E19 ekim 2013

Page 1

Geri çekilme süreci durdu

Suriye politikası iflas etti

“Çözüm” yolunda bir adım atılmıyor. Çünkü hükümetin bir çözüm planı yok. Daha da ötesinde, ona göre “çözülecek” bir sorun da yok. Aykut ÖZER > 4

Hem bölge hem Suriye politikası çöken AKP’de, son yaşananlar sahte zafer nidalarıyla örtülemeyecek Mustafa EKER > 5 kadar derin gedikler açtı.

İşçilerin Sesi İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır

ISSN: 2147-1568

Ekim 2013 / Sayı 19 Fiyatı: 1.5 TL

Çalışma Meclisi patronların kârı için toplandı İşçi sendikalarıyla sermaye örgütlerinin temsilcileri, akademisyenler ve bakanlık bürokratlarının içinde yer aldığı Çalışma Meclisi "kıdem tazminatı", "alt işverenlik" ve "özel istihdam büroları aracılığı ile geçici iş ilişkisi" konularını gündemine aldı. Toplantı sonunda hazırlanan sonuç bildirisine konfederasyonlar imza koymadı. Sermaye örgütlerinin temsilcileri ve hükümet tarafı bildiriyi imzaladı. Bildiriye yansıyan görüşler, bakanlığın Ekim ayının sonunda açıklayacağını duyurduğu “paket”in taslağını oluşturacak. Çalışma Meclisinin gündemine aldığı üç konu (kıdem tazminatı, taşeron sistemi, özel istihdam büroları), işçi sınıfının çalışma koşullarını iyileştirmek üzere değil, sermayenin kârlarını güvence altına almaya yönelik tartışıldı. Seyfi ADALI > 11

İşçilerin söz ve karar zamanı geldi Hava-İş genel kurulu yaklaşırken, işçilerin gösterdiği ilgiye paralel olarak, çirkinlikler de artıyor. THY yönetiminin aday gruplardan biri lehine seçimlere müdahalesi elle tutulur gözle görülür bir hale gelmiştir. Basın karşısında gösterilen sahte demokrat şirinliklerin ardındaki gerçek budur. THY yönetimi, yetki alanının tümüyle dışında, sadece işçilere ait bir sürece dahil olarak, seçilme hakkına müdahale etmektedir. Ve bunu adaylara mobbing uygulayarak, işten atmakla tehdit ederek pervasızca yapıyor. Bahadır ALTAN > 12

Başbakan Erdoğan demokrasi paketini açıklarken, Feniş Alüminyum fabrikasının 520 işçisi, aylardır alamadıkları ücretleri ve kıdem tazminatları için eylemlerini sürdürüyordu. Türbana karışana bile hapis cezası getiren paketten, işçi hakkını gaspeden patronlar için bir tek cezai yaptırım bile çıkmadı.

AKP demokrasiyi bedavaya getirmeye çalışıyor

Pakette “işçi” yok Despot iktidarın demokrasi paketinden “muhafazakârlaşma” çıktı. Çarşaf, türban serbest kaldı; yetmedi, bir de bunlara karışanlara 1 ile 3 yıl arasında hapis cezası geldi. 12 Eylül askeri darbesinin yasaklarından olan yüzde 10 seçim barajına dokunulmadı; tartışmaya açıldı. BBP, Saadet Partisi ile BDP hazine yardımına ortak yapıldı.

İşçilere, işsizlere, kadınlara, yoksullara pakette yer bile verilmedi. Çarşaf giyene karışana hapis cezası getiren paket, Anayasal hakkı olduğu halde sendikaya üye olan işçiyi çıkartan işverene hiçbir ceza yaptırım getirmiyor. Pakette açlık sınırının altında kalan asgari ücretliyi vergi yükünden kurtarmaya yönelik küçük bir adım yok.

Şimdi; “demokrasi paketi” altında sunulan bu ucubeyi, “elleri patlayana kadar” alkışlayanlar olacaktır. “Yetmez ama evet”çiler, her zaman ki bel kemiksizlikleriyle, hükümetin yağcılığına soyunarak, kitleleri AKP’nin peşine takmaya çalışacaktır. Demokrasi despotlardan beklenmez, mücadeleyle kazanılır. > 2-3


2

İŞÇİLERİN SÖZÜ

Biz kimiz? Ne istiyoruz? Ne için mücadele ediyoruz? Bugün dünyaya egemen olan anlayış sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan; ayrımcılıktan uzak yeni bir toplum olmalı, bu da komünizmdir. Rusya'da 1917 Ekim İşçi Devriminden kısa bir süre sonra, Doğu Avrupa, Çin ve Küba'da daha en başından itibaren "işçi sınıfı" ve "komünizm" adına yaşananlar, işçi sınıfının çıkarlarından uzak, bürokratik ve yozlaşmış rejim deneyimleri olmuştur. Bu rejimlerle "işçi demokrasisinin" ve "komünizmin" doğrudan ilgisi yoktur. Komünizm, işçi sınıfı ideolojisidir; onun tarafından ve dünya seviyesinde inşa edilebilir. İşçilerin Sesi Gazetesi, insanlığın kurtuluşu olan komünizmi, kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezme-ezilme ilişkisinden; ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlar. Kürt ulusunun kendi kaderlerini tayin hakkını savunur. İşçilerin Sesi Gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır. İşçilerin Sesi Gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız, demokratik, şeffaf olmalarını savunur. İşçilere ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişecek işçi hareketi eliyle birer işçilerin öz örgütü haline gelmesi için çalışır. İşçilerin Sesi Gazetesi, işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Tüm işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak Enternasyonalist Komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir Komünist Enternasyonalin inşası demektir. İşçilerin Sesi Gazetesi’nin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin, Rosa ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır; Enternasyonalist Komünisttir.

İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi Aylık Süreli Siyasi Yayın Tarih: Ekim 2013 Sayı: 19 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı - İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi Kemal C. Sarıoğlu Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Söğütlüçeşme Cad. Tulumbacı Asım Sok. Korular İş Hanı No: 48/2 Kadıköy - İstanbul Web: iscilerinsesi.org e-mail: iscilerinsesi@gmail.com

İşçilerin Sesi

Ekim 2013/19

AKP demokrasiyi bedavaya getirmeye çalışıyor: Pakette işçiye yer yok! aşbakan Tayyip Erdoğan, Demokrasi Paketi’ni açıkladı. Çok önemli gelişmeler olacak, balonu yayıldı. Türkiye ve Dünya medyasına büyük sürprizlerin içinde yer alacağı söylenen paketten ciddi bir şey çıkmadı. Çıkmayacağı, paketin gelişinden belliydi. Paketin içeriği AKP milletvekillerinden bile saklandı. Toplum ve medya açıklamanın yapılacağı saate kilitlendi. Başbakan 45 dakika giriş konuşması yaptı, paketin izahı 15 dakika sürdü: Hepsi bu!

B

payı olarak partilere dağıtılması var. Kârları için işçileri haftada 45 saatin üstünde çalışmaya zorlayanlara, çalışma haftasını 60 saate, 72 saate çıkartan patronlara karşı hiçbir yasal yaptırım yok. Ücretli kölelik düzeni olan taşeron sistemine dur diyen, iş güvenceli, kadrolu çalışmaya olanak veren hiçbir düzenleme yok! İşçinin sigorta primini ödemeyen işverene yaptırım yok! Böyle bir demokratikleşme paketi olabilir mi?

Paketten “muhafazakârlaşma” çıktı. Çarşaf, türban serbest kaldı; yetmedi, bir de bunlara karışanlara 1 ile 3 yıl arasında hapis cezası geldi. Vakıf ve derneklere hakim olan siyasal İslamcıların istedikleri gibi kurban derisi ve makbuzla para toplaması serbest bırakıldı. 12 Eylül askeri darbesinin yasaklarından olan yüzde 10 seçim barajına dokunulmadı; tartışmaya açıldı. BBP, Saadet Partisi ile BDP hazine yardımına ortak yapıldı. Kamuda siyasi kararlarla kadrolaşan AKP, memurların siyasi parti üyesi olmasına olanak verdi. Kamudaki yetkisiyle siyaseti birleştirdi, AKP’yi güçlendirdi. Paket, hükümetin kamuoyuna verdiği mesajlarda yer alan Kürtlere, Alevilere hak verilecek beklentisini karşılamadı. İşçilere, işsizlere, kadınlara, yoksullara ise pakette yer bile verilmedi. Pakette, çarşaf giyene karışana 1 ile 3 yıl arasında hapis cezası var; yasal ve Anayasal hakkı olduğu halde sendikaya üye olan işçiyi çıkartan işverene hiçbir ceza yaptırımı yok! Pakette açlık sınırının altında kalan asgari ücretliyi vergi yükünden kurtarmaya yönelik küçük bir adım yok, hazine yardımının sus

Pakette, Alevilere bir hak yok. Cemevi ibadethane sayılmadı. Kürtlere bir hak yok. Zaten kısmen uygulamada olan şeyler, yasal oldu. Türkçe dışındaki dillerde seçim propagandası yapılıyordu, köy isimleri eski adıyla kullanılıyordu; Q, W, X harfleri zaten kullanımdaydı. Yeni olan, dershanedeki dil eğitimi, parası olanlar için özel okullarda Türkçe dışında, ana dillerinde eğitimin serbest olması. Yargıda demokratikleşme yok: Şiddete bulaşmayan Kürt siyasi tutuklulara, seçilmiş milletvekillerine, belediye başkanlarına, parti üyelerine ya da 4 bine yakın 16 yaşından küçük çocuk tutukluya, ciddi hastalığı olan mahkûmlara adil yargılama ve serbestlik yok. Paket, AKP hükümetinin her zaman yaptığı gibi, özgürlük ve demokrasi adına göstermelik kimi düzenlemelerle ya da Hacı Bektaş Veli isminin Nevşehir Üniversitesine verilmesi gibi, demokrasiyi “bedavaya” getirmeye çalışmış. İşçiler için en küçük demokratik bir hak tanınmamış. Göz boyamaya karnımız tok.

Özgürlük işçilerle gelecek!


Ekim 2013/19

İşçilerin Sesi

DEMOKRASİ PAKETİ

3

Despot bir iktidardan demokrasi beklenemez Despot iktidarın demokrasi perspektifi “harfleri özgürleştirmekle” sınırlıdır. Şimdi “demokrasi paketi” altında sunulan bu ucubeyi, “elleri patlayana kadar” alkışlayanlar olacaktır. alen AKP Adıyaman milletvekili olarak görev yapan, İslamcı-Kürt siyasetçi Mehmet Metiner’in, muhtemelen HADEP yöneticisi olduğu dönemlerde, söylediği sözleri içeren bant kayıtları kamuoyuna deşifre edildiğinde büyük gürültü koparmıştı. Metiner, Recep Tayyip Erdoğan’ı kastederek “ben onun beyninin kıvrımlarını biliyorum; orada demokrasinin zerresine bile yer yoktur” demişti. Erdoğan’ın 11 yıllık iktidarı bu sözlerin gerçekliğini defalarca kanıtladı. İşte demokrasiye bu denli uzak bir siyasi şahsiyet, medyatik bir şovla, sözde demokratikleşme paketini kamuoyuna açıkladı. Doğal olarak pakette demokrasi adına ciddi hiçbir şey yoktu. Ülkeyi polis devletiyle yöneten totaliter iktidardan demokrasi beklemek, ölünün gözünden yaş beklemek kadar anlamsızdı. İktidarın gerçek yüzü, Gezi Direnişinde binlerce kişiye yönelttiği vahşi saldırılarda, Uludere’de Kürt köylülerin bombalanıp öldürülmesinde, her türlü muhalif gösterinin şiddet kullanılarak bastırılmasında, çeşitli kesimlerden muhaliflerin hapiste çürütülmeye çalışıl- şekilde tuzaklar içeriyor. 2010 yılında, masında gizlidir. Bu yüz despotizmin 12 Eylül Anayasasının izlerini silmek adına yaptığı anayasa değişiklikleri, yüzüdür. esas olarak, yargıyı denetimine almaya yönelikti ve bunda da başarılı oldu. Siyasi iktidar imaj AKP iktidarı değişikliklerin arasına, düzeltme peşinde İşte siyasi iktidar, büyük ölçüde deşifre işçilerin birden fazla sendikaya üye olmuş bu despot yüzünü, antidemokratik olma hakkını da koymuştu. İşçilerin karakterini, son açıkladığı paketle bir bir sendikaya üye olma girişimlerinin ölçüde gizlemeye, imajını düzeltmeye bile işten atılmayla sonuçlandığı, sendika çalışıyor. Bugün Avrupa’da R.Tayyip üyesi işçilerin oranının 1940 lar düzeErdoğan’ın adı, Macaristan Başbakanı yine gerilediği bir dönemde, bu “olUrban ve Rusya lideri Putin ile birlikte mayacak duaya âmin demekti.” Bugün anılıyor. Yani despot siyasetçiler arasında de, son pakete, türbanın kamusal alanda sınıflandırılıyor. Gezi’de sergilediği özgürce kullanılmasını sokarak, hüküpolis vahşetinin batılı ülkelerde yarattığı met, siyasi ajandasında yer alan bir travmanın etkileri sürüyor. Bugünlerde başka uygulamayı daha hayata geçirmiş hazırlanacak Avrupa Birliği İlerleme ve seçimler öncesinde kitle tabanına Raporunun bu travmayı yansıtması ka- göz kırpmış oldu. Kürtçe dili ve Alevi çınılmaz görünüyor. İşte bu paketin inancı kamusal alana sokulmazken, türaçıklanmasının gerçek nedeni ve zam- banın yolu açıldı. anlamasını bu çerçevede okumak gePaketle “klavyeye rekiyor. İkinci olarak, geçmiş on yıllık pratiği özgürlük” geliyor göstermiştir ki, AKP iktidarı sözde“de- Bu paketin boş olduğunu ve başta Kürtler mokratik açılım” ya da “reform paketi” olmak üzere, toplumun birçok kesimi yoluyla, demokrasi ve özgürlükleri ge- tarafından tepkiyle karşılanacağını, Başliştirmek yerine, kendi siyasi ajandasını bakan da biliyordu. O nedenle, “bizi izuygulayarak iktidarını sağlamlaştırıyor. lemeye devam edin”, “arkası reklamBu paketler gerçek amacını gizleyecek lardan sonra” kabilinden, bu “reformla-

H

rın” daha başlangıç olduğunu, arkasının geleceğini duyurdu. Böylece demokrasi isteyen kesimlerin siyasi iktidardan beklentilerinin sürmesi hedefleniyor, kitleler aldatılmaya çalışılıyordu. Demokrasi açısından boş olan pakette birçok “yok” var. Birinci olarak, pakette Aleviler yok; bu inanç kesiminin hiçbir talebi karşılanmamış. Kürtlerin ise adı bile yok. İkinci olarak, her kesimden muhalifi hapiste çürütmeye olanak sağlayan Türk Ceza Kanunu ve Terörle Mücadele Kanunundaki muğlâk ve gerici hükümlerde en ufak bir değişiklik öngörülmüyor. Başta KCK tutukluları, seçilmişler, aydınlar ve siyasetçiler hapiste yatmaya devam edecek; gerektiğinde bunlara yenileri eklenecek. Üçüncü olarak, dünyada başka hiçbir ülkede görülmeyen yüksek seçim barajı içeren antidemokratik Seçim Kanununa dokunulmuyor, buna karşı geliştirilen alternatif önerilerle, siyasi temsil daha da adaletsiz hale getiriliyor. AKP, gelecek seçimleri nasıl kurtaracağının hesabını yapıyor. Pakette var olanlar dikkate alındığında, İngilizlerin tabiriyle “çok az ve çok geç” tanımlaması uygun düşüyor. Başta Kürtçe olmak üzere, anadil öğrenimi

kamusal alana dâhil edilmiyor; ancak özel okullarda serbest bırakılıyor. Özel dershanelerde ana dil öğreniminin yıllar önce serbest bırakıldığı dikkate alındığında, bu adımın hiçbir anlamı olmadığı görülüyor. Parası olana anadil öğrenimi anlayışı sürüyor. Kürtçe köy isimlerinin değiştirilmesi, ancak İçişleri Bakanlığının onayı ile mümkün oluyor. Bu da fiili durumun resmileşmesinden öte bir anlam taşımıyor. İlkokullardan da, “Andımız”, yani Kürt çocuklarını, “Ne Mutlu Türküm Diyene” şeklinde bağırtma ilkelliği ve ayıbı kalkıyor. Ve klavyeye özgürlük geliyor! Artık, Türkçe alfabede yer almayan x,q,w gibi harfler kullanılabilecek. Despot iktidarın demokrasi perspektifi “harfleri özgürleştirmekle” sınırlıdır. Şimdi “demokrasi paketi” altında sunulan bu ucubeyi, “elleri patlayana kadar” alkışlayanlar olacaktır. “Yetmez ama evet”çiler, her zaman ki bel kemiksizlikleriyle, hükümetin yağcılığına soyunarak, kitleleri AKP’nin peşine takmaya çalışacaktır. Sözümüz, demokrasiye gerçekten ihtiyacı olan emekçilere ve ezilenleredir. Demokrasi despotlardan beklenmez, mücadeleyle kazanılır. q Necdet SEÇER


4

ÇÖZÜM SÜRECİ

İşçilerin Sesi

Ekim 2013/19

“Çözüm süreci” tıkandı geri çekilme durdu üreç, Kürtlerin ve Kürt siyasetçilerin, son 8–9 ayda, herhalde en çok kullandığı sözcüktür. Bu sözcük ile Kürt sorununa barışçı çözümü hedefleyen bir diyalog ve müzakere süreci kastediliyor. Böyle bir sürecin varlığının belirtileri ise, Öcalan’ın devlet yetkilileri ile zaman zaman görüştüğü bilgisinin kamuoyuna yansıması ve Öcalan’ın bu yöndeki açıklamalarıdır. Yine “süreç” kapsamında değerlendirilebilecek en önemli gelişmeleri, PKK ile Türkiye ordusu arasında gerçekleşen fiili ateşkes, PKK’nin silahlı güçlerini ülke dışına çekmeye başlaması ve “KCK Operasyonları”nın durdurulması şeklinde sıralayabiliriz. Ancak bu olgular, Kürtlerin “süreç” sözcüğüne atfettiği, “Çözüm için bir Müzakere Sürecinin” varlığını kanıtlamıyor. Ortada Kürt sorununa çözüm için yürüyen bir müzakere süreci yok. Hatta bizzat Öcalan’ın da ifade ettiği gibi, devlet ya da hükümet ile Öcalan arasında bir müzakere de yok. Sadece diyalog var. Yani Öcalan ile devlet yetkilileri zaman zaman bir araya geliyorlar; görüş alışverişinde bulunuyorlar. Burada ifade edilen görüşler kayıt altına alınıyor ve bir biçimde Ankara ve Kandil’e iletiliyor. Yapılan bir tür

S

“fikir jimnastiği”! Hal böyle olunca, “çözüm” yolunda bir adım atılmıyor. Çünkü hükümetin bir çözüm planı yok. Daha da ötesinde, ona göre “çözülecek” bir sorun da yok. Daha doğrusu, sorun terör sorunu. Silahlar susunca, kan dökülmesi durunca, bir de üzerine PKK silahlı güçlerini ülke dışına çekince, bu sorun da büyük ölçüde “çözülmüş” oluyor! “Yumuşama süreci Hükümet meseleye böyle bakınca, ortada bir çözüm sürecinin varlığından bahsetmek abes oluyor. Dolayısıyla olmayan bir “sürecin” tıkanmasından söz etmek de temelsiz oluyor. Mesele “sürecin tı-

kanması” değil, Kürtlerin kafalarında canlandırdıkları gibi bir sürecin gerçekte olmadığının, Kürt siyasetçilerce bilince çıkarılmasıdır. Eğer mutlaka bir “sürecin” varlığından söz edilecekse, o zaman Kürt sorunu bağlamında bir “yumuşama sürecinin” gerçekliğini vurgulamak daha doğru olacaktır. Aslında bu da başlı başına olumlu bir gelişmedir. Artık silahlar konuşmuyor, insanlar ölmüyor, kitlesel tutuklamalar yaşanmıyor. Kürt ve Türk toplumu arasındaki olumsuz ön yargılar kırılıyor. Ayrıca böylesi bir çatışmasızlık ortamı, yasal, barışçı siyasetin önünü aşıyor. Gereğince değerlendirilebilirse, Kürt siyasetinin kitleselleşebilme ve ku-

rumsallaşmasına hizmet ediyor. Ortaya çıkan koşullardan yararlanmak bir şey, halkta çözüm doğrultusunda sahte bir beklenti ve umut yaratmak başka bir şeydir. Biri ilerletir, geliştirir, diğeri pasifleştirir, teslimiyetçiliğe sürükler. Son olarak büyük tantanalarla ilan edilen “Demokratikleşme Paketi”nin de Kürtlerin beklentilerini hiçbir şekilde karşılamaması, onların bu yöndeki umut kırıntılarının da yok olmasına ve bu hükümetten bir şey beklenemeyeceğini görmelerine yol açacaktır. Başta Kürtler olmak üzere, tüm demokrasi güçleri, hükümetin bölgesel gelişmeler ve gelecek bir-iki yıldaki politik ajandasını dikkate alarak, Kürt sorununda yumuşama politikasını tercih ettiğini görmelidir. Siyasi iktidarın derdinin, bu süreci kitle tabanını genişletmek için kullanmak olduğunu anlamalıdır. Bu çerçevede, Kürtlere dönük olarak, “bu sorunu ben çözerim”, Türk halkına ise “terör sorununu çözdüm” mesajı vermeyi hedeflediği açıktır. Kürtler ve tüm demokrasi güçleri, birleşik bir demokrasi ve talepler mücadelesi yürüterek hükümetin oyunu bozmalı, tüm ülkede demokratik gelişmenin, dolayısıyla Kürt sorununda halkçı çözümün yolunu açmalıdır. p Aykut ÖZER

Ulusal birlik mi siyasi rekabet mi? Kürdistan’ın dört parçasından çok sayıda parti ve kurum temsilcisi ile önde gelen siyasi şahsiyetlerin katılımıyla gerçekleştirilmesi planlanan Kürt Ulusal Kongresi, bir kez daha ertelendi. Daha önce hazırlıkların tamamlanamaması nedeniyle ertelenen kongrenin, bu defaki ertelenme gerekçesi olarak, Irak Kürdistan’ındaki milletvekili seçimleri gösterildi. Oysa kamuoyuna sızan bilgilere göre, delege sayıları konusunda Kürt partileri arasında ortaya çıkan anlaşmazlık, Kongrenin asıl ertelenme nedeni. Yeni bir erteleme olmazsa, Kongrenin Kasım ayının ikinci yarısında toplanması bekleniyor. KDP-PKK siyasi rekabeti büyüyor Özellikle KCK(PKK) ile KDP arasındaki ideolojik ve siyasi farklılıkların ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan siyasi rekabetin, Ulusal Kongre sürecine sekte vurduğu söylenebilir. Daha önce, PKK’nin Türkiye devletine karşı silahlı mücadele yürütmesi, KDP ile arasındaki siyasi anlaşmazlığın başlıca nedeni iken, ateşkes

uygulaması, silahlı güçlerin sınır dışına çekilmesi ile bu sorun büyük ölçüde giderildi. Ancak siyasi ayrışma ve rekabet, Suriye Kürdistan’ına (Rojava) ilişkin politik yaklaşım farklılıkları üzerinden sürüyor. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimini elinde bulunduran KDP, ideolojik olarak PKK ile aynı çizgide bulunan ve Suriye’de, batılı güçlerin desteklediği rejim karşıtı muhalefet cephesine eklemlenmeyip, bağımsız bir politika izleyen PYD’nin, Suriye Kürtleri arasında, en etkin politik ve askeri güç olarak öne çıkmasını hazmedemiyor. Çünkü bu gelişme, PKK’nin politik çizgisinin, Suriye Kürdistan’ında egemen olması anlamına geliyor. O nedenle KDP, PYD ve Suriye’de süren Kürt mücadelesini “terbiye edip”, kendi çizgisine çekebilmek için sınırı kapatıyor; Suriye Kürtlerinin mücadelesini desteklemek şöyle dursun, Suriye Kürdistan’ına ambargo uyguluyor. KDP ile PKK arasındaki siyasi anlaşmazlık ve rekabetin esas nedeni sınıfsal, dolayısıyla ideolojik. PKK, esas olarak, halk sınıflarına dayanan, sol ve sosyalizmden

etkilenmiş bir politik yapı olarak, gerek bölgesel gerekse küresel güçlerden bağımsız, kendi öz gücüne dayanan bir mücadele yürütmeye çalışıyor, politika izliyor. Bunun sonucu olarak, Kürtlerin bölgedeki demokratik güçlerle ”üçüncü cepheyi” oluşturmasını stratejik hedef olarak önüne koymuş bulunuyor. Bu strateji, onun mücadelesini Kürdi ve demokratik kılıyor. KDP ise aşiret tabanına dayanan bir egemen sınıf partisi. Bu özelliği onu ilkel milliyetçi ve uzlaşmacı yapıyor. Bir yandan batılı emperyalistlerin siyasi iradesini koşulsuz olarak kabullenirken diğer yandan bölge dengelerini gözeterek, bölge devletleriyle tam bir uzlaşma politikası izliyor. Kendisiyle özdeşleştirdiği devletsel yapının (Irak Kürdistan Federe Devleti) çıkarlarını her şeyin önüne koyuyor. Buna bağlı olarak, çoğu zaman diğer parçalardaki Kürtlerin talep ve mücadelelerine kayıtsız kalıyor. Onları, küresel güçlerin politikalarına eklemlenmeye zorluyor. Kürtlere, kendilerini ezen ya da varlıklarını tanımayan bölge güçleriyle geri temelde uzlaşmayı

öneriyor. KDP, politik önderliğinin ve politik yaklaşımının, kendi ev sahipliğinde toplanacak Kürt Ulusal Kongresinde hâkim olmasını isteyecektir. Bunu yaparken, Irak’ın bir parçası olsa da, uluslar arası düzeyde tanınmış biricik Kürt devletinin temsilcisi olma konumunu ve son seçimlerden birinci parti olarak çıkmış olmanın prestijini kullanacaktır. KDP’nin şahsında Irak Kürdistan Yönetimi ikili bir politika izlemeye çalışmaktadır. Bir yandan Kürtlerin çıkarlarını savunur görünürken diğer yandan küresel ve bölgesel egemenlerle uyum için olmak. Ancak bu, sürdürülebilir bir politika değildir. O nedenle Kürtler, bir yandan Rojava Devriminin yarattığı motivasyonu ve toplanabilmesi bile başarı sayılacak Ulusal Kongreyi, birliklerini ve mücadelelerini güçlendirmek için değerlendirirken, diğer taraftan, hedeflerine ulaşmalarının yolunun bölgedeki demokrasi güçleriyle işbirliğinden geçtiğini akıldan çıkarmamalı, politikalarını bu temelde inşa etmelidirler. q Aykut ÖZER


Ekim 2013/19

SURİYE

İşçilerin Sesi

5

AKP’nin Suriye’ye örtülü savaş politikası iflas etti uriye’de, ABD liderliğinde yürütülen örtülü savaşa baştan beri taraf olan ve her türlü lojistik desteği sunan AKP, hep bu ülkeye askeri müdahaleden yana oldu. Bu tutumunu, önceleri müdahale konusunda Türkiye’yi cesaretlendiren, ancak daha sonra müdahale yerine müzakere noktasına geri çekilen ABD’ye rağmen, inatla sürdürdü. ABD’nin Rusya ile anlaşması ile Suriye politikası açığa düşen ve ABD’nin çizdiği sınırları zorlamaya yöneldiği her noktada uyarılan AKP, bu tutumunu 21 Ağustostan sonra da sürdürdü. Esad rejimini devirmekte başarısız olan taşeron örgütlerin, “kimyasal silah kırmızı çizgimizdir” diyen, ABD’yi savaşın içine çekmek istedikleri noktada da, müdahale için aşırı istekli davrandı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinden, Rusya ve Çin’in vetosu nedeniyle müdahale kararı çıkmayınca, “elinden oyuncağı alınmış çocuk gibi” sinirlendi; BM ve Güvenlik Konseyine sert eleştiriler yöneltti. “Müdahale için her türlü koalisyona hazırız” denilerek, ABD cesaretlendirilmeye ve teşvik edilmeye

S

çalışıldı. Suriye’ye sınırlı bir hava operasyonu ve füze saldırısı konusunda istekli olan Obama’nın, hem Batılı müttefiklerinin kendisini yalnız bırakması hem de kendi ülkesinde ciddi bir muhalefetle karşılaşması üzerine, operasyondan vazgeçmesi ve Ruslarla yaptığı anlaşma Davutoğlu tarafından eleştirildi. Davutoğlu’nun bu girişimi ‘kozmetik’ olarak değerlendirmesini, ABD Dış İşleri Bakanlığı sözcüsü Marie Harf,

ABD politikasını, ‘bölgesel istikrar için uzun vadede en iyi şey askeri harekât düzenlemek değil’ diyerek cevapladı. Harf’in bu açıklamasının ardından Davutoğlu, ‘Türkiye’nin hiçbir zaman savaş çağrısı yapmadığını’ iddia ederek, kendini yeni duruma ve ABD politikalarına uyarlamak zorunda kaldı. Türkiye hükümeti, daha düne kadar gücünü abartıp bölgede oyun kurucu hale geldiklerini anlatırken, bugün,

“BM’nin daimi üyeleri ipe un seriyor. Güçlü olanlar burada adım atmıyorlar; biz ne yapabiliriz?” noktasına geri çekildi. AKP’nin hem bölge hem Suriye politikası çöktü. Angajman kurallarını ihlal ettiği gerekçesiyle, silahsız Suriye helikopteri düşürüldü. “Türkiye’nin çıkarları söz konusu olunca dünyayı da evreni de ayağa kaldırırız” denilerek, hamaset edebiyatı yapıldı. Suriye başarısızlığı, AKP’de, sahte zafer nidalarıyla örtülemeyecek kadar derin gedikler açtı. Rüzgâr eken fırtına biçer. Önümüzdeki dönemde, AKP’nin desteklediği ve Kürtlere karşı taşeron olarak kullandığı El-Kaideci gruplar, bunları tehdit olarak gören ABD ve müttefiklerinin yeterli desteğini alamadıkları noktada, silahlarını sahiplerine çevirecekler. Bundan da en çok zararı, başta Türkiye olmak üzere, bölge ülkeleri görecektir. Kimse Türkiye’nin, Kenya’da ki gibi, El-Kaideci grupların saldırılarına hedef olmasını istemez. AKP, Suriye’de, ElKaideci örgütleri desteklemekten ve Suriye’nin iç işlerine karışmaktan vazgeçmelidir. q Mustafa EKER

Suriye’ye askeri müdahale rafa kalktı 1 Ağustos’da Şam’da gerçekleşen ve 1500 dolayında insanın ölümü ile sonuçlanan kimyasal saldırının daha rejim güçlerinin işi olup olmadığı belli olmadan, Suriye’ye saldırmaya hazırlanan ABD emperyalizmi, son anda Esad’ın elindeki kimyasal silahların denetim altına alınması ve tasfiyesi konusunda Rusya ile anlaşarak, saldırı planını rafa kaldırdı. ABD’nin son kararında, Suriye’ye yönelik bir müdahaleye ülke içinden yükselen tepkiler ve Batı ittifakının kendi içinde çözülmesi etkili oldu. İngiltere’nin ilk defa, bir savaş olasılığı karşısında, ABD’den kopması ve onu yalnız bırakması, Almanya’nın başından itibaren müdahaleye katılmayacağını açıklaması, ‘Suriye muhalefeti’ denilen örgütlerin çok parçalı yapısı ve Rusya’nın kararlı duruşu, ABD’nin kararı üzerinde etkili oldu. Suriye muhalefetine egemen olan radikal unsurların, ABD tarafından sorun olarak görülmeye başlanması, bu konuda Rusya ile aynı kaygıları paylaşmaları ve Suriye’nin Afganistanlaşması endişesi, onu Rusya

2

ile işbirliğine zorlamıştır. İngiltere’nin ABD’yi terk etmesi, TransAtlantik ittifakının yara aldığını, çeşitli koalisyonlarla da olsa, imparatorluk projesinin devam etme imkânının ortadan kalktığını gösteriyor. ABD yalnızlaşmaya ve güç kaybetmeye devam ediyor. ABD’nin yerini dolduracak yeni bir hegemonik gücün yokluğu, sistemi

Suriye’de ciddi bir siyasi krizle yüz yüze bırakıyor. Suriye’de yaklaşık 2,5 yıldır süren savaşa diplomatik çözüm bulma ve tarafları Cenevre–2 Konferansına zorlama konusunda ABD ve Rusya’nın birlikte çalışmaya karar vermesinin ardından, Suriye’deki kimyasal silahların 2014 ortasına kadar imhası konusunda, ABD ve Rusya’nın hazırladığı karar tasarısı, BMGK’dan oybirliği ile geçirildi. Bu karar, tüm bölgeye yayılma ihtimali ve eğilimi taşıyan çatışmanın kontrol altına alınması konusunda, emperyalistler arasında bir mutabakata varıldığını gösteriyor. Kimyasal silah kullanımı konusunda ABD, Esad güçlerini sorumlu tutarken, Rusya, bunun muhalif güçlerin bir provokasyonu olduğunu ve bu silahı bölge ülkelerinden sağladıklarına ilişkin ellerinde çok ciddi ve yeterli kanıt olduğunu söylüyor. Güvenlik Konseyinde oybirliği ile kabul edilen karar metninde, kimyasal silah kullanımı kınanmasına karşın, saldırının faili konusunda hiçbir tarafa işaret edilmiyor. Suriye’den stoklarını denetime açması, Kimyasal Si-

lahların Yasaklanması Örgütünün (OPCW) alacağı tüm kararlara uyması isteniyor. Uymadığında, askeri bir müdahalenin gerçekleşmesine izin vermiyor. Bunun için BMGK’dan ikinci ve yeni bir karar çıkarılması gerekiyor. ABD-Rusya işbirliği ve varılan anlaşma, kısa vadede savaş ihtimalini ortadan kaldırsa da, yeni provokasyonların olmayacağı, bölgenin durulacağı, Suriye’ye yakın zamanda barış ve istikrarın geleceği anlamı taşımıyor. Düşük yoğunluklu savaş hala devam ediyor. Emperyalistler, bölge üzerinden bir hegemonya mücadelesi sürdürüyor. Çıkarlarına bağlı olarak, kendi çıkardıkları yangının üzerine, bazen su bazen de benzin döküyorlar. Suriye’ye barış ve demokrasi, emperyalistlerin vesayeti ile değil, emperyalistler bölgeden kovulduğu zaman gelecek. Savaşın ve yıkımın sorumlusu olan emperyalistler ve onlar adına vesayet savaşı sürdüren işbirlikçileri barışı getiremez. Suriye’de barışın öznesi, işçi sınıfı ve Kürt muhalefetidir. q Mustafa EKER


6

YUNANİSTAN

İşçilerin Sesi

Ekim 2013/19

Yunan işçi sınıfı “Altın Şafak” faşizmine isyan etti Faşist partiye karşı tavır alınmazsa halkın tepkisinin kendisine yöneleceğinin anlayan egemen sınıflar ve hükümet, bu neo-nazi partiye verdiği doğrudan ve dolaylı desteği geri çekmeye başladı.

A

tina’da 18 Eylül’de, antifaşist kimliği ile tanınan rap şarkıcısı Pavlos Fyssas, faşist parti Altın Şafak üyelerinden birisi tarafından bıçaklanarak öldürülmüştü. Pavlos’un öldürülmesi üzerine, Yunan solu ve işçi sınıfı adeta isyan etti. Cinayetin işlendiği Atina’nın bir işçi mahallesi olan Keratsini’de başlayan protesto gösterileri, önce Atina’ya oradan da tüm ülkeye yayıldı.

Yunan hükümetinin, binlerce kamu çalışanının işten çıkarma planını protesto etmek amacıyla grevde olan kamu çalışanlarının ve sendikaların da eylemlere katılmasıyla, gösteriler hızla kitleselleşti. Faşist partinin kapatılmasını, sorumluların cezalandırılmasını isteyen ve hükümeti bu partiye destek olmakla eleştiren göstericilere, polis biber gazı ve ses bombaları ile saldırdı. Polisin faşist parti şeflerini ve üyelerini tutuklamak yerine, antifaşist güçlere saldırması ve bu saldırılarda Altın Şafak üyelerinin de polise eşlik etmesi, tepkiyi daha da büyüttü. Gösteriler sokak çatışmalarına dönüştü. Burjuva medya, Altın Şafak’ı teşhir eden haberler vermeye başladı.

Faşist saldırılara karşı yükselen tepkilerin çığ gibi büyümesi üzerine, o güne kadar Altın Şafak üyelerini şov programlarında ağırlayan burjuva medya, Türkiye’deki gibi “penguen” görüntüleri yayınlamak yerine, antifaşist gösterilere ve taleplere, Altın Şafak’ı teşhir eden haberlere yer vermeye başladı. Faşist partiye karşı tavır alınmazsa halkın tepkisinin kendisine yöneleceğinin anlayan egemen sınıflar ve hükümet, bu neo-nazi partiye verdiği doğrudan ve dolaylı desteği geri çekmeye başladı. Altın Şafak Partisi lideri ile aralarında milletvekillerinin de olduğu bazı yöneticiler tutuklandı. Kamu Düzeni Bakanı, savcıların harekete geçmesi için, Altın Şafak’ın gerçekleştirdiği saldırı-

larla ilgili savcılıklara bilgi ve belge aktarmaya başladı. Polis teşkilatıyla bu parti arasındaki ilişkinin incelenmesi için emir verdi. Emniyette Altın Şafak operasyonu gerçekleştirildi. Üst düzey 8 emniyet müdürü açığa alındı. Savunma Bakanı da, askerlerle Altın Şafak arasındaki ilişkiyi incelemek için harekete geçti. Altın Şafak’ı kapatmak için yasal hazırlıklar yapıldığı söyleniyor. Altın Şafak’ın suç dosyası oldukça kabarık. Altın Şafak üyelerinin karıştığı saldırılar sonucu, sadece son bir yılda 800 yabancı uyruklu kişinin yaralandığı ve en az 5 kişinin öldüğü bildiriliyor. Tüm bunlar bilinmesine rağmen, bu güne kadar gündeme getirilmemesinin, sorun edilmemesinin nedenini, Yunan kapitalizminin içine düştüğü kriz ve kriz içinde olan burjuvazinin faşist partiye olan ihtiyacında aramak gerekir. Son yıllarda Avrupa’da yaşanan kapitalist krizin en çok etkilediği ülkelerin başında Yunanistan gelmektedir. Faşistler, yaşanan krizin sorumlusunun işçi örgütleri ve sol, sosyalist partiler olduğunu, yabancıların Yunanlıların işini elinden aldığını, onlar olmasa işsizlik olmayacağını, ücretlerin düşme-

yeceğini söyleye geldiler. Yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve işçi düşmanlığı üzerinden antidemokratik, anti sosyalist, otoriter bir dil ve retorik kullanarak, burjuva hükümetlerin ve güvenlik güçlerinin yardımı ve desteğiyle hızla örgütlendiler. Krizden zarar gören orta sınıf ve lümpen proletarya içinde kendilerine taraftar edinmeye başladılar. Yabancılara ve işçi gösterilerine saldırarak, polisin yanında yer alarak ve polisin yetmediği yerde onun işlevlerini üstlenerek, hızla büyüdüler. Son seçimlerde % 7 civarında oy aldılar, 18 milletvekili çıkardılar. Uygulanan neo-liberal politikalara ve kemer sıkma programlarına karşı ayağa kalkan, sokağa çıkan işçi sınıfı örgütlerinin geriletilmesi ve mücadelesinin önünün kesilmesi, krizin sermaye lehine aşılması için paramiliter güçlerini burjuvazinin hizmetine sundular. İşçi sınıfı hareketi ve örgütlerinin kapitalizme ve burjuva iktidarın egemenlik aygıtlarına yönelen tepkisini ve öfkesini kendi üzerlerine çekerek, sistemi ve burjuvaziyi rahatlattılar. Kemer sıkma programlarının hayata geçirilmesi için yardımcı oldular. Faşist çeteler, grev ve direnişlere, gösteri

ve yürüyüşlere saldırarak, burjuvaziye güven vermeye çalıştılar. Devletin yanı başında ve ondan görece bağımsız, hem sermaye hem de güvenlik güçleri tarafından korunan ve kollanan önemli bir güç haline geldiler. Faşist terörü temel bir mücadele yöntemi olarak benimsediler. Pavlos’un öldürülmesi bardağı taşıran damla oldu. Yunan işçi sınıfı, faşist örgüt Altın Şafak’a sonunda isyan etti. İsyanın kendi üzerlerine gelmesinden korkan siyaset ve sermaye sınıfı, “kolunu vererek gövdesini kurtarmaya”, Altın Şafak’ı feda ederek, isyan halindeki kitlelerin tepki ve öfkesini üzerinden uzak tutmaya çalışıyor. Altın Şafak’ı kapatırsa, bunu istediği için değil, soldan ve işçi sınıfı tarafından yükseltilen antifaşist mücadelenin basıncı nedeniyle, zorunlu kaldığı için yapacak. Faşist partinin kapattırılması, eğer başarılabilirse, solun ve demokrasi güçlerinin sayesinde olacaktır. Dolayısıyla bundan en fazla kazançlı çıkan burjuva merkez sağ siyaset değil, işçi sınıfı ve örgütleri, sol-sosyalist partiler olacaktır. q

Mustafa EKER


Ekim 2013/19

DÜNYADAN

İşçilerin Sesi

7

Kenya: El Şebab’ın kanlı saldırısı

K

enya’nın başşehri Nairobi’de bir alışveriş merkezine baskın düzenleyen İslamcı grup El Şebab (el Şebab el Mücahidin- Mücahit Gençlik Hareketi) bir çok insanı rehin tutarak günler süren bir saldırı gerçekleştirdi. Bilanço ağır oldu, 200’ün üzerinde yaraı, 68 ölü. TheWestgate isimli lüks dükkânların yer aldığı alışveriş merkezi hedef olarak seçilmişti. 12-13 kadar militan el bombalarıyla binaya saldırmış ve kalabalığa ateş açmışlardı. Somalili örgüt saldırıyı, Kenya’nın Somali’deki operasyonlarına misilleme olarak yaptığını açıkladı. 2012’den beri beş bin Kenyalı asker Somali’de orduya destek veren Afrika Birliği Gücünde görevli. El Kaide ile iyi ilişkiler içinde olan El Şebab örgütünün esasa mücadele yöntemlerinden biri, basının geniş yer vereceği sivil halka yönelik şiddet eylemleri, intihar eylemleri. Örgüt, 2010 yılında Uganda’nın başkenti Kampa-

la’da televizyondan Dünya Kupası’nı izleyen kişileri hedef alan ve 76 kişinin ölümüne neden olan çifte intihar saldırısının da sorumlusu görülüyor. Batılı emperyalist güçler ve özellikle ABD geçmişte Afrika’nın bu bölgesinde, İslamcı terörist örgütlerin serpilip büyümesi için yardımcı oldular. Bugün bu örgütler karşılarına bombalı güç olarak çıkıyor. 1977’de ABD, Somali ve Etiyopya (Afrika’da komşu iki ülke) arasında yaşanan savaşta, Somali’ye karşı Etiyopya’yı desteklemişti. Sovyetler Birliği de Somali’ye karşı tavır almıştı. Somali neredeyse son yirmi yılını ülkenin önemli bir bölümünü içine alan savaşla geçirdi ve ulusal bir hükümeti olmadı. El Şebab kurulduğu yıllarda aldığı desteği (ki bunun önemli bir nedeni halka “güvenlik” sözü vermesiydi) 2011’de yaşanan kuraklık ve kıtlık sırasında Batı’dan yardımı kabul etmemesi üzerine giderek kaybetti. El Şebab örgütünün amacı ne olursa

olsun terör ve şiddete dayalı yöntemleri kabul edilemez. Diğer yandan etnik, dinsel ya da klana dayalı farklılıklar üzerinden yağma ve yıkım siyaseti güden emperyalist güçlerin de oynadığı rolü görmek gerek. Siyasal İslamcıların katliamları her yerde El Şebab’ın saldırısının yaşandığı hafta içinde iki önemli katliam daha gerçekleşti. Biri Pakistan'ın Peşaver şehrinde bir kiliseye düzenlenen intihar saldırısında 78 kişi öldü 130 kişi de yaralandı. Saldırganların iki kişi olduğu öğrenildi. Bir çok çocuk hayatını kaybetti. Saldırıyı üstlenen bir örgüt olmasa da, siyasal İslamcıların bir eylemi olduğuna dair kanaatler güçlü. Diğeri ise, Nijerya’nın Gujba bölgesindeki bir devlet okulunun yurduna yönelik gerçekleştirilen saldırı. Kimliği belirsiz kişilerce basılıp ateşe verilen erkek öğrenci yurdunda 50’ye yakın kişi hayatını kaybetti. Güvenlik kaynakları 18 yaralı olduğunu duyurdu. Saldırının arkasında ülkede benzeri

terör eylemleri gerçekleştiren Boko Haram (şeriat yanlısı radikal İslamcı örgüt) olduğu sanılıyor. Suriye’de Özgür Suriye Ordusu’nun, Irak’ta ise, siyasal İslamcı silahlı çetelerin yürüttükleri silahlı saldırılar, bu ülkelerin rejimlerinin istikrarsız olduğu koşullarda, yoksul halk üzerinde terör estirerek siyasi iktidar üzerinde baskı kurmayı ve sonuç olarak şeriat rejimlerini kurmayı amaçlıyor. Terör yoluyla kitlelere korku salan bu silahlı İslamcı gruplar Afrika, Ortadoğu ve Güney Asya’da geçmiş yıllara göre çok daha aktif ve etkili örgütlere dönüştüler. Yoksullar kapitalizmin yol açtığı sefaletin üstüne, bir de siyasi olarak gerici ve şeriatçı silahlı örgütlerin baskısı altında eziliyorlar. Demokrasiyi temsil ettiği iddiasındaki Batılı büyük devletler ise, El Kaide başta olmak üzere bu örgütlerin oluşmasında küçümsenmeyecek bir paya sahip. q Banu PAKER

ABD: 1 milyon kamu emekçisine süresiz ücretsiz izin!

Katar: Her hafta 12 işçi Dünya Kupası için hayatını kaybediyor

ABD’deki iç siyasi rekabet, faturayı kamu emekçilerine kesti. Yetersizliği Telafi Yasası (Anti-deficiency Act) uyarınca 1 Ekim 2013 tarihinden itibaren "zorunlu olmayan" kamu hizmetleri askıya alındı. Demokratların denetiminde olan Senato ve Cumhuriyetçilerin denetimindeki Temsilciler Meclisi arasındaki siyasi çekişme, sağlık reformu üzerinde odaklanmıştı. Yasanın yürürlüğe girme günü olan 1 Ekim aynı zamanda mali yılının ilk günü. Anlaşmazlık sebebiyle kamu harcamalarının yasal olarak yapılması mümkün olmuyor. Burjuvazi arasındaki anlaşmazlık “ücretsiz izin” olarak emekçilere yansıtılıyor. Benzer bir durum 1995 - 1996 yılında yaşandı. 1 Ekim'de başlayan süresiz ücretsiz izin yaklaşık 1 milyon kamu çalışanını kapsıyor. Bakanlıklar fiilen çalışma-

Dünya Kupası’na ev sahipliği yapacak olan Katar’da tinşaatı devam eden yeni stadyumlar, oteller, AVM’ler ve metroların inşaatı için 62 milyar dolarlık bir bütçe ayrıldı. Bu büyük bütçeli yapıları inşa eden işçiler ise ölümle burun buruna insanlık dışı çalışma koşullarında çalışıyor. Katar’daki 1.2 milyon göçmen işçi “modern kölelik” koşullarında çalıştırılıyor. Haftada 12 göçmen işçinin yaşamını yitirirken, sadece 4 Haziran8 Ağustos tarihleri arasında 44 Nepalli göçmen işçinin kötü çalışma koşullarına bağlı olarak hayatını kaybetti. Çoğu Nepal ve Hindistan kökenli göçmen işçiler 50 derece sıcak altında çalıştırılıyor. Maaşları aylarca ödenmeyen işçilerin pasaportlarına zorla el konuluyor. Bazı işçiler mola vermeden 24 saatten fazla çalıştırılıyor. Kalabalık koğuşlarda yaşamak zorunda bırakılan

yacak. Kamu hizmeti verilmeyecek. Beyaz Saray bir haftalık kepenk indirmenin Amerikan ekonomisine maliyeti 10 milyar dolar olarak açıklarken, kamu emekçileri bir haftalık ücretsiz izin nedeniyle ekonomik krizden daha çok etkilenecek. Sermayenin politikası ise her yerde aynı, krizin yükünü emekçilere kesmek.

işçilerin açlık çektiklerini ve ücretsiz içme suyundan bile mahrum bırakıldığı belirtiliyor.. Katar’daki Hindistan Büyükelçiliği’nin açıklamasına göre, bu yılın ilk 5 ayında 82 Hintli işçi yaşamını yitirdi. Bin 460 işçi ise kötü çalışma koşulları ve başka problemler nedeniyle Büyükelçiliğe başvurdu. Göçmen işçilerin çalışma koşullarının düzeltilmesi için FIFA ve Katar hükümetini göreve çağıran Belçika merkezli Uluslararası İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ITUC), 1.2 milyon göçmen işçinin mevcut koşullarda çalıştırılması halinde, 2022 Dünya Kupası’nın başlamasına kadar 4 bin işçinin yaşamını yitireceği uyarısında bulundu. Ayrıca ITUC, bu kadar fazla ölüme rağmen Katarlı yetkililerin hiçbir önlem almamasını da eleştirdi.


8

GEZİ DİRENİŞİ

Aleviler: Yol cümleden Uludur! Alevi kurumları bir araya gelerek “Cami-Cemevi İç İçe Projesi”ni protesto ettiler ve bildirge yayımladılar. Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Veliyettin Hürrem Ulusoy, Alevi Bektaşi Federasyonu’na bağlı 34 dernek, Alevi Kültür Dernekleri’ne bağlı 106 şube, Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri’ne bağlı 75 şube, Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu’na bağlı 12 federasyon, 250 Alevi Kültür Merkezi, Hacı Bektaşi Veli Anadolu Kültür Vakfı’na bağlı 43 şube, İngiltere Alevi Kültür Derneği, Avustralya Alevi Kültür Derneği, Şahkulu Sultan Vakfı, Garip Dede Dergâhı, Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği, Sultan Gazi Pir Sultan Abdal Cemevi ve Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Vakfı tarafından açıklanan bildirgede özetle şunlar yer aldı: “Alevilerin içinden çıkan iktidarlarla / Devletle işbirliği yapan ve ne yaptığını bilmeyen kişi ve kurumlar Aleviliğin asimile edilmesine hizmet etmiştir. ‘Cami Cemevi İç, İçe Projesi’ asimilasyon yoluyla toplumları, inançları kirletmek, onlara saygısızlık yapmak, nasıl inanmaları gerektiğini toplum mühendisliği yoluyla yeniden inşa etmektir. Cem Vakfı’nın üstlendiği misyon bu hükümetin sahte açılımlarla, çalıştaylarla başta Aleviler olmak üzere toplumun her kesimini hızla tek tipleştirme çalışmasıdır. Her iki inanç açısından da bu projenin bir meşruiyeti ve hakkaniyeti yoktur… Alevi sorunu büyük bir siyasi sorundur. Yapay tartışmalarla, anti demokratik yöntemlerle çözülemez. AKP Hükümeti sorunun çözümü için samimi bir yaklaşım içinde değildir. Alevi toplumunun sorunlarını anayasal ve yasal düzlemde çözmek yerine, kendine göre bir Alevilik tanımı yaparak Aleviliği bitirmek istiyor. AKP Hükümetinin “Demokrasi paketi” Türkiye’nin demokratikleşme ihtiyacını karşılayacak kadar gerçekçi ve açık değildir. Hükümetin demokrasi paketinden bizim için hak ve özgürlükler, adalet ve toplumsal barış çıkmaz, ancak bizim için yine demokrasi mücadelesi çıkar… AKP Hükümeti toplumumuzun haklı beklentilerini karşılamak yerine etnik, inançsal ve kültürel asimilasyon çalışması yapıyor. Alevilerin anayasadan beklentileri açıktır. AKP Hükümetinin bu talepleri karşılamaktan kaçındığı ve demokratik çözüm bulmak istemediği ortadadır… Alevi toplumunu Laik, Demokratik Türkiye için eşit ve özgür koşullarda bir arada yaşama uğruna demokrasi mücadelesine ve yolumuza sahip çıkmaya çağırıyoruz… Yol cümleden uludur. Yol için birlik tarihi sorumluluktur.” q İşçilerin Sesi - Haber

İşçilerin Sesi

Ekim 2013/19

Gezi direnişi ve isyan el gider kum kalır deyimini sıkça hatırladığımız bugünlerde seli ve kumu tarif edebilmek, dünü ve bugünü siyaseten ifade edebilmek anlamına geliyor. Farklı siyasi tahlillerimizin önem ve anlamı, ‘ne yapmalı’ ve ‘nasıl yapmalı’ gibi yöneliş ve mücadele tarzımızın altyapılarını oluşturmasında yatıyor. 1 Mayıs 2013’te AKP Hükümeti tarafından İstanbul’da ilan edilen Taksim Meydanı’nda gösteri yasağı koskoca bir kenti sıkıyönetim cenderesine sokmuştu. Polis ablukası altına alınan İstanbul işgal görünümü sunarken bu tehdit ve sindirme harekâtına elbette ki sessiz kalınmadı. Sınıfın öncü unsurları ve devrimciler sokağa çıktı ve tepkilerini gösterdi. AKP Hükümeti’nin niyet ve amacını açığa çıkartan da 1 Mayıs 2013 direnişi oldu. O gün sıcağı sıcağına bu durumu “Sermayenin ve Hükümetinin Karşıdevrim Provası” diye vurgulamış ve “Korkuyorlar, Korkacaklar, Korksunlar!” demiştik. Başbakan Erdoğan eliyle uygulanan 10 yıllık neo-liberal politikaların baskı ve sindirme yöntemleri, gelmekte olan isyan dalgasının göstergelerini de sunmuştu. 27 Mayıs 2013 günü Gezi Parkı’nda AKP Hükümeti’ne karşı başlayan ekolojik direniş, 31 Mayıs 2013 sabahına kadar iki kez şiddetli polis operasyonlarına maruz kaldı. Başbakan Erdoğan’a göre polis şiddeti ve devlet terörü her türden muhalefeti sindirmenin tek yoluydu. Evdeki hesap çarşıya uymadı ve 27 31 Mayıs 2013 tarihleri arasında ekolojik mücadele sınırlarında kalan Gezi Direnişi, 31 Mayıs 2013’te sabaha karşı 4.45’te gerçekleştirilen polis saldırısıyla Türkiye’nin tüm ilerine yayılan bir başkaldırı ve isyan hareketine dönüştü.

S

İçişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklamalarda (Bayburt hariç) bütün illerde Gezi eylemlerinin gerçekleştirildiği itiraf edildi. “Sermayenin ve Hükümetinin Karşıdevrim Provası” tespitimizin daha mürekkebi kurumadan gerçeği sahnelendi. Gezi süreci kimimize göre DİRENİŞ, kimimize göre BAŞKALDIRI, kimimize göre AYAKLANMA, kimimiz için de İSYAN değerlendirmeleriyle ele alınıyor. Hepimizin ortak noktası ise ‘artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağı’ tespitidir. 1 Haziran 2013’te Taksim Meydanı’nı ve Gezi Parkı’nı alarak polis güçlerini dışarı atan isyan, 15 Haziran 2013 tarihine kadar el yordamıyla ve bütün acemilikleriyle kendi düzenini kurdu ve hukukunu oluşturdu. Kendiliğinden hareket bütün devrimci dinamiklerine ve isyancı ruh haline karşın örgütsüz ve önderliksizdi. Başta ‘beyaz yakalılar’ olmak üzere, işsizlerden öğrencilere kadar uzanan ezilenlerin geniş yelpa-

zesinin ağırlığını oluşturan işçi sınıfıydı. İşçi sınıfı, sınıf talepleriyle değilse de “özgürlük ve demokrasi” şiarlarıyla başkaldırdı. 15 Haziran 2013’te devlet güçlerince Gezi Parkı’nı yeniden ele geçirme harekâtı başlatıldı. 15-16 Haziran günleri sokak çatışmaları ve barikat savaşlarına sahne oldu. 27 Mayıs’la 16 Haziran tarihleri arasında 20 günlük bir direniş, isyan ve geri çekilme süreci yaşandı. 16 Haziran’dan sonrası, inişli çıkışlı eylemliliklere rağmen hareketin geri çekilme sürecidir. İsyanın mirası -tıpkı sürecin tanımı gibi- herkes tarafından farklı tanımlanıyor. Gezi Direnişi’nden yaklaşık 1,5 yıl önce kurulan Taksim Dayanışması hiç beklemediği ve öngörmediği bir süreçle karşı karşıya kaldı. Konumu gereği de -süreç içinde eklemlenen sosyalist kurumlara karşın- isyanı yönetmek yerine yürütmekle sınırlı kaldı. Başlangıçta, kendini “örgütsüz” olarak tanımlayan ve isyanın gerçek özneleri olan gençler

Kuzey ormanlarını savunmaya

K

uzey Ormanları Savunması tarafından 28 Eylül 2013 tarihinde Galatasaray Lisesi önünde basın açıklaması gerçekleştirildi ve özetle şunlara yer verildi:

“Çığırından çıkmış bir çağ bu! Vahşi dişli makinalar konuşup, insanlar sustukça biliyoruz ki,pek anlaşılmayacak tabiata olan aşkımız. Oysa biz öyle biliriz ki yaşamak; berrak bir gökte çocuklar aşkına, ormanlar aşkına savaşmaktır. Ve biliriz ki dünyadaki her şey doğal bir dengeyle birbirine bağlıdır. Ve insan tabiattan uzaklaştıkça ruhu hastalanır, kalbi katılaşır…

İnsan! Bir kentin kalbine dikebilir hırs bürümüş gözlerini! Şimdi o hırçın gözler; son verimli toprak, son temiz su, son nefes alanları, İstanbul’un kalbi olan son ormanların üzerinde!.. İstanbul’un Kuzey ormanları yapılaşmaya açılıyor! Emlak rantı için medeniyet adı altında doğa tahrip ediliyor! Kuzey ormanları direniyor! Yaşam yerine betondan bir yok ediş zihniyeti yerleştirilmeye çalışılıyor. Yaşam direniyor! Doğa direniyor! İnsanlık, bindiği dalı kesenlere dur diyor. Yanlışlara ses çıkarıyor. Kendi yaşamını, yaşam kaynağını, doğasını savunuyor.

Vicdan direniyor! İstanbul’un ormanları yapılaşmaya açılmak isteniyor, köprüye ihtiyaç var deniyor. YALAN! Trafiği çözecek deniyor, YALAN! Havalimanı için kapasite yetmiyor deniyor, YALAN! Tek dert var: RANT ve TALAN! Fakat son ağaç kesildiğinde, son nehir kuruduğunda, son balık avlandığında, işte o zaman paranın yenmediğini anlayacak insan… Şu gerçeği iyi biliyoruz; kalan son ormanlarımızı koruyabilirsek temiz hava alabileceğiz. Su havzalarımızı koruyabilirsek temiz su içebileceğiz. Kuzeydeki


Ekim 2013/19

GEZİ DİRENİŞİ

İşçilerin Sesi

9

nının mirası Taksim Dayanışması toplantılarını doldurdular ve kendi sözlerini söylediler. Önce Gezi Parkı’nda, sonra da diğer parklarda forumlar oluşturarak öz örgütlenme dinamikleri üzerinden kendilerini ifade edebilecekleri doğrudan temsil organlarını kurdular. Akıp giden selin gerisinde kalan ve elle tutulur cinsten olan kum, park forumları oldu. “Örgütsüz” gençler Taksim Dayanışması toplantılarından çekilip forumları mesken tuttular. Taksim Dayanışması’na çöküp kalan kum ise sol - sosyalist kurumlar oldu. Sivil toplum örgütleri ve mesleki kurumlar onların partneri oldu. Bu partnerlik ise aşk içinde geçmiyor. Öz örgütlenmelerin önemi isyanın ilk günlerinden, Gezi Parkı forumlarının örgütlenmesi sürecinden itibaren ısrarla vurguladığımız nokta oldu ve Taksim Dayanışması içinde sıkça dile getirdik. Bugün kilitlenen ve iki aydır tartışılıp yeniden başa dönülen nokta ise Taksim Dayanışması’nın işlerliğidir. Kimilerine göre (SYKP gibi) “sekretarya siyasi kurumlarla genişletilmelidir”, kimilerine göre (M. Birliği gibi) “sekretarya meclis kararlarını revize etmemelidir”, kimilerine göre (BDSP gibi) “sekretaryanın görevlerini kurum temsilcilerinin oluşturduğu koordinasyon almalıdır.” Bizim ve bazı kurumların belirttiği ise: “Mevcut meclis toplantıları eğilim kararlarının alındığı tek yer olmalıdır ve sekretarya sadece yürütme görevini üstlenmelidir.” Hatırlatmakta fayda var: Taksim Dayanışması’nın ne hiyerarşik örgütsel bir yapısı, ne de oylama yöntemiyle karar alacak bir organı var. Bu yaklaşım iki aylık tartışmaların sonucunda ortaklaşılan nokta olmakla birlikte, “sekretarya takıntıları” üzerinden süren siyasi iktidar savaşlarının

tekrarına hala tanık oluyoruz. Tek başına bu durum bile selin ardında kalan eski siyasi tortunun “Gezi Ruhu” algısını açığa çıkarmaya yetiyor. En açık ifade ise yine Halk Cephesi temsilcisine ait olsa gerek; “Gezi Direnişi, öncesinde yürüttüğümüz 1 Mayıs direnişlerimizin birikiminin bir ürünüdür. Onlar olmasa Gezi Direnişi de olmazdı.” Yaklaşmakta olan yerel seçimler Taksim Dayanışması’nı kilitleyen diğer konulardan: EHP gibi, “yerel seçimlerde ortak adaylar çıkaralım ve Gezi sürecinin topladığı gücü seçim sonuçlarına yansıtalım” diyen siyasi kurumlar var. Birbirinden farklı onca siyasi kurumun yer aldığı Taksim Dayanışması’na bu ve benzeri önermeleri dayatmanın tıkayıcı ve dağıtıcı olacağı vurgulanıp, herkes kendi işini yapsın diye uyarmak yeterli olmuyor. Siyasi kurumların mücadele arenasına dönüşen Taksim Dayanışması’nın geldiğimiz noktadaki klasik sorunu; siyasi parti ve örgütlerin kendi program ve kampanyalarını dayatması ve ‘önderlik’ rekabetlerine saplanmalarıdır. Artçı sarsıntılar sürse de isyan dalgası geri çekilmiştir. Ayaklanma ve isyan süreçleri devrimci Marksistleri kaçınılmaz olarak göreve çağırır. Aslolan eylemdir. Önderlik sorununu ve sınıf karakterini ortaya koymak kadar, kendiliğinden hareketin sınırlarını ve sonuçlarını öngörebilmek de görevlerimiz arasındadır. İsyanın olağanüstü şartları altında görevler üstlenen sınıf devrimcileri asli görevlerini asla unutmamalıdır: Gezi direnişinin devrimci başkaldırı mirasını fabrikalarımıza ve işyerlerimize taşıyalım! Enternasyonalist son kavgamıza işçilerle birlikte hazırlanalım! q N. CEMAL

a gidiyoruz köyleri koruyabilirsek oradaki köylüler yaşamaya devam edebilecek. Tarım alanlarımızı koruyabilirsek sebze, meyve üretimi devam edebilecek. Yaşam alanlarını koruyabilirsek oradaki hayvanlar yaşamaya devam edebilecek. Göç yollarını koruyabilirsek kuşlar uçmaya - üremeye devam edebilecek. Kuzey ormanlarını savunabilirsek çocuklara yaşanacak bir kent bırakabiliriz ancak! Henüz beton ve asfaltla yok edilmemişken, Kuzey Ormanlarını hala kurtarma şansımız var. Doğanın koruyucu iradesi olabiliriz.

Dışarı çık, alışveriş merkezi, beton, asfalt kuşatmalarından kurtul. Ver elini yeşile, bırak kendini doğaya. Engelsiz akan suyun akışına tanık ol. Bir ağaca türdeş bir ruhla dokun. Ormanların canlı korosunu dinle. İşte o zaman yeniden farkına varacaksın, ne kıymetli şey yaşamak! Yaşama, doğaya, kentimize sahip çıkmak için 6 Ekim pazar günü Kuzey Ormanlarını savunmaya gidiyoruz. Bu katliamı hep birlikte durdurmak için sesimize ses ver, ÇOĞALALIM!” q İşçilerin Sesi - Haber

Gülsuyu’nda neler oluyor? amazan bayramı arifesinde uyuşturucu çetelerinin saldırılarına sahne olan Gülsuyu, İstanbul’a tepeden bakan adalar ve Marmara manzaralı bir yerleşim merkezi. “Kentsel Dönüşüm” adlı azgınlaştırılmış rant sürecinde bu güzelim manzaralı mahallenin yoksul işçi ve emekçilerinden oluşan sakinlerine dışarı atılması gereken ‘safra’ gözüyle bakılıyor. AKP Hükümeti’nin ranta endeksli politikaları, ‘her yol mübahtır’ kabilinden, bu temeldeki bütün alan boşaltma ve tasfiye girişimlerine itici güç oluyor. Devletin kolluk güçleri ve paramiliter beslemeler tasfiye süreçlerinin vurucu gücü oluyor. Gülsuyu halkı ranta dayalı talan alanı olarak seçilen mahallelerinden öyle kolayca tasfiye edilip bir kenara atılacak nesne olmadıklarını gösterdiler. Bilinçliler ve direniyorlar. Direnci kırmak için sıkça kullanılan klasik yöntemlerden birisi daha, malum muktedirlerin eliyle Gülsuyu’nda sahneye koyuluyor: Uyuşturucu taciri mafya çetelerine ‘pazar özgürlüğü’ tanınıyor. Silahlı uyuşturucu çeteleri ellerini kollarını sallayarak uyuşturucu satışı yaparken, kendilerine biçilen misyon gereği direnişçi Gülsuyu halkına da her fırsatta saldırıyorlar. Meşru direniş alanlarında sıkça görmeye alıştığımız polis orduları ise Gülsuyu’ndaki uyuşturucu çetelerinin silahlı saldırılarını ve “pazar özgürlüğünü” izlemekle yetiniyor. Beklenen; uyuşturucu mafya çetelerinin işçi-işsiz genç emekçileri ‘madde bağımlısı’ yaparak pasifize etmesi, geri kalanların ise sindirilerek tasfiye edilmesidir. Gülsuyu’nun genç emekçileri Gezi Direnişi’nin ruhuyla aşılandılar ve 7 Ağustos 2013 Çarşamba günü silahlı saldırı düzenleyen uyuşturucu çetelerine karşı direnip, geri püskürttüler. Bu saldırıda

R

6 direnişçi genç yaralandı. AKP’nin “Kentsel Dönüşüm” adlı rant politikalarıyla uyuşturucu mafya çetelerinin kâr yolu bir kez daha “Kazan Kazan” kavşağında karşılaşarak kesişmiş oldu. Aynı gün içinde gerçekleştirilen üç silahlı saldırıda yaralananların sayısı 9’a çıktı. Devam eden haftalar içinde ise yaralı sayısı 15’e ulaştı. Gülsuyu’nda neler oluyor sorusunun cevabı ve gelişmelerin özeti böyle. Gezi Direnişçisi Hasan Ferit Gedik Öldürüldü! Gülsuyu’nda uyuşturucu çetelerinin saldırısı hala sürüyor. 29 Eylül 2013 Pazar akşamı mafya çetelerini protesto eden bir yürüyüş gerçekleştirildi. Protesto yürüyüşünün sonuna doğru kitleyi hedef alan silahlı bir saldırı düzenlendi. Hedef gözetilerek gerçekleştirilen silahlı saldırı sonucunda 5 kişi vuruldu. Hastaneye kaldırılan yaralılardan 2’sinin durumu ağırdı. Gezi Direnişi gençlerinden birisi olan Hasan Ferit Gedik’in kafasına 4 boynuna da 1 kurşun isabet etmişti. Hasan Ferit Gedik kurtarılamadı ve sabaha karşı hayatını kaybetti. Başından vurulan Gökhan Aktaş ise yoğun bakımda uyutuluyor. Hasan Ferit Gedik 21 yaşındaydı ve oturduğu Küçükarmutlu’dan kalkıp Gülsuyu direnişçilerine destek için gitmişti. Halk Cephesi üyesiydi. Etiler Park Forumu’na katkılar sunana enerjik ve sempatik bir gençti. Gezi Direnişi’nin gençlerinden birisi olan Hasan Ferit Gedik, Park Forumları’nın oluşturduğu “Kentsel Dönüşümle Mücadele Çalışma Grubu”nun da katılımcıları arasındaydı. Muktedirlerin kâbusu olmaya devam eden Gezi Direnişi’nin isyancı ruhu bir heyula gibi çoğalarak dolaşmaya devam edecek: Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam! q N. CEMAL


10

KENTSEL DÖNÜŞÜM

İşçilerin Sesi

Ekim 2013/19

Kırk Haramiler şehre indi mekevler, 28 Ağustos Çarşamba günü, 2500 polis ve 400 çevik kuvvet ile basılmış, insanların evlerinden eşyalarını almalarına dahi izin verilmeden, evleri başlarına yıkılmıştır. Polis mahallenin girişini kapatmış, içeriye girişlere izin vermemiştir. Mahallenin girişinde bulunan İETT durağında otobüslerin durmasına izin verilmemiş, basın mensuplarının yıkım alanına girişlerine müsaade edilmemiştir. 2500 polis, 400 çevik kuvveti getirmeyi akıl edenler, yıkım kararı getirmeyi düşünememişler. Emekevler yasal bildirim yapılmadan, yasal bir yıkım kararı bulunmadan yıkılmıştır. Emekevler, 70’lerde kurulmuş bir mahalledir. Her biri müstakil, bahçeli evlerle kurulmuş, alabildiğine meyve ağaçlarıyla kaplı bir mahalleydi. Yıkım ekipleri, meyve ağaçlarına sarılan, kümesteki tavuklarını kurtarmaya çalışan insanların feryatlarını dinlemeden, tüm mahalleyi yerle bir etti. Mahallede ayakta kalmayı başaran tek bina Emekevler Camisi’dir. Mahalle, İMES Sanayi Sitesi gibi, civardaki fabrikalarda çalışan birçok işçiyi barındırıyordu. Anadolu’nun birçok şehrinden göçmüş, Alevi ve Sünnilerin bir arada olduğu, sayısı nispeten az olsa da Romanların da yaşadığı bir mahalleydi.

E

Mahalleli, İstanbul’daki birçok mahalle gibi, Anap zamanında tapu tahsis belgelerini almış, bunun için tapu belgesi bedeli ödemişler. 3 imar affı yaşamış mahalleli, Emekevler 2006’da 775 Sayılı Gecekondu Kanunu’na dayanılarak imara açıldığı halde tapularına kavuşamamış. Buna rağmen, Ataşehir’de bu durumda olan diğer mahallelerde tapular verilmiş. Mahallelilerin açmış olduğu tapu tescil davalarının mahkeme süreci devam etmekte, davaları kazansalar bile mahalle tamamen yıkılmış, etrafı demir çitlerle çevrilmiş du-

rumda. Sulukule’de, Fatih Belediyesi ve AKP Kayseri Milletvekili Niyazi Özcan’ın sahibi olduğu Özkar İnşaat’ın projesine, “kamu yararına uygun değil” gerekçesiyle yürütmeyi durdurma kararı verildi. Buna rağmen inşaat devam etti. Mevzu para kazanmaksa, AKP’nin hak hukuk tanıdığı yok. Emekevler, CHP’li Ataşehir Belediyesi ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün damadı Mehmet Sarımermer’in büyük ortağı olduğu, K Yapı Gayrimenkul tarafından yıkılmıştır. Sarımermer, internet sitesi işlerini bırakıp, Kentsel Dönüşüm

yıldızlarından birisi olma yolunda sırtını devlete dayamıştır. Abdullah Gül, kızının düğününde, Adile Sultan Sarayı'nda verdiği yemekte çat diye cebinden 40 bin Lira çıkarmış, damadından bir mahalleyi mi esirgeyecek. AKP hükümetinin kentsel dönüşüm uygulamaları, hiçbir sınır tanımadan mahallelere saldırısını sürdürüyor. Ataşehir Belediyesi’nin K Yapı’ya verdiği ihalenin usulsüz olduğuna dair açılan dava, idare mahkemesinde sürmektedir. Mülkiye Müfettişi’nin 31.01.2013 tarihli Ön İnceleme Raporu’nda K Yapı’nın ihaleyi usulsüz bir şekilde aldığı bildirilmiştir. Anlaşılan kanunlar sevgili damadımıza işlememekte, barınma hakkı gibi kavramlar Sarımermer’e uğramamaktadır. AKP, kentsel dönüşüm adı altına, Afet Yasası kılıfıyla sınırsız yetkiler kazandı. İstanbul’da 200 kadar mahalle kentsel dönüşüm tehdidi altındadır. Mahallelinin yerinden edilmediği, kültürel ve sosyal yapının bozulmadığı, mülk sahiplerinin ve kiracıların haklarının gasp edilmediği bir örnek uygulama henüz görülmemiştir. İnşaat bezirganlarının hak ve hukuk tanımadığı bir ortamda, iyi bir örneğin var olması mümkün değildir. Kentsel Dönüşüm adıyla bilinen Afet Yasası toptan çöpe atılmalıdır. q Cem AVCI

Van, barınma hakkı için açlık grevinde an’da 23 Ekim ile 9 Kasım 2011 tarihlerinde meydana gelen depremlerin ardından, Van ve Erciş’te depremzedelerin geçici olarak barınmaları için 34 konteyner kent kurulmuştu. AKP geçtiğimiz yıl Ekim ayında “Van’ı yeniden kurduk” ilanlarıyla TOKİ evlerinin açılışını yapmıştı. Ancak Van Valiliği, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile TOKİ tarafından yürütülen proje kapsamında kiracılar, TOKİ konutlarına yerleştirilecek kişiler arasına alınmamıştı. Yaklaşık 500 aile konteynerlerde bir yıl daha yaşamaya devam ettiler. Ancak bunun da bir süresi varmış! Nereye gidecekleri belli olmayan ve sürekli sokakta kalma baskısı gören bu ailelerin yaşadıkları konteynerlerin elektrikleri kesildi. Konut sorunu çözülmeyen konteyner kentte, 27 Ağustos'ta açlık grevi başladı.

V

Afetten doğan rant yasası Van’daki depremin üzerinden geçen 4 ay içinde deprem odaklı kentsel dönü-

şüm yasası olarak bilinen 6306 sayılı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” hazırlanmış, 7 ay içinde de yürürlüğe girmişti. Bu yasa, insanların evlerini ellerinden almak, mahallelerinden zorla tahliye etmek, üzerine borçlandırmak ve bunun yöntemleri üzerine kurulu bir yasadır. Van’da meydana gelen depremi fırsata çeviren AKP, deprem odaklı kentsel dönüşüm yasası ile İstanbul birinci sırada olmak üzere, her yerden kentsel dönüşüm rantını yemeye devam ediyor. Deprem odaklı kentsel dönüşüm yasası yıktığı ev için sahibini yıkım, enkaz kaldırma, tahliye, yeni yapılacak TOKİ bloklarının taksitlerini ödeme gibi bir sürü borç içine sokuyor. Hiç bir koşulda evi yıkılana aynı koşullarda ev verilmiyor, yeni evler için ucuz kredi, kira yardımı gibi yöntemlerle insanlara yeni bir ekonomik yük getiriliyor. Yasanın hükümleri incelendiğinde, karşı karşıya olduğumuz afet risklerine yö-

nelik hiçbir bilimsel tedbirin yer almadığını görüyoruz. Yasa, sadece depremi afet olarak görüyor, sel ve toprak kayması gibi afetlere karşı tedbirler içermiyor, deprem sonrasında toplanacağımız alanları tariflemiyor, herkesin kendi mahallesinde depreme dayanıklı evlerde yaşamasını güvence altına almıyor, proje bütünlüğü gerekçesiyle depreme dayanıklı yapılar da yıkılabilir diyor. Van’ın talebi: Barınma hakkı Vanlı depremzedelerin, deprem sonrası yaşadıkları sorunlar devam ediyor, açlık grevleri de öyle… Konteyner kentlerde yaşayanlar, deprem öncesinde gecekondularda yaşıyorlardı. Deprem sonrasında artan işsizlik ve kira fiyatları, konteyner kentte yaşayanların koşullarını daha da zorlaştırdı. Okulların açılmış olmasına karşın çocukların hiçbiri okula devam edemiyor. Çünkü çevredeki okullar, depremzedelerin kaldıkları konteyner kenti kalıcı

ikametgâh olarak görmüyor ve bundan dolayı kayıt yapmıyor. Vanlı depremzedeler, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlı Sosyal Yardımlaşma Vakfı’nın hibe ettiği 1+1 konutlardan kendilerine verilmesini, konutların hibe edilme koşullarının hafifletilmesini (boşanmış kadınlara, üç çocuk sahibi olmayanlara, üç çocuktan birisi engelli olmayanlara ev yok), konut yardımı yapılmazsa da kendilerinin konut edinebilmesinin önünü açacak istihdam garantisi sağlanmasını, deprem sonrası konteyner yaşantısı ve açlık grevine bağlı olarak oluşan sağlık sorunlarının çözülmesini ve özellikle psikolojik desteğin sağlanmasını istiyorlar. Van konteyner kentin talebi, en temel insan hakkı olan barınma hakkını temel alıyor. Van’daki depremin ardından hazırlanan deprem odaklı kentsel dönüşüm yasasının, yoksulların barınma hakkını gözetmediği ortadadır. q Aysun KOCA


Ekim 2013/19

İşçilerin Sesi

ÇALIŞMA YAŞAMI

11

Tazminat hak, taşeron ve esnek çalışma haksızlıktır

T

orba Yasa dönemi devam ederken, şimdi “Paket” dönemi başladı. Demokrasi Paketi açıklandı, Ekim ayının sonunda çalışma yaşamını ilgilendiren bir paketin hükümete teklif edileceğinin, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı 9 yıl aradan sonra 10. Çalışma Meclisi Toplantısında açıklandı. 26/27 Eylül’de Ankara Bilkent Otel'de toplanan Meclisin yasal bir bağlayıcılığı olmasa da, sonuç bildirisinde ifade edilen görüşler çalışma hayatına yansıyacak ve bir paket olarak karşımıza çıkacak. İşçi sendikalarıyla sermaye örgütlerinin temsilcileri, akademisyenler ve bakanlık bürokratlarının içinde yer aldığı Çalışma Meclisi "kıdem tazminatı", "alt işverenlik" ve "özel istihdam büroları aracılığı ile geçici iş ilişkisi" konularını gündemine aldı. Toplantı sonunda hazırlanan sonuç bildirisine konfederasyonlar imza koymadı. Sermaye örgütlerinin temsilcileri ve hükümet tarafı bildiriyi imzaladı. Bildiriye yansıyan görüşler, bakanlığın Ekim ayının sonunda açıklayacağını duyurduğu “paket”in taslağını oluşturacak. Çalışma Meclisinin gündemine aldığı üç konu (kıdem tazminatı, taşeron sistemi, özel istihdam büroları), işçi sınıfının çalışma koşullarını iyileştirmek üzere değil, sermayenin kârlarını güvence altına almaya yönelik tartışıldı.

Kıdem tazminatından vazgeçemeyiz İşçi sınıfının bir kazanımı olan "kıdem tazminatı" hakkının, sermayeyi rahatsız ettiğini, kıdem tazminatlarının yaygın biçimde eksik ödenmesi sebebiyle biliyoruz. Hiçbir işveren çıkarttığı işçiye, kıdem tazminatı hakkını tam ödemek istemiyor. İş Mahkemelerinde onbinlerce dosya bu konuyla ilgili. Kıdem tazminatını ödemeyen ve sorun çıkartan taraf sermaye kesimi olmasına rağmen, AKP hükümeti “hak yiyen” tarafı haksız uygulamaya son vermek üzere davranmaya zorlamak yerine, konuyu “karşılıklı bir sorun” varmış gibi ele alıyor. Sendikal örgütlülüğün yüzde 5’lere gerilediği koşullarda da hakkını alamayan işçilere “hiç yoktan iyidir” kabilinden bir çözüm önerisi getiriyor: “Kıdem tazminatı fonu” uygulamasını dayatıyor. İşçi sınıfının en örgütsüz ve parçalanmış kesimi olan taşeron işçiler, kıdem taz-

minatı hakkına en zor ulaşan kesim olarak, fon uygulamasının başlangıç zemini yapılıyor. Oysaki en büyük sayıda taşeron işçi çalıştıran ve kıdem tazminatı hakkının çalınmasına göz yuman işveren devlettir. Hükümet, sorunun bir parçası olmasına rağmen, taşeron işçilerin bu hakka ulaşamamasını gerekçe göstererek yeni bir düzenlemeye gitmek istiyor. “Taşeron işçisi kıdem tazminatı alacak” sloganını arkasına sığınarak, hazırlanan fon taslağını işçi kamuoyuna ve sendikalara kabul ettirmek istiyor. Hak-İş bu öneriyi tartışmayı kabul etti. İşverenler ve hükümet de önerinin sahibi. Çalışma Meclisi’nin sonuç bildirisinde işçilerin “kıdem tazminatına her koşulda ulaşamadığı, bunun da sosyal devlet ve eşitlik düşüncesinde sıkıntıya yol açtığı görülmektedir” denildikten sonra “Alt işveren işçilerinin sistem içinde ciddi mağduriyet yaşadıkları” ifade edilerek taşeron işçilerden başlamak üzere, kıdem tazminatı fonu uygulamasının başlaması gündeme getiriliyor. Güvencesiz çalışmak istemiyoruz İkinci olarak, taşeron çalışma sistemi (hukuki ifadesiyle “alt işverenlik”) sermaye, hükümet ve Hak-İş tarafından açıkça “çalışma hayatının bir gerçeği” olarak kabul ediliyor. Sisteme karşı çıkılması söz konusu değil. Özel sektörde

normal işlerin bile taşeron çalışma sistemi gibi işlediği ortada ve bu konuda bir düzenleme öngörülmüyor. Nitekim bildiride yalnızca “Kamu kesiminde alt işverenlik uygulamaları, 94 sayılı ILO Sözleşmesi esas alınarak ıslah edilmelidir” denildi. Bunun nedeni de “kesinleşen yargı kararları”dır. Yani yasal zorunluluk gereği bazı düzenlemeler yapılacak, gerçek bir “ıslah” çalışması yok. Üçüncü olarak, "Özel istihdam bürolara aracılığıyla geçici iş ilişkisi" konusu üzerinde anlaşma sağlanamasa da, yine de konuyu gündemde tutma çabası olduğu apaçık. Sermaye cephesi, “işgücü piyasasını genişletmek, dezavantajlı gruplara istihdam fırsatı yaratmak”tan söz ederken, hükümet ve Hak-İş tarafı “istihdam bürolarının yetkilendirilmesi ciddi bir prosedüre tabi olmalı ve sigorta primi, vergi gibi mali yükümlülüklerini yerine getirmiş ve getirme yeteneğine sahip firmalara bu yetki tanınmalıdır” demektedir. 10. Çalışma Meclisi, AKP hükümetinin sermaye ile işbirliğini bir kez daha açıkça gözler önüne serdiği gibi, kıdem tazminatı başta olmak üzere işçi sınıfının kazanılmış haklarını elinden almak, taşeron çalışma ile esnek çalışmanın “esas çalışma” biçimine dönüşmesi, yasal güvencelere alınması için kafa yorduklarını göstermiştir. Sendikalar cephesinde Türk-İş, yeni genel başkanına rağmen Mustafa Kum-

lu’dan farklı bir profil çizmemiş, hiç sesi çıkmamış, DİSK birkaç itirazın ötesinde bir varlık gösterememiştir. Hak-İş fon konusunu tartışılabilir bulmuştur. Sermaye ve AKP hükümeti, işçi sınıfının örgütsüz, sendikasız ve dağınık olmasından yararlanarak işçi düşmanı politikaları çok açık ifade etse de, bu politikaları kolayca uygulayamayacaklarını biliyorlar, sendikaları yanlarına çekerek işe başlamak istiyorlar. İş Kanunu hazırlanırken yaptıkları gibi, ortak bir uzmanlar kurulu oluşturup, onların hazırlayacağı taslağı kabul edebilirler. Bakanlıkça Ekim ayının sonunda açıklanacağı duyurulan “çalışma hayatı paketi”, işçi sınıfı için “hak kaybı paketi” olacak. Demokrasi Paketi nasıl AKP’yi güçlendirmeye dönük düzenlendiyse, çalışma yaşamıyla ilgili paket de sermayenin güçlendirilmesi için düzenlenecek. Sermayenin ve AKP’nin işçi sınıfına ve tüm ezilenlere yönelik dayatmalarını yırtıp atacak mücadelelere hazırlanmalıyız. İşçi sınıfı içinde her seviyede örgütlenmiş olmak, bugün ve yarın için bu nedenle gereklidir. Gezi İsyanın gösterdiği gibi, bütün işçi kesimleri ayaklandığında, yönlerini bulmaya yardımcı olacak pusulaya ihtiyaç duyacaktır. Enternasyonalist komünistler bu pusulanın bir parçası olmak istiyorlarsa, tüm güçleriyle işyerleri ve fabrikalar temelinde çalışmalıdırlar. q Seyfi ADALI


12

ÇALIŞMA YAŞAMI

İşçilerin Sesi

Ekim 2013/19

“Kâr bizim, zarar işçinin olsun” istiyorlar zmit’te kurulu bulunan Feniş Alüminyum fabrikasının 520 işçisi, bu yazı yazıldığında 58 gündür mücadele ediyorlardı. Şirketin, iflas nedeniyle kapanma kararı alması, işçilerin alacaklarını alabilmelerinin önünü de tıkıyor. Gerçek manada bir iflas da olmadığı için de ücret garanti fonu ya da işsizlik fonundan işçiler yararlanamıyor. Hileli iflas yoluyla birçok şirketin işçi alacaklarını ödemeyerek krizlerini atlattığı biliyoruz. Bu konuda sorumluluk sendikada. Hak-İş’e bağlı Çelik-İş sendikasına üye olan işçiler, şirketin iflasa giden sürecini sendikanın gerektiği gibi takip etmediğini bu yüzünden bu duruma düştüklerini söylüyorlar. Sendika işçilerin büyük mağduriyeti ve tepkileri sebebiyle işçilerin yanında mücadele ediyor görünüyor. İşçiler, 25 Eylül günü patronları eski milletvekili Sedat Aloğlu'nun sahibi olduğu Aloğlu Holding'in Mecidiyeköy'deki ofisinin önünde Zingcirlikuyu Taksim yönündeki trafiği 15 dakikalığına kesmiş ve "Her yer Feniş her yer direniş," "Bu, daha başlangıç mücadeleye devam" sloganlarını atmıştı. Yolu kesen işçilerin önüne hazır bek-

İ

leyen iki İETT körüklü otobüsü dolusu çevik kuvvet polisi derhal barikat kurdu. Bir kaç küçük arbedenin ardından işçiler bir araya gelerek polisin yüzüne yüzüne "İşçiye değil hırsızlara barikat" sloganı attı. Polis işçilerin sert duruşu karşısında barikatı kaldırdı ve Aloğlu Holding'in bulunduğu bina önüne giderek binayı korumaya aldı. Hak -İş yöneticileri araya girerek, işçileri Aloğlu Holding'in çaprazındaki kaldırıma çektiler. 200 kadar işçinin gücü polis barikatını aşmaya yetmedi ama boyun da eğmediler. 30 Eylül’de Blok milletvekili Levent

Tüzel aracılığıyla Meclis’te de bir basın toplantısı yapan işçilerden işyeri temsilcisi ve şube sekreteri Fırat Güneş, 26 yıldır çalıştığı bu fabrikada aylardır ceplerine bir kuruşun bile girmediğini söyledi. “Hepimiz travma yaşıyoruz” dedi. Gazetecilere ve Meclis’e “bizi duyun” diye seslendi. İşçi Erol Çelik ise, 16 yıllık işçi olduğunu ve 25-26 gündür her şeyini kaybettiğini söyledi. Ailesine, çocuklarına karşı sorumluluklarını yerine getiremediklerini belirten Çelik, “haklarımızı çalanlar artık bu memlekette ellerini kollarını sallayarak

dolaşmasınlar” dedi. Çelik “Sosyal hukuk devleti isek sorunlarımızın çözümü için adımları atın. Artık bu memlekette bizim haklarımızı çalanlar ellerini kollarını sallayanlar böyle rahat rahat dolaşmasınlar” dedi. Çelik-İş Şube Başkanı Şerafettin Koç, “30 yıldan bu yana Feniş Alüminyum’da çalışıyoruz. 638 çalışanın, ücret, kıdem, ihbar tazminatı toplam 19 milyon alacağı var. İşverenden ve hükümetten bir güvence göremedik. 26 gündür kendimizi fabrikaya kapattık. Yasada sözde işçi için güvence var. Ama tahsil etme imkânımız yok. Çünkü devlet alacakları, banka ipotekleri derken bizim alacaklarımız en altta kalıyor. Bize sıra gelmiyor. Bu sistem bizi açlıkla terbiye etmeye çalışıyor” diyor. Feniş örneğinde olduğu gibi, işçilerin işyerlerinde sendikaları denetleyecekleri ve patronların hileli yollarla işçi alacaklarını gasp etmelerini önlemeye yönelik mücadeleleri örgütleyecek örgütlenmeleri gereklidir. Eğer işçiler patrondan ve sendika bürokrasisinden bağımsız bir örgütlenmeye sahip değilse, hileli iflasların veya diğer gasp yollarının faturasını ödemek zorunda kalacaklarını bilmelidir. İşçilerin Sesi Haber

Sendika uzmanı aday oldu işten atıldı

T

ez Koop-İş Sendikası Bursa Şubesinde uzman olarak görev yapan Hüseyin Veysi Ercan Genel Merkez’in “Aday olma işten atılırsın” tehditine boyun eğmediği için işten atıldığını iddia etti. Evrensel gazetesinde yer alan habere göre Ercan’ın iddiaları arasında şube başkanlığı için kendisini destekleyenlerin tehdit edilmesi de var. İddiaları sorduğumuz Eski Genel başkan Osman Gürsu iddiaları doğrulayarak işten atmayı savundu. Eski Genel Başkan Osman Gürsu’nun 6 Eylül’de Bursa Şube Kongresi için Bursa’ya geldiği zaman kendisini şube binasına çağırdığını ve aday olduğu için şube başkanları ve merkez yöneticilerinin içinde azarlamaya çalıştığını ifade eden Ercan Gürsu’nun kendisini işten çıkarılma ile tehdit ettiğini iddia etti. Görüşmede Osman Gürsu’ya aday olmamasını hangi sıfatla istediğini sorduğunu belirten Ercan, diğer yöneticiler, diğer adaylar gibi kendisinin de sendikaya aday olma hakkının olduğunu ve

bundan da vazgeçmeyeceğim söyleyediğini belirtti. Yaşananların bunlarla da kalmadığını söyleyen Ercan iddiaların şöyle devam ettirdi. “Sendika yöneticileri ve uzmanları Bursa Şubesine bağlı olan Migros, Kipa, Carrefour gibi işyerlerinde beni destekleyen temsilci ve işçilerle görüşerek ya da telefonla arayarak mevcut olan şube başkanını desteklemelerini yoksa kendileri için iyi olmayacağını söyledi. Kimi işyerlerinde ise bölge müdürleri devreye girdi.” Yasa dışı bir biçimde uydurma disiplin kurulu kararıyla beklediği gibi tazminatsız olarak işten atıldığını söyleyen Hüseyin Veysi Ercan, bunun mü-

cadele etmelerine engel olamayacağını söyledi. “Ok yaydan çıktı bir kere Bursa Şubesinde ve genel merkezde sendikal anlayışın değişmesi kaçınılmaz” diyen Ercan bunu sadece kendisinin değil birçok işçinin de istediğini vurguladı. Sendikal Güç Birliği Platformunun da olup biteni sessizliklerini koruyarak izlediğini söyleyen Ercan, “Türk-İş’in sendikal anlayışını eleştirenler önce kendi kapısının önündeki pisliği temizlesinler. Bizim istediğimiz yalnızca sendikal demokrasi. Her işçi temsilciliğe, delegeliğe ve sendikaların tüm kurumlarına aday olabilsinler. Bunun sendika tüzüklerinde güvence altına alınmasını istiyoruz. Eğer sendikal güç birliği demokratik bir sendikacılığı savunuyorsa bizim sendikamızda olup biteni izlemekten vazgeçsin müdahil olsun” diye konuştu. Tez Koop-İş Sendikasında çalışan tüm sendika çalışanları ve uzmanlar büro iş kolu olduğu için aynı zamanda kendi sendikalarında üye olabiliyorlar. Sendi-

kalarında genel başkanlık dahil tüm kurullarına aday olabiliyorlar. Son genel kurulda genel başkan olan Osman Gürsu, Tez Koop-İş İstanbul 4. No’lu şubesine uzman olarak işe alındıktan iki ay sonra ilk genel kurulda hiçbir görevi olmadığı halde genel başkan seçilmişti. Eski genel başkan ve halen danışmanlık görevini sürdüren Osman Gürsu iddiaları doğrulayarak: “Hüseyin Veysi Ercan bizim örgütlenme uzmanımızdır. Çok beğendiğimiz, sevdiğimiz bir kişi. Birçok işyerinde başarılı örgütlenme çalışması yürüten birisidir. Kendisi çalıştığı Bursa Şubesinde sendika şube başkanlığına aday olmak istediğini söyledi, biz de ‘yapma etme’ dedik. ‘Herkes kendi kafasına göre aday olursa bu olmaz’ dedik, aday olmakta ısrar edince bizde işten attık. Bizim birçok uzmanımız var, onları işyerlerine örgütlemeye gönderiyoruz her şube başkanının karşısına bir uzman başkan adayı çıkarsa olur mu?” diyerek işten çıkarmayı savundu.


Ekim 2013/19

İşçilerin Sesi

ÇALIŞMA YAŞAMI

13

Kadın istihdamı: Esnek güvencesiz kuluçkalar! ükümet tarafından Kasım ayında yasa haline getirileceği söylenen kadın istihdamı ve çocuk teşvikini kapsayan paket, kadınlar açısından büyük bir kazanımmış gibi sunuluyor. Oysa hükümetin gerçekleştirmek istediği kadınları esnek, güvencesiz çalışmaya mecbur bırakmak. Bir yandan da paketin ana hatları AKP’nin bugüne kadar izlediği “aileyi güçlendirme” politikasının bir devamını içeriyor. Diğer yandan paket kadınları evli-bekar, çocuklu-çocuksuz, az çocuklu-çok çocuklu olarak tasnif ediyor. Hükümetin reklamını yaptığı ve bazı basın organlarının desteklediği gibi kadınlar doğumdan sonra hem maaş alıp hem de esnek çalışacak mı? Hükümet, çalışan kadınların doğum iz- Biz ne istiyoruz? nini 6 aya çıkarılacağını duyurmuş ve ancak kadınları çalışmaktan caydıra- l Çalışma saatlerinin kısaltılması: Çalışma saatlerinin ücretler bilecek düşüncesiyle, paket yasalaşırsa değişmeden hem kadınlar hem doğum izni 16 haftadan 18 haftaya çıde erkekler için kısaltılmalı karılmış yani iki hafta uzatılmış olacak. l Çalışmak istiyoruz ama esnek Ayrıca doğum borçlanması hakkı 2 çodeğil: Bu yasayla esnek cuktan 3’e yükseltilecek. çalışmanın kural haline 0-1 yaş arasında çocuğu olan anne getirilmesine itiraz ediyoruz: gece çalıştırılmayacak. Doğum izninin Esnek değil, yarı zamanlı değil; ardından kadın işçiler, ilk çocuk için güvenceli, eşdeğer işe eşit ücret 2 ay, ikinci çocuk için 4 ay, 3 ve üzeri ödenen işlerde çalışmak istiyoruz. çocuk için 6 ay yarı zamanlı çalışabi- l Annelik izni değil ebeveyn izni: Doğum izni dışında tüm lecek. Yani üç çocuk yapan bir kadın düzenlemeler erkeklerin de toplamda bir yıl yarı zamanlı çalışacak. bakım sorumluluğu alması Çalışan annelere işe dönüş garantisi üzerinden yapılmalı. verilecek. Ancak bu uygulama sigortalı ve düzenli işe sahip kadınları kapsıyor. Aile ve Sosyal Politikalardan Sorumlu Bakan Fatma Şahin yasayı eleştiren Doğuma teşvik ASO ve İSO başkanlarına “Başkanlar Doğuma teşvik paketinin amacı ise, buna itiraz ederlerse ileride çocukları nüfusun genç kalması ve gelecekteki çalıştıracak erkek bile bulamaz” diye ucuz işgücünün garanti altına alınması. cevap verdi. Cevap verdi de, gerçekte

H

Devredilemez babalık izni olmalı ve izinlerin tamamı ücretli olmalı. l Kadın çalışan değil kadın-erkek çalışan: Kreş ve emzirme odaları açılmasına ilişkin yasaların kadın sayısı üzerinden değil, erkek çalışan üzerinden düzenlenmesini istiyoruz. l Ulaşılabilir, ücretsiz, anadilinde 24 saat açık kreşler: İşyeri kreşleri, mahalle kreşleri, Organize Sanayi Bölgesi (OSB) kreşleri gibi birçok kreş modeli var olmalı, çocuklarını nasıl bir kreşe gönderecekleri kararı ebeveyne bırakılmalı.

öyle mi olacak? Patronlar sürekli hamile kalan, doğuran, doğum ve emzirme izni uzayan, gece çalışmayan, gece mesaisi yasak olan, kadınları işe alır mı? Üstelik pakete göre yarı zamanlı çalışan

kadın işçinin ücreti tam zamanlı ücret üzerinden ödenecek. Patronlar kadın işçinin böylece yükselen maliyetinden hiç hoşnut olmadılar. Aslında hükümet bu noktada da sermayeye arka çıkıyor ve patronlar yarı zamanlı çalışan kadınların ücretlerini yalnızca çalıştırdıkları saat üzerinden ödüyor. Ücretin geri kalanı ise işsizlik sigortası fonundan karşılanıyor. Demek ki patronlar yarı zamanlı çalışmadan yeterince kar elde edemeyeceklerini düşünüyorlar. Sonuç olarak bu paket kadınlara “iyilik” yapmak yerine bakım yükünü sırtlarına daha da bindiriyor. Doğumdan sonra evine gönderilen kadın, yarının ucuz işgücünü yetiştirmek üzere çalışacak. Bir yandan da bu sırada geçen sürede emeğini ucuz işgücü olarak sermayeye verecek. Eşlerin ikisi de çalışıyorsa yarı zamanlı istihdam biri tarafından kullanılabilecek. Kimin esnek çalışacağına ise eşler karar verecek. Devredilemeyen ebeveyn izni hakkı olmadan çocuk bakımının kadınların asıl işi görülmesi nedeniyle, erkekler çalışacak, kadınlar çocuk bakacak! Kadınlar her çocuk için 2 sene olmak şartıyla borçlanabilecek ve bu borçlanma için doğumun ilk sigorta tescilinden sonra olması şartı aranmayacak. 5 çocuğu olan kadın yalnızca doğum borçlanması yoluyla yaşı geldiğinde yaşlılık aylığından yararlanabilecek. Eğer bu haliyle yasalaşırsa, çocuk ilkokula başlayana kadar kadınlar yarı zamanlı çalışacak. Hükümet yine kadınların bedenlerine, doğurup doğurmamalarına karışmakla kalmıyor erken evlilik ve annelik özendiriliyor. q Banu PAKER

3 çocuktan, evlilik kredisine… KP hükümetinin evliliği teşvik etmek üzere sürekli kafa yorduğu her halinden belli oluyor. 3 çocuk yapılmasının teşvik edilmesi, doğum izinlerinin uzatılması ve doğum süresince ödenmeyen sigorta primlerinin ödenmesi kolaylığı gibi düzenlemelerle, kadınların anne olması, anne olmak için de evlenmesi teşvik ediliyor. Gelir Vergisi Yasası’nda 3. çocuk için vergi indirimi oranı yüzde 5’ten yüzde 10’a

A

çıkarılmıştı. Lise çağındaki öğrencilerin de evlenmeleri kolaylaştırıldı. Örgün eğitim kapsamında (liselerde) evliliği mümkün kılan bir düzenlemeyle, lise çağında evlenen öğrencilerin eğitim hayatına devam etmesi mümkün hale getirildi. Öğrenci örgün eğitimden ayrılsa da açık lise ile eğitimine devam edecek. Bu kolaylık, lise çağındaki gençlerin okuldan alınıp evlendirilmesi kolay-

laştırıyor. Hükümet bir adım daha ileri giderek, ‘erken evliliği’ teşvik etmek için kredi vereceğini açıkladı. Başbakanlık bünyesinde yürütülen çalışmaya göre, maddi zorluk çeken 25 yaşın altındaki çiftlere 10 bin lira faizsiz düğün kredisi verilecek. Ödemeler ise 2 yıl sonra başlayacak ve makul taksitlere bölünecek. AKP hükümetin aile için özel bir bakanlığa sahip ve bütün planlama ka-

dınların erken yaşta evlendirilmesine, çocuk yapmasına ve eve, kocasına dolayısıyla sisteme mahkum edilmesine dayanıyor. Erken evlenmeye, çocuk yapmaya ve kadınları eve kapatılmaya zorlanan hükümet politikaları, kadınlara iyilik yapmış olmuyor. Tam aksine, kadınların isyanına ve kadın cinayetlerinin artmasına yol açan koşulları doğuruyor. q İşçilerin Sesi Haber


14

İŞYERLERİNDEN

İşçilerin Sesi

Ekim 2013/19

İşçilerin söz ve karar zamanı H ava-İş genel kurulu yaklaşırken, işçilerin gösterdiği ilgiye paralel olarak, çirkinlikler de artıyor. THY yönetiminin aday gruplardan biri lehine seçimlere müdahalesi elle tutulur gözle görülür bir hale gelmiştir. Basın karşısında gösterilen sahte demokrat şirinliklerin ardındaki gerçek budur. THY yönetimi, yetki alanının tümüyle dışında, sadece işçilere ait bir sürece dahil olarak, seçilme hakkına müdahale etmektedir. Ve bunu adaylara mobbing uygulayarak, işten atmakla tehdit ederek pervasızca yapıyor… TCK “Sendikal hakların kullanılmasının engellenmesi” başlığı altında aynen şöyle diyor: Madde 118/1: “Bir kimseye karşı bir sendikaya üye olmaya veya olmamaya, sendikanın faaliyetlerine katılmaya veya katılmamaya, sendikadan veya sendikadaki görevinden ayrılmaya zorlamak amacıyla cebir veya TEHDİT kullanan kişi 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.” Sendikaların yönetimini sadece ve sadece işçiler belirler. Bu yapılanlar suçtur ve emin olunmalıdır ki işveren vekilleri de dahil hiç kimsenin yanına kâr kalmayacaktır. Hayat kimi durumlarda kişilerin somut etkinlikleri ile şekillense de Gökkuşağı hareketinin ilkeleri ve iddiaları, kişileri veya kişilerin tercihlerini aşar. Hareketimizin ve topluluğumuzun Genel Kurul gibi bir süreci hedeflemesi ve bu yolda başkan adayı olarak şahsımın belirlen-

mesinin anlamı, Genel Kurulu kazanmayı tek amaç olarak görenlerin ve bu amaca giden her yolu mubah sayanların anlama kapasitelerini elbette aşıyor. Zira hareketimizin ilkelerine, “başkanlık” gibi bir statüden çok daha fazla inandığım için daha önce aday olmadığımı arkadaşlarım bilir. Geçen Genel Kurul’un da ve şimdi aday olduğumuz önümüzdeki Genel Kurulun da anlamı ve önemi bizler için değişmemiştir. Özetle koparılmaya çalışılan fırtına bu gemiyi etkilemeye yetmez. İktidarın cazibesine kapılan kimi kişi ve gruplar da, THY yönetiminin desteğiyle sendika yönetimine geleceğini

umuyor! Oysa Hak-İş ile birlikte kotarılan ve kısa süre önce HABOM’da yaptıkları gibi sarı sendikaya geçiş, planın ikinci aşamasıdır. Hava-İş yönetimi de, saplandığı batakta geçmişten taşıdığı kronik hastalıkları ve korkularıyla bunu göremeyecek kadar kördür. Daha açık söylersek, THY yönetimi için ya kendi şekil verdikleri bir sendika yönetimi olmalı, ya da mevcut yönetim yine delege oyunlarıyla ve işçilere rağmen yerinde kalmalıdır. O zaman bu yönetimi istemeyen işçileri, kurdukları sarı sendikaya geçirme zemini doğacaktır. Bu “kırk katır, kırk satır” hesaplarını bozacak tek olasılık ve aynı zamanda çekindikleri tek şey, Gökkuşağı Hareketinin bütün meslek gruplarını birleştiren ve sendikal örgütlülüğü yeniden ayağa kaldırma potansiyelidir. THY yönetimini telaşlandıran ve suç işlemeyi de göze alarak Gökkuşağı Hareketi’ne katılan işçileri tehdide yönelten budur. Burada ıskaladıkları bir şey var: Renk körlüğü havacıların geçmek zorunda olduğu ilk fizyolojik testtir. Ve teknisyeninden pilotuna kadar bizler beyaz ve sarıyı çok iyi ayırt ederiz… Sendika yönetiminin işçilerden umudu tümüyle keserek, Tek Gıda-İş gibi sendikaların yaptığı gibi oyunlarla iktidarda kalmayı uman çizgisi, işverene müdahale için elverişli zemini sağlıyor. Delege sayıları ve seçim tarihleri, sendika yönetiminin inisiyatifinde olduğu için işçilerden sır gibi saklanıyor. Kara taşı-

macılığından delege kaydırılıp iktidar hesapları yapılıyor. Hava-İş yöneticileri geçmişte de aynı yollarla korudukları iktidarlarının işçilere ödettiği bedellere ve sendikal mücadeleyi düşürdükleri duruma bakmalı ve gerçekle yüzleşebilmelidir! Bunu hiç olmazsa “Başkan” kültü dışındakilerin artık görmesi şarttır. Aksi takdirde tarih acımasızca “tekerrür” edecektir. Ne işçilerin güven ve desteğini yitiren bir anlayışla, ne de işverenin kontrolünde sendikacılık yapılamaz. Bu kirli oyunların gölgesinde ne kadar adil bir seçim olacağı, işçilerin iradesinin sandığa ve genel kurula nasıl yansıyacağı belli değil; ancak bütün bu oyunları bozacak tek gücün sadece işçiler olduğu kesindir. Birlik, birlik diye sürekli ilkesiz bir “at pazarlığı” peşinde koşanlar, bunun tepede değil ancak tabanda olacağını artık anlamalıdır. Bizim için asıl olan, kazanma-kaybetme oyunlarına bel bağlamadan, işçilerin yönettiği demokratik şeffaf temiz bir yapıyı kurmaya yönelen bir hayatı inşa etmektir. Evet! dün olduğu gibi bugün de böyledir. İşçiler buna karar verdiğinde, “Genel Kurullar”, “Yönetimlerin tehditleri”, “adamları”, “makamları”, “araçları”, “pazarlıkları” hiçbir şey kar etmeyecektir. Bu da, ne Genel Kurula, ne şu adaya ne bu adaya bağlıdır, bu güç ellerimizdedir. Tek, bir zaman vardır bizler için: “…onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman…” q Bahadır ALTAN

İşçiler seslerini yükseltmeli! zun zamandan beri yürüttüğümüz sendika çalışmaları devam ediyor. Patron her türlü baskıyı yapıyor. İşçiler arasında bölünme yaratıyor. Bazı işçilere elden para bile dağıtıyor. Vardiya amiri tek tek işçileri dolaşarak “burada sendika olmaz patron kapatır” diyor. Patron cephesinde bunlar yaşanırken işçiler arasında bazı sorunlar yaşanıyor. Fabrikada şu anda iki buçuk eğilim gözüküyor. İlki işçiler arasında örgütlenme ve eğitim yapmadan işçileri sendikaya üye yapmaya sürükleyenler; işçilerin önce işyeri örgütlenmesini, komitesini oluşturup, daha sonra sendikalaşmaya girişilmesini önerenler (bizim eğilimiz bu yönde). Bir de her ikisinin arasında gidip gelenler. İki buçuk eğilimin tamamı da Petrol-İş sendikasıyla görüşüyor. Sendikanın seçilmesi sürecinde biz

U

dâhil değildik. Bizim bilgimiz olmadan bir grup işçi sendikayla görüşmüş, biz de ikilem olmaması için başka sendikayla görüşmedik. Bizce önemli olan hangi sendika değil işçilerin bağımsız bir şekilde örgütlü olup olmaması. İşçilerin bu şekilde bölünmesinin sorumluluğu bir an önceye sendikaya üye olunması konusunda ısrar eden gruba aittir. Öyle ki, bizim görüştüğümüz işçilere bile “onları bırakın bizimle görüşün” diyorlar. Bizler onlarla görüşen işçilere, “fark etmez nasıl olsa aynı sendikaya örgütleniyoruz” diyoruz. Bizimle ol diye ısrar etmiyoruz ama onlar ısrarla bunu yapıyorlar. Üstelik bu grup, işçilerin bölünmesini savunuyor da: Kazanılmış bir işçiye onları bırakın bizimle görüşün demeyi, ahlaklı bulduklarını ve etik saydıklarını açıkladılar. Bizce bu davranış çok yanlış. Bu ayrılık durumunu ortadan kaldırmak

için bir öneri yaptık: İşçilerden oluşan sendikal örgütlenme için fabrika komitesi kuralım dedik. Bu öneriyi de kabul etmediler. Kendi siyasi grup çalışmalarını işçilerin örgütlenmesinin önünde tuttular. Bu yanlış tutum karşısında, bağımsız duran işçiler onların bu davranışını doğru bulmayarak, onlarla tekrar konuşarak ortak komiteye ikna etmeye çalışacaklar. Tüm bu çekişmelerin arasında patron sürekli işçi alıyor, belli ki hazırlık yapıyor. Yanlış bir şekilde sendikalı işçilerin sayısının 300 olduğu bilgisi yayıldı ve patron tarafı da bunu biliyor. Sendika yönetiminin “yılbaşında bu işi bitiririz” sözü dolaşıyor. Nitekim 50-100 kişilik bir toplantı örgütlemek istediler. Bu toplantının güvenli olmayacağını düşündüğümüzden buna karşı çıktık. Sendika bize güvenmiyor ki, sendikaya üye yapmadan o kadar işçiyi bir araya

toplamak istedi. Bu güvenli bir örgütlenme yolu değil. Ayrıca çalışma saatlerinin uzun olması yetmiyormuş gibi bayrama 1 ay kala, bayramda çalışma olacağı söylendi. Fabrika yönetimi zam ayını son ana kadar açıklamayı uygun bulmayarak çalışan kesime ne kadar değer verdiğini de ortaya koymuştu. Yöneticiler, kendilerine yapılan zamla işçilerin almış olduğu zammı dile getirerek biz de aynı zammı alıyoruz, diye söyleniyorlar. Sanki günde 12 saat vardiyalı çalışıyorlar! Bizimle kendileri arasında çok fark var. İşçiler olarak hem düzene karşı keskin bir duruş gösterip hem de işçi arasında örgütlenmeyi ortaya koymalıyız. Biz pasif kaldıkça, her geçen gün yönetime ve patrona cesaret gelir. İşçiler sesini yükseltmedikçe patronlar asla çalışanı önemsemeyecek. (N.Uzun)


Ekim 2013/19

İŞYERLERİNDEN

İşçilerin Sesi

15

Hastane taşınıyor, belirsizlik işçileri mağdur ediyor

T

OKİ ile yapılan anlaşma gereği inşaat sahasında kimsenin olmayacağı, fakülte kampüsünün tamamen boşaltılması gerektiği söylenildi. Ortada kesin bir şey yok. Çevredeki boş hastane binaları inceleniyormuş. Söylentiler en çok işçileri mağdur ediyor. İdare hastaneyle ilgili planlarını en kısa zamanda açıklamalıdır. Sorumsuzluk, dedikodu üretiyor: Hastanede yapılacak her değişiklik, her şeyden önce binlerce çalışanı ilgilendirir. Yönetim kesin bir karara varmadan önce her şeyi işçilerle paylaşmalıdır. Yönetimin çalışanlara sormadan herhangi bir taşınma kararı alması sadece işçileri değil, hocaları ve hizmet alan hastaları da rahatsız edecektir. Kaosa meydan vermeyin! Hastane yönetimi neyin peşinde? Yönetim Temel Bilimlere Bağcılar Devlet Hastanesine taşınmayı kabul etmesi için baskı yapıyor. Hocalar bunu kabul etmese de henüz etkili değiller. Parça

parça yapılan taşınma işçiyi de öğretim üyesini dışlayarak yapılırsa, yönetim kavga istiyor demektir. İstifalar 100’e yaklaştı: Çalışma koşulları ağırlaştıkça, işyerinden istifa eden işçilerin sayısı da artıyor. İşveren de bunu istiyor: İşçiler bezsin ve kendileri çekip gitsin! İşten ayrılmak çözüm değil, birleşip mücadele etmek tek çözüm. Hastane mi fabrika mı? Sanki tekstil atölyesindeyiz: Durmadan pedala bas diyerek baskı yapılıyor. Daha çok hasta bakın baskısının bundan ne farkı var? Burası hastane: Para kazanmak değil, insan sağlığı ön planda olmalı. Para kazanacaksınız diye, hastaları başımızdan mı savalım? Yeni sözleşme Üniversite ile yapılmalı: Sözleşmeler yıl sonuna kadar olmasına rağmen, Ekim ayında yenileneceği, hatta iyileştirileceği söylentileri sürüyor. Kadro vaadi gibi bu da boş. Söylentilere değil, mücadele gücümüze, birliğimize inanmalıyız.

Darphane Grevi kazanımla bitti

Birlik olmadan çözüm bulamayız!

6

şyerinde işlerin yoğunluğundan ütü paket, tasnif ve kesimhane bölümlerinde işçiler yoğun olarak mesaiye kalıyor. Tasnif bölümde patron yeni işçi almak yerine yevmiyeci çalıştırmayı tercih ediyor. En kolay ve kestirme yol. Patron açısından yevmiyeci çalıştırmak işine geliyor çünkü en başta sigorta primi ödemek zorunda kalmıyor. Sorumluluk da olmadığı için işler azaldığında işe çağırmıyorlar. Düzenli ücret ödeme derdi yok. Bu bölüme işçi lazım ise, neden almıyor? Kesimhanede iş yoğunluğu bakımından öteki bölümlerden farkı yok. Kesimhanede şefin gözdesi işçiler haftada 3 gün sabahlamaya kalıyor. Gece 02.00’ye kadar çalışıyorlar. Yatıp sabah 08.00’de yeniden işbaşı yapıyorlar. İşçiler saat 02.00’den sonra çalışmayıp işyerinde yattıkları halde bu sürenin mesaiden sayılmasına çok memnunlar. Yüzde yüz mesai alıyorlar uykularını da aldıkları için ertesi gün

8 gün süren Darphane grevi birçok alanda kazanımla sona erdi. Basın-

İş sendikasına bağlı Darphane işçileri 8 Temmuz 2013 tarihinde “işyerlerimizde sıkıntılarımız ve bu sıkıntılarımızın giderilmesi adına haklı taleplerimiz var” diyerek greve çıkmışlardı. İşçiler maaşlarının net 2 bin lira seviyesine getirilmesini ve sağlıksız çalışma koşulları ile toplu sözleşmede yer alan ama uygulanmayan haklarının verilmesini talep etmişlerdi. Çalışma Bakanı Faruk Çelik’in ve Darphane yönetiminin medyada grevi itibarsızlaştırmaya yönelik olumsuz beyanatlarına rağmen işçiler kazandı. Grev sonrasında Çalışma Bakanı Faruk Çelik "Darphane'de çalışanların en düşük ücreti 2372 lira olacak. Darphane'de çalışanlara verilecek en yüksek ücret ise 3294 lira olacak" dedi. İşçilerin greve çıkarken ücret kadar acil olan diğer talepleri de döküm atölyelerinde zehirlenmelere neden olan sağlıksız çalışma koşullarının de-

ğişmesiydi. Toplu iş sözleşmesinde yeni çıkan iş sağlığı ve iş güvenliği kanunu kapsamında düzenlemeler yapıldı, işyeri içindeki sağlık koşullarında düzenlemeler yapılacağına dair anlaşma sağlandı. Yüzde 18 olan devam teşvik primi 3 puan arttı, yüzde 21'e çıkarıldı. Fazla mesailerde kumanya verilmiyordu, artık verilecek. İşçilerin greve çıkarken basın bildirilerinde de yazdıkları giriş çıkışlarda üst aramalarıyla “gereksiz ve aşırı güvenlik önlemlerine maruz bırakılma”ları konusu da Toplu İş Sözleşmesinde düzenlendi. Darphane grevi son yıllardaki diğer grevlerin aksine işçilerin talep ettikleri ve sendikayı da ikna ettikleri bir grevdir. Darphane grevinin işverenlerin tüm karalama kampanyalarına rağmen başarıyla sonuçlanmasının altında yatan neden, işçilerin haklı taleplerine sahip çıkmaları ve grevi kendilerinin örgütlemeleridir. q (E. Yasemin)

İ

iş başı fazla yorucu olmuyor diye düşünüyorlar. Halbuki İşçilerin bu kadar çok mesai istemesinin sebebi ücretlerin düşük olması. İşçi şöyle düşünüyor: Mesaiye kalınmadığı zaman boş boş evde oturulmayacağına göre, dışarı çıkılacak; para harcanmış olacak. Herkesin bir sürü kredi ve kredi kartı borcu olduğu için alınan maaşla geçinmek de zor. Fazla mesai ile ekonomilerini tutturmaya çalışıyorlar. Sorunların böyle çözülmeyeceğinin farkındalar ama mücadele etmek işçi için işinden olmak anlamına geliyor. Bu yüzden de haklarını almak için düşünecekleri en son şey mücadele etmek oluyor. Bedenlerinden fedakârlık yapmak en kolay yol olarak görüyorlar. Kuşkusuz, bunun da bir sınırı var. Böyle bir çalışma düzeni sürdürülemez. Mücadelenin başlayacağı güne kendimizi hazırlamamız gerekiyor. Güven kazanıp, hazırlık yapmakla işe başlamalıyız. q (M.Araslı)


16

TARİH

İşçilerin Sesi

Ekim 2013/19

Fransa Haziran 36: İşçi sınıfı devrimin kıyısında

J

acques Danos ve Marcel Gibelin’in geçtiğimiz ay yayınlanan “Haziran 36” kitabı, Şubat 1934 ile 30 Kasım 1938 Genel Grevine kadar geçen dönemi ve özellikle de Haziran 1936 Grevlerini konu ediniyor. Danos ve Gibelin, hem siyasal dönemi ve siyasal aktörlerin tutumlarını hem de işkolu ve işyeri ayrıntılarına kadar inen anlatımıyla grevleri ve işçi sınıfının duygularını canlı biçimde anlatıyor. İşçi sınıfı grevlerindeki kararlılığı ve başarı sayesinde “ücretli izin hakkı, 40 saatlik çalışma haftası, çalışanların işyeri temsilcilerini seçme hakkı” kazanmıştı.

“Haziran 36” grevlerine giden yol Wall Street Borsasının 24 Ekim 1929’da çöküşü, borsa kriziyle başlayıp hızla dünya krizine dönüştü. Kitlesel sefalet görüldü. Burjuva hükümetlerin krize karşı buldukları tek çözüm, batan bankaları ve borsayı kurtarmak için kolları sıvamak oldu. Bu öyle bir çözümdü ki, faşist rejimlere ve 10 yıl sonra da (1939) İkinci Dünya Savaşının çıkmasına yol açtı! Fransız işçi hareketinin yeniden yükselişi, faşizm tehlikesinin bilincine varılmasına bağlı olarak gelişti. Fransız işçileri, Almanya ve Avusturya’da işçi sınıfının ezilmesini kendilerine yapılmış ciddi bir uyarı olarak algıladılar. Şubat 1934’te eski askerlerden oluşan örgütler ve Faşist Birliği’nin Bourbon Sarayına yürüyüşleri, ortalığı kasıp kavuran eylemlerinin sonucunda (15 kişi ölmüş ve çok sayıda yaralıya mal olmuştu), hükümetin devrilişi, işçi sınıfının harekete geçirdi. 12 Şubat’ta yapılan grev çağrısına tam katılım oldu. İşçiler işyerlerinden başlayarak işçi milisleri kuruluyordu. İşçi hareketinin faşistlere verdiği sert yanıt, faşist hareketin diğer ülkelerdeki gelişimine benzer sonuçlar doğurmadı. Grevlerde işçilerin taleplerinden biri de “birlik”ti. İşçilerin bu isteğini fırsat bilen Sosyalist Parti (SFİO) ile Komünist Parti (FKP), iktidardan devrilen Radikal Parti ile birlikte 1935 yılında Halk Cephesini kurdular. Öyle ki Radikal Partinin bu cepheye katılımını isteyen FKP oldu ve SFİO’nun taleplerinin bile gerisinde bir programı kabul etmesi için sosyalistleri ikna etti. Nitekim 1936 grevlerinin talepleri bile programda yer almadı. FKP, faşizme karşı “orta sınıfları” da cepheye katma taktiğini ileri sürmüştü. Nisan 1936’da yapılan milletvekili seçimlerini kazanan sosyalist Leon Blum başkanlığındaki Halk Cephesi, grevlerin eşliğinde iktidara gelecek güce ulaşmıştı. Grevler Halk Cephesini iktidara getirdi

ancak bu aynı zaman büyük bir sorumluluk demekti. Radikal Parti’nin ve burjuvazinin Halk Cephesinden beklentisi grevleri sona erdirmesiydi. Ancak işçiler daha yeni başlamıştı. Haziran 36 Grevleri ve fabrika işgalleri Mayıs ayı mücadelelerle geçti. 1 Mayıs gösterilerine katıldığı için işten atılan işçilerin işe geri alınmalarını sağlayan grevlerin ardından, Paris Komününün yıldönümü ve 24 Mayıs 1971 katliamının protestosu gösterilerine 60 bine yakın işçi katıldı. Büyük bir moral kaynağı olan bu gösterinin ardından Renault fabrikasında çalışan 30 bin işçi greve çıktı. Bu grev, fitili ateşledi ve peşinden madenlerde, kimya ve tekstilde; oradan ulaşım sektörüne, büyük mağazalara, bürolara, kuaförlerden kahvehanelere, lokantalara, meyve-sebze hallerine, kamyon şoförlerine aklınıza gelebilecek tüm işyerlerinde grevler sıra sıra başladı. Grevler çoğu zaman fabrika işgallerine dönüştü. Patronlar dehşete düştüler. İşçi sınıfı sakin ve kendine güvenli biçimde fabrikalara, depolara, mağazalara, şantiyelere hakim oldu ve hakimiyetini sakinci korudu. Sermaye örgütleri polisin işçilere müdahale etme önerisini geri çevirme-

sindeki neden ise, 19 yıl önce Rusya’da yaşanan Ekim Devrimiydi. Fransız patronlar, böylesine hızla yayılan grevler ve ardından fabrika işgallerinin Rus Devrimine benzer bir sonuca ulaşmasını önlemek için, polis müdahalesine karşı çıktılar. Sosyalist avukat Leon Blum’un burjuvazi tarafından keşfi işte bu sırada oldu. Patronlar işyerlerinde sendikanın “s”sini bile duymak istemezken, sosyalist liderden yardım istiyor, grevlerin bitmesi için adeta yalvarıyordu. Öyle ki, hükümet kurma çalışmalarının fazla uzamasını beklemeden, Leon Blum’un sendikalarla görüşmesini ve onları ikna etmesini istediler. Halk Cephesi ve Matignon Anlaşması Halk Cephesi Hükümeti, sendikaları ve patronları 7 Haziran akşamı bir araya getirdi. 8 Haziran’da Matignon Anlaşması adıyla bilinen bir anlaşma imzalandı. Patronlar fabrikaların boşaltılması karşılığında sendikal hakları tanıyacaklarını açıkladılar. Ücretlerin artırılmasını ve ücretli izin hakkını kabul ettiler. İmzalanan anlaşmanın ardından sosyalist ve komünist yöneticiler, komünist partili sendikacılar işçileri ikna etmek üzere fabrikalara, işçileri “hizaya sokmaya” gittiler. Ancak işçiler fabrikaları terk etmeye razı değildi. FKP lideri Thorez 11 Haziran tarihli günlük Humanite (İnsanlık) adlı parti gazetesinde “Bir grevi bitirmeyi de bilmek gerekir” diyen bir yazı yazdı. İşçiler ikna olmuyordu. 12 Haziran’da “şuanda her şey mümkün değil” diyordu. FKP, Halk Cephesi politikasıyla “orta

burjuvazi”yi cepheye kattığı gibi, şimdi de büyük sermaye için grevlerin sona erdirilmesi için çaba veriyordu. Adım adım işçiler ikna edilerek her fabrikada ücret artışları ayarlanarak grevlere ve işgallere son verildi. Ve tabii ki bu geri adım, daha önceki işçi ayaklanmalarında olduğu gibi, burjuvaziye gücünü yeniden toparlama ve saldırı anına hazırlanma olanağı da vermiş oldu. Ekonomik kriz etkisini sürdürdüğü için ücret artışları aynı yılın sonuna doğru eridi. İki yıl içinde ise, 40 saatlik iş haftası tartışmaya açıldı ve ücretlerin dondurulması kanunu meclisten geçti. Sonuç olarak, Halk Cephesi’nin politikası, 1936 Grevleriyle yükselişe geçen işçi hareketinin frenlenmesine, durdurulmasına yol açtı. Haziran 36, işçi sınıfının mücadeleleriyle tüm toplumun geleceğini ellerinde tuttuğunu gösteren bir örnek oldu. Kapitalizmi devirmeye yetenekli tek sınıf olduğunu gösterdi. Haziran 36 grevleri çok önemli hakların kazanılmasını mümkün kılmış, ancak işçi sınıfının siyasi örgütleri bu grevleri sonuna kadar götürecek kararlılığı gösterememiştir. İşçi sınıfı iktidarın kıyısına kadar gelir. Geldiği bu kıyıda, onu siyasi iktidarı almaya yöneltecek bir yol göstericiye, bir pusulaya ihtiyacı vardır. Bu pusula olmadığı için, mücadele daha da ileriye taşınamaz. Bu sonuç, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya arzulayan sınıf bilinçli işçilere ve aydınlara neyin eksik olduğunu da ifade ediyor: İşçi sınıfının güvenini kazanan devrimci bir önderliğin inşası. q Seyfi ADALI


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.