E13 haziran 2013

Page 1

Sayı: 15 Haziran 2013

ISSN: 2147-1568

1.5 TL

Fotoğraf: Sadık Güleç

BU DAHA BAŞLANGIÇ MÜCADELE SÜRÜYOR

n

Çapulcular, ayyaşlar öfkeli

Tayyip sonun Mübarek olsun!

> 2

n

Taksim Dayanışması’ndan Derya Karadağ:

Tarihi korumak mı hafızaları değiştirmek mi? > 9

n

Feministlerden Eylem:

Küfürle değil inatla diren! >

16


İşçilerin Sesi

BİZ KİMİZ? NE İSTİYORUZ? NE İÇİN MÜCADELE EDİYORUZ? Bugün dünyaya egemen olan anlayış sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan; ayrımcılıktan uzak yeni bir toplum olmalı, bu da komünizmdir. Rusya'da 1917 Ekim İşçi Devriminden kısa bir süre sonra, Doğu Avrupa, Çin ve Küba'da daha en başından itibaren "işçi sınıfı" ve "komünizm" adına yaşananlar, işçi sınıfının çıkarlarından uzak, bürokratik ve yozlaşmış rejim deneyimleri olmuştur. Bu rejimlerle "işçi demokrasisinin" ve "komünizmin" doğrudan ilgisi yoktur. Komünizm, işçi sınıfı ideolojisidir; onun tarafından ve dünya seviyesinde inşa edilebilir. İşçilerin Sesi Gazetesi, insanlığın kurtuluşu olan komünizmi, kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezme-ezilme ilişkisinden; ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlar. Kürt ulusunun kendi kaderlerini tayin hakkını savunur. İşçilerin Sesi Gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır. İşçilerin Sesi Gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız, demokratik, şeffaf olmalarını savunur. İşçilere ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişecek işçi hareketi eliyle birer işçilerin öz örgütü haline gelmesi için çalışır. İşçilerin Sesi Gazetesi, işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Tüm işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak Enternasyonalist Komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir Komünist Enternasyonalin inşası demektir. İşçilerin Sesi Gazetesi,’nin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin, Rosa ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır; Enternasyonalist Komünisttir.

2

TAYYİP SONUN MÜBAREK OLSUN! Taksim Gezi Parkına AVM yapılmasına ve park olmaktan çıkartılmasına itiraz eden bir grup çevreci ve aktivistin iki gün üst üste sabaha karşı polisin gazla saldırısına maruz kalması ve polisin protestocuları parktan sürmeyi hedefleyen saldırısına karşı tepkiyle başlayan olaylar, büyük bir çoğunluk tarafından “Tayyip İstifa!” ve “Hükümet İstifa!” sloganlarında kendini ifade eden bir halk isyanına dönüştü. Tayyip Erdoğan’ın “siz ne derseniz deyin ben ne dediysem o olacak” tavrı, daha önce yüzlercesine tanık olduğumuz küçük çapta bir protesto eyleminin, halk isyanına dönüşmesine yol açtı. Başbakanın ardı ardına yaptığı açıklamalar, “çapulcular, ayyaşlar” söylemi öfkeyi giderek arttırdı. Olayları önlemekten çok, başbakana itiraz eden kitleleri ezmeyi ve kendilerini ifade edemez hale getirmeyi amaçlayan polisin terörü, kitlelerin “biber gazı”nın yol açtığı acı ve öfkesini, ağaç kesilmesine itirazdan başbakanın istifası düzeyine taşıdı. AKP hükümeti, bugüne kadar hedefine sendika ve siyasi partileri; onların üyelerini almıştı. Gözaltı ve operasyonlarını sendikalara yöneltmişti. Ancak şimdi, çok daha geniş bir toplum kesiminin yaşayış ve düşünüş biçimini hedef alıyor. Onlara buyurgan ve tehditkar davranıyor, saygısızlığını büyük bir kibirle ifade ediyor. Polisin tazyikli suyu ve biber gazına; TOMA araçlarına ve polis copuna karşı gözüpek ve enerjik bir biçimde kafasını, gözünü, bedenini bir an bile duraksamadan uzatan; milyonlarca genç kadın ve erkeğin zincirinden boşanırcasına “Artık Yeter!” ya da Kürtlerin yıllardır ifade ettiği gibi “edi bese” diyen bir genç kitlenin başkaldırısı, isyanını ifade ediyor Taksim Gezi Parkı direnişi. “Artık yeter” ortak duygusu etrafında bir araya gelen genç kadın ve erkekler; bu duyguyu hissederek destek vermekten çekinmeyen Çarşı başta olmak üzere taraftar grupları, beyaz yakalı emekçiler, öğrenciler; işçiler ve işsizler; ille de kadınlar ve gençler, çok geniş bir siyasal yelpaze içinde öfkeyle başkaldırdılar. Taksim Gezi Parkı direnişi, 11 yıllık AKP iktidarına karşı, TEKEL işçilerinin

Ankara Direnişinde tanık olduğumuz toplumsal destekten daha çoğunu aldı. Öyle ki, eylemin ilk haftası içinde tüm Türkiye’de yankı buldu. İzmir, Ankara, Adana, Hatay, Eskişehir, Samsun başta olmak üzere hızla onlarca ile, yüzlerce ilçeye, binlerce mahalli eyleme dönüştü: “Tayyip İstifa”, “Faşizme Karşı Omuz Omuza” sloganında ifade buldu. “Gezi Parkı Direnişi” kısa süre içinde “ayaklanma/isyan” boyutlarına ulaştı ve hedefine Başbakan Tayyip Erdoğan’ı koydu. Her ne kadar Tayyip Erdoğan buyurgan dilini değiştirmeden, provakatif üslupla konuşmasını sürdürse de ve “Bize oy veren yüzde 50 toplum kesimini zor tutuyoruz” diyerek kuyruğu dik tutmaya çalışsa da, Cumhurbaşkanı başta olmak üzere birçok AKP’li bakan ayaklananları yatıştırmak üzere “mesaj alındı, demokrasi sadece seçim demek değildir” gibi bir açıklama yapmak zorunda kaldı. Başbakan da “Fas, Tunus, Cezayir” gezisine çıkartılarak Türkiye’den uzaklaştırıldı. Başbakan vekili Bülent Arınç, direnişin ilk iki günü için bile olsa, özür diledi ve emniyet yetkilileri hakkında soruşturma başlatıldığını açıkladı. Genç kadın ve erkekler, yaşam tarzlarına, içkiye, bedenlerine müdahale edilmesine, tepeden konuşan iktidar diline itiraz ettiler fakat onları harekete geçiren en önemli sebep, kendilerini bekleyen daha iyi bir geleceğin olmaması. Üniversite mezunlarının üçte ikisi işsiz. Üniversiteye giriş ise daha da zor. Mezun olup, iş bulanların büyük kısmı ise uzun saatler boyunca çalışmanın karşılığında yetersiz ücret alıyor. Hak arayanlar işten atılıyor, sendikalaşmak isteyenler işsiz kalıyor. Dolayısıyla gençler için hem iyi bir gelecek söz konusu değil hem de yaşam alanları ve tarzlarına tepeden bir müdahale söz konusu. Nitekim, isyanın siyasal sonuçlarını ilk görenler, diğer ülkelerdeki deneyimleri yakından bilen başta ABD olmak üzere büyük devletler oldular ve AKP hükümetini ılımlı hareket etmesi için uyardılar. Yabancı basının birinci gündem maddesi “Taksim” oldu. Sermaye cephesinde de çok sert etkisi oldu

ve borsa yüzde 8’e varan düşüş yaşadı.Diğer yandan, AKP’nin aldığı oy ve meclisteki milletvekili çoğunluğuna rağmen, toplumun diğer yarısını hiçe sayarak karar alıp, uygulama dönemi kapandı. Gençlere ve işçilere yasaklanan Taksim, İstiklal Caddesi gibi şehir alanları, polisten arındırıldı, halka açıldı. AKP hükümeti ve burjuvazi içindeki çatlak derinleşti, Türkiye’nin uluslararası istikrar ülkesi olarak görülmesi ve “yıkılmaz iktidar” imajı zedelendi. Genç kitlelerin hareketi, mücadele etmek isteyenlerin özgüvenini artırdı, gençliğin siyasallaşmasının yolu açıldı ve eylemler tüm Türkiye’ye yayılarak, hükümet karşıtı ve demokrasi talep eden siyasal bir isyana, ayaklanmaya dönüştü. Kuşkusuz bu ayaklanma ve isyan, harekete geçen kitlelerin sosyal ve siyasal bileşimi itibariyle tutarlı, “devrimci demokratik” bir programa ulaşmış değil. Bunun için, toplumun daha alt sınıflarının, işçilerin, işsizlerin, kadınların, gençlerin ve demokrasi talebi olan Kürt siyasi hareketinin sürece dahil olması gerekiyor. Kadınların, gençlerin, işçilerin ve Kürtlerin, kelimenin gerçek anlamıyla demokratik hak ve özgürlükler için mücadelesinin pratik zemini örülmeyi bekliyor. Tedirgin olmadan, ön şart ileri sürmeden, öncelik ve sonralık hesabı yapmadan söz konusu mücadele alanları arasında köprü olacak pratikler geliştirmemiz gerekiyor. Sembolik olarak daha ilk gün ağaçları söken kepçenin önüne kendi bedenini dikerek yıkımı durduran BDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder bunu gerçekleştirdi bile. Öyleyse, enternasyonalist komünistler olarak, işçi sınıfının başkenti İstanbul Taksim’de, MayısHaziran Günlerinde ortaya çıkan morali ve özgüveni işçi sınıfı zeminine taşımalıyız. Hükümete ve patronlara karşı mücadeleyi yükseltmeliyiz. İşçi sınıfının hak ve özgürlüklerinin sağlanması için, işçilerin mücadeleye girmesini sağlamalıyız. AKP hükümetinin ve sermayenin kalıcı geri adım atmasını sağlamak, işçi sınıfının mücadeleye girmesiyle mümkün olacaktır.


İşçilerin Sesi

Sendikal mücadelede bir dönemin sonu Bahadır ALTAN

Bu yazı yazıldığında, az sayıda işçinin katılımıyla uçuşların aksamadan sürdüğü THY Grevi 15. günündeydi. Kamuoyu ve işçiler, tam bir yıl önce işten çıkarılan 305 işçinin işe iadesinin kabul edilmemesini grevin asıl nedeni olarak biliyor. Gerçekler ise göründüğünden biraz farklı! Bir yıl önce neler Oldu... Artık herkesin "305" olarak bildiği olay, 29 Mayıs 2012 tarihinde, AKP iktidarının, havacılara grevi yasaklayan yasa girişimine karşı işçilerin protestosu etkili olunca yaşandı. Özetle sendika yönetimi eylem çağrılarını kendisi üstlenmeyerek topu işçilere atmış, bunu "iyi bir pas" olarak değerlendiren THY patronu da işçilerin kalesine golleri sıralamıştı! Cep telefonlarına gelen işten çıkarıldıklarına dair mesajlarla sendikaya koşan 260 kabin memuru ve 45 teknisyenin aldıkları cevap tam bir tokat gibiydi: "Ortada sendikanın yaptığı bir çağrı yoktu ve işçiler ne yaptığını bilecek, sonuçlarını tahmin edecek yaştaydılar!" Bu şok atlatılmadan, işe iade davaları için vekalet verecekleri sendika avukatının, tazminatlarından %10 alacağını öğrendiler! Bu tutum işçileri çil yavrusu gibi dağıtmaya yetti. Büyük çoğunluğu sendikacılara duyduğu öfkeyi sırtlanarak Genel Merkez'den ayrıldı. Çok az sayıda işçi ise o tarihten beri havaalanında süren direnişi başlattı. Grev Başlıyor: Ocak 2013'te başlayan TİS görüşmeleri bu direnişin umudu oldu. THY işçilerinin büyük çoğunluğu yasal TİS görüşmelerini bundan ayrı tutarak, bu nedenle yapılacak grevi "düğünden sonra davul çalmaya" benzettiler. Grevden yana olan işçiler için ise, arkadaşlarına duydukları vefa borcu temel etkendi. Şimdi, grevin 10. gününde Hava-İş, "TİS görüşmelerinde ve grev kararı alınırken 305 işçinin iadesinin ne ilk, nede son maddede bir koşul olarak öne dahi sürülmediğini" yazılı olarak resmen açıkladı! Greve katılan tek bir uçak teknisyeni ve genel müdür personeli olmadı. Başlangıçta 2500 üzerinde pilottan 10 kişi katılsa da şimdi, biraz da kadınların mücadelelerdeki öncülüğünü ispatlarcasına tek kadın kaptan kaldı. Altı bin üzerinde kabin memurundan ise THY yönetimi 208 derken, sendika 3 binlere kadar çıkıyor. Ancak

uçuşların aksamadan sürmesi, gerçek katılımın 1000 cıvarında olduğunu gösteriyor. Bu sayının da çok azı grev yerine gidiyor. Gerçeği söylemek gerekirse, yasal süreç olarak, grev var, ama özellikle çalışan kabin memurlarının yükleri artırılarak uçuşlar aksamadan sürüyor. THY yönetiminin "grevin amaç dışı uygulandığı" gerekçesiyle başvurduğu mahkemede ise bu yazının yazıldığı gün duruşma yapılacaktı.Yani şu anda mahkeme kararıyla "Bu iş yerinde grev var" pankartı da kaldırılmış olabilir. Ama bizim anlatacaklarımız bu güne kadar yaşananlarla ilgili. Tehditle greve çağrı olur mu? Patronların tehditlerine alışkın olanTHY işçileri grev öncesinde aynı tavrı sendikadan gördüler. "Anlamıyor musunuz!" gibi sözcüklerle başlayan sendika bildirileri "Greve katılmazsan, sendika üyeliğinden atarız, Toplu Sözleşme ve iş kanunundan yararlanamazsınız!" "Uçakları sık sık denetlettireceğiz Pilotlar lisanslarını kaybeder!" türünden tehditler içeriyordu. Bu da katılımı ciddi oranda olumsuz etkiledi. Zaten greve hazırlık anlamında işçilere grevin gerekçelerini anlatmayan, kararını işçilerle almayan Hava-İş, bu tutumuyla kendi grevini kıran bir sekterlik içindeydi. Bu nedenle grevci işçilerin önemli bir bölümü "bu sendika yönetimine rağmen" greve katıldıklarını belirtiyorlar. Katılmayanlar da sendikal haklarından vaz geçmiş, THY patronlarına biat etmiş değiller. Çadırsız Grev! İlk günlerde genel müdürlük önünde toplanan grevci işçiler, çadır kurulmasına izin verilmese de danslarla halaylarla birlikteliğin coşkusunu yaşadılar. İşçileri önünde gören ve kendisine mikrofon uzatılan her kes emek adına nutuklar attı. Bir örnek verirsek

grev alanının nabzını daha iyi tutarız: Sendika başkanı 100-150 kadar işçinin toplandığı alana geliyor. Mikrofondan "Arkadaşlar başkanımız geldiii, başkaan geldiiii, işte başkaaan" şeklinde yapılan çağrı, "Bu kadar yetmez arkadaşlar, Dahaaa!... Dahaaa!" şeklinde alkışları artırmaya çalışıyor. Sonra taburenin üzerine çıkan "başkan" konuşmaya başlıyor: "Hamdi Topçu, Atilay Ayçin adını ağzına alırken önce gargara yapacaksın!" " Atilla değil, Atilay bir kere, önce onu öğretecem sana!" Konuşma bu üslupla sürüyor. Grev alanındaki işçilerin bazıları "Helal olsun sana, helal olsun!" diye slogan atarken, kimisinin bu söylemden duydukları rahatsızlık yüzlerine yansıyor. Çünkü bu dil onların dili değil. İşçilerin dili arıdır, temizdir. İktidarın yüksek perdeden kabalığı değil, tabanın kararlı sabrı ve direnci vardır onda. Bizleri var eden, kardeş eden, ortak ananın dilidir o. Sendika başkanının sözlerinde, THY yönetiminin açıklamalarına yönelik benim de katıldığım tek cümle şuydu: "İktidar erki adamın başını döndürür ya, başları dönmüş konuşuyorlar..." İğneyi biraz da kendine batırmak gerekmez mi?: Bir ay önce aynı anlayışla yönetilen Tek Gıda-İş sendikasının Çay-Kur grevine de 10.000 işçiden 300 kişi katılmış, sendikacılar grev pankartı önünde hatıra fotoğrafı çektirip makam arabalarına binerek ayrılmış, grevi de AKP iktidarının kırdığını söylemişlerdi. Hava İş başkanı da televizyona "Bizim grevimizi daha ilk gün kırdılar, AKP kırdı, devlet kırdı!" diyerek suçluyu ilan ediyor! AKP iktidarı ve daha öncekiler ne zaman grevlerden yana oldular ki? Bu ülkede daha önce yapılan, işçilerin coşkuyla katıldıkları, sabırla diren-

dikleri grevler, iktidar veya patronların desteğiyle mi yapıldı? Ne grev kararı alırken, ne grev günü belirlenirken, ne de grev sırasında, "işçiler ne düşünüyor?" diye sormadan bu iş başarılabilir mi? Seçimle değil, yönetim kurulunun atamasıyla belirlenen temsilciler dahi greve katılmıyorsa insan biraz da aynaya bakma gereği duymaz mı? THY yönetiminin hesabı, bu anlayışı da kullanarak grevi yasa dışı ilan edip, sendikal örgütlülüğün içini tümüyle boşaltmaktır. Oysa bu yol daha önce de meclis eliyle, kanun yaparak denenmiş ama sökmemiştir. Çaba boşunadır, evrensel ve yüce bir kavram olarak Grev, yanlış ellerde kısa süreli teklese de onun hapsedileceği bir zindan henüz inşa edilemedi! Bir dönemin sonu: THY ve Çay-Kur grevleri sadece bir gerçeği gözler önüne sermiştir. Bu manzara sadec, bürokrasiye boğulmuş, yasalara sığınmış, devlet kontrolünde sendikacılık anlayışının tükendiğini gösteriyor. Bu gün sorgulanması gereken ilk konu "ne de olsa emekten yanadır" diyerek bu yapıları besleyen tutumumuzdur. Çünkü grev gibi yüce bir kavram bu yapıların elinde oyuncağa dönüştürülerek tümden yok edilmeye çalışıyor. Greve katılmayan işçiyi suçlama kolaycılığından vazgeçip, nedenlerini, bahanelere sığınmadan objektif olarak aramak gerekiyor. Bunu yapmadıkça ve sendikal bürokrasinin kuyruğunda siyaset yapmaktan vaz geçmedikçe alternatif üretilemez. Ne sendikal örgütlülük ne de grev, değerinden bir şey kaybetmedi. Başarısızlık, grevin değil bu işçiden kopuk sendikal anlayışlarındır. Bu dönem işçilere yabancılaşan diliyle beraber kapanırken yeni bir mücadele ve onun yeni dili doğuyor. Bunu görüp bu dili öğrenmeye çalışmak gerek.

3


İşçilerin Sesi

Suriye deneyiminin, emperyalizmin işbirlikçisi bölgesel güçler açısından ortaya çıkardığı en önemli gerçek, onların, emperyalistlerin çıkarlarına ters düşerek, bölgede ekonomik ve siyasi çıkar sağlamalarının mümkün olmadığıdır.

Obama, Tayyip’e ayar çekti! Aykut ÖZER

Başta Suriye politikası olmak üzere, bazı konularda AKP iktidarı ile Obama yönetimi arasında görüş farklılıkları olduğu biliniyordu. Başbakan Erdoğan, Mayıs ayı ortalarında yaptığı ABD gezisinde, bu görüş farklılıklarını gidermeyi ve ABD yönetimini ikna etmeyi hedefliyordu. Özellikle Suriye konusunda, bölgesel bir aktör olarak, Obama yönetimini kendi görüşlerine yaklaştırmak istiyordu. Ancak, beklenildiği üzere, tam tersi oldu; Başbakan ve kurmay heyeti, görüşlerini, ABD’nin yaklaşımı doğrultusunda değiştirmek zorunda kaldı. AKP iktidarının hegemonyacı heveslerini yansıtan ve El Kaide unsurlarıyla yakın işbirliği yapmasına yol açan Suriye politikası, ABD yönetiminden ciddi eleştiri aldı. Daha önce Başbakan Erdoğan ile yaptığı bir telefon görüşmesinde, elinde beyzbol sopasıyla görüntü vererek, AKP’nin bölge politikasına tepkisini gösteren Obama, bu defa benzer tavrı yüz yüze görüşmelerde ortaya koydu. Türk heyeti Reyhanlı’yı kullanmak istedi Oysa tam da Başbakan Erdoğan’ın ABD gezisi öncesinde, Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde patlayan ve elliyi aşkın insanın ölümüne yol açan bombaların, Türkiye heyetinin elini güçlendireceği düşünülüyordu. Patlamaların ardından, ABD yönetiminin, olayın so-

4

rumlusu olarak gösterilen Esad rejimine karşı daha ileri tedbirler alacağı umuluyordu. Buna karşın, ABD Yönetimi, Türk hükümetinin beklentilerini karşılamak yerine, ona nasihat ederek, sınırlarına daha iyi sahip çıkmasını tavsiye etti. Bu tavsiyenin ardından hükümet, belirsiz bir süre için Yayladağı sınır kapısını kapatmak zorunda kaldı. ABD’ye giderken, kafasında, Suriye’de uçuşa yasak bölge ilan edilmesi, muhaliflere doğrudan ve daha etkili silahlar verilmesini sağlamak gibi planlar bulunan Başbakan Erdoğan, gezi dönüşünde, Rusya’nın Suriye’deki çatışmalara çözüm önerisi olarak sunduğu, savaşan tarafların bir uluslar arası konferansta bir araya gelerek soruna siyasi çözüm arama projesine destek verir duruma gelmişti. Bunun anlamı, AKP hükümetinin, Suriye konusunda, kendi siyasi yayılmacı politikasından geri adım atarak, ABD-Rusya mutabakatına boyun eğmiş olmasıydı. AKP politikasına Güney Kürdistan’da da fren AKP iktidarının Suriye politikasının yanı sıra, Irak Kürdistan’ına yönelik, siyasi hegemonyacı ve sömürgeci politikası da, ABD gezisi sırasında, ciddi bir darbe aldı. ABD yönetimi, Türkiye’nin, Irak’ta bölünmeyi teşvik ederek, siyasi ve ekonomik çıkar sağlama yönündeki politikalarına karşı tavrını çok net bir biçimde ortaya koydu. Irak’ın toprak

bütünlüğünden yana olduğunu güçlü bir şekilde vurgulamasının yanı sıra, Türkiye’nin, Irak merkezi yönetiminden bağımsız olarak, Kürdistan Yönetimi ile imzaladığı petrol anlaşmalarına karşı çıktı. Obama yönetimi, bu konuda daha önce de Kürdistan yönetimini uyarmış ve onları Maliki hükümetiyle görüşmeye zorlamıştı. ABD emperyalizmi, en azından şimdilik, Irak’ın bütünlüğünü savunuyor. Irak’ın bölünmesi halinde, bu ülkenin Şii çoğunluğunun İran’ın etki alnına gireceğini, dolayısıyla bu ülkedeki ekonomik ve siyasi çıkarlarının darbe yiyeceğini düşünüyor. Ayrıca bu ülkenin zengin enerji kaynaklarının merkezi iktidarın denetimi altında bulunmasını, çok uluslu tekeller açısından güvence olarak görüyor ve Kürt yönetiminin, kendi çıkarı için, bu kaynakları çeşitli bölge güçlerine peşkeş çekmesine karşı çıkıyor. Emperyalistlere dayanarak çıkar sağlama politikası çöktü Bir yandan Irak ve Afganistan işgallerinin ABD ekonomisine getirdiği büyük yük ve bu askeri operasyonların ülkenin siyasi imajını içeride ve dışarıda kötüleştirmesi, diğer yandan Rusya ve Çin’in karşı çıkması yüzünden, ABD emperyalizmi, Suriye’ye doğrudan bir askeri müdahalede bulunamadı. Bunun yerine, bölgesel müttefikleri olan, Türkiye, Katar, Ürdün ve Suudi Arabistan’ı devreye soktu.

Bunların, rejim muhaliflerini destekleyerek, Esad yönetimini devirmelerini planladı. Ancak bu plan işlemedi. Bölgesel güçler bu süreçten siyasi ve ekonomik açıdan çıkar sağlamaya çalışırken, emperyalistlerin temel kaygılarını göz ardı ettiler. Amaçlarına ulaşmak için, emperyalistlerin deyimiyle “şeytan” ile yani ülke dışından gelip çatışmalara katılan radikal İslamcı örgütlerle işbirliğine gittiler. Esad rejiminin devrilmesinin ardından bu örgütlerin yönetime gelme olasılığı, ABD emperyalizminin bölgedeki stratejik müttefiki İsrail’i tedirgin etti. Ayrıca, SSCB’nin kovulmasının ardından Taliban’ın yönetimi ele geçirmesi bağlamında, emperyalistlerde “Afganistan sendromu” oluşturdu. O nedenle, ABD emperyalizmi “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmamak için”, bölgesel müttefiklerini dizginledi. Buna bağlı olarak, onların, savaştan siyasi ve ekonomik çıkar elde etme heveslerini kursaklarında bıraktı. Bunun yerine, uluslar arası kapitalist sistemin ortak çıkarları etrafında, Rusya ile ortak bir siyasi süreç başlatma yoluna gitti. Şimdi bu sürecin işleyip işlemeyeceği sınanacak. Suriye deneyiminin, emperyalizmin işbirlikçisi bölgesel güçler açısından ortaya çıkardığı en önemli gerçek, onların, emperyalistlerin çıkarlarına ters düşerek, bölgede ekonomik ve siyasi çıkar sağlamalarının mümkün olmadığıdır.


İşçilerin Sesi

Reyhanlı, Suriye’ye yönelik savaş politikasının sonucu AKP hükümeti Suriye’deki savaşa taraf olmasaydı, Reyhanlı saldırısını yapanların bu eylem için bir nedenleri olmayacaktı. Yanlış Suriye politikasıyla, “rüzgâr eken” AKP hükümeti, Reyhanlı saldırısıyla “fırtına biçmiştir.” Mustafa EKER

Geçen ay Hatay-Reyhanlı’da gerçekleşen bombalı saldırı sonucu elliyi aşkın kişi öldü, onlarcası yaralandı. Siyasal iktidar, daha patlatılan bombanın dumanı dağılmadan, saldırıyı Suriye’nin yaptığını, El-Muhaberat’ın bu iş için sol bir örgütü kullandığını açıkladı. Hükümetin bu açıklaması Suriye’ye karşı izlediği politika ile uyumludur; ne var ki bir o kadar da sorunludur. Üzerinden bir yılı aşkın bir süre geçmesine karşın, Roboski’nin faillerini açığa çıkaramayan iktidarın, Reyhanlı olayını bu kadar kısa bir sürede “çözmesi” manidardır. Ayrıca, Suriyeli çeteleri işaret edenleri Esadcılıkla suçlayıp, “kesinlikle İslamcı örgütlerin işi değil” denilmesi, üstüne üstlük olayın üzerine bir de haber yasağı konulması, toplumda haklı olarak, siyasal iktidarın ‘kendi siyasal gerçekleri’ dışında, gerçeklerin öğrenilmesini istemediği algısının yerleşmesine yol açıyor. Reyhanlı saldırısı ilk değil. Bölgede daha önce de benzer saldırılar olmuş; Antep’te, Cilvegözü sınır kapısında, Akçakale’de silahlar, bombalar patlatılmıştı. Reyhanlı olayından on gün önce, Akçakale’den sınırı geçip Türkiye’ye girmeye çalışan bir grup silahlı çete elemanı, sınırdan içeri girmeleri engellenince, ateş açmış; bu saldırı sonucu bir polis memuru ölmüş, ikisi polis beşi asker on bir kişi yaralanmıştı. Şimdilerde, olayın üzerinden bir süre geçtikten sonra, burjuva basını ve politikacıları arasında, “gerekli ve yeterli tedbirler alınsaydı saldırı önlenebilirdi” denilerek, güvenlik zafiyetine dikkat çekiliyor. Bu yolla hükümetin Suriye politikası kurtarılmaya, aklanmaya çalışılıyor. Ne zaman ezilenlere, sola, sosyalistlere yönelik bir saldırı olsa, güvenlik zafiyetinden söz edilir. Bu sayede, en iyi halde suç kimi görevlilerin üzerine yıkılarak, burjuva devlet ve siyaset aygıtı sorgulanmaktan kurtarılır. Oysa Reyhanlı saldırısı tam da bu politikalar, içeride baskıcı ve otoriter, dışarıda bölgesel güç olmak isteyen AKP’nin Suriye’de izlediği politika-

nın bir sonucudur. Dolayısıyla Reyhanlı saldırısı güvenlik zafiyeti veya Suriye’nin işi denilerek geçiştirilemez. Reyhanlı saldırısını kimin yaptığına ilişkin çeşitli senaryolar veya komplo teorileri üretilebilir. Bu saldırıyı, Türkiye’nin kendilerine daha çok destek vermesini ve Suriye’ye doğrudan müdahalesini isteyen çetelerin kışkırtmış olması büyük bir olasılıktır. Türkiye’yi Suriye’ye çekmek isteyen, ya da tersine, uzak durmasını arzulayan bölge veya batılı devletlerden herhangi biri de olabilir. Türkiye’yi kendi izlediği çizgiye çekmek isteyen ABD veya Rusya’nın bir operasyonu da olabilir. İçeride başı fazlasıyla dertte olduğu için, savaşı yaymak, Türkiye’yi kışkırtmak ve üzerine çekmek isteyecek en son güç de olsa, Suriye’de olabilir. Reyhanlı’da tetiği kimin çektiği, hangi örgütün taşeronluk yaptığından çok, eylemin niteliği; neye ve hangi akla hizmet ettiği önemlidir. Bu katliam savaş kışkırtıcı bir eylemdir. Halkları birbirine kışkırtmaya, kin, nefret ve düşmanlık duygularını körüklemeye, zaten süren savaşı daha da derinleştirip yaygınlaştırmaya hizmet etmektedir. AKP iktidarı, başından itibaren, Suriye’de süren savaşa

taraf oldu. Dünyanın dört bir tarafından toplanan paralı askerler ve El Kaideci örgütlere her türlü lojistik desteği sundu. Bu taşeron örgütler, Hatay’ı merkez ve Suriye’ye saldırı üssü olarak kullana geldi. Bu sadece Türkiye’de ki muhalif basın tarafından değil, hükümeti destekleyen veya Türkiye ile iyi ilişkiler içerinde olan yerli ve uluslararası basın tarafından da sıkça yazıldı, çizildi. BBC bir süre önce Türkiye’de yaptığı çekimleri, Reyhanlı saldırısından sonra yayınladı. Buna göre, sınırın Türkiye tarafında üretilen el yapımı bombalar, Suriye’de resmi binaların havaya uçurulmasında kullanılıyordu. Türkiye, AKP eli ile Suriye’de süren adı konmamış bu savaşa öyle derinlemesine taraf oldu ki, başlangıçta Suriye’ye müdahaleyi savunan ve Türkiye’yi de bu konuda cesaretlendiren ABD emperyalizmi fren yaptığı ve müdahale yerine müzakere noktasına geri çekildiği durumda bile, hızını alamadı. Suriye’ye müdahaleyi savunmaya devam etti. Bir taraftan ABD ile Rusya’nın, Esad’ın da dâhil olduğu müzakereler yoluyla, bir çözüm sağlanması konusunda uzlaşması, öte yandan Esad’ın çetelere karşı askeri üstünlük sağlamaya

başlaması, varlık nedenleri savaşın sürmesi ve Esad’ın devrilmesi olan çetelerin işini ve geleceğini zora soktu. Ayrıca Türkiye’nin politikalarını açığa düşürdü. Yapılması gereken Suriye politikasının değiştirilmesi ve Türkiye sınırlarının muhalif silahlı örgütler tarafından üs olarak kullanılmasına son verilmesi ve bu örgütlere verilen her türlü lojistik desteğin kesilmesidir. Dolayısıyla sınırların kullandırılmaması yetmez. Bu örgütler, bölgeden uzaklaştırılmalıdır. Yoksa sınırların kullandırılmadığı, lojistik destek verilmediği için de Türkiye bu örgütlerin hedefi haline gelebilir. Sonuç olarak, AKP hükümeti Suriye’de ki savaşa taraf olmasaydı, Reyhanlı saldırısını yapanların bu eylem için bir nedenleri olmayacaktı. AKP hükümeti Suriye’de süren bu haksız savaşa taraf olarak, rejim muhalifi çetelere lojistik destek sunarak, Türkiye’yi savaşın bir tarafı ve alanı haline getirdi. Yanlış Suriye politikasıyla, “rüzgâr eken” AKP hükümeti, Reyhanlı saldırısıyla “fırtına biçmiştir.” Buna karşı, içeride de dışarıda da, savaşa karşı barış ve demokrasi mücadelesini daha fazla yükseltmek gerekir.

5


İşçilerin Sesi

‘Eşit, ücretsiz ve nitelikli sağlık’ için kampanya On bir sağlık meslek örgütü eşit, ücretsiz ve nitelikli sağlık hizmeti için adım atılmaması durumunda hizmet üretiminden gelen gücünü kullanacak. Türk Tabipleri Birliği, Türk Diş Hekimleri Birliği, SES ve Dev Sağlık-İş Sendikası’nın da aralarında bulunduğu on bir sağlık meslek örgütü imza kampanyası başlattı. Kampanya, 20 Mayıs günü TTB’nin Ankara’daki merkezinde yapılan basın açıklamasıyla duyuruldu. Basın açıklamasında, “sağlıkta dönüşüm programı” adı altında sağlık hizmetlerinin paralı hale getirildiği ve sağlık hakkının piyasa koşullarına terk edildiği, sağlık çalışanlarının güvencesiz ve esnek çalışmaya zorlandıkları, taşeron sisteminin yaygınlaştırıldığı belirtildi. Bu nedenlerle “eşit, ücretsiz ve nitelikli sağlık hizmeti” talepli bir imza kampanyası başlatıldığı, 22-31 Mayıs tarihleri arasında imza toplanacağı ve 4 Haziran günü bu imzaların yetkililere teslim edileceği açıklandı. Kampanyada öne çıkarılacak talepler şöyle özetlendi: “1. Sağlıkta dönüşüm programı, bu programın uygulamaları ve en son uygulamaya geçirilen kamu hastane birlikleri sürecinde, gerek birlik içinde yer alan hastaneler arası, gerekse birlik dışına geçici ve kalıcı görevlendir-

meler yaşanmaktadır. Çalışanlar nerede çalışacaklarıyla ilgili olarak sürekli belirsizlik içindedir. "İş ve işyeri güvencesi" kalmamıştır. Tüm sağlık çalışanları olarak bu güvencemizin sağlanmasını istiyoruz. 2. Performansa göre çalışma, sağlık hizmetinin niteliğini alabildiğine düşürmüş, çalışanları baskısı altına almıştır. Bu yetmiyormuş gibi, performansa göre yapılan ek ödemelerin "ödeme güvencesi" ortadan kalkmıştır. Kaldı ki bu ödemeler emekliliğe yansımamakta, gelecek güvencesi sağlamamaktadır. Bizler, “performans yerine, emekliliğe yansıyacak, ödeme güvencesi olan ücret”, ücretlerimizin vergi dilimi ile erimesine son verilmesini istiyoruz. 3. Özellikle kamu hastane birlikleri uygulaması sürecinde daha da artan iş yükü, eksik kadro ile hizmet vermek

zorunda kalmamız, 56-65 saate varan haftalık mesailere neden olmakta, bizleri esnek-kuralsız, görev tanımı dışında çalışmak zorunda bırakmaktadır. Nitelikli bir sağlık hizmeti için standart kadro esaslarına uyularak eksik kadroların tamamlanmasını; çalışanların, görev tanımları dışındaki işlerde çalıştırılmamasını, çalışanların esnek-kuralsız ve insan yaşamıyla bağdaşmayan biçimde çalıştırılmasına son verilmesini istiyoruz. Sağlıkta "taşeron" olmaz! Bu nedenle taşeron çalıştırma biçimi ve güvencesiz çalışma terk edilsin istiyoruz. 4. Özel sağlık kurumlarındaki sağlık çalışanları hem iş, hem ücret güvencesinden yoksun, günde 12 saate varan sürelerle köle gibi çalıştırılmaktadır. Özel sağlık kurumlarındaki sağlık çalışanlarının iş ve gelir güvencesinin sağlanmasını, sendikalar, meslek örgütü ve derneklerinin bu konuda ta-

raf olmasını istiyoruz. 5. Sağlık haktır! Herkesin sağlık hizmetine engelsiz erişimi sağlanmalıdır. Oysa sağlık hizmetine erişimin önünde birçok bürokratik engel dışında, Genel Sağlık Sigortası Primi'nden, her kademede ödenmesi zorunlu katkı-katılım payı ve ilave ücretler gibi parasal engeller mevcuttur. Bu engeller ve nitelikli bir sağlık hizmetine ulaşamama, hizmeti alamayanlarla sağlık çalışanlarını karşı karşıya getirmekte, sağlık çalışanına şiddet olarak yansımaktadır. Sağlık hizmetine ulaşmanın önündeki parasal engellerin, katkı-katılım payı ve ilave ücretlerin kaldırılmasını istiyoruz.” Sağlık meslek örgütleri, adım atılmaması halinde hizmet üretiminden gelen güçlerini kullanmaya hazır olduklarını belirtti. İşçilerin sesi - Haber

HAYRİ KOZAKÇIOĞLU: MERHUMU NASIL BİLİRDİNİZ? Kürtlerle Savaş’ta önemli bir yeri olan ve birçok cinayetin planlama ve uygulama bilgisine sahip olan Hayri Kozakçıoğlu öldü. Sabahın erken saatlerinde villasında ölü olarak bulunduğu açıklanan Kozakçıoğlu hakkındaki ilk bilgilendirmeler “intihar etti” yönünde olsa da, kirli savaşın kara kutularından birisi olması sebebiyle ölümüne dair şüpheler de dile getiriliyor. Kanser tedavisi gördüğü ve son süreçte acılar çektiği söylenen Hayri Kozakçıoğlu hakkında ailesi ve yakınları, “hayata bağlıydı ve intihar edecek birisi değildi” diyorlar. Villa-

6

sının bulunduğu site görevlisinin ifadesine göre sabah kendisi için süt siparişi vermiş. Kozakçıoğlu’nun Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içinde yürütülen operasyonlarla ilintili ve Ergenekon davasıyla bağlantılı olarak “gizli tanık” olması istendiği de dile getirilenler arasında. TSK’ya dair “gizli tanıklık” istemi Kozakçıoğlu’nu tedirgin etmiş. İncelemelere göre ise Kozakçıoğlu’nun “kalbine ateş ederek intihar ettiği” ifade ediliyor. Hayri Kozakçıoğlu 1980 sonrasında Kürtlerle Savaş’ın sembol isimlerinden birisi oldu. Kürtlerle Savaş sürecinde devlet ta-

rafından yapılandırılan Olağanüstü Hal Valiliği’nin (OHAL) ilk valisi oldu. “Sömürge Valiliği” olarak da nitelenen OHAL Valiliği görevini 1991 yılına kadar sürdüren Hayri Kozakçıoğlu’nun sorumluluğu döneminde binlerce Kürt köyü zorla boşaltıldı, yakıldı ve yıkıldı. Binlerce insan özel tim polislerince gözaltına alınarak kaybedildi ve katledildi. 1980 öncesinde İstanbul Emniyet Müdürlüğü yapan Kozakçıoğlu, OHAL Valiliği görevinden sonra İstanbul Valiliği’ne atanarak devlet tarafından ödüllendirilmiş oldu. İstanbul

Valiliği görevi sırasında da sayısız yargısız infaz ve katliamın resmi sorumlusu olan Hayri Kozakçıoğlu döneminde yüzlerce devrimci muhalif polis tarafından katledildi. Gazi Mahallesi Katliamı da Kozakçıoğlu’nun görev süresi ve alanı içindeydi. Hayri Kozakçıoğlu’nun ölümü ile devletin kirli işlerini teşhir edebilecek bir kara kutu daha ortadan kalkmış oldu. Daha önce ölen devletin kara kutuları gibi Hayri Kozakçıoğlu’nun ölümü de kafalarda şüpheler ve soru işaretleri yaratıyor. İşçilerin Sesi - Haber


İşçilerin Sesi

KESK VE DİSK’İN GREV KARARLARI, DİĞERLERİ VE SENDİKASIZLARIN MÜCADELESİ Seyfi ADALI

Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK), AKP hükümetinin 1 Mayıs’ın ardından emekçilerin kadrolu çalışma hakkına yönelik saldırı hazırlığına yanıt vermek amacıyla 5 Haziran’da “İnsanca Yaşam, Güvenceli İş-Güvenli Gelecek, Demokratik Bir Türkiye” talebiyle bir günlük uyarı grevi kararı almıştı. AKP hükümeti, yaz aylarında iş yasasında yapacağı değişiklikle önce başta taşeron işçi çalıştırmanın kapsamını genişletmeyi, ardından da 657 sayılı Devlet Memurları Kanunda değişikliğe giderek sözleşmeli çalışmanın önünü açmayı hedeflediğini açıklamıştı. Grevin somut gerekçeleri bunlar olsa da, 31 Mayıs itibariyle Taksim Gezi Parkında başlayıp bütün Türkiye’ye yayılan “Hükümet İstifa” talepli eylemler, KESK’in durum değerlendirmesi yapması talepleriyle karşılaşmasına yol açtı. Aşağıdan gelen talepler doğrultusunda ve “Doğaya, Yaşama, Emeğe, Taksim’e Sahip Çıkmak ve AKP Faşizmine Teslim Olmadığını Göstermek” üzere grev süresi yarım gün daha artırıldı. KESK’in en büyük sendikası olan Eğitim Sen, işkolunda grevin yarım gün uygulanmasının mümkün olmayacağı için, grevi 2 güne fiilen çıkartmış oldu. Böylece 4-5 Haziran günlerinde iki günlük bir greve tanık olduk. Grev tarihinin bir gün önceye çekilerek açıklanmış olması, ilk gün grevin yeterince hazırlık yapılamayarak ve yüzeysel manada uygulanmasına yol açtı. Örgüt 5 Haziran’a göre hazırlık yapmıştı ve samimi olarak grevin iki güne çıkartılması istenseydi, grev tarihi 5-6 Haziran olarak belirlenmesi uygun olurdu. 5 Haziran grevi ve ardından bir gün daha! KESK yönetimi greve olan gönülsüzlüğünü grev tarihini bir gün ileriye almak yerine bir gün geriye alarak ve bu kararını da geç açıklayarak fiilen grevin uygulanamaz olmasını sağlamış oldu. Bürokratik kimi tarih belirlemelerine rağmen, greve ikinci gün katılım beklenin üstünde oldu ve İstanbul kolunda yürüyüşe katılan kamu emekçisi sayısı 20 bini buldu. İstanbul kolunun kitleselliği ve

yürüyüş güzergâhının UnkapanıTaksim olarak belirlenmiş olması, görkemli bir yürüyüşün gerçekleşmesine yol açtı. Ankara’da ise, bir süredir Taksim Gezi Parkı eylemlerine sahip çıkan Ankara muhalefetine olan sert müdahalelerine, bu kez KESK eyleminde tanık olduk. 5 Haziran günü DİSK de grev kararı aldı. DİSK de İstanbul başta olmak üzere kitlesini sokağa çıkmaya çağırdı ve bu çağrı etkili de oldu. Diğer sendikaların adı var kendi nerede? Sendikaların demokratik hak ve özgürlükler mücadelesine katılımları önemli. Ancak mevcut haliyle yeterli değil. Örneğin Türk-İş veya Sendikal Güç Birliği Taksim Gezi Parkı Direnişi ve polisin saldırıları karşısında yazılı birer açıklamayla yetindiler. Esaslı bir destek ve karşı koyuşu örgütlemek için çabalamadılar. Bu destek olmayış hali sadece Gezi Parkı için geçerli değil. 2 Haziran’da THY işçilerinin grevini destekleyeceklerini açıklayan onca sendika, meslek örgütü ve kurumdan en fazla bin kişi işçilere desteğe gittiler. Sendikası olmayan nakış işçileri, sendikalı işçilere göre çok daha aktif biçimde, 12 saatlik işgününü 8 saate çevirmek için örgütlenip harekete geçtiler. Daha önce triko işçileri bunu başarmıştı. KESK ve DİSK de dahil olmak üzere, mevcut sendikal yapıların bürokratik ve hantal yapısı, karar alma süreçlerindeki demokratik olmayan işleyişler ve statükocu tutumlar sebebiyle olsun, isterseniz maddi ayrıcalıklar ve hükümetle kurdukları yakın ilişkiler sebebiyle olsun, işçi sınıfı ve emekçilerin önünü açan değil kapayan bir rol oynuyorlar. Nakış işçileri örneğinde olduğu gibi, işçilerin aşağıdan, işyerlerinden gelen birlik ve örgütlenme deneyimleri çok daha işlevsel, hakiki ve canlı mücadele örnekleri yaratıyor. ÇAYKUR ve THY grevlerinin gösterdiği gibi, sendika üyesi olmakla sermayeden hak almak üzere mücadeleye girişmek arasında büyük açı farkı bulunuyor. Öyleyse, yeni bir işçi hareketi “sendika” ekseninde değil (kuşkusuz sendikalaşma bir ara sonuç olacaktır) ancak, sınıf mücadelesi ve hak alma temelinde yeniden örgütlenmek zorundadır.

Yıl dönümü! Selçuk ARIKAN (*)

çok suçlayan ve görmezden gelenİnsanlar her yıl aynı tarihte mutlu ve lerle mücadele ettik. Hiç konuşgüzel bir olayı tekrar ederek yıl dömadık bugüne kadar, sadece haknümü kutlaması yaparlar. Evlilik yıl lılığımızı dile getirmeye çalıştık, yardönümü kutlanır mesela, ya da tagının bizler lehine kararlarını vermeye nışma yıl dönümü veya kuruluş yıl başlamasına rağmen üç maymunu dönümü. oynayanları seyrettik. Bugün 29 Mayıs, bugünde bir yıl "305 İŞE DÖNECEK" ya da dönümü var. Haksızlığın, adalet"305'i İŞE GERİ ALMAYACAĞIZ" sizliğin, acımasızlığın ve vicdansızlaflarını son bir yıldır her iki başkalığın yıl dönümü bugün. Hayatların nın ağzından duymaktan biz usanbir telefon, e-mail ya da kısa bir medık fakat kendileri söylemekten bıksaj ile dağıtıldığı bir gün oldu 29 Mamadı. Her iki başkan da koltuklarıyıs. nı kaybetmemek için bizim üzeriBugüne kadar 305'i duymayan mizden sürdürdükleri savaşı hala ve bilmeyen neredeyse kalmadı. devam ettiriyorlar ve bizleri bir rehiYetkili, yetkisiz, alakalı ve alakasız ne gibi koz olarak kullanıyorlar ve herkes konuştu. İşten atılan 305 kendi politikalarına utanmadan alet THY işçisi adına herkes konuştu ediyorlar. Artık yeter! Demek istiyoyazdı çizdi, haklının değil güçlünün rum, hesapsız ve pervasızca bizleyanında olup yalakalık yarışına girip rin hayatlarını alt üst eden çıkarcı, ih305 hakkında hüküm verenler oldu, tirasları gözlerini kör terörist muamelesi etmiş bu insanların bile yapıldı. Gaddar patron Bugüne kadar biz 305 adına artık karar vermesini, ve işverenin gazasabırla, söylemlerde bulunbından koruması her türlü masını ve bizlerin için maaşlarımızdan olumsuzluğa mağduriyeti üzerinaidat verdiğimiz, işgöğüs gererek den prim yapmalarıçilerin hakkını aranı istemiyorum ve isbir yılı geride makla yükümlü bir sendika vardı. Ne bıraktık. Bizleri temiyoruz. Şu anda Türkiyazıktır ki işverenin anlayandan çok ye'nin ve Dünya'nın zalimce tutumuna suçlayan ve başka yerlerinde hazaten sesimizi yükgörmezden yatlarını yeniden kurseltemez iken bir gelenlerle manın peşine düşdarbe de bağlı bulunduğumuz Havamücadele ettik. müş insanları artık rahat bırakın. Yaşaİş sendikası yönetidığımız ülkede haksızlıklar dile getiminden almıştık. İşveren bin bir türrildiği oranda aykırı kabul edilirken ve lü bahaneden birini gerekçe göstehakkını arayanların potansiyel suçrerek çalışanını bedelini ödeyerek işlu, haksızlık yapanların ise korunten istediği gibi atar ve attı da fakat duğu ve kollandığı normal kabul edilsendika bu "bu işte bir hata var" dimektedir. Ve her iki yönetim tarzı işyenleri görmezden geldi, suçladı lemeye devam ettiği sürece, yeni ve ortada bıraktı. Darbe üstüne dar305’lerin yaratılmasını önlemek be almış bizler için çok daha yıkıcı mümkün olmayacak. oldu. Çalışanların bu iki tarafın dışında THY yöneticileri ise kendilerini kendilerini korumak üzere yan yana yasama yürütme ve yargı yerine gelmesi, koruması, eksikliklerini gikoyarak 305 insanın üzerine yasa dermesi ve onlara ait olan sendikadışı eylem yaftası yapıştırdılar. Bu zayı ele alarak işe başlamayı düşünten beklenmedik bir yaklaşım tarzı meleri, bir yıl sonra söyleyebileceğin değildi ama yüce yargı mensupları en kesin sözlerden biri olacaktır… neyin yasa dışı neyin yasal olduğuna karar vermeye başladı ve bu yö(*) 29 Mayıs Birliği Sözcüsü. 29 neticilere tokat gibi cevap verdi. Mayıs Birliği, sendika yönetiminin eyBugüne kadar sabırla, metaleme sahip çıkmayan ve işçileri sanetle, yaşanan ve yaşanabilecek vunmayan politikalarına tutum alan her türlü olumsuzluğa göğüs gereTHY işçilerinin oluşturduğu bir gruprek bir yılı geride bırakarak hep tur. http://www.29mayisbirligi.com/ sustuk, izledik, bizleri anlayandan

7


İşçilerin Sesi

EKOLOJİK DİRENİŞTEN KİTLESEL BAŞKALDIRIYA:

İSYAN, GREV, DİRENİŞ! Dalında bir yaprak kımıldadı. Üzerlerine ölü toprağı serpilenler, baskı ve şiddetle sindirilenler, dışlananlar, yani bütün ezilenler ve örselenenler, kımıldayan yaprakla birlikte baharın uyanışına kapılarak ayağa kalktılar. Ayaklandılar! İsyanın ve direnişin şarkısını hep birlikte ve bir ağızdan söylediler. N. CEMAL

3 Ağaç 1 İsyan! 27 Mayıs 2013 pazartesi günü çevreciler Gezi Parkı’na gelerek bir toplantı yaptılar. Geldiklerinde gördüler ki dozer ve kamyonlarla parkın talanına başlanılmak üzere. Tepki göstererek 28 Mayıs salı günü parka yerleştiler. Sanal ortamda çağrılar yaptılar. Geceyi geçirdikleri Gezi Parkı’nda 29 Mayıs çarşamba günü sabahın ilk ışıklarını karşıladılar. O gün beklenen polis saldırısı gerçekleşmedi ve bunu 3. köprünün açılış töreninin yoğunluğuna bağladılar. 30 Mayıs perşembe sabahı 5:00’te Gezi Parkı’nı gaz bombalarıyla basan polis çevrecilerin çadırlarını yakarak parkı boşalttı. Hemen dozerler çalıştırıldı, yıkıma başlandı. İstanbul vekillerinden Sırrı Süreyya Önder dozerin önüne geçerek yıkımı durdurdu. Direniş karşısında polis geri çekildi ve park o gece binlerce kişi tarafından dolduruldu. Başbakan Erdoğan, “üç tane ağaç için yaygara yapıyorlar” dedi. O gece parkta şarkılar ve danslar eşliğinde bir direniş şenliği vardı. Ekolojik direnişin kararlılığı kitleselliği artırdı. Hafta sonu bu kitleselliğin en az 100 bin kişiyi bulacağı düşünüldü. Düşünen sadece direnişçiler değildi. Kitleselleşmenin artacağından korkan AKP Hükümeti ve Başbakan Tayyip

8

Erdoğan yeniden saldırı emri verdi. Baskı ve saldırının, basınçlı su ve gazın direnişi boğacağından, direnişçileri sindireceğinden hiçbir şüphesi yoktu. 31 Mayıs sabahı 4:45’te önceki günden daha vahşi bir saldırı düzenlendi. Çadırlarında uyuyan ve nöbet tutanlar gaza boğuldular. İşte ne olduysa o “2. Şafak Operasyonu”ndan sonra oldu. “3 tane ağaç için” tüm Türkiye’yi saran bir isyan ve direniş hareketi başladı. “77 ilde milyonlara varan” bir kitle sokağa çıktı ve “Tayyip İstifa!” dedi. 31 Mayıs sabahının ilk ışıklarında Gezi Parkı’ndan polis şiddetiyle atılanlar sokaklarda direnişe başladılar. “Mevzu Taksim Meydanı’ysa gerisi teferuattır” misali, o ana kadar bu mücadeleden uzak duran birçok sosyalist yapı da sürece dâhil oldu. Taksim ve bağlantı yollarında, İstiklal caddesi ve ara sokaklarında, Dolmabahçe’den Beşiktaş’a, Harbiye’den Mecidiyeköy’e, Karaköy’den Kabataş’a kadar 24 saat boyunca çatışmalar ve direniş sürdü. 1 Haziran sabahı çatışmalar yeniden hız kazandı ve Taksim Meydanı’na girme çabaları yoğunlaştı. Bir ay gecikmeyle Taksim Meydanı’nda 1 Mayıs’ın rövanşı alınmak üzereydi. Taksim’i “koruyan” polisler korunmaya muhtaç bir duruma düştüler ve meydana sıkıştılar. İstiklal Caddesi’ni sabaha kadar gaza

TOMA’ların desteğiyle “su” böreği 31.5.2013 saat 9.00: Gezi Parkı saldırısıyla dağıtılan direnişçilerin ardından park alanı demir parmaklıklı polis bariyerleriyle çevrilirken bariyerleri taşıyan taşeron işçilerine, “bu halk düşmanlarına hizmet etmeyin” çağrısı yapılıyordu. Mete Caddesi yönündeki merdivenlerde birikme başladığında birisi yaklaşarak, “Ay Yapım sizlere kahvaltılık gönderdi, yetkili birine teslim etmem lazım” dedi. Direnişin gönlü zengin ve hepimiz yetkiliyiz… Bir araba dolusu paketlenmiş börek, meyve suyu, çatal ve peçeteyi gönüllü bir ekip oluşturarak kitleye dağıttık. Şafak saldırısının izlerini taşıyan bir direnişçi kadın börek kutularını polis barikatına götürdü ve “sizinle hiçbir şahsi sorunumuz yok ve sizi kullanıyorlar” diyerek börek ikram etti.

boğan polis takatsiz kalmış, güçten düşmüştü. Taksim Meydanı ve can pazarı 1 Haziran 2013 cumartesi günü öğleden sonra polis geri çekilmek zorunda kaldı. Geri çekilirken bile sal-

Amirleri sert bir ifadeyle, “onlar kahvaltılarını yaptılar, istemez” dedi. Kadın direnişçiyi uyaranlar oldu, “az sonra saldıracak olan düşmanına börek ikram etmemelisin.” Paketler açılıp bir iki lokma alınmıştı ki telsizden gelen emir duyuldu. “Arkadaşlar, toparlanın saldıracaklar. Telsizden emir geldi” diyerek uyarı yapıldı. Bir iki dakika sürmeden de saldırdılar. Börekler basınçlı suların etkisiyle çimenlere ve asfalta yayıldı. Polisler ağızlarıyla olmasa da ayaklarıyla tüm börekleri çiğnediler. Sürükleyerek kitleyi o noktadan uzaklaştırdılar. Eylem öğreticidir: Polisi ve devleti tanıma dersleri devam ediyor. Bir eylemci TOMA’ların ıslatıp heba ettiği böreklere dair espriyi patlatıveriyor: “Böreklerimiz su böreği oldu…”

dırıyor ve alana akan kitleye gaz bombası yağdırıyordu. Çok sayıda sivil polisin kitle içinde hiç de iyi olmayan “görevler” yaptığını herkes duymuştu. Yerlere düşenlere sirke, limon ve özel hazırlanmış sütlü solüsyonlarla ilk yardım yapıldı. Ağır yaralananlar


İşçilerin Sesi

TALEPLER n Gezi Parkı, park olarak kalmalıdır. Taksim Gezi Parkı’na “Topçu Kışlası” adı altında ya da başka herhangi bir yapılaşma olmayacağına, projenin iptal edildiğine dair resmi bir açıklamanın yapılmasını, n Atatürk Kültür Merkezi’nin yıkılmasına ilişkin girişimlerin durdurulmasını, n Taksim Gezi Parkı’ndaki yıkıma karşı direnişten başlayarak halkın en temel demokratik hak kullanımını engelleyen, şiddetle bastırma emrini veren, bu emri uygulatan ve uygulayan, binlerce, insanın yaralanmasına, Mehmet Ayvalıtaş ve Abdullah Cömert adlı iki yurttaşımızın hayatını kaybetmesine neden olan sorumlular, başta İstanbul, Ankara, Hatay Valileri ve Emniyet Müdürleri olmak üzere tüm sorumluların görevden alınmasını, n Gaz bombası ve benzeri materyallerin kullanılmasının yasaklanmasını, n Ülkenin dört bir yanında direnişe katıldığı için gözaltına alınan yurttaşlarımızın derhal serbest bırakılmasını, haklarında hiçbir soruşturma açılmayacağına ilişkin açıklama yapılmasını, n 1 Mayıs alanı olan Taksim ve Kızılay başta olmak üzere Türkiye’deki tüm meydanlarımızda, kamusal alanlarımızda toplantı, gösteri, eylem yasaklarına ve fiili engellemelere son verilmesini; ifade özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılmasını talep ediyoruz…

oldu. Binlerce yaralı, çok sayıda gözaltı ve (şimdilik) 2 direniş şehidi ile isyan bilançomuz ağırdı. Yere düşen bir grup kadına sirkeyle yardım etmeye çalışırken birisinden şüphelenerek müdahale edildiğini gördüm. Tam isabet: bu bir sivil polisti. Yardım etmekte olduğum ve polis saldırısı sonucu yaralanıp bayılan kadınlar başta olmak üzere, etrafta bulunanların hepsi öfkeyle sivil polise saldırdılar. Şoka giren polis tepki vermeden ve savunmasızca kendini bırakmıştı. Onun için durum, “Her Canlı Bir Gün Ölümü Tadacaktır” zamanıydı. O an orada ölebilirdi. Kitlenin tepkisi oldukça anlaşılırdı. Ama kurban edilen bir sivil polisin boğulmakta olan Tayyip’e ve hükümetine nefes borusu olacağı da kesindi. 1 Mayıs 1996 Kadıköy Mitingi’nin benzer görüntülerini hatırladım. Yarın sabah tüm gazeteler direnişçilerin öldürdüğü sivil bir polisten söz edecek ve haklı bir mücadelenin tüm meşruluğu gaz bulutlarıyla birlikte havaya uçacaktı. Birkaç kişiyle birlikte linç edilmek üzere olan sivil polisi kollarından tutarak ve zorla (çünkü şoktaydı ve kaçmayı düşünebilecek bir hali yoktu) ayağa kaldırdık. Meydandaki büfelerin önünden The Marmara Oteli’nin önüne kadar güçlükle getirdik. TOMA’lardan birine bindirmek istedik. Korkudan kapıyı açmadılar.

Konserve kutusu içindeki ölü balık gibi o zırhlı aracın içine sıkışmış ve korkuyla ‘geri çekilin’ emri bekliyorlardı. Kapıyı açmaya hiç niyetli değillerdi. O an aklımıza geldi ve “kimliğini çıkart” dedik. Korktu, “ama bu kalabalık beni linç eder” dedi. “Ölmeyesin diye uğraşıyoruz” deyip, zorla da olsa kimliğini çıkarttırıp TOMA’nın yan camına yapıştırdık. Kimliği ve aşağıda duran sivil polisin gözlerindeki ölüm korkusunu görünce açmak zorunda kaldılar. Karga tulumba TOMA’nın içine atıverdik ve “bakın size sağ olarak teslim ediyoruz” dedik. Koştururken kendisine bir de uyarı yaptık, “Bak seni ölümden kurtardık. Arkadaşlarını da al ve alandan çekip gidin. Ölerek başımıza bela olmayın…” Daha sonra alanı terk eden eli silahlı ve sopalı bir grup sivil polise daha tanık olduk ve fotoğraflandılar. Bazıları da havaya ateş açarak alandan kaçtı. Çevik kuvvetin durumu ise daha vahimdi. Anladık ki ne o gaz maskeleri ne de “robocop” giysileri isyan halindeki kitleler karşısında polisleri korumaya yetmiyor. Tıpkı güç ve iktidarın Tayyip’i korumaya yetmemesi gibi. Bardağı Taşıran Damla İsyan ve direnişte ortak nokta AKP Hükümeti ve özellikle de Tayyip Erdoğan karşıtlığıdır. 10 yıllık baskı ve

saldırılar karşısında “üç ağaç” patlama ve isyan vesilesi olmuştur. Seri halde gelen son saldırılar ise “Artık Yeter!” dedirtmiştir: Kadınlara, “En az üç çocuk doğuracaksın, kürtaj yasak, sezaryenle doğum yapmak yok” diyen Tayyip ve partisi. “LGBT bireyler sapıktır ve katli vaciptir” diyen Tayyip ve partisi. “Ayyaşlar güruhu, artık alkol içmeyeceksiniz” diyen Tayyip ve partisi. “Kentsel dönüşüm rantı için evlerinizi barklarınızı elinizden alacağım” diyen Tayyip ve partisi. “Maçlardaki taraftar grupları, bundan böyle sizleri de gaz bombasına boğacağım” diyen Tayyip ve partisi. “Öğrenciler, sizi ancak 4+4+4 cenderesi adam eder” diyen Tayyip ve partisi. “Emek Sineması’nı yıktım sıra Gezi Parkı’nda ve AKM’de” diyen Tayyip ve partisi. “Üç tane ağaç için yaygara yapmayın” diyen Tayyip ve partisi. “Beşiktaş’taki ofisimden vapurdan inenlere bakıyorum da hallerini hiç beğenmiyorum” diyen de, “ne bu yahu bunlar her yerde öpüşüp duruyorlar” diyen Tayyip ve partisi. “İşçiler ve emekçiler, sizlerin tümünüzü taşeron kölelik sisteminde eşitleyecek ve bundan böyle güvencesiz ve geleceksiz çalıştıracağım” diyen Tayyip ve partisi. “Ey solcular, Taksim Meydanı’nda 1 Mayıs kutlamanızı uygun bulmuyorum ve sizlere kimsenin görmediği ve duymadığı ücra köşelerde ifade özgürlüğü tanıyorum” diyen de Tayyip ve partisi. E yani tabi ki, “Kahrolsun Tayyip!” İsyanın Karakteri İsyanın sınıfsal karakteri küçük burjuva orta sınıf olarak görülüyor. Lümpen proletarya bir elinde bira şişesi bir elinde taş ve gaz maskesiyle barikatlarda. İşçi sınıfı sınıfsal kimliğiyle değilse de tek tek işçiler olarak bu isyanın içinde. İsyandan “demokratik

devrim” beklemek en hafifinden bir hayal olarak değerlendirilmeli. İsyanın örgütü de örgütlülüğü de yok. Kendiliğinden hareketin yıkıcı gücü ve devrimci dinamikleri bir kez daha açığa çıkmıştır. 90 kuşağının apolitik gençliği zincirlerini kırmıştır. 12 Eylül askeri darbesinin yadigârı olan depolitizasyonu, Tayyip Erdoğan’ın -12 Eylül’ü aratmayan- baskı ve şiddeti politize etmiş ve çivi çivi ile sökülür özdeyişi hayat bulmuştur. Baskılarla gelen sindirme ve depolitizasyon yine baskı ve şiddetin en doruk noktasında kırılmıştır. Gelecek, politikleşen yeni kuşağın evrileceği siyasal hatla şekillenecektir. Sol sosyalist yapılar genel olarak isyanı ve direnişi iyi “okumuş” görünmüyorlar. Bu eleştirilerden Kürt hareketi de payına düşeni almış ve son açıklamaların ışığında ders çıkarmaya çalışmıştır. Taksim Meydanı ile Gezi Parkı’nı birleştirmenin gerekliliği daha geniş bir kesim ve perspektifle başarılabilmelidir. Barikatların yerli yerinde durduğu ve nöbetlerin tutulduğu süreçte çatışmaların gelgitli halinin devam etme ihtimali yüksek. Devrimci dinamikler taşıyan bir isyan yaşıyoruz. Paris Komünü’nün hayaliyle ve devrim ruhuyla dolaştığımız Taksim barikatlarından söylenecek şey, isyancı bir ‘Paris’imizin var olduğu ama ‘Komün’ümüzün olmadığıdır. İsyanın aynasından bir kez daha yansıyan acı gerçek de devrimci önderliğin yokluğudur. Yaşanan krizi ve ortaya çıkan isyanı önderlik kriziyle birlikte değerlendirmek zorundayız. İsyanı “okumayı” başaramayanlar ise bunu asla başaramazlar. Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam! Tayyip Sonun Mübarek Olsun!

9


İşçilerin Sesi

Tarihi korumak mı hafızaları değiştirmek mi? bütün siyasi konulardan, sınıfsal meselelerden asla ayrılamayacağını gözlerimizin önüne seren bir süreç yaşandı. Çünkü şöyle bir şey var, 1 Mayıs’ta sadece Taksim meydanı değil, köprülerin kaldırılması, ulaşımın kesilmesiyle iktidarın, egemen güçlerin bir kenti insanlara işkence etmek için nasıl toplu bir hapishaneye çevirebileceklerini gördük. Evlerinde oturanlar bile gaz yediler.

Taksim Gezi Parkı’na yapılması planlanan Kışla Projesi ile ilgili sürecin başından itibaren Taksim Dayanışma’sında yer alan Sosyal Haklar Derneği’nden Mimar Derya Karadağ ile Taksim için düşünülen dönüşüm, değişim ve bunlara karşı mücadele süreçlerini konuştuk... Aslı SARIOĞLU

Taksim projeleri ile ilgili ne düşünüyorsun? 2011’in haziranında Başbakan Taksim Meydanı ile ilgili projesini açıkladı. Yayalaştırma projesi olarak gösteriliyordu ama normalde yayaların meydana çıkışını engelleyecek bir takım yüksek istinat duvarlarını içeriyordu, Kışla projesi de ortadaydı. Ve tamamen teknik meselelerde de çok fena durumdalar, yani büyük ihtimalle şimdiki yıkım planlarda yok ama uygulama projesinde değişiyor. Bu süreçler doğru düzgün işletilmediği için ne halkla paylaşılıyor, ne koruma kuruluna tekrar gidiyor… Kesinlikle her şey gizli kapaklı kapalı kapılar ardında yapılıyor. Dolayısıyla da en son koruma kurulunda mahallelerden temsilcilerin gördüğü, bizim Mimarlar Odasında da gördüğümüz kadarıyla bu projede orada öyle bir şantiyenin şu anda başlamamış olması gerekiyor. Bu yıkım tahminen yayalaştırma projesi ile ilişkili, büyük ihtimalle projede yaya yolu bırakmadıkları için… Kışla projesi de yol projeleri de aslında bunların hepsi birbiriyle alakalı. Tarlabaşı’ndaki yenileme alanında “merak etmeyin siz etraftaki çöküntü mahallelerini görmeyeceksiniz, sizi otoparklara sokup oradan evlerinize çıkaracağız” dedikleri insanlar için yapmaya çalıştıkları bir takım ulaşım projeleri aslında. Taksim Dayanışmasını nasıl kuruldu ve sonra bu süreçte neler oldu? Projelerin açıklanmasıyla birlikte Mimarlar Odası ve Şehir Plancıları Odasının çağrısı ile bileşenler bir araya geldi. Çünkü Taksim Meydanı sadece mimarlarla ya da teknik projelerle birlikte düşünülemez, birçok insan için bütün İstanbul, hatta Türkiye için

10

belleği olan bir meydandır. 1 Mayıs’tan da gördük bunu. Şu anki inşa faaliyeti hiç engel olmayacakken Taksim’e çıkılması engellendi. Bir senedir bir buçuk senedir biz bunu söyledik, aslında tamamen siyasi bir mesele, politik bir meseledir. Bundan uzaklaştırarak teknik söylemlerle kamuoyuna yansıtmaya çalıştılar. Sonuç olarak bu kadar bileşen bir araya gelip, Mimarlar Odası ve Şehir Plancıları Odasının sekreterliğinde bir deklarasyon metni ile 2 Mart’ta Taksim Dayanışmasını kurdular. Bu arada hukuki süreç de başlatıldı. Mimarlar, Şehir Plancıları, Peyzaj Mimarları Odalarının, buradaki mahalle derneklerinin ve bireysel insanların davaları devam ediyor. Plan askıdayken belediyeye itiraz dilekçeleri gitti ama kesinlikle dilekçelere bir yanıt alamadık. Binlerce dilekçe… Belediyede çalışan şehir plancısı bir arkadaşımız sırf dilekçe eylemine katıldığı için işinden oldu. Proje kurul görüşmelerine geldiğinde 50 bin tane imzayı 2 Numaralı Kurula verdik. Bir sürü gösteri yapıldı… Taksim 1 Mayıs meydanıdır vurgusunun da olduğu, “Taksim bütün bu gösterilere, şenliklere, insanların sesini yükseltmesine kapatılamaz” dediğimiz pek çok eylem gerçekleştirdik. Daha da önemlisi Kurul, sadece Tarlabaşı ve Cumhuriyet Caddesi aksındaki battı çıktıları onayladı. Uygulama projelerinde bildiğim kadarıyla şu an inşa işlemi yaptıkları yer aslında plan dahilinde değil tamamen usulsüz. Taksim’deki iki proje, meydandaki battı çıktılar ve Taksim Kışlası, İstanbul 2 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nda ayrı ayrı görüşülüyordu ve kurul kışlaya onay vermedi. Ama Başbakan’ın “kurulun

reddini reddediyoruz” sözleri üzerine Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu, üstelik de bürokratlardan oluşan uzmanların çok yer almadığı bir kuruldur, 2 Numaralı kurulun aksine projeyi kabul etti. Yüksek Kurul normalde yılda iki defa ya da çok kriz durumlarında bir araya gelir ama gelin görün ki Taksim meselesi ile ilgili toplandı. Beyoğlu ile ilgili yapılanlar bütünlüklü bir planın parçaları dedin. Sence bu kararların altın ne yatıyor? Bir mimar olarak biraz nasıl okuyorsun bunu? Bu mesele Tarlabaşı’nda başladı. Meselenin en kritik noktasının o olduğunu düşünüyorum. Kent merkezlerinin çok net bir şekilde yoksul insanlara kapatılması için, emeğiyle geçinen yoksul insanların marjinalleştirilmesi yönünde bir dönem başladı ve biz bunu görmedik. Belki aramızda gerçekten “Tarlabaşı bir suç alanı” söylemine inananlar da, oranın temizlenmesi iyi olur diyenler de oldu. Ama şimdi sıra bize geldi… Emek sineması bence çok önemli bir simge oldu. Çünkü kamuya ait olan, asla mülkiyeti konuşamayacağımız bir yerde 5366 sayılı yasa karşımıza çıktı bir de şimdi alış-veriş merkezi yapıyorlar. Taksim’i “yayalaştırıyoruz”, Emek sinemasını “siz Emeğe mi gidiyordunuz sanki, biz onu koruyacağız, Tarlabaşı için temizleyeceğiz dendi. Neyden temizliyoruz o belli değil. Bu 1 Mayıs’ta Türkiye gördü, artık asla saklayabilecekleri bir şey yok. Çukurları korumayı insanları korumak olarak gösterdiler. Sürekli söylemler başka yapılanlar başka, artık inandırıcılığı yok hiçbir şeyin. Kent meselelerinin aslında

Taksim kışlası meselesine gelince. Herhalde kışlayı aynı işlevi ile kullanmayacaklar… Tabi ki aynı değil. Çünkü öyle bir plan yok. Taksim Kışlasını 1. Dereceden tescil ettiler. Birinci dereceden tescilli bir yapının tüm işleviyle ve olduğu gibi inşa edilmesi gerekir. Orjinal işlev, orijinal malzeme ve orijinal mimari şartlarının yerine getirilmesi gerekir ama zaten kışlaya ait bir arşiv yok. Osmanlı arşivlerinde bulunanlar da o dönemdeki bir takım önerilerin planları bildiğim kadarıyla ama kışlanın gerçek planları yok. Biz tabii meseleyi buradan konuşmaya başlamıyoruz. Çünkü zaten restitüsyon (yeniden tasarımlama) projesinin yapılmasının şartlarından bir tanesi şudur, çok ciddi bir savaş, afet vesaire gibi durumlarda bir takım binalar yıkıldıysa, belirli koşullarda ve rölöveleri vesaireleri bulunarak tekrar inşa edilir. Halkın o afetten, savaştan etkilenmesini, belleklerinden kentin silinmesini engellemek için yapılır. Yani hemen bir an evvel toplumsal psikolojinin düzenlenmesi için yapılır normalde. Bizim hiçbirimizin belleğinde olmayan bir kışla projesinin buraya tekrar yapılmasının hiçbir anlamı yok. Gezi parkı da başlı başına projelendirilerek yapılmış ve bir dönemin çok önemli bir tescilli eseridir. Bunu yok saymak da bir dönemi yok saymak anlamına geliyor. Emek sinemasını yerindeyken, üstelik bütün o yıkıma rağmen kirişleri hala ayakta kalabilmiştir yani sağlamdır, hala “burayı güçlendiremeyiz, burası çok kötü durumda” diyen bir zihniyet buraya hiç olmayan bir projeyi, fotoğraflardan, insanların anılarından çıkararak yapmak istiyor. Bunun altında yatan sebep Gezi Parkıyla birlikte Taksim Meydanını tamamen yayalara, gösterilere kapatmak. Hafızaları değiştirmek istiyorlar. Belleklerdeki bütün İstanbul ve Beyoğlu algısını yok etmek istiyorlar.


İşçilerin Sesi

İSVEÇ’TE MÜLTECİLER İSYAN ETTİ

Stokholmün banliyösünün öfkeli mültecileri aynı zamanda İsveç modelinin sınırlarını da göstermiş oldular Banu PAKER

İsveç'in başkenti Stockholm'de göçmen mahallelerinde 19 mayısta başlayan, okul ve karakolların kundaklanmasıyla günlerce devam eden olaylar sonucunda 29 zanlı gözaltına alındı. 50’nin üstünde arabanın yakıldığı, bazı binaların yağmalandığı olaylarda görülen öfke, daha önce Fransa’nın Strasbourg ve büyük Britanya’nın Brikston şehrinin yaşadıklarını hatırlatıyor. İsveç gibi “modernizmin, açıklık ve hoşgörü”nün sembolü olarak görülen bir ülkenin imajı, bir anda ciddi bir başkaldırıyla kırıldı adeta. Stokholmün banliyösünün öfkeli mültecileri aynı zamanda İsveç modelinin sınırlarını da göstermiş oldular. “Cömert” sosyal devlet, Avrupadaki komşu ülkelerinin aksine kamu hizmetlerinin kalitesini düşürmeden sürdürmeyi başarsa da resmi istatistiklere göre, giderek yükselen bir eşitsizlik sözkonusu. Diğer yanda özellikle politik mülteciler olmak üzere konukseverlik çizgisini sürdürüyor. Bugün yeni doğan nüfusun yüzde 15’ini İsveç dışındakiler oluşturuyor. Afganistan, Somali, Irak, Suriye kökenli mülteciler… 2012’te İsveç’in kabul ettiği asyalı sayısı 44 bin. Bu mülteci nüfus genellikle banliyölerde yaşıyor. Şehrin bu bölgeleri ise, yetersiz altyapıya sahip okullar ve ardından gelen başarısızlıklar, işsizlik. Özellikle göçmen gençleri etkileyen işsizlik yüzde 24’lere varıyor. Bir yandan da diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, aşırı sağın İsveç’te yüselişi, ırkçı tavırların ve ayrımcı politikaların dile getirilmesine neden oluyor. İşte bu şartları düşündüğümüzde, Portekiz kökenli bir emeklinin polis tarafından, elinde bir bıçak olduğu gerekçesiyle öldürülmesi ise bir patlamaya neden olabiliyor.

Beyazıt Meydanı’nda asılan 20 Ermeni devrimci... Erol YEŞİLYURT 15-16 Haziran 1915’de Beyazıt meydanında te öldürülen TKP kurucularından Ethem Nejat, idam edilen 20 Ermeni devrimcinin savunmaları Türkçü ve Turancı bir sosyalisttir. Mustafa Supokuyup, idam edilirken gururlu, mağrur bir şekilhi’nin milliyetçi çizgisi ile Paramaz’ın mahkeme sade “Yaşasın Sosyalizm” diyerek can verdiklerini; vunmasını karşılaştırırsak TKP geleneğinin bugün halklarının acılarını, ideallerini dile getirdiklerini neden “ulusalcı” bir çizgide olduğunu anlamamız öğrenince Türkiye solunun 98 yıldır neden bu devkolaylaşır: rimcileri anmadığını; hatta onları unutulmaya terk Mustafa Suphi, Yeni Dünya mecmuasında baettiğini sormamız gerekiyor. Deniz Gezmişlerden kın ne diyor: "... Mücadelemiz ulusaldır. Vatanımızın ve Erdal Erenlere kadar uzanan idamlar listesinin istilacılardan kurtarılması mücadelesidir. Emekçi başında bugün isimlerini bilmediğimiz çok sayıda sınıfların bilinçli temsilcileri biz komünistler, müErmeni sosyalist ve devrimcisi de olmalıydı. Türcadelede var gücümüzle yer alacağız. Zalim ve kiye solunun bu tavrını bir tarafa bırakarak onları yağmacı Avrupa ve Amerika emperyalistlerine, Yukendi tarihinin bir parçası olarak sahiplenmesi genan istilacılarına karşı mücadelede sonuna kadar rekiyor. sebat etmek, mukaddes vazifemizdir... Anadolu Bu topraklarda sosyalizm mücadelesi, TKP’nin kıyamcılar hükümetine her türlü yardımı yapmak kuruluşundan çok daha önceleri başlıyor ve Osbirinci işimizdir". manlı Devleti Dünya’da ki diğer devletlerle karşıMustafa Suphi, yukarıdaki satırları iki milyona laştırıldığında en canlı sosyalist hareketlerden biyakın Ermeni’nin kendi vatanlarından katliam ve rine sahip. Çok uluslu ve çok kültürlü Osmanlı toptehcir yoluyla atıldıktan sonra yazdı. Anadolu’da lumunda sosyalist harekette ağırlıklı olarak gayryaşayan iki milyona yakın Rum kökenli Osmanlı i Müslimler vardı. Ancak yalnızca yurttaşının karşılaştığı durumunu kendi toplumları içinde çalışmak bir tarafa bırakarak, ne Avrupa ne yerine, tüm ezilenlere hitap edip Ümit ediyoruz de Amerikalıların istilasının olörgütlenmeyi deniyorlardı. Örmadığını unutup, sosyalist bir Paramaz ve neğin Hrant Dink’in de üyesi olçözüm ve barış aramak yerine, yoldaşları duğu basın işçileri sendikasının Yunan Ordusu’na karşı savaşı bu yıl kurucusu 1915 soykırımında katulusal ve mukaddes bir savaş 15 Haziran’da olarak niteledi. Gerek Türk geledilen Karekin Gozigyan idi. 10 Mayıs- 27 Mayıs 1915 tarekse de Türk olmayan Kürtler, Beyazıt rihleri arasında İstanbul’da DivanRumların, bütün emekçilerin müMeydanında ı Harp’de yargılanan Paramaz ve cadele birliğini esas alan sosyaanılırlar. 19 yoldaşının yargılanması sıralist bir program yerine suçluları sında, “asıl yargılanması gerekenin kendileri dekurban, kurbanları sanık sandalyesine oturtan İtğil, Osmanlı vatanını Türk vatanı haline dönüştürtihatçıların Türk vatanı yaratma projesini kutsadı. meye çalışan İttihat ve Terakki liderleri ve İçişleri Ancak, yeni kapitalist Türkiye’nin yöneticileri siBakanı Talat Paşa’dır” diyeceklerdir. Vatana ihalahlarını burjuvazilerine karşı çevirmeyi reddeden net ve bölücülük, halkı isyana teşvik gibi suçlarTKP kurucularına karşı silahlarını çevirmekte bir an dan yargılanan 20 Ermeni devrimcinin adına Pabile tereddüt etmedi. ramaz’ın mahkemede söylediği aşağıdaki şu son Türkiye’de TKP’nin (ve Stalinizmin) Kemalizm sözler günümüz için de söylenmiş gibidir: ile gönül birliği ve işbirliği sosyalist hareketin po“Beyler, insanları onları yaptıkları işle, gelelitik muhalefetin merkezi haline gelmesinin önünnekleriyle fikirlerinin bütünlüğü içinde yargılayın. Ben de her zaman büyük bir engel oldu. TKP’nin Şebu ülkeden ayrılmak isteyen biri değilim. Tam terfik Hüsnü kanadı (Aydınlık geleneği) farklı değildir. sine, bana ilham veren fikirlerle yüzleşmeyi red1971 hareketi (THKP-C, THKO) da Kemalizmin dederek kendisini benden ayıran bu ülkedir.” derin izleri bulunur. Bu akımlar emekçi kitlelerin baTürkiye Cumhuriyeti daha kurulmamışken, Türğımsız bir sınıf ideolojisi ve sınıfa karşı sınıf politikiye ismini vererek 1920’de Komünist Partisi’nin kası temelinde bir mücadeleyi hedeflemediler. “Emkuruluşunu ilan eden Mustafa Suphi ve yoldaşları, peryalizme karşı mücadeleden” söz ederken kafalarını mevcut sosyalist hareketin geleneğine, Atatürk ve “Kurtuluş Savaşı”nı kutsayarak söze ezilen halk ve ulusların mücadelesine esas itibabaşladılar. Sosyalist hareketin adı geçen akımlariyle ters çevirerek, çok uluslu/kültürlü toprakların rı, Kemalistlerden daha fazla “Kemalizm” üretme Türkleştirildiği süreci hem savunmuş hem de resalışkanlıklarından bugün de vazgeçmediler. mi tarihin yazımında yer almış oldular. Örneğin, TKP Ümit ediyoruz ki, Paramaz ve yoldaşları bu yıl geleneğinden gelen Nazım Hikmet Kuvayi Milliye 15 Haziran’da Beyazıt Meydanında anılırlar. Bu destanını yazarak TKP ile Kemalizm arasında göanma, Türkiye sosyalist ve komünist hareketinin nül bağlarının ve kader birliğini göstermek ister. ulusalcı ve Kemalist gelenekten kopuşunun yeni Hiç şüphesiz bu ortaklığın en temel nedenlebir işareti olur. Aynı zamanda, ‘öteki’ olarak niterinden biri, gerek Kemalist gerekse de TKP’li kadlenen halk ve ulusların mücadeleleriyle demokraroların İttihat ve Terakki kökenli olmasından kaytik ve enternasyonalist dayanışma geliştirmenin naklanmaktadır. Nitekim Mustafa Suphi ile birlikyolu daha da açılır…

11


İşçilerin Sesi

Kentsel dönüşüm rantında bankalar da yerini aldı Bankacılık sektörü, kentsel dönüşümden payını almak için istihdam kadrosundan, kredi türlerine kadar sektöre adapte oluyor. Sözü edilen krediler elbette ki hep mülk sahiplerine özel düzenlenmiş, kiracıların bu konuda adı bile geçmiyor! Aysun KOCA

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından 6,5 milyon konutun 10 yıllık kentsel dönüşüm projesi kapsamına alındığının açıklanması, bankaları vatandaşa kredi vermek üzere harekete geçirdi. Geçtiğimiz ay, kamu ve özel bankaların bir kısmı “Banka finansmanlı kentsel dönüşüm kredisi kullandıran tek bankayız.”, “Bakanlıkla protokol imzalayan ilk bankayız.” çıkışları ile kentsel dönüşümle sağlanacak rant artışında ve ayrıcalıklı imar hakkı sağlamada yerlerini almakta gecikmediler. Bu banka kredileri kime yarayacak? Eylül ayında yürürlüğe giren Dönüşüm Projeleri Özel Hesabı Gelir, Harcama, Kredi ve Kaynak Aktarımı Yönetmeliği bankaların bu sektöre girişini kolaylaştırdı. Risk tespit kredisi, bina yıkım kredisi, bina yapım kredisi gibi kredi türleri ürettiler. Bu krediler 100 metrekareye kadar olan konutlar için 10 yıl geri ödemeli olarak planlanmış durumda. Kredi kullananların sözleşmenin imzalanmasından itibaren geri ödeme süresi so-

nuna kadar hayat sigortası yaptırması şartı koyulmuş. Ayrıca, bankalar özel eğitimli kişilerce kentsel dönüşüm danışmanlığı veriyor. Nereye, hangi aşamada başvurulmalı, hangi belge ve raporlar temin edilmeli gibi konular için de bankalar uzman personel istihdam ediyor. Bankacılık sektörü, kentsel dönüşümden payını almak için istihdam kadrosundan, kredi türlerine kadar sektöre adapte oluyor. Sözü edilen krediler elbette ki hep mülk sahiplerine özel düzenlenmiş, kiracıların bu konuda adı bile geçmiyor! Kentsel dönüşüm, sadece kent yoksulunu evinden edip, üzerine borçlandırıp, şehrin uzak yerlerine atmak değil; başlı başına bir ekonomi biçimi halini aldı. Çünkü bankalar kentsel dönüşüm kredilerinin 520 milyar lira bir hacim yaratmasını bekliyorlar. Ne de olsa artık kentsel dönüşümün sınıfı yok! Etiler’e ve Ulus’a, oralardaki villalara uzanan kentsel dönüşüm yorumları ortaklaşıyor: “…kıymetli arazilerde oturanları bekleyen kader aynı!”. Bu yorum şimdiye kadar ‘kentsel dönüşüm bize uğramaz, zengin

mahallerinde kentsel dönüşümün işi ne?’ bakış açısını taşıyanların, kafalarına dökülecek beton telaşı ile, kent yoksulu işçi sınıfıyla sözde dayanışma mesajlarıdır. Kentsel dönüşümün yarattığı rant payı bizim cebimizden, evimizden, mahallemizden çıkar; peki bize ne kalır? Mahkeme tarafından inşaatı durdurulmuş, ancak şirket tarafından inşaatına kaçak olarak devam edilen bir projeyi protesto edersek polis bize

saldırır; inşaatında çalıştığımız AVM’lerin kapısındaki güvenlik görevlileri bizi içeri almaz; yüzlerce yıllık kültürümüzle yaşadığımız mahallemizdeki evimizden, çevik kuvvet eşliğinde yapılan gece operasyonu ile eşyalarımız ile birlikte kapı önüne atılıveririz. Kıymetli arazilerde oturan kent yoksulu işçi sınıfını bekleyen sonuçlar, mülk sahiplerinin çıkarları ile aynı değildir!

GREV HAKKI PATRON BASKISINA BIRAKILAMAZ Sermayenin ve hükümetin işçi sınıfına yönelik baskısı yeni bir hal aldı. Daha önce kıdem tazminatı fonu, taşeron çalışma sistemi gibi dayatmalar vardı. Daha çok sendikasız işçilerin çalışma koşullarına yönelik baskılar yapılıyordu. Şimdi ise, sendikalı işçilerin elinde bulundurduğu mücadele araçlarına, grev ve toplusözleşme düzenine müdahale ediliyor. Grev hakkı, zaten çok sınırlıdır. Grev yalnızca sendikalı işçilerin kullanabildiği bir haktır. Toplusözleşme sürecinin uyuşmazlıkla sonuçlanması halinde, önünüze iki yol çıkar: Birincisi, anlaştığınız kadarıyla sözleşmeyi imzalamaktır; çoğu zaman patronun istediğini imzalamak demektir; ikincisi, patrona baskı yapmak üzere yasal greve çıkmaktır. Greve çıkılmasıyla birlikte işçi çalışmaz, işveren de lokavt ilan edebilir ve işçileri işten çıkartır; he koşulda grevdeki işçi-

12

nin aylığı ve sigorta primi yatırılmaz. Hükümet ve işverenler işçileri düşük ücretle ve istedikleri çalışma saatleri boyunca, kölece çalıştırmak istedikleri için, işçilerin sendikalı olmalarını hele de grev hakkını kullanmasını hiç istemiyorlar. Bu nedenle de grev hakkına baskı yapıyorlar. İki örnek var: Birincisi, ÇAY-KUR’da yaşandı. Sendika ile ÇAY-KUR yönetimi masada anlaşamadı. İşveren grev olursa şirket batar dedi. İşçiler aynı zamanda çay üreticisi oldukları için, bu tehdit karşısında geri adım attılar. 10 bin işçi adına uygulamaya konan greve 300 işçi katıldı. Grev bir gün içinde sona erdi. Aradan bir aydan fazla zaman geçmesine rağmen sözleşme hala imzalanabilmiş değil. İkinci örnek, daha bir haftasını doldurmamış olan THY grevidir. 24’üncü dönem

toplusözleşme süreci anlaşmazlıkla sonuçlandı. Yasa gereği, ya sözleşmeyi imzalamak ya da greve çıkmak gerekiyordu. Hava-İş sendikası grev hakkını kullandı. Bu grev 14 bin işçiyi kapsıyor. Ancak en iyi ihtimalle greve bin işçi katılıyor. ÇAY-KUR kadar olmasa da, işçiler greve katılmadı. Bunun bir nedeni, işverenin işten atma tehdidi, grev sabahı yüzlerce polisi, TOMA aracını havaalanına getirmek suretiyle yasal grev hakkına “yasadışı eylem” izlenimi vermesidir. Nitekim işten çıkartma tehdidi karşılık bulmuştur. Bir yıl önce 29 Mayıs’ta 305 işçinin işten atılmasıyla sonuçlanan eylemlerin anıları hala tazedir. Sendika yönetimi, işçileri ciddi bir greve hazırlamadığı gibi, 305 işçinin işe iadesinin şart koşulması da işçilerce ciddi gelmiyor. İşçiler bilinçli ve güvene dayalı bir örgütlenme içinde olmadıkları için, işverenin

tehditleri, hükümet destekli polis ablukasının caydırıcı etkisi kırılamıyor. Anayasal ve meşru bir hak olarak grev, işçilerin örgütsüz olması sebebiyle işverenlerin eline geçen bir silah olmaktadır. Grevi ne patronların baskılarına ne de sendikal bürokrasinin kirli ellerine teslim etmemek için, tabandaki işçilerin örgütlü ve bilinçli olması gerekir. Bilinçli ve işçilerin güvenini kazanmış bir işçi grubu olmaksızın grev kararı hem kâğıt üstünde kalacaktır, hem de işverenlerin işçilere karşı kullanacağı silah haline dönüşebilecektir. Patronların baskılarına, sendika bürokratlarının oyalamalarına karşı tek çare, işçilerin her seviyede bilinçlendirilmesi ve örgütlenmesidir. Taşeron İşçilerinin Sesi Bülten No: 17-Mayıs 2013


İşçilerin Sesi

İşçiler artık mahkemede hakkını arayamayacak! İş Mahkemelerinin yerine ikame edilmasi planlanan “Hakem Heyeti” uygulaması ile amaçlanan net ve açıktır: AKP Hükümeti bir yandan işçi ve emekçi düşmanı yasalar çıkartmakta ve kazanılmış hakları gasp etmektedir. AKP Hükümeti yine allayıp pullayarak işçi ve emekçi düşmanı uygulamalarını “iyi bir şey” gibi sunmaya devam ediyor. Yaldızlarını kazıyıp baktığımızda ise yaptığı tüm iyiliklerin sermayenin ve parababalarının çıkarına olduğunu bir kez daha görmüş oluyoruz. “İş Mahkemelerinin yükünü ortadan kaldırmayı” hedeflediklerini, “daha çabuk sonuca gidileceğini” belirttikleri ve yeni hak gasplarının altyapısını oluşturacakları AKP planı şöyle: İşçilerin hak arama amaçlı olarak İş Mahkemelerine başvurmalarının ve dava açmalarının önüne geçilecek. Bağımsız yargı kararlarının yerine, “İş ve Sosyal Güvenlik Uyuşmazlıkları Hakem Heyeti” işçilerin hak ve hukuk mücadelesinin sonucunu belirleyecek. AKP Hükümetinin yeni yasa tasarısına göre işçi ile işveren arasındaki iş akdinden ve İş Kanunu’ndan doğan her türden hukuk uyuşmazlığından bundan böyle “Hakem Heyeti” sorumlu olacak. Tasarıya göre; İşe iade hakkıyla sosyal güvenlik alanındaki uyuşmazlıkların çatışma ve çözümü bağımsız yargı aracılığıyla değil de hükümet tarafından oluşturulacak olan “Hakem Heyeti” aracılığıyla karara

bağlanacak. Kimlerin çıkarı için daha çabuk sonuca gidilecek ve İş Mahkemelerinin yükü nasıl ortadan kaldırılacakmış bakalım: AKP Haziran ayında taşeron sistemini yasallaştıracak. Güvencesizlik ve iş garantisinden yoksun çalışma koşullarının yasallaştırılmasıyla birlikte işçi ve emekçiler ömür boyu geleceksizliğe mahkûm edilmiş olacaklar. Taşeronlaştırma yasasıyla güvencesizliğe ve geleceksizliğe mahkûm edilen işçi ve emekçiler, yeni yasalarla kuşatılmaya devam edilecekler. Bu kuşatmayla örülecek duvarlar ise ömür boyu mahkûm edildikleri güvencesizlik ve geleceksizlikten çıkıp kurtulmalarının önündeki güçlendirilmiş engeller olacak. İş Mahkemelerinin yerine ikame edilen “Hakem Heyeti” uygulaması AKP Hükümeti eliyle işçi ve emekçilere dayatılan yeni hak gasplarının bir parçası ve devamıdır. Amaç net ve açıktır: AKP Hükümeti bir yandan işçi ve emekçi düşmanı yasalar çıkartmakta ve kazanılmış hakları gasp etmektedir. Diğer yandan da polisi ve kolluk güçleri aracılığıyla fiili hak arama mücadelelerine karşı zor kullanmakta, engellemeye çalışmaktadır. Öte yanda ise emekçiler için hak aramanın hukuksal mücadele alanlarını or-

tadan kaldırılmayı amaçlamaktadır. 2011 yılında çıkarılan 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile “dava masrafları için peşin ödeme” zorunluluğu getirilmiş ve işçilerin hak arama davaları açmasının önüne maddi bir engel çıkartılmıştı. Yeni tasarıyla ise İş Mahkemelerine başvurular tamamen engellenecek. İş Mahkemelerini devre dışı bırakmak isteyen AKP işçi-işveren uyuşmazlıklarını mülki idare amirinin yetkisine bırakıyor. Mülki idare amiri veya ilçe çalışma müdürünün görevlendireceği uzmanlar kimden yana karar verecek? İş Mahkemelerinin yerinin devlet tarafından atanmış kamu görevlilerince doldurulacak olması bile tek başına sermayeden ve patronlardan yana bir sonucun doğacağını göstermektedir. Mülki idarenin tayin edeceği “Hakem Kurulları”nın tarafsızlığının şaibesi apaçık ortadadır. Herhangi bir tereddüt durumunda İş Kanununca kazanılmış bir hak olarak belirtilen “işçi lehine yorum” ilkesi tamamen ortadan kaldırılmış olacak. “Hakem Kurulları”nda işçiler lehine tavır alacak temsilciler bulunamayacak. Kurulacak olan heyetlerin sorumluluğu mülki idareye ve bürokrasiye teslim edilecek. Bütün ipler AKP Hükümeti-

nin elinde olacak. Karar yetkisi Vali ve Kaymakamlarda. Grev ve direniş gibi fiili hak arama mücadelelerinin karşısına dikilenler de bu “mülki idare” değil midir? İşçilere saldıran polis ve kolluk kuvvetlerinin talimatını verevler Vali ve Kaymakamlar değil mi? Bu durumda; İş Kanunundan doğacak olan uyuşmazlıklar hakkında bağımsız yargı mensuplarının değil de Hükümet tarafından atanan bürokratların karar verecek olması ne kadar hukuki olacaktır? Yaratılmak istenen bu yeni hukukla işçilerin lehine kararlar çıkması mümkün müdür? Hakkaniyet aramak gerçekçimidir? AKP Hükümeti boynumuzu kopartacak olan giyotinleri altın kolye gibi sunmaya ve parlatmaya devam ediyor. “İş Mahkemelerinin yükünü ortadan kaldırmayı” hedeflediklerini ve “daha çabuk sonuca gidileceğini” belirtmeleri yeni bir aldatmacadır. Onca işçi düşmanı saldırının ve kazanılmış hakların gaspının yanında işçi ve emekçiler için adalet kapılarını da kapatmak istiyorlar. Hatırlatmakta fayda var: Adaletin Olmadığı Yerde Barış Da Olmaz! Taşeron İşçilerinin Sesi: taseroniscileri.blogspot.com

MÜCADELEYE DEĞİL, SÖZLEŞMEYE İMZA ATTI ÇAYKUR ve THY grevlerinin başarısız ya da kısmi katkılımla sınırlı kalmış olması, gözleri toplusözleşme döneminde uyuşmazlık aşamasına gelen özel sektör metal işçilerine çevirdi. Metal işkolunda ise, sendikalar arasında rekabet var. DİSK Birleşik Metal-İş Sendikası, bu toplu sözleşme döneminde Türk Metal’e el uzatarak, birlikte mücadele etmeyi önerdi. İşkolunun en büyük sendikası Türk Metal ise, işçilerin birliğini ve mücadelesini değil, sözleşmeyi imzalamayı seçti. Bir kez daha önemli bir fırsat kaçmış oldu. Türk Metal mücadeleyi değil de sözleşme imzalamayı seçerek, patronlar karşısında geniş bir metal işçisi cephesi oluşturulmasını engellemiş oldu. Türk Metal’den yapılan açıklamaya göre, “MESS arasında sürdürülen 01.09.2012-31.08.2014 yürürlük sü-

reli Grup Toplu İş Sözleşmesi, 30 Mayıs 2013 Perşembe günü taraflarca imzalandı” denmiştir. Açıklamaya göre: “Sözleşmenin imza tarihinden önce iş yerinde 4,64 TL saat ücretin altında çalışan üyelerimizin ücretleri öncelikle 4.64 TL saate yükseltilecektir. Ondan sonra ücretleri 6.31 TL-Saat’in atında olan bütün üyelerimizin ücretlerine 6.31-TL saati geçmemek üzere 20 kuruş eklenecektir. Bu yükseltme ve çekme eklemesinden sonra ilk altı ay zammı olarak herkesin almakta olduğu saat ücretlerine % 7 oranında zam yapılacaktır.” Metal işkolunda Türk Metal sözleşme imzaladıktan sonra diğer sendikaların pek pazarlık payı kalmıyor. İşçilerin büyük çoğunluğu Türk Metal’e üye. Birleşik Metal’e işverenin verdiği yeni bir teklif olmayacaktır. İşçilerin Sesi - Haber

13


İşçilerin Sesi

FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... KARGO/LOJİSTİK

İşyerimiz taşınıyor Çalıştığım işyeri İstanbul’da iki bölgede kurulu depolarda faaliyet yapıyor. Ocak ayından beri bu iki deponun birleştirilmesi düşünülüyordu, bir aya kadar da gerçekleşecek. Tabii bunun hem iyi hem de kötü sonuçları olacak; iyi yönü bölünmüş olan işçiler birleşecek birbirlerini daha yakından tanıyacak, sorunlara müdahale, örgütlenme, birlikte hareket etme konusunda güçlenmiş olacak. Kötü yönü de bu birleşmeyle beraber her alanda işçi fazlalığı oluşacak, işten çıkartılmalar olabilir ve bu fazlalığı patron kendi yönünde kullanıp, işten çıkarılma olsun, zam konusunda olsun işçiler arasında rekabete çevirebilir, bunu önüne geçmek için çaba sarf etmemiz ve bir araya gelerek konuşmamız gerek. Taşınma işi geciktiğinden olsa gerek, bu yılki zamlarımız henüz yapılmadı, ne kadar yapılacağını bilmiyoruz. Anlaşılan yukarıda yazdığım sonuçların gerçekleşmesi için patron taşınmadan sonra zam yapmayı tasarlıyordu ama bizlerin sabrı kalmadı. Sürekli olarak şeflere ve müdüre zammın ne zaman verileceğini soruyorduk, bu maaşta farklarıyla beraber verileceğini söylediler. Sonuç ne olursa olsun bizler emeğimizle geçiniyoruz, burası olmasa da başka işyerinde çalışabiliriz, ama çalıştığımız işyerlerindeki sorularımızı çözmek ve örgütlenmeyi bulunduğumuz alanlarda yapmalıyız, çünkü patronların işçiler üzerindeki oyunları her işyerinde aynı mantığa dayanıyor; az maliyet, çok iş, daha çok kar.

Belirsizlik hep işçilere Bu yıl da zam gecikmeli olarak verildi, Ocak ücretimizde almamız gereken zammı, Nisan’da aldık, dolayısıyla farklarımız verilmedi. Sorduğumuzda muammalı cevap alıyoruz, verilmeyeceği söylenmiyor ama ne zaman verileceği de belli değil. Bizler kendi aramızda “verilmeyecek galiba” diyerek en kötüsüne hazırlıyoruz kendimizi. İşe giriş çıkışlarımızda kayıt sistemi yok (kart okutma, kart basma vb.) Bu durum mesaiye kaldığımızda çok sorun oluyor, kaç saat mesaiye kaldığımızı bilemiyoruz. Sadece ekip şeflerinin ay sonunda düzenlediği formlarla mesai ücretleri ödeniyor, o

14

formları da bize göstermiyorlar, kendimiz hesaplayabilirsek o kadar. Bundan dolayı ücretimizi aldığımızda kafamız karıştı, paranın ne kadarı mesai ne kadarı zam belli değildi. Öğrenmek isteyenler müdüre gidip sormak zorunda kaldı, bu da bilinçli yapılıyor. Çünkü böylece tepki vermek isteyenleri Müdür deneyim ve kıvraklılığıyla geri çevirmeyi başarıyor, genel olarak tepki vermenin önüne geçilmiş olunuyor. (S.Arık)

PLASTİK

12 saat çalışmaya tepkiler artıyor Şirkette 12 saat çalışma yeni değil. 2005’te bir ara geçici olarak 8 saat çalışmaya dönülmüş ama daha sonra araya giren ustalar ve ücretlerin asgari ücret düzeyinde kalması işçiler arasında da 12 saat çalışmanın onaylanmasına yol açmış. Şimdi yeniden 8 saat tartışma konusu ve bazı işçiler tek taraflı olarak 8 saat çalışmayı seçiyorlar. İşveren de onlara 4 gün 11 saatten çalışma yazıyor (12 saatlik iş gününü değiştirmiyor), asgari ücret ödüyor ve işçiler Cuma, Cumartesi ve Pazar günü çalışmıyorlar. Aradaki 1 saatlik eksiği de işveren ödüyor. Bunu niçin yapıyor? 12 saate tepkiyi azaltmak ve ciddi olarak işçiden gelebilecek tepkiyi azaltmak için, 8 saate izin veriyor. Asgari ücretle 12 saat çalışınca ele geçen para bin 250 ile bin 450 arasında değişiyor. Şöyle oluyor: İki haftada 1 gün izin kullanılıyor ve diğer 13 gün 11 saat çalışılıyor. Ortalama ayda 90-100 saat mesai yapılıyor. 225 saat karşılığında 700 TL, aylık 135 lira ikramiye, işçinin durumuna göre AGİ 80-110 lira ve 400-460 lira mesai parası… Toplamda ele geçen para ortalama bin 350 TL oluyor. Ayda 2 gün tatil ve 28 gün çalışma karşılığında yüzde 50 mesai ücreti hesabından ele geçen miktar çevre fabrikalardan fazla edince, sanılıyor ki, maaşımız yüksek. Hayır: Asgari ücretle ve eksik mesai parası hesaplamasıyla çalıştığımız için yani çok fazla mesai yaptığımız için bu parayı alabiliyoruz. Tabii ki, her türlü canımızdan, hayatımızdan vermiş oluyoruz. (L.Savaşçı)

Önce örgütlenme sonra sendika Patronun ve onun uşaklarının baskıları bitmiyor. Gözleri de cepleri de doymuyor. Bir işçinin 800 lirasına bile

baskıyla çek imzalata biliyorlar. İşçinin işten ayrılmasını sağlıyorlar, vardiyalı ve haftanın yedi günü 12 saat çalıştırmak istiyorlar. İşine gelmeyen “çıkıp gitsin” diyorlar, işe yeni işçi alırken, evli kiracı kart ya da kredi borcu olanları seçiyorlar. Bunlar işçi değil köle istiyorlar. Bu duruma tepki gösteren işçiler işten çıkmanın yollarını arıyorlar. Bu baskılar karşısında işten çıkmak çözüm değil, işten çıkmayıp mücadele eden işçilerde var. Geçenlerde bir bölümde işçiler kendilerine baskı yapan müdür hakkında şikayetçi oldu ve imza topladılar. Psikolojileri bozulduğundan dolayı rapor bile aldılar. Bu bölümde bilinçli işçi sayısı fazla olduğundan birlikte hareket edebiliyorlar ama bu şekilde kendilerini de ortaya çıkarmış oldular. Şimdi müdürlerin ve patronların ilk hedefinde bu işçi arkadaşlar var, bu da olayın olumsuz tarafı! Çünkü şu an iş yerinde örgütlenme süreci devam ediyor. Daha önce sendika olup da, sendikayı düşürten patron, işyerinde her türlü tedbirini almış, işyerini şirketlere bölmüş, işçileri farklı şirketlerde çalıştırıyor. Fabrikada üç çeşit örgütlenme yapılıyor. Bir tarafta siyasi bir grubunun sendikayla dirsek temasında bir örgütlenme, bir tarafta sadece sendikayla bağlantılı örgütlenme bir de bizim yaptığımız işçilerin tabandan örgütlenmesi çalışması. Bu iki grup örgütlenirken karalama ve iftirayla bizim yaptığımız çalışmayı itibarsızlaştırıyorlar. Bir işçiye devrimci olduğundan o bölücü diyebiliyorlar. İşçilerin örgütlenmesinde yardımcı olan yoldaşımıza, “bu işten para alıyorlar” diyebiliyorlar. Patronun müdürlerinin yaptığı yetmiyormuş gibi bir de, sözde işçi sınıfının çıkarlarını savunduğunu söyleyenlerle uğraşıyoruz. Bizler sınıf mücadelesine inandığımızdan, bağımsız ve tabandan, işçilerin söz ve karar sahibi oldukları anlayışıyla, işçi örgütlenmesine devam edeceğiz. Söz, yetki, karar işçi sınıfınındır. (O. Çili)

SAĞLIK

Hani sizin işçiniz değildik Yönetim, 20 Mayıs günü yapılacak "personel genel kurulu" toplantısına taşeron işçilerini çağırmış. Yönetimle yapılan görüşmelerde “siz bizim işçimiz değilsiniz, bize bağlı değilsiniz" demiş¬lerdi. Demek ki, biz-

ler de üniversitenin çalışanlarıymışız, bunu anlamışlar demek ki. Toplantıda boş laflara karnımız tok, kesintilerin iadesini ve güven¬celi çalışma hakkı istiyoruz…

Yönetime sorular sorular... Soruyoruz: 5 Mayıs 2012 tarihli olan ve yöneticilerin aldığı kararlar gereği 3 aylık yapılması gereken kesintiler neden hala devam ediyor? Soruyoruz: Sözleşmeyi kazanan bankaya sadece kadrolu çalışanların listesi verilmedi. Taşeron işçilerine sorulmadan kişisel bilgileri de bankaya verildi. Çalışan sayısına bakılarak promosyon anlaşması yapıldıysa, neden taşeron işçiler promosyon ödenmiyor? Soruyoruz: SGK kayıtlarında taşeron işçilerinin hangi iş kolunda çalıştığı şirkete göre tanımlanıyor. Bu tanımlanma ne zaman değişecek ve sağlık işçisi sayılacağız?

Para onlara cefa neden bize? Hastane yönetimi çalışanlara nasıl ve hangi kriterlere göre değerlendiriyor, performans puanı veriyor? Performans ücretinden muaf tutulan taşeron işçilerin¬den (eczane bölümünden başlayarak) performans notları 70’in altına düştüğü gerekçesiyle savunmaları isteni¬yor. Hangi kriterlere göre puanlandığını bilmeyen taşeron işçileri neye göre savunma verecek? Taşeron işçi çabalasın performans parasını yönetim yesin. Yok artık!

Yönetimi otoparkçılar ele geçirmiş Yönetim otopark açığını karşılamak için hastane içinde yıkım faaliyetlerini hızlandırdı. Çocuk binasının yıkımı ile başlatılan otopark kampanyası çocuk psikiyatrisiyle devam ediyor. Acilde acilen otopark ihtiyacı çıktı. Fizik tedavi tamamen boşaltıldı. Bölümler tıkış tıkış hale geldi. Hastane yönetimi mi otopark şirketi mi belli değil?

Bakanlığın yoğun bakım teftişi Taşeron çalışmanın ana sponsoru olan Sağlık Bakanlığı'nın teftişi bu hafta yoğun bakımlardaydı. Hastane yönetimini bir telaş almış yürümüş


İşçilerin Sesi

FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... sormayın gitsin. Temizlik bir başka sıkı tutulmuş. Olan yine taşeron işçisine oluyor. İdare "teftiş fırçası misali" görünüşü kurtarmaya çalıştı. Buna karşılık yoğun bakımdaki eksiklikler "gözden kaçmış". Zorunlu ihtiyaçlardan hastane yönetiminin haberi var mı?

Taşeron işçisi de servis istiyor Servis sorumluları, taşeron işçilerinin "kesinlikle servislere binmemeleri gerektiğini" söylüyorlar. Binmek isteyenlere de "binecekler listesinde adınız yok" deniyor. Yetkili bankaya isimlerimizi verirken liste yapıyorlar, servise gelince mi liste dışı kalıyoruz?

Taşeronun görev tanımı: Her işi yapar Sağlık işi ekip işi. Buna karşılık hizmet verilirken, hemşirele¬rin, asistan doktorların ve hastabakıcıların işlerinin ağırlığı taşeron işçisinin sırtına yıkılıyor. Örnek çok: kan gazı için numuneleri götürmek anestezistlerin göreviyken, biz taşıyoruz. Steril malzemeleri biz açıyor, pansumanı yapıyoruz. Böyle bir ekip çalışması sağlıklı olur mu?

Şans oyunlarıyla nereye kadar Kesintilerden bunalan, kadro hayalleri bir başka bahara kalan, bazı taşeron işçileri, şans oyunlarına sardılar. Sonuç: cebimizden çıkan parayla daha da zarar etmiş oluyoruz. İhtiyacımız olan ücret ve haklarımızı almanın yolu mücadele¬den geçiyor. Gerektiğinde direniş çadırını kurmasını bilen ve grev yapan taşeron işçisi, çaresiz değil¬dir.

Taşeron çalışma bir üst seviyeye çıktı Yönetmelik değişikliğiyle başhekimle¬rin, tıpkı temizlik işlerindeki gibi taşeron doktor, hemşire ve sağlık teknisyeni çalıştırabilmeleri imkânı sağladı. "Sağ¬lık işi ekip işidir" diyen taşeron işçisine yeni kardeşler katılacak. Bugün kadrolu çalışanlar yarın taşeron olacak. Muhterem kadrolular, birlikte mücadele etmenin zamanı gelmedi mi? Tek taraflı dönermiş, promosyonmuş, küçük hesapları bırakın, kadronuzun zilleri çalıyor bizimle birleşmeye bakın.

BİR MAYIS KAZANILMIŞ HAK MI YOKSA MANGAL KEYFİ Mİ? 1 Mayıs kazanılan ve kazanılacak haklar için sokaklarda meydanlarda haykırmak mıdır yoksa tatil diyerek pikniğe gidip mangal yapıp miskin miskin robot misali düzeni kabul edip oturmak mıdır? Bir Mayıs demek bütün baskı ve orantısız güçlere karşı sesimizi meydanlarda haykırmaktır. Bu bir mayıs ta özellikle ertesi günü işe gittiğimde işveren tarafından haksız sebepten dolayı iş akdime son verdiğinde daha iyi anladım. Sistem ve onu besleyen kuklası olan patron (sermaye); işçilerin bilinçli ,örgütlü haklarını savunan meydanlarda haykıran işçiden korkuyorlar. Öyle ki iki mayıs günü beni işveren işten çıkarttığında kelimeleri çok net açıktı. “ Seni çıkartmam gerekiyor ve çıkartmazsam eğer arkada 20 kişi var ve onlarda haklarını isteyecekler sen onlara örnek olacaksın. Seslerini duyuracaklar.” Kısacası örgütsüz bilinçsiz hakkını bilmeyen bir işçi anlayışına hâkim olmak istiyorlar. Sistemin isteklerine boyun eğen bir işçi anlayışı. Bu kadar basit ve nettir. Sistem ve onun kuklaları olan patron anlayışı sermaye gizliden gizliye yönettiği devlet anlayışları, işçilerin örgütlenmesinden korkuyorlar. Bu korkular sermayenin diğer kuklası olan devletin yasalarla hakları kırıp yok edip zincirlerin boyunduruğu altında korkularını bastırıyorlar. Onlarda polis devlet anlayışı şeklinde orantısız güç kulla-

nıp işçilerin düşünme ve sorgulama haklarını yok etmektedir. Düşünmeyen hakkını savunmayan bireyler olmasın istiyorlar. Amaçları ezilen işçi ve emekçilerin mücadelesini kırmaktır. Aşağıdan gelen tabanın seslerini susturmaktır. Beni işten çıkarttıklarından iki gün önce yani 30 Nisan günü işveren sağ kolu diye bilinen usta mesainin bitimine 3 saat kala 1 Mayıs günü çalışılacağını ve üstelik o gün fazla mesainin verilmeyip ramazan bayramıyla birleştirileceğini belirtildi. Bu komedi oyunun içinde bireysel olarak olmayacağımı ve kabul etmediğimi ve 2009 yılında çıkan 1 mayısın resmi tatil yasasına dair resmi gazetesi ilanını ekini çıkartıp ve en doğal hakkım olduğunu ve Resmi tatilde çalışılmasına dair iznin olup olmadığını sorgulayıp, o gün gelmeyeceğimi belirttim. Ancak karşı tarafın öyle bir şey olmayacağını işe gelineceğini belirtiler. Perşembe gelişi çarşambadan belli olur derler ya o gün beni çıkartacakları belliydi. Çünkü sorgulama yaptığım için beni çıkartacakları belliydi. Öyle ki patronun sağ kolu olan ustabaşı tehditlerine ve kinayeli konuşmalarından belliydi. “gelmezsen sonuçlarına katlanırsın” demesi beni güldürmüştü… En komik yanı ise 2 mayıs sabahı işe geldiğimde o usta başının gelmedin ne oldu alanlara gittin ne-

yi değiştirdin başın göğe mi erdi. Direk olarak işveren tarafından mobing uygulamasına maruz kaldım. Özellikle bir kadınım ve hakkını arayan bireyim o yüzden sermaye tarafından baskıyı iyice artırmışlardı. Patron daha gelmeden işe başlamayacağımı ve onu bekleyeceğimi direktif vermesiyle her şey çok güzel hazırlanmıştı. Hele hele o usta başının alana gitmeyip pikniğe gitseydin dinlenseydin sen mi kurtaracaksın diye söylemleri onları nasıl korkuttuğunu ve ne kadar uyumaya yüz tutmuş bireyleri ne kadar çok sevdikleri belliydi. Trajedi komedi korkunç bir durum bir işçinin örgütleyip sokağa çıkmasından nasıl korkuyorlar. Patron bile ben hakkım ben hukuğum demesi bile korkunun ispatıdır. Güç gösterisinde bulunarak baskı altına alıp bütün isteklerini kabul ettirmek. Tıpkı akan derenin önüne taşlar koyarsınız suyun gidişini engellersininiz ama o su öyle güçlüdür ki ne kadar taş set koysanız fark etmez o suyu bir çatlaklık bulur ve ulaşır akıntıya kapılıp denizlere okyanuslara ulaşır. Son olarak diyeceğim Bir mayıs ta ne paha olursa olsun alanlarda meydanlarda ve kazanılan haklarımızı geri vermemeli kazanılacak haklarımız için mücadele etmeliyiz. Bu da uykudan uyanmalı, bilinçlenmekten ve örgütlenmekten geçer. Bütün haksızlıklılara karşı mücadele edelim. (Reyhan)

15


Feministlerden eylem:

Küfürle değil inatla diren!

Gezi’deki direnişle başlayan isyan hareketinde yer alan İstanbul Feminist Kolektif üyesi kadınlar, 4 Haziran Salı günü İstiklal caddesinden Taksim Meydanına kadar, ellerinde mor-beyaz boya spreyleriyle yazılamaları değiştirdiler. Hedefleri, eylemler süresince duvarlara yazılan cinsiyetçi ve homofobik dille oluşturulmuş yazılara bir müdahale yapmaktı. Eylem boyunca “Tayyip Kaç, Kaç, Kadınlar Geliyor” ve “Küfur Tacizdir, İnatla Diren” “Küfürle Değil İnatla İs-

yan!” sloganları attılar. Duvar yazılarını silmekten çok bazı değişikliklere uğratarak, öfkenin cinsiyetçiliğini ters yüz etmeye çalıştılar. “AMK” yazılarını “AŞK”a çevirdiler. Kadınların eylemine etraftakilerden de destek geldi. İstiklal Caddesi’nde yürüyenler eylemi alkışladı İstiklal Caddesi’ndeki cinsiyetçi yazılamalar temizlendikten sonra kadınlar, parkta yer alan feministlerin direniş çadırına döndü. İşçilerin Sesi - Haber

Biz kadınlar buradayız! AKP ve Tayyip Erdoğan’ın saldırılarına karşı büyük isyan fitilini yakan Gezi Parkı saldırısı kentin gerçek sahiplerinin kimler olduğunu bir kez daha gösterdi. Taksim’de başladı, Kızılay’da, Dersim’de, Antakya’da sürüyor... Alanlardayız... Çünkü; l AVM’ler, TOKİstan’lar ve Galataportlar ile kenti darphaneye, çevreyi beton yığınına dönüştüren, yeşilliği küçük saksılara sıkıştıran AKP tipi kentsel dönüşümü yıkmak istiyoruz. l Kent merkezlerini zenginlere ve sermayeye açan, kadınları kentin merkezlerinden çeperlerine süren, meydanları, geceleri ve sokakları kadınlara kapatan bir kentsel dönüşüm istemiyoruz. l AKP ve Tayyip Erdoğan’ın kadın düşmanı olduğu gerçeğini haykırmak, muhafazakârlığın sistematik olarak yaşam alanlarımıza sızmasına karşı durmak için alanlardayız, Gezi Parkın’dayız. Biz; Kadınları ailede anne ve eş olarak gören AKP politikalarına karşı sokaktayız. Aile Bakanlığı kaldırılsın, Kadın ve Eşitlik bakanlığı kurulsun. AKP kadını değil aileyi güçlendiriyor, boşanmayı engelliyor, “hayır” dedikleri için kadınlar öldürülüyor. AKP kadınları eve kapatmak istiyor. Kadınlardan “arındırılmış” sokaklar, kadınlara yönelik şiddet taciz ve tecavüz gerçeğini güçlendiriyor. Emeklilik yaşını yükseltip kadınlar için imkansız hale getiriyor, doğum borçlanması

yalanıyla prim yükünü yine kadınlara yüklüyor. AKP Ekonomik büyümeyi emekçilerin emeğinden çalarak sağlarken, kadınların ev içindeki emeğinden yararlanarak kadınları esnek güvencesiz ve düşük ücretle çalışmaya mahkum ediyor. Evlenip evlenmeyeceğimize, doğurup doğurmayacağımıza, kaç çocuk doğuracağımıza karar vermeye cüret ediyor. Kürtaj hakkımızı çalmaya kalkıyor. Yapamayınca fiili olarak engellemeye çalışıyor. Hem ucuz işgücü artsın hem de Kürt nüfusu baskın olmasın diye “3 de yetmez 5 çocuk doğurun” diyen AKP, nüfus politikaları için kadınların bedenlerini denetlemeye çalışıyor. “Kadınlar olmadan gerçek bir barış olmaz” dediğimiz ve Kürt sorununun siyasal demokratik çözümünden yana taraf olduğumuz için buradayız. “Eşcinsellik hastalıktır” diyen kadın bakan da gördük 10 yıllık AKP iktidarında. Bu zihniyet transları öldürüyor, ceza kesiyor, lezbiyenleri yok sayıyor. Birlikte direndik, direniyoruz ama; Sloganlardan etraftaki yazılamalara kadar dört bir yana sinen kadın düşmanı, cinsiyetçi ve homofobik küfürler de aslında alandaki varlıgımızı görünmezleştiriyor. Sloganlaşan cinsiyetçi küfürler sadece kadınların sorunu olmamalı. Küfürle değil inatla diren! Emeğimiz bedenimiz kimliğimizbizimdir! İstanbul Feminist Kolektif

Kimse işçi olmayı kolayca kabul etmedi Bir işçi bir fabrikada ya da işyerinde çalışmayı reddedip geçimini sağlamak için örneğin denizden balık tutsa, bahçesinde inek besleyip süt satsa ya da işportacılık yapsa karşısına hemen polis ya da zabıta dikilir. Avlanma izin belgesi ister, ineğin aşısını sorar, vergi verip vermediğine bakar. Yani işçi olmak dışındaki her türlü geçimlik çabasını engeller. Polis (ya da zabıta) insanın geçimini sağlaması için emeğini kullanmasını değil emek gücünü bir ücret karşılı-

ğında sermaye sahiplerine satmaya, işçi olmaya zorlar… Bu, polisin mevcut burjuva toplumsal düzenin inşasındaki asıl işlevidir ve polis bu inşa sırasında keşfedilmiş ve yaratılmıştır bir devlet aygıttır. Çünkü öncelilik amaç başta toprak olmak üzere tüm üretim araçlarından kopartılmış ve mülksüzleştirilmiş insanların oluşturduğu yoksulluk sınıfını zapturapt altına almak, zabtetmekti ve bunun için bir kolluk gücüne, zabıtaya ihtiyaç vardı; yani

politika için polise… Yunanca şehir anlamına gelen “polis” Latin dillerinde fiil olarak Zabtetmek isim olarak Zabıta anlamına gelir… Toplumsal Düzenin İnşası, Polis Erkinin Eleştirel Teorisi’de atalarımızın nasıl zorla işçi haline getirildiğinin ve burjuva düzenin oluşmasının hiç de öyle doğal, evrimsel bir süreç olmadığını ve tarihsel bir aşama olarak gerçekleşmediğinin; hikâyesini bulacaksınız.

Toplumsal Düzenin İnşası, Polis Erkinin Eleştirel Teorisi Yazan: Mark Neocleous h2o kitap, Mayıs 2013, 220 sayfa.

İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi - Aylık Süreli Siyasi Yayın - Tarih: Haziran 2013 Sayı: 15 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı - İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi Kemal C. Sarıoğlu Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Söğütlüçeşme Cad. Tulumbacı Asım Sok. Korular İş Hanı No: 48 Kadıköy - İstanbul Web: iscilerinsesi.org e-mail: iscilerinsesi@gmail.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.