E27 haziran 2014

Page 1

Kadınlar hem şiddet uygulayanlarla hem de kurumlarla mücadele ediyor

Taşeron sistemi kaldırılmalı

Mor Çatı, 6284 nolu Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine dair kanunla ilgili izleme raporunu ve uygulamada yaşanan birçok önemli sorunu kamuoyuyla paylaştı. Bu rapor bizlerin hiç de yabancı olmadığı, hayatlarımızın içinden durumları tekrar ortaya koydu. A.Çelik> 5

Taşeron Çalışma biçimi Soma’daki maden cinayetlerinin ardından yeniden tartışılıyor. Hükümet de belirli değişiklikler yapacağına dair açıklamalarda bulundu. Çalışma Bakanı ise, “taşeronu kaldıracağız” bile dedi. Soma’nın ateşi yüksekken söylenen bu sözlerin üzerinden neredeyse iki hafta geçti ve ortada somut bir adım gözükmüyor. Seyfi Adalı> 4

İşçilerin Sesi

İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır

“En dipte tulumba varmış…”

Siz İşçi Öldürmesini İyi Bilirsiniz

Saat 7:30 maden ocağının girişi... Henüz madenden çıkarılamayan işçilerin aileleri, birkaç sandalye üzerinde sessizce bekleşiyorlar. Saat 8 gibi hareketlilik başlıyor. Enerji Bakanı, Sağlık Bakanı ve bir heyet beliriyor. Basına birkaç söz söyleyip ocağa ilerliyorlar. Aileler yerlerinden bile kalkmıyor.

Soma Katliamı’nın üçüncü günü sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Soma Holding A.Ş’nin işlettiği Eynez maden ocağının önündeyiz. Yol boyunca yer kabuğu çatlaklarından dışarıya sızan dumanları ve yanan kömür tepeciklerini gördük. Cumhurbaşkanı Gül gelecek ve koruma orduları her yeri kuşatmaya başladılar. N.Cemal> 9

Oya Öznur> 8

ISSN: 2147-1568 Haziran 2014 / Sayı 27 Fiyatı: 1,5 TL

Üzüntüyü eyleme dönüştüren Somalı işçiler!

Somalı işçiler üzüntülerini ümitsizliğe değil, öfkeye, eyleme dönüştürmeyi bildiler. Birlikte ve kararlı bir mücadelenin nasıl sınıfa ihanet edenleri gerilettiğine şahit oldular. Umut bazen geçmiş başarıları, kazanımları da hatırlamaktır. Somalı işçiler hükümetleri deviren sınıf kardeşlerinin deneyimlerini; Zonguldak madencilerinin mücadelesini de hatırlayacaktır. Banu Paker> 5

Sermayenin saltanatını yıkacağız! Mağdur emekçiler ve yakınlarının katliam karşısında tepki göstermelerine bile tahammül etmemeleri, ölümlere karşı sessiz kalmalarını istemeleri, kaba, kibirli bir yönetici sınıf tavrıdır. Patronların ve yöneticilerin kibri, ekonomik ve siyasi güç sahibi olmalarından, emekçileri “ayaktakımı” olarak görmelerinden

kaynaklanmaktadır. İdeolojik ve sınıfsaldır. Ancak bir diğer nedeni de, işçi sınıfının mücadele düzeyiyle ilgilidir. Yönetici sınıf, işçilerin, direnecek, baş kaldıracak güçten yoksun olduğunu düşünmektedir. İşçiler, kapitalist sınıf ve siyasi iktidara yanıldıklarını göstermelidir. Bunun için ayağa kalkmalı, di-

renmeli ve örgütlenmelidir. Madenleri, tersaneleri, inşaatları ve fabrikaları birer ölüm kuyusu olmaktan çıkarmanın yolu da, ücretli kölelik düzenine ve paranın saltanatına son vererek, kapitalizmi tarihin çöplüğüne göndermenin yolu da buradan geçmektedir.

Gündem>2


2

Haziran 2014/27

İşçilerin Sesi

Biz kimiz? Ne istiyoruz? Ne için mücadele ediyoruz? Bugün dünyaya egemen olan anlayış sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan; ayrımcılıktan uzak yeni bir toplum olmalı, bu da komünizmdir. Rusya'da 1917 Ekim İşçi Devriminden kısa bir süre sonra, Doğu Avrupa, Çin ve Küba'da daha en başından itibaren "işçi sınıfı" ve "komünizm" adına yaşananlar, işçi sınıfının çıkarlarından uzak, bürokratik ve yozlaşmış rejim deneyimleri olmuştur. Bu rejimlerle "işçi demokrasisinin" ve "komünizmin" doğrudan ilgisi yoktur. Komünizm, işçi sınıfı ideolojisidir; onun tarafından ve dünya seviyesinde inşa edilebilir. İşçilerin Sesi Gazetesi, insanlığın kurtuluşu olan komünizmi, kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezme-ezilme ilişkisinden; ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlar. Kürt ulusunun kendi kaderlerini tayin hakkını savunur. İşçilerin Sesi Gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır. İşçilerin Sesi Gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız, demokratik, şeffaf olmalarını savunur. İşçilere ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişecek işçi hareketi eliyle birer işçilerin öz örgütü haline gelmesi için çalışır. İşçilerin Sesi Gazetesi, işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Tüm işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak Enternasyonalist Komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir Komünist Enternasyonalin inşası demektir. İşçilerin Sesi Gazetesi’nin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin, Rosa ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır; Enternasyonalist Komünisttir. İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi Aylık Süreli Siyasi Yayın Tarih: Haziran 2014 Sayı: 27 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı - İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi Kemal C. Sarıoğlu Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Söğütlüçeşme Cad. Tulumbacı Asım Sok. Korular İş Hanı No: 2/48 Kadıköy İstanbul Web: iscilerinsesi.org e-mail: iscilerinsesi@gmail.com

Sermayenin saltanatını yıkacağız! Soma’da 301 maden işçisinin ölümüne yol açan katliam, kader ya da kaza değil, cinayettir. Patronlar ile siyasi iktidarın kolektif cinayetidir. Bu katliamdan, üretim maliyetini en aza indirerek, kârını azamileştirmek isteyen; üretimin yavaşlamaması için gaz ölçüm cihazlarını bile kapattırmaktan çekinmeyen patron ile TKİ’nin maden ocaklarını taşerona devreden ve daha sonra gerekli iş güvenliği denetimlerini yapmayan AKP hükümeti birlikte sorumludur. Kapitalistlerin kâr hırsı ve sermayelerini büyütme arzusu, kamu hizmetlerinin özel sektöre açılmasını ve devlet işletmelerinin özelleştirilmesini getirmektedir. Diğer yanda, işçileri daha fazla sömürerek, üretim maliyetlerini en aza indirmek için taşeron sistemi devreye sokulmaktadır. Türkiye işçi sınıfı tarihinin bu en büyük iş cinayetini mazur göstermek isteyen Başbakan Erdoğan, 150–200 yıl önce bazı ülkelerde meydana gelen işçi cinayetlerine gönderme yaptı. Örnek verdiği işçi katliamları vahşi kapitalizm dönemine aittir. Bugün de ülkemizde vahşi kapitalizm koşulları geçerlidir. Geçtiğimiz yüzyıllarda, devlet, yasa ve patron baskısıyla gerçekleşen vahşi kapitalizm, günümüzde kölece çalışmayı öngören taşeron sistemi biçiminde ortaya çıkmaktadır. O nedenle bugün iş cinayetlerinin artmasının arkasında, esas olarak, kapitalistlerin kâr hırsına bağlı olarak, özelleştirme ve taşeronlaştırma yatmaktadır. Kapitalistlerin kâr hırsı uğruna ölenler “şehit” sayılıyor! Ülkenin çalışma hayatında meydana gelen bu en büyük işçi katliamı karşısında, Başbakan Erdoğan’ın kılı bile kıpırdamadı. Bu ölümlerin işin “fıtratında” olduğunu iddia ederek, “olur böyle vakalar” tutumu takındı. Böylece katliamın siyasi sorumluluğunu üstünden atmaya çalıştı. Daha da ileri giderek, ölen madencileri “şehit” ilan etti. Böylece ölen madencileri “yücelterek”, ailelerini avutmaya, cinayeti gizlemeye çalıştı. Egemen sınıf politikaları gereği yapılan savaşlarda ölenlerin yanı sıra, kapitalistleri daha da zenginleştirmek için çalışırken ölenlere de şehit statüsü verilmiş oldu! Aslında bu yolla, kapitalistlerin kâr hırsı da, vatanın savunması ya da dinin yayılması gibi kutsallaştırılmış oldu. Başbakan Erdoğan, daha önce de, PKK ile çatışmalarda asker ölümlerine tepki gösterenlere,

“askerlik yan gelip yatma yeri değildir” diyerek, ölümlerin doğal olduğunu savunmuştu. Yönetici sınıfa göre, emekçilerin, hükümet politikası gereği çatışma ve savaşlarda, patronların kârı için işyerlerinde ölmeleri gayet doğal ve gereklidir. İşte bunun için her aile en az üç çocuk yapmalı ki, bir yandan ölümler nedeniyle boşalan yerler doldurabilsin, diğer yandan emekçiler ekmek parası için, ölümcül koşullarda çalışmaya razı olsun. Yönetici sınıf “hem suçlu, hem güçlü” Gerek madenin işletmecisi patron, gerekse hükümet üyesi bakanlar, katliamın sorumluluğunu üstlenip gereğini yerine getirmedi. Suçlarını kabul edip, işçilerden ve yakınlarından özür dilemek, istifa etmek şöyle dursun, mağdurlara karşı küstahça bir tutum içine girdiler. Tekme, tokat saldırıp hakaret ettiler. Başbakanlık müşaviri, katliamı protesto eden bir maden işçisini, herkesin gözü önünde tekmelerken, Başbakanın, protestolardan kaçarak sığındığı bakkal dükkânında bir vatandaşı tokatladığı söylendi. İzmir Vali Yardımcısı “aklını kullananlar kurtuldu” diyerek, ölümleri, maden işçilerinin “aptallıklarına” bağladı. Hükümet yardım ekiplerinden önce, binlerce polis ve jandarmayı Soma’ya yığdı. Böylece devletin katliam karşısındaki temel refleksinin, hayat kurtarmak değil, protestocuları bastırmak ve ezmek olduğunu ortaya koydu. Bütün bunlar, yönetici sınıfın fütursuzluğunu göstermektedir. Mağdur emekçiler ve yakınlarının katliam karşısında tepki göstermelerine bile tahammül etmemeleri, ölümlere karşı sessiz kalmalarını istemeleri, kaba, kibirli bir yönetici sınıf tavrıdır. Patronların ve yöneticilerin kibri, ekonomik ve siyasi güç sahibi olmalarından, emekçileri “ayaktakımı” olarak görmelerinden kaynaklanmaktadır. İdeolojik ve sınıfsaldır. Ancak bir diğer nedeni de, işçi sınıfının mücadele düzeyiyle ilgilidir. Yönetici sınıf, işçilerin, direnecek, baş kaldıracak güçten yoksun olduğunu düşünmektedir. İşçiler, kapitalist sınıf ve siyasi iktidara yanıldıklarını göstermelidir. Bunun için ayağa kalkmalı, direnmeli ve örgütlenmelidir. Madenleri, tersaneleri, inşaatları ve fabrikaları birer ölüm kuyusu olmaktan çıkarmanın yolu da, ücretli kölelik düzenine ve paranın saltanatına son vererek, kapitalizmi tarihin çöplüğüne göndermenin yolu da buradan geçmektedir.


Haziran 2014/27

İşçilerin Sesi

3

Hükümetin Soma Vaadleri

Uluslar arası Sendikalar Konfederasyonu’na göre Türkiye yaralanmalı/ölümlü iş kazalarında dünyada 3. sırada bulunuyor. Maden işkolunun özelleştirilmesi sonucu iş yeri güvenliğinde hızlı bir düşüş olduğu, basında çıkan kimi kaynaklarda belirtildiği üzere Soma’da asgari ücret düzeyinde çalışan kayıt dışı işçiler bulunduğu ve olayın meydana geldiği anda 787 işçinin yeraltında tertip edildiği düşünüldüğünde, yaşanan felaketi katliam olarak ifade etmek gerekir. Katliam çünkü, önlem almayı bırakın, bağıra bağıra geliyorum diyen bir felakete karşın, bile bile bu işçiler madenden çıkarılmamış, günlerdir yapılan uyarılar kulak ardı edilmiş. Her şey daha fazla kömür, daha fazla kâr için. Kaza, öngörülemez bir durumdur. Fakat denetimsizlik ve denetimden kaçmanın bir aracı olarak kullanılan taşeron sistemi, işçilere yeterli eğitim ya da donanımı temin etmeyişiyle, işyerindeki çalışanların sağlığı ve iş güvenliğine yönelik önlemlere dikkat etmeyi reddetmesiyle bu felaketi öngörülemez olmaktan çıkarıyor. Hükümet ise, kazanın hemen ertesinde daha madenden dumanlar tüterken Soma Holding’i aklamaya yönelik açıklamalar yaptı. Enerji Bakanı Taner Yıldız, olayın trafo patlaması sonucu ortaya çıktığını ifade ederek kaza süsü vermeye çalıştı ve arkasına aldığı yandaş medyasıyla ölü sayısını düşük gösterebilmek için elinden geleni yaptı. Çalışma Bakanlığı ise madenin en son Mart 2014 de

dahil 2012’den beri 8 kez denetlendiğini ve kanuna uygun olduğunu ifade eden açıklamalar yaparak ölen “işçi kardeşleri”ni değil de firmayı sahiplendiğini açıkça gösterdi. Kendisini yedi düvelin padişahı zanneden R.Tayyip Erdoğan ise bakanları, müşavirleri, askeri, polisi ve koruma ordusuyla katliam yerine geldiğinde Somalı halkın haklı tepkisiyle karşılaştı. Kendine karşı olanı bastırmak için her türlü şiddet aygıtına başvurmaya meyilli olduğunu bildiğimiz

Erdoğan, bu kez kendi ellerini şiddet aygıtına dönüştürmekten geri kalmadı. Erdoğan’ın müşaviri Yusuf Yerkel de boş duşmadı. Tepki veren başka bir vatandaşı yerde insafsızca tekmeleyerek devlet erkanın “büyüklüğü”nü cümle aleme gösterdi. Hükümetle yaptığı istişareler neticesinde katliamdan günler

sonra Soma Holding basın toplantısı yaparak madende kaçış odalarının bulunmadığını söylemek zorunda kaldı ve içeride “8 civarı işçi” kaldığı gibi muğlâk bir ifade ile toplantıyı tamamladı. Sonrası gözyaşı… Peki kader mi? Erdoğan’ın “madenciliğin fıtratında ölüm var” açıklamalarının iz düşümünde Soma’ya acıları paylaşmaya, destek olmaya, hak ve adalet aramaya gelen sivil toplum kuruluşları, meslek odaları, sendika temsilcileri ve avukatlar provokasyonlara tabi tutuldu, darp edilerek gözaltına alındı. Soma, giriş çıkışlarının güvenlik güçleriyle kontrol edilir, fiilen olağanüstü hal ilan edilirken; AKP, ölen işçilerin yakınlarını cüppeli/sarıklı hacı hoca tayfasıyla kuşatma harekâtına girişti. Amaç bu durumun kader, takdiri ilahi olduğunu açıklayarak sorumluları bir kez daha örtbas etmek ve devletin kendilerine sahip çıktığını dualarla geçiştirmek. Öte yandan da hükümet yetkilileri; katliamda hayatını kaybedenlerin yakınlarına bir lütufmuş gibi sunduğu tazminat avansları, kalan aile fertlerine iş verme, askerlikten muaf tutma, vergilendirmeyi erteleme, hatta konut vaadlerinde bulunma gibi yöntemleri de hayata geçirerek sineye çekilebilecek bir durum yaratma çabasına girişti. Yetmedi, ölen işçileri şehit ilan etti. Benzer katliamların, cinayetlerin ve kazaların önüne geçilebilmesi, neoliberal politikaların getirdiği kölelik düzenine karşı sınıfın örgütlü mücadelesi ile mümkündür. İşçi sağlığı ve iş güvenliğinin hiçe sayan patronlar, bu patronları kollayan hükümet ve çalışandan yana tavır almayan, onun özörgütlülüğünü gözetmeyen hükümet yanlısı sendikacılara karşı mücadele etmek gerekir. Sendikal mücadeleyi işçinin öz-örgütü konumuna taşımak ve sınıfın taleplerini ortaya koyan muhalefeti her işkolunda örmek bundan sonrası için en elzem konuların başında gelmektedir. H.Kaya

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 14 Mayıs'ta 3500 polisle Soma'ya gitti. Halkın protestosuyla karşılaştı, halka "ahlaksızlar", "kendini bilmezler" diye seslendi, "biz bunlara gereken cevabı 30 mart'ta verdik" dedi. Soma halkı tarafından RTE'nin aracı tekmelendi ve aynaları kırıldı. Başbakanlık korumaları RTE’nin aracının plakasını çıkarıp sakladılar. Başbakanlık Özel Kalem Müdür Yardımcı Yusuf Yerkel, özel harekât polislerinin yere devirdiği bir maden işçisini defalarca tekmeledi. RTE, kendisini protesto eden Somalı bir vatandaşa “sen bu ülkenin başbakanı'na yuh çekersen tokadı yersin" dedi RTE, kendisini “başbakan istifa” sloganıyla protesto eden Taner Kuruca adlı maden işçisini "niye kaçıyorsun ulan İsrail dölü" diye bağırarak darp etti. Bu sırada AKP Soma teşkilatı Somalılar tarafından yerle bir edildi. 16 mayıs'ta yaptığı basın açıklamasında Hüseyin Çelik, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın tüm dünyada tepki gören görüntülerini yalanladı, başbakanın yumruk attığına dair bir görüntü olmadığını söyledi. Yusuf Yerkel'in ise şiddete maruz kaldığı için 7 günlük rapor aldığını söyledi. Yusuf Yerkel'in, “Başbakanlık Özel Kalem Müdür Yardımcılığı” görevinden alındığı açıklandı. Ancak “Başbakanlık Özel Kalem Müdür Yardımcılığı” gibi bir pozisyonun olmadığı, “Başbakanlık Müşaviri” kadrosuyla çalışan Yusuf Yerkel’in bu görevi sürdürdüğü ortaya çıktı. İş Sağlığı ve Güvenliği Genel Müdürü Kasım Özer, Soma ile ilgili verdiği bir mülakâtta “hiçbir şey maddi kurallarla düzenlenemez ve düzeltilemez. İçine mutlaka inanç duygu ve maneviyat katmanız lazım. Maneviyat dediğim kul hakkı. İşverenin bu işçilere bir zarar gelirse bunun hesabını veremem ben Allah’a demesi lazım” dedi. Soma’da bulunan mezarlıklarda "kardeşlerimizin vefatı bizi müteessir etti. fakat; kazaya rıza, kadere teslim islamiyet'in şiarıdır" yazılı bildiriler dağıtıldı.


4

Haziran 2014/27

İşçilerin Sesi

Taşeron sistemi kaldırılmalı:

Güvenceli iş, kadrolu istihdam için birleşik mücadeleye! Taşeron Çalışma biçimi Soma’daki maden cinayetlerinin ardından yeniden tartışılıyor. Hükümet de belirli değişiklikler yapacağına dair açıklamalarda bulundu. Çalışma Bakanı ise, “taşeronu kaldıracağız” bile dedi. Soma’nın ateşi yüksekken söylenen bu sözlerin üzerinden neredeyse iki hafta geçti ve ortada somut bir adım gözükmüyor. Tek söylenen “kadro verilmeyeceği” oldu ki, onu da Maliye Bakanı net biçimde ifade etti. İş Yasasına girdi, şimdi can alıyor! 2003 yılında yapılan yeni İş Kanununa giren “alt işverenlik”, “katı çalışma ilişkileri”nin esnekleştirilmesini öngörüyordu. Kamu ve özel sektöre, üretim için gerekli olan emek gücünün bir kısmını dışarıdan hizmet satın alarak yapabilme hakkı tanındı. Kamuoyuna da yeni iş sahası yaratılacak diyerek müjdelendi. “Alt işverenlik” olarak bilinen “taşeron” çalışma biçiminin en yaygın olduğu sektörler başlangıçta belediyeler oldu: Temizlik işleri taşerona verildi. Fabrikalarda, okullarda yemekhane,

güvenlik, ulaşım işleri taşerona verildi. Eskiden beri bilinen “götürü” iş ilişkisinin yaşandığı inşaat sektörü taşeronun tavan yaptığı saha oldu. Kimse ses çıkartmadığı için, taşeron çalışma ilişkisi, yasada yer almamasına rağmen, üretim sürecine girdi. Kurumların asıl işleri de taşeronlara verilmeye başlandı. Bu işte de kamu sektörü öncülük yaptı. Hastaneler, karayolları gibi iş alanlarında hızla taşeron şirketler asıl işleri yapmaya başladı. Çalışma yaşamının güvencesiz, esnek, düşük ücrete dayalı, yıllık izin, yemek, servis gibi hakları olmayan; sigortalarının düzensiz ödendiği, kıdem tazminatı hak edecek kadar uzun çalıştırılmayan bir çalışma biçimi ortaya çıktı. Soma’da gördüğümüz üzere 301 işçinin kıyımıyla birlikte, insan yaşamının yok sayıldığı ve yalnızca kamunun veya özelin kâr etmesine, üretimin artırılmasına dayanan çalışma biçimi ortaya çıktı. Adı değişse de kendi devam edecek Taşeron çalışma sistemi, kamu ve

özel sermayenin yeni “birikim rejimi”ni; bu rejimin “çalışma ilişkisini” temsil etmektedir. Dolayısıyla, hükümet yetkililerinin ifade ettiği gibi, öyle kolayca kaldırabilecekleri bir çalışma ilişkisi değildir. Kuşkusuz, belirli sınırlamalar, geçici önlemler alınarak kamuoyunun sakinleştirilmesine gidilebilir. Ancak, sermayenin genel dünya krizi içinde, azalan kâr oranlarını koruyabilmesinin tek yolu, işçi maliyetlerini mümkün olan en alt düzeye çekmeyi gerektiriyor. Bunun mümkün olabilmesi içinse, esnek, güvencesiz, sosyal haklardan budanmış, çıplak asgari ücrete çalıştırılacak iş ilişkisinin kurulmasıdır. Taşeronun sisteminin adı değişebilir; nitekim inşaatlarda “götürü iş verme”, madenlerde “rödövans sistemi, dayıbaşıcılık”, fabrikalarda “yevmiyeci, gündelikçi” olabilir… Taşeron sisteminin yerini Özel İstihdam Büroları alabilir. Hükümet ve sermaye çevrelerinde bunun adı “Güvenceli Esneklik”tir. Dolayısıyla, sermayenin birikim rejimi gereği, iş ilişkisinin esnekliğine ve güvencesizliğine dokunulmayacağı apaçıktır. Maliye Bakanı Mehmet Şim-

şek “kadro yok” diyerek bunu peşin peşin belirtmiştir. Kamuda çalışan taşeron işçilerinin yıllardır bekledikleri, uğrunda mücadele ettikleri, hatta iş müfettiş raporları ve iş mahkemesi kararlarıyla “işyerinin asıl işçisi” olduklarını ispat ettikleri halde, bu işçilere kadro verilmemektedir. Karayollarında, hastanelerde kazanılmış sayısız karara rağmen, işçiler kadrolu işçilerin haklarından bile yararlandırılmamaktadır. Taşeron sisteminin faturayı işçi sınıfına çıkarttığını toplu işçi kıyımıyla bir kez daha gördüğümüz şu günlerde, taşeron işçileri hakları olan kadrolu, güvenceli iş, iş güvencesi, yeterli ücret talepleri için, kamu-özel ayrımı yapmadan örgütlenmeli, hükümete ve sermayeye “taşeronu kaldırın” isteklerini dayatmalıdır. Soma işçisi bu doğrultuda kimi adımlar attığını basından öğreniyoruz. Sıra diğer taşeron işçilerinin hem Soma işçileriyle dayanışmasında hem de hep birlikte, kamuoyu da hazır işçilerden yana iken, taşeron sisteminin kaldırılması için kararlı, kitlesel mücadelelere girişilmesindedir. Seyfi Adalı

İşçi sağlığı ve iş güvenliği masalı Türkiye’de son çıkarılan İş Güvenliği Mevzuatı sadece yasal bir prosedür olarak bulunuyor. Özel kurumlarda 2014 yılında, kamu kurumlarında ise 2016 yılında yürürlüğe girecek olan mevzuatı ne denetleyen var ne de uygulayan var. Türkiye’de madenlerde yaşanan iş kazaları ne istisna ne de tesadüftür. Türkiye’de, özel sektörün madencilik sektöründeki payının artması ile birlikte, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin alınmadığı, kuralsız çalışma koşullarının egemen olduğu ve sendikalaşmanın engellendiği bir çalışma ortamı ortaya çıkmıştır. İşverenler, gerekli işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerini almadığı gibi, bu önlemlerin alınıp alınmadığını ve uygulanıp uygulanmadığını denetlemekle ve gerektiğinde yaptırım uygulamakla sorumlu olanlar da, görevlerini gereği gibi yerine getirmemektedir. En önemlisi de siyasi iktidarlar, işverenleri, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri almaya zorlayacak bir siyasi iradeyi hiçbir zaman göstermemiş; iş kazalarına göz yummuştur. Madencilik

sektörü iş kazası riskinin fazla olduğu bir sektör olmakla birlikte, iş kazaları kaçınılmaz ya da önlenemez değildir. Gerekli önlemler alındığı takdirde, önlenemeyecek iş kazası yoktur. AKP hükümetinin yetkilileri, yaptıkları açıklamalarda “bu tür kazalar dünyanın her yerinde oluyor” diyerek, iş kazalarına dünyadan örnekler vererek, Türkiye’deki iş cinayetlerini meşrulaştırmaya çalışıyor. Diğer bir deyişle, “dünyada kapitalist sistemin işlemesi, gelişmesi için işçiler ölüyorsa, benim ülkemde de, sistemin sürmesi için, işçilerin ölmesi normaldir” diyor. Başbakan ve bakanlar açıklamalarında hala Soma şirketini koruyorlar. AKP hükümeti, zaman zaman bazı siyasi konularda kimi patronlarla ters düşse de (TÜSİAD), sorun kapitalist sisteme hizmet olunca, hükümet ve patronlar, işçi haklarını tırpanlamada beraber hareket ediyorlar. İş kazalarında işveren birinci dereceden sorumludur. Normalde her işyerinde, çalışan sayısına ve iş koluna bağlı olarak, yeteri kadar iş güvenliği

uzmanı ve hekim bulundurma zorunluluğu vardır. Ama patronlar, iş güvenliği tedbirleri üretim maliyetini arttırdığı gerekçesiyle, güvenlik tedbirlerindeki eksikliğe uzmanın göz yummasını isteyebiliyor; çünkü işveren aynı zamanda iş güvenliği uzmanının da patronudur. 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu daha doğru düzgün yürürlüğe girmeden kuşa çevrildi. Çok tehlikeli iş yerlerinde görev yapan A sınıfı iş güvenliği uzmanlarının (madenler çok tehlikeli sınıfındadır) sayısı yetersiz kalınca, hayatında bir gün bile C sınıfı iş güvenliği uzmanı olarak çalışmamış kimselerden SGK kayıtları uygun olanlar, çok basit bir sınavla, A sınıfı iş güvenliği uzmanı oldular. İşin hazin taraflarından biri de, bu uzmanların lisans mezuniyet uzmanlık alanlarına bakılmaksızın, sadece iş güvenliği uzmanlık derecelerine göre (A,B,C) her alanda görev yapabiliyor olması. Örneğin FenEdebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü mezunu, A sınıfı iş güvenliği uzmanı madende çalışabilir. Bu, sorunun sadece bir kısmı. Neymiş, denetlemeler tammış.

Külahıma anlatın o denetlemeleri… Devlet ve sermaye sistemi, emekçilerin ve ezilenlerin gazını almayı iyi bilir. Soma’da, devlet eliyle yapılan katliamda ölen emekçiler için, “şehit” dediler; yani bu olayı katliam olmaktan çıkarıp, toplum nezdinde yücelterek, olayın perde arkasındaki gerçeği görmemizin önüne geçmek istiyorlar. Kapitalist devlet, yıllar boyu, sistemin sürdürülebilmesi için, emekçileri, Alevileri, Kürtleri vb hep katletti. Emekçilere, “ölüm bu mesleğinin fıtratında var” diyorlar. Kürtleri katlederken, “onlar kaçakçılık yaptı, teröristtirler” dediler. Alevilere yapılan katliamda ise, “onlar zaten dinsiz” demişlerdi. Devletin ve hükümetlerin değişmeyen tutumu, sermayeyi korumak ve kapitalistlerin karlarını artırmak uğruna, emekçilere, Kürtlere, Alevilere katliamı layık görmek olacaktır. Bu yüzden, emekçiler, Kürtler, Aleviler ve devlet tarafından ötekileştirenler, siyasi iktidara karşı ortak paydada birleşip, mücadele etmelidirler. Ö.Tekin


Haziran 2014/27

İşçilerin Sesi

5

Üzüntüyü eyleme dönüştüren Somalı işçiler! Somalı işçiler, hükümetin yaraları sözde sarmak üzere teklif ettiği paranın, utanmazca ileri sürdüğü “301” konut sus payının ve sendikacıların “mecbur çalışacaklar” lafının ne anlama geldiğini iyi biliyor. 301 işçinin madende iş cinayetine kurban gitmesinin ardından, medya “sarı sendika”ların varlığını fark etti! 1989 yılından beri madencilik sektöründe profesyonel sendikacılık yapan Türkiye Maden-İş Sendikası Genel Başkanı Nurettin Akçul yaşanan katliamın ardından “sensör eksikliği”ni ilk defa duyduğunu pişkince söyleyebiliyor. Soma Madencilik’in Ocağında 2902 üyesi bulunan bir sendikanın başkanı, olmazsa olmaz bir güvenlik tedbirinden habersizmiş! Bu yetmiyor! Maden işçileri için “Mecbur çalışacaklar!” diyebiliyor. Türkiye Maden-İş Sendikası Başkanının durumu buyken, bağlı olduğu konfederasyon yani Türk-İş ise “eylem”ini yaşanan facia karşısında “3 dakika”lık iş bırakma kararına gelen tepkiler üzerine bir günlük iş bırakmayla savuşturuyor. Gerek AKP hükümetine, gerek ser-

mayeye gerekse yıllardır oturdukları koltuktan inmeyen sendika bürokratlarına en güzel ve etkili cevabı Somalı maden işçileri verdi. Sayıları başta 100150 olan işçiler gün içinde bine ulaşarak, polisin baskısına direnerek Türkiye Maden-İş Ege Şubesinin önünde kararlı bir eylem yaptılar. Dayıbaşlarının 26 mayıs Pazar akşamı işbaşı yapmalarını bildiren smslerin de etkisiyle hareket geçen işçiler, iş güvenliği sağlanana kadar madenlere inmeyeceklerini ilan ettiler. Bununla da kalmadılar, topluca sendikalarından istifa edip DİSK’e bağlı Dev Maden Sen’e geçeceklerini “Katiller dışarı”, “Yönetim istifa” sloganlarıyla ifade ettiler. Ege Şube Başkanını konuşturmadılar. Şube başkanı dahil beş kişilik yönetim işçilerin kararlı öfkesinin sonucunda istifa etmek durumunda kaldı. Somalı işçiler sadece sendika yönetimini defetmekle kalmadı aslında son 30 yıldır sistemli bir şekilde işçi sınıfına dayatılan özelleştirme-taşeronlaştırma politikasına karşı da isyan hakkını kullandı. İş sağlığı ve işçi güvenliği un ufak hale gelip parçalandıysa, ölüm-

lere yol açtıysa taşeronlaştırma siyaseti baş sorumludur. Somalı işçiler, hükümetin yaralarını sözde sarmak üzere teklif ettiği paranın; utanmazca ileri sürdüğü “301” konut sus payının ve sendikacıların “mecbur çalışacaklar” lafının ne anlama geldiğini iyi biliyor. Bu nedenle Somalı madenciler sadece katliamın suç ortağı sendikacıları hedef almadı aynı zamanda kaymakamlık binası önünde oturma eylemi yaparak madenlerin kamulaştırılmasını talep etti. Haklılar! Madenler derhal işçi denetiminde tazminatsız kamulaştırılmalı, taşeron çalışmaya derhal son verilmeli! Kuşkusuz DİSK’e bağlı Dev Maden Sen, Somalı işçilere güvence vermiş ve mücadelenin büyümesinde etkili olmuştur. Ancak 25 mayıs Pazar günü Kadıköy’de “Taşeron ölüm demektir. Yasaklansın” başlıklı mitinge DİSK’in cılız katılımı düşündürücüdür. Toplumsal muhalefetin güçsüzlüğünü bir yana koyarsak, taşeronlaştırma 30 yıllık geçmişine rağmen, DİSK de bugüne kadar ana hedefine bu mücadeleyi gerçek manada koymamıştır.

Somalı işçiler üzüntülerini ümitsizliğe değil, öfkeye, eyleme dönüştürmeyi bildiler. Birlikte ve kararlı bir mücadelenin nasıl sınıfa ihanet edenleri gerilettiğine şahit oldular. Umut bazen geçmiş başarıları, kazanımları da hatırlamaktır. Somalı işçiler hükümetleri deviren sınıf kardeşlerinin deneyimlerini; Zonguldak madencilerinin mücadelesini de hatırlayacaktır. Zonguldak işçisi, 1990-1991 yıllarından bugünü görebilmişti. Özelleştirmenin mimarı Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığa kaçışını görmüş ve tepkisini büyük bir yaratıcılık göstererek haykırmıştı: “Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı”. Şu günlerde de Tayyip Erdoğan tıpkı Özal gibi Cumhurbaşkanlığına kaçmanın hazırlığında. Somalı işçiler, Zonguldaklı işçilerin bıraktığı mücadele bayrağını devralabilir ve bu kez başbakan Tayyip Erdoğan’a kaçacak delik bırakmayabilir! Soma işçisi isyanında haklıdır ve yalnız değildir! Banu Paker

Kadınlar hem şiddet uygulayanlarla hem de kurumlarla mücadele ediyor Geçtiğimiz günlerde Mor Çatı, 6284 nolu Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine dair kanunla ilgili izleme raporunu ve uygulamada yaşanan birçok önemli sorunu kamuoyuyla paylaştı. Bu rapor bizlerin hiç de yabancı olmadığı, hayatlarımızın içinden durumları tekrar ortaya koydu. Başat olarak, yasa şiddeti geniş tanımlıyor, ancak yasa uygulayıcılar hala fiziksel şiddet dışındaki şiddet biçimlerini risk kapsamında görmüyor. Bu nedenle, psikolojik, cinsel vb. şiddet biçimlerini yaşayan kadınlar yasadan yararlanamayabiliyorlar. Zaten fiziksel şiddetle ilgili başvurularda da, görevli personel erkek şiddetini toplumsal sorun olarak görmediğinden, şikâyetleri göz ardı ediyor. Birçok kadın, karakolda arabuluculuk yapılıp, şiddet uygulayanla tekrar bir araya getirilmeye çalışılıyor. Ayrıca kadınların şiddete uğradığına dair "delil" sunması isteniyor. Şiddete maruz kaldığına dair delil sunamayan kadınlar, koruma tedbiri veya evden uzaklaştırma vb. kararlardan daha kısa

süreli olarak faydalanıyor ya da hiç faydalanamıyor. Bu raporun sunumuna kadar, kadınların şiddet şikâyeti üzerine alınmış 185.215 tedbir kararı var. Bu karara uymadığı için hapis cezası verilen kişi sayısı 2917. Aradaki fark, şiddet uygulayanların karara uymasından değil. Maalesef birçok ihlal cezalandırılmıyor. Bu da, şiddetin uygulanmasında caydırıcı olması gereken cezanın, şiddetin devam etmesinde neredeyse teşvik edici olduğunu ortaya koyuyor. Eril zihniyet, “nasılsa şiddet uygulayınca, tedbir kararı ihlal edilince bir şey olmuyor” diyor ve devam ediyor. Hayati bir diğer konu da şiddet gördüğü kişi(ler)den kaçan, saklanan kadın ve çocukların güvenliği için gizliliğin sağlanması. Kanuna göre, kadın ve çocukların can güvenlikleri söz konusu olduğunda, tüm resmi bilgilerinin gizli tutulması gerekir. Ama Milli Eğitim Bakanlığı "gizli kayıt" sistemini işletmiyor. Şiddet uygulayan erkekler, çocuklarının yeni kayıt yaptırdığı okullara ulaşabiliyor. SGK kayıtlarının gizlenmesinde de sorunlar var. Kadınlar işe

girdiğinde, SGK kayıtları gizlenmediği için, şiddet uygulayan tarafından çok çabuk bulunabiliyor. Bu durumda kadınlar, çoğunlukla sigortasız işlerde, güvencesiz olarak çalışmak zorunda kalıyor. Gizli kayıt yapıldığı halde, hastane randevu sisteminden faydalandığı için, şiddet uygulayan tarafından yaşadığı yer tespit edilen kadınlar var. Eksik bir diğer nokta da, Şiddet Önleme Merkezlerinin(ŞÖNİM) sayıca çok az ve hizmetin yeterli olmaması. Sembolik sayıdaki ŞÖNİM, kadınlara yeterli sayıda sığınak, nakdi destek, kreş desteği, mesleki eğitim desteği, iş bulma desteği sağlamakta yetersiz kalıyor. ŞÖNİM'lere başvuran kadınların, sığınmak için karakola, hukuki destek için Baroya, nakdi yardımlar için mülki amirliğe, iş bulmak için İŞKUR'a yönlendirildiği ve bu yönlendirmelerin de sistemli yapılmadığı, kadınların yasal haklarını kullanabilmek için nasıl kurumdan kuruma gezmek zorunda bırakıldıkları acı bir gerçek. Şiddet gören kadınların korunması için alınan bir başka tedbir de kimlik

ve diğer bilgilerinin değiştirilmesi. Kanun yürürlüğe 20 Mart 2012’te girdi ve şimdiye kadar 123 kadının kimlik bilgi ve belgeleri değişti. Ancak, kimlik değişimine ihtiyaç duyulmadan, kadın ve çocukların korunabileceği mekanizmaların bir an önce devreye girmesi gerekli. Yasanın uygulanmasındaki sorunların tümü, yasa yapımı sürecinde kadın örgütlerinin dile getirdiği noktalar. Bu süreçte kadın hakları için mücadele eden kadın örgütleriyle görüşen ve fikir alan mekanizmalar bizde yok. Büyüklerimiz (devlet) her zamanki gibi bizim için en iyisini düşünememiş. Kamuoyu baskısından ve AB ödevi olarak zorunlu olarak yapılan yasa da kadını ancak bu kadar koruyabilir. Korumak bir yana, şiddet gören çoğu kadın, erkek egemen zihniyetin hâkim olduğu toplumumuzda ve kurumlarımızda, bu süreçte yıldırılarak pes etmek zorunda kalıyor. Kadınlar hem şiddet uygulayanlarla hem de kurumlarla mücadele ediyor. A.Çelik


6

Haziran 2014/27

İşçilerin Sesi

Okmeydanı’nda devlet terörü yaşandı

Uzun zamandan beri Okmeydanı’na yönelik polis baskısının giderek arttığı mahalleli tarafından da hissediliyordu. 22 Mayıs günü Okmeydanı Şark Kahvesi civarında toplanan 10-15 kişilik öğrenci grubu, “Soma” ve “Berkin Elvan” için slogan atıp, protesto yürüyüşü yapmak istediler. Polis yine pervasızca davrandı ve gösteri yapanlara saldırdı. Gösteri yapanların karşılık vermesinden sonra, polisin gaz ve TOMA araçlarıyla saldırması sonucunda göstericiler sokak aralarına dağıldı. Sokak aralarında göstericileri zırhlı araçlarla kovalayan polisler, aynı zamanda rast gele sağa sola silahla ateş ediyorlardı. Bu pervasızca saldırının sonucunda, polis kurşunu Uğur Kurt’a isabet etti. Uğur Kurt, polisin serseri kurşunundan habersizdi. Uğur, polisin rastgele sağa sola ateş açacağını nerden bilecekti? Oysa başbakan, Uğur’un Cemevi’nin avlusunda, hiçbir şeyden habersiz yatan cesedi için “Ne yani polis eli kolu bağlı mı

duracak. Nasıl sabrediyorlar anlamıyorum” diyecekti. Polis şiddetinin mahallede nasıl pervasızlaştığına mahalleliyi nasıl taciz ettiğine dair son bir örnek daha yaşandı ve Ayhan Yılmaz da hayatını kaybetti. Mahalleli olarak polis terörünü ve hükümetin saldırgan siyasetini kınıyoruz. Provokasyon Girişimlerinin Nedenleri Başbakanın Uğur Kurt’un cansız bedeni için sarf ettiği akıl almaz sözleri, sadece mahalleli için değil, hükümete muhalif tüm güçlere yönelik bir gözdağı olarak anlaşılmalıdır. Mahalle sakinleri hem polise, hem de başbakana gereken cevabı mahallesine ve öldürülen insanlarına sahip çıkarak gösterdi. İnanıyoruz ki, bundan sonra da göstermeye devam edecektir. Okmeydanı seçilmiş bir yerdir. Bu bölge kentsel dönüşüm alanı içindedir. Halk bilinçli ve tepki veren özellikleri sebebiyle kolay lokma olmadığını çeşitli defalar

gösterdi. Bu yüzden bu bölgede provokasyonlar yaşanıyor. İnsanları ürkütüp kaçırtmak istiyorlar. Diğer yandan, Soma’nın altında kalan hükümet gündem değiştirmek istiyor. Başbakan, “301 şehidimizin acısı tazeyken sustuk. Kan kustuk, kızılcık şerbeti içtik dedik. Ama kimse kusura bakmasın daha fazla susacak değiliz.” dedi. Yani polisin rast gele sağ sola silahla ateş açmasını ve bunun sonucunda bir yurttaşın vurulmasını meşru göstermeye çalışıyor. Bir diğer nokta ise, Berkin Elvan’dan itibaren, Gezi ile özdeşleşen her şeyi polisiye vaka haline getirerek, Gezi İsyanının yıldönümünde, hareketi marjinallize edip, kitleselliğini gölgelemek istiyor. Hiçbir yerde güvende değiliz AKP hükümeti, belli ki dünyadan tecrit edildiği oranda ülke içinde saldırganlaşıyor, pervasızlaşıyor. Kendini ifade etmek isteyenlere oluşturduğu polis gücüyle saldırmaktan belli ki haz almaktadır. Yapılan demokratik içerikli eylemlere dahi tahammül edemeyen bir başbakan, bir hükümet var karşımızda. Bundan dolayı da yapılan eylemleri veya gösterileri kendisine yönelik saldırı olarak algılıyor başbakan. Gezi eylemlerinde polisin attığı gaz kapsülüyle yaşamını yitiren 15 yaşındaki Berkin Elvan ilk değildi. Bugün de Uğur Kurt’un aynı saldırganlar tarafından hayatını yitirmesi de tesadüf değildir. Cenazesine giden birinin can güvenliğinin olmadığı gibi, Soma’daki katliama kurban giden işçilerin de iş güvenlikleri kâr hırsına kurban edilmişti. Tabii ki bunların siyasi sorumlusu hükümettir. Hükümet,

ülkenin her alanında terör estirmeye devam ettiği sürece, hiç birimizin can güvenliği olmayacaktır. Bu abluka dağıtılacak Hükümetin ve polisin mahalleye yönelik ablukası ve saldırısına karşıda mahalle halkı yaşanan olaylara karşı gün boyu tepki gösterdi. Kitlesel yürüyüşler yaptı. Mahallede esnaf kepenk kapattı. Yürüyüşlerde “katil polis mahalleden defol”, “hırsız, katil A-K-P”, “katil devlet hesap verecek”, “gün gelecek devran dönecek AKP halka hesap verecek” vb. sloganlar atıldı. 23 Mayıs günü Uğur Kurt’un cenazesi memleketine defnedilmesi için saat 18.00’de Okmeydanı Cemevi’ne kitlesel bir katılımla sloganlarla uğurlandı. Cenazenin memleketine uğurlanmasından sonra, Cemevi yetkilileri 25 Mayıs’taki Şişli’de yapılacak olan mitinge çağrıda bulundu. Şişli’de devlet terörü protesto edildi Alevi derneklerin öncülüğünde ve siyasi partilerin, grupların ve köy derneklerin katılımıyla Okmeydanı’nda polis kurşunuyla yaşamlarını yitirenleri anmak için düzenlenen “Artık Yeter” mitingine binlerce kişi katıldı. Kitle hükümete öfkeliydi. Şişli Meydanı’nda toplanan kitle Osmanbey’e kadar yürüdü. Yapılan basın açıklamasıyla hükümetin ve polisin estirdiği terör kınandı. Gezi direnişinde hayatını polis kurşunlarıyla yitirenler anıldı, isimleri tek tek okundu. Basın açıklamasının okunmasından sonra miting sona erdi. Polisin müdahale etmediği miting olaysız bitti. İşçilerin Sesi Okmeydanı okurları

Eğitim Sen’de sadece ittifaklar değişti! KESK’in en çok üyeye sahip sendikası Eğitim Sen’in Genel Kurulu, şube kongrelerinde belli olan Yurtsever Emekçiler'in, (YE, BDP), HDP içinde ittifak ettiği siyasi grupları, sendika genel merkezlerine taşıma siyasetine uygun bir şekilde sonuçlandı. Genel kurul öncesinde tüzük kurultayı gerçekleşti. KESK’in bütün sendikalarında daralma ve sendikal etkinliğinin zayıflaması söz konusu. Eğitim Sen özelinde tüzük kurultayı, sendikal sorunlara çözüm yolunda bir imkan olabilirdi. Yapılan tartışmalar ve oylamalar sonucunda (siyasi gruplar ittifak durumlarına göre oy kullandılar), şubelerde ve işyerlerinde Eğitim Sen Kadın Meclisleri oluşturulması, disiplin, denetleme gibi üst kurullarda ve yürütme kurullarında yüzde 40 kadın kotasının konulması

gibi, kadın sorunu açısından önemli değişikliler gerçekleşti. Buna karşılık, “doğrudan seçim” ilkesi YE ittifakının karşı çıkması üzerine kabul edilmedi. Büyük bir süpriz değildi. Çünkü bugün “doğrudan seçim” ilkesini savunan siyasetler (örneğin ÖDP vb.), geçmişte YE ile ittifak yaparak sendika yönetimlerine geldiği için, bu ilkeyi savunmuyordu. YE açısından da ilkenin savunulması mümkün değildir, KESK’in başından beri siyasi pazarlıklarla yönetimler belirlendiği için, “doğrudan seçim”, bu siyasete zarar verebilir, en azından şube yönetimlerine üyelerin isteği doğrultusunda adaylar girebilirler. Genel Kurul tartışmalı ve karşılıklı eleştirilerle geçti. Gerçek de, genel merkez yöneticilerinin belirleneceği seçime kadar, ortamın ısıtılmasına hizmet etti.

Eğitim Sen Genel Kurulu’nun son gününde yeni yönetimi belirleyecek seçim yapıldı. 538 delegenin 309’unun oyunu alan YE-EMEP oluşan HDP bloğu ile Sendikal birlik ittifakı şeçimi kazandı (blok bir kadın yürütme üyesini içinden çıkaramayınca, ESP'den almak zorunda kaldı!). Geçen dönem Yürütmede olan ÖDP, Halk Evleri ve Halk Cephesi, yönetim dışında kaldılar. Eğitim Sen yönetimine üç kişi ile katılan YE, gelebilecek eleştirileri ve sonuçlarını dengelemek adına, sendika için çok küçük bir delege desteğine sahip olan Sendikal Birlik’ten yönetime giren kişiyi, Genel başkan olarak “atadı”. Sendikal Birlik sendika içinde, Türk milliyetçisi ve ulusalcı zihniyetteki CHP’li eğilimli üyeleri temsil eden bir gruptur. Geçmişte, Eğitim Sen’in “anadilde eğitim hakkını” savunması üzerine,

sendikadan ayrılıp Eğitim-İş kurulması gibi bir deneyim söz konusu olduğu için, YE’nin kendisine yönelecek eleştilere karşı bunu tedbir olarak yaptığı anlaşılıyor. YE’nin, KESK yönetimleri belirleyici bir gücü ulaştığı için onu eleştirmek anlamsızdır. Sendikal yaklaşımını ve taktiklerini pragmatist bulabiliriz. YE’nin sendikal alana ilişkin yaklaşımı ve siyaseti, verdiği siyasi mücadele nin ihtiyaçlarına göre belirleniyor ve değişiyor. Mesele sendikal alanda sözde iddialı olan KESK içindeki siyasetlerin, kendi program ve mücadeleleriyle değil, YE ile ittifak yaparak yönetimlere gelmeyi alışkanlık haline getirmelerindedir. Bu yaklaşımları değişmediği müddetçe, sendikal mücadelede yardımcı oyuncu rolü oynamaktan kurtulamayacaklar. Kaya İlhan


Haziran 2014/27

İşçilerin Sesi

7

Barzani AKP’nin tetikçiliğini yapıyor

Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimini fiilen gasp etmiş bulunan KDP, AKP iktidarı ile stratejik ortaklık içinde. KDP lideri ve Bölgesel Yönetim Başkanı Mesut Barzani, yerel seçimlerden bir süre önce Diyarbakır’a gelip, AKP mitinginde Başbakan Erdoğan ile birlikte boy göstermişti. Bu tavır, KDP’nin AKP’ye desteğinin somut göstergesiydi. Daha sonra, Türkiye ile eş zamanlı olarak, Rojava sınırına hendekler kazarak, PKK’nin etkisi altındaki Suriye Kürtlerini kuşatıp, yalnızlaştırmayı hedefledi. Son olarak, geçtiğimiz günlerde, PKK’ye yakınlığı ile bilinen Kürt kurumlarının Güney Kürdistan’daki bürolarına baskınlar düzenleyerek onlarca kişiyi tu-

tukladı, büroları kapattı. Tabii bu arada, Irak merkezi yönetiminin onayı dışında, Kürt petrolünün Türkiye’ye pompalandığını ve burada depolanarak, uluslar arası pazarlara satılmaya başlandığını vurgulamak gerekir. Bütün bunlar, KDP yönetimi ile AKP iktidarının ekonomik ve siyasi çıkar birliği içinde olduğunu gösteriyor. Bu çıkar birliği, AKP açısından, PKK’yi kuşatıp zayıflatmak ve Güney Kürdistan’ı sömürgeleştirmek biçiminde yansırken, KDP için, hem ekonomik çıkar elde etmek hem de Türkiye hükümetine dayanarak, tüm Kürtlerin liderliğine soyunmak olarak açıklanabilir. Ancak, bu politika,

PKK ve Suriye Kürtlerinin yanı sıra, Irak Kürtlerinin de önemli bir kesiminin tepkisini çekmektedir. KDP’nin, AKP işbirlikçisi politikası, Kürtlerin birliğini sabote etmektedir. Kürtler, Irak seçimlerinin kazananı mı, kaybedeni mi? KDP’nin yayın organlarına göre, Kürtler, Irak seçimlerinden kazançlı çıkmıştır, çünkü parlamentodaki temsilci sayıları artmıştır. Son seçimlerde 328 üyeli Irak Parlamentosunda, Kürtler 65 sandalyeye sahip olmuş, geçen seçimlere göre sandalyelerini arttırmışlardır. Ancak bu, olayın bir yüzüdür. Diğer yüzünde ise Kürtlerin bölünmüşlüğü ve KDP’nin sandalye kaybı vardır. Önceki seçimlere Kürtler, ortak Kürdistan Listesi ile girmişken, bu defa her Kürt partisi, kendi adaylarıyla ve listesi ile seçime katılmıştır. Bu, Kürtlerin, Irak politikasında ve merkezi yönetime karşı her zaman birlikte hareket etmeyeceklerinin göstergesidir. İkinci olarak, seçimlerin sonucunda, KDP geriler, 31 olan sandalye sayısı 25’e düşerken, Irak içinde birlikçi politika izleyen Talabani’nin KYB’si 14 olan sandalyesini 21’e çıkarmıştır. Kürdistan ve dolayısıyla Irak politikasında silindiği düşünülen bu parti, Kerkük gibi stratejik önemi büyük ve tartışmalı bir ilde birinci

parti olmuştur. Bu sonuçlar, KDP için bir sinyaldir. KDP’nin kendi dar çıkarlarını merkeze alan politikası, hem Kürtler hem de bir arada yaşadığı halklar tarafından onaylanmamakta, bu parti, kitle desteği azalarak, yalnızlaşmaktadır. “Kılavuzu karga olanın burnu boktan kurtulmaz” AKP’nin temel dış politika stratejisi, bir uluslar arası gücü (ABD emperyalizmi) kaldıraç olarak kullanarak, bölgesel güç olmak idi. Ancak bu politika işlemedi. Türkiye, başta Suriye ve Mısır olmak üzere, bölgeye dönük politikalarında başarısız oldu. Bunun sonucu olarak, hem bölge ülkelerinden tecrit oldu hem de batılı emperyalistlerin artan bir şekilde tenkidine maruz kaldı. Şimdi benzer bir politikayı KDP izlemektedir. AKP gibi uluslar arası arenada saygınlığını yitirmiş bir siyasi güce dayanarak, siyasi ve ekonomik çıkar elde etmeye çalışmaktadır. Kaybedeceği, “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olacağı “ kesindir. Yalnızlaşmış iki gücün birlikteliğinden olumlu sonuç çıkmaz. Bölgedeki ateşi daha da büyütecek, anlaşmazlıkları ve çatışmaları körükleyici, provokatif politikalar çıkar. Aykut Özer

Lice’de Kalekol yapımına karşı direniş sürüyor

Diyarbakır'ın Lice ilçesine yapılmak istenen Kalekol inşaatına karşı başlatılan direniş günlerdir devam ediyor. Halk, Lice’de kalekol inşa-

atlarının durdurulması, askeri yığınaklara ve operasyonlara son verilmesi talepleriyle eylemlere başladı. 25 Mayıs’ta başlayan eylemler, ku-

rulan çadırlarda nöbet tutularak sürüyor. Halka karşı, askerler tarafından tazyikli su ve biber gazıyla müdahale ediliyor. İlçede olağanüstü hal görüntüleri yaşanıyor. Diyarbakır'ın Muş, Bingöl, Kulp ve Lice bağlantısını sağlayan karayolu günlerdir ulaşıma kapalı. Askerler tarafından arama noktaları oluşturuldu ve kimlik kontrolü yapılmak üzere araçların geçişine izin verilmiyor. Lice Belediyesi Eş Başkanı Harun Ertuş “Lice halkı bir haftadır ayakta. Lice’nin her noktasında sıkıyönetimi aratmayacak görüntüler var.” derken, Türkiye Barış Meclisi Diyarbakır Girişimi Sözcüsü Şemsettin Koç “Bölge halkı tarih boyunca karakolda işkence

gördü. Şimdi yeni kalekollar, karakollar istemiyor.” dedi. 2009'da koyunlarını otlatmaya çıkan 14 yaşındaki Ceylan Önkol kalekoldan ateşlenen havan mermisiyle parçalanıp ölmüştü. Lice’de 28 Haziran 2013’te Kalecik jandarma Karakolu yanındaki kalekol inşaatını protesto sırasında askerlerin kitlenin üzerine ateş açması sonucu Medeni Yıldırım hayatını kaybetmişti. Lice’ye yapılmak istenen Karakol değil, Kalekol adıyla TOKİ tarafından sınır boylarına yaptırılan TSK kontrolünde sınır karakoludur. İşçilerin Sesi Haber


8

Haziran 2014/27

İşçilerin Sesi

Nehirler tersine akmaz Kurtarma çalışmalarının 2 ve 3. günlerinde Soma'da gördüklerimiz, taşerona devredildiğinden beri sadece patronuna ödül vermek için uğradığı madende yerin dibine batan devletin bunu örtbas etmek için acılı aileler ve işçiler dahil olmak üzere halka saldırdığı yönündeydi. Enerji Bakanının "her şeyin kontrol altında olduğu!" izlenimi vermeye çalışan sözde ciddi yüzünün ardında suçluluğun itirafı ve çaresizlik gözleniyordu. Yurdun her yerinden getirilen belediye, Kızılay gibi kurumların itfaiye, kurtarma ve yardım ekipleri ocağın dışında sadece gövde gösteriyor, ocağa ise maden işçileri dışında kimse giremiyordu. Bu manzara Soma Eynez Maden ocağında "5 dakika öncesine kadar her şeyin normal olduğu!" sözünün ne anlama geldiğini, yani bu "ödüllü madende" aslında o zamana kadar ölümlerin olmamasının mucize olduğunu çok net ortaya koyuyordu. Sonrası malum! Kara duman dağılıp

13 Mayısta nasıl bir katliam yaşandığı görünür olunca, işçilerin her gün benzer risklerle yer altına indiği gerçeğiyle yüzleşildi. Sadece madencilikte değil bütün iş kollarında kapitalizmin insana biçtiği değer ortalığa saçıldı. Ocak önünde Abdullah Gül'e tepki gösteren bir işçinin haykırdığı söz ise taşı gediğine koyuyordu: "Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanı bize polis lazım değil, bize kurtarma lazım..!" Bundan sonra yapılması gerekeni ise maden işçileri ocaklara inmeyi reddederek gösteriyor. Doğanın milyonlarca yılda hapsederek ancak zararsız kıldığı ne varsa yerin altından çıkarıp paraya dönüştürmeye çalışan sermayenin hırsıdır madencilik. Doğayı, orman alanlarını yok eden, oluşan atıklarda bulunan arsenik gibi binlerce kimyasalla bizleri zehirleyen bir iştir. Oysa siyanürle açığa çıkartılan altına da,

silah yapımında kullanılan milyarlarca ton metale de, dünyanın sonunu hazırlayan fosil yakıta da ihtiyaç duyan bizler değiliz. O nedenle şimdi özellikle ulusalcıların çareymiş gibi dile getirdiği "Özelleştirme değil kamulaştırma!" sloganı da yetersiz ve yanlıştır. İş cinayetlerinin esas sorumlusu kamu adına denetim görevini yerine getirmeyen devlettir. Bu güne kadar Zonguldak'ta, Kozlu’da, Karadon'da devlete ait ocaklarda binlerce kardeşimizi yitirmedik mi? Son tersane cinayeti ise İzmir Alaybey'de TSK’ya ait bir gemide işlendi. Taşeron sisteminin sömürüyü katladığı ve insan yaşamını değersizleştirdiği de çok açık, ama taşerona son verilip bütün ocakları devlet de işletse cinayetlerin son bulmayacağı ortada. İş cinayetleri, katliamlar en yetkili ağızdan söylendiği üzere devletlerin fıtratında var. Soma'da Başbakan'ın geldiği gün özel harekatçıların lüks AKP jipini tekmelediği

için yere yatırdığı maden işçisine vurulan tekme iktidarın gerçek yüzünü saklayamayıp açığa vurduğu andı. AKP kurmaylarının çarpıtarak can simidi yaptıkları ve bunun üzerinden aklanmaya çalıştıkları Yılmaz Özdil'in ağzından kaçan söz de tam bunun benzeridir. Kendilerine değil AKP'ye oy veren yoksul emekçiler için "müstehâklar" şeklindeki ifade tesadüfen söylenmiş bir söz değil. İktidarın önceki sahipleri ulusalcı elit gerçekten böyle düşünüyor! Emekçiye "İsrail Dölü" diye tokat atan Başbakanla, ulusalcı Y. Özdil'in işçiler karşısında Soma'da örtüşmeleri dikkat çekicidir. Bence "kısa sürede unutulur, düzen eskisi gibi sürer" sözü gerçeği yansıtmıyor.Soma bir milad olacak. Haziran 2013’te başlayan ve bir yıldır süren toplumsal hareket sınıftan yana yatağını derinleştiriyor. Nehirler tersine akmaz... Bahadır Altan

“En dipte tulumba varmış…”

Saat 7:30 maden ocağının girişi... Henüz madenden çıkarılamayan işçilerin aileleri, birkaç sandalye üzerinde sessizce bekleşiyorlar. Saat 8 gibi hareketlilik başlıyor. Enerji Bakanı, Sağlık Bakanı ve bir heyet beliriyor. Basına birkaç söz söyleyip ocağa ilerliyorlar. Aileler yerlerinden bile kalkmıyor. Açıklamaların bir anlamı kalmamış onlar için. Tek beklenti, ekiplerin bir an önce içeriye girebilmesi. Bir süre sonra sivil polisler, Cumhurbaşkanı’nın ziyareti için hazırlık yapmaya başlıyor. Alanı boşaltmaya çalışıyorlar. Kimsenin çıkmaya niyeti yok. Ocağın girişinin karşısındaki yükseltiye tırmanıyoruz. Bir binanın dibine yerleşip beklemeye başlıyoruz. Ali Şentürk’ün ailesi ile birlikte. Bundan sonraki 5 saati birlikte bekleyerek geçireceğiz. Ali Şentürk, 22 yaşında, Kütahya Tavşanlı’dan. Altı ay önce Bitlis’te askerlik yapıp memleketine dönmüş. Meslek lisesi mezunu. Yaklaşık 1,5 ay önce de elektrikçi olarak madene başla-

mış. “Eğitim verilmiş miydi” diye soruyoruz. Hayır verilmemiş, deneyimi de yokmuş, daha önce madende çalışmamış. Ama babası çalışmış. Biliyor bu dağların altını. Nerelerde çalıştığını eliyle gösterip anlatıyor. Umut tükenmemiş Ali’nin ailesi için. Babası, annesi, iki ablası, eniştesi, dayısı, yengesi, amcası, babasının kuzeni ve başka yakınları hepsi Ali için bekliyor. Telefonları sürekli çalıyor. Arayan yakınlarına bilgi veriyorlar. Hep aynı açıklama: “Aşağıda en dipteyse iyi. Çünkü en dipte bir tulumba varmış. Orada hava ve su varmış. Yanlarında bir de barajcı var. O biliyor. Oraya gittilerse kesin kurtulur…” Ablası bize de bunları anlatıyor. “İnşallah öyledir” gibi cümleler çıkıyor ağzımızdan. Diğer ablasıyla konuşuyoruz. İlk maaşını yarım vermişler Ali’nin. “Zaten 1.200 lira verecekler. Onun da yarısını içeride tutuyorlar. Kimse ayrılıp gitmesin diye herkese böyle yapıyorlar. ” diyor. Bu sırada gelip geçenler hep

aynı soruyu soruyorlar: "Kimi bekliyorsunuz?" Cevap vermekten yorulmuşlar ama yine de birkaç kelimeyle yanıtlıyorlar. “Başınız sağolsun”, “Geçmiş olsun”, “Allah sabır versin” sözleri birbirine karışıyor. Ablaların yüzü değişiyor: Ali daha ölmedi ki. Tulumbaya gittiyse… Fazla soru sorup yormak istemiyoruz. Anlattıklarıyla yetiniyoruz. Bu arada cumhurbaşkanı hazırlıkları sürüyor. Çöp arabaları, belediye işçileri birbiri ardına geçiyor. Baba; “Sabahtan beri temizlik yapıyorlar. Çöp topluyorlar. Cumhurbaşkanına tuvaletleri hamamları göstersinler bakalım nasılmış. İnsan mikrop kapar oralarda…” Abla ekliyor; “İçeridekilerin değeri yok mu hiç. Boy göstermeye mi geliyorlar. Gelmesinler, ne işe yarıyorlar.” Yanımızda beliren çevik kuvvet polisi, “Buradan kalkın” diyor. Anne patlıyor bu kez: “Nereye gidelim. Oğlum içeride benim. Üç gündür buradayım ben, onlar neredeydi.” Polis ikna etmeye çalışıyor; “Aşağıda yer yapıldı size. Oraya geçin.” “Hayır” diyor anne, “tozun toprağın içine gitmem ben”. Baba devam ediyor: “Millet can derdinde, bunlar nam derdinde. Cumhurbaşkanı gelip de ne yapacak oğlumu mu çıkaracak. Geliyorsa gelsin, benim ciğerim yanıyor.” Elleriyle yüzünü kapatıp hıçkırmaya başlıyor baba. Polisler birkaç adım geri çekiliyor. Her iki yanımızda çevik kuvvet polisleri, bomba uzmanları… beklemeyi sürdürüyoruz. CNN Türk ekibi konuşmaları dinli-

yor. Gelip temas kurmak istiyorlar aileyle. Kısa sürüyor konuşma, “Ali evli miydi, çocuğu var mıydı” sorusuyla bitiyor. “Hayır” diyor ablası. “İyi ki evli değilmiş. Ya çocuğu olsaydı” gibi cümleler zırvalıyor muhabir. Donup kalıyor ablaları. Yengesi dönüp bize bakıyor. Bu kez biz söylemek istiyoruz; Ali daha ölmedi ki, tulumba var... Neyse ki Ali’nin amcası konuyu değiştiriyor: “Dün Soma’da kahvelere yirmişer otuzar polis geldi. Ne oldu dedik. Meğer başbakan geliyormuş onu korumak için gelmişler. Üç bin polisle bir başbakan niye gelir. Bu yaşıma geldim böyle başbakan görmedim.” Saat 13.30’da nihayet cumhurbaşkanı ve devlet erkanı geliyor. Toplam on dakika sürüyor ziyaret. Protesto sesleri yükseliyor aşağıdan. Yanımızdaki polisler dikkatli. Ya buradan da ses yükselirse. Yalnızca baba konuşuyor: “Silahla gelmişler, harbe mi geliyorlar.” Bir süre sonra vedalaşıp ayrılıyoruz. Hayal kırıklığı ile bakıyorlar ya da biz öyle sanıyoruz. Tahlisiye ekibinden bir işçiyle iniyoruz Soma’ya. “Sağ çıkabilirler mi, tulumba varmış” diyoruz. Sadece acıyla gülümsüyor. “Dün yirmi iki işçi sağ çıkmış” diyoruz. “Kimse sağ çıkmadı, çıkmayacak” diyor. Yorgun, gözlerini kapatıyor. Ali Şentürk, katledildiği madenden dört gün sonra çıkartıldı. En son defnedilen işçilerden oldu. Cenazesi 18 Mayıs günü Kütahya Tavşanlı’da toprağa verildi. Oya Öznur


Haziran 2014/27

İşçilerin Sesi

9

Soma Katliamında TKİ’nin Sorumluluğu Var

Siz İşçi Öldürmesini İyi Bilirsiniz 13.5.2014: Boğaziçi Üniversitesi Emek Haftası etkinliklerinde Alternatif Emek Örgütlenmeleri ve Sendikalar tartışılıyordu. Saat 17.30 civarlarında bir duyuru yapıldı; “Manisa’nın Soma maden ocağında göçük meydana geldi ve 20 işçinin öldüğü 200 işçinin de göçük altında kaldığı,” açıklandı. Gelen ilk haberler “trafo’da yangın çıktı ve söndürülemiyor,” niteliğindeydi. Bunun resmi bir oyalama ve yanıltma haber olduğu hemen anlaşılıyordu. Trafo patlaması ve yol açacağı yangın söndürülemeyecek kadar etkili olamazdı. 263 maden işçisinin öldüğü 1992 ve 8 maden işçisinin öldüğü 2013 Kozlu madenlerini bizzat giderek görmüş ve işçilerle söyleşiler yapmıştım. Elbette ki bu işin uzmanı değildim. AKP Hükümeti’nin Enerji Bakanı Taner Yıldız “trafo yangını,” diyorsa ve aynı bakan 2014 yerel seçimleri sürecindeki şaibeli elektrik kesintilerini de “trafoya kedi girdi” diye açıklamışsa, bizim payımıza düşen de bu yalanlara inanmamak oluyordu.

Ben de Ölecektim!

14.5.2014: Haberi duymamızın ardından tam 24 saat geçti ve katliamı ikinci gününde Soma’ya geldik. Soma’ya girişler polis tarafından kapatılmıştı. “Taziye için geldik,” dedik ve Soma’ya girebildik. Yalan ve korku imparatorluğunun bütün izleri ortadaydı. Soma nüfusu sivil ve resmi polis güçleri tarafından katlanarak artmış. Koruma ordusuyla gelen ve protesto edilen Başbakan Erdoğan’ın, heyet protokolünde bulunanlarla birlikte halka tekme tokat saldırışı konuşuluyordu. Erdoğan’a tepki gösteren halkın tahrip ettiği AKP ilçe binasını ve önündeki polis barikatını gördük. Binanın önündeki bazı “sivillerin” ellerinde sopalar vardı. Savaştepe’den arabaya binen bir maden işçisinin yorumu ise Soma’nın politik potansiyelini özetler gibiydi: “Başbakanın ne suçu var ki? Ölülerimiz üzerinden kimse siyaset yapmasın.” Son seçimlerde AKP Soma’da yüzde 43 oy almış ve birinci parti olmuş. Yüzde 29 oy alan MHP ikinci parti, CHP ise yüzde 22 ile üçüncü. O gün vardiyada yaklaşık 800 işçinin olduğunu bizzat maden işçilerinin ağzından duyduk. Trafo patlamasının kuyruklu bir yalan olduğunu da bize yine işçiler anlatılar. Ölü sayısı konusunda yapılan resmi açıklamalarla gerçekler arasındaki uçurum ise ikinci gün itibariyle korkunçtu. Bir sonraki vardiyada

çalışan maden işçisiyle yaptığımız sohbette ise şunları duyduk; “Bizim vardiyanın nöbetçileri ocağa erken inmişti. Hiçbirisi kurtulamadı. Kurtarma ekibi olarak giren arkadaşlarımızda öldüler. Bir saat gecikmeyle olsaydı ben de ölecektim.” Akşam saatlerinde madenci anıtının önünde oturan gençler sessiz bir protesto eylemi yapıyorlardı. Genç bir kadının elindeki dövizde “Kader değil katliam” yazıyor, madenci aileleri ise guruplar halinde bekleşiyordu.

Cumhurbaşkanıyla İşimiz Yok!

15.5.2014: Soma Katliamı’nın üçüncü günü sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Soma Holding A.Ş’nin işlettiği Eynez maden ocağının önündeyiz. Yol boyunca yer kabuğu çatlaklarından dışarıya sızan dumanları ve yanan kömür tepeciklerini gördük. Bizden sonra gelenler maden ocaklarının bulunduğu Eynez bölgesine alınmadılar. Cumhurbaşkanı Gül gelecek ve koruma orduları her yeri kuşatmaya başladılar. Jammer araçları ve James Bond özentisi tipler ortalıkta dolaşıyor. Güvenlik nedeniyle alanı boşaltma çabaları ve anonsları madenci aileleri tarafından tepkiyle karşılanıyor. “Bizim Cumhurbaşkanıyla bir işimiz yok. Ocakta kalan evlatlarımızı istiyoruz,” diyorlar. Yangının neden olduğu duman ve karbon monoksit dün gece itibariyle artmış, ocağa girişler ve çalışma tamamen durdurulmuş durumda. İçeriye temiz hava basılıyor. Ve işte o enerji bakanı şimdi tam karşımızda duruyor. Bakanın ölü sayısındaki bugünkü ısrarı “282” Bir madenci yakını bakanın “matematik yalanlarına” tepki gösteriyor ve bize dönerek; “Dün cenazelerimizi alırken bile ölü sayısı bu rakamın üzerindeydi,” diyor. Tanıdık bir ses ise “Siz işçi öldürmesini iyi bilirsiniz,” diyor. Bazı aileler Cumhurbaşkanı geldiğinde görüşebilsin diye oluşturulan platforma götürülüyorlar. Çoğunluğu ve özellikle de kadınlar tepki gösterip gitmiyorlar. Cumhurbaşkanının geçeceği güzergâhın güvenlik nedeniyle boşaltılmak istemesine de tepki gösterip yerlerinden kalkmıyorlar.

Polis Değil Kurtarma Ekibi Lazım!

Cumhurbaşkanı kalabalık bir protokol heyeti ve etten duvar oluşturan korumalarıyla birlikte geliyor. Oda tepki ve protestolardan nasibine düşeni alıyor. “Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanı, sen geldin ama jeneratörler hala yok,” diye başlayan tepkiler “Taşeron İstemiyoruz!” haykırışlarıyla sertleşiyor. O

sırada polislerin bulunduğu barikattan geçmek isteyen kurtarma ekibi güvenlik gerekçesiyle durduruluyor. Yakını ocakta kalan bir genç öne atılıyor ve bağırmaya başlıyor “Bize polis değil kurtarma ekibi lazım. Ne işi var bu kadar polisin?” Gösterilen tepki alanda yankılanıyor ve çoğalıyor; “Ocaktan haber bekliyoruz. Cenazelerimize bile ulaşamadık.” Polis şeflerinden biri “alın onu,” diye talimat verse de bu pek mümkün görünmüyor. Protestolar artarak çoğalıyor. Cumhurbaşkanı hızla kalabalıktan uzaklaştırılıyor ve kriz masasının olduğu binaya götürülüyor. Ardından da biz yola çıkıyoruz. Çıkışımıza da izin verilmiyor ve zorlanarak da olsa kömür atıklarından oluşan bir tepeyi tırmanıyoruz. Eynez bölgesini terk ederken yollarda oluşan kilometrelerce otomobil kuyruklarını ve dağlara sıralanan silahlı askerleri görüyoruz. Otobüsler ve otomobiller dolusu dayanışmacı var. Hiçbirisi bölgeye alınmıyor. Yeniden Soma’ya ulaştığımızda ise bu kez içeriye giremiyoruz. Polis izin vermiyor. Gerilim ve polis yığınağı sürüyor.

Taşeron İstemiyoruz!

Yola çıkıyoruz ve Soma’dan ayrılıyoruz. Dolup taşan mezarlıklara ve defin işlemlerine tanıklık ediyoruz. Kafamızda sorular, içimizde öfke, yüreğimizde sancı, akan gözyaşlarına bulanarak geçiyor ve geri dönüyoruz. O ses kulaklarımda yankılanıyor: “Taşeron İstemiyoruz!” Yol boyunca işçi sendikasının katliama dair işveren edasıyla yaptığı açıklamaları, Alternatif Emek Örgütlenmeleri ve Sendikalar tartışmasını düşünüyorum. 22 yıl sonra bile küllendiremediğim Kozlu’daki aklım Soma'da yeniden yanıyor. "Madenler kapatılsın, fosil yakıtlardan tamamen vazgeçilsin!" talep ve önerileri "yeni bir uygarlık" için doğru ve devrimci bir talep olmakla birlikte, bugün için güncel bir çözümü içermiyor. "Madenler kamulaştırılsın!" önerisi ise yanlış ve eksik bir talep. Madenler şuan hala "kamu" malıdır ve "hizmet alımı"yöntemiyle taşeron sisteminin bir parçasıdır. Burjuva devlet cihazı ve kapitalist düzen içinde geçici ve geçişsel bir talep olarak hangi çözümü önermeliyiz? Hemen şimdi bütün maden ocaklarındaki taşeronlaşmaya son verilsin, işçi sağlığı ve işçi güvenliği devletten bağımsız olarak bizzat işçilere (ve meslek örgütlerine) devredilsin! Üretimde işçi kontrolü! Taşeron sistemi ölüm demektir. Ama asıl unutmamamız gereken vurgu ise “Kapitalizm Öldürür!” olmalıdır. N.Cemal

Soma-Eynez maden işletmesinde gerçeklelşen faciada Türkiye Kömür İşletmeleri’nin (TKİ) resmi sorumluluğu var. TKİ’ye bağlı olan Ege Linyit İşletmesi (ELİ) toplu mezara dönüştürülen madenin kontrol ve denetlemelerinden resmen sorumludur. 2012 tarihinde yürürlüğe giren “ELİ Müessese Müdürlüğü Görev, Yetki ve Sorumluluk Yönetmeliği”ne göre; “Müteahhit eliyle çalıştırılan işletmelerin hazırlık ve üretim çalışmalarının, uygulama projelerine uygun şekilde yürütümünü takip ve Maden Kanunu çerçevesinde kontrol etmek” ve “Müteahhit eliyle çalıştırılan işletmelerin sözleşmesine göre çalışmalarını sağlamak / sağlatmak”la yükümlüdür. Yönetmelikte özetle şunlar yer alıyor: “ Hava, gaz, gürültü ve toz ölçümlerini muntazam aralıklarla yapmak, yaptırmak. Yeraltı tesislerinin havalandırma düzenini sağlamak, havalandırma planlarını düzenlemek. İş kazalarını yerinde incelemek, nedenlerini saptamak, önlenmesi için çalışmalar yapmak. Kurtarma ve ilk yardım istasyonlarının çalışmalarını yönetmek, yeterli sayıda eleman yetiştirilmesini sağlamak. Bulundurulması gerekli iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili teçhizatı, araç ve gereçlerin tespitini yaparak bunların temini, kullandırılması ve gerekli periyodik bakım ve kontrollerinin yapılması hususunda ilgili birimlerle işbirliği yapmak. İş müfettişlerinin denetimlerinde hazır bulunmak.” Bkz: http://www.tki.gov.tr/TKI/Yonetmelik Yonerge/ELI.pdf Ayrıca önemli bir nokta da Sayıştay’ın 2011 ve 2012 raporlarında ELİ’nin işçi sağlığı ve güvenliği konusunda yetersiz olduğu tespitidir. 2011 raporu için bkz: http://www.sayistay.gov.tr/rapor/kit/=&TkiEli2011.pdf 2012 raporu için bkz: http://www.sayistay.gov.tr/rapor/kit/102/06TKIEli.pdf TKİ’nin, tüm yeraltı madenlerinden çıkan kömürün % 35’ini yüzlerce işçiye toplu mezar olan maden ocağından elde ettiğini de unutmamak lazım. TKİ 2012 raporu: pic.twitter.com/k8YkJgxlwj Bütün bunlar asıl işverenin devlet olduğunun ve Soma Holding A.Ş’nin ise fiilen taşeron firma konumunda olduğunun açık göstergeleridir. Yani bir kez daha muvazaa (hile) açığa çıkmaktadır. N.Cemal


10

Haziran 2014/27

İşçilerin Sesi

İTÜ, Soma için işgalde İTÜ mensupları ve araştırmacılarının da dahil olması, İTÜ’nün taleplerle ilgili konuların hepsini netliğe kavuşturan kurumsal bir açıklama yapması idi.

İzmir'de işçiler “taşerona karşı tek ses tek yürek” İzmir'de 21 mayıs günü DİSK, KESK, TÜRK-İŞ ve TMMOB çağrısı ile büyük taşeron yürüyüşünü düzenlendi. “Taşerona karşı tek ses tek yürek yürüyoruz” pankartı ile yürüyen işçiler, yürüyüş boyunca “Soma’nın katili AKP iktidarı”, “Hükümet istifa”, “Kaza değil katliam” sloganlarını attı. Yürüyüşe, direnişteki Aliağa Belediyesi’nin taşeron işçileri ve Luna Elektronik işçileri ile İzmir belediyelerinde taşeron çalışan işçiler katıldı. Basmane meydanından başlayan yürüyüş eski Sümerbank önünde yapılan basın açıklaması ile noktalandı. İşçilerin Sesi Haber

İzmir'de soma eylemine saldırı Soma'da işçi katliamına maruz kalan madencileri anmak ve sorumlularından hesap sormak için 15 Mayıs günü DİSK, KESK, TMMOB ve TTB'nin ortak çağrısı ile iş bırakma eylemi ve yürüyüş düzenlendi. Basmane Meydanı’ndan yürümeye başlayan kortej sayısı binleri bulan işçi ve emekçiden oluşuyordu. Konak'ta bulunan Valilik binasına doğru yürüyüşe geçen korteje, Konak Pier Köprüsüne doğru polis saldırısı başladı. TOMA'lardan tazyikli su sıkıldı ve biber gazı bombaları atıldı. Hem Konak hem de Basmane tarafından saldıran polis korteji kıskaca almaya çalıştı. Dirençli bir mücadele gösteren işçilere çok sert saldırılar gerçekleştirildi. DİSK Genel İş Başkanı Kani Beko da bu saldırıdan nasibini aldı. Polis saldırısına uğrayan Beko hastaneye kaldırıldı. Eylemler esnasında 27 sendikacı ve işçi gözaltına alındı. İfadeleri alınan işçiler akşama doğru serbest bırakıldı. İşçilerin Sesi Haber

16 Mayıs Cuma günü İTÜ’de başlayan ve 4 gün süren işgal büyük oranda kazanımla son buldu. İşgal 4. gün yapılan bir basın açıklamasıyla sona erdi. Soma katliamından sonra Soma Holding'in İTÜ Maden Fakültesi’yle olan ilişkisi öğrencilerin gerçekleştirdikleri işgalin en büyük gerekçesi oldu. İşgal boyunca vurgulanan en önemli mücadele hatlarından biri ise ülkenin kanayan yarası taşeronlaştırmanın kampüslerden başlamak üzere yok edilmesi idi. İTÜ Maden işgalinde öğrencilerin hep beraber forumlarda karar alıp belirledikleri talepler ise şunlardı: Alp Gürkan ve İsmet Kasapoğlu’nun

Maden Mühendisliği akademi kurulundan çıkarıldığının Maden Fakültesi dekanı tarafından resmi açıklama ile deklare edilmesi, Bu işgale katılan hiç kimseye soruşturma açılmaması, Rektörlüğün Soma’da yaşananların kaza değil, iş cinayeti olduğunu açıklaması, İTÜ’de taşeron işçilerin, İTÜ öğrencilerinin, EĞİTİM-SEN’in, akademik ve idari personelinin temsilcilerinden oluşan bir taşeron izleme komisyonunun kurulması, İTÜ’de Soma’da yaşanan katliam ile ilgili bir inceleme komisyonu kurulması ve bu komisyona bizlerin belirleyeceği,

4 gün süren işgalin ardından yapılan basın açıklamasında “İTÜ’nün Soma katliamı karşısındaki tavrını rektörlük değil işgalde ifadesini bulan öğrencilerin iradesi yansıtıyor” diyen öğrenciler katillerden hesap soruluncaya kadar mücadelelerine devam edeceklerini ve taleplerinin takipçisi olacaklarını vurguladılar. Mücadele sonrası elde edilenkazanımlar ise şunlar: Soma Holding’ten Alp Gürkan ve İsmet Kasapoğlu’nun İTÜ Maden Fakültesi Akademik Danışma Kurulu üyeliklerine son verildi. Soma katliamının ardından televizyonda yaptığı açıklamalar büyük tepki toplayan Prof. Dr. Orhan Kural kişisel internet sitesinden yaptığı açıklamayla öğrencilerinden ve kamuoyundan özür diledi. İTÜ Rektörlüğü ise yaptığı açıklamada, SOMA’da gerçekleşen kayıpların kader ile açıklanması olanaksızdır, dedi. İşçilerin Sesi Haber

İş cinayetlerine devlet bakışı Ekonomik büyümenin tüm aşamalarını yıllar önce geçiren batılı ülkelerde işçiler 19. yüzyıl sanayileşme döneminde ölüyordu. Batının 200 yıl önceki koşullarını ve güvencesizliğini yaşadığımız bu çağda, ekonomik büyümenin bedelini işçiler canlarıyla ödüyorlar. Bugün insan hayatından ve haklardan bahsetmek adeta lüks... Devlet erkânının iş cinayetlerine bakışı da yıllar içinde hiç değişmemiş. İşte insan hayatı hakkında edilen kuru laflardan bazılar: •1995, Belediye başkanı olduğu dönemde ıslah edilen Ayamama deresinin taşmasıyla 6 kadın tekstil işçisinin hayatını kaybetmesi üzerine Recep Tayyip Erdoğan: “Derelerin intikamı” •Mayıs 2010, Zonguldak Karadon’da 30 madencinin ölümüne yol açan iş cinayetinin ardından Recep Tayyip Erdoğan: “Ölüm madencilik mesleğinin kaderinde var.” Dönemin Çalışma Bakanı ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer: “Güzel öldüler”

•Temmuz 2010, Tuzla-Torlak Tersanesi’nde gece mesaisi yapan işçi Nurettin Bingöl’ün emniyet kemeri olmadığı için düşerek hayatını kaybetmesinin ardından Dönemin Devlet Bakanı Zafer Çağlayan: “Provokasyona gelmeyin, sektörü öldürmeyin.” •Şubat 2011, Ostim’de meydana gelen ve 20 işçinin hayatını kaybettiği, 52 işçinin yaralandığı patlamaların ardından Devlet Bakanı Faruk Çelik: “İşçiler şikâyet etmedi.” Dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer: “Biz yapısal ve teknolojik tedbirleri alsak bile eğer insanlar kendi hayatlarını önemsemiyorlarsa bu çok büyük bir zafiyettir.” •Mayıs 2012, 1 Mayıs’ta “Arka Sıradakiler” dizi setinde çalışırken hayatını kaybeden set emekçisi Selin Erdem’in ölümü ardından Selin Erdem’in işvereni Hamdi Alkan: “İşine gelen çalışır, işine gelmeyen çalışmaz.” •Haziran 2012, Metro inşaatında

meydana gelen göçük sonrasında Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binalı Yıldırım: “Yeraltında çalışıyoruz. Tedbirler alınmakla beraber zor bir iştir. Buna benzer olaylar yine de beklenebilir. Dünyada da böyledir. Normaldir.” •Ocak 2013, Zonguldak maden faciası Zonguldak Valisi Erol Ayyıldız: “Son cenaze de çıktı artık. Şu andan sonra olay hafiflesin diyoruz. Gündeme getirmeyelim.” •Mayıs 2014, Soma maden faciası Recep Tayyip Erdoğan: “Bunun fıtratında bunlar var. Kaza olmayacak diye bir şey yok.” Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) verilerine göre her yıl dünya çapında 300 bini olay mahallinde, 2 milyonu da maruz kaldıkları kimyasal maddeler ve olumsuz çalışma koşulları dolayısıyla ortaya çıkan çalışmaya bağlı hastalıklardan olmak üzere toplam 2,3 milyon işçi iş cinayetlerinde hayatlarını kaybediyor. İşçilerin Sesi Haber


Haziran 2014/27

İşçilerin Sesi

11

Boko Haram ABD’nin Nijerya’yı işgal bahanesi mi? İslamcı Boko Haram örgütünün, 14 Nisan’da yaklaşık 300 kız çocuğunu kaçırması ve hapiste olan üyelerinin serbest bırakılması, aksi halde kız çocuklarının pazarda esir olarak satılacakları açıklamasıyla, Boko Haram ve Nijerya uluslar arası siyasete önemli gündemlerden biri haline geldi. Boko Haram, geçen yıl Temmuz ayında bir devlet okulunu basıp, 43 öğrenci ve öğretmeni, Eylül’de bir başka okula saldırıp 44 öğrenciyi katletmiş, Mayıs ayında da iki ayrı bombalı saldırıyla 118 kişiyi katletmişti. Sadece son 6 ayda gerçekleşen saldırılar sonucu ölenlerin sayısının 1000 kişiyi bulduğu tahmin ediliyor. Nijerya dünyanın sayılı petrol zengini ülkelerinden biridir. Ülkenin petrol üretimi uluslar arası şirketlerin denetimindedir. Bu zenginlikten yararlananlar da bu şirketlerle işbirliği yapan bürokratlar ve ülkenin sermaye sınıfıdır. Halkın çoğunluğu yoksulluk içinde yaşıyor. Müslümanların yaşadığı kuzey bölgesinde yoksulluk daha da artıyor. Boko Haram, yoksullara yardım dağıtarak, çocuklara camilerde eğitim vererek örgütlenmeye başlıyor. Hükümetin yolsuzluk ve yozlaşmışlığını, gelir dağıtımındaki eşitsizlik ve adaletsizliği iyi kullanıyor. Yolsuzluğa karşı dayanışmayla, batı tarzı eğitime karşı camilerdeki İslami eğitimi ve yolsuzluğa karşı politik mücadeleyi birleştiriyor. Adı ‘batı eğitimi günahtır’ anlamına

gelen Boko Haram, hedef olarak batı kültürünü seçiyor. Bu kültürü yaydığını iddia ettiği okullarla, bu okullarda batı kültürü ile yetiştirilmekle suçladığı kadınları düşman ilan ediyor. Kadınları ve çocuk yaştaki kızları kaçıran, küçük çocukları silahlandırarak savaştıran örgüt, daha önce de 26 kadını kaçırmıştı. Bu kadınlar kurtarıldığında, çoğuna tecavüz edildiği, bazılarının da hamile olduğu anlaşılmıştı.

ABD ve Batı, Boko Haram tarafından kaçırılan kız çocuklarının kurtarılmasına yardım etmek, katliamları sona erdirmek gibi masumane gerekçelerin arkasına saklanarak, Nijerya’ya asker çıkarmak istiyor 2002’de kurulan ve 2009’a kadar direkt çatışmalardan kaçınan Boko Haram, 2009’da lideri Muhammed Yusuf’un yakalanıp polis tarafından yargısız infazından sonra eylemlerini yoğunlaştırdı. Nijerya’nın kuzeyinde İslam devleti kurmayı amaçladığını açıkladı. Polislere, kamu binalarına ve Hıristiyanlara saldırarak hedef genişleten örgüt, kendisini desteklemeyen Müslümanları, köy ve kabileleri ‘sahte Müslüman’ addedip onlara da baskı ve terör uygulamaya, onları bu yolla sindirip denetim altına almaya yöneldi. Örgütün son beş yılda

binlerce insanı öldürdüğü, çıkan çatışmalar sonucu 500.000 insanın yerinden yurdundan göç etmek zorunda kaldığı söyleniyor. Emperyalist müdahale için zemin hazırlanıyor Boko Haram’da varlığı ve eylemleri ile ABD ve Batı’ya hizmet ediyor. Nijerya’yı istikrarsızlaştırarak, emperyalist müdahaleye zemin hazırlıyor. ABD ve Batı, Boko Haram tarafından kaçırılan kız çocuklarının kurtarılmasına yardım etmek, katliamları sona erdirmek gibi masumane gerekçelerin arkasına saklanarak, Nijerya’ya asker çıkarmak istiyor. Bu, masumane bir eylem değil, emperyalist bir müdahaledir. Bu planın gerçekleşmesi Nijerya’nın işgali demektir. ABD Nijerya’yı Boko Haram teröründen “kurtardıktan” sonra, ABD’yi Nijerya’dan kim çıkarabilecek? ABD’nin, Afrika’da yeni üsler peşinde koştuğunu, insansız uçak ve dinleme merkezleri, operasyon noktaları oluşturduğunu daha 2005’de Sahra altı Afrika’nın geleceğinin haritasını çıkaran planlar hazırladığı biliniyor. ABD’nin amacı terörizmi önlemek değil, Nijerya’nın zengin enerji kaynaklarına aracısız ve sorunsuz ulaşmaktır. ABD ve Batı’nın, Nijerya üzerinden yürüttüğü siyaset emperyalist bir siyasettir. Paylaşılmış dünya enerji kaynaklarının yeniden paylaşılması siyasetidir. Nijerya, Güney Afrika ile birlikte, Çin’in Afrika’da

ki en önemli ticari ortaklarından biridir. Petrolünün en önemli müşterisidir. 170 milyon nüfusuyla, ABD’nin de Afrika’da ki en büyük pazarı ve petrol ihtiyacının beşinci büyük tedarikçisidir. Çin’in yaygın yatırımlarla, mali yardımlarla kıta genelinde her geçen gün etkisini arttırması ABD çıkarlarını ve nüfuzunu tehdit eder hale gelmesi, Afrika’yı emperyalist rekabetin ve hegemonya savaşının yeni sıcak noktası haline getiriyor. ABD, Çin’in önünü kesmek için, 2012 yılı sonunda, 35 Afrika ülkesine asker gönderme kararı alıyor. Yakın zamana kadar Boko Haram’ı bir tehlike olarak görmeyen ve diğer cihatçı gruplarla birlikte hareket etmediğini söyleyen ABD, 2013’de Boko Haram’ı ‘terörist örgütler’ listesine alıyor. Adım adım Nijerya’ya emperyalist müdahalenin taşları döşeniyor. ABD’nin Nijerya’ya yönelik işgal planı, Afganistan ve Irak ile başlayan, Libya ve Suriye saldırıları ile devam eden emperyalist savaşın bir devamıdır. Dünya, Boko Haram’ı, Nijerya’da kaçırılan kız çocuklarını konuşurken, AKP’nin konuya sessiz kalması ilginçtir. Suriye ve Irak’da faaliyet gösteren İşid ve El Nusra’yı desteklediği açığa çıkan hükümetin bu sessizliğinin nedeni, daha önce ifşa olan Nijerya tapelerinden kaynaklı olmasın sakın. Mustafa Eker

Avrupa’da aşırı sağ yükseliyor 28 üyeli Avrupa Birliğinde, geçtiğimiz ay yapılan Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinin sonuçları, Avrupa siyasetinin sağa kaydığını, ırkçı-faşist partilerin büyüdüğünü gösteriyor. Başta Fransa olmak üzere, İngiltere, Avusturya, Danimarka, Finlandiya, Macaristan, Yunanistan gibi pek çok ülkede aşırı sağcı, faşist partiler oy oranlarını önemli oranda attırmış görünüyor. Yabancı düşmanı, göçmen karşıtı, ırkçı-faşist partilerin yükselişi, işçi sınıfı ve Avrupa’da yaşayan göçmenler için ciddi bir tehdit oluşturuyor. Fransa’da, 2009 seçimlerinde sadece %6,3 oy alan faşist parti Ulusal Cephe (FN), son AP seçimlerinde % 25,4 oy oranıyla patlama yaptı. Dış politikada Sarkozy’den geri kalmayarak, işgalci, emperyalist bir siyaset izleyen, Mali ve Orta Afrika Cumhuriyetini işgal eden, ekonomide kemer sıkma politikaları uygulayan Hollande’ın Sosyalist Partisi, %

21 oy alan Halk Hareketi Birliğinden de geriye düşerek, % 14,5 oy ile ancak üçüncü olabildi. Fransa’da her dört seçmenden birisinin faşist partiye oy verdiği görülüyor. Radikal Sol’un ise % 6,5 civarında oy aldığı belirtiliyor. Danimarka’da aşırı sağcı, ırkçı Halk Partisi % 26,6 oy alarak seçimlerin galibi olurken, İngiltere’de AB ve göçmen karşıtı tutumları ile bilinen Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP), AP seçimlerinde oyların % 28’ini alarak müthiş bir yükseliş kaydetti. Fransa’da da, İngiltere’de de iki burjuva merkez partisinin sıra ile iktidara geldiği parlamenter düzenin işleyişinin bozulacağı görülüyor. İktidardaki Muhafazakâr Parti ile ana muhalefet İşçi Partisi % 24’er oy alarak, UKIP’in gerisine düştüler. AB’nin merkezi Almanya’da ise seçmenin genel olarak istikrara oy verdiği, iktidarın arkasında durduğu söylenebilir.

Merkel’in Hıristiyan Birlik Partisi % 2,6 oy kaybederken, koalisyon ortağı Sosyal Demokrat Parti oylarını % 7’ye yakın arttırdı. Alman sol partisi ise beş yıl önceki oylarını korudu. Neo-nazi, Milliyetçi Demokrat Parti (NPD) ilk kez bir milletvekili çıkarmayı başardı. Seçimlere ilk kez katılan Euro karşıtı AFD Partisi % 7 oy aldı. Yunanistan’da sol rüzgârlar Sol koalisyon SYRİZA % 26,7 oy alarak gücünü arttırdı. Yunanistan’da ki burjuva merkez sağ ve merkez sol partinin, YDP ve PASOK’un, önüne geçti. İktidardaki merkez sağcı Yeni Demokrasi Partisi % 23 oy alırken, faşist parti Altın Şafak oylarını arttırarak, % 9,3 oy aldı ve üçüncü parti konumuna yükseldi. Koalisyon ortağı sosyal demokrat PASOK ise, izlediği kemer sıkma politikaları ve programlarına oy vermek suretiyle merkez sağa yedeklenmesi nedeniyle eridi. 4 yıl

önce % 34 oy alırken, bu defa % 8 lik oy oranı ile yerlerde sürünüyor. SYRIZA, sadece AP seçimlerinde değil, yerel seçimlerde de oylarını arttırdı. Birçok kent ve kasabada belediye başkanlıklarını aldı. Avrupa genelinde seçimlere katılım oranı, ortalama % 43’de kalırken, bu oranın Yunanistan’da % 60’a ulaşması, bu ülkede kriz nedeniyle yaşanan hareketliliğin ve işçi kitle mücadelesinin, politik duyarlılığı arttırdığını gösteriyor. Sosyalistler için seçim ve sandık değil sokak ve mücadele önemlidir. Yunan işçi sınıfı ve solu sokakta. Bu, sandığa da yansıyor. Yunan işçi sınıfı ve solu 3–4 yıldan bu yana, yaşanan ekonomik krize ve kemer sıkma politikalarına karşı canla başla direniyor. SYRIZA’nın ve oylarının yükselişi sokaktaki bu mücadeleyi yansıtıyor. İşçilerin Sesi Haber


12

Haziran 2014/27

İşçilerin Sesi

İş cinayetlerini unutturmamak için nöbet tutuyorlar

İş cinayetinde hayatını kaybedenlerin aileleri, her ayın ilk Pazar günü Galatasaray Meydanı’nda Vicdan Ve Adalet nöbeti tutuyorlar. Taşıdıkları pankart, döviz ve çeşitli materyallerle kamuoyu oluşturmaya çalışıyorlar. Her gün iş cinayetleri haberi alıyoruz. Son olsun dediğimiz Soma madeni işçileri de benzer duyguları yaşadılar, anlattılar. Dertleri ile dertlendik. Biz de onların bu çabasını sizlere iletiyoruz. Hakkı Güleç:”2008’de Davutpaşa patlamasında kardeşim Heybettin Güleç’i kaybettim. Maalesef bizim ülkede işçi cinayetleri hayatın doğal bir parçası gibi lanse edilmeye çalışılıyor. Bu cinayetlerin hepsi önlenebilirken, yetkililer ve patronlar tarafından gerekli düzen-

Bir işçi ve DİSK neferi: Cuma Yılmaz’ı kaybettik Cuma Yılmaz, 1976 yılından beri DİSK üyesi bir işçiydi. DİSK Emekli Sen’in kuruluşundan itibaren de Emekli Sen faaliyetlerinin içinde eksiksiz yer almış bir devrimci işçiydi. Mütevazı, özverili, çalışkan bir devrimci işçiydi. Emekli Sen eylemlerinde değil sadece, sendikaların tüm eylemlerinde en önde, pankart taşırken görürdünüz onu. Mevki, alkış, koltuk beklemeksizin görevini

lemeler ve gerekli önlemler alınmadığından dolayı işçi kardeşlerimiz her gün ölmeye devam ediyor. Bizler de aslında bu davaların çok dışındaydık.2008’de bu mücadeleye Davutpaşalı aileler olarak başladık. Gördük ki, bu acılar sadece bizim acımız değil. Sadece Davutpaşa’yla olan bir iş cinayeti değil. Başka başka yerlerde de iş cinayetleri yaşanıyordu. Bizim ülkemizde şöyle bir algı yerleştirilmiş, iş kazası, kaza, takdir-i ilahi gibi şeylerle mesele geçiştiriliyor. Ailelerin güçsüzlüğünden, acılarından yararlanarak 3-5 kuruş para verilip aileler susturuluyor. Biz bunun böyle olmadığını anlatmak için mücadele ediyoruz. Davutpaşa’da 21 işçi hayatını kaybetti.130 yakın insan yaralandı. Biz

yerine getirirdi. Esenyurt’tan, Beylikdüzü’nden Taksim’e, Bakırköy’e, Kadıköy’e, Kartal’a nerede bir işçi eylemi, grevi, dayanışma gecesi, DİSK etkinliği varsa Cuma Yılmaz oradaydı. Kardeşinin cenazesini köyüne götürmüştü. Dönerken Samsun’da geçirdikleri kazada kendisi ve 3 akrabası aramızdan ayrıldı. Yaşamı genç işçilere örnek olsun! İşçilerin Sesi Haber

bu ölümleri her yerde dile getirdik. Bunlar cinayettir, sorumluları da bellidir. Sorumlular yargılansın.” dedik. Demet Güler: “3 Şubat 2011’de Ostim’de ablam Dilek Güler’i kaybettim. Biz Davutpaşa’ya göre daha yeni sayılırız. Biz onları örnek aldık. Şuan ki acımızda, biz onlar kadar ilerleyemedik. Şu an bizim davada işyeri sahipleri ve gaz dolumu yapan firma yargılanıyor. Kamu kuruluşlarının yargılanmasına izin verilmiyor. Çünkü onların denetim yapma zorunluluğu olmadığı söyleniyor. Biz bunların yargılanması için uğraşıyoruz. Sadece işveren, çalışan işçi değil, kamu kuruluşlarının da üzerine düşeni yerine getirmesi gerekiyor. Bizim ülkemizde çalışan işçi kendini düşünsün deniyor. Ama işçinin kendini düşünmesi ile olacak bir şey değil. Herkesin sorumlu davranması gerekiyor.” Biz buradaki aileler birbirimizin davalarını takip ediyoruz. Duruşmalarına katılıyoruz. Duruşmalarda da öyle şeyler duyuyoruz ki, inanamazsınız, bize söylenen ” Kader”, “bu da onun alın yazısıymış.” Öyle değil; Kaza dediğiniz şey, öngörülebilir ve önlenebilir bir şeydir. Ama şirketlerin kar payı, kar hırsı bu insanların canına mal oluyor. Biz sizlerin bizi anlamanız, hissetliklerimizi hissetmeniz için çeşitli etkinlikler yapıyoruz. Sesimizi duyurmaya çalışıyoruz. İnternetten imza kampanyası başlattık.

Hukuksuz bir şekilde inşaatı süren Maslak 1453'te bir işçi hayatını kaybetti Nisan ayında, Şehir Plancıları Odası'nın açtığı dava sonucu, Fatih Ormanları'nın yanı başında yer alan Maslak 1453 projesinin inşaatı "kamu yararına" uygun olmadığı gerekçesiyle mahkeme kararıyla durdurulmuştu. Gerekli güvenlik tedbirleri alınmadan ve yasa dışı olarak devam ettirilen bu inşaatta iş cinayeti yaşandı.

Ömrünün baharında hayatını kaybetmiş insanlar. Fotoğraflarını yerlere serdik. Salonlar doldu. Ama şirket patronları, aynı zamanda devletin sermayeyle ilişkisi sebebiyle, bunlar kesinlikle denetime tabi tutulmuyor. Gerekli caydırıcı cezalar da verilmiyor. Bunu bütün davalarda görüyoruz. Dava takiplerimizde de bir sürü tehdit ve taciz ile karşılaşıyoruz. Kendiniz davanıza sahip çıkmazsanız, kamu davası olmasına rağmen devlet sahip çıkmıyor. Bir sonuçta elde edemiyorsunuz. Davutpaşa davasına girdim. Belediye başkanı sanık, ama yerine zabıta geliyor. Belediye başkanı gelmiyor. Yani davanızın her aşamasını takip etmeniz gerekiyor. Bütün kamu, devlet adamları sorumlu olduğu halde yargılanmıyor. İLO Verilerine göre, Türkiye iş cinayetlerinde birinci sırada. İş cinayetlerinin yüzde 98’inin önlenebilir kazalar olduğu biliniyor. Bu davaların takibi ne yazık ki, küçük bir çevre tarafından takip ediliyor. İş cinayetleri konusunda doğrudan muhatap konumunda olan sendikalar, bu konuya duyarsız kalıyorlar. “Güvenli iş güvenli gelecek” mücadelesinin bir parçası olan iş cinayetlerine “dur demek” için, sendikaları da içine alan, bir mücadele anlayışını savunmak gerekiyor. S. Denli

29 yaşındaki Hakan Tek’in inşaat halindeki binanın asansörünü beklerken üstüne demir kalıbı düşmesi sonucu hayatını kaybetmesi üzerine, yaklaşık 2 bin işçi önlemlerin yetersiz olduğunu söyleyerek iş durdurdu. İşçiler, inşaatta üç binden fazla işçinin neredeyse hepsinin taşeron çalıştıklarını söylediler. Şantiyede 13 kaba inşaat taşeron şirketinin bulunduğu ortaya çıktı. Maslak 1453 Aralık ayında yapılan yolsuzluk operasyonunda gözaltına alınan Ali Ağaoğlu’nun projelerinden birisidir. Ali Ağaoğlu’nun İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nden geçiremediği imar değişikliklerini, bizzat Başbakan Erdoğan ile görüşerek hallettiği ile ilgili telefon görüşmeleri ortaya çıkmıştı. Sermaye sadece kentleri, ormanları, dereleri yok etmiyor; kar hırsıyla hiçbir hakkımızı göz önünde tutmadan yaşamlarımızı ve yaşam alanlarımızı yok ediyor. İşçilerin Sesi Haber


Haziran 2014/27

İşçilerin Sesi

13

Greif İşçileri: Emeğimiz, işçi sınıfına armağan olsun! 26 Mayıs’ta DİSK Genel Merkez binasında yaptıkları basın açıklamasıyla mücadelelerini şimdilik noktalayan Greif işçileri “Büyük emeklerle yarattığımız büyük işgal eylemimizi, işçi sınıfımıza armağan ediyoruz. Ama daha fazlasını hep birlikte yaratmak üzere bunu başlangıç sayıyoruz. Bütün dostlarımızı ve sınıf kardeşlerimizi yürekten kucaklıyor, omuz omuza yürümeye çağırıyoruz” dediler.

maları yaptık, işçi sınıfı hainlerinden hesap sormak için imza kampanyaları örgütledik”.

Grief işçileri adına söz alan Engin Yılgın “işyeri işgaliyle başlayan 106 günlük uzun soluklu mücadele noktalandı. Ancak işçiler ve onların kamuoyunun gündemine taşıdıkları taşeronlaştırmaya karşıtı mücadele için bir başlangıç olmuştur” dedi.

Grief işçisi, en büyük ihaneti sendikacılardan gördü

Greif işçilerinin basın açıklaması Açıklamada şunlara yer verildi: “Greif mücadelesini İstanbul’un pek çok bölgesine yaymaya çalıştık. Hadımköy’den çıkıp Sultanbeyli fabrikasına girdik. Engelleri aşıp saatler boyunca fiilen üretimi durdurduk. Sadece bu dahi işçi sınıfımızın tarihinde olmayan bir büyük eylemdi. Öte yandan sayısız eylem yaptık. İstanbul’un her köşesini eylem alanına çevirdik, Boğaziçi köprüsünü kestik, Amerikan Büyükelçiliği’ne gittik, Taksim’de, Kadıköy’de yürüyüş ve basın açıkla-

Taşeronlaştırma karşıtı mücadele daha çok kamuya bağlı işletmelerde, hastane, eğitim, maden gibi işletmelerde anılırken, Greif işçisi fabrikalarındaki taşeron düzenini gözler önüne serdi. Kadrolu ve taşeron işçilerin birlikte, patrona karşı verdikleri büyük bir mücadeleye imza attılar.

Grief mücadelesinin diğer önemli yanı sendikaların bürokratik yanının kamuoyuna teşhir edilmesi oldu. Birbirinden kopuk birçok mücadelede sendikacıların ihaneti artık bilinen bir gerçek. Greif işçisi sendika bürokratlarının mücadeleyi engelleyici rolünü gözler önüne serdi. İşçilerin bağımsız örgütlenmesine dikkat çekti. Greif işçilerinin kazanımları Greif işçisi taşeron işçilere uygulanan çalışma koşulları, ücret ve haklardaki eşitsizliğe karşı, patronla sürdürülen toplu sözleşme sürecinde mücadele kararı almıştı. Hedef işyerindeki taşeron uygulamalarına son vermekti. Patronla yapılan pazarlıklarda belli bir sayıda işçinin kadroya alınması sağlandı. Ancak mü-

cadeleye öncülük yapan işçilerin işten çıkartılmasına neden oldu. DİSK Tekstil sendikasının yaşanan mücadeleye sessiz kalması, işçilerin mücadelesine sırt çevirmeleri de mücadelenin hedeflerine ulaşmasına engel oldu. Greif işçileri “Belki baştan koyduğumuz hedeflerimize ulaşamadık, ama yine de dediğimizi yaptık. Ya taleplerimizi kabul edecekler ya da kapatıp gidecekler dedik. Taleplerimizi kabul etmediler, ama tabelalarını indirmek, fabrikayı kapalı tutmak zorunda kaldılar. Direnme iradesini gösterenlerin tazminatlarını vermeyerek cezalandırmaya kalktılar, ama direnişimiz onlara geri adım attırdı ve haklarımızı söküp aldık”. Greif mücadelesinin bilançosu Greif işçiler, mücadelenin çıtasını yükselttiler. Greif işgalinden sonra, her sosyal mücadele “işgal” biçimini gündemine aldı. Maden fakültesi öğrencileri, üniversiteyi işgal etme cesaretini Greif işçilerinden almıştır. Mücadelenin seviyesini yükselten Greif işçisi, bu yüksek mücadele çizgisini tek başına sürdürme olanağına da sahip değildi. Greif işçileri, giriştikleri büyük mücadeleyle taşeron işçilik sorununu gündeme taşıdı ve taşerona karşı mücadelenin çok sert yaşanacağını, sert ve di-

siplinli bir mücadele ile sonuç almanın mümkün olduğunu işyeri seviyesinde gösterdi. Greif işçileri işçi sınıfı mücadelesinde yer alan, alacak olan siyasal eğilimleri de saflaştırdı. Sendikalist çizgi ile devrimci çizgiyi netleştirdi. Her mücadeleyi sendikalaşmaya bağlayan geleneksel sosyalist anlayışı saf dışı bıraktı. Sendika uzmanlarının mesleki deformasyonla bürokrasiyi nasıl savunmaya geçebildiklerini gözler önüne serdi. Greif işçilerinin mücadelesini “fabrika işgaliyle başlayıp, tazminatsız işten çıkartılmakla sonuçlandığı” için eleştirebiliriz. Ancak, bu mücadelenin başarılı olması için kimin ne yaptığını ortaya çıkartmadan, bu eleştiri haksız olur. Ancak kimin dediği olacak? İşçilerin mi patronların mı sorusuna yanıt verili koşullarda işçiler için en iyi sonuç hangisi olabilir biçiminde ele alınarak cevaplanmalıdır. Mevcut güçler dengesi içinde yapabileceklerimizin sınırlarını bilmek de devrimci öncünün görevidir. Sonuç olarak, önemli olan yeni Greif’lar yaratmak ve bu deneyiminden dersler çıkartıp, yeni fabrika işgallerinde işçi sınıfı için yararlı sonuçlar elde etmektir. Canan Mengül

1 Mayıs Taksim: Devlet teröründe yeni bir aşama 2014 yılında AKP’nin yasakçı politikalarının bir devamı olarak Taksim 1 Mayıs mitingi yasaklandı. İşçilerin mücadele günü, devlet terörünün uygulamalarıyla geçti. Resmi açıklamaya göre 50 TOMA, 39 bin polisin görev aldığı 1 Mayıs’ta, 15 milyonluk kent felç oldu, neredeyse 10 saat boyunca, kent devlet terörünü yaşadı. Son derece politik bir zeminde karşıladığımız 1 Mayıs 2014, bu haliyle işçi sınıfının varlık göstermesine izin verilmeyen bir gün oldu. İşçi sınıfı varlığını gösteremese bile, Türk-İş’in çağrısıyla Kadıköy’e de gitmedi ya da UİD DER gibi, bu yıl da Gebze mitingine kaçmadı! Politik bir mücadele alanı haline getirilen 1 Mayıs’ta, hükümet/devlet/polis, sendikalar, meslek odaları ve devrimciler rol aldı. Karşılıklı çatışma hali, ancak örgütlü kesimlerin direnebildiği bir günü bize yaşattı. Hükümet/Devlet/Polis Gezi direnişinden en büyük dersi devletin çıkarttığını görüyoruz. Yüz binlerce işçinin, gencin, kadının 1 Mayıs’ta Taksime çıkması demek, bu mitingin zamanında bitmeyip uzayacağını da gösterdi. Devlet, bu ihtimalin kendisi hiç aklına getirmek istemedi. Önlem olarak, polis

marifetiyle Gezi Parkı’nı kapatarak ve Taksim’i gösteri ve eylemlere yasaklayarak, fiili bir durum yarattı. Son bir Mayıs’ta bu yasaklamayı, tüm İstanbul’u içine alacak şekilde genişletti. Uyguladığı baskıcı ve terörize yöntemlerle, olası bir kalkışmaya karşı nasıl önlem alabileceği tatbik etti. İstanbul’un iki yakası arasındaki ulaşımın kesilmesi, on binlerce polisin görevlendirilmesi, polisin alan savunmasından bölge savunmasına geçmesi, göstericilerin ara sokaklarda bile toplanmasına izin verilmemesi vb. yöntemlerle uygulanan devlet terörüne rağmen on binlerce insan sokağa çıktı, tepki gösterdi. Korkmadığını polisin yüzüne haykırdı. Sendikalar Yıl boyunca siyasi ve sınıfsal gelişmeleri çoğunlukla izlemekle yetinen, kendi iç kavgalarıyla meşgul olan, basın açıklamalarıyla sorunları “gündemleştiren” sendikalar, bu yıl da 1 Mayıs’a doğru “hareketlendiler”. Taşeron çalışma düzeninden, asgari ücrete, sendikasızlaştırmadan, iş cinayetlerine kadar birçok sorunla boğuşan emekçilerin bu gündemleri karşısında, göstermedikleri ilgi ve cevvalliği, 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak konusunda gösterdiler. Bir yılın açığını bir günde kapatmaya kalkıştılar.

Taksim gibi meşru bir talep için mücadele etmek elbette sendikaların görevlerinden biri. Ancak tek görevleri değil! Sendikaların (KESK’de dâhil olmak üzere) yasal mitinglere kendi üyelerinin küçük bir bölümünü katabildikleri biliniyor. Kendi durumlarını çok iyi bildikleri için, Taksim gibi sol çıkışlar yaparak kendilerini parlatıyorlar. Bu tutum acizliklerinin ifadesidir, ancak sermaye sınıfını korkutan bir temsiliyetin ifadesi değildir. Sosyalistler-devrimciler 1 Mayıs’ta sokağa çıkan onlardı. Polisle çatıştılar, bedel ödediler. Buna karşılık, eyleme katılan herkesin fark ettiği gibi, hem katılım hem de kararlılık, geçen yıla göre daha azdı. Öğle saatlerinde kitle dağılmaya başlamıştı bile! Elbette ulaşımın kesilmesi ve toplanma imkânlarının bulunmaması, kitlelerin topluca bir arada durmasına olanak vermedi. Ancak, sosyalist grupların genel algısı, sınıf mücadelesinin onlar ve devlet/polis arasında yaşandığına dair. Kapitalizme ve devlete karşı mücadelenin bir işçi sınıfı mücadelesi olduğuna dair algı o kadar zayıf ki, bir liseli gencin mücadeleye katılma biçimi, önce bir örgüte katılması ve ardından da bu örgütün eylemlerde polisle kavgaya tutuşması üzerinden kurgulanmaktadır.

Benimsenen mücadele tarzı, sınıf mücadelesini sınıfsal mücadele yöntem ve araçları olarak görmek yerine, devlete karşı örgütsel mücadele olarak görme anlayışıdır. Bu anlayış, yasaklı 1 Mayıslarda hareketin görüntüsüne hâkim oluyor. Sonuç yerine Taksim’i “kazanmak” için pratik bir öneri şu olabilir: İstanbul’da ulaşımın kesilmesi, mücadele etmek için sokaklara çıkan ve Taksim’e ulaşmak için toplanma yerlerine gelmek isteyen kitlelerin enerjisini ve zamanını tüketti. Anlaşılıyor ki, devlet en büyük metropol olan İstanbul’un ulaşımını kesebiliyor ve üstelik bunu meşrulaştırmış durumda. Bu gelişme karşısında, Kadıköy ve Mecidiyeköy-Beşiktaş gibi noktalara yakın yerlere toplanma daveti çıkartmak akıllıca olur. TopkapıKartal gibi işçi havzalarında toplanan yüz binlerin Taksim’e doğru yürüyüşü, fabrikalara ve işçilere seslenen, onları alanlara çağıran bir mücadele demektir. 1 Mayıs 2015’de benzer manzaralarla karşılaşmak istemiyorsak, önlemini şimdiden almalıyız. Ufuk Demirci


14

Haziran 2014/27

İşçilerin Sesi

Sağlıkta Taşeron Ölüm Demektir

Taşeron sistemi işçi katletmeye devam ediyor. Sağlık emekçisi olarak taşeron şirket aracılığıyla Muvazaalı (hileli) olarak çalıştırılan Recep Tepe taşeron sisteminin kurbanı oldu. Atatürk Üniversitesi Süleyman Demirel Tıp Merkezi Araştırma Hastanesi sağlık emekçilerinden Recep Tepe Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) virüsünü taşıyan kanla temas etti. Mikrobiyoloji bölümü sağlık emekçisi olan Recep Tepe KKKA virüsünün bulaşması sonucu hayatını kaybetti. Güvencesiz ve geleceksiz, kölece çalışmanın adı olan taşeron sistemiyle ana işlerde hileli yöntemlerle işçi çalıştırılmaya devam ediliyor. AKP Hükümetinin ana politikalarından birisi olan taşeron sistemiyle işçi sağlığı ve işçi güvenliği tamamen hiçe sayılıyor. Bu yöndeki güvenlik tedbirleri dikkate alınmayarak ve yatırım yapılmayarak işçi ve üretim maliyetinin düşürülmesi hedefleniyor. Bütün bunlar hayati riskleri artırıyor. “Taşeron sistemi ölüm demektir!” dememizin arkasında yatan can alıcı gerçeklik de buradadır. Sadece Soma’da ve maden ocaklarında değil, taşeron sistemi sağlıkta ve bütün alanlarda ölüm demektir. Sağlık emekçisi arkadaşımız Recep Tepe bunun ne ilk ne de son örneğidir. KKKA virüsünün bulaşması sonucu iş cinayetine kurban edilen sınıf kardeşimiz Recep Tepe’yi İstanbul Üniversitesi - Çapa’da andık ve iş cinayetlerini protesto ettik. Tıpkı Soma maden ocağında katledilen yüzlerce sınıf dostumuzu anmamız ve bu acımasız katliamı protesto etmemiz gibi… Taşeron Sistemi Ölüm Demektir! Kapitalizm Öldürür! Mecnun Çınar İ.Ü. Çapa Taşeron İşçisi

Soma’da İşçi Katliamı*

Başbakan’ından Çalışma Bakanı’na AKP Hükümeti’nin göz boyama yalan ve dolanlarıyla bizim gibi taşeron işçilerine yutturmaya çalıştığı yeni “taşeron yasası” bütün çıplaklığıyla bir kez daha gözlerimizin önüne seriliverdi. Soma’da yaşanan madenci katliamıyla, bir sürü dalavere ile de olsa, ölümcül köle işçiliğinin adı olan taşeron sisteminin nasıl işletildiğini bir kez daha gözlerimizle gördük. Soma’da Devlet + Hükümet + Patron işbirliğinin ölümcül sömürüsü içinde taşeron sistemi “yasal” açıdan görünmez kılınmaya çalışılarak uygulamaya konulmuştur. “Dayı Başı” gibi adlandırmalarla görünmez kılındığı sanılan taşeron başları eliyle sınıf kardeşlerimiz ölümcül emek sömürüsünün ateşine atılmışlardır. Kaza değil bu bir katliam! Maden ocağının içinde yanarak köze dönüşmüş bölümlerin olduğu bilinmesine rağmen, korların yanından yöresinden geçmeye zorlanarak, ocağın derinliklerine gönderildiler. İşçi kardeşlerimiz kilometrelerce ilerleyip derinliklerden söküp çıkarttıkları kömürün bile “elle tutulamayacak kadar sıcak olduğunu” belirtip, uyardılar. Çökmek üzere olan galeriler olduğunu söylediler. Uyarıları hiçe sayıldı.

“Güvenlik önlemiyle falan oyalanmayı bırakın, kaytarmayın, daha fazla kömür çıkarın,” dediler. Karbon monoksitin ölümcül zehri yerine taşeron sisteminin “Dayı Başı” tarafından verilen “daha fazla kömür çıkarılacak” emirleri esas alındı. İşçi sağlığı ve işçi güvenliği hiçe sayıldı. “Dayı Başı” daha fazla prim, patronlar ise daha fazla kâr elde ettiler. Amaçları da buydu ve vahşi kâr hırsıyla hareket ettiler. Bu hırs ve baskı sonucunda patronlar üretim maliyetini altı’da bir’e düşürüp kâr üstüne kâr eklediler. AKP Hükümeti bu ölümcül sömürü “başarısını” ödüle layık buldu ve övgüler düzdü. TBMM’de Soma ile ilgili verilen soru önergeleri AKP Hükümeti’nin çığırtkanlarınca “fasa fiso” olarak nitelendirildi. Ve bugün bütün bunların bedelini yüzlerce işçi kardeşimizin canıyla ödemiş olduk. Soma’daki işçi katliamı, bir kez daha, taşeron sistemini anadan üryan tüm çıplaklığıyla gözlerimizin önüne seriverdi. Şimdi, kim kalkıp da utanmadan ve sıkılmadan bu katliamı bizlere bir “kaza” olarak yutturabilir ki? Taşeron sistemi değil patronların önündeki yasal engeller kaldırılıyor! AKP Hükümeti’nin “taşeron sorununu çözüyoruz” yalanına yaslanarak

hazırladığı yeni “taşeron yasası” da aynı ölümcül emek sömürüsünün bir sonucudur. Tüm ısrar öneri ve eleştirilerimize rağmen “taşeronu ortadan kaldırıyoruz,” demeye yanaşmayan AKP Hükümeti laf cambazlığı yaparak sözü dolandırıyor ve “taşeron sorununu ortadan kaldırıyoruz,” diyor. Taşeron sistemini ve ölümcül sömürü koşularını ortadan kaldırmak yerine, patronların taşeron işçi çalıştırabilmesinin önündeki bütün yasal sorunları ortadan kaldırmaya hazırlanıyorlar. İşte o “taşeron sorununu çözüyoruz” yalanının ardında yatan gerçek, AKP Hükümeti’nin, patronların ve devletin taşeron işçi çalıştırmasının önündeki sorunları ortadan kaldırıyor olmasıdır. Bazı sendikalar, taşeron işçi dernekleri ve temsilcileri kanalıyla da bu yalan ve dolanlarını meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Hem de yüzlerce Soma işçisinin kanı ve canı üzerinden. Asla boyun eğmeyeceğiz! AKP Hükümeti katliamı protesto eden Soma’lılara gaz bombası, basınçlı su ve plastik mermilerle karşılık veriyor. Başbakan Erdoğan ve Soma’ya giden heyeti kendisini yuhalayanlara tekme ve tokatlarla cevap veriyor. Soma’da katledilen madencilerin aileleriyle dayanışmaya giden Avukat heyetine saldıran polisler kol bacak kırıyor. AKP Hükümeti’nin Soma’ya transfer ettiği cüppeli ve sarıklı özel “heyetler” ise, özel timlerin koruması eşliğinde, fetvalarda bulunuyor: “Kadere boyun eğin! Kazayı kabullenin! Her şey Allah’tandır!” Bu din tüccarlarını konuşturan Allah değil, AKP Hükümeti ve patronlardır. Kader Değil Bu Bir Cinayet! Kaza Değil Bu Bir Katliam! Yalana Dolana Taşerona Son! (*) 20 Mayıs 2014 Tarihli “Çapa Taşeron İşçilerinin Sesi Bülteni”nden alınmıştır.

Soma’da Taşeron İtirafı Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ) Genel Müdürü Mustafa Aktaş Soma Holding A.Ş’nin işlettiği Eynez maden ocaklarında taşeron sistemiyle işçi çalıştırıldığını itiraf etti. Katliamın yaşandığı Eynez maden ocağının Soma Holding A.Ş. ve Alp Gürkan’a ait olmadığını ve “hizmet

alımı” yöntemiyle çalıştırıldığını resmen kabul eden TKİ Genel Müdürü Aktaş’ın açıklamaları Enerji ve Çalışma Bakanlarının bugüne kadarki açıklamalarını da fiilen yalanlamış ve boşa çıkarmış oldu. KİT Komisyonunda konuşan Aktaş’ın maden ocağının “hizmet alımı”

yöntemiyle işletildiğini açıklaması, taşeron aracılığıyla hileli (muvazaalı) işçi çalıştırılışının da itirafı oldu. “Bizde taşeron yok” diyen Soma Holding A.Ş’in bizzat kendisi taşeron firma niteliğini taşıyor ve adı geçen “Dayı Başı”lar ise taşeronun taşeronu konumundalar. N.Cemal


Haziran 2014/27

İşçilerin Sesi

15

Plastik Patron mu yaman bilinçli işçi mi yaman? Temmuz ayında 8 saat kart basılıp çıkılmasının artçı şokları hala devam ediyor. 8 saat kart basanların arkasında sendikal örgütlenme olduğu anlaşılınca, patron insan kaynakları bölümüne “kıyım” izni verdi. Onlar da yalakaları vasıtasıyla elde ettikleri istihbaratla, kuru/yaş demeden işçi kıyımına devam ediyorlar. Aradan geçen neredeyse 11 ay içinde 150’den fazla işçi atıldığını tahmin ediyoruz. Patronun gözüne batan ve işten çıkmayıp çalışmak isteyen bir işçiyi, kafayı taktıkları için neredeyse 2 aydır işten çıkartmaya uğraşıyorlar. İşçiye ter türlü baskıyı yaptılar. Raporu olduğu halde ağır iş verdiler, yerini değiştirdiler, Ocak zammı vermediler, durmadan idareye çağırıp işten çık diye tehdit ettiler, keyfi ihtarname yazıp imzalamaya zorladılar, 4 gün 11 saat çalıştırıp, Cuma ve Cumartesi mesaiye bırakmadılar… İşçi arkadaş işine sahip çıktı ve bu saldırılara gerek sözlü gerekse noter aracılığıyla cevaplarını peş peşe yetiştirdi. Bu tutum, insan kaynakları bölümünü çileden çıkarttı. Son olarak 5 Mayıs tarihinde tekrardan idareye çağrıldı. İdareciler bir

süre beklettiler “yeter artık 15-20 kere çağırdınız, çıkaracaksanız çıkarın” diyerek tepkisini gösterdi. İdari İşler Şefi “inan bana içerde sana karşı ne oluyor ne yapmak istiyorlar bilmiyorum” diyerek, “emir büyük yerden” mesajını verdi. O sırada başka bir idareci gelerek“git dışarıda bekle” dedi. Yarım saat sonra içeriye çağrıldı. İdareci “ seni işten çıkarıyoruz” diyerek kâğıt uzattı. İşçi arkadaş, kâğıdı okudu “son zamanlarda görevimi yapmadığımdan, idare tarafından Nisan ayının 1’inden 30’una kadar sürekli alınan savunmalara rağmen, görevinde yeterli özeni göstermediği için 5 Mayıs 2014 tarihi itibariyle iş akdimin, İş Kanunun 25\2 bendine göre ihbarsız ve tazminatsız fesh edilmiştir. Geçmiş dönemlere ait alacaklarınız; Mayıs ayında 5 gün ve 10 gün izin parası; yakacak parasının banka şubesine yatırılmıştır” bilgisi bulunmaktaydı. İşçi arkadaş, yasa gereği çıkış belgesi istedi. İdareci böyle bir belge verme lüksümüz yok diyerek bu yasal isteği geri çevirdi. Daha sonrada şahitler huzurunda imzalamadı diye not aldı. Oysa ortada şahit-mahit kimse yoktu. İdare-

cide merak etme biz buluruz diyerek, yaptığı usulsüzlükleri pişkince savundu. Arkadaşımız, giriş kartlarını güvenliğe teslim etti. Ardından Alo 170’i arayarak; işten çıkartıldığını ancak çıkış belgesi vermediklerini bildirdi. Alo 170, ne olursa olsun çıkış belgesi verilmesi gerektiğini, şu anda çalışıyor göründüğünü, 3 gün üst üste gelmedi göstererek işten çıkarabileceklerini, noterden işyerine ihtar çekmesini söyledi. Mayıs’ın 7’sinde patrona ihtar çekti. Yapılan işlemlerin kanun dışı olduğunu, çıkış gerekçesinin bildirilmesini talep etti. Patronun noter aracılığıyla cevabında “haklı nedenle Mayısın 6’sında işten çıkartıldığı” yazılıydı. 5’inde çıkartıldığı halde, ertesi gün çıkış vermesinin nedeni belli oldu: Eğer işçi ihtar çekmeseydi, çalışıyor gözükecek, 3 gün işe gelmedin denilerek tazminatsız işten çıkartılacaktı. Patron kendi evrakında bir gün fazla çalıştırdığını itiraf etti. Patronlarda ve onların yalakalarında ne yalan ne de yalancı şahitler bitmez. Bizim elimiz armut toplamaz ya! Ersin

Tekstil

Mücadelenin olumlu etkisi sürüyor Dikimhane bölümünün çoğunluğunu oluşturduğu işçilerin eyleminden sonra, patron işyerindeki sorunları çözme sözü vermişti. Bu sözünü yavaştan alarak tutuyor. Yemekhaneyi Cumartesi Pazar ve Pazartesi 19 Mayıs tatiliyle birleştirip tadilattan geçirdi. Yerler parkelendi, yeni pencereler açıldı. İşçiler “çok da zor değilmiş demek ki” demeden kendilerini alamıyorlar. “Bir eksiklik, haksızlık oldu mu, demek ki masalara vurup eylem yapmak lazımmış” diyorlar. Dikimhane bölümünün yaptığı eylemin ardından eksikler giderildi, zamlar iyi alındı. Ancak, eyleme öncülük yapan işçiler de kendi istekleriyle işten çıktı. Bu çıkış da farklı oldu: Bugüne kadar tazminatını peşin alabilen bir işçi yoktu. Tam tazminat alan da yoktu. Ancak bu sefer çıkan 40 işçi, tazminatlarını tek

seferde ve işçilerin hesaplaması üzerinden aldılar. Hepimizde olan “eylem yapan her zaman kaybeder, parasını alamaz, mahkemelerde sürünür” algısı şimdilik kayboldu. Patron tek tek işçilere eski usul davranmaya devam ediyor. Bir işçi 3.600 prim gününden yararlanıp emekli kâğıtlarını içeriye verdi. İşveren “9 yılı asgari ücretten alırsın ve taksitle öderim”, demiş. Bu işçi, arkadaşlarına dert yanıyor az tazminat veriyorlar diye. O zaman işverene ayıp olmasın diye eyleme katılmamıştı. Şimdi aklı eylem sebebiyle çıkartılan işçilerin tek seferde aldığı gerçek ücretten hesaplanan tazminatta! Patron kendisine saygılı davranıp eyleme katılmayan işçiye ne yaptı? Fazla ikramiye mi verdi? Hayır! 9 yıllık işçiliğe 12 bin lira vermişler; taksit sayısı 6 ya da 8 aya kadar gider.

Dikimhane eyleminin etkisini hala hissediyor olmamız, işçi birlik olununca başarı da oluyor fikrini kuvvetlendiriyor. Eylemi yapan işçiler işten çıkmış olsa da, patron işçilerin taleplerini yerine getirmek zorunda hissetti. Bu da işçi sınıfının gücünü ifade eden bir örnektir. Sayıdan vazgeçtiler, temiz iş çıksın yeter! Dikimhaneden çıkartılan işçilerin yerine aynı kalifiyede işçi arıyorlar ama bulamıyorlar. Gündelikçi çalıştırıyorlar. Ustalar şefler iş verirken memnun değiller, ustalar başlarından ayrılmıyorlar. Artık adetten vazgeçmişler, işi temiz diksinler yeter diyorlar. İşlerin büyük bölümü yine atölyelere veriliyor. Dikimhane şefi artık hoyratça bağırıp çağıramıyor. Biliyor ki, işçiye hakaretin bir bedeli var. İşçiler birleşip, karşısına dikilip hesabını soruyorlar. Murat

Plastik

Kozmetikten merhaba Yeni bir sektör ve yeni bir iş yerindeyim. İki ortaklı olan ıslak mendil fabrikası dört şirkete bölünmüş durumda. Kolisini, ambalajı kendi üretiyor, sonra da müşteri gibi satıyor. Giriş-çıkışlar, tuvaletler bile kartlı. Her yerde kamera sistemi var. Şeflerin ağızlarından hakaret eksik olmuyor. Sömürü hat safhada; 12 saat çift vardiya çalışılıyor, günlük yevmiyeci getiriliyor. Patron Silivri’de çalıştıracak işçi bulamıyor, bazen kahveden işçi toplayıp getiriyor. Sözde kurumsal ve çok hijyenik! Ama nerde? Hepsi yalan. Eskiden işçilere net ücret üzerinden ödeme yapılırken, yeni dönemde brüt sisteme geçilmiş devletin ağır vergi balyozuyla işçiler bir kere daha soyuluyor. Zaten işçilerin çoğunluğu asgari ücret alıyor fazla mesailerin bir kısmını pirim olarak gösteriyorlar. Yemek paydosu yarım saat, çay paydosları 15’er dakika. Dört çayında bir tane poğaça veriliyor, o da yetmiyor. Yabancı bir ıslak mendil firması olan Hops ile anlaşması var. Bu sayede büyümüşler. İşçiler durumun farkında, ama örgütlenme bilinci yok, güvensizlik var. Her zamanki gibi zor ama imkânsız değil. Her fabrikanın kendine göre örgütleme zorlukları vardır. Bu zorlukları aşmak, o fabrikada işçilerle birlikte bilinçli devrimcilerin birlikte çözüm bulmasına bağlıdır. Her koşulda bir yolunu bulup, mücadele etmek gerekir. Mücadele etmeden kazanamayız! Onur


İşçilerin Sesi

Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!

Gezi yıldönümü için küçük notlar

Artık tarihe kazındığı ismiyle “Gezi Direnişi”, Türkiye tarihinin en büyük ve yaygın halk hareketidir. Hareketin tarihsel sonuçlarını henüz görmemiş olsak da kitleselliği ve kapsamı bakımından eşdeğerde bir toplumsal durumla karşılaştıramıyoruz. Yalnızca bu varsayım üzerinden bile Gezi Hareketini demokrasi ve sosyalizm mücadelesi adına daha çok tartışmak ve muhasebe etmek gerekiyor. Haziran yıldönümü buna vesile olacaktır. Bugünlerde gündemde olan anma, kutlama, festival, Taksim, başka alan önermeleri farklı yaklaşımları yüzeysel de olsa tekrar ortaya çıkarıyor. Gelecek güzel günlere inancımızı perçinleyen, insanlığa dair umutlarımızı coşkuyla ayağa kaldıran o muhteşem günlere ve katılan her bir kardeşimize ne kadar övgü sıralasak eksik kalacaktır. Daha güzel sözleri belki şiirler söyleyecek. Ama Gezi için neden bir Kavel Destanı yazılmadığının yanıtı bu yazının konusu olmasa da, buna dair de söyleyecek çok şey var. Biz elden geldiğince birkaç tespit ve önermeyle işin sıkıcı kısmına, muhasebe paragraflarına girelim. Gezi Direnişi örgütsüz bireyleri anlık olarak bir araya getiren eylemler sürecidir. Örgütsüz bir harekettir. Sosyal kültürün yansıması olan bu durum verili koşuldur. Fakat Gezi hareketinin süreklilik kazanamamasında ve meydan zaptına kilitlenen hedefsiz savrulmasında örgütsüzlüğün payı yüksektir. Gezi hareketi sol muhalefetin politik ve örgütsel açıdan tarihinin en zayıf ve dağınık olduğu bir döneme denk geldi. Dolayısıyla bu anlamda bir hazırlıkla karşılanamadı. Fakat tam bu noktada Taksim Dayanışması’nın müdahalesi paha biçilmez değerdedir. Ülke

siyasetindeki saflaşmanın konjonktürel etkisi ile eylemlerin milliyetçi-laik eksene saplanması çok muhtemeldi. Ve bu durum başımıza gelebileceklerin en kötüsü olurdu. Taksim Dayanışması’nın solun geleneklerinden hareketle söylediği her söz, eylemlerin kapsayıcı bir demokrasi ve siyasal özgürlük temelinde yürümesi adına çok anlamlı katkısı olmuştur. Örgütlü eylem deneyimini taşıyabilme potansiyeli olan Kürt hareketinin Gezi’den uzak durmayı tercih etmiş olması örgütsüzlük handikabını derinleştirmiştir. Yıllardır ülkedeki demokrasi mücadelesinin en önemli öznesi ve örgütlü gücü olan Kürt muhalefetinin yol gösterici olduğu bir Gezi hareketinin bugünden çok farklı sonuçlar üretebileceği düşünülebilir. Bu uzak duruşun nedenlerinde anlaşılabilir ya da anlayışla karşılanabilir durumlar olsa da aslında ortada bir yanılgı ve yanlış okuma vardır. “Barış sürecinin” güçlü bir demokrasi zemininde ilerleyebilmesinin ancak halkların demokrasi adına kolektif mücadelesi ile mümkün olduğunu herkesten daha fazla Kürt hareketi bilmekte ve söylemektedir. Fakat bu yolda önemli bir fırsat kaçırılmıştır. Örgütsüzlük aynı zamanda temsiliyet ve ortak karar alma araçlarının yaratılması bakımından da bir engel olarak karşımıza çıkmıştır. Taksim dayanışması kapılarını herkese açmış olmasına karşın örgütlü temsiliyeti esas aldığı için aslında alanların gerçek nabzını bünyesine katamadı. Çünkü eylemlere katılanlar aslında bu örgütlerin isimlerini dahi ya ilk kez duyuyor ya da hiç ilgilenmiyordu. Parklara, barikatlara, sokaklara yayılabilecek daha geniş inisiyatifler oluşturulması demokratik kanalların yaygınlaşması ve hareketin

dinamiklerini kapsamak açısından çok ileri bir adım olabilirdi. Fakat bir hazırlık sürecinin yaşanmamış olması, eylemliliğin gündelik sürati ve meydanın işgali ile boşaltılması arasında geçen sürenin darlığı, derinlemesine bir ağın yaratılamamasının nedenleri olarak görülebilir. Fakat daha da önemlisi tarihsel hafızada Gezi hareketine benzer bir deneyimin olmamasıdır. Her toplumsal olayda olduğu gibi Gezi hareketinin de özgün bir sınıfsal niteliği vardır. Bu nitelik özellikle büyük kentlerde beyaz yakalı katılımının yüksekliği ile ifade edilebilir. Eylemlerin yoğunlaştığı bölgelerin kent merkezleri oluşu bu durumu karşılıklı desteklemektedir. Fakat eylemlerdeki katılım profili sınıfsal ağırlığı gösterse de aslında sınıfsal bir tutum ortaya çıkmamıştır. Alanları dolduranlar ait oldukları sınıfın kimliği ile değil birey olarak kalabalığa katılmışlardır. Bu çerçevede Gezi hareketi sınıfsal bir karakter kazanmamıştır. Fakat beyaz yakalı çalışanların dinamizmini ve eylem gücünü anlamak için önemli veriler sunmaktadır. Ama sınıfın en örgütsüz ve örgütlenme fikrine en uzak kesiminin hareketin baş aktörü durumunda olması aynı sorunu tekrar önümüze sermiştir. Forumlar esas olarak örgütsüzlüğe karşı bir arayıştı. Ancak en büyük dert olarak görmemiz gereken örgütsüzlük halinin aşılması yolunda çok sınırlı etkisi oldu. Buna rağmen bugün cılız da olsa devam eden forumlar tartışma, dayanışma ve ortak politik üretim kültürü bakımından gelecek için önemli deneyimler biriktirmekteler. Taksim Dayanışması’nın gezi sonrasında toplumsal mücadeleye bir etkisi olmamıştır.

Fakat siyasal yapıların ve diğer demokratik örgütlerin zayıflığı nedeniyle hala omuzlarındaki yükü taşımaya çalışmaktadır. Oysaki, böyle bir iddiası veya kabiliyeti yoktur. Geçen bir yıl içinde Taksim Dayanışması Gezi anılarına sahip çıkmak ve yaşatmanın ötesinde bir açılım yapamamıştır. 1 Haziran günü silahlı devlet güçlerini geri püskürterek meydanların özgürleştirilmesi, hareketin yayılması ve sürekliliği için büyük bir itici etki yaratmıştır. Fakat hareketin sembolü olan Gezi Parkı’nın yıkıcı hatta öldürücü polis şiddeti ile boşaltılmış olması moral gücün yıkılmasına neden olmuştur. Bu anlamda son nokta doğru yerde konamamıştır. Geçen bir yıl içinde inatçı ama giderek zayıflayan geri dönüş çabaları hakkımız olanı geri alma isteğinin haklı bir sonucu olsa da bu eylem biçiminin artık sürdürülemez olduğu açıktır. İnisiyatif kaybedilmiştir ve gerçek siyasal zeminlerde tekrar kazanılmak zorundadır. Örgütsüzlük ve siyasetsizlik hali bugün eskisinden daha büyük bir duvar olarak karşımızda durmaktadır. Gezi hareketi henüz örgütlenmeye ve her türden yerel, demokratik, sınıfsal örgütlerin yayılmasına ve yenilenmesine dair bir sonuç ortaya çıkaramamıştır. Bunun nedenlerini liberal yabancılaşma zehirini henüz bünyesinden atamamış olan gençliğin sosyal ve kültürel kodlarında bulmak mümkün olsa da siyasal ve örgütsel alternatiflerin gerçek birer alternatif olarak ortaya çıkarılamamasının sorumluluğunun sırtımızda olduğunu biliyoruz. Alper Mert


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.