Dengeler, işçi lehine değişirse o zaman işçilerin adaleti gerçekleşir ve işverenler geri adım atmak, işe iade
kararlarını uygulamak zorunda kalırlar. THY yönetiminin tüm işçilerin iş güvencesini tehdit anlamına gelen 305 işçinin tazminatsız işten çıkartılması, işvereni tehdit eder hale gelebilirse, THY yönetimi geri adım atmak zorunda kalacaktır. Bir kalemde 305 işçiyi işten çıkartabilen bir yönetim varsa, orada çalışanlara rahat yoktur. Yönetim, rahatça işçilerin haklarını budayabilir, çalışma koşullarını baskı altına alabilir ve keyfi biçimde işten çıkartabilir demektir. İşçilerin işe iadesi için, THY çalışanlarının şimdilik fısıltı halinde, en güvendikleri arasında dolaşan ve THY yönetimini haksız bulan yorumlarını seslendirmeye başlamaları ve giderek artan biçimde güçlü bir ses çıkartarak, 305 işçinin çıkartılması çalışanları tehdit etmektir demelerini sağlamak gerekiyor. Aradan 9 ay geçtikten sonra ve işveren bu kadar güçlü görünürken kolay mı? Kuşkusuz hayır! Ancak imkânsız hiç değil. Eğer binlerce işçi, sadece seslerini adım adım yükselterek, ortak bir ses çıkabilirse, bu sesi binlerce THY işçisi seslendirmeye başlarsa, kamuoyundan da büyük destek bulacaktır. İşe iade davalarının kazanan işçilerin işe iadesi mümkün hale gelebilir. Güçler dengesini değiştirebiliriz Bugünkü haliyle THY yönetimi, kabin memurlarının kılık kıyafetinden, uçakta içki yasağına kadar bir dizi ilave eleştirinin hedefindeyken, kazanılan işe iade kararları ve genelde işçi kamuoyu şimdi kaldırılsa da işkoluna grev yasağı getirilmiş olması sebebiyle THY yönetimine tepkilidir. Hava-İş yönetimine gelince, tekrar söylemeliyiz ki, işçileri işe geri aldıracak bir işçi temsiliyeti, sendikal iradesi ve bakış açısı bulunmuyor. Bakanlık Müfettiş Raporunda yer alan “sendika işçileri eyleme yönlendirmedi” sözü bile, yeterince açıklayıcıdır. Hava-İş yönetiminden beklentimiz olmamalı. Hava-İş yönetiminden yararlanan işverendir. Bütün sorumluluk ve güç başta 305 işçi olmak üzere THY çalışanlarındadır. İşyerindeki havayı ve dengeleri değiştirmek üzere harekete geçecek bir işçi hareketi başlatılabilirse, THY yönetimi atılan işçileri geri almak zorunda kalacaktır. İşe iade kararlarını uygulatacak olan, yasalar değil işçi iradesidir. Bu iradeyi oluşturacak işçiler 29 Mayıs Birliği üyeleri başta olmak üzere, vicdani sorumluluklarını ve işçi olma görevlerini yerine getirmekte kararlı olan, işe iade hedefinde birleşen işçiler olabilir. Söz işçilerdedir.
Hey Tekstil ve Çapa işçileri buluştu N. CEMAL
9 Şubat 2013 Tarihinde düzenlenen basın açıklamasıyla mücadele arkadaşlarımız ve sınıf dostlarımız olan Hey Tekstil Direnişçilerinin 1 yıllık süreçlerini dinleme ve değerlendirme fırsatına sahip olduk. 6 aylık Çapa Direnişimizin deneyim ve birikimi içinden çıkan ve direniş komitemizde yer alan arkadaşlarımızla birlikte katıldığımız Hey Tekstil Direnişçilerinin değerlendirme toplantısında sınıf mücadelesi açısından çok önemli noktalar tespit edildi. Hey Tekstil Direnişinin 1 yılına dair dinlediklerimizle Çapa Direnişi sürecinde yaşadıklarımız arasında çok önemli benzerlikler olduğunu gördük. İşçi sınıfının düşmanı AKP Hükümeti’nin yanı sıra, Hey Tekstilin patronları olan Bektaş'ların partisi CHP'nin de gerçek yüzünü bir kez daha mücadele içinde bizlere gösteren Hey Tekstil Direnişçisi arkadaşlarımız oldu. “Hey Tekstil patronlarının son seçimlerde CHP'ye sunduğu maddi katkılar acaba işten attıkları kaç işçinin maaş ve tazminat alacaklarına karşılık düşüyor?” Daha da vahimi, Hey Tekstil Direnişçilerinin “tenkisatçı işçi düşmanı patronları tarafından yapılan maddi seçim yardımından DİSK eski başkanlarından Süleyman Çelebi’nin de sebeplendiği” gerçeğidir. Bu durum “CHP'nin Hey Tekstil Direnişçilerinden köşe bucak kaçmasını” fazlasıyla açıklamakla kalmayıp, “sendikacıların patronlarla olan işbirlikçiliğini bir kez daha gözlerimizin önüne sermektedir.” Hey Tekstil Direnişi önemli bir noktanın daha altını çiziyor: “Adında emek geçen” bir partinin de “sınıf uzlaşmacı tutumları sonucunda direniş kırıcı bir rol üstlenebileceğini” EMEP gerçeği üzerinden açıkça sergilemiştir.
Toplantıda bulunan ve Halkların Demokratik Kongresi’nde (HDK) yer alan bazı bileşenlerin, “bugün hiç kimsenin Levent Tüzel’in düştüğü konuma düşmek istemeyeceğinden” söz ediyor oluşuna da tanık olduk. Hey Tekstil Direnişçileri açıkça şunu söylediler; “EMEP bizim için yanlış bir tercih ve olmaması gereken bir kılavuzdu. Bu noktada hata yaptık. EMEP olmasaydı Hey Tekstil Direnişi 1 yıl uzamaz ve çoktan zaferle sonuçlanırdı…” Bir gerçeği vurgulamakta fayda far; Hey Tekstil Direnişçileri gerçek düşmanlarının patronlar olduğundan ve mücadeleyi patronlarına karşı kararlılıkla ve başarıyla yürüttüklerinden çok eminler. Çapa Direniş Komitesinde yer alan arkadaşımız da bu temeldeki deneyim ve birikimlerini Hey Tekstil Direnişçileri ile paylaştılar. Çapa Direnişimiz ve diğer işçi direnişlerinden çıkardığımız derslerle tarihsel deneyimleri birleştiren arkadaşlar olarak “kazanım” ve “yapılması gerekenler” olarak vurguladığımız önemli noktalardan bazıları ise şunlardı; “İşçiler, kendi direniş ve mücadelelerinin gerçek sahipleri ve öznesidirler. En devrimci örgütler bile işçiler olmadan bir işçi grevini ya da işçi direnişini kazanıma dönüştüremezler. İşçiler adına işçi direnişi ve sınıf mücadelesi yapılamaz. Böyle düşünenler sınıf mücadelesine zarar verecek yanlışlar yaparlar. Bunların olmaması için işçilerin kendi öz örgütlerini oluşturmaları, söz, yetki ve kararın gerçek anlamda işçilerde olduğu mekanizmaları yaratmaları şarttır. İşçi meclislerinin oluşması, direniş ve grev komitelerinin bizzat işçilerce oluşturulması ve işçilerden oluşması gerekir. Ve unutulmamalıdır ki; Komünistlerin çıkarı hiç bir surette işçi sınıfından ayrı bir çıkar değildir ve olmamalıdır…”
13
İşçilerin Sesi
HACAY YILMAZ, TARİŞ DENEYİMİNİ PAYLAŞTI Deri, Kundura ve Tekstil İşçileri Derneği’nin Şubat ayı etkinliğinin konusu, Tariş Direnişi, konuğu Dev Maden-Sen Ege Temsilcisi ve 1980 yılında TARİŞ iplik işçisi Hacay Yılmaz idi. 1980 TARİŞ direnişini yaşamış öncü işçilerden biri olan Hacay Yılmaz “TARİŞ direnişini anlamak için 1970′li yıllarının başına gitmemiz gerekiyor. TARİŞ, yaklaşık 80 bine yakın üyesi olan, Aydın-Manisa- Balıkesir –Denizlili üzüm, incir, zeytinyağı, pamuk üreticilerinin kooperatifi, 10 binin üzerinde işçinin çalıştığı bir işletmedir. ANT-BİRLİK, TRAKYA BİRLİK gibi TARİŞ de siyasal iktidarların nüfuz alanındaki tarım kooperatiflerinden biriydi. Dolayısıyla dönemin Milliyetçi Cephe hükümetleri (AP-MHPMSP), bu işletmeleri “arpalık” olarak kullanıyordu. 1979 yılında CHP'nin kısa süreliğine iktidarı sırasında ise, TARİŞ’te faşistlerin etkinliğinin kırılması yönünde hareket etti ve devrimcilerin TARİŞ’e girişine olanak verdi. 2. MC hükümeti, CHP’nin işe aldığı solcu işçilerin işten çıkartılmasına yönelince, direniş başladı. Direnişin, beklenin üzerinde sert gerçekleşmesiyle birlikte, devreye yine kendisine solcu diyen, DİSK bürokrasisi gir-
di. Sendika bürokrasisi gerçek yüzünü ve sınıfa ihanet eden çizgisini net olarak ortaya koydu ve direnişi kırmak üzere hareket etti. DİSK Tekstil İşçileri Sendikasının da başkanı olan Rıdvan Budak'ın izlediği siyaset sonucu TARİŞ İplik direnişi kırılmıştır. Olay şöyle gelişir: 22 Ocak sabahı fabrikaların etrafı belediye otobüsleriyle getirilen polis ve
jandarmalar sarmıştır. “Arama yapacağız, burada silah var” diyerek, panzerlerin kapıları kırdığı, duvarları yıktığı, ateşli silahların kullanıldığı bir arama yapılır. Polisin bu operasyonuna karşı, özellikle de Çiğli İplik Fabrikası işçileri, üzerinde çalıştıkları makinelerin iğlerini, masuralarını ve kendi bedenleriyle karşı koyarlar. Polisi fabrikaya sokmazlar. Bu karşı ko-
yuşta, kadın işçiler en öndedir. Polis üzüm işletmeleri ve yağ kombinası fabrikalarında onlarca işçiyi ve iplik fabrikasında ise, gelişi güzel yakalayabildiği bir kaç işçiyi gözaltına alır…” Direniş bir işçi direnişinden çok, TARİŞ’te bulunan her boydan devrimci örgüt ve partilerin oluşturduğu “cephe”nin eylem birliği ve direnişidir. TARİŞ Direnişi, işçilerin eyleminden çok, fabrikaya sonradan giren devrimci işçilerin; mahallelere yayılmasıyla birlikte ise, devrimci grupların eylemidir. Hacay Yılmaz’ın sunumunun ardından, Dernek adına yapılan konuşmada, TARİŞ Direnişinde sendika bürokrasisinin rolü, devrimci grupların parçalı oluşları ve bir devrimci önderlik boşluğu üzerinde duruldu. TARİŞ’ten bugüne çıkartılacak ders ise, işçi sınıfı içinde hem sendikal hem de siyasal çalışmanın güçlü biçimde gerçekleştirilmesidir. Derneğin işçi sınıfını bilinçlendirilmesi çalışmalarına önem verdiği vurgulandı. İşçilerin Sesi - haber
2B YASASI: YENİ BİR BORÇLANMA DÜZENİ Kamuoyunda 2B Yasası olarak bilinen "Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi ve Hazine Adına Orman Sınırları Dışına Çıkarılan Yerlerin Değerlendirilmesi ile Hazineye Ait Tarım Arazilerinin Satışı Hakkında Kanun" 18 Nisan'da meclisten geçmişti. 2B alanları, Orman vasfını yitirmiş, kadastro marifetiyle orman alanları dışına çıkartılmış, bir daha geri kazanılamayan ve ıslah edilemeyen araziler olarak tanımlanıyor. 2B yasasının bedele ilişkin hükmü rayiç bedel üzerinden yüzde 70 olarak belirlenmişti. Bu hükmün pratikte uygulamasında sorunlar oluşması sebebiyle, Ocak ayında yeni bir teklif getirilmişti. Yeni düzenleme 400 metrekareye kadar olan kısım için, rayiç bedelin yüzde 50'sini bedel olarak biçiyor. 2B arazilerinin satış ve iade işlemlerine Şubat ayında başlandı. Bakanlığın açıklamalarına göre 2B Yasası ile 400 bin hektar tekrar arazi, sahiplerine ve kullanıcılarına satılıp yaklaşık 9,8 milyar lira gelir elde edileceği tahmin ediliyor. Yasaya göre, Türkiye genelinde bir daha ormana dönüştürülmesi
14
mümkün olmayan orman arazilerinin yaklaşık olarak İstanbul’un tamamı kadar yer kapladığı söyleniyor. Sadece büyük kentlerdeki 2B arazilerinin büyüklüğü 260 bin futbol sahası büyüklüğünde. 2B arazilerinin önemli bir bölümü İstanbul’da bulunuyor. Tapu ve Kadastro İstanbul Bölge Müdürlüğü’nün yaptığı çalışma ile İstanbul’da 19 ilçede yaklaşık 10 bin hektar 2B arazisi kayda geçirilmiş. İstanbul’da tespit edilen 2B arazileri Avrupa Yakası’nda Sarıyer ilçe sınırları içinde Fatih Ormanları’nın içinde bulunduğu bir kısım, Şişli ilçesinde Ayazağa çevreleri, Eyüp ilçesinde Göktürk ve Kemerburgaz çevrelerinde bulunuyor. Anadolu Yakası’ndaki araziler ise Beykoz’un Çavuşbaşı, Ümraniye’de Dudullu ve Tepeüstü bölgeleri, Çekmeköy’de Alemdağ ve Ömerli mahalleleri, Sultanbeyli’nin tamamı, Şile’de Ağva, Kabakoz ve Göçe bölgeleri 2B arazilerinin yoğunlukla bulunduğu alanlar olarak belirlenmiş. Türkiye genelinde en çok 2B arazisi 45 bin 548 hektar ile Antalya’da bulunuyor. Şubat ayının sonunda, Alanya'da 2B rayiç be-
del fiyatlarına tepki gösteren yaklaşık bin 500 kişi, D-400 karayolunu trafiğe kapatarak oturma eylemi yapmıştı. 2B kapsamında olup da üzerinde bulunduğu araziyi alamayacak durumda olan köylüler için bankalar 2B kredisi verme konusunda hazırlıklar yapıyor. 2B yasası ile üretimden vazgeçerek ülke ekonomisini arazi rantı üzerinden temellendiren AKP, köylünün yıllardır kullandığı, ekip biçtiği araziyi yeniden kendisine satmayı hedefliyor. “2B alanların-
da bütünlük sağlanarak" bölgenin kentsel dönüşüm alanı ilan edilmesine olanak sağlanması riski de vardır. Toplumun en fakir kesimi olan orman köylülerinin kullandığı bu arazileri alacak parası olmadığı için, 2B yasası aslında köylüyü bitirecek bir yasadır. İşlettikleri arazileri yeniden satın almaları üzerine kurulu bu sistem içinde yine yoksul kesimin borçlandırılarak ekonomik düzeni döndürmesi bekleniyor. İşçilerin Sesi - Haber
İşçilerin Sesi
FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... SAĞLIK
İki işverenli sözleşme İki işveren var. Alt işveren, üst işveren. Alt işveren, taşeron firma. Üst işveren üniversite. Sözleşme hem bu iki işveren arasındaki kuralları hem de işçi ile alt ve üst işveren arasındaki kuralları düzenliyor. Yani bir imzayla hem iki işveren ne derse onu yapacağız, hem de işverenler arasında kavga çıkarsa faturayı işçi ödeyecek. İşçi arkadaşların bir kısmı imzalamadı, doğru yaptı
Yıkılmadan yapılır mı? Taşeron işçiler ne zaman kararlı olduklarını ifade etseler ve artık eylem yapacağız deseler, “yapmayın,
yıkmayın” edebiyatı başlayıp gidiyor. Ortada yıkan yok ama, üniversite yönetiminin ağzı ve eli yıkmaya alışık olduğundan, ilk akıllarına gelen “yıkmayın” oluyor. Yıkmayıp da ne yapalım? Dekanlık, yıkmadan yapabilyorsa, Çocuk Bölümünü yıkmadan yenileseydi ya? Yenisi için eskiyi yıkmaktan çekinmeyeceğiz!
Yönetim için iş önemli, işçi değil Yönetim ikinci grev kararında 9 kişilik tam kadro, Recep Beyler, Şakir Beyler dahil, Dekanlık binasına işçi temsilcilerini çağırdılar. “Ameliyathane önemli”, “Nakil bekleyen hastalar var” deyip vicdan yaptılar. Ancak bir kez olsun “Siz de önemlisiniz” demediler. İşte yarım günlük iş bırakma, bu faydasız görüşmenin sonucunda uygulandı.
Sağlık çalışanı mıyız kargocu mu? İmzalamamız için dayatılan sözleşmelerin başında adı yazan firma, ne iş yapıyor? Okumuş olmalısınız: Temizlik, inşaat, gıda ve kargo dağıtım hizmetleri… Bu işlerle sağlık işinin ne ilgisi var? Bu şirket, sağlıkla ilgili hangi hizmeti verebilir? Üniversite yönetimi bile bile sağlık hizmetlerini ayağa düşürüyor. Tek derdi ucuz işçi çalıştırmak. (Sevil)
Zehir değil hava solumak istiyoruz Solvent, boya, alkol, tiner ve bilumum uçucu, zehirleyici, bağımlılık yapan gaz, toz vs. Kafa yapmaya mı geliyoruz, çalışmaya mı? Maskeleri 12 saat takmak sıkıntı. Havalandırma
Haklarımızı patronun insafına bırakmayalım ayı verirlerse cebinden daha çok para çıkacaktı. Patron herkesin okuduğu bir gazeteye röportaj vermiş; son yıllarda yüzde 15-20 büyümekteyiz. Yeni yaptırdığı fabrika için de şöyle para harcadık vs. Aynı patron sıra işçilere gelince yüzde 8 zammı bile çok görüyor. İşçi bunun farkında ama şimdilik sessiz kalıyorlar. Yıllık izinlere Ocak ayından itibaren zorunlu olarak çıkılmaya başlandı. 22 Nisan’da bir hafta fabrika kapatılacak, makine bakımları yapılacakmış. İşçiler hiçbir zaman yıllık izinlerini tam ve istedikleri ayda kullanamıyorlar. Geçen yıl da izinler kışın kullanıldı, yazın da iş olmayınca ücretsiz izine çıkardılar.
Patron kâr etmek için günden güne yasaklar koyuyor. Her denetim olacağı sırada işçiye hijyen ve fabrika kuralları adı altında eğitim veriliyor. Bu eğitimler, prosedür gereği; müşterinin ve denetimcilerin gözünü boyamak için yapılıyor. Eğitimlerin hiçbiri hiç biri üretimde kullanılmıyor. Paydos saatine kadar çalışan bir makinenin temizliği öylesine yapılıyor hijyen de lafta kalıyor. Patronların gözlerini kâr hırsı bürüdüğü için ne işçinin nede tüketicinin sağlık durumu umurunda oluyor, Biz içiler olarak haklarımızı patronların insafına bırakmamalıyız; örgütlenip birlikte hareket etmeliyiz. (G.Kemerli)
SAĞLIK
Çapa ameliyathane, yarım gün iş bıraktı Geçtiğimiz yıl taşeron sağlık işçilerinin ücretlerinde 300 TL’ye yakın kesinti yapılmıştı. Geçici süreyle kesinti yapılacağı söylense de kesintiler devam ediyor. Ocak ayından itibaren taşeron temizlik işçilerinin ücretlerinde 160 TL civarında kesinti yapıldı. “Kadro verilecek” söylentileri bir yandan, ücret kesintileri diğer yandan devam ediyor. Bir süredir Mono Blok ameliyathane işçileri iş bırakacaklarını ifade ediyorlardı. Ancak her sefe-
rinde Başhekimliğin müdahaleleriyle bir türlü harekete geçilemedi. Bu kez, ameliyathane işçileri harekete geçmeye karar verdiler ve bu karar diğer işçilerin de kadro talebiyle yürüyüşe geçmesine yol açtı. “Herkese Sağlık Güvenli Gelecek” önlükleriyle yürüyüşe geçen işçilerin ortak eylemi, her ne kadar dar çıkar çekişmelerine kurban edilmek istense de, işçilerin bu çekişmenin dışında kalarak, birlikten yana tutum almaları önümüzdeki günlerde ya-
Çalışma koşulları da İlk 10'a Girmeli Patron Avrupa'da ilk 10 arasına girmek istiyormuş. İyi güzel de ya biz işçiler? Patron bizim sırtımızdan kazanıp daha da zengin olmanın derdinde. Biz de çalışma koşullarında ilk 10'da olan şirketlerin haklarını istiyoruz.
PLASTİK
GIDA
Ocak ayını zamlı çalıştık, ama Şubat’ta bitti halen ne zam var nede ne kadar zam alacağımız belli. İdareden bir açıklama yok. İşçiler kendi aralarında yüzde 8-10 verilecekmiş diye konuşuyorlar ama kesin bir bilgi yok. Önceden asgari ücrete zam geldiğinde asgari ücret alan işçilerin bir yıllık asgari ücret zammını birden veriyorlardı. Bu yıl ilk altı ayın zammını verdiler diğer altı ayı da altıncı ayda vereceklermiş. Maaş alınırken muhasebeciye sorduk: Neden iki zammı birden vermediniz diye? Patron bu yıl böyle uygun gördü diyorlar. Patron işine geldiği gibi davranıyor. İşçinin yarısı asgari ücret aldığı için ikinci altı
yetersiz. İşçi sağlığını ve iş güvenliğini hiçe sayan bu koşullar acilen düzeltilmeli.
şanacak mücadelelere damgasını vuracaktır. Öte yandan iş bırakan ve hareketin motor gücünü oluşturan ameliyathane işçileri, el çabukluğuyla devre dışında tutuldu. Bu da işçileri için değil, işçiler namına ama kendi hesabına hareket etmenin ifadesi sayılır. Ancak bu eksikliklerin ve fırsatçılıkların önümüzdeki süreçte aşılarak, işçilerin birliğinin sağlanacağına inancımız tamdır. (Emine)
Göz korkutmak istiyorlar Patron çok kolay işçi çıkarıyor. Zam ayı geldi mi, her şey patronun iki dudağının arasında. İşçiye para vermekten korkuyor. Fabrika işçilerin sayesinde büyüdü. İşten çıkardığı işçi nasıl geçinir, ne yer ne içer, ev kirasını faturalarını nasıl öder diye düşünmüyor. Birlik olursak kolay işçi çıkaramaz ve düşük zam veremez. (Onur)
İş cinayetlerini durdurun, taşeron sisteme son verin! Antep’te galvaniz fabrikasında meydana gelen patlamada 8 işçi öldü, 15 işçi yaralandı. Ocak ayının ilk haftasında madenlerde grizu patlaması sonucunda 8 işçi bir yerde 2 işçi başka madende olmak üzere 10 işçi yaşamını kaybetti. Bunlar iş kazası değil, bir cinayettir. “Allah rahmet eylesin” diyerek geçiştirilip, geride kalanlara “başsağlığı” dileyerek üstünü örtemeyiz. Ya da Başbakanın dediği gibi “madene giden ölümü göze alacak”, bakanın dediği gibi “güzel öldüler” diyemeyiz. İş cinayetlerine kurban giden işçi kardeşlerimiz, asgari ücrete ve 12 saat çalışmaya zorlandılar. Eve ekmek götürmek, kirayı, elektrik parasını yetiştirmek için en ağır koşullarda çalışmaya razı oldular. İşsizliğin baskısı altında, güvencesiz çalışma koşullarında canlarını ortaya koydular. Başbakan bu çalışma sistemini görmüyor mu? İşçilere “iş buldunuz daha ne istiyorsunuz” diyor. Çalışma Bakanı görevini yapmadığı için istifa etmelidir. İşçilerin canını alan taşeron işçiliği yasalaştırmak istediği için istifa etmelidir. Çaresiz değiliz: Kadrolu, güvenceli, insanca yaşayacak ücret istiyoruz. Sizden korkmuyoruz. Çünkü haklıyız. Siz korkuyorsunuz. Çünkü ikiyüzlüsünüz, sömürücüsünüz ve haksız olduğunuzu çok iyi biliyorsunuz.
15
LENİN’İN DEVRİMCİ MARKSİST OKUMASI İÇİN
ŞİMDİ TROÇKİ OKUMA ZAMANI Troçki okumak “resmi devlet sosyalizmi tarihi” dışında devrimci bir tarihin öğrenilmesine olanak verir. Seyfi ADALI
bloku tarafından partiden atılıp sürgün edilmiş ve Meksika’da sürgündeyken Stalin’in bir ajanı tarafından kafasına buz baltasıyla vurularak 20 Ağustos 1940’ta öldürülmüştür. Lenin’in Stalinist olmayan devrimci Marksist okumasını yapabilmek, Lenin’e ve Ekim Devrimine; Lenin’den sonraki sınıflar mücadelesi tarihine; Almanya’da ve İtalya’da faşizmin yükselişine, İkinci Dünya Savaşında faşizme karşı önerilen Halk Cephesi politikalarına, 1927 Çin Devrimine, 1936 İspanyol Devrimine ve nihayetinde Sovyet Devletinin sınıf karakterinin analizine devrimci Marksizm gözüyle bakmak demektir. Eğer biz, İşçilerin Sesi gazetesi okurları 1923’te parti içinde kriz baş gösterdiğinde ve ardından Ocak 1924’te Lenin’in ölümüyle birlikte ortaya çı-
Dünya ve Türkiye sosyalist hareketi siyasi eğitimini esas olarak Sovyet bürokrasisinin ve onun Stalinist gözlüğüyle okunan Ekim Devrimi ve Lekan ayrılıkta; iki ayrı eğilimden birini tercih etnin derslerinden almıştır. Devrim ve sosyalizm mek zorunda kalsaydık, Stalin’in temsil ettiği büadına tüm okumalar, Sovyet bürokrasisinin çırokrasiden değil, Sol Muhalefeti temsil eden karları tarafından belirlenmiştir. Troçki ve yoldaşlarının tarafında yer alırdık. Sovyetler Birliği’nin Stalin’in ölümüne kadarki Resmi devlet sosyalizminin, Tek Ülkede Sosbölümünü savunan ve sonrasını eleştiren Maoyalizm sözde teorisi, ulusalcı bir sosyalizme yöcu Lenin okuması da, Mao’nun ifadesiyle “yüzneliş olmuştur ve bürokrasi Dünya Devrimine ihade 70” Stalinist istikamettedir. net etmiştir. Sol Muhalefet ve Troçki bu gidişata Kastro’nun (veya Che’nin) Lenin okumaları da temelden itiraz etmiş, enternasyonalizm ve koyukarıdaki iki çizgiden özünde farklı sayılmazmünizm değerlerini savunmuş esas eğilimdir. Sol lar. Şekil yönünden “ortacı” çizgide dursalar da, Muhalefet ve Troçki, Marks, Engels ve Lenin’in işçi sınıfının devrimci rolü başta olmak üzere kavramlarıyla en alttaki sınıfların göMarksizm’in temel tezlerine dair “gezüyle; 1905 ve 1917 Devriminin temel rillacı” revizyonlara sahiptirler. ilkeleriyle Sovyet devletine ve 3. EnAlgıları açık, kafası parti merkezternasyonal’in politikalarına bakabillerinin bürokratik karalamalarımiş, Lenin’in ölümünden sonra na kapalı, öğrenmek ve sorenternasyonalist komünist gulamaktan yana, el çizgiyi devam ettirmiş kitaplarından tekrar bir eğilimdir. Oneden bir “Leninist” ların yazılarını okudeğilseniz, Lenin’in dukça görülecektir ki, devrimci Marksist okubize anlatılan “resmi ması için Troçki okumanısosyalizm, devrim ve zı öneriyoruz. Lenin’i Staparti tarihi”, Türkiye Cumlin’den öğrenmek, yozlaşmış huriyeti’nin “resmi İnkılâp bir işçi iktidarının, bürokratik Tarihi” anlatımından farksızbir devletinin iktidar penceredır. Bürokratik sosyalizmin tasinden Lenin okumak, çarpık, rihi ulusalcıdır, lider/şef meryalana dayalı ve iktidardakilerin çıTürkçe’de Troçki’nin neredeyse tüm eserkezlidir, devlet bürokrasinin ve son karlarına göre kurgulanmış bir sosleri 1980 öncesinde Köz Yayınları, günümüzde ise, Yazın Yayıncılık tahlilde burjuvazinin çıkarlarını temyalizm ve parti tarihi okumak detarafından yayınlanmaktadır. Yazın Yayıncılık eserlerin tekrar baskılarını yapmaktasil eder. Rahatlıkla söyleyebiliriz ki, mektir. Sendika bürokrasisinin gözdır. Tarih Bilinci Yayınlarından da bazı kitapları yayınlanmıştır. Türkiye’de Kemalizm’in Kurtuluş Salüğüyle işçi sınıfının mücadele tarihini “Balkan Savaşları” kitabı ise, genişletilmiş çevirisiyle ilk kez yayınlandı. Arba Yavaşı tarihi anlatısı ne ise, Rus Devriokumaya benzer. yınlarından 1995 yılında kısa bir versiyonunu yayınlamıştı. Kasım 2012’de İş Bankaminde bürokrasinin parti tarihi ve Lenin’in devrimci Marksist okusı Yayınlarından çıkan yeni baskı, 650 sayfadır. İş Bankası Yayınları, Nisan 2010’da Stalin kültü anlatısı odur. ması ise, işçi sınıfının, en alttakilerin Ömer Sami Çoşar’ın 1969 yılında KİTAŞ Yayınlarından çıkan “Troçki İstanbul’da” adlı Troçki okumak sadece devrimci gözüyle sosyalizme ve parti fikrine, çalışmasını da tekrar baskısını yaptı. Troçki’nin kitaplarından indirimli edinmek isteMarksizm gözüyle Lenin sonrasınsendikalara ve işçi devletine bakmak yen okurlarımız, gazete adresimizden bize ulaşabilirler. daki sürece bakmak değildir; aynı zagerekli.. Troçki’nin önemi buradadır. Troçki’nin Türkçe’de yayınlanan bazı eserleri şunlardır: manda “resmi devlet sosyalizmi taTroçki, Lenin’in yanında bulunmuş, Rus Devrimi (3 Cilt), Sürekli Devrim, Ekim Dersleri, Sendikalar Üzerine, Geçiş Progrihi” dışında devrimci bir tarihin öğ1905 ve 1917 Petrograd Sovyetlerine ramı, Faşizme Karşı Mücadele, 1905, İspanya Dersleri, İhanete Uğrayan Devrim, Yeni renilmesine de olanak verir. başkanlık yapmış, 1917 Ekim devrimi Yol, Çarpıtılan Devrim, Çin Üzerine, Lenin’den Sonra 3. Enternasyonal, Balkan Savaşları, Troçki okumak ile Troçkist olmak sırasında da Lenin ve Bolşeviklerle apayrı şeylerdir. birlikte aynı parti yönetiminde yer alHayatım, Stalin’in Cinayetleri, 1917 Yılı, Emperyalist Savaş ve Dünya Proleter DevriSamimi Leninistlere çağrımız şumış, devrimin ardından Dışişleri Komi, Stalin, Edebiyat ve Devrim, Onların Ahlakı Bizim Ahlakımız, Gündelik Hayatın Sodur: Troçki okuyun. Troçkist olmak miseri (bakanlık), Kızıl Ordu Komurunları, Terörizm ve Komünizm, Sürgün Günlüğü, Marksizmi Savunurken… zorunda değilsiniz! tanlığı yapmıştır. Ardından iktidar İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi - Aylık Süreli Siyasi Yayın - Tarih: Mart 2013 Sayı: 12 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı - İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi Kemal C. Sarıoğlu Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Söğütlüçeşme Cad. Tulumbacı Asım Sok. Korular İş Hanı No: 48 Kadıköy - İstanbul Web: iscilerinsesi.org e-mail: iscilerinsesi@gmail.com