Sayı: 16 Temmuz 2013
ISSN: 2147-1568
1.5 TL
GEZİ’DE VE PARK MECLİSLERİNDE ‘GÖZ KIRPAN DEVRİM’ SİYASAL YÖN ARIYOR:
ŞİMDİ FABRİKALARLA
BULUŞMA VAKTİDİR
Öz örgütlenme ve isyan süreci
AKP boşuna dış mihrak arıyor
Devrim sanki göz kırptı...
Gözler sendikaları aradı ama...
Oya Öznur> 4
Mustafa Eker > 6
N. Cemal > 8
Yunus Öztürk > 10
İşçilerin Sesi
BİZ KİMİZ? NE İSTİYORUZ? NE İÇİN MÜCADELE EDİYORUZ? Bugün dünyaya egemen olan anlayış sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan; ayrımcılıktan uzak yeni bir toplum olmalı, bu da komünizmdir. Rusya'da 1917 Ekim İşçi Devriminden kısa bir süre sonra, Doğu Avrupa, Çin ve Küba'da daha en başından itibaren "işçi sınıfı" ve "komünizm" adına yaşananlar, işçi sınıfının çıkarlarından uzak, bürokratik ve yozlaşmış rejim deneyimleri olmuştur. Bu rejimlerle "işçi demokrasisinin" ve "komünizmin" doğrudan ilgisi yoktur. Komünizm, işçi sınıfı ideolojisidir; onun tarafından ve dünya seviyesinde inşa edilebilir. İşçilerin Sesi Gazetesi, insanlığın kurtuluşu olan komünizmi, kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezme-ezilme ilişkisinden; ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlar. Kürt ulusunun kendi kaderlerini tayin hakkını savunur. İşçilerin Sesi Gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır. İşçilerin Sesi Gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız, demokratik, şeffaf olmalarını savunur. İşçilere ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişecek işçi hareketi eliyle birer işçilerin öz örgütü haline gelmesi için çalışır. İşçilerin Sesi Gazetesi, işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Tüm işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak Enternasyonalist Komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir Komünist Enternasyonalin inşası demektir. İşçilerin Sesi Gazetesi,’nin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin, Rosa ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır; Enternasyonalist Komünisttir.
2
‘GÖZ KIRPAN DEVRİM’ SİYASAL YÖN ARIYOR:
FABRİKALARLA BULUŞMA ZAMANI! Hareketin siyasallaşmasından ve sosyalizme doğru evrilmesinden korkuyorlar! Marjinalleştirmek ve adli vaka haline getirmek için uğraşıyorlar. Mayıs-Haziran günleri yerini Temmuz Günlerine bırakıyor. İstanbul’un şehir merkezini üç haftaya yakın zapt eden işçiler, öğrenciler, işsizler, gençler ve kadınlar Türkiye tarihinin son yüzyılda görmediği bir isyana ‘ıslak imza’ attılar. İsyanın kendiliğinden karakteri onu zamana yaysa da, önceden kestirilemez kolektif bir akılla kararlaşarak, yayılarak ve siyasallaşarak kendine yön veriyor. Beş milyondan fazla insanın dâhil olduğu bir sosyal hareketle yüz yüzeyiz. Hareketin başlangıcında ve yükselişinde ezen ve sömüren sınıflar, iktidar merkezleri dışında her siyasal renk ve sınıf kendine yer buldu. Özgürlük, adalet ve demokratik hak talepleri birbiri ardına sıralandı. Yeni ve eski düşünüş biçimleri, devrimci olanla reformcu, ulusalcıyla ezilen Kürt ulusunun temsilcileri, burjuva cumhuriyetçisiyle komünist bir arada yer aldı. 31 Mayıs’tan itibaren hareket kendi evrimi içinde gücünü ve olanaklarını buldu, yarattı. Özsavunma eylemlerinin yarattığı özgüven ‘doğrudan demokrasi’nin biçimlerini, özörgütlenmeleri, Gezi Meclislerini ve şimdi de Park Forumlarını yarattı. Olağan dönemin örgütleri olan meslek odaları, sendikalar, dernekler hatta sosyalist/komünist parti ve örgütler, aşağıdan dayatılan devrimci yenilenmenin kuvvetini tanıdılar, ona güvenmek zorunda kaldılar. Kitle hareketi, Taksim Dayanışması da dâhil, örgütlerin toplamı üzerinden karar alma dönemini kapatmaya zorladı; hükümetle ve başbakanla yapılan görüşmelerin sonuçlarını kendi diline çevirdi ve mücadeleye devam kararı alındı. Mücadelenin sürdürülmesi iradesi, giderek siyasallaşan bir halk hareketi yarattı. Halk hareketi deyince sosyolojik manada söylüyoruz. Hareketin merkezinde modern hizmet sektörü-
nün taşeron cehennemine dönüştürdüğü işyerlerinden kopup gelen, nitelikli işgücünü temsil eden ‘beyaz yakalı’ işçiler var. İşçi sınıfını fabrikalarla sınırlayamayacaksak, işçi sınıfının bu gelişen ve büyüyen bölüğü, ilk kez kitleler halinde harekete geçiyor; plazalardan meydanlara, forum alanlarına akıyor. Yanına özgürlük, adalet isteyen farklı toplum ve kimlik kesimlerini katarak ve genişleyerek halklaşıyor; ileriye doğru hareket ediyor. Doğrudan demokrasinin deneyimlerini yaşıyoruz. El yordamıyla yüründüğü apaçık. Ama öğrenen bir hareketle karşı karşıyayız. Onlara yol gösterecek bir örgütsel ve siyasal gelenek oluşmadı. Ne gelişmiş bir işçi ve sendika hareketi ne de devrimci ve sosyalist hareket var. İnsanlığın devrimci birikimini aktaracak hafıza bir arada değil, dağınık. Sosyalistlerin insanlarla ve sınıfla ilişkileri neredeyse yok. Bu koşullarda patlayan bir sosyal hareketten söz ediyoruz. İktidar, milyonları tutuklayamaz ama hareketin geleceğini temsil eden sosyalistlere yönelik başlattığı cadı avıyla hareketin geleceğini karartma çabası içinde. Hareketin nereye evirileceğini kestiremeyen iktidar ve sermaye çevrelerinin, harekete geçen kitleye tarihin devrimci bilançosunu sunacak ve bir avuç olduğu gizlenemeyen sosyalistleri hedefine yerleştirmesi, anlamlı. Hareketin siyasallaşmasından ve sosyalizme doğru evrilmesinden korkuyorlar! Marjinalleştirmek ve adli vaka haline getirmek için uğraşıyorlar. Hareket her aşamada sorunlarla karşılaşıyor: Karşılaştığı sorunlar bir tane değil. Yüzlerce, binlerce fikrin kısa bir zaman diliminde dillendirildiği forumlardan ortak kararlar çıkartmayı becerebilmek kolay değil. Ama mümkün oluyor, başarıyor. Hareketin en büyük başarısı ve geleceğe dair bırakacağı deneyim, Gezi Meclisleri ve şimdi
de Park Forumları olacak. Yeri geldiğinde yüzbinler harekete geçiriyor, yeri geldiğinde kendi yağıyla kavrulan bir hareket haline dönüşüyor. Canlı bir hareketle karşı karşıyayız. ‘Şimdi duralım, kazanımlarımızın meyvelerini toplayalım, hükümet geri adım attı, sonra bir adım daha atarız’ bakışında ifadesini bulan reformizm, aşağıdan gelen ortak akılla alt edilebiliyor. Üstelik bir kere değil! Taksim Dayanışmanın 13 Haziran gecesi hükümetle görüşüp, mutabık kaldığı andan itibaren, aşağıdakiler tepeden alınan kararları yırtıp atma cesaretini gösteriyor. Tekrar edelim: Meclisler aracılığıyla yapabiliyor. Bugün, Meclislerin ya da Park Forumların gündemini, siyasal yöneliş üzerine yapılan tartışmalar oluşturuyorsa, bu hayırlı bir iş sayılmalı. Siyasal yöneliş, karşısında iktidar bloğunu görerek, geniş bir cephe halinde kendini ifade etmek zorunda olduğunu da kavrayacak. Yani, Cumhuriyetçiler, sosyalistler, Kürt demokratik hareketi, kadınlar, işçiler/sendikalar, tüm renkleriyle kimlik ve kültür taleplerinin savunucuları ‘Demokratik Cumhuriyet’ ekseninde AKP ve Tayyip Erdoğan iktidarına karşı blok/cephe oluşturmalı. Bu ara dönemin özellikleri dikkate alarak, önümüzdeki dönem ‘seçimleri’ni de kürsü olarak kullanarak, birbirini ötekileştirmeden ortak demokratik talepler etrafında yeni bir siyasal form (bildiğimiz biçimler Parti, Halk Meclisi, Cephe veya daha esnek yeni biçimler) bulmak, inşa etmek önemsenmelidir. Geleceğimiz ve umutlarımız, aşağıdan hareketin kendisini sürekli kılma becerisine, devrimci yenilenmenin hale hale sendikaların ve sol partilerin en küçük birimlerine kadar yayılmasına, bu yenilenmeden başarıyla çıkarak ‘birleşik mücadele’nin siyasal ifadesini bulması için yanı başımızdakinin elinden tutmamıza bağlı. Cepheler netleşirken, ortada ve makulde durmak yok! Şimdi kent merkezinin özgürlükçü ve demokratik işçi hareketini varoşların fabrikalarıyla, sanayi işçileriyle buluşturma zamanı!
İşçilerin Sesi
Demokrasi yoksa çözüm de olmaz Kürt siyasetçilerin “müzakerelere” özel önem vermesi anlaşılır olsa da, direniş karşısında aldıkları tutumla, çözümün ancak ülkenin topyekûn demokratikleşmesiyle gerçekleşebileceği gerçeğini göz ardı etmişlerdir. Aykut ÖZER Halkın Emek Partisinden bu yana tüm yasal Kürt partileri, “Türkiye partisi” olmayı, önlerine önemli bir siyasi hedef olarak koydular, ancak bunu hiçbir zaman gerçekleştiremediler. Türkiyeli aydın, demokrat ve emekçileri kucaklayamadılar. Bunun iki nedeni var: Birincisi, Kürtlerin demokrasi ve özgürlük mücadelesi hızla yükselirken, işçi ve emekçi muhalefeti geri çekilmeye başlamıştı. Bunun sonucu olarak, Kürt muhalefeti baskın siyasi güç olarak ülke siyasetinde yerini alırken, diğer muhalif hareketler zayıfladı, örgütsüz hale geldi. İkinci olarak, silahlı çatışmaların boyutlanmasıyla ölümlerin artması, siyasi iktidarların geniş emekçi kitleleri şoven propaganda yoluyla kendisine bağlamasına yol açtı. Ülkede küçük bir azınlık oluşturan sosyalist ve demokratlar dışta tutulursa, geniş emekçi halk kitleleri, “Kürt savaşında”, devletin ve siyasi iktidarların yanında, Kürtlerin demokratik taleplerinin karşısında yer aldılar. Bu tavır alış sonucunda, Kürtler ile Türk halkı arasında kopuş meydana geldi. Bu durum, ülkenin bütününe, baskı ve demokrasisizlik olarak yansıdı. Mayıs ayı sonu ve Haziran ayının ilk yarısı boyunca, İstanbul-Taksim’de, Gezi Parkı ekseninde başlayıp, ülkenin dört bir yanına yayılan milyonlarca kişinin katıldığı gösteriler, ülke tarihinin en kitlesel demokratik eylemleriydi. Ülke tarihinde ilk kez, milyonlar, siyasi iktidarın despotizmine karşı, militanca bir mücadeleye kalkışmışlar ve güçlü bir demokrasi dinamiği olarak ortaya çıkmışlardı. İşte bu gelişme, yukarıda sözü edilen Kürtler ile Türk halkı arasındaki kopuşu ortadan kal-
dırmanın, “Fırat’ın doğusu ile batısı arasında” güçlü bir demokrasi cephesinin kurulmasının koşullarını yaratmıştı. Deneyimli Kürt siyasi hareketinin, siyasi açıdan geri ve örgütsüz olan Türkiyeli emekçilerin geçmişte yapamadığını gerçekleştirmesi ve bu momenti kaçırmayarak, güçlü bir demokrasi cephesinin inşa edilmesine yardımcı olması bekleniyordu. Ancak beklenen gerçekleşmedi. Kürt siyasetçilerin mütereddit tutumları ve dar siyasi yaklaşımları yüzünden bu fırsat kaçırıldı; siyasi iktidarı stratejik bir yenilgiye uğratma olanağı heba edildi.
Demokrasi mücadele ile kazanılır Kürt siyasetçilerin ikircikli tutumu iki gerekçeye dayanıyordu. Birincisi, Kürt siyasi hareketi, Öcalan vasıtasıyla, devlet ve siyasi iktidar ile “Barış ve Çözüm Müzakereleri” yürütüyordu. Siyasi iktidarı, yani masanın diğer tarafında oturan politik gücü zaafa uğratacak, hatta alaşağı edebilecek bir siyasi direniş, “müzakere sürecini” kesintiye uğratabilecek, dolayısıyla Kürtleri hedeflerinden uzaklaştırabilecekti. Dolayısıyla bu eylemler, “çözümü istemeyen güçlerin” bir manipülasyonu bile olabilirdi! Bu kanaati güçlendirecek bir olgu olarak, ulusalcı motifler gösterilerde yoğun olarak yer alıyordu! Bu yaklaşım, dar ve komplocu bir bakışın yansımalarıydı. Birinci olarak, hiçbir dış ve iç gücün milyonlarca kişinin katıldığı kendiliğinden eylemleri organize etme gücü yoktur; tarih boyunca da olmamıştır. İkinci olarak, eylemler siyasi iktidarın despotizmini hedef almıştır; haklı, meşru ve demokratik eylemlerdir. Kitleler, çevreleri, kentleri ve gelecekleri konusunda söz ve karar sahibi olmak için sokaklara çıkmışlardır. Aynen Kürt-
ler gibi, yaşamlarını ve geleceklerini kendileri belirlemek istemişlerdir. Üçüncü olarak, gösterilerdeki motifler ve atılan sloganlardan bağımsız olarak, tüm gösterilere damgasını vuran temel olgu, eylemlere hâkim olan demokratik ruhtur. Normal koşullarda, bir dakika bile yan yana duramayacak olan politik eğilimler, Taksim Meydanı, Gezi Parkı ya da ülkenin çeşitli cadde, park ve meydanlarında günlerce ortak, omuz omuza mücadele yürütmüşlerdir; demokrasi mücadelesinde birlikte yer almışlardır. Kürt siyasetçilerin “müzakerelere” özel önem vermesi anlaşılır olsa da, direniş karşısında aldıkları tutumla, çözümün ancak ülkenin topyekûn demokratikleşmesiyle gerçekleşebileceği gerçeğini göz ardı etmişlerdir. Demokrasi yoksa çözüm de olamaz. Gezi Direnişi eylemcilerine karşı devlet terörü uygulayan siyasi iktidar, Kürtlerin talepleri karşısında demokrat olabilir mi? Demokrasi, müzakerelerle değil mücadeleyle gelir. Müzakereler yoluyla ancak yumuşama, ya da kısmi ve geçici uzlaşmalar sağlanabilir. Gezi Direnişi, antidemokratik ve despot AKP iktidarına karşı önemli bir demokrasi dinamiği olarak ortaya çıkmışken, Kürt siyasetçiler bunu göremeyerek Kürt ve Türk halkı arasındaki köprüleri tamir etme ve öteden beri hedefledikleri “Türkiye partisi” olma fırsatını heba etmişlerdir. Aynı zamanda müzakerelerde siyasi iktidarı sıkıştırma ve kendilerini güçlendirme imkânından yoksun kalmışlardır. Ayrıca, Türkiye’deki ulusalcıların ellerine kullanacakları koz vermişlerdir. Kürt siyasetçileri, daha sonraları, tutumlarını düzeltme yoluna gitmişlerse de, fırsat kaçırılmıştır.
Önümüzdeki günler yeni fırsatlar vaat ediyor Her ne kadar tarihi bir fırsat kaçırılmış görünse de, siyasi ve ekonomik gelişmeler, bu fırsatın, yakın gelecekte demokrasi güçlerinin önüne yeniden çıkabileceğini gösteriyor. Birinci olarak, Gezi Parkı ve Taksim Meydanındaki kitleler dağıtılmışsa da, eylemlilikler, kentlerin çeşitli cadde ve parklarında sürmekte ve çeşitli vesilelerle on binlerce kişi kolayca bir araya gelebilmekte ve eylemler gerçekleştirebilmektedir. Yani mücadele sürmektedir. İkincisi, silahlı PKK güçlerinin büyük bir bölümü ülkeyi terk etmiş olmasına rağmen, siyasi iktidar, Kürtlerin taleplerine cevap verecek en ufak bir demokratik adım atmamıştır. Bu yönde hiçbir idari ya da yasal düzenleme yapmamıştır. Meclis yakında tatile girecek ve Ekim ayına kadar yasama faaliyeti duracaktır. Bu durum Kürtlerin sabrının taşmasına ve yeniden hareketlenmelerine yol açabilecektir. Üçüncü olarak, gelişmiş kapitalist ekonomilerde kısmi bir toparlanmanın yaşanmasıyla birlikte ülkeden para çıkışı hızlanmış; buna bağlı olarak döviz fiyatları fırlarken, borsa yere çakılmıştır. Bu durum, maliyet enflasyonu, kredilerin pahalanması dolayısıyla ekonomik büyümenin durmasına yol açabilecektir. Bunun işçi sınıfı ve emekçiler açısından anlamı, artan işsizlik ve pahalılık olacaktır. Şimdiye kadar gerek Kürt mücadelesine gerekse Taksim eylemliliğine seyirci kalmış olan sendikaların ve bunlara üye işçilerin hoşnutsuzluğunun artması kaçınılmazdır. İşte bu nedenle ülkenin bu temel toplumsal dinamiklerinin, siyasi iktidar karşıtlığı temelinde, ortak ekonomik ve demokratik talepler etrafında bir araya gelmeleri güçlü bir ihtimaldir. Bu fırsat bir daha kaçırılmamalıdır.
3
İşçilerin Sesi
Öz örgütlenme ve Feministlerden “Duran kadın” eylemi İşçilerin Sesi-Haber İstanbul Feminist Kolektif üyesi kadınlar, sanatçı Erdem Gündüz’ün başlattığı ve kısa sürede Türkiye dışından da cevap bulan “durma” eylemi yaptılar. 21 haziran günü gerçekleştirilen eylemde, feminist kadınlar, bir saat boyunca ve yüzlerini Gezi’ye dönerek durdular. Üzerlerine giydikleri t-şhirtlerde yer alan isteklerle başbakana cevap verdiler. Bilindiği gibi başbakan “en az üç çocuk” demişti. Feministler de “en az üç gezi”, “en az üç ağaç”, “en az üç barikat”, “en az üç kitap” talepleriyle eylemlerini sürdürdüler.
Kadınlar parklarda buluşuyor İşçilerin Sesi-Haber Gezi direnişinden kadınlar, İstanbul’da her Çarşamba Maçka ve Yoğurtçu parklarında biraraya gelecek; deneyimlerini ve taleplerini konuşacak. Maçka Parkı kadın forumunda, direniş sırasında gözaltına alınan kadınların maruz kaldığı cinsel içerikli sözlü tacizler, çıplak arama iddiaları ve Taksim Meydanı ile Gezi Parkı içinde konuşlanan polislerin kadınlara yönelik sözlü tacizleri konuşuldu. Kadınlar yaşadıklarını anlattı. Yoğurtçu Parkı’nda da gözaltında tacizler gündemdeydi. Ayrıca Yoğurtçu Parkı’nda kadın politikaları üzerine düzenli olarak atölyeler düzenlenecek. Kadınlar her Çarşamba saat 19.00’da Maçka ve Yoğurtçu parklarında bir araya gelerek, kadın forumlarına devam edecek. Gezi Parkı polislerden arındırılıp halka açıldığında, kadın forumları Gezi Parkı'nda devam edecek. Maçka Parkı kadın forumlarından haberleri @MackaKadinForum twitter hesabından takip edebilirsiniz.
4
Gezi Parkı’nın dağıtılmasıyla birlikte doğrudan demokrasi meclisleri de dağıldı. Bu dağılma nar taneleri gibi oldu. Oya ÖZNUR 28 Mayıs günü çevreciler Gezi Parkı’na yerleşmiş, 30 ve 31 Mayıs sabahı gerçekleştirilen şafak operasyonlarıyla barışçıl bir ekolojik direniş devlet tarafından yok edilmeye çalışılmıştı. Bu haksız ve orantısız şiddet üç hafta boyunca süren isyanın başlangıç noktası oldu. 31 Mayıs şafağından 1 Haziran gününün öğleden sonrasına kadar süren yoğun çatışmalar çığ gibi büyüyüp yayıldı. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı kesindi. 1 - 11 Haziran tarihleri arasında Taksim Meydanı ve Gezi Parkı direnişçilerin kararlı mücadeleleriyle polis güçlerinden ve şiddetten arındırıldı. Özgürleştirilerek, gerçek anlamda “yaya trafiğine” açıldı. İsyanın ve özgür-
lük hareketinin örgütü ve örgütlülüğü yoktu. Kendiliğinden hareketti. Bu süre zarfında öz örgütlenmelerin yaratılması ve doğrudan temsili içeren meclislerin oluşturulması yönünde İşçilerin Sesi, birkaç kurum ve kişi tarafından öneriler getirildi: “İsyanın öznesi olan bağımsız gençlerin temsil hakkının ve doğrudan demokrasi temelinde örgütlülüğünün gerçekleştirilmesi sadece bugün için değil, gelecek açısından hayati önem taşıyor.” İsyanı ve dinamiklerini doğru değerlendiremeyen sosyalist grupların birçoğu öz örgütlenme gerçeğini kavrayamadı. Bazıları içinse bu bir “demokratizm hastalığı” idi. Bu yöndeki önerilere ve çabalara kimi doğrudan ki-
mi de dolaylı olarak sekte vurmaya çalıştı. Taksim Dayanışması öz örgütlenmeler temelinde sıcağı sıcağına ve zamanında bir karar alamadı. Refleks göstermesi engellendi. Bağımsız genç isyancılar için yaptığımız çağrılar ve özel çabalar ilk sonuçlarını verdi. İlk çağrıya kapalı mekânda 100, ikincisine ise açık alanda 300 genç katıldı. İki toplantının işleyiş ve içerik tartışmalarının hengâmesi içinde 11 Haziran tarihli polis saldırısı geldi. Barikatları aşan polis ordusu Taksim Meydanı’na yeniden el koydu. Başlangıçta, “Gezi Parkı’na girmeyeceklerini” söylediler ve sosyalist gruplarla bağımsız genç isyancıları ayrıştırmak istediler. Taksim Meydanı’nın “düşmesi”nden sonra
‘Sanki ilk kez nefes alıyorum’ Nagihan BULDUK 31 Mayıs 2013… Taksim’den hiç ayrılmamalıydım. İçim içime sığmıyor. Bu gece evde duramam, Taksim’e geri döneceğim… Kadıköy’den arkadaşım arıyor. Önce nasıl olduğumu soruyor. Taksimden ayrıldığımı ama tekrar döneceğimi söylüyorum. Twitter ve facebooktan aldığı bilgilere göre Taksim’e yeniden çıkmam çok zormuş. Ekliyor “Biz de evde duramıyoruz; Kadıköy Boğa’da toplanalım çağrısı yaptık. Daha fazla polisin Taksim’e gitmesine engel olalım dedik.” Kadıköy’e gidiyorum. 01.06.2013 saat 01:00 suları... Kadıköy Boğa’da yaklaşık 200 (belki daha fazla) kişi toplanmış, slogan atıyorlar: Her Yer Taksim Her Yer Direniş. Bir süre Kadıköy-Boğa civarında slogan attıktan sonra Rıhtım’a yöneliyoruz. Kitle kalabalık. Araç trafiği duruyor. Yine de olumsuz tepki yok. Aksine araçlar da korna çalarak destek veriyor. Polis müdahalesi bekliyoruz ama ortada trafik polisi dahi yok… Aca-
ba söylentiler doğru mu? Gerçekten Kadıköy polisi de Taksim’e mi gönderildi? Rıhtım’da yaklaşık 20-25 dakika daha slogan attıktan sonra, kitle Boğa’ya yöneliyor, Söğütlüçeşme Caddesi’ne doğru yürüyüşe devam ediyoruz. Belli ki daha önceden planlanmamış, örgütsüz bir kitle bu. Peki nereye gidiyoruz? Saat 02:00-02:30: Cadde’ye yöneliyoruz. İnsanlar pencereden, balkondan tencere ve tavalarla destek veriyorlar. Adeta ritim grubu kurulmuş… Boğa’dan gelenler ve Cadde’dekiler buluşuyoruz. Söğütlüçeşme’ye kadar hep birlikte slogan atarak, tencere tava çalarak ilerliyoruz. Söğütlüçeşme’de bir grup metrobüs yoluna giriyor bir grup ise Altıyol’ a doğru devam ediyor. Metrobüs yolundakiler sesleniyoruz: gel gel gel gel!!! Evet Taksim’e gidiyoruz! Fikirtepe civarında kitle bir düzene giriyor, sloganlar hoparlörle destekleniyor. Belli ki bu konuda tecrübeli bir grup aramıza katılmış. Uzunçayır civa-
rında müdahale bekliyoruz. Yanılmışız… Her ihtimale karşı tedbirli olmayız, metrobüs yolundan çıkıyoruz. Trafiği aksatmayalım diye sol şeritten yürüyüşe devam... Acıbadem civarında insanlar pencerelere balkonlara çıkmış tencere ve tavalarla; araçlar kornalarla destek veriyor. Daha uzaktaki evlerden ışıkları açıp kapayanların olduğunu görüyoruz. Polislerin bizi Altunizade’de karşılayacağını düşünüyoruz. Ama yoklar… Tamam diyoruz; köprüden önce son çıkışta bizi bekliyor olmalılar… Yine yoklar. Artık etrafımdaki insanların biraz küskün “..ama biz biber gazı yemek için geldik. Bize yok mu”, “hadi ya hayal kırıklığına uğradım, bize gaz yok mu?”, “Gaz atın da rahatlayalım” diye espri yaptıklarını duyuyorum. Giderek kalabalıklaşıyoruz. Söylentiye göre Üsküdar’da toplanan kitle de katılmış… Öndekiler köprüye girdi. Hala bir müdahale yok. Sabah saat 05:30-06:00 civarı öndekiler köprüyü çoktan geçtiler. Ben köprünün üzerindeyim. Arkamda bir o kadar
İşçilerin Sesi
isyan süreci direnişte yeni bir evreye girilmiş oldu. Hareketin geriletilmesi amacıyla polis şiddetinin dozunun artırıldığı bir süreçte tartışmalar da arttı. Gezi Parkı içinde yedi ayrı meclis oluşturuldu ve doğrudan demokrasi denenmeye başlandı. Doğru ama geç alınmış bir karardı. Birçok siyasi ve mesleki kurum, bağımsız genç isyancıların aksine, hareketi geriye çekerek “makulleştirecek” öneriler sıralamaya başladılar: “Çadırların toplanması ve merkezi tek bir çadırın kurulması”, “Gezi Parkı’ndakilerin makul bir sayıya indirilerek seyreltilmesi” önerileri bunlar arasındaydı. Gezi Parkı meclislerinin yedisi birden, doğrudan demokrasiyle almış oldukları eğilim kararlarını açıkladılar: “geri çekilmek yok”, “çadırlarımızı kaldırmayız”, “Gezi Parkı’nı terk etmeyiz”, “mücadeleyi yükselterek meclisleri yaymalıyız”. Bu temelde somut öneri listeleri de iletildi. Siyasi kurum temsilcileri bu konuda tek tek görüş belirttiler. Kurumların ağırlıklı eğilimi “çadırların toplanması ve merkezi tek bir çadırın kurulması” biçiminde oldu. İşçilerin Sesi de dahil bazı kurumlar, bağımsız genç isyancıların önerilerini “makul” bularak yanlarında yer aldılar ve “meclislerin
iradesine saygılı olmaya” çağırdılar. Tartışmalar neredeyse sabaha kadar sürdü. Taksim Dayanışması tarafından “meclislerin ve hareketin yayılması” yönünde bir karar alındı.
kalabalık gelmeye devam ediyor. Bu birliktelik, bu çoşku anlatılamaz… Sloganlar atarak, marşlar söyleyerek köprüyü geçiyoruz. Sanki gizli bir anlaşma yapılmış… Marşlar sırayla söyleniyor: Gençlik Marşı, Çavbella, Gündoğdu Marşı… Sloganlar atılıyor: Direne Direne Kazanacağız, Her Yer Taksim Her Yer Direniş, Bu Da-
ha Başlangıç Mücadeleye Devam … Köprünün üzerinde bir iki dakika duruyorum. Sanki ilk kez nefes alıyorum. Daha önce deniz hiç bu kadar güzel kokmamış; güneş bu kadar anlamlı doğmamıştı… Saatlerdir yürüyoruz. Fakat uyku yok, yorgunluk yok. Çünkü: Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam!
Yüzü aşkın parkta toplantı Taksim Meydanı’ndaki polis ablukası Gezi Parkı’na doğru kaymaya başlamıştı. 15 ve 16 Haziran tarihlerindeki saldırıya kadar Gezi Parkı içinde kurulan yedi meclis ancak ikişer toplantı gerçekleştirebildi. Gezi Parkı’nın dağıtılmasıyla birlikte doğrudan demokrasi meclisleri de dağıldı. Bu dağılma nar taneleri gibi oldu ve İstanbul’un birçok parkında birden meclisler kurulup toplanmaya başladı. İstanbul dışına da taştı. Şimdiye kadar yüzü aşkın parkta doğrudan demokrasinin işletildiği toplantılar yapıldı. Hayat ve devrimci pratik mükemmeli arayıp ideal olanı bekleyenin keyfine göre ilerlemiyor. 2013 isyanının seli gidip kumu kaldığında elimizde kalan öz örgütlenme meclisleri ve deneyimleri olacaktır. Geleceğimize bu meclisler ve doğrudan demokrasi ışık tutacak. İsyanı dizginlemeye ve kontrolleri altına almaya kalkanların da ders çıkaracağını ummak istiyoruz.
Tencere tava evde, kadınlar Gezi Parkı’nda Anneler, çocuklarına başbakanın buyurduğu sınırlar içerisinde annelik yapmak zorunda olmadıklarını gösterdiler. Banu PAKER Beklenen olmadı! Gezi Parkı’nda ifadesini bulan isyan hareketinin ortasında sadece toplumsal muhalefet içinde yer alan ve kadınların özgürleşmesi için mücadele eden feministlerin yanısıra kadınlar kendilerine yönelik yapılan çağrılara kulak asmadılar ve büyük bir coşkuyla isyana ortak oldular. Gezi Parkı direnişinin 17. gününde İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu “anne”lere seslenerek ‘gelin çocuklarınızı alın’ çağrısı yaptı. “Anneler” ise bu çağrıya “siz polisinizi alın gidin” dercesine iki kez büyük bir zincir oluşturarak, çocuklarının eylemine destek verdiklerini gösterdiler. Kocalarından, çocuklarından bağımsız bir şekilde protestoya katıldılar. Tencere tava çaldılar ve çocuklarının yanında durdular. AKP hükümeti, duraksamadan, sistemli bir şekilde kadın düşmanı politikalarını adım adım uyguluyor. Üstelik kadınların lehine kazanılmış hakları geri alıyor ya da törpülüyor. Yasada hak olmasına rağmen fiili olarak hastanelerde uygulanan kürtaj yasağı bu politikanın pratik olarak son örneklerinden biri. Hükümet, büyük medya desteğini de yanına alarak, nasıl anne olunacağından kaç çocuk doğrulması gerektiğine, doğum kontrolün-
den sezaryana, kadının nasıl aileyi güçlendireceğine kadar kadınların konumlarını kırmızı çizgilerle belirlemeye kalkıyor. Ama kadınlar, “kötü anne” olma yolunu seçtiler bir kere! Anneler, çocuklarına hükümetin, başbakanın buyurduğu sınırlar içerisinde annelik yapmak zorunda olmadıklarını Gezi Parkı’nda gösterdiler. Gezi’ye gidemeyenlerin nasıl destek olduklarına, tencere tavalarıyla sokakları inlettiklerine, mahalle aralarında yürüyüşlerin başını çektiklerine tanık olduk.Anneler için de “herşey eskisi gibi olmayacak artık”! Onlar da artık kadınların üstüne oynanan oyunların farkına varmaya başladılar. “Kadınmı dır, kız mıdır?” laflarını bir yandan işiterek bir yandan da bakım emeğinin üstlerine nasıl kaldığının farkına varacaklar. Şiddetin, tacizin, tecavüzün hükümetin “sevgi evleri”yle önlenemeyeceğini, ucuz emek gücü olmayacaklarını, günü kurtarmak amacıyla sunulan sadaka siyasetine inanmayacaklarını görmeye başladılar bile. Kadınlar artık kimsenin “bacısı, ablası, hanımı, karısı, annesi” olarak görülmek istemedikleri yönünde önemli adımlar attılar. Devletin, sermayenin, hükümetin, erkeklerin kadınlara ait kararları, onları yok sayarak aldığı dönemin kalıpları kırılmaya başlandı bile.
5
İşçilerin Sesi
AKP, direnişin arkasında boşuna dış mihrak arıyor AKP’nin faiz lobisi dediği, kendi siluetidir. Halkı ve ülkeyi faizle soyduran, cari açığı dış kaynak girişleriyle fonlayan, ekonomiyi sıcak para girişlerine bağımlı hale getiren, Merkez Bankası ve AKP politikalarıdır. tına alması gerektiğini vazediyor. AP, Gezi’yi desteklemiyor. Aksine Gezi direnişini nasıl kontrole alacağı konusunda AKP’ye yol gösteriyor, yöntem öneriyor.
Mustafa EKER AKP hükümeti ve Başbakan Erdoğan, Gezi olaylarının arkasında, dış güçlerin ve faiz lobisinin olduğunu iddia ediyor. Avrupa Parlamentosunun(AP), hükümetin Gezi olaylarındaki tutumunu eleştiren, polis şiddetini kınayan ve politik istikrarı korumaya, serinkanlı olmaya davet eden kararını iç işlerine müdahale olarak değerlendiriyor ve reddediyor. Birincisi, AKP hükümetinin kendisi Suriye’nin iç işlerine karışır, bu ülkede ve bölgede süren savaşa taraf olur, bunun için emperyalist AB ve ABD ile işbirliği yaparken, kendisinin iç işlerine karışılmayacağını düşünmesinin bir mantığı ve tutarlılığı yoktur. İkincisi, AB’ye girmek için ısrar eden, AB ile Gümrük Birliği anlaşması imzalanmış, yasalarını AB müktesebatına uygun hale getirmek için söz vermiş, bunun için AB ile müzakere yürüten bir ülke için, AP’nun iç işlerine karışamayacağını söylemesinin hiçbir anlamı ve mantığı yoktur. Bu AP’na kafa tutmaktan çok, içeriye, Avrupa’ya ka-
Türk - Alman ilişkilerine ayar veriliyor
fa tutan lider imajı oluşturmaya, seçimlere ve seçmene dönük bir çıkıştır. Üçüncüsü, Avrupa sermayesi ile Türk sermayesi iç içe geçtiği için, AP, AKP hükümetinden politik istikrarı korumasını, aksi halde bundan hem Türk hem AB sermayesinin
zarar göreceğini biliyor. Hükümetten, temsil ettiği Avrupa ve işbirlikçisi yerli burjuvazinin zarar görmemesi için, iç barışı ve istikrarı korumasını, bunun için daha müsamahalı olmasını, hareketi zorla bastırmaktansa uzlaşmacı davranarak hareketin önüne geçmesi ve kontrol al-
Egemen Bağış’ın, Merkel’i, ‘’Türkiye’i karşısına alırsa sonu Sarkozy gibi olur.’’ diyerek tehdit etmesi, Almanya’da tepkiyle karşılanıyor. Türkiye’nin Almanya Büyükelçisi, Dışişleri’ne çağrılarak uyarılıyor. Belli ki Türkiye’nin, Almanya ve Merkel’i, Suriye’yi ve Esad’ı tehdit ettiği gibi tehdit edemeyeceği hatırlatılıyor. Türk-Alman ilişkilerine ayar veriliyor. AKP hükümeti komplo teorileriyle ilerleyeceğine, Gezi’nin arkasında dış güçler arayacağına, kendisine bakmalıdır. Gezi, AKP politikalarına bir tepkinin ve öfkenin ifadesidir. Arkasında, işçi sınıfı ve emekçi kitleleri vardır. Gezi’nin dostları da uluslararası güç merkezleri değil, uluslararası işçi hareketidir. Çeşitli ülkelerden işçilerin ve sendikalı örgütlerin dayanışma eylemleri de bunu gösteriyor.
Faiz lobisi, AKP’nin arkasında AKP hükümetinin, Gezi direnişini, dış güçlere ve faiz lobisine bağlamaya çalışması, hareketi itibarsızlaştırma ve değersizleştirme faaliyeti olarak anlaşılmalıdır. AKP’nin faiz lobisi dediği, kendi siluetidir. Halkı ve ülkeyi faizle soyduran, cari açığı dış kaynak girişleriyle fonlayan, ekonomiyi sıcak para girişlerine bağımlı hale getiren, Merkez Bankası ve AKP politikalarıdır.
Büyümeden bankalar yararlanıylor Türkiye faizlerin yüksek olduğu birkaç gelişmekte olan ülkeden biridir. Türkiye’ye gelen sıcak para, bu yüksek faize geliyor. 2002’de 129,6 milyar dolar olan Türkiye’nin toplam dış borcu 2012 sonunda 336,9 milyar do-
6
lara fırladı. Bunun 200 milyar doları bu hükümet döneminde gerçekleşiyor. İç borcu 155 milyar liradan 410 milyar liraya yükseliyor. Hükümet ekonominin büyüdüğünden bahsediyor. Bu büyümenin bedeli olan faizler nereye gidiyor? Açık ki, bu yerli-yabancı finans gruplarına, yani bankalara. Bu büyümeden emekçiler değil, her biri uluslar arası mali sermaye ile organik ilişki içinde olan bankalar yararlanıyor. Kaynaklar, borç, faiz sarmalı içinde uluslar arası sermayeye peşkeş çekiliyor. Türkiye’yi ve halkı yüksek faizlerle borçlandıran ve soyduran, kaynakları her biri yabancı ortaklı, çok uluslu bankalara hortumlatan, AKP’nin bugüne kadar izlediği politikalardır. Faiz lobisinin arkasında iddia edil-
diği gibi Gezi direnişçileri değil, AKP’nin kendisi durmaktadır. Bu konuda birileri suçlanacaksa, AKP önce kendisini suçlamalıdır. Gezi direnişinden önce, ABD ve Avrupa’da para politikaları değişmeye başlamış, sıcak para, gelişmekte olan ülkelerden çıkarak, merkez ülkelere yönelmiştir. Gezi direnişi dolayısıyla oluşan siyasal istikrarsızlık emareleri, olsa olsa bu akışı hızlandırmıştır. Yani Türkiye’den çıkan sıcak para ile Gezi eylemleri arasında doğrudan bir ilişki yoktur.
AKP 11 yıldır ülkeyi sıcak parayla yönetiyor Faiz lobisi suçlaması, aslında suçunu örtme telaşıyla ortaya atılmış bir sözdür. Bugünü idare etmek için, borçlanarak geleceği tüketenler, gele-
ceğine sahip çıkan Gezi eylemliklerini bu tür suçlamalarla gölgeleyemezler. 11 yıldır ülkeyi faizci uluslar arası finansal sermayenin ’’sıcak parasıyla’’ yöneten AKP, sıcak para ülkeyi hepten terk ederse, ekonominin dibe vuracağını biliyor. Ekonomik kriz Gezi krizini büyütecek, hareketin yeni biçimlere bürünmesine, yeni güçlere ulaşmasına yol açacaktır. AKP’nin korktuğu da budur. Bu korku onun dengesini sarsıyor. Herkese ve her şeye kuşkuyla bakmasına yol açıyor. Bundan dolayıdır ki, sıcak para çıkıyor diye telaşlanıyor, yanlış ve haksız yere Gezi’yi suçluyor. Hiçbir şekilde ve koşulda bir araya gelemeyecek güçleri birbiri ile ilişkilendirmeye çalışıyor. AKP tam bir akıl tutulması yaşıyor.
İşçilerin Sesi
Gezi’ye AVM projesinde yürütmeyi halk durdurdu 70 yıllık Gezi Parkı’nın bir kültür varlığı olarak özgün değerleriyle tescil edilmesi gerekirken, beton uğruna yok edilmek istenmesi kabul edilemez bir müdahaledir. Aysun KOCA Taksim yayalaştırma projesi ve Gezi Parkı’na yapılacak Topçu Kışlası projesi 28 Mayıs’tan beri fiilen durmuş durumda. İstanbul 6. İdare Mahkemesi’nin, Topçu Kışlası projesine karşı açılan davada, yürütmeyi durdurma kararını direnişin en yüksek olduğu gün, 31 Mayıs’ta öğrenmiştik. Bu karar kazanılmış ve emsal teşkil edebilecek bir karar olarak hanemize yazılsa da, daha önceki tecrübelerimizden biliyorduk ki, karar fiilen uygulanmayacak ve Taksim’in üstü altına getirilmeye devam edecekti. Ancak bu sefer üç hafta boyunca Gezi Parkı’nın bizzat içinde devam eden halk hareketi, inşaatı da, park içine yapılacağı ilan edilen bir sürü çılgın projeyi de durdurmuş durumda, tabi şimdilik…
Gezi Parkı’nda nereden nereye… Önce parka alışveriş merkezi yapacağız dediler, sonra orası rezidans ve otel olacak dediler, en sonunda da ‘dahiyane’ bir fikirle parka inşa edecekleri kışlayı müze yapacaklarını ilan ettiler. 16 Eylül 2011: Taksim Meydanı Yayalaştırma Projesi'ne ait 1/5000 ve 1/1000 ölçekli Koruma Amaçlı İmar Plan Tadilatları AKP’li ve CHP’li meclis üyelerinin oybirliği ile kabul edilmişti. 11 Aralık 2012: İstanbul 2 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu, Gezi Parkı’nın yerine 1940 yılında yıkılan Topçu Kışlası’nın yeniden yapılmasıyla ilgili projeyi “Gezi Parkı’nın tarihe tanıklık ettiği” gerekçesiyle uygun bulmayarak oybirliğiyle reddetmişti. 4 Şubat 2013: Tayyip Erdoğan,
“Topçu Kışlası'nı yapacağız. Üst kurul reddetmiş. Biz de reddi reddedeceğiz... İstiklal Caddesi'nin devamı niteliğinde alışveriş merkezi. Üstü rezidans ve otel.” diyerek bilimi ve yasaları hiçe saymış, yetkisini aşmış ve tarafsız bir bilim kurulunu baskı altına almıştı. 27 Şubat 2013: Kararı oybirliğiyle reddeden İstanbul 2 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun kararı Koruma Yüksek Kurulu tarafından, yani Ankara’dan bozularak, inşaata izin çıkmış, Yüksek Kurul, bölge kurulunun kararını neden iptal ettiğine dair gerekçe göstermemişti. 13 Mayıs 2013: Şehir Plancıları, Peyzaj Mimarları ve Mimarlar Odası’nın proje için açtığı davada İstanbul 1. İdare Mahkemesi tarafından atanan bilirkişiler tarafından olumsuz karar çıktı. İstanbul 1. İdare Mahkemesi’nin bu bilirkişi raporuna ve 28 Mayıs’tan beri süren Gezi Parkı direnişi eşliğinde yaşananlara göre, proje hakkında nasıl bir karar vereceği bekleniyor. 31 Mayıs 2013: Taksim Gezi Parkı Koruma ve Güzelleştirme Derneği’nin İstanbul 6. İdare Mahkemesi’ne açtığı dava, 31 Mayıs’ta yürütmeyi durdurma kararı ile sonuçlandı. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın savunmasını vermesi için 1 ay yasal süresi var. Mahkeme kararının,
Gezi Parkı park olarak kalmalıdır. Meydanlarda, parklarda olmamızın meşru olmayan hiçbir tarafı yoktur; o meydanlar da, o parklar da bizimdir! koruma yüksek kurulunun savunmasının ardından, yenilenmesi bekleniyor. 3 Haziran 2013: Tayyip Erdoğan, “Kesinleşmiş AVM projesi yok, belki şehir müzesi yapacağız.” diyerek iki ayda park hakkında değişen üçüncü projesini ilan etti.
Meydanlarda, parklarda kararı kim verir? Tayyip Erdoğan, “Ne yaparsanız yapın biz kararı verdik.” ve “İzni oradaki birkaç çapulcudan alacak değilim.” dese de, parka yapılacak AVM kararı 21 gün içinde pek çok kez değiştirildi. En son çözüm olarak Gezi Parkı için önce ‘referandum’ önerisi geldi, ardından da ‘plebisit’… Topçu Kışlası için hâlihazırda devam eden iki dava varken, Tayyip Erdoğan’ın yargı kararını beklemesi kendi itibarı açısından en akıl-
lıca yöntem olacaktır. Elbette ki yargı kararına, üst kurul kararı gibi dışardan müdahale edilmeyeceğine ya da karar lehimize çıksa da uygulanacağına inanmıyoruz. Hiçbirisi projenin halk hareketi ile durdurulmuş olması kadar etkili olamayacaktır. Üstelik 1 Mayıs’ta inşaat çukurlarına düşeriz kaygısı ile Taksim’i 1 Mayıs’a açmayanlara inat, bir kişi bile henüz inşaat çukurlarına düşmedi.
Gezi Parkı park olarak kalmalıdır Topçu Kışlası 1940 yılında yıkılmış, Fransız mimar ve şehir plancısı Henri Prost’un önerisiyle 1943 yılında bölge Gezi Parkı olmuştu. 70 yıllık Gezi Parkı’nın bir kültür varlığı olarak özgün değerleriyle tescil edilmesi gerekirken, beton uğruna yok edilmek istenmesi kabul edilemez bir müdahaledir. Gezi Parkı, Taksim Meydanı ile doğrudan ilişkili tek yeşil ve açık alandır. Konu bazen birkaç ağaç, bazense sadece birkaç ağaç olmadığı için son haftalardaki halk hareketinin etkisiyle hepimiz açısından bir simge olmuş olması ve kentlinin belleğine kazındığı için, Gezi Parkı park olarak kalmalıdır. Meydanlarda, parklarda olmamızın meşru olmayan hiçbir tarafı yoktur; o meydanlar da, o parklar da bizimdir!
7
İşçilerin Sesi
DEVRİM SANKİ GÖZ KIRPTI... “Dünden itibaren katarın başında gidiyorum. Hâlbuki fizyolojim berbat. Kafam elastikiyetini kaybetti. Dönemeçleri zamanında dönemeyeceğim. Ellerim lüzumundan fazla titriyor. Akıntıda dümen tutamayacak bir hale geldiler. Akışın temposunu hızlılaştırmak nerde? Onu yavaşlatmam muhtemeldir. İstemeden, irademin dışında, yanlış adımlar atacağım. Biliyorum, hareket belki beni altı ay sonra, bir sene sonra bir safra gibi fırlatacaktır. Fakat o beni fırlatıp atana kadar, ben ona fren olacağım...” (*) N. CEMAL Onlar isyanın öznesiydiler. Mücadelenin doruk noktasında Gezi Parkı ve Taksim Meydanı özgürleştirildiğinde toplantılara gelmeye başladılar. “Bıyıklıların ve kravatlıların bizi temsil etmesini istemiyoruz” “Bizi hiçbir örgüt ve kurum temsil edemez” “İçinde bir tek kadının ve gencin yer almadığı 6 kişilik kravatlı erkek heyetini bizlere sormadan nasıl belirlersiniz?” “Gerekirse başbakanla görüşmeye de şortlarımızla ve parmak arası terliklerimizle biz kendimiz gideriz” dediler.
Taksim Dayanışması: Yaklaşık 117 (isyandan önce 80 kurum vardı, isyanın ardından 37 yapı daha eklendi) örgütten oluşan Taksim Dayanışması, ne kafa olarak ne de bedenen isyanı yönetecek güçte değildi. İsyandan 1,5 yıl önce oluşturulan Taksim Dayanışması sekretaryası ile isyandan sonra dayanışmaya katılan sosyalist kurumlar arasında sürekli olarak tartışmalar yaşandı. Karar alma ve uygulama konusundaki temsiliyet tartışmaları sonlandırılamadı. Sosyalist kurumların sekretaryaya eleştirilerinden çok daha fazlasını isyanın öznesi olan “örgütsüz” gençler
8
yaptı. Sekretarya ile sosyalist kurumlar arasında yaşananlar iktidar kavgası görünümündeyken, isyanın özneleri tarafından pek de farkında olmadan yürütülen tartışma doğrudan demokrasi ve temsil mücadelesiydi. Yine de Taksim Dayanışması hükümetin tüm itibarsızlaştırma çabalarına karşın yabana atılamayacak işler kotardı. Özgürleştirilen Taksim’de devletin ve polislerinin resmen geri çekildiği bir ortamda güvenlikten tutun da revirlerin kuruluşuna ve ilk yardım müdahalelerine, iki hafta boyunca binlerce insanın komün ruhuyla ve tek kuruş ödemeden karnının doyurulmasına kadar birçok başarılı örneği burada sıralayabiliriz. Taksim “suç oranı yüksek” olarak tanımlanan bir bölge olmasına karşın bu süre içinde tek tük olaylar dışında ciddi bir “asayiş sorunu” olmadı. Barikatlarda bulunan demirleri satmak için çalanları nöbetçilerimiz cezalandırmadılar. Barikatların dışında duran polis ise ‘barikattan birkaç parça eksiliyor’ olmasına göz yumdu. Yılbaşlarının Taksim klasiği olan taciz olayları binlerce insanın kaynaştığı ortamda yaşanmadı. Zabıtaların giremediği alanda seyyar satıcılar “özgür girişimciler” olarak epeyce kâr ettiler ve güvenlik
komitemizi çok uğraştırdılar. İzdihama engel olmak için, “Gezi Parkı’na girmeyiniz” diyerek dışarıda yer gösterdiğimiz seyyar satıcıların bıçak çekip tehdit ettiğine bile tanık olduk. Alkollü içki satıcılarıyla neredeyse köşe kapmaca oynandı ve parktan içeri sızmalarına tam olarak engel olunamadı. Gezi Parkı içinde içki satarken müdahale edilen bir satıcı ise, “sivil polisler de gidin içeride satın diyerek baskı yapıyor” dedi. Kafasından gaz bombası fişeğiyle vurularak ağır yaralananlar da dâhil neredeyse Taksim’deki bütün yaralılar ilk yardım müdahalelerini Taksim Dayanışması’nın organize ettiği revirlerde gördüler. Eczacılar tarafından ilaç depolandı. Gezi Parkı’nda kalanlara polis saldırılarından korunma amaçlı gaz maskeleri, solüsyon ve sirkeler, baretler dağıtıldı. Polis ve belediye görevlileri tarafından yakılıp yıkılan çadırların yerine yenileri dağıtıldı ve uyku tulumlarıyla takviye edildi. İki haftayı aşan süre boyunca 100 binlerce insanın aktığı Gezi Parkı’nda aç kalan olmadı ve “Her Şey Bedava” yazan pankartların altında karınlarını doyurdular. Sokak çocukları ve evsizler direniş parkını kendilerine mesken edinip sahiplendiler ve sahiplenildi-
“Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam!” diyen genç isyancıların şiarı manifestolarının da önsözüdür. Bu bir tür sürekli devrim manifestosudur ve daha yolun başındayız diye hatırlatmaktadır. Genç isyancılarımız Gezi Parkı’ndan başlayarak tüm semt parklarına doğrudan demokrasinin organlarını kurup denemeye başladılar. ler. Durum değerlendirmeleri yapıp, çözümler üretmeye çalışıldı. Bunlar elbette ki durup dururken olmadı. Bir şeyi unutmamak gerekiyor; Taksim Dayanışması isyan sürecini sadece yürüttü, yönetmedi. Yönetemezdi de. İsyan örgütü olarak konumlanmamıştı. Sonrasında da bu yönde bir dönüşüm yaşamadı. Çıplak elle çivi çakmak mümkün mü?
İşçilerin Sesi
anlarında her türden bürokrasi saf dışı bırakılır. İsyan hareketi geri çekilene kadar bu sürer ve geri çekilişle birlikte bürokrasinin iktidarı yeniden belirleyici olur. Son tahlildeki durumumuz da böyle özetlenebilir. ÖDP, Gezi Parkı’nın dağıtılışıyla birlikte oluşturulan meclislerin “niteliğini” sorguluyor, “temsiliyet hakkı” konusundaki şüphe ve itirazlarını dile getiriyor, “örgütsüzlerin” fazla konuştuklarına dair işaret ve itiraz ediyor. Emep ve bir kısım HDK bileşeni de dâhil olmak üzere, siyasi kurumların ortak rahatsızlığı, “koskoca kurumların temsilcileriyle 20’li yaşlardaki gençlerin eşit söz hakkına sahip olması ve alınacak kararlara müdahale etmesi” olarak özetlenebilir. Halk Cephesi temsilcisinin isyanı haber alışını aktardığı yalın ve katışıksız ifadeler ise durumu özetliyor: “Gece 2’de yoldaşlarım beni uyandırdılar ve ‘kalk isyan çıktı’ diyerek yataktan kaldırdılar. Şaşırdım ve ‘dalga geçmeyin’ dedim…” “Diyeceksin ki, yanılmayan yalnız tembellerdir, budalalardır. İş yapan, yürüyen adam yanılır. Mesele yanlışın idrakindedir. Fakat ya bu yanılma nesnesi katarın başındaki adam için bir kaide haline gelirse. Ve o adam katarın başında gidemeyeceğini bildiği halde, yerinde durmak için bir saniye olsun ısrar ederse. Bu bir ihanet değil midir? Ben bir saniye olsun, ihanet edemem. Bu benim uzviyetimde yok.” (*)
İŞÇİ SINIFINI ARAMAK Ekolojik direnişle başlayıp sosyal patlamayla devam eden isyan hareketi içinde işçi sınıfını arayanlar var. İsyanda işçi sınıfını bulamayanların da, işçi sınıfını arama gereği duyanları ‘klasik (Ortodoks) Marksist’ bularak eleştirenlerin de bakış açılarında ciddi problemler var. İsyan birçok aklı evvelin ayarını bozmuş görünüyor. İsyancının ücretinin (maaşının) miktarına bakarak ‘işçi sınıfının içinde yer alıp alamayacağına’ karar verenlerin de, ‘sınıfa gerek yok bu bir halk direnişidir’ diyenlerin de önlerindeki ağaçtan ormanı göremedikleri açık. Tek başına “orta sınıf” diye bir sınıf tanımının yapılıp yapılamayacağını Marksist literatürü esas alanlar açısından şimdilik bir kenara bırakalım. ‘Hayır, biz tartışacağız’ diyenlere, ‘orta sınıf hangi sınıfa ait?’ diye sormakla yetinelim. Teorik zorlamalara hiç gerek yok. İsyanda işçi sınıfının olup olmadığını anlamak için Gezi Parkı direnişi ve
Dalga Geçmeyin: Taksim Dayanışması toplantısında yer alan yapılar ezberleri bozan bu isyanı zaman zaman kendi kalıpları içinde yorumlamaya çalıştılar. SDP temsilcisi, “biz de gençlerden oluşan bir partiyiz, artık şu ‘gençlerin temsiliyeti’ meselesini abartmayalım” derken, TKP, “temsiliyet kurum esaslı olmalıdır ve her gelenin kendini temsil
isyan hareketi sürecini iyi okuyabilmek yeterli. İşsizler ve öğrenciler isyanın profosyenel militanları olarak mücadelenin sürekli unsurlarıydılar ki kendileri de işçi sınıfı içinde yer alırlar. Eylemlerin en kitleselleştiği zaman dilimleri çalışma saatlerinin bitimiydi. Gezi Parkı içindeki çadırlarda geceleyenlerin bile çoğu sabah olunca evden işe gider gibi parktan ayrıldılar. İşyerlerine gittiler ve mesai saatlerinin bitiminde yeniden parka ve direniş alanına döndüler. Direnişten işe gidenlerin ve akşam geri dönenlerin ‘beyaz yakalı’ olduğu ve ‘iyi para kazandıkları’ hususuna takılanları ise, işçi sınıfı bağlamında, kitabı orta yerinden okumakla sınırlı kalmamaya davet ediyoruz. İşçi sınıfını isyan hareketi içinde temsil eden siyasi bir örgüt olmadığı gibi, sendika dernek vs. gibi meslek örgütü de yok. İşçi sınıfı da isyandaydı. Örgütsüz ve kendiliğinden olsa da… edeceği kaosa bir son verilmelidir” diyordu. Kaos denilen şey, “örgütsüz” gençlerin kendiliğinden hareketi ve isyanının toplantılara doğrudan temsiliyet biçiminde yansımasıydı. Bunun adı doğrudan demokrasidir. O “kaos” denilerek lanetlenen gerçeklik bu isyanın özüdür ve “kaosa son vermek” isyana son vermekle neredeyse özdeştir. İsyan ehlileştirilemez ve isyan
Sınırları Yıkan Güç: “Sizin konuştuğunuz dili anlamıyoruz”, “sizler hayallerinizdeki devriminizi yaşıyorsunuz, biz ise kendi isyanımızı ve bugünü” dediler. Onlar geldiler ve taş atar gibi korkusuzca ortalık yere laflarını attılar. Kendi kendilerini doğrudan ve dolayımsız temsil ettiler. Sapan taşı gibi fırlayan sözleri sert ve acımasızdı. Onlar 90 kuşağının “apolitik” sandığımız “bencil” gençleriydi. Gezi Parkı meclis toplantılarına 20’li yaşlardaki kızıyla gelen bir anne söz aldı ve “90 kuşağı hakkındaki düşüncelerimizden dolayı özür dilerim, yanılmışız” dedi. “Kapatın o yalan kutusu televizyonlarınızı. İnin balkonlarınızdan ve artık seyretmeyi bırakın. Gelin hep birlikte özgürleşelim” dedikleri sokak arasında bir amcaları onları eleştirecek oldu ve “28 Şubat’ta askerler tanklarıyla karşımıza çıktığında neredeydiniz?” diye sordu. “Ben o tarihte kreşteydim amca. 1993 doğumluyum da” diyerek, onca masumiyetiyle içlerinden birisi cevap verdi. Bu örneğin konuşulduğu Taksim Dayanışması toplantısında söz alan genç bir katılımcı, “ben 1994 doğumluyum” deme gereği duydu. Her adımlarında, her sözlerinde, duvarlara yansıyan küfürlerinde bile devletin orantısız güç kullanımına ve şiddetine karşı orantısın
bir zekâ ile karşı durdular. İsyan ettiler. Kürt sorunundan kadın sorununa, LGBT bireylerin dışlanmışlığından ekolojiye, doğrudan demokrasiden halk meclisi forumlarının işlerliğine, kendilerini soymaya kalkan “hırsız kardeş” ile sevgi dolu duygudaşlık yapmaktan tutun da, Gezi Parkı’nın onca kalabalığı içinde “nereye sıçacağız?” diye soran pankartlarıyla her şeye, ama her şeye açık bir dille kafa yordular. Elmadağ’daki bir duvar yazısı AKP’nin barış ve müzakere sürecine dair bir bakış açısı sunuyordu: “Orkid bile akan kanı sizden iyi durdurur.” Maçka Parkı meclisinden bir genç ise; “Şu anda ateşkes olmasaydı, bugün dağlarımızda birkaç gencimiz daha ölseydi isyanımızın ve direnişimiz sesi bu kadar güçlü çıkamazdı”, dedi. “Küfürle Değil İnatla Diren!” diyen feministlere rağmen İstiklal Caddesi’ndeki (bir çoğu cinsiyetçi küfürler içeriyordu) duvar yazıları da öfkenin dışavurumuydu.
İsyan Manifestosu: İsyanın örgütü yoktu. Öncü örgüt ve önderlik iddiasında olanların hiçbirisi hayat kadar yeşil ve gerçek olan bu isyanı ne doğru okuyabildiler ne de taşımayı becerebildiler. İsyan onlar için taşınması zor bir yük oldu. Her isyan hazırlıksız yakalar. Önceden söz ve haber vererek gelmez isyancılar. Ama bir anında ve bir yerinden eklemlenilmesine de imkân tanır. Yanında duranları akıntısı içine alır. Karşısına geçenleri ise devirir geçer. Ya devrimci yatağında ileriye doğru akmaya devam eder, ya da karşı devrimci hamleler karşısında geriye çekilir. Miladı geçmişlerin karamsar yaygaralarını boş verin siz, geriye çekilmek asla bir yenilgi değildir. Hiçbir isyan inişsiz çıkışsız ve kesintisiz bir süreç izlemez. Önderliği ve örgütü olmayan isyanlar için bu tespit fazlasıyla geçerlidir. “Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam!” diyen genç isyancıların şiarı manifestolarının da önsözüdür. Bu bir tür sürekli devrim manifestosudur ve daha yolun başındayız diye hatırlatmaktadır. Genç isyancılarımız Gezi Parkı’ndan başlayarak tüm semt parklarına yayılan doğrudan demokrasinin organlarını kurup denemeye başladılar bile. TBMM’de yaşayabilmesi mümkün olmayan bir doğrudan demokrasiyle techizatlanıyorlar ve sistem dışılar. Devrim artık hayal değil. Gezi Parkı’ndaki pankartta yazdığı gibi; “Devrim Sanki Göz Kırptı.” Umut, bütün bunları başarabilecek güç ve zekâya sahip olan genç ve isyancı kuşağımızdadır. (*) Nazım Hikmet - Benerci Kendini Niçin Öldürdü?
9
İşçilerin Sesi
Gözler sendikaları aradı, ama... KESK ve DİSK’in grev çağrıları etkili olmadı. İşçilerin sınıf bilinci kazanmalarına yönelik eğitim ve etkinlik çalışmalarının önemi bir kez daha görülmüş oldu. Yunus ÖZTÜRK Sendikalardan söz ettiğimizde, sınıf örgütlerinden söz ediyoruz. 31 Mayıs’tan beri işçi sınıfının bir bölüğü harekete geçen insanların çoğunluğunu oluşturmasına rağmen, sendikaların mücadeleye sahip çıkan ve yol gösteren bir seviyeyi yakalamaları bir yana, polis saldırılarına tepki vermesi ve sürece aktif katılması henüz mümkün olmadı. Kuşkusuz, sendikalar ‘tarafsız’ değil. Bu örgütlere yön verenler, işçi sendikalarında özellikle de Türkİş ve Hak-İş’te ‘meslek’ten sendikacı. Yani işçi sınıfıyla değil kendi koltuk çıkarlarıyla meşguller ve çoğunlukla da sermaye, hükümet ve devletle işbirliği içindeler. Kamu emekçileri arasında ise, aynı rolü Memur Sen oynuyor. Kamu Sen ise, tipik MHP çizgisi gibi olayın dışında, nötr durumda. Geriye DİSK ve KESK kalıyor. Bir de onların mücadele arkadaşları Türk Tabipleri Birliği (TTB) ve Mühendis ve Mimarlar Odası (TMMOB). İlk grup ile ikinci grup kuşkusuz farklı ancak, sonucu değiştirecek bir güç ortada olmayınca veya harekete geçirilmeyince, arada ‘sözel’ bir fark kalıyor. 31 Mayıs’ta başlayıp devam eden isyan karşısında ilk grup sendikacı neredeyse 20 gün sonra sermaye örgütleriyle birlikte bir açıklama yaptı. Ajanslara düşen haber şöyleydi: “Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB), TOBB, TESK, TOBB, TUSKON, TÜRSAB, Türkiye Bankalar Birliği, Türkiye İhracatçılar Birliği ile Türk-İş, HAK-İŞ ve Memur-Sen ortak bir açıklama yaptı. TOBB'da gerçekleşen basın toplantısında TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu ortak açıklamayı okudu; itidal çağrısı yaparak sokaklardaki gösterilerin Türkiye üzerinde kötü emelleri olanla-
10
ra hizmet etmeye zemin hazırladığına dikkat çekti”. Üç konfederasyon (Türk-İş, Hakİş ve Memur Sen) hükümetin ve sermayenin hükümet kanadının, orta burjuvazinin, Anadolu sermayesinin ağzıyla konuştular. Bu onlardan beklendik bir tavırdı. Türk-İş içindeki sözde muhalefet Sendikal Güç Birliği ise, yasaklı Taksim 1 Mayıslarında bile destek verirken, bu kez DİSK ve KESK ile birlikte açıklama yapmadı.
4-5 ve 17 Haziran Grevi 4- 5 Haziran grevi, bir buçuk günlük bir grev olarak ilan edildi, eğitim emekçileri için bu iki tam güne çıksa da yoğunluk 5 Haziran’da grev çıktı. 17 Haziran grevi ise, KESK üyelerinin yarısına yakının yaz tatiline denk geldi. İstanbul’da 5 Haziran’da en çok 20 bin kamu emekçisinin yürüyüşü gerçekleşirken, 17 Haziran’da bu sayı 4-5 bine düştü. KESK Genel Merkezi’nin ‘Gezi Parkına saldırı olursa greve çıkarız’ söylemi, üye sayısının 250 bin olduğu bir konfederasyon açısından ilk başta etkili olsa da fiili olarak etkili bir grev olmadı. Özellikle yürüyüş hattı olarak DİSK’ten ayrı olarak Tünel’in seçilmiş olması da, fiilen eylemi dar sokaklara sıkıştırıp bir buçuk saat süren bir bekleyişin ardından dağılma kararıyla son bulmasına yol açtı.Her iki eyleme DİSK’in katılımı çok daha alt seviyede kaldı. İş Yasaları ve özel sektör çalışma koşulları grevi olanaksız kılarken, fiili olarak grevi üstlenip yürütebilecek bir öncü işçi profili de sağlanabilmiş değil. İşçilerin sınıf bilinci kazanmalarına yönelik eğitim ve etkinlik çalışmalarının önemi bir kez daha görülmüş oldu. DİSK Genel Sekreteri’nin ‘aşırı sendikacı’ olarak tanımlanması dışında, örgüt olarak DİSK’in Genel
Başkanı ve Yönetim Kurulunun süreci kavrayan ve ileriye taşımayı hedefine yerleştiren ‘devrimci’ bir çizgisi olmadı. Nitekim 15/16 Haziran günlerinde kitlenin gösterdiği cesaret ve kararlılık 17 Haziran günü KESK’in İstanbul yürüyüşünde gösterilemedi. Yer seçiminden taktik belirlemeye kadar şube yöneticileri kararsız ve başarısız kalırken, kitle eylemin dağılmasının ardından yine yaratıcı biçimde İstiklal Caddesinde fiili yürüyüşünü gerçekleştirdi ve Taksim’e yöneldi. 17 Haziran eylemi, KESK’in tutumunun sorgulanmasına da yol açtı. Genç üye adayları yüksek sesle ‘kim bu kararları alıyor’ diye sordular ve ‘bizi buraya bekletip dağıtmak için mi çağırdılar’ diye tepkilerini gösterdiler. Genç kadın emekçilerin ‘ne yüzle gelip bizi örgütleyeceksiniz’ diye sorguladıkları KESK yöneticilerine kalırsa, KESK hem Taksim Meydanındaki çadırında hem de eylemlerinde çok ‘başarılı’. Tipik bürokratik kafanın siyasal konformizmin erittiği KESK’in hem izlediği siyasal hat hem de örgütsel tutumları Gezi Parkı İsyanını ileriye taşıyacak bir etkinlik göstermesini önlemiştir. KESK yönetimi ve şube yönetimleri ‘siyasal vesayet’in ‘bileşen’ hesaplarının en derin kriziyle yüz yüzedir. Genç emekçilerin ‘seçimlerde gelip bizden oy isteyeceksiniz’, itiraz ettiğimizde ‘biz bedel ödedik, siz bilmezsiniz’ diyerek susturacaksınız, ‘sizi dinleyip çağrınıza geldiğimizde ise saatlerce dar alanlarda bekletip eve göndereceksiniz’ sözleri kulaklarımızda. TMMOB ve TTB’nin ise, lojistik bakımında özellikle de TTB’nin anında yaralılara müdahalesi, revirleri çok kıymetli desteler olarak anılmalıdır. Eğer ölüm ve yaralı sayısı-
nın azalmasına katkı varsa, bu revirler ve hekimler, tıp öğrencileri, hemşireler sayesinde oldu.
Sendikal Hareketin Krizi Aşılmalı Eğer sendikaların en ileri bileşenleri bile sürecin gerisinde kaldıysa, muhasebe ihtiyacı iki sonuç doğurur: Birincisi, biz hep doğrusunu yaptık diyebiliriz ve bürokratikleşme ve sınıftan kopukluk alır başını gider; ya da tabana açık değerlendirme ve ön açan önerilerle üyelerin ve tüm kamu emekçilerinin ve işçilerin sürece doğrudan katılımını sağlayan Meclisleri güçlendirerek üyelere danışılması yolu tercih edilerek bir yenilenme olanağı aranır. Bürokrasi ve yenilenme arasındaki tercihlerden tabii ki ikincisinin tercih edilmesi hem akla hem de İsyanın Park Forumları, Gezi Meclisleri deneyimine uygundur. Bildik şube yönetimi, yönetim kurulu, şube başkanı tarzını terk ederek, önümüzdeki dönemde her üyenin ve çalışanın doğal ve eşit haklara sahip olarak sözlerini söyleyip karar alma süreçlerine katılacakları taban inisiyatifleri/meclisleri o sendikanın örgütlenme birimleri olan işyeri ya da ilçelerde oluşturulmak suretiyle, bugünkü gibi yaşamak istemediğini söyleyen herkesle buluşup bir yol arayışını ortaklaşmaya yönelmek mümkündür. Türkiye’de artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaksa, bu iddiada olanların söz ve karar hakkına güvenelim ve örgütsel tutuculuk/bürokratik karar mekanizmalarını dağıtıp, sinei millete dönelim. ‘Her Yer Taksim’ olsun! Gezi Parkı Komünleri, karar süreçlerindeki Meclislerin devrimci itkisine kendimizi bırakma cesaretini gösterelim. Burada bize/bizim siyasetimize ne düşerin hesabını bir kenara bırakalım.
İşçilerin Sesi
Brezilya’da mücadele yükseliyor Brezilya işçi sınıfı ve emekçileri şimdiden kazanmaya başladı. Kendine olan güveni arttı. Mustafa EKER Brezilya’da toplu ulaşım araçlarına yapılan zamları protesto ile başlayan gösteriler, hem talepleri hem de katılım itibariyle genişleyerek devam ediyor. Üç dönemdir İşçi Partisini iktidara taşıyan, on yıldır ondan sorunlarını çözmesini, sosyal reform programları uygulamasını, sosyal harcamaların 2014 ve 2016’da yapılacak Dünya Kupası ve Olimpiyatlar için değil eğitime, sağlığa aktarılmasını, yolsuzlukların üstüne gidilmesini, hayat pahalılığına, gelir dağılımındaki eşitsizliğe son verilmesini isteyen ve artık beklemekten bunalan işçiler, bir de kent içi ulaşıma zam yapılınca isyan etti. Polisin müdahalesi yangını kö-
rükledi. Önce nispeten küçük olan gösteriler, polisin şiddet uygulaması, gösterileri zorla bastırmaya, plastik mermi ve göz yaşartıcı bomba kullanarak dağıtmaya kalkması üzerine, büyüdü, yaygınlaştı ve siyasallaştı. Eylemler zamlara karşı protesto gösterileri olmaktan çıkıp, hükümete ve uygulanan neo-liberal politikalara karşı protesto gösterilerine dönüştü. Nedenler ve sonuçlar yer değiştirdi. Zamlar, yılardır dipte biriken enerjinin, neo-liberal politikaların yol açtığı yıkıma duyulan büyük öfkenin açığa çıkmasında fitili, ateşleyici bir işlev gördü. Gazeteler eylemlerde, Türkiye’dekine benzer şekilde, çok fazla sayıda gencin olduğunu ve ilk defa bir protesto gösterisine katıldıklarını, gösterilerde yer yer ‘aşk bitti burası Türkiye’ sloganı atıldığını belirtiyor. Brezilyalı işçiler, bu sloganla, Gezi Direnişinden etkilendikleri, onunla dayanışma içinde oldukları mesajını verirken, daha çok da iktidardaki İşçi Partisi hükümetine onu körü körüne izlemeyecekleri, mücadeleye
devam edeceklerini ihtar ediyorlar . Eylemlerin hızla tüm ülkeye yayıldığı, sadece Rio de Jenario’da bir milyondan fazla Brezilyalı işçi ve emekçinin sokağa çıktığı, ülke genelinde bu sayının iki milyonu aştığı belirtiliyor. Başkent Brasilia ve Rio başta olmak üzere, pek çok kentte çatışmalar yaşanıyor. Olaylar giderek kontrolden çıkıyor. Bunun üzerine, Japonya ziyaretini iptal edip kabineyi olağanüstü toplantıya çağıran Cumhurbaşkanı Dilma Rousseff, olayları yatıştırmak için siyasi taktik yapıyor. Dilma Rousseff eylemlerin karşısında değil; daha iyi eğitim ve ulaşım hakları için sokağa çıkan Brezilya halkı ile gurur duyduğunu söylüyor. Çoğunluğu gençlerden oluşan protestocuların “değişim taleplerini anladığını ve önemsediğini” dile getiriyor. “Sokaktaki insanların sesine kulak vermek, saygı göstermek gerektiğinden” bahsediyor. “Ancak bu seslere ortalığı karıştırmaya çalışan bazı grupların gürültüsünün karışmasına da izin veremeyiz” diyerek, eski sosyalist yeni burjuva bürokrat
devlet başkanı Rousseff, gerçek niyetini belli ediyor. Hareketi ‘meşru’ ama içindeki kimi unsurları gayri meşru gibi göstererek hareketi bölmeye, kısmi tavizlerle radikal reform taleplerinin önüne geçmeye ve eylemleri sönümlendirmeye çalışıyor. Cumhurbaşkanı Rousseff, eylemleri sönümlendirmek için toplu taşıma ücretlerinin geri alındığını açıkladı. Polisin göstericilere müdahale sırasında plastik mermi kullanması yasaklandı. Ne var ki bu karara ve açıklamalara rağmen gösteriler devam etti. En sonunda Rousseff, toplu taşıma sisteminin iyileştirilmesi ve tüm petrol ruhsat gelirlerinin eğitim için kullanılmasını öngören yeni bir plan için çalıştıklarını açıklamak zorunda kaldı. Dünya kupası harcamaları ve diğer talepler ile ilgili geri adım atmadı. Bu yazı kaleme alındığında mücadele devam ediyor, gösteriler sürüyordu. Ama şunu şimdiden söyleyebiliriz. Brezilya işçi sınıfı ve emekçileri daha şimdiden kazanmaya başladı. Kendine olan güveni arttı.
Brezilya işçi sınıfı burjuva sol iktidarı zorluyor Brezilya İşçi Partisi bundan on yıl önce iktidara geldi. Brezilya sosyalist solunun büyük bir kesiminin de içinde yer aldığı birleşik bir sol parti olarak doğan İşçi Patisinin lideri Lula De Silva’dır. Sendika liderliğinden parti liderliğine atlayan, oradan da Brezilya solunun, sosyalistlerinin ve işçi sınıfının desteğini alarak iktidara gelen Lula, (4+4) iki dönem devlet başkanlığı yaptı. 3.dönem seçilme hakkı olmadığı için yerine yardımcısı eski bir sosyalist olan Dilma Rousseff seçildi. Dilma Rousseff, Lula döneminin de üst düzey sorumlularından biri olduğu için, bugünün olduğu kadar Lula döneminin de politikalarından sorumlu addedilmelidir. Sosyalist solun ve işçi sınıfının oyları ile iktidara gelen Lula, iktidara geldikten sonra, Brezilya’yı ekonomik ve siyasal krizden çıkarmak için işçi sınıfından fedakârlık yapmasını istedi. Neo-liberal politikalara yöneldi. Ekonomik olarak büyümek ve büyük Brezilyayı inşa etmek adına ülke kaynakları ulusal ve uluslararası tekellere peşkeş çekildi. Devletin baskı aygıtları bü-
rokrasi ve polis güçlendirildi. Türkiye’deki gibi enerjisiz “dünya gücü” olunamayacağını ileri sürerek ülkeyi büyütme, enerji ihtiyacını karşılama adına nükleer enerjiye yöneldi. Doğal yaşam ve çevre tahribatını hiçe sayarak HES’leri dev-
reye koydu. Kentsel dönüşüm adı altında işçi sınıfı kentin dışına atıldı. Brezilya nükleer enerjiyi Lula’nın dediği gibi sadece barışçıl temiz enerji kaynağı olarak değil, nükleer silah olarak da kullanmak istiyor. Lula, hem ülke de hem de uluslararası çevrelerin ve çevrecilerin büyük tepkisini çeken, doğayı katledecek, on binlerce insanı yerinden edecek Amazon Nehrinin Xingu kolu üzerinde dünyanın en büyük 3. barajı olan Belo Monte Barajının inşasına başladı. Mahkeme geçtiğimiz günler bu baraj inşasının yürütmesini durdurdu. Brezilya, Lula ile birlikte dünyanın onuncu büyük ekonomisi ve bölgesel güç haline geldi. Ama bu büyümeden işçi sınıfı yararlanamadı. Brezilya büyür, Brezilyalı şirketler dünya devi haline gelirken, işçi sınıfı daha da yoksullaştı. Çalışma ve yaşam koşulları kötüleşti. Enflasyon ve hayat pahalılığı arttı. Yolsuzluklar alıp başını gitti. Kamunun sosyal harcamaları kısılırken, eğitim, sağlık ve ulaşım hizmetleri kötüleşti. İşçi sınıfının yaşam kalitesinde, işçi partisi iktidarın-
da olumlu bir değişiklik gerçekleşmedi. Muhalefetteyken işçi sınıfının taleplerine sahip çıkan ve iktidara geldiğinde bu sorunları çözeceğini vaat eden Lula ve halefi Dilma Rousseff, iktidara geldiğinde, işçi sınıfının taleplerini aşağı çekmek, hareketin önüne geçip tansiyonunu düşürmek ve düzen sınırları içine çekmek için tampon görevi gördü. Yıllardır burjuva sağ partilere karşı solu, eski bir sendika bürokratı olan Lula’yı ve işçi partisini destekleyen işçi sınıfını, en sonunda, ulaşıma yapılan zamlar ve 2014 Dünya Kupası için büyük masraflarla yapılan stadyumlar isyan ettirdi. Eski sosyalist bugünün burjuva bürokratı Rousseff ve hükümeti, artık işçi sınıfını oyalayamacağını, işçi sınıfının reform taleplerine cevap vermeden, burjuva düzenin sübabı işlevini yerine getiremeyeceğini; bu işlevi ortadan kalkar, işçi hareketini frenleyemez ve düzen sınırları içinde tutamazsa, burjuvazi tarafından bir kenara atılacağını hissetmeye ve korkulu anlar yaşamaya başladı.
11
İşçilerin Sesi
Metal işçileri bu toplu sözleşmeyi hak etmedi! Seyfi ADALI Metal işçilerinin toplu sözleşmeleri bir biri ardına imzalanıyor. Türk Metal 30 Mayıs'ta sözleşmeyi imzalamıştı. 11 Haziran'da da Birleşik Metal-İş imzaladı. Arada fark bulunmayan bu iki sözleşme, MESS'in (metal patronlarının örgütü) teklifine imza atmanın ötesine geçmedi. Bu sözleşme dönemi hükümetin Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi yasasının değiştirmesi sebebiyle yetki sorunu yaşanarak başladı. Birleşik Metal-İş yönetimi, çıtayı yükseltti: "Fiili toplusözleşme" yapacağını açıkladı, yasayı tanımadığını söyledi. İyi de yaptı. Ama arkası gelmedi. Bir yandan BOSCH ve Renault işçilerinin sendika değiştirme taleplerine gerekli örgütlenmeyi sağlamadan cevap verilmesi, Türk Metal'in saldırılarına karşı gerekli duruşun sergilenmemesi, diğer yandan fiili toplusözleşme politikasının lafta kalmasıyla karşı karşıya kaldık. Geçen dönem kısmi grevlerle sözleşme döneminde atak yapan Birleşik Metal'in, bu sözleşme döneminde de çıtayı yükseltmesiyle yeni aşamaya geçeceği beklentisi yaratmıştı ama sözde kaldı. Birleşik Metal-İş'in Türk Metal'e de birlikte mücadele çağrısı da karşılıksız kaldı. Bir yandan sendika değiştirme politikası diğer yandan birlikte mücadele çağrısını sendika yönetimine yapılması karşılıksız bir politika olarak kaldı.
DİSK'in olağanüstü genel kurulunda genel sekreterliğe seçilemeyen Birleşik Metal-İş Genel Başkanı, DİSK içinde de itibarsızlaştırılarak başarısızlığa bir katkı da içerden yapılmış oldu. Böylece Birleşik Metal-İş'in toplu sözleşme politikası boşa çıktı. "Fiili toplusözleşme" politikası söylemde kaldı, pratikte karşılık bulmadı. "Yüksek TİS politikası" aşağısı örgütlenmeden devreye koyulduğu için, Birleşik Metal hedefleri açısından başarısız kaldı. Bu başarısızlığın bir kısmı yukarıda ifade ettiğimiz kimi dış sebepler olsa da önemli bir bölümü yönetim politikalarından kaynaklanıyor. Sendika yönetimi perspektif ve işleyiş bakımından çok zayıf kalıyor. Kolektif bir yönetim anlayışı
eksikliği var ve en önemlisi de örgütlenme zemini hazırlanmadan yapılan radikal çıkışlar karşılık bulmuyor. Bu nedenle iki dönem önceki aşamaya dönüldü ve Türk Metal'in sözleşmesinin kopyasına imza atıldı. Birleşik Metal-İş Yönetim Kurulu 30 Mayıs'ta TİS'i imzalayan Türk Metal hakkında ne demişti? Okuyalım: "Dün (30 Mayıs 2013) yaptığımız açıklamada grup toplu iş sözleşmesinden kötü kokular geldiğini kamuoyu ile paylaşmıştık. Dün gece yarısı sermaye ve işbirlikçisi toplu iş sözleşmesini imzaladılar. Emir koçbaşından geldi: “Ya sözleşmeyi bitirin, ya ben sizi bitiririm” sözüyle tıpış tıpış gidip imzayı attılar(...) 4,64 TL’nin altındaki ücretleri 4,64 TL.
ye yükseltip, daha sonra yine tekliflerinde olmadığı halde 6,31 TL.ye kadar 20 kuruş iyileştirme yapmak zorunda kalmışlardır. Türk Metal’in metal işçisinin taleplerini dikkate almaz tavrı anlaşılan MESS’i bile rahatsız etmiş(!) teklifte olmayan rakamlar sözleşmeye girmiştir". 11 Haziran günü Birleşik Metal'in açıklamasını okuyalım: "(...) 4,64′ün altında ücret alanların ücretleri 4,64′e tamamlandıktan sonra 6,31 TL’ye kadar olan ücretlere 6,31′i geçmemek şartıyla 0,20 TL iyileştirme yapıldıktan sonra her iki altı ay için yüzde 7′şer oranında zam yapılması konusunda anlaşmaya varıldı." Birleşik Metal'in iddiası şudur: Bu teklif bize aitti ve MESS Türk Metal'in düşük teklifini yükseltti ve bizim teklifimize imza attı! Diyelim ki böyle oldu, öyleyse Türk Metal'le fark nerede kaldı veya onların işbirlikçiliğine ne oldu? Birleşik Metal-İş iki dönem önceki durumuna geri düşüp imza attıysa bunun sorumluluğunu yönetim almalı ve geleceğe dair metal işçisinin de değerlendirme yapması gerekli gözüküyor. Metal işçisi, MESS-Türk Metal ittifakının karbon kopyası TİS taslaklarına imza atmak istemiyor; imza atmak istemediği için Birleşik Metal'e yüzünü dönmüştü. Ama sonuç değişmedi. Bir TİS ve örgütlenme dönemi de beceriksiz politikalar sebebiyle kapandı.
Milas’ta yaşanan işçi cinayetidir İşçilerin sesi - Haber 17 Haziran’da Muğla’nın Milas ilçesi Güllük beldesinde taşeron firma Tepe-Akfen tarafından işletilen atık su arıtma tesisinde baştan itibaren süregelen sayısız ihmalin neticesinde 7 taşeron işçi hayatını kaybetti. 7 taşeron işçisinin hayatına mal olan ihmaller zinciri Makine Mühendisleri Milas Şubesi tarafından onay verilmemesine rağmen atık su arıtma tesisinin 2007’de yap-işletdevret modeliyle Tepe-Akfen firmasına verilmesiyle başladı. İddialara göre Makine Mühendislerinin geçici kabul öncesinde hazırladıkları rapor, belediye tarafından dikkate alınmadı. Ayrıca, 2010 yılında Makine Mühendisleri Odası Milas
12
Temsilciliği Güllük atık arıtma tesisine sakıncalı raporu verdi ve yerel yönetim bu raporu da dikkate almadı. Facia ile ilgili en büyük iddia ise çevreye yayılan kötü kokunun önlenmesi amacıyla arıtma kuyusunun havalandırma bacasının günler öncesinden kapatılmasıydı. Tüm bu ihmallerin sonucunda 17 Haziran günü hiçbir güvenlik önlemi
olmadan depoya bakım yapmak üzere inen 7 taşeron işçi biriken metan gazından zehirlenerek hayatını kaybetti. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı iş sağlığı ve güvenliği yönünden işyerlerinin ancak % 5‘ini denetleyebilmektedir. Bu nedenle çıkartılan 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası 30.06.2012 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanmıştır ve 30.12.2012 ta-
rihinden bu yana da yürürlüktedir. Yasada işyerleri az tehlikeli, tehlikeli, çok tehlikeli olarak üç grupa ayrılmıştır ve her üç grupta da çalışan sayısına bakılmaksızın 01.07.2014 tarihinden itibaren iş güvenliği uzmanı çalıştırılması zorunluluğu getirilmiştir. Fakat 14.06.2013 tarihinde AKP Milletvekilleri tarafından sunulan kanun teklifi ile az tehlikeli işyerleri için iş güvenliği uzmanı çalıştırılması zorunluluğu 2016 yılı Temmuz ayına, tehlikeli ve çok tehlikeli sınıfta yer alan işyerleri için ise 2014 yılı Temmuz ayına ertelenmesi gündemdedir. Bu, aslında hükümetin tasarıları arasındadır ve yasalaşacaktır. İş sağlığı ve güvenliği konusunda işçinin lehine kanunlar çıkarılmadığı sürece iş cinayetleri son bulmayacaktır.
İşçilerin Sesi
HAVA İŞ SENDİKASININ YÖNETİMİ, KENDİ BİNDİĞİ DALI KESİYOR:
Grev komitesi feshedildi hizmet ediyorsunuz’ sorgulanması başladı. Görüşmeye giden işçilere tek tek tehditler yapıldı ve ilk görüşmenin ardından Ayçin ‘Grev Komitesini feshediyorum’ diyerek, inisiyatifi yeniden eline aldı. 25 Haziran toplantısına 15 dakika sürdü ve sendika yönetimi sözleşmenin imzalanmamasını sağlayacak ve daha önce de reddedilmiş olan uçuş saatleriyle ilgili düzenlemeleri ileri sürerek, işverenin reddetmesini sağlayacak adım atarak, işçinin TİS imzalanacak beklentisini boşa çıkarttılar.
Grev komitesi üyeleri gibi bir çok işçi de, sendikanın grevi sürdürme nedeninin Genel Kurul hesaplarıyla ilgili olduğu kanaatinde. THY işçilerinin yaşadığı zorluklar ve işverenin baskıları, geçtiğimiz yıl 29 Mayıs’ta 305 işçinin işten çıkartılmasıyla gözler önüne serilmişti. İşveren cephesinin tutumu biliniyor ve ondan merhamet ya da adalet beklemiyoruz. Ancak sendika yönetiminin izlediği politikalar o kadar feci sonuçlar doğuruyor ki, işverenin işçiler üzerindeki etkisi giderek artıyor. Sendika yönetiminin son bir yıllık faaliyetlerinin dökümünü yapsak bile yeterli: 29 Mayıs’tan buyana sendika yönetiminin ve tek şef olarak sendika başkanı Atilay Ayçin’in tek karar verici politikaları THY çalışanlarının çıkarlarından, onların denetiminden ve isteklerinden çok uzak. Bu nedenle 29 Mayıs 2012’de işten atılan 305 işçinin çok küçük bir bölümü – o da bin 500 lira maaş verdiği için- sendikayla birliktedir; sayıları 35-40 civarındadır. Toplu sözleşmesi devam eden 12 bin 500 işçinin ise, çok küçük bir bölümü, grevdedir (450 işçi kadar). Grevde olanların önemli bir kısmı ise, sendika yönetimine inandığı ve güvendiği için değil, özgür iradesi ve bireysel kararlarıyla greve inanmış ve mücadeleye katılmıştır.
Greve çıkış nedenleri ve bugün 15 Mayıs’ta başlayan grevin esas nedeni Ayçin’in ‘namus meselem’ dediği, işçiye, basına, diğer sendikalara söylediği ‘atılan işçilerin işe geri alınması’ idi. Ne zaman ki, THY yönetimi mahkemeye grevin durdurulması için başvuru yaptı ve o zaman ağız değiştirildi ve ‘biz hiçbir zaman 305’in iadesini TİS maddesi olarak ileri sürmedik’ demeye başladılar. Tıpkı ‘Greve çıkmayanları TİS’ten yararlandırmayacağım’ deyip, işçilerin aşağıdan zorlamasıyla THY yönetimi ile masaya oturması gündeme geldiğinde, grev komitesinde ricada bulunup ‘Ben söyleyemem siz söyler misiniz, herkes TİS’ten yararlanacak’ dediği gibi! Bu iki örnek bile grev süresince kamuoyuna başka, işverene başka, iş-
çilere ve grev komitesine başka konuşulduğunun kanıtıdır. Böyle bir sendika yönetimi işçilerin güvenini kazanabilir mi? Tabii ki hayır ve işte bu nedenle 15 Mayıs’tan itibaren yaklaşık 2 hafta boyunca greve çıkan işçi sayısı (çoğunluğu uçucu ekipten olmak üzere) artmış, yaklaşık olarak 850-900’e çıktığı kabul edilmiş olsa da sonraki haftalarda hızla erime başlamış, işyerinden istifa edenler de dahil, işe geri dönüşlerle sayı 400-450’ye inmiş durumadır. Grevci işçilerin sayılarındaki hareketlilik bile, zaman içinde greve ve sendika yönetimine olan inancın azaldığını göstermektedir.
Grevi kurtarma girişimi ve Grev Komitesi Sendika yönetiminin tutumu ve mağdur rolü işçiler arasında ilk başta sınırlı bir sempati ve işverenin gaddarlığı ve uyguladığı çalışma düzenin yarattığı bezginlik grevin sendika eliyle yürümesine olanak verdiyse bile, bir süre sonra işlerin doğru yönde gitmediğini gören işçiler, genel toplantı yapılmasını talep ettiler ve bu toplantıda bir Grev Komitesi kurulmasını istediler. Grev komitesi, 10 Haziran’da Topkapı Holidayin Otelinde yapılan ve yaklaşık 500 işçinin (305’ten de katılımla) katılımıyla yapılan toplantıda, ite kaka oluşturuldu. Bu toplantının kendisi bile sendika yönetiminin konuştuğu, işçinin dinlediği, eleştiri yapanların ise azarlandığı, yaftalandığı toplantı oldu. Yine de komite kuruldu. Daha doğrusu, toplantıdan önce de bir grev komitesi vardı ama bunu sendika seçmişti. Toplantıdan sonra bu komite genişledi ve sayıları 35’i bulan işçilerden oluştu. Grev Komitesi kendi arasında işbölümü yaparak grevin kazanılması için neler yapılabileceğini görüştü ve Meclis’teki partilerle görüşme kararı aldı. 18 Haziranda 8 kişilik bir grup işçi Ankara’ya giderek 27 milletvekili, müsteşar, grup başkan vekili ile görüştü ve derdini paylaştı. Bu görüşmelerde edinilen
izlenim, hükümet kanadının sendikayı tasfiye etmekte kararlı olduğu, muhalefet partilerinin ise, 10 dakikalık konuşma dışında işçiye başka bir destek veremeyecek kadar aciz olduğuydu. Komite bu durumu değerlendirip sendika yönetimiyle durumu paylaştı, THY işçilerinin ‘Borçlar Hukuku’ iye muhatap olacakları sendikasızlaştırma politikasına düşmemek için, TİS hukukunun ve sendikal hakların güvence altına alınması için bir politika izlenmesini önerdiler. Sendika yönetimi de bunu kabul etti. Ankara’da hükümet kanadıyla yapılan görüşmede, grev komitesi THY Yönetim Kurulu ve İcra Komitesi Başkanı Hamdi Topçu ile bir randevu alınarak, işçiler olarak görüşmek istediklerini ifade ettiler ve bu da kabul gördü. Bu öneriyi sendika yönetimiyle de paylaştılar ve Atilay Ayçin dahil yönetim kurulu gidip görüşün dedi.
THY yönetimiyle görüşme Grev komitesinden 6 işçi 21 Haziran Cuma günü sendika yönetiminin ve işçilerin bilgisi dahilinde Hamdi Topçu ile görüşmeye gitti. Bu görüşmede THY yönetimine işçiler olarak geldiklerini, TİS sürecinin bir kez daha görüşülmek üzere ‘aracı’ olmak istediklerini ifade ettiler. Hamdi Topçu’nun olabilir demesi üzerine 24 Haziran Pazartesi günü saat 11.00’e randevu ayarlandı. Ne olduysa ondan sonra oldu. İşçilerin Topçu ile görüşmesine onay veren sendika yönetimi, önce şaşkına döndü, sonra çark etmek üzere aklını çalıştırmaya başladı. Öncelikle facebook üzerinden Grev Komitesi hakkında sorgulama ve giderek sertleşen, küfürlere varan mesajlar gelmeye başladı. Ardından ‘randevu yok, vermediler’ dendi. Daha sonra görüşmeye giden işçilerin de toplantıya katılma talebi geri çevrildi. Sendika yönetimine yakın ama komitede olmayan grevciler görevlendirildi. İlk günkü toplantının ardından ‘kime
Sendika işçiye verdiği sözleri tutmadı • Sendika yönetimi görüşmelere girerken, TİS’i imzalamak niyetiyle girmeyi önce kabul etti, sonra vazgeçti. • Son kararı işçilerin vereceğini önce kabul etti, ama işverenin teklifini işçiye sormadan ‘kabul edilemez’ ilan ederek açıkladı. • Grev Komitesinin kurulmasını kabul edip sonra komiteyi feshetti. • İşçilerin birliğini sağlamak yerine işçileri kendi içinde bölüp, itiraz eden işçileri ‘işverenci’, ‘kime hizmet ediyorlar’ söylemleriyle dışladı. • Önceki sözleşme görüşmeleri işçiye açık yapılırken ve işveren de itiraz etmezken sendika yönetimi TİS görüşmelerini işçiye kapattı. • Grev Komitesi Başkanını ve öne çıkan işçileri herkesin ortasında suçlayıp, tehdit ettirdi, facebook üzerinden küfür ve hakaretlere hedef yaptı. • Grevci işçi sayısı ortadayken ve giderek erirken, işçileri maceraya sürükleyici tutum takındı, ‘Bilirkişi’ raporlarıyla grevin kaderi değişecekmiş gibi veya TİS 27. Maddeyle işgüvencesi ortadan kalkacağı gibi bilgi kirlilikleriyle ‘hep yeni bir şafak’ öne sürerek grevi sürdürmeyi seçti. 24’üncü TİS sürecinde, her adımda haklarımızı koruyacak en azından geriye götürmeyecek bir sözleşmenin imzalanması; yani zam oranlarıyla 22’inci veya 23’üncü sözleşmenin imzalanması, yani daha önce imzalanan sözleşmenin tekrar imzalanmasının gelinen noktada geriye gidişe alt sınır çizeceğinden hareket eden Grev komitesi üyeleri gibi bir çok işçi de, sendikanın grevi sürdürme nedeninin işçilerin çıkarlarını koruma kaygısından çok, Aralık ayında yapılacak sendika Genel Kurul hesaplarıyla ilgili olduğu kanaatinde. "Bu yazı, bir grup grevci işçi ve Grev Komitesi üyeleriyle yapılan görüşme ve "airkule.com sitesinin yayınlanan haberden yararlanılarak hazırlanmıştır"
13
İşçilerin Sesi
DİRENİŞTEKİ YURTİÇİ KARGO İŞÇİLERİ KARARLI:
Sendikal haklarımız için direnişi sürdüreceğiz Yurtiçi Kargo işçilerinin DİSK Nakliyat-İş çatısı altında yürüttükleri sendikalaşma mücadelesi devam ediyor. Şirketin Haramidere/Esenyurt’ta bulunan aktarma merkezinde çalışan ve şimdi işten atılmış bulunan direnişçi işçilerle görüştük. G. KATMERLİ Sizi tanıyabilir miyiz? Adım Veysel Şıldır. İki buçuk senedir yurtiçi kargoda Trakya bölgesinde çalışıyordum. İlk işe girdiğimde sabah saat 8 akşam 6 çalışacaksınız dendi; ona göre işe girmiştik. Ama işe girdiğimde sabah 5 akşam 10-11’e kadar çalıştırdılar. Bunları itiraz ettik. Bizi sabah 8, akşam 6 söylediniz dedik. Ama söylentide kaldı. Yine eskisi gibi çalıştık ve arkadaşlarımızı toplayıp mücadele etmeye başladık. Şuan da arkadaşların birçoğu sabah saat 5 akşam saat 11’e kadar çalışıyor. Baktık ki tek bir kargo şubesinde olacak gibi değil. Diğer bölgelere de ulaşmaya başladık. DİSK’in Nakliyat İş sendikasına başvurduk. Sendikadan arkadaşlar geldi. Onlarla örgütlenmeye başladık. Önce bir arkadaşımıza söyledik. Örgütlenmeyi başlatan siz miydiniz? Bizdik; Savaş’la bendim. Tek başımıza mücadele edemeyeceğimizi bildiğimiz için sendikalı olmaya karar verdik ve bunu duyan patron üye olan işçileri işten atmaya öncelikle işi başlatanları işten atarak başladı. Savaş arkadaşımızı Ocak ayının 22’sinde çıkardı ve beni de 25’inde çıkardı. Sendika mücadelesi verdiğimiz için o günden bu güne direniyoruz; çadırımızı da kurduk. İlk önce Haramidere şubesinde mi başladı örgütlenme? Yoksa diğer şubelerde de başlanmış mıydı? İlk örgütlenme Konya aktarmada başladı. Sonra Çayırova ve Kadıköy şubesine sıçradı. Ankara başladı bizde Haramidere şubesinde başlattık Birbirinizden haberdar mıydınız? Konya’yı ilk biz internetten takip ediyorduk. Sendikayla da görüştük bütün şubelere de yaydık. Şu an içer-
14
de üyelerimiz var. Sendikalı arkadaşlarımızın atılmaması için burada çadırımızı kurduk, bekliyoruz. Siz de bize özetler misiniz, nasıl karar verdiniz örgütlenmeye? Ben Zeynel Ertem. Yaklaşık 10,5 sendedir yüklemede çalışıyordum. Benim çalışma şartlarım daha zordu. Yaralanma iş kazası olunca arkadaşlarımız rapor alıyordu ama idare tarafından bu rapor kabul edilmiyordu. Burada yaşı küçük sigortasız işçi çalışıyor mu? Hayır, sigortasız işçi çalışmıyor ama yevmiyeci işçi çalışıyor. Bizi işten çıkardıktan bir gün sonra yerimize yevmiyeci getirdiler. Hatta bir gün sonra işçi almaya başladılar. Ne kadar maaş alıyordunuz? Sosyal haklarınız var mıydı? 830 Lira maaş alıyorduk ama mesai parası ödenmiyordu. Farklı departmanlarda çalışanlar daha farklı maaş alıyorlar, giriş saatimiz belli ama çıkış saatimiz belli değil. Ona rağmen mesai parası vermiyorlar bordrolarda mesai gözüküyor ama para verilmiyordu. Sene başında bize fazla mesaiye kalacaksınız diye kağıt imzalattılar. İmzalamayanları da müdür yanına çağırıp zorla imza arttırıyorlar. Sosyal haklarımız yok. Sigorta, yemek hakkımızdan başka bir soysal hakkımız yok. Ama çalışma koşullarımız ağır şoför arkadaşlarımız 910 saat çalışıyor kuryeler 14-15 saat çalışıyor asgari ücret yada biraz üstü para veriyorlar. Aktarmamın çalışma koşulları daha kötü TIR’lar içeri yanaştıkça egzoz dumanından göz gözü görmüyor ne çalışma saatimiz belli ne iş güvencemiz var istediği zaman işten çıkarabiliyor Yurtiçi kargonun genelinde kaç kişi işten çıktı? Hepsinin davası açıldı mı?
155 işçi sendika mücadelesi verdiği için işten çıkartıldı. Hepsinin davası açıldı. İlk duruşma 6’ıncı ayın 25’inde görüldü. 9’uncu ayın 25’ine attılar. Yaklaşık 5 aydır dışarıda mücadele ediyoruz burada çadırda bekliyoruz. İşverenin sendikaya yaklaşımı nasıl? Bizi işten atarken sendikaya üye olduğumuz için değil mazeret olarak daralmaya gidiyoruz diyor. Oysaki bizi sendika için çıkardılar içerde biz çıktıktan sonra işçiyi tehdit ediyorlar, eğer siz de sendikaya üye olursanız sizi de işten çıkarırız diyorlar. Sizi işten çıkardılar, sendikanın tutumu nasıl oldu gelip içerde patronla yada patron temsilcileriyle konuştu mu? Sendika bizim yanımızda. İşveren görüşmeyi hiç kabul etmedi ama diğer şirketlerinden işçi getirip çalıştırmaya başladı. İşten atılanların yerini her zamanki gibi işsizlerle doldurmaya çalışılıyorlar. Direniş süresinde işsiz kaldınız hepiniz aile geçindiriyorsunuz doğal olarak başka bir yerde çalışmak gerekiyor, içinizden işe giren arkadaşınız oldu mu?
Hayır, olmadı sadece bir işçi annesinin hastalığı nedeniyle çalışması gerekiyordu o işe girdi. Herkes dönüşümlü olarak çadıra geliyor. Bazı arkadaşlar bu mücadeleye başlamadan önce hiç bir deneyimleri yoktu şimdi işi başlatanlardan daha fazla mücadeleye sahip çıkıyorlar. Mücadele deneyimi bize bir okul oldu bilmediğimiz çok şeyi burada yaşayarak öğrendik. Biz işten çıkmak değil işe geri dönüp sendikalı çalışmak istiyoruz. Hala daha bazı bölge şubelerinde bizden bile kötü şartta çalışan işçiler var. Ne yemek paydosları ne de dinlenme saatleri var. İş ne zaman biterse o zaman yemeğini yer, tekrar işe başlarsın. Bir TIR’ı yaklaşık 30 dakikaya 5 kişi yüklüyor. Akşama kadar yüzlerce TIR yükleniyor. Patron kazanıyor ama işçiye gelince yok. Evrak bölümünde çalışan arkadaşlarımız var ve onlarında ne kadar mal giriş çıktığını biliyor. Faturalarını görünce daha iyi anlıyoruz ki, patronların ne kadar kâr ediyor! Yılda bir ikramiye veriyor o da yarım yamalak elimize geçiyor. Her yerin çalışma koşulları gibi bizimki de kötüydü ama biz birlik olup haklarımızı aradık. İşten çıkarılsak bile onurlu mücadelemizi devam ettiriyoruz. Başarılar diliyoruz.
İşçilerin Sesi
FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... SAĞLIK
Zammı aldık… Bekle bizi tatiiiiil Diyebilsek, ne iyi olurdu! Nerede? Asgari ücret zammı 30 TL. İdare buna da şükredin, sevinin diyor! Neresine sevinelim, “Bu zam bize ailemizle birlikte her şey dâhil 15 gün tatil yaptırsa” tamam, diyelim. İnsanca yaşayacak ücret için ne hükümetten ne şirketten ve idareden bize fayda var. Mücadeleden başka çıkış kalmadı.
Dişimizi sıka sıka diş kalmadı! İdareciler, Mono Blok toplantısının sonunda politikacı gibi konuştular: “Bir sene daha dişinizi sıkın kadro geliyor”. Bir inandık, bir inandık sorma gitsin! Yedi yıl oldu, her yıl aynı terane: Sık dişini, sene alırsın! Avucumuzu yaladık: Yağma yok, kadromuz verilmeden size inanan, sizin gibi olsun!
Şuna bak: Kadro dedikleri 15 kişi 2013 için 3 teknisyen, 5 hasta bakıcı ve 7 hizmetli kadrosu talep edilmiş. Dalga mı geçiyorsunuz? Bu sayıyı 100’le çarpsanız yetmez! Sizin hesaba göre, yılda 15 kadro alırsak, 200 yılda bütün taşeron işçiler kadrolu olacak! Hay aklınızla bin yaşayın, emi…
Gece de gündüz de servis ihtiyaç Geç yıl Temmuz’da yol paralarımızı kestiniz. Servis vermediniz. Gece yarısı mesaiden çıkınca, duraklara ulaşmak hayli zor. Kadın çalışanlar güvenlikten yardım istemek zorunda kalıyor. Böyle çalışma düzeni olur mu? Gece gündüz fark etmez, servis her çalışan işçinin hakkı. Başımıza bir iş gelirse sorumlusu yönetim olacak.
Müjde akredite olmuşuz! O ne ki? 15 Haziran’da Çapa Tıp Fakültesi akredite olmuş. Uluslararası tanınma demekmiş. İyi de taşeron işçisinin ne işine yarayacak? Taşeron işçinin çalışma düzeni mi değişecek? Maaşlar Euro’mu ödenecek? İdarenin burnu daha da havada olacak, işçi de alçak sürünmeye devam edecek! Kadromuzu verin biz de akredite olalım!
Yuh artık: Muayene 50 TL Ücretli muayene 15 liradan 50 liraya
Atılan işçilerin haklı oldukları tescil edildi İstanbul Üniversitesi Hastanelerinden 1 Nisan 2012 tarihinde işten çıkartılan işçiler işe iade davalarını kazanmıştı. Üniversite yönetimi karar itiraz etmişti. Yargıtay’da görülen işe iade davaları da işçilerin lehine sonuçlandı. Üstelik mahkeme bu işçilerin Üniversitesinin işçisi olduğunu da karara bağladı. Bu gelişme üzerine, bugüne kadar taşeron işçilerine “Siz bizim işçimiz değilsiniz, taşeron şirketin işçilerisiniz” diyen Üniversite yönetimi bir kez daha yalanlanmış oldu. Hatırlanacağı gibi muvazaa raporları ve iş mahkemesi karaları da taşeron şirket eliyle çalıştırılan işçilerin bin 112’sini Üniversitenin esas işlerini yapan işçi saymış ama Üniversite yönetimi bu karar uymayarak, işçi çıkartmıştı. Üniversite yönetimi, Yargıtay karaçıktı. Bu zam halkla bizi yüz yüze getirdi. Zammı yapan yukarısı, fırçayı yiyen biz! Sağlıkçılara karşı şiddet de Hükümetin “Sağlıkta Dönüşüm Programı” yüzünden yaşanıyor. Sağlık paralı olursa, yoksula kim bakacak! Bu devlet zenginlerin devleti midir? Gıda İşçileri Bülteninden GIDA
Yakamızdan düşün! Laboratuarın sorumlusu yemek saatinde yemekhanede uyuyor. Masanın üzerindeki suyu içmek isteyen işçiye vermiyor. “Benim masamdan alamasın” diye bir de azarlıyor. Yalaka kendini ne sanıyor? Yemekhane dinlenme odası değil, çok rahatına düşkünse patrondan dinlenme odası talep edebilir.
Bir işçi felç geçirdi iş kazası sayılmadı İşyerinde iş kazası eğitimi veriliyor. Ama patron kaza yapan işçiyi değil, kârını düşünüyor. Eğitimden bir gün sonra bir işçi yüz felci geçirdi. Nedeni de, yaz geldi diye klimaların ayarı açıldı. Soğuktan işçi felç geçirdi. Patron için bu iş kazasından sayılmıyor.
Her güzergâha servis verilmeli Bazı işçiler uzakta oturduğu için bir yere kadar servisle gidiyor, sonra arabaya biniyorlar. Yol parası verilmiyor. Zaten aldığımız ücret ne kadar ki yarısını da yola veriyoruz. Bir de sabah erken, akşam geç dolmuş çekilmiyor. Her yöne servis hakkımız.
rına rağmen işçileri işe geri almadı, tazminatlarını ödemeyi tercih etti. İşçiler çalıştıkları yıllara göre, 4, 6, 8 aylık ek tazminata hak kazandılar. ‘Parayı veririm, işe almam gönderirim’ hesabı yapan yönetim, yalanlarını nasıl gizleyecek? Buna parası yetecek mi? İşe dönmek ve çalışmak isteyen işçileri kapının önüne koyma hakkının ardına sığınan Üniversite, Türkiye’de ciddiye alınacak bir iş güvencesi yasasının da olmadığın ortaya koymuş oldu. İş yasası, işçiye iş güvencesi sağlamıyor, işverene yargı kararına rağmen işçiyi işten çıkartma hakkı tanıyor. Gerçek iş güvencesi ise, yargı yoluyla değil, birlik olan ve mücadele eden işçilerin eliyle gelecek, bunu bir kere daha gördük. (İÜ Hastanelerinden bir grup taşeron işçisi)
İşe göre işçi alınsın Yeni işçi alındı, mesailer azalacak dendi. Ama bayram yaklaştı mesailer ve vardiyalar yeniden başladı. Nedeni, siparişler çoğaldı. Az işçi çok iş olmamalı. İşe göre işçi alınsın. Zorunlu mesailer ve vardiyalar kaldırılsın. Ücretler yeterli hale getirilsin.
Zenginleştikçe cimrileşiyor Önceden bu aylarda patron işçileri pikniğe götürüyormuş. Birkaç yıldır kene var diye pikniğe götürmüyor. Acaba sorun kene mi? Yoksa işçiler çoğaldı, masraf artar kaygısı mı? Kene yok, piknik olmalı…
Çamaşırhane kurulsun Hafta başında kıyafetlerden test alınıyor. Kirli çıkanınki uyarılıyor. Üç kez üst üste kirli çıkınca savunma yazılıyor. Madem yönetim bu kadar hijyeni düşünüyor, o zaman kıyafetler işyerinde yıkansın. Zaten denetimlerde de dışarıda yıkanıyor diye olumsuzluk raporları alınmadı mı?
Öğle paydosu en az 1 saat olmalı Her yıl Ramazan ayında aynı şey oluyor. Bu yıl artık olmasın. Öğle paydosu yarım saate iniyor. Yarın saat fazla çalışmamıza rağmen mesai parası da verilmiyor. Ya mesai parası verin ya da paydos saatiyle oynamayın. Çay saati ve yemek paydosu zaten yetmiyor!
PLASTİK
Temmuz zammını bekliyoruz 6. ay zammı geldi. Ay sonunda ak - kara belli olacak. Tatmin edici bir zam bekliyoruz. Zam yok laflarını duymak bile istemiyoruz. Mesaiye kalmamızı, üretimin artmasını istiyorsanız, emeğimizin karşılığını verin. Hakkımızı istiyoruz.
Senelik izin yeri gelince lazım! Geçen sefer de yazdık yönetim anlamıyor. İzin, lazım olduğu zaman verilsin. İşin ve işyerinin keyfine göre izin kullanıyoruz. İzin bize lazım, tarihi siz seçeceğiz. Sizin izninize biz karışıyor muyuz?
Yazlık elbiseler nihayet verildi Bir ay bizi kışlık elbiseyle çalıştırdınız. Utanın. En geç 15 Mayıs’ta verilmesi gerekiyordu. Siparişleri 1 gün geciktiremezsiniz ama işçiye gelince 1 aydan bir şey olmaz diyorsunuz. Artık bir şeyler değişmeli. Yönetim bu kafayı değiştirmelisin!
Sinek kadar kıymetimiz yok Yönetim çok çevreci, hayvan sever. Sadece işçiyi sevmiyor! Sinek girecek diye kapıları camları kapatıyorlar. 45-50 derece sıcakta işçiyi patates ediyorlar. Sinekler püfür püfür uçuyor biz haşlandık. La oğlum, sinek değil maliyet hesabı yapıyor onlar…Klima pahalı geliyor ağalara!
Gece vardiyasına doktor istiyoruz Gece vardiyasında çalışan işçi değil mi? Doktor yok. Şafak Hastanesiyle anlaştık, ambulans bulunacak demişlerdi, ondan da bir sonuç çıkmadı. Gece çalışanlar hasta olmaz mı sanıyorlar? Doktor ve ambulans şart! Her işin başı sağlık!
2 ton kömür parası artmıyor Şimdi nereden çıktı diyecekler. Yaz günü kömür ne iş. Bordroya bakınca hiç aklımızdan çıkmıyor ki, 2 ton kömür, yakacak parası hala 250 TL. Belediye kömürünün tonu 500 TL. Yakacak parası verecekseniz doğrusunu verin!
15
İŞTE SUÇ ALETLERİ: GÖZLÜK, TALCİD TOZ MASKESİ... Serbest bırakıldığımda durumumız ne idiyse şimdiki durum da aynı. CMK madde 100’ün soyut kavramaları tutuklanma talebi olarak kullanılmış. ‘Kuvvetli suç şüphesi, somut delil durumu, kaçma tehlikesi’ diyor. İş gezisi nedeniyle gittiğim yurtdışından kendi isteğimle döndüm. Hakkımdaki ‘yakalama’ emrini bilmeme ve bu konuda avukatlarımla görüşmüş olmama rağmen döndüm. İşim ve işyerim belli. Kaçmaya niyetli olmadığım ortada. İşlemiş olduğumuz bir ‘suç’ yok. Fizik Mühendisleri Odası yöneticisiyim ve diğer yönetici arkadaşlarımın arasından gözaltına alındım. Herhangi bir olay yeri ve çatışma mahalli değil. ‘Suç aletleriyle’ ele geçirilmişim…
Sıraselviler’de polis saldırısıyla gözaltına alınan Fizik Mühendisleri Odası yöneticisi Alper Merdoğlu ile ikinci kez gözaltına alındığı Atatürk Havaalanı Merkez Karakolu’nda görüştük. Ne şekilde gözaltına alındınız? 16.6.2013 tarihinde Sıraselviler caddesinde oluşturulan polis ablukası içinden yoğun bir şiddete maruz kalarak gözaltına alındım. Sayısız sivil ve çevik kuvvet polisinin cop ve tekmelerle üzerime saldırması sonucu yaralandım ve yere düştüm. Yere düştüğüm halde yüzüme gaz sıkmaya ve ters kelepçe takmak suretiyle tekmelemeye devam ettiler. Saldırılardan yüzümü korumaya çalıştım. Ters kelepçe takmalarının nedeninin yüzümü gözümü korumama engel olmak ve daha iyi dövmek amacıyla olduğunu anlamış oldum. Burnuma darbe aldım. Kulak zarım patladı. Bütün vücudum darp izleriyle dolu. Fotoğraflarda da görüldüğü gibi giysilerim parçalandı. Gözaltına alınmanızdan sonra neler yaşadınız? Polis saldırısı ve darp gözaltından sonra da devam etti. Ağza alınamayacak cinsel içerikli küfürler eşliğinde ve arkadan kelepçelenmiş olarak dövmeye devam ettiler. Şiddet polis aracı içinde bile devam etti. Anlamsız bir hırsla ve öfkeyle saldırıyorlardı. Emniyette neler yaşadınız? Polisin saldırısında kıyafetlerimi yırtmışlardı ve çıplak kalmıştım. Ertesi gün öğleden sonra avukatımla görüştürülene kadar giysi vermediler. Oysa hastaneye gittiğimizde arkadaşlarım giysi getirmişti. Avukatımla görüştürüleceğim an giysimi verdiler ve görüşmeye çıktım. Bu durumu avukatıma ilettim ve o da polislere yönelik olarak, ‘görüşmemiz bittiğinde müvekkilimin giysisini geri mi alacaksınız, bu saate kadar çıplak bırakmışsınız?’ diye sordu. Verdikleri cevaba kendilerinin bile inanması mümkün değil.
‘Yeni giysi vermedik, çünkü teşhis için gözaltı sırasındaki kıyafetleriyle olması gerekiyor’ dediler. Ben de dayanamadım ‘ne yani ben sokakta çıplak mı geziyorum da çıplak teşhis edilmemi bekliyorsunuz’ dedim. Emniyet müdürlüğünden sonraki süreçte neler oldu? İki gün gözaltında tutulduktan sonra savcılığa çıkartıldık ve ifadelerimiz alındı. Savcının tutumunun siyasi karakteri daha ilk karşılaştığımız andan itibaren açığa çıkıyor. O hükmünü çoktan vermiş. Benim de içinde bulunduğum 7 kişinin tutuklanmasını istedi. Gazdan korunmak için taktığım bez maskem, burun spreyim, talcid solüsyonum ve motosiklet eldivenim savcıya göre ‘tam teçhizatlı’ saldırı aleti sayıldı ve tutuklanmamı istedi. Nöbetçi sorgu hâkimine çıkarıldık ve avukatlarımızın savunmalarından sonra hepimiz serbest bırakıldık. Size yönelik saldırı anı ve gözaltına alınışınız basına da yansıdı. Beş polis tarafından darp edilmeniz Newyork Times’a kapak oldu. Bunun etkileri ne oldu? Hoşlarına gitmediği açık. Gözaltı süreci boyunca en çok dayak yiyenlerdendim. İyi bir fotoğrafçı arkadaşa denk gelmişiz, bundan ibaret. Arkadaşlarımızı kaybettik, gözlerini kaybedenler oldu. Avukatım savcılık sorgusu sırasında gazetede çıkan bu fotoğrafları sundu ve suç duyurusunda bulundu. Takipçisi de olacağız. Suç duyurusunda bulunmamız, saldırı fotoğraflarını sunmamız ve davacı olacağımızı bildirmemiz savcının ‘tutuklanma’ talebinde ısrarını da anlamlı kılıyor. Gözdağı amacı taşıyor.
Neymiş bunlar? Gazdan daha az etkilenmek için yüzüme taktığım bez toz maskesi, deniz gözlüğü, talcidli solüsyon. Savcıya da belirttim, 20 gündür Taksim ve çevresinde çalışanlar bu maske ve solüsyonları zorunlu olarak kullanıyor. Çalışma arkadaşlarımın tümü de kullanıyor. Karar ve ardında yatan nedenler siyasi olunca geriye zorlama suç aletleri yaratma kalıyor. İstiklal caddesi ve Taksim çevresi bunları satan seyyar satıcılarla dolu, dedim ya karar tamamen siyasi... Serbest bırakıldın ve iş nedeniyle gittiğin yurtdışında hakkında ‘yakalama’ emri çıkarıldığını öğrendin, biraz anlatır mısın? Salı günü bırakıldım ve işim nedeniyle çarşamba günü Madrid’e gittim. Bir hafta sonra, yani bugün geri döndüm ve Atatürk Havaalanı’nda saat 17.00’de gözaltına alındım. Sabah mahkemeye çıkarılacağım. Şu an havaalanı merkez karakolu nezarethanesindeyim. Sağlık kontrollünden geçtim. Serbest bırakılmamızın ardından savcılık itiraz etmiş ve nöbetçi hâkim de itirazı kabul etmiş. Evraklara göre savcının talebi hâkimin masasında üç gün beklemiş. Tek kelimeyle siyasi bir karar ve hukuken dayanaksız.
Şimdi ne olacak? Avukatlarımız bugün genel bir itirazda bulundular. Yarın hakim önüne çıkartılacağım ve avukatlarımızla birlikte özel olarak da savunmamızı yapacağız. Sonuç ne mi olur? Kestirmek zor! Hukuken bırakılmam gerekir. Siyaseten ve özellikle de başbakanın ‘emri ben verdim’ vs diyen son konuşmalarından sonra ve tabi ki Ethem Sarısülük’ü öldüren polisin serbest bırakılmasından sonra artık her şey mümkün… Not: Yakalama kararı, avukatların itirazının kabulü ile 27.6.2013 tarihi saat 19’da kaldırıldı. Yakalananlar serbest bırakıldı
İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi - Aylık Süreli Siyasi Yayın - Tarih: Temmuz 2013 Sayı: 16 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı - İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi Kemal C. Sarıoğlu Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Söğütlüçeşme Cad. Tulumbacı Asım Sok. Korular İş Hanı No: 48 Kadıköy - İstanbul Web: iscilerinsesi.org e-mail: iscilerinsesi@gmail.com