E4 temmuz 2012

Page 1

Sayý: 4 Temmuz 2012

ISSN: 2147-1568 1,5 TL

SUSMA, SUSTUKÇA SIRA SANA GELECEK! HAK, ADALET VE BARIŞ İSTEYEN EMEKÇİLERLE DAYANIŞMAYA!

“Kurtuluş Yok Tek Başına, Ya Hep Beraber Ya Hiç Birimiz”!

2

Haklıydık! Mücadelemizi Birlikte Yürütebilirdik

8

Kadınlar Borçlu Değil!

3

Thy Direnişi ve Gerçekleri Görme Zamanı

9

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Bir Hizmet Değil Haktır!

4

Mısır: Mursi Cumhurbaşkanı Ama Güç ve Yetki Orduda

10

Demokratikleşme Olmadan Barış Gelmez!

5

Fabrikalardan... İşyerlerinden... Fabrikalardan... İşyerlerinden…

Uçağı Düşüren Suriye Değil

6

Belediyede Temsilcilik Seçimi

12-13 14


İşçilerin Sesi

HÜKÜMETİN VE SERMAYENİN SALDIRILARI KARŞISINDA “KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA, YA HEP BERABER YA HİÇ BİRİMİZ”! Mayıs ayında yüz binlerle 1 Mayıs alanlarındaydık. 23 Mayıs’ta bir buçuk milyon kamu emekçisi grevdeydi. 29 Mayıs’ta THY işçileri grev yasağına karşı eylemdeydi. Haziran başından itibaren ise, AKP hükümeti tüm bu başarıları terse çevirmek üzere karşı saldırıya geçti. Saldırıyı tersine çevirmek üzere mücadeleleri birleştirelim, birleşik mücadele için ortak işçi yönetimi oluşturalım! Mayıs ayında işçi sınıfı yüz binlerle 1 Mayıs’ta alanlardaydı. 23 Mayıs’ta bir buçuk milyon kamu emekçisi grevdeydi. 29 Mayıs’ta THY işçileri grev yasağına karşı eylemdeydi. Haziran başından itibaren ise, AKP hükümeti tüm bu başarıları terse çevirmek üzere karşı saldırıya geçti. 1 Mayıs’a katılan bir grup anarşistin tutuklanması, kitlesel katılım sağlayan siyasi gruplara polis operasyonu yapılması, ardından sivil havacılık işkolunda grev yasağı, 400’e yakın THY işçisinin işten çıkartılması ve son olarak 28 KESK yöneticisinin tutuklanması. Tüm bunlar AKP’nin ve sermayenin karşı saldırısıdır. Bu saldırılara işçiler cevapsız kalmadılar. THY işçilerinin mücadelesi devam ediyor. Çapa Taşeron işçilerinin, BEDAŞ, Togo Ayakkabı, Borusan Lojistik ve HEY Tekstil işçilerinin mücadeleleri farklı düzeylerde sürüyor. Mücadelelerinin farklılıkları olsa da ortak yanı işçilerin kendi haklarını savunmasıdır. Savunma mücadelesidir.

aylık ücretlerini ve kıdem tazminatı haklarını istiyorlar. İşçilerin savunma mücadelelerinin konusu grev hakkı, iş yasalarından doğan haklar, ana işlerde taşeron çalıştırılamaz maddesi, sendikaya üyelik hakkı, alacaklarının ve kıdem tazminatlarının ödenmesi gibi haklardır.

lik son gözaltı ve tutuklamalarda siyasi baskıları sürdürüyor. 28 sendikacı KCK ile bağlantıları olduğu iddiasıyla tutuklandı. KCK iddiasının ileri sürülmesinin önemli bir nedeni, Türkiye kamuoyunda ve emekçi sınıflar arasında milliyetçi önyargıları kışkırtmayı amaçlamaktır. Tutuklanan sendikacıların Kürt olmasının yaAKP hükümeti ne yapıyor? Başbakanın sık- nında bir başka önemli neden de KESK’in 23 ça popülizm yaparak söylediği gibi, AKP “garip Mayıs’ta bir milyon 500 bin kamu emekçisinin gurebanın haklarını” mı koruyor; yoksa yasal bir günlük başarılı grevidir. haklarını kullanmak isteyen işçilere karşı patAKP hükümeti grev yasağı ile havacılık işronları mı kolluyor? Kuşkusuz ikincisi. İşçilerin grev hakkı, kadrolu ve güvenceli çalışma hak- kolu işçilerine karşı hangi duygu ve düşünceykı, ücret ve kıdem tazminatı hakkı ki bunların le saldırdıysa, KESK genel başkanı ve sendikatamamı mevcut yasa ve Anayasa’da yer alıyor. ların merkez yöneticilerine de aynı saiklerle AKP hükümeti, emekçilerin haklarını güvence yönelmiştir. Hükümet greve çıktınız, sizi hapaltına almak yerine, bu hakları kaldırıyor ve se atıyorum diyemiyor; ancak KESK’e yönelik emekçiler için savunulamaz hale getirmek isti- saldırıyı KCK iddiasıyla yaparak, Kürt kökenli sendikacıları gözaltına alıp tutuklayarak, bir yor. buçuk milyon emekçiyi cezalandırıyor. OnlaGrev yasağı getiriyor, taşeron sistemini rın tepki vermesini önlemeye çalışıyor. kolaylaştırmak üzere iş yasasında değişikliğe Ortada 100 bin işçiyi ilgilendiren grev yagidiyor, kıdem tazminatını kaldırmaya çalışıyor, ücret alacakları ve işe iade davalarında sağı, toplamda binden fazla işçiyi hedef alan işmahkeme açma masraflarını artırarak, işsiz iş- ten çıkartma saldırısı ve 28 tutuklu sendikacı çiden 600-700 TL ödeme yapmasını istiyor. İş- var! Sendika yönetimleri ise, yan yana gelip orçilerin hak arayışlarını ekonomik yönden de tak bir mücadele hattı oluşturabilmiş değil. zorlaştırıyor. AKP hükümeti, esnek çalışma, Türk-İş, DİSK, Sendikal Güç Birliği basın açıktaşeronlaşma, sendikasızlaştırma, güvencesiz laması yapmanın ötesine geçememiştir. Havaçalışma, kıdem tazminatını kaldırma yönünde- İş sendikası, üyelerinin eylemini bile savunaki adımlarıyla sermayenin çıkarlarını korudu- mamıştır. Sendika yönetim kurulu kararı bile almamış, atılan işçilere “bireysel kararlarınızla ğunu her koşulda gösteriyor. uçmama hakkınızı kullandınız” diyecek kadar sorumsuz davranmıştır. AKP hükümeti, sivil havacılık işçilerinin

THY işçileri, sivil havacılık işkolunda yaklaşık 100 bin işçiyi kapsayacak olan grev yasağına karşı, grev haklarını savundu. Çapa Taşeron İşçileri taşeron sisteminin yasadışı uygulamalarına karşı kadrolu, güvenceli çalışma hakkını talep ediyorlar. Togo Ayakkabı, BEDAŞ, Borusan Lojistik işçileri ise, Anayasa ve yasalarda olan “sendikaya üye olma” hakkını savunuyorlar. Türk-İş Deri-İş, bağımsız Enerji Sen, DİSK Nakliyat İş sendikalarına üye olan işçiler, sendikaya üyelik hakkını savunuyorlar. HEY grev hakkını kaldırdığı gibi, Kamu Emekçileri Tekstil işçileri yasadışı olarak ödenmeyen 4 Sendikaları Konfederasyonu’na (KESK) yöne-

Grev yasağı getiriyor, taşeron sistemini kolaylaştırmak üzere iş yasasında değişikliğe gidiyor, kıdem tazminatını kaldırmaya çalışıyor, ücret alacakları ve işe iade davalarında mahkeme açma masraflarını artırarak, işsiz işçiden 600-700 TL ödeme yapmasını istiyor. İşçilerin hak arayışlarını ekonomik yönden de zorlaştırıyor.

2

İşçilerin sermaye ve AKP hükümeti karşısında haklarını savunmalarının tek koşulu, tek tek kalan mücadeleleri birleştirmektir. Birleşik mücadeleyi yürütecek ortak bir işçi yönetimini oluşturarak, işçilerin mücadelesine destek vermek üzere sendikalar ve emekten yana siyasi kurumlarla ortak mücadeleleri örgütlemektir. Bize de işçilere güvenmek ve onlarla deneyimlerimizi paylaşmak düşer.


İşçilerin Sesi

KADINLAR BORÇLU DEĞİL! Kadınlar aileden bağımsız düşünülmeli, bedenleri ve hayatları üzerinde devletin ve erkeklerin tasarruf hakkına karşı çıkılmalıdır. Banu Paker Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın son açıklaması, kürtajla ilgili yasal düzenlemenin mutlaka yapılacağı yönünde. Yasal düzenleme ekime kalacak. Ancak Akdağ’ın açıkça belirttiği gibi, yasal düzenleme (kürtaj süresinin değişmesi şimdilik öngörülmüyor; 10 haftalık süre aynı kalacak) dışında yönetmelik ve uygulamalarla birçok şey değişecek. Kürtajın cinayetle bir tutulduğu ve yasaklanması gerektiği açıklamalarıyla kamuoyunu hazırlamak ve gelebilecek tepkileri ölçmek isteyen hükümet, kadın örgütlerinin kararlı mücadelesi ve diğer muhalif kesimden gelen tepkiler sonucunda ara formüller arayışına gitti. Doğrudan kürtajın yasaklanması yerine, kürtaj hakkını kısıtlayan, hatta caydırıcı etkileri olabilecek bir yasa taslağı hazırladı. Sağlık Bakanlığı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı’nın işbirliği içinde hazırladığı ve Bakanlar Kuruluna gündem yoğunluğu nedeniyle sunulamayan kürtaj tasarısı, AKP hükümetinin sistemli bir şekilde uyguladığı kadın düşmanı politikaların bir ifadesi. Bu kadın düşmanı politikaların arkasında sadece muhafazakârlığın giderek artması değil, aynı zamanda dünyada yaygınlaşan neoliberal politikaların da yansıması da var.

Kürtaj yasağı ya da kısıtlayan önlemler, kadınların bedenleri, cinselliklerini denetlemenin ötesinde kadınların kimlikleri ve emeklerini de denetim imkânı yaratıyor. Kadınlığın annelikle bir tutulması ve annelik üzerinden kadınlara baskı yapılması patriyarkal kapitalizmin en önemli dayanaklarından biri. Bu nedenle de kürtaj tartışmaları hükümet ve destekçileri tarafından kadın ve üreme hakkından ayrılmaz bir biçimde ifade ediliyor. Oysa her kadın, bir üreme makinesi midir?

Her kadın, bir üreme makinesi midir? Her kadının bu topluma bir çocuk getirme borcu mu vardır? Her kadın hamile ve sonra da anne olmak durumunda mıdır?

Her kadının bu topluma bir çocuk getirme borcu mu vardır? Her kadın hamile ve sonra da anne olmak durumunda mıdır? Kürtaj hakkı hem cinsellik ve doğurganlık hem de hamilelik ve annelik arasındaki “doğal zincir”i koparmakta, hâkim anlayışa darbe vurmaktadır. Bu nedenle devletin görevi kadınlara, ucuz, güvenli bekâr-evli ayrımı yapmadan, aileye bağlı kılınmadan, erkeğin izni aranmaksızın kürtaj yaptırma koşulları sağlamaktır. En önemlisi, kürtaj yaptırma, kadınların doğurmamayı seçme hakkıdır. Kadınlar, istedikleri zaman ve istedikleri kadar çocuk yapma hakkına sahip olmalıdır. Kadınlar aileden bağımsız düşünülmeli, bedenleri ve hayatları üzerinde devletin ve erkeklerin tasarruf hakkına karşı çıkılmalıdır. Devletin yükümlülüğü, kadınların yaşam hakkı olduğu kadar, özel hayatın gizliliğini de korumaktır. Kadınlar sağlık kuruluşlarına gittiklerinde, herhangi bir bilgi vermeksizin, kadınlardan habersiz bir şekilde gebelik testi yapılıyor. Hekimler, “Kürtaj olup olmadığını”, “Neden kürtaj olduğunu” sorguluyor, bu bilgilerin tamamı ise sağlık bakanlığında fişleniyor. Oysa devletin yapması gereken, güvenli, ücretsiz, kolay erişilebilir ve asgari 12 haftaya kadar kürtaj hakkını sağlamaktır. Diğer yandan bütün doğum kontrol araçlarının, sosyal güvence kapsamında, ücretsiz, gizlilik şartlarına uyarak temini sağlanmalıdır. Israrcı olmak zorundayız: Doğurma kararı yalnızca kadınlara aittir. 3


İşçilerin Sesi

İŞÇİ SAĞLIĞI VE İŞ GÜVENLİĞİ BİR HİZMET DEĞİL HAKTIR! Uzmanların rakamlarına göre, 1946'dan 2010 yılına kadar "iş kazaları" sonucu ölen işçilerin sayısı tam 59.300’e ulaşmış durumda. Her yıla 9 bin 226 ölü işçi! Son 10 yılda toplam 10.723 işçi, her yıl ortalama 1072 işçi ölmüş. Türkiye dünyanın ilk 20 ekonomisi arasına girerken, hükümet çalışma hayatını daha da esnekleştirip, taşeronlaşmayı kolaylaştırmaya hazırlanırken, Haziran ayında 59 işçi hayatını kaybetti. Bunlardan 23'ü, hızla büyüyen inşaat sektöründe gerçekleşti. Hatırlanacağı gibi, Şubat ayında Esenyurt’ta bir AVM inşaatında çalışan 11 işçi kaldıkları çadırda yanarak can verdi. Aynı tarihlerde Adana Kozan’da baraj inşaatı sırasında baraj kapağının patlaması sonucu 10 işçi öldü. Bir yıl önce ise, Ankara Ostim’de 20 işçi iş cinayetine kurban gitmişti. Kahramanmaraş’ın Afşin kömür sahasında toprak kayması sonucu 10 işçi ölmüştü. 2008 yılında İstanbul Davutpaşa’da meydana gelen patlama sonucu 23 işçi ölmüştü. Tuzla tersanelerinde üst üste yaşanan işçi ölümleri hafızalarımızdadır. Uzmanların rakamlarına göre, 1946'dan 2010 yılına kadar "iş kazaları" sonucu ölen işçilerin sayısı tam 59.300’e ulaşmış durumda. Her yıla 9 bin 226 ölü işçi! Son 10 yılda toplam 10.723 işçi, her yıl ortalama 1072 işçi ölmüş. Türkiye'de "ölümle sonuçlanan iş kazası" oranları 100 binde 20,5 iken, bu oran Norveç, İsveç, İsviçre ve Danimarka gibi ülkelerde 100 binde 2 oranının altına geriledi.

Şimdiye kadar, 50 ve üzeri işçi çalıştıran yerler için geçerli olan iş sağlığı ve güvenliği kuralları artık her işyeri için geçerli olacak. Halen, yaklaşık 9 bin iş sağlığı güvenliği uzmanı ve 4 bin işyeri heki-

mi sektörlerde hizmet veriyor. Süreç sonunda 17 bin uzman ve 8 bine yakın hekim sektörde iş bulacak. İşyeri az tehlikeli gruptaysa 72 lira, çok tehlikeli gruptaysa 140-150 lira aylık olarak ödeme yapacağını açıkladı. İşyerlerinden çalışan işçi sayısına göre seçilecek işçi temsilcileriyle kurullar oluşturulacak...

Meclisten geçen 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu 20 Haziran’da kabul edildi. Yasaya göre 10 veya daha çok işçi çalıştıranlar uzman istihdam edecek ve hizmet alacaklar. Çalışan sayısı 1-9 arası olan ve sayısı bir milyon 210 bin olan işyerlerinin aylık iş sağlığı ve güvenliği ödemelerini devlet (SGK) üzerinden üstlenecek. Bir milyon 426 bin işyeri ve işletme ve memurlar bu kapsama alınıyor.

Bunlar işin teknik kısmı. İşin özünde ise, iş nedeniyle ortaya çıkan zararlar işçiyi değil işi korumayı esas alıyor. İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi dört temel noktada yasaya eleştiri getirmiştir:

“1- İşçi sağlığı ve iş güvenliğinin metalaşması ve

İşçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerini bir maliyet yaklaşımı ile ele alan bu düzenleme ve zihniyet iş kazalarının temel nedenidir. Bu yasa hayata geçerse iş kazalarını azaltmak yerine daha da artıracaktır.

4

‘dışarıdan alınabilir bir hizmet’ haline gelmesi sürecinin derinleştirilmesi. 2- Kişisel hataların ön plana çıkarılarak ‘risklerin bireyselleştirilmesi’. 3- ‘İşgücü değil iş günü kaybını önlemeyi hedeflenmesi’ ve kayıt tutmayı da özelleştirerek işyeri imajının korunması. 4- Sürece ‘sendikalar, meslek odaları ve işçi katılım yolunun tıkanarak’ sınırsız sermaye tahakkümünün önünü açması. İşçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerini bir maliyet yaklaşımı ile ele alan bu düzenleme ve zihniyet iş kazalarının temel nedenidir. Bu yasa hayata geçerse iş kazalarını azaltmak yerine daha da artıracaktır. Yapılması gereken sermayeden ve siyasi erkten bağımsız ancak yaptırım gücü yüksek bir denetim organının, şu anki haliyle iş müfettişliğinin, daha iyi yapılandırılması ve korunması ile iş müfettişlerinin sayısının arttırılmasıdır”. İşçiyi değil, işi güvenlik altına alınan bir sistem, iş cinayetlerini önlemek için yeterli olmayacaktır. / İşçilerin Sesi Haber


İşçilerin Sesi

DEMOKRATİKLEŞME OLMADAN BARIŞ GELMEZ! Kürt sorunu, Kürt halkının meşru demokratik taleplerinin, devlet ve siyasi iktidarlar tarafından karşılanmamasından kaynaklanan, ülkenin bir iç sorunudur. Bu sorunun çözümünün yolu, Kürtlerin taleplerini de karşılayacak şekilde, topyekûn bir demokratikleşmeden geçmektedir. Aykut Özer Siyasi iktidar ve medya, Kürt sorunu söz konusu olduğunda, illüzyonistliğe (gözbağcılığa) soyunuyor. Olmayan bir şeyi varmış gibi göstererek adeta insanların aklıyla dalga geçiyor. Geçtiğimiz haftalarda meydana gelen ve çok sayıda asker ve PKK militanının ölümüne yol açan Dağlıca baskınından sonra, yine böyle bir tutum geliştirdiler. Kürt sorununun barışçı çözümü yolunda önemli adımlar atılmaktayken, bu eylemin barışa dönük bir provokasyon olduğunu iddia ettiler. Bu görüşte olanlar ya bu ülkede yaşamıyor ya da olan bitenlere gözlerini kapatıyor; herkesin de kendileri gibi davranmasını istiyorlar. Son bir yıldır silahlı çatışmalar, askeri operasyonlar, pusu ve saldırılar hiç eksik olmadı. Bu yüzden, her iki taraftan yüzlerce kişi hayatını kaybetti. Bu çatışmalardaki can kayıplarının sayısı, 15 yıl önceki düzeye ulaştı. KCK operasyonları adı altında yürütülen ve yasal alanda politika yapan Kürt siyasetçiler ile medya mensupları, avukatlar, Kürt sendikacı ve aydınları hedef alan operasyonlarla, yaklaşık yedi bin kişi hapse atıldı. BDP’li belediye başkanları, belediye meclis üyeleri ile il genel meclisi üyelerinin neredeyse yarısı içeride. PKK lideri Öcalan’ın, avukatları ve ailesiyle görüşmesi yaklaşık bir yıldır, hukuk dışı bir biçimde engelleniyor. Kendisi tam bir tecrit altında, yaşamından bile haber alınamıyor. Bu koşullarda, neye dayanılarak barışa dönük gelişmelerin olduğundan söz edilebiliyor? Yukarıda anlatılan nesnellik bir kenara atılarak, bir gazetecinin izlenimleri, bir politikacının kanaatlerine özel önem atfediliyor ve barışa dönük gelişmeler olduğu havası yaratılmak isteniyor. Siyasi iktidarın “askeri çözüm” politikalarına kan vermekten öte bir anlam taşımayan, Erdoğan-Kılıçdaroğlu görüşmesinden olumlu bir sinyal alınıyor. Radikal gazetesi yazarı Avni Özgürel Kandil’e giderek, Murat Karayılan ile bir görüşme yapıyor ve Kürt sorununda barışa çok yakın olunduğu yönünde izlenim edindiğini kamuoyuna açıklıyor. Ancak bir yandan bunu yaparken, diğer yandan başlı başına bir gazetecilik başarısı olan söz konusu röportajı, kendi gazetesinde yayınlayamıyor; sıradan bir internet sitesi aracılığıyla kamuoyuna duyuruyor. Siyasi iktidarın, Kürt sorunundaki yeni konsepti gereği, medyaya koyduğu yasağı aşamıyor. Bu nasıl barış sürecidir ki, taraflardan birinin en yetkili kişisinin görüşlerinin kamuoyuna yansımasına ambargo konuluyor? Şimdiye kadar yazılı ya da görsel medyaya demeç dahi vermeyen Kürt vekil Leyla Zana’nın, Hürriyet gazetesinde uzun bir röportajı yayınlanıyor. Leyla Zana, röportajın önemli bir bölümünde, siyasi iktidarın Kürt sorununa yaklaşımını eleştirir, hükümetin bu konuya ilişkin bir çözüm projesi olmadığını vurgularken, bir yerinde Başbakan Erdoğan’ın Kürt sorununa çözüm bulacağına dair inancını vurguluyor. Gazeteler, Zana’nın bu tespitini manşete çıkartarak, hükümetin Kürt meselesinde, kamuoyunu yanıltma politikasına hizmet ediyorlar. Ancak Zana, bu tespitinin röportajın diğer bölümleriyle olan çelişkisini açıklayamadığı gibi, kendisinde bu kanaatin oluşmasına neden olan veriler konusunda da, kamuoyunu tatmin edemiyor. Kürt meselesinde, hükümetteki birinci dereceden yetkili isim olan Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, bir tel-

evizyon kanalına verdiği röportajda, Kürt sorununun çözümü konusunda, ABD ve Barzani ile birlikte çalıştıklarını açıklıyor. Bazı yazar ve politikacıların açıklamalarıyla yayılmaya çalışılan sahte iyimser havanın, AKP iktidarıABD-Barzani ekseninde kotarılmaya çalışılan kimi planların bir parçası olduğu, kanaat oluşturucuların, bu havadan abartılı bir biçimde etkilendikleri izlenimi doğuyor. Ancak sorunun birinci dereceden taraflarının atlanarak (by-pass edilerek), soruna çözüm bulunması mümkün görünmüyor. O nedenle bu politik yaklaşım, akan kanın durmasını, dolayısıyla Kürt sorununa barışçı çözüm bulunmasını erteliyor, geciktiriyor. Bu bağlamda, Başbakan ErdoğanLeyla Zana görüşmesi, siyasi iktidarın diyalog ve müzakereye açık olduğu yönünde, yanıltıcı bir görüntü yaratması ile Kürt tarafının bilinen görüşlerini Başbakana ve kamuoyuna, bir kez daha deklare etmesinin ötesinde bir anlam taşımıyor. Görüşmeye, bunun ötesinde bir önem ve değer atfedenler, kimi komplo teorilerinin peşinde, kendi sübjektif niyetlerini gerçekler yerine koyuyorlar.

Hükümet Neden Topu Barzani ve ABD’ye Attı? Bu sorunun cevabı, PKK yöneticileri ve önemli sayıda militanın, Irak Kürdistan’ında üstlenmesinde değil, esas olarak, Türkiye’nin bölge politikasında üstlendiği rolde gizlidir. Başta ABD olmak üzere, batılı emperyalistler, bölgenin siyasi olarak düzenlenmesinde, Suriye’de rejim değişikliğinin sağlanması ve İran’ın kuşatılmasında, Türkiye’ye önemli görevler yüklemişlerdir. Ancak bunu gerçekleştirilmesi için Türkiye’nin içeride sorunsuz olması gerekmektedir. Siyasi iktidarın en önemli siyasi sorunu, Kürt muhalefetinin sürdürdüğü silahlı ayaklanmadır. Türkiye’nin elinin serbestleşmesi için, bu ayaklanmanın tasfiye edilmesi gerekmektedir. O nedenle bu koşullarda, Kürt meselesi, sadece Türkiye’nin değil, batılı emperyalistlerin ve onların Kürt müttefiki Barzani’nin de sorunu haline gelmiştir. Irak’ı işgale hazırlanırken Türki-

ye’ye önemli roller biçen ABD emperyalizmi, nasıl 1999 yılında Abdullah Öcalan’ı yakalayıp Türkiye’ye teslim ederek, Kürt ayaklanmasını bastırıp Türkiye’yi rahatlatmayı amaçlamışsa, bugün de benzer bir rol oynaması isteniyor. Siyasi iktidar, PKK’nin tasfiye edilmesinde, ABD ve müttefiki Barzani’nin aktif ve belirleyici bir rol oynamasını arzuluyor. Ancak bu, Kürt sorununa barışçı siyasi çözüm değil, bölgesel bir savaşa hazırlanan Türkiye’nin “cephe gerisinin” sağlama alınması anlamı taşıyor. Bu şekilde, Kürt meselesine uluslararası bir boyut kazandırılmaya, bölgenin siyasi koşullarında bir “iç mesele” olmaktan çıkartıp “dış sorun” haline geldiği algısı yaratılmaya çalışılıyor. Hükümetin bu bakış açısı, siyasi açıklamalarına da yansıyor: “Kürt sorunu yoktur, PKK sorunu vardır” ya da PKK’yi kimi bölgesel güçlerin taşeronu olarak görerek, “bugün onları birileri kullanır, yarın başkaları” gibi söylemler, askeri çözüm mantığının ifadesi olduğu gibi, sorunu dışsallaştırma çabalarının da bir ürünüdür. Aslında bu söylem, komünistlere hiç de yabancı değildir. Yaklaşık yetmiş yıl boyunca, devlet ve siyasi iktidarlar, komünistleri ve devrimcileri, ülkedeki sınıf çelişkilerinin ortaya çıkardığı bir siyasi dinamik olarak değil, Sovyetler Birliği’nin ajanları olarak görmüşler ve bu şekilde kamuoyuna yansıtmışlardır. Bugün aynısı Kürt siyasi hareketi için de yapılmaktadır. Kürt sorunu, Kürt halkının meşru demokratik taleplerinin, devlet ve siyasi iktidarlar tarafından karşılanmamasından kaynaklanan, ülkenin bir iç sorunudur. Bu sorunun çözümünün yolu, Kürtlerin taleplerini de karşılayacak şekilde, topyekûn bir demokratikleşmeden geçmektedir. Bu bağlamda, MİT eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’in bir basın organına yaptığı açıklamada belirttiği, “köklü bir demokratikleşmeye gidilmediği takdirde, önce AKP’nin, sonra da ülkenin bölüneceği” şeklindeki görüşü önemlidir. On yıllarca “devletin çelik çekirdeğinde” görev yapmış bir eski bürokratın gördüğünü siyasi iktidarın görmemesi, Kürt sorununun barışçı siyasi çözümü önündeki en önemli engeldir.

5


İşçilerin Sesi

UÇAĞI DÜŞÜREN SURİYE DEĞİL Kuşkusuz yanlışlıkla sınır ihlalleri olabilir, her ihlale ateş açmak gibi bir şey söz konusu olamaz. Ama bu uçuşun yanlışlık değil bilinçli olduğu ve bir tahrik sayılabileceği görülüyor. Bahadır Altan Hatay sınırları içinde 1989 Ekim ayında vurulan sivil kadastro uçağını kullanan Faik Aytan çoğumuza öğretmenlik yapmış sevilen bir pilottu. Suriyeli radar kontrolörünün uyarılarına rağmen Mig-21 av uçağının pilotu saldırgan bir hırsla ateş açmıştı. Uçaktakiler ne olduğunu bile anlamadan ne yazık ki devletlerarası çekişmenin, sınır ve hava sahası saçmalıklarının kurbanı oldular.

1996 yılında Ege'de vurulan F-16 uçağından yanıklar içinde çıkan arkadaşım Kaptan Pilot Osman Çiçekli geçen pazar Radikalde yaşadıklarını yeniden anlattı. O zaman "devlet politikası" uçağın vurulduğunu değil kendisinin düştüğünü kabul etmeyi gerektiriyor olacak ki bu gerçek bile kamuoyundan saklanmaya çalışıldı! O zaman Yunanlı pilotun açtığı füze ateşi nedense görülmek istenmedi! Enkazın çıkarılmamasının nedeni belki de gerçeklerin gün ışığına çıkmasından korkulmasıydı! Şimdi ise durum çok farklı. Ne yazık ki Türkiye, ABD ve batılı egemenlerin gazı ile yangına benzin döken ülke konumundadır.

Hava kuvvetleri jetlerinin hemen bütün uçuşları, keşif de dâhil olmak üzere "eğitim uçuşudur." Suriye sınırlarına yakın uçan RF (Foto Keşif) uçak-

ları deniz manzarası fotoğrafı da çekmiyorlar! Çekilen fotoğraflar ileride olası hedeflerin fotoğraflarıdır. Bu olayda da Türkiye'nin iddialarının aksine kendi radarlarının reaksiyonundan çok Suriye'nin reaksiyonunun ölçüldüğü çok açıktır. Bu da ileride yapılması düşünülen bir müdahale için batı adına yapılan hazırlık içindir. En azından bu Suriye için böyledir. Hatta bu uçuşların NATO isteğiyle yapıldığı Türkiye'nin "ulusal çıkarları" gereği de olmadığını görmek için uzman olmak gerekmiyor. Uçağın silahsız ve yalnız olduğu da bu ihlali masum yapmıyor çünkü bu jetin kendisi bir silahtır. O nedenle ülkemizin kulakları komşuluk, dostlukla değil taşeronlukla çınlatılıyor! Kuşkusuz yanlışlıkla sınır ihlalleri olabilir, her ihlale ateş açmak gibi bir şey söz konusu olamaz. Ama bu uçuşun yanlışlık değil bilinçli olduğu ve bir tahrik sayılabileceği görülüyor. Bu konuda daha önce de benzer ihlallerin yapılıp yapılmadığı, Türkiye'ye uyarı notası çekilip çekilmediği hiç konu-

Bu olay üzerine "Onur Harekâtı" adı altında bir operasyon planlanıp kısa sürede, sınırda uçuşlar başladı. Yaklaşık 3 ay Erhaç'tan kalkıp ısı ve radar güdümlü füze yüklü F-4 uçaklarıyla Suriye sınırında "CAP" yani devriye uçuşları yaptık. "Onur" denmesinin nedeni misilleme olarak bir Suriye uçağını düşürünceye kadar uçuşların sürecek olmasıydı. Zedelenen "ulusal onur" böylece "onarılacaktı!" Bu nedenle Suriye savunma sistemlerini adeta tahrik ettik, hatta planda olmamasına rağmen bilinçli sınır ihlalleri yaptık. Bir av uçağının bize de aynı şekilde yönlenmesini sağlayıp hocamızın öcünü almaya, onurumuzu kurtarmaya istekliydik. Suriye hiç reaksiyon göstermedi, tek uçak kaldırmadı, kendi sınırına bile yaklaşmadı. Çünkü hatanın kendisinde olduğunu biliyordu. Kısa bir süre sonra özür dileyip tazminat ödenmiş ve bu olay kapanmıştı. Özal'ın talimatıyla uçuşların durdurulduğu haberine av pilotları olarak o zamanki aklımızla neredeyse üzülmüştük!

Kuşkusuz yanlışlıkla sınır ihlalleri olabilir, her ihlale ateş açmak gibi bir şey söz konusu olamaz. Ama bu uçuşun yanlışlık değil bilinçli olduğu ve bir tahrik sayılabileceği görülüyor. Bu konuda daha önce de benzer ihlallerin yapılıp yapılmadığı, Türkiye'ye uyarı notası çekilip çekilmediği hiç konuşulmuyor.

6

şulmuyor. Suriye'nin uluslar arası sularda av önleme uçakları kaldırarak bir çatışmayı tahrik etmemeye çalıştığını da söylemek mümkün. Akdeniz’den gelecek tehditlere karşı güçlü bir SA (Surface to Air-Yerden Havaya) füze savunma sistemi kurmuş durumda. Ancak bu sistemin güncel olarak reaksiyonu test edilmiş değil. Batının öğrenmek istediği budur. İsrail sınırına 12 mil değil, 60 mil bile yaklaşmak mümkün değildir. Sivil hava yolu uçakları hâlâ Tel Aviv sınırına 200 mil kala özel teşhis usulleri uygulayarak ve izin alarak girebiliyor! Bundan rahatsız olan da yok nedense! Kısa süre önce bütün dünyanın gözü önünde Türkiye'nin de önce karşı çıkar gibi yapıp sonra şak şakçılığını yaptığı hatta muhalefetteki CHP liderinin "doğru bulup desteklediği" dış politikasının sonucu bir ülke yerle bir edildi. Libya'ya yapılan emperyalist "müşterek operasyonun" şimdi Suriye'nin kapılarına dayandığı ortada. Güney sınırımızda tarihi tekerrür ettirmek için yoğun bir çaba var. Bizim ise komşu "kardeş" Suriye'de iç savaş çıkartmak için elinden gelen her şeyi yapan bir hükümetimiz var. Ülkemizin Suriyeli muhaliflere para, silah ve eğitim verdiğini, İstanbul'da temsilcilik büroları açtığını yazıyor gazeteler. Bu uçuşun yapıldığı koşullar ortadadır! O nedenle bu kanlı, kirli oyundan "ulusal çıkar" uman milliyetçiliği ve savaş kışkırtıcılığını lanetliyorum Eğri oturup doğru konuşalım: Bu iki genç insanımızı Akdeniz'in sularına gömen Suriye'den açılan ateş değil, Türkiye sermayesinin Ortadoğu’da hem kendi hesabına hem de batının taşeronluğunu adına onur kırıcı izlediği dış politikadır.


İşçilerin Sesi

THY’DEN ÇIKARILAN İŞÇİLER GERİ ALINSIN! THY İşçileri 29 Mayıs Birliği’nin 20 Haziran’da gerçekleştirdiği basın açıklamasını sunuyoruz... Değerli basın emekçileri, 29 Mayıs’tan beri bizim dışımızda neredeyse herkes konuştu. Haksızlığa uğrayan bizler, hep izledik, sustuk. Basın ve medya kuruluşları hep onlara mikrofon tuttu. THY Yönetim Kurulu Başkanını, Sendika Başkanını, Çalışma Bakanını dinledik. Bizler isimleri rumuzlarla ifade edilen, neredeyse gözü bantlı suçlular gibi susmaya memur edildik. Artık susmayacağız. Değerli basın emekçileri, 1 ile 15 yıl arasında değişen sürelerden beri Türk Hava Yollarında çalışıyoruz. Şirketimizin bu günkü duruma gelmesinde emeğimiz göz nurumuz var. İşimizin ehli, vasıflı, deneyimli kabin amirleri ve memurlarıyız. Aldığımız ücretleri, sağladığımız uçuş güvenliğinin bedeli olarak, alın terimizin karşılığı olarak, kuruşu kurusuna kadar hak ettiğimize eminiz. Şimdi hukuka sığmayan, keyfi ve aşağılayıcı bir tarzla 400'e yakın arkadaşımızın işten atılmasına da itirazımız var. İşimizi hep severek yaptık ama bu, haklarımızdan vazgeçmemizi gerektirmiyor. Alnımız açık olarak kimliğimizi saklama gereği duymadan sizlerin karşısındayız. “Yasadışı eylem” sebebiyle işten çıkartıldığımız söyleniyor. Bu uydurma bir gerekçedir. Soruyoruz: Yasadışı eylem nedir? Evrensel ve anayasal hak olan Grevi yasaklayan bir anlayışa itiraz etmek, bu yasağın THY işçilerinin çıkarlarına zarar vereceğini söylemek, basın açıklamasına katılmak, sağlık raporuyla çalışamaz durumda olmak, izin gününde demokratik hakkını kullanan arkadaşlarının yanında olmak neden “yasadışı eylem” ve işten atılma nedeni olsun? Yasadışı olan THY yönetiminin işten çıkartma biçimidir. Mahkemeler bizi işe iade etse bile yönetim kurulu bu kararlara uyulmayacağını çok önceden açıklamıştı. Yani mahkemeleri kazansak da işe alınmayacağımızı biliyoruz. O nedenle bu haksızlığa şimdi itiraz ediyoruz ve düzeltilmesi için ısrar ediyoruz. Bu konuda kamuoyunun desteğini istiyoruz. Belki hepimizin hikâyesi farklı. Kimimiz izinli gününde, kimimiz doktor raporlu, kimimiz göreve gidiş veya dönüşte arkadaşlarımızla görüldüğümüz için işten çıkarıldık. Uçuştan gelen bir kabin memurunun havaalanında bekleyen arkadaşlarının yanına gittiği için işten atılmasını hangi vicdan kaldırır? Evet bu çok BÜYÜK bir HAKSIZLIKTIR... Değerli basın emekçileri, Üyesi olduğumuz Hava İş Sendika yönetimi ise kendi çağrısını bile üstlenmeyerek bu meşru protestonun “yasa dışı” ilan edilmesinde büyük rol oy-

namıştır. THY yönetimi bu zeminden yararlanarak bütün çalışanlarını sindirip adeta köleleştirme peşindedir. Soruyoruz: Hava İş yönetimi yüzlerce üyesini THY yönetimi karşısında yalnız ve sahipsiz bırakırken bu sonucu öngöremeyecek kadar deneyimsiz miydi? Bu nasıl bir sendikal anlayıştır? Değerli basın emekçileri, THY yönetimi Toplu iş sözleşme sürecini 17 aydır uzatarak bizleri sözleşmesiz bırakmıştır. Her gün uçak sayısı artarken, personel sayısı aynı oranda artmıyor. Uçucu personel aşırı yoğun çalışmaya zorlanıyor. Uçaktaki kabin memuru sayısı minimuma indirilerek iş yükü dayanılmaz ölçüde artırılıyor. Bu yoğunluk, huzursuzluk, sözleşme uyuşmazlığı gibi sorunlarımızın üzerine bir de grev yasağı eklendi. O nedenle bu yasa THY'de bardağı taşıran son damla olmuştur. THY yönetimi bu uygulamalarını perdeleyebilmek için kendi çalışanlarının ücretlerini abartılı bir şekilde basına açıklamıştır. Grev hakkını savunmamızı “ücretlerini beğenmiyorlar!” şeklinde yansıtmaktadır. Bu doğru değildir. Soruyoruz: THY yöneticileri kendi gelirlerinin Başbakan'dan Cumhurbaşkanı'ndan daha fazla olduğunu niye açıklamıyor? 29 Mayısta 2 milyon dolar zarardan söz edilirken, Suriye’de 12 milyon dolar bırakıldığı, Bosna Hersek’e 30 milyon dolardan fazla hibe yapıldığı,

Barselona takımına 100 milyon dolarla sponsor olunduğu neden açıklanmıyor? Değerli basın emekçileri, Sivil Havacılık İşçileri grev yasağına karşı demokratik tepkilerini 23 Mayıs yürüyüşüyle sorumlu bir şekilde ortaya koymuştur. Ancak üyesi bulunduğumuz sendikanın yöneticileri bu sorumluluğa uygun davranmamıştır. Tüm THY işçilerini birleştiren uzun vadeli, kamuoyunun ve diğer sendikaların desteğini alan bir organizasyon yapmak yerine sorumluluğu bir avuç uçucu ve teknik personelin sırtına yüklemiştir. Bizleri THY yönetimiyle karşı karşıya bırakarak aradan sıyrılmıştır. Soruyoruz: Sendika yönetimi demokratik, meşru bir tepki çağrısı yaptığını neden açıklamıyor? Bizlerin haklarını ücretsiz savunacak hukukçular varken, sendika avukatı neden tazminatımızdan yüzde 10 pay istiyor? Sendikacıları kendi geleceklerini düşündükleri kadar üyelerini de düşünmeye davet ediyoruz. Değerli basın emekçileri, Bizler, bundan sonra, dayanışma içinde haklarımızın takipçisi olacağız. İşimize dönene kadar bu haksızlığı bütün dünyaya duyurmaya, tüm sivil havacılık çalışanlarının desteğini almaya kararlıyız. Yolcularımıza ve kamuoyuna haklılığımızı kanıtlayacağız. Sizlerden de bu gerçeklerin duyurulmasında destek bekliyoruz. THY İşçileri 29 Mayıs Birliği 7


İşçilerin Sesi

HAKLIYDIK! MÜCADELEMİZİ BİRLİKTE YÜRÜTEBİLİRDİK THY işçileri havacılık hizmetlerinde grev yasağı getiren yasal düzenlemeye karşı 29 Mayıs’ta bir eylem gerçekleştirdiler. Bu eylemin ardından 305 çalışan işten atıldı. Aralarında kadın çalışanların çoğunluğu oluşturduğu bir grup işçi, haksız yere işten atıldıklarını ve işe geri dönmek için mücadele edeceklerini duyurdu. Aynı zamanda üyesi oldukları sendikanın yönetiminin de kendilerini yalnız bıraktığını, eyleme sahip çıkmadığını, kendi çağrısını bile üstlenmediğini ileri sürdü. 20 Haziran’da yaptıkları basın açıklamasında kendilerine “THY İşçileri 29 Mayıs Birliği” ismini veren grup, kendi inisiyatifleriyle sendikadan bağımsız olarak bir araya geldiklerini ve mücadeleyi sürdüreceklerini ilan ettiler. Aşağıdaki söyleşi grup üyelerinden Gözde Vardar’la yapıldı. Banu Paker Öncelikle bize kendini tanıtır mısın? Gözde: 28 yaşındayım. THY’de beş yıldır kabin görevlisi olarak çalışıyordum. 29 Mayıs günü yapılan basın açıklamasına katılıp, fotoğraflarım çekilmiş olduğu için işten çıkarıldım. 4 Haziran’da işime son verildiği telefon ve maille bildirildi. Yasadışı eyleme katıldığım için iş akdimin tazminatsız olarak feshedildiğini bildirdiler. Atılan 305 kişiden biri oldum. Atıldığını öğrendiğinde ilk tepkin ne oldu? Neler hissettin? Annemden, babamdan önce ilk aklıma gelen sendikayı aramak oldu. Telefonla aradım: “İşten atıldım, ne yapmam gerekiyor?” diye sordum. Yanıt şöyleydi: “Hukuki bir sürece giriyoruz, dava açacağız, gelin burada konuşalım.” Atıldığımı öğrendikten sonraki ilk beş dakikada duymak istediğim şeyler bunlar değildi açıkça. Şöyle denebilirdi: “Gözdecim, gel bir konuşalım, ne oldu ne bitti, nasılsın?” Sırtımı sıvazlamalarını isterdim, dava açmak gerekli ama en son şeydi duymak istediğim. Oysa “Yapacak bir şey yok, direnişe gel” dediler. İyi de, direnerek kazanacaksak geleyim, dedim. Yaptıkları açıklamalar beni tatmin etmedi. Sendikada görüştüğüm kişiler, sendika avukatı tazminattan yüzde 10 alacak. Ancak dosya masrafını biz ödeyeceğiz” dediler. Sanki büyük bir lütuf yapıyorlardı. Daha sonra sendikaya yeniden gittin mi? Evet, sendikacılar, temsilciler falan bir toplantı yapıldı. Toplantıda bize söylenen “sizi biz değil, arkadaşlarınız sattı!” türünden laflardı. Arkadaşlarımızın bizi yalnız bıraktığını söylediler. Çok üzücü! Bıyıkla, sol el kaldırmakla sendikacı olunmuyor, işçisine sahip çıkmalı bir sendika. Ne yazık ki bize sahip çıkmadılar. Arkamda durulmadığını hissettim. Sorduğum sorulara karşı, beni sakinleştirmek yerine, üzerime yürümeye kalktılar. Örneğin atılanlar arasında bir sendikacı da var. Bu arkadaş, aynı süreçte ben de varım diyor ama sendikacı olarak benden daha iyi bildiğini biliyordum, doğru dürüst bir açıklama yapamadı. Moralim bozuldu fena halde. Peki, dava açmaya nasıl karar verdin? Sendikanın avukatına hiç gitmedim. Süreci başka tanıdık avukatlardan öğrendim. Akıl aldım. Bana böyle davranan bir sendikanın avukatına gitmeyi düşünmedim. Sendikacılığı google’dan araştırdım. Sendika yönetiminin benim için hiçbir şey yapmadığını, yaptığımız eylemi kabul etse, meşruluğunu kabul etse bu durumda olmayacağımızı öğrendim. Çalışma koşulları ile ilgili neler söyleyeceksin? Koşullarımız oldukça ağır, standart saatlerimiz yok. Bazen gecenin ikisinde gidiyoruz öğle dönüyoruz. Bazen

8

de bütün gece uçabiliyoruz. 8 saat mesai bazen 14-16 saate kadar çıkabiliyor. Özellikle yaz döneminde artıyor. Programlarımız genelde, 70-80 saat arasında dökülüyordu. 70-80 saat görünse de az elemanla çok iş yapılıyor. Minimum kabin ekibiyle uçtuğumuz için iş yükümüz giderek arttı. Son bir yılda, uçuş süremiz daha da arttı. Sence neden? Uçak sayısı arttı ama orantılı olarak memur sayısı artmadı, iş yükünü arttırıp, zam yapmadan çalışan sayısını artırmadan daha fazla çalıştırmaya başladılar. Böyle bir çalışma düzeninde, herkesin izinli olduğu günlerde siz çalışıyorsunuz. Sosyal hayatınız bozuluyor. Arkadaşlarınızı kaybediyorsunuz. Bayramınız yok. Dedemin cenazesine bile uçuştan sonra gidebildim. Mesleğinle ilgili sağlık sorunları yaşıyor musun? İki yılda bir sağlık kontrolü yapılıyor. Ama yeterli değil. Bacaklarımdaki varis yüzünden iki kere tedavi olmak zorunda kaldım. İş arkadaşlarımda yaygın olarak bel, boyun fıtığı sorunu var. Yolcuyu karşılarken topuklu ayakkabı giymemiz gerekiyor. Bir de ayakta çok uzun zaman çalışıyoruz. Her zaman bakımlı, rujumuz yerinde olmalı. Şirket eğitiminde sözlü olarak ifade edilen bir şey var: “Rujumuz silinirse, acil durumda, yolcular bizi ciddiye almazmış!” Ne ilgisi var, bilmiyorum! Hamile kalırsan neler oluyor? Sağlık nedeniyle uçamıyorsunuz, yer görevlisi oluyorsunuz. Yere geçince maaşınız düşüyor. Doğumdan sonra genellikle kadın çalışanlar, bir yıl kadar izin kullanıyorlar. Sabit bir çalışma yeriniz olmadığı için, süt verme imkânı olmuyor. 6-7 ay uçmadığınızda ise kıdeminiz düşüyor.

Kadın çalışan olarak bu meslekte zorluklar yaşıyor musun? Tabii, birçok zorluk yaşıyoruz. Tacize uğruyoruz, sözle bazen de elle taciz edildiğimiz oluyor. Facebook hesabımı kapatmak zorunda kaldım. Şirketimize göre, işimiz gülümsemek! Bu toplumda gülümseyen kadın, “davetiye çıkaran” olarak görülüyor ne yazık ki. Banka memuru da gülümsüyor ama kimse ona özel kart vermiyor. Şirket tarafından aldığımız eğitimlerde, nazik olmamız söyleniyor. Bir keresinde, bir adam, doktormuş, kartını uzattı. Ben de “benim doktorum var ama ilgilenen olursa veririm” diyerek, üstü kapalı bir şekilde tavır aldım. Havacılık kuralları böyle! Bizim ülkemizde bile bir karşılığı yokken havada hiç yok. Kabin görevlileri ile ilgili genel kanı çay kahve yapmakla görevli kişiler. Oysa bu mesleğimizin görünen kısmı. Biz buna yolcuyu oyalama teknikleri diyoruz. Yolcunun uçuş sırasında stresi atmak için biz bu servisi veriyoruz. Asıl işimiz ise servis değil, yolcunun emniyetini sağlamak. Bir dakikalık bir dalgınlık kötü sonuçlara yol açabiliyor. Bu nedenle, uykusuz olmamalı, düzenli ve sağlıklı beslenmeliyiz. Ne yazık ki şirketin yolcuya dağıttığı yemekleri -hep aynı yemekler- yemek zorundayız. Vitaminlerle güçlü kalmaya çalışıyoruz 29 Mayıs Birliği’ne nasıl katıldın? İlk toplantılardan haberim vardı, ancak işten atılınca evimi taşımak durumunda kaldım. Dolayısıyla bir iki toplantıya katılamadım, ama arkadaşlarımdan haber aldım. Ortak noktalarımız olduğunu gördüm, bir katkım olabileceğini düşündüm. Haklıydık, mücadelemizi kendimiz yürütebilirdik. Beraberce yürümeye devam ediyoruz. Kendimize ve birbirimize güvenimiz artıyor. Aramıza katılan bir sürü yeni arkadaşımız var.


İşçilerin Sesi

THY DİRENİŞİ VE GERÇEKLERİ GÖRME ZAMANI Bahadır Altan* Gece yarısı sendikadan gelen "acil" sözcüğüyle başlayan mesajlar bu yönde bir şeyler söylese de pek açık değildi. Sendika, kendi yaptığı çağrıya kendisi bile sahip çıkmıyordu."İşçiler kendi inisiyatifleriyle işe gitmeyeceklerdi!" Bu kaypak ifadelerin ne anlama geldiği anlaşılıncaya kadar THY’nin en dertli kesimi kabin memurlarının tepkileri uçuşları kilitledi. Sendika yönetimine muhalefet eden Gökkuşağı Hareketi sözcüleri de grev yasağına tepkinin meşru ve kaçınılmaz olduğunu ancak sendika yönetiminin çalışanları işveren karşısında savunmasız ve yalnız bırakan bu tavrını düzeltmeye, sorumluluğunu üstlenmeye davet ettiler. Yani tüm işçilerin hatta diğer iş kollarından sendikaların katılımını sağlayacak bir karşı duruşu örgütlemek için son derece elverişli bir zemin vardı. THY yönetimi karşı saldırıya geçip, işten çıkarılanların isimlerini yandaş medyada yayınlamaya başladığında 14 bin çalışanın sadece çok küçük bir kesimi üzerinden yapılmaya çalışılan bu "eylem" kısa sürede sona erdi. İşçilere kesilen fatura ağırdı; 305 nitelikli işçi tazminatsız olarak hem de “yasa dışı grev” suçlamasıyla ekmeğinden oldu. Bunun bir "suç" olduğunu başta sendikanın "Bizim böyle bir çağrımız yoktur, sadece basın açıklaması yaptık!" demesi çağrıştırıyordu. Oysa büyük çoğunluk bir "eylem" yapıldığını işten atıldıklarını söyleyen mesajlar cep telefonlarına geldiğinde anladılar. Teknisyenlere ise sadece basın açıklamasını dinleyip geri dönecekleri söylenmişti!

Ne Yapılabilirdi? Kuşkusuz bu kadar işçinin işten atılması göze alındığında yapılamayacak eylem yoktur, ancak buna sendikal mücadele denemez. Bunun yerine, uzun soluklu, diğer iş kolları ve sendikalarla birleşerek, hukuka ve anayasaya aykırılığı çok açık olan bu yasaya karşı etkili bir kamuoyu yaratarak mücadele yürütmek mümkündü. Bu kadar açık bir insan hakkı ihlaline karşı işçilerin yapacağı grev dâhil her türlü uyarı Türkiye'nin imza attığı uluslararası anlaşmaların gereği olarak meşru ve yasaldı. Ama Hava-İş bu emek isteyen zor yolu değil kamuoyunda ses getirecek, işçiler üzerinden kendisini "kahramanlaştıracak" kolay yolu tercih etmişti. Sendikal bürokrasi bir kez daha iktidarın imdadına koşuyor tam da onun istediği fırsatı yaratıyordu. THY işvereni bu zeminde işçileri sindirip baskıcı anlayışını yaygınlaştırdı. Oysa bu hata yapılmayıp THY yönetimine bu fırsat verilmeseydi, şimdi çok daha geniş katılımlı ve etkili iş yavaşlatmalar, protestolarla bu yasa Anayasa Mahkemesi'nden döndürülür ve kimsenin de canı yanmazdı... Örgütlü ve tabanla güçlü bağları olan bir sendikal önderlik havacılıkta grev kadar etkili eylemler yapabilir. Örneğin Macar hava yolları pilotları toplu sözleşme görüşmeleri çıkmaza girdiği günlerde her piste girişte önce gazları açıp sonra küçük arızalar ve kuşkular nedeniyle kalkıştan vazgeçtiler. Bakım ünitelerine uçakların kontrollerini yaptırdıktan sonra tekrar piste girip kalkış yaptılar. Bu uygulamanın ikinci günde işveren tarafından bütün istekleri kabul edilmiş ve bu "yavaşlatma" eylemi sona ermişti. Havacılıkta grevi yasaklasalar dahi örgütlü bir dayanışmayla işçilerin olanakları sınırsızdır. Uçucuların bu konuda ellerinde büyük kozlar vardır. Ancak kuşkusuz bunu örgütleyecek organize

edecek güvenilir bir sendikal önderlik ve akıl gerekir.

29 Mayıs Birliği, Mücadele Öğreticidir... Belki de bu sürecin tek kazanımı işçilerin büyük kayıplarına rağmen çok şey öğrenmeleri oldu. Sendikal bürokrasinin iç yüzünü gören işçiler, kendi çağrısına ve üyelerine sahip çıkmayan sendika yönetimine artık güvenmediklerini açıklayarak “29 Mayıs Birliği” (İşten atıldıkları tarih) adı altında bir araya geldiler. Hepsi ya boş gününde, ya hastalık nedeniyle rapor aldığı için, ya da o gün zaten uçmasına rağmen işten atılmıştı. Yani ortada yasa dışı bir davranış, hele de "grev" yoktu. Kendilerine yapılan büyük haksızlığı anlatmak için kolları sıvadıkları bir onur mücadelesi başlattılar. Sendika avukatının işe iade tazminatlarından %10 pay istemesine karşın davalarına ücret talep etmeden bakacak avukatlar buldular. Çalışma Bakanına kendileri için değil 305 işçinin tamamı için teklifler götürdüler, siyasi partilerle görüştüler. Şimdi sürece doğrudan müdahale ederek haklarını savunmaya, işe iade taleplerini dile getirmeye çalışıyorlar. THY çalışanları sendika yönetiminin yaptıklarının ve arkadaşlarının uğradığı haksızlığın farkındalar. İşe iadelerin THY personelinde yaratacağı moral ve motivasyon birçok sorunun çözümünü sağlayacak gibi görünüyor. Umarım THY yönetimi de bu gerçeğin farkına varır. Bu güzel, çalışkan insanların hava yoluyla seyahat eden herkese en azından bir bardak su sunmuşlukları vardır. Bence geniş bir desteği hak ediyorlar... (www.29mayisbirligi.com)

Sendikacıda Patron Dili ! Süreci kötü yöneten Hava İş şimdi de işçilerin kendi kaderlerini kendi ellerine almasından çok rahatsız. Atilay Ayçin'in sık sık canlı yayına katıldığı Ulusal Kanal'da söyledikleri aynı THY Yönetim Kurulu Başkanı’nın sözlerine benziyor. Ayçin işçilerin sendikadan "astronomik paralar istedikleri” ve alamadıkları için ayrı hareket etmeyi seçtiklerini söylüyor! Grev yasağına tepki eyleminde görüldükleri için patronların işten attığı işçilere yapılan bu hakaret sendikal bürokrasinin geldiği son noktayı ve 23 yılda üyesi işçileri ne kadar tanıdıklarını gözler önüne serme açısından çarpıcı bir ör-

nektir. Şimdi Hava-İş yönetimi kendileriyle birlikte olanlara bin 500 lira ödeyeceğini ve mahkeme masrafları konusunda da "bir şeyler yapabileceğini!" söyleyerek işçileri "direnişe" katılmaya çağırıyor! Bunu yapmakla, işçilerin onurunu daha da zedelediklerinin farkındalar aslında, ama zıddına dönüşmek böyle bir şey işte...

En Kötü Sendika Sendikasızlıktan İyi mi? Ülkemizde sendikal mücadelenin tarihine not düşmek açısından bu detaylar uzun da olsa çok önemli. Kamuoyundan saklanan ve büyük yanılgılara neden olan bu gerçekleri görmeden sendikal mücadelede yol almak mümkün değil. Yıllardır sendika iktidarları üzerinden yürütülen ve bu yolla işçilere ulaştığını sanan bir anlayış sol parti ve gruplara ne yazık ki egemen oldu. Bu yanılgı ve sendika iktidarlarının salt AKP karşıtlığı üzerinden işçileri ve kamuoyunu yanıltıcı manevralarını sınıf mücadelesi sanan tutuculuk son olayda da net olarak görülüyor. THY işçileri gördükleri yerde sendika yöneticilerine tepkilerini gösterirken, sol kamuoyu (en azından şimdilik) 23 yıllık deneyimiyle övünen Hava İş yöneticilerini bu başarısızlıklarından dolayı alkışlıyor! Hatta bu gerçekleri dile getirip sendika yönetiminin yanlışlarını eleştiren ve işçilerle birlikte çözüm arayan muhalefetin "iktidar tutkusuyla sendikacıların yanında yer almadıklarını" söyleyecek kadar olaylara dürbünün tersinden bakanlar var... Ana muhalefet partisi CHP de yıllarca Bayram Meral, Süleyman Çelebi gibi konfederasyon başkanlarını milletvekili yaparak işçilerle bağ kurduğunu sandı. Bir sonraki seçimde Atilay Ayçin'i vekil olarak (kuşkusuz CHP’nin bu kafasıyla yine muhalefet sıralarında) görürsem şaşırmam! Sanırım profesyonel sendikacıların kasıtlı olarak yaydığı bir sözdür: “En kötü sendika sendikasızlıktan iyidir!” denir. Böyle dedikçe işçiler hep “kötü sendikalara” mahkûm oldular. Artık işçilerin çoktan gördüğü bu gerçeği sol adına, emek adına siyaset yaptığını iddia edenlerin de görme zamanıdır. Ağacı bırakıp ormanı görme zamanıdır. * Gökkuşağı Hareketi Sözcüsü

9


İşçilerin Sesi

MISIR: MURSİ CUMHURBAŞKANI AMA GÜÇ VE YETKİ ORDUDA Bundan sonra Mısır’da, siyasal açıdan, ikili bir süreç yaşanacağını öngörebiliriz. Bir yandan, egemen sınıf fraksiyonları olan, Yüksek Askeri Konsey ile Müslüman Kardeşler arasında süren iktidar mücadelesi, diğer yandan başta işçi sınıfı olmak üzere emekçiler ve yoksullar ile egemen sınıflar arasındaki siyasi mücadele. Necdet Seçer Müslüman Kardeşler Örgütünün adayı Muhammed Mursi, Mısır’ın ilk sivil Cumhurbaşkanı oldu. Seçmenlerin sadece yarısının oy kullandığı ikinci tur seçimlerde, Mursi, seçimlere katılanların yüzde 52’sinin oyunu alırken, devrik lider Hüsnü Mübarek’in son başbakanı Ahmet Şefik, yüzde 48’de kaldı. Bu sonuçlar, eski rejim taraftarlarının siyasi olarak toparlandığını gösterdi. Ancak daha önemlisi, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hemen öncesinde Yüksek Anayasa Konseyinin, daha önce yapılan ve siyasi İslamcıların ezici bir üstünlük kazandığı Parlamento seçimlerini iptal etmesiydi. Bunun sonucu olarak, parlamento lağvedildi ve yasama yetkisi, geçici olarak, Yüksek Askeri Konseye, yani orduya bırakıldı. Yüksek Askeri Konsey bu yetkiye dayanarak yaptığı değişikliklerle, ordunun özerk yapısını kalıcı hale getirdi. Bu değişikliklere göre, sivil siyasi otorite, ordu içindeki terfi, tayin ve görevden almalara karışamayacak, iç siyasi karışıklıklar konusunda orduya müdahale emri veremeyecek ve yine ordunun onayı olmadan savaş kararı alamayacak. Kısacası, orduyu ilgilendiren tüm konularda sivil siyasi otorite değil, Yüksek Askeri Konsey yetkili ya da son söz sahibi olacak. Buna bir de cumhurbaşkanının yetkilerinin ve yeni parlamento seçimlerinin ne zaman yapılacağının belirsiz olduğunu eklediğimizde, Muhammed Mursi’nin, en azından kısa vadede, “askeri vesayet” altında görev yapacağını öngörebiliriz.

Ordu Neden “Kılıcını Attı”? Mısır’da yeni siyasi sistem kurulurken, ordunun kendisini rejim içinde en etkili siyasi güç olarak konumlandırması, sadece askerlerin siyasi ihtiraslarından kaynaklanmıyor. Birinci

olarak, ordu, Mısır’daki en büyük ekonomik güçtür; sahibi olduğu sınaî ve ticari kuruluşlarla ülke ekonomisinin yüzde kırkını kontrol ediyor. Dolayısıyla burada, ülkenin en güçlü kapitalist fraksiyonunun ülke yönetimine ağırlığını koyma ve bu yolla gelecekte de ekonomik çıkarlarını garanti alma çabasını görüyoruz. İkinci neden ise ideolojik. Mısır Ordusu bir yandan ülkenin en büyük kapitalist sınıfı olması dolayısıyla diğer yandan siyasi ve askeri ilişkileri vasıtasıyla, uluslararası kapitalist sistemle bütünleşmiştir ve ülke içinde onların çıkarlarının temsilcisidir. O nedenle, önemli bir siyasi güce sahip olan siyasi İslamcıların batı karşıtı yanlarını törpülemek, ülkede kayda değer bir azınlık oluşturan Hıristiyanların geleceğini güvence altına almak, kadınların kazanımlarını korumak ve laik bir sistemin işlerliğini sağlama görevini üstlenmiştir. Bu durum, ordunun, yeni rejimde siyasi iktidarların üstünde yer almasını sağlayan yetkilerle donatılmasını gerektirmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birinci turunda ortaya çıkan siyasi tablo, parlamento seçimlerinden bu yana, siyasi güç dengelerinin değiştiğini göstermiştir. Parlamento seçimlerinde siyasi İslamcılar (Müslüman Kardeşler ve Selefiler) yüzde 65 civarında oy almışken bu oran Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda yüzde 42’ye gerilemiştir. Buna karşılık eski rejim taraftarlarının oyu yüzde 36’ya yükseldiği gibi, “milliyetçi solcu” aday yüzde 22 civarında oy toplamıştır. Mübarek rejiminin devrilmesinin hemen ardından yapılan parlamento seçimlerinde, öteden beri en örgütlü muhalefet olan Müslüman Kardeşler ezici bir üstünlük elde etmişken, geçen sürede gerek devrik rejim taraftarları gerekse de muhalifler toparlanmış ve siyasi yaşamdaki güçlerini ortaya koymuşlardır. İşte bu olgu, sivil ve askeri bürokratik sınıfı, seçimleri ip-

YUNANİSTAN’DA ASIL MÜCADELE ŞİMDİ BAŞLIYOR Sermayeye ve faşizme karşı inşa edilecek birleşik işçi cephesi, hem işçi sınıfının hem de Yunanistan demokrasisinin kaderini belirleyecektir. Mustafa Eker 6 Mayısta yapılan genel seçimlerde hiçbir partinin çoğunluk sağlayamaması ve hükümet kuramaması üzerine, 17 Haziranda erken seçime gidilen Yunanistan’da, burjuvazi ve AB egemenleri, şimdilik, istediği sonucu elde etti. Yerli işbirlikçi burjuvazinin, AB’nin ve IMF’nin seçmen üzerinde uyguladığı baskı ve şantaj politikaları sonuç verdi. “SYRIZA’ya oy verirseniz sizi Euro’dan çıkarır, memorandum (yardım anlaşmaları) sona erer, Yunanistan’a para akışı durur. Ülke çöküşe ve kaosa sürüklenir, AB ile ilişkiler tehlikeye girer” vb. tehditleri orta sınıf seçmen üzerinde etkili oldu. Seçimden, az farkla birinci parti olarak çıkan YDP, PASOK ve Demokratik Sol Parti (DİMAR) destekli bir koalisyon hükümeti kurdu. Seçimlerde memoranduma ve kemer sıkma politikalarına karşı oy isteyen, benzer politikaları savunan SYRIZA ile iş birliğine yanaşmayan DİMAR, seçimin ertesi günü burjuvazi ile pazarlığa oturdu. Kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklar sonucu, memorandum ve kemer sıkma programlarının en katı savunucusu olan, YDP’yi desteklemekte bir sakınca görmedi. Saldırı hükümetine destek verdi, soldan burjuvazinin değirmenine su taşıdı. Kendi seçmenine ihanet etti. YDP yüzde 29,7 oy oranı ile seçimlerden birinci parti olarak çıktı. Yunanistan kanunları, seçimlerde birinci gelen partiye fazladan 50 milletvekili tahsis ediyor. Buna göre YDP 129 milletvekilline sahip oldu. 6 Mayıs 2012 seçimle-

10

rinde yüzde 16,77 oy alan sol blok SYRIZA, oylarını ciddi oranda arttırarak, yüzde 26,9’a taşıdı ve 71 milletvekilliği kazandı. PASOK yüzde 12,3 oyda kalırken, 33 milletvekili çıkardı; faşist Altın Şafak yüzde 7’ye yakın oy ve 18 milletvekilliği ile parlamentonun dördüncü gücü haline geldi. Sekter bir politika izleyen Yunanistan Komünist Partisinin (KKE) oyları ise, bir ay önceki seçimlere göre ciddi oranda gerileyerek, yüzde 4,5 da kaldı. Seçimler bitti; ne var ki asıl mücadele şimdi başlıyor. Seçimlerin sonucunda burjuvazi iktidarı ele geçirdi. Yönetememe krizi şimdilik sona erdi. Ne var ki, bu iktidarın altının o kadar da dolu olmadığı, halkın çoğunluğunun (yüzde 51,2) memoranduma ve kemer sıkma politikalarına karşı oy kullandığı biliniyor. Burjuvazinin işi o kadar da kolay değil; hatta bundan sonra yönetmekte daha da zorlanacak, çünkü karşısında, seçimlerden güçlenerek çıkmış, sol direngen bir işçi sınıfı hareketi var. Demokratik Sol Parti (DİMAR) ve Komünist Partisinin (KKE) sekter politikalarına rağmen, seçimlerde sol blok SYRIZA büyük bir başarı elde etti, oy patlaması yaptı. SYRIZA bu başarının üzerine oturabilir; orta sınıfı ürkütmeme politikasının yanlış olduğunu görür, dilini ve söylemini devrimcileştirir, sağa değil sola direksiyon bükerse, güçleneceği açıktır. KKE’nin de, SYRIZA’nın ve işçi hareketinin basıncı altında, ya bloğa destek vererek partinin değil sınıfın çıkarlarını temel alacağı ya da küçüleceği öngörülebilir. Burjuvazinin ve AB emperyalizminin saldırıları karşısında, bundan böyle

tal ederek parlamentoyu lağvetme konusunda cesaretlendirmiştir.

Müslüman Kardeşler Burjuvazinin Temsilcisidir Halk kitleleri Mübarek rejimine karşı ayaklanıp Tahrir meydanını doldurduğunda ve güvenlik güçlerinin saldırısı sonucu yüzlerce kayıp verdiğinde, Müslüman Kardeşler Örgütü olaylara seyirci kaldı. Muhalefet hareketine mesafeli tutum takındı. Ne zaman Mübarek rejimi yıkıldı, o zaman ortaya çıkan siyasi boşluğu doldurmak ve örgütlü gücüne dayanarak siyasi parsayı toplamak üzere sahneye çıktı. O günden bu yana, yönetimi elinde bulunduran Yüksek Askeri Konsey ile çoğunlukla uzlaşarak, zaman zaman da sürtüşerek, iktidarı ele geçirmeye çalıştı. Cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarının gecikmeli olarak açıklanmasının, bu sürede Yüksek Askeri Konsey ile Müslüman Kardeşler arasında müzakereler yapılmasından kaynaklandığı söyleniyor. Muhammed Mursi’nin seçim sonuçlarını değerlendirirken yaptığı konuşmasında kullandığı uzlaşmacı dil, bu söylentiyi doğrular niteliktedir. Bundan sonra Mısır’da, siyasal açıdan, ikili bir süreç yaşanacağını öngörebiliriz. Bir yandan, egemen sınıf fraksiyonları olan, Yüksek Askeri Konsey ile Müslüman Kardeşler arasında süren iktidar mücadelesi, diğer yandan başta işçi sınıfı olmak üzere emekçiler ve yoksullar ile egemen sınıflar arasındaki siyasi mücadele. Müslüman Kardeşler Örgütünün burjuva sınıf karakteri Mısır halkı nezdinde teşhir olmuştur. Halk, artık bu örgütü, demokrasi yanlısı muhalif bir parti olarak görmemektedir. O nedenle, egemenler arası iktidar mücadelesinde taraf olmayacak, kendi bağımsız çizgisi temelinde, ekmek ve demokrasi mücadelesini sürdürecektir. SYRIZA’nın en önemli muhalefet odağı olacağı söylenebilir. SYRIZA, başarısını, sokakta süren mücadeleyi sahiplenerek onu ifade etmesine borçlu. Mücadele bundan sonra da, parlamento sıralarından çok sokakta sürecek. İşçi sınıfı ve örgütleri, grev ve direnişler ile şekillenecek. İşçi sınıfı tüm örgütleri ile memoranduma ve kemer sıkma politikalarına karşı direnecek. SYRIZA, bu mücadeleyi birleştirebildiği ve siyasallaştırabildiği ölçüde anlam kazanacak. İşçi sınıfı mücadelesi genelleştiği ve siyasallaştığı ölçüde, bu saldırı hükümetini çatırdatarak, yönetemez hale getirecek. Burjuvazinin olağan araçlarla yönetememesi demek, olağanüstü, olağandışı araçların devreye girmesi demektir. Bu anlamda, işçi sınıfını ve örgütlerini zor günler bekliyor. Yunan burjuvazisi daha şimdiden her iki aracı birden kullanmaya başladı bile. Faşistlerin tasmasını çıkardı, sokağa salıverdi. Faşist Altın Şafak partisi, sokakta koalisyonun dördüncü ortağı gibi çalışıyor, işçi sınıfına saldırıyor. Mayıs ve Haziran aylarında göçmen işçilere yönelik ırkçı saldırılar hız kazandı. Bu partinin bir sözcüsü, TV de bir açık oturumda, KKE ve SYRIZA vekillerini tokatladı. “Ülkeyi göçmenlerden(ki sayılarının bir milyonun üzerinde olduğu söyleniyor) temizleyeceğiz” diyen faşistlerin saldırılarının, göçmen işçilerle sınırlı kalmayacağı açıktır. Hükümet ve güvenlik kuvvetleri, faşist saldırganlara sahip çıkıyor, onları destekliyor. Kriz derinleştikçe ve güvenlik kuvvetleri, hak talebiyle sokağa, eyleme, greve ve direnişe çıkan, işçi hareketini bastırmakta zorlandıkça, güvenlik güçlerine yardımcı olma çerçevesinde, paramiliter güçlerin devreye gireceğini, faşist – polis işbirliğinin hayata geçirileceğini öngörmek için kâhin olmaya gerek yok. Yunan solu faşist hareketin bugünkü güçlerini azımsıyor. Bu bir hatadır ve tarihten ders almayanlar, tarih yapamaz. Sermayeye ve faşizme karşı inşa edilecek birleşik işçi cephesi, hem işçi sınıfının hem de Yunanistan demokrasisinin kaderini belirleyecektir.


İşçilerin Sesi

FRANSA: GENEL SEÇİMLERİN İKİNCİ TURUNDAN SONRA SİYASET SAHNESİNDEKİ OYUNCULAR DEĞİŞTİ AMA BÜYÜK SERMAYENİN SİYASETİ DEĞİŞMEDİ Komünist Parti yönetimi, sol hükümetin siyasetine etki etmekten uzak ve mecliste grup kurabilmek adına, grup kurmak için yeterli milletvekili sayısının düşürülmesi için neredeyse yalvarıyor. Radikal solcular ve Chevenement’in sol partisi (MRC) 577 sandalyeden 314’ünü kazandı. Sosyalist Parti ise 1981’den beri, ilk kez, mecliste çoğunluğu aldı (Sosyalist Parti, daha önce mecliste çoğunluğu sağladığında 491 sandalyeden 285’ini kazanmıştı). Bu sayıya Yeşiller’in 18, Sol Cephe’nin 10 milletvekilini eklemek gerekir. Aylar önce solun senatoda çoğunluğu elde etmesinin ardından Hollande, Mitterand’ın dahi sahip olamadığı bir güç kazanmış oldu. Çoğunluk, başkanlıktan hükümete, senatodan millet meclisine kadar devletin tüm kurumlarında geçerli. Buna yerel meclisleri de eklemek gerek. Bununla birlikte, seçimlerin aşırı abartılmasına rağmen, seçimle geçen bu hassas sürede, ne borsa çöktü ne de mali pazar paniğe kapıldı. Hatta Yunanistan’da aynı gün yapılan seçimler Fransa’daki seçimlerden daha fazla ilgi gördü. Mitterand iktidara gelirken yaşanan panik havası neredeyse yoktu. Ancak şu da bir gerçek ki daha kısıtlı imkanlara sahip, az sayıda küçük ve orta burjuvazi, yeni hükümetin korkusuyla bavullarını banknotlarla doldurup İsviçre’ye doğru yola çıktı. Hükümetin içinde zamanında Komünist Parti’den olup bakanlık yapmış ve bu az sayıdaki burjuvaların zenginliklerine dokunabilecek olanlar da var. Zenginlere yüksek oranda faiz uygulayacağının sözünü veren Hollande’a sadece İngiltere’nin tutucu hükümeti destek veriyor. Daha önce Cameron, İngiliz vergi kanunlarının çekici taraflarından faydalananları davet ederek vergi kanunlarında değişiklik yapmıştı.

Sosyalistler Zenginleri Endişelendirmiyor Jospin’in hükümetin başında yer aldığı Mitterand döneminde, en aptal zenginleri bile mülk sahiplerine dokunulmayacağına inandırmak için yeterli zaman vardı ve bu zenginlerin hükümetten korkmaları için hiçbir sebep yoktu. Hatta belki bu hükümetle kazanacakları bile vardı. Çünkü sol hükümetin yoksullara kemer sıkma siyasetini yutturabilme imkanı vardı. Mitterand iktidara geldiğinde, büyük burjuvazi, sosyalist etiketi altında iktidara gelen siyasetçilere kutsal bir görev yükledi. Mitterand böyle bir etiket için çok yeniydi ve Cezayir’deki sömürge savaşı sırasında adalet bakanı olarak pis işlerde görev almış ve kendisi için sağlam bir bakanlık geçmişi hazırlamıştı. Gerçekte, dönemin siyasetçileri burjuvaziyi kaygılandırmıyordu ancak bu siyasetçilerin bir kısmı, kendilerini iktidara taşıyanların baskısını hissedebilirlerdi. Çünkü Mitterrand’ın gerisinde, Komünist Parti ve onun fabrikalarda çalışan binlerce işçi militanı vardı ve bu militanların, işyerlerinde kendi yoldaşlarının baskısına olan duyarlılığı, “yoldaş bakanların” uzlaşmacı konuşmalarına olan duyarlılığından daha fazla olabilirdi. Peki, bugün buna benzer bir durum var mı? Basın tümüyle, 1958’den beri yapılan iki turlu se-

çimde rekor düzeye çıkan yüzde 48,7’lik seçime katılmama oranının üzerinde duruyor. Seçime katılımın düşük olması elbette, iktidara gelenlerin, kitleler gözünde çok az bir coşku yaratabildiğini gösteriyor. Ancak seçime katılımın düşük kalması, burjuvazi için herhangi bir sorun teşkil etmiyor. Amerikan emperyalizminin “büyük demokrasisi” yüzde 40’lık seçime katılmama oranı ile (hatta bazen yüzde 40’tan da fazla) dönüyor.

mak için yeterli milletvekili sayısının düşürülmesi için neredeyse yalvarıyor.

Seçime katılmama oranının artışı başlangıçta yorumcuları düşündürdü. Yorumcular, genellikle seçimlerdeki demokrasi duygusunun azaldığı sonucunu çıkarıyorlar. Kuşkusuz, aklıselim olan parlamenter demokrasinin çekiciliklerine kanmıyor!

Troçki, 1936’da Halk Cephesi’nin kurulması sırasında, Komünist Parti tarafından ikiyüzlü bir biçimde savunulan o dönemki dış siyaseti eleştirmiş ve bakanlık sahibi olmadan bakanlık siyaseti yürüttüğünü dile getirmişti. Komünist Parti bir kez daha Léon Blum’un söylediği gibi “kapitalizmin dürüst, sadık vekili” Sosyalist Parti’nin gerisinde yer almanın bedelini ödüyor.

Ancak seçime katılımın azalması, burjuvazi için güven verici: Daha az sosyalist daha az coşku yaratır, burjuvaziyi kaygılandıran tepki daha az olur.

Fransız Komünist Partisi ve Sol Cephe Eziliyor Birinci turdan çıkanlar, ikinci turda da vurgulandı. Oy verme biçimi, “sol” ve “sağ” şeklinde iki kutuplu bir yarışı destekledi. Sosyalist Parti, Komünist Parti’yi ezmeye devam ediyor. “Sol Cephe” etiketi ve Komünist Parti’nin Melenchon’un (kendisine komünist demeyen ancak seçimde Komünist Parti tarafından desteklenen cumhurbaşkanı adayı) arkasına çekilmesi hareketi durdurmadı. Komünist Parti, 2007’deki seçimde 19 milletvekili çıkarmış olmasına rağmen bu seçimde 10 milletvekilinde kalmasından memnun gibi görünüyor. Komünist Parti’nin adayı mağlup oldu hatta 1930’dan beri Komünist Parti’nin elinde bulundurduğu Ivry, Saint-Denis, Vénissieux gibi yerlerde de kaybeden taraf oldu. Sağın oylarının artmasına rağmen Komünist Parti’nin yayın organı Humanité (İnsanlık) sağın “iyi bir yenilgi” aldığını göstererek bunu kutluyor. Komünist Parti yönetimi, sol hükümetin siyasetine etki etmekten uzak ve mecliste grup kurabilmek adına, grup kur-

Marie-George Buffet, Humanité’deki bir röportajında “Hükümette yer alamayız” sözlerinin arkasında durdu ve ardından da hemen şunu ekledi: “Muhalefet değiliz ancak başarmak için geliştirici biçimde sol çoğunluktayız.” Başarmak ama neyi başarmak!

Burada sevinmek için bir sebep yok. Komünist Parti’nin sabırlı seçmenlerinin etkisinin Sosyalist Parti lehine azalması ve mecliste bu bağlamda sol çoğunluğun oluşması genel anlamıyla seçimde sola yönelmenin ifadesi değil. Tam tersine sağa doğru gidişatı ifade ediyor. Siyasi yelpazenin öteki tarafında ise Milliyetçi Cephe aynı dönüşümden faydalandı. Milliyetçi Cephe’nin meclise iki milletvekili göndermesi kendiliğinden olmadı. Aşırı sağ fikirlerin bulaştığı yoksul seçmenlerden, Milliyetçi Cephe’ye giden oyların yansıması. Aşırı sağın lideri Marine Le Pen’in birinci turda, Hénin-Beaumont gibi uzun zamandan bu yana Sosyalist Parti’nin kalesi olarak bilinen yoksulların yaşadığı şehirlerden yüzde 42,26’ya karşılık gelen 22 bin 460 oy alması çok anlamlı. Ancak Marine Le Pen’in birinci tur ile ikinci tur arasında kalan sürede, birinci turda çekimser kalıp oy vermeyenler arasından 4 bin 234 oy kazanması belki de daha anlamlı. Sosyalist Parti’nin adayının yüze yakın oyla Marine Le Pen’i geçmesi küçük de olsa bir teselli. (15.06.2012 tarihli Lutte Ouvriere gazetesinden çevrilmiştir.) 11


İşçilerin Sesi

FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... Gıda

tazminat verdirmem'' diye tehdit etti.

Kışın Zorunlu, Yazın Ücretsiz

Bu olaya işçiler çok tepki duydu. İşbaşı olduğunda kimse işbaşı yapmadı. Şefle toplantı yapmak istediklerini söylediler, şef geldiğin de ' işçiler olarak işçi arkadaşımız haksız yere hakaret uğradığını, darp edildiğini bunu yapanın burada çalışmasını istemiyoruz'' diye tepkilerini söylediler. Şef işçi temsilcisine bağırdı “sen nasıl temsilcisin işçiler neden

İzin Olmaz! Patron zenginleştikçe cimrileşiyor, geçen yıllarda her yaz fabrikayı hafta içi bir gün pikniğe götürürdü. O gün de ücretleri kesmezdi, son 3 yıldır götürmüyor. Bahanesi de “kene varmış”! Oysa işçi çoğaldı, masraflar da çok olacak diye götürmüyor. Bu yıl da işçiler “pikniğe gidelim” diye müdürle konuştular. Patron kabul etmemiş, işçiler de kendi aralarında para toplayıp gitmek istediler. Müdür de, işçilerin gideceğini duyunca “hadi bu yıl servisler benden” diyerek servis verdi. İşçilerin üçte biri kadar ancak pikniğe gidince, müdür gitmeyenlere “niçin gitmediniz” diye sordu. Bir işçi “ben kendi paramla gidecek olsaydım, ailemle giderdim, eğer eskisi gibi işyeri götürseydi giderdim” deyip tepki verince, müdür “haklısın” demek zorunda kaldı. Patron ve yalakaları her zaman işine geldiği gibi davranıyorlar. Her yaz işler yoğun oluyordu, bu yıl da yazın işler yoğun olur diye işçiye kışın senelik izinlerini kullandırıldı. Şimdi ise iş yok, sipariş alınmıyor, şimdiden müdür işçilere “bayramda bir hafta izin vereceğiz, dört gün bayram izni üç günde ücretsiz izin bol bol gezersiniz” diyor. İşçiler müdüre bir şey söylemiyorlar ama kendi aralarında tepkililer, “kışın izin kullandırdılar, şimdi de ücretsiz izine çıkartıyorlar, paramız mı var ki, izin kullanalım” dediler. Bazı işçiler de “eğer ücretsiz izin olursa itiraz ederiz” diye konuşuyorlar, o gün gelince umarız ki, işçiler haklı tepkilerini gösterirler. (G. Kemerli)

Tekstil Ne Oldum Dememeli? İşyerinde kalite güvence sorumlusu işi bıraktığında, dışarıdan birini almak yerine şirket kendi bünyesinden birini o göreve getirdi. Makineci bir işçiyi kalite güvence sorumlusu yaptılar. İşçiler kendi aralarından birinin böyle bir göreve gelmesinden memnun da oldular. Bu görevi alan işçi arkadaş ilk aylarda iyiydi, bantlardan çıkan işleri kontrol ediyor, tamir işleri ile ilgileniyordu. Birden bu arkadaşı mevki hırsı sardı. Şeflerle, müdürle aynı ortamda bulundu konuşmaları değişti, artık patronlar ile samimi olmuştu. Göze girebilmek için her işi yapar oldu. Kendini ustaların da üzerinde görmeye başladı. Bantta iş geldiği zaman, banttın nasıl kurulmasına ve kaç işçiyle işin dikilmesine kadar karışıyordu. Bantta işleri kontrol ettiği sırada işlerin bozuk olduğunu görmüş. Bant ustasına fırça attı, usta da ''ben ne yapayım ne halin varsa gör, düzelttir'' dedi. İşi diken makinecinin başına gider gitmez ürünü makinecinin suratına fırlattı, yumruk attı küfürler etti, işçiler araya girdi ayırdılar. Hemen şefin odasına gitti, şefe nasıl anlattıysa şef de makineciye bağırdı ''seni işten attırırım sen nasıl işleri bozuk yapar, hem de adamın üzerine saldırırsın, sana tutanak tutturur, 12

işbaşı yapmıyor”. İşçi temsilcisi olayı anlatınca, şef makineci arkadaştan özür diledi, yumruk atan kişiyi de izne gönderdiler. İzin dönüşü olay soğuyacak herkes işine bakacak. Bunu yapan üretimden bir işçi olsaydı, anında kapı önündeydi. Patronlar mevki vaadinde bulunarak işçileri kimliklerinden uzaklaştırırlar. Onlara vereceği en iyi olanak kendileriyle aynı masada yemek yeme sözde şerefi olur. Bir işçi için patronun elini omuzun da hissetmesi ka-

YASADAN YARARLANAMAYAN SİLİKOZİS HASTALARI NE OLACAK? Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, silika tozuna maruz kalınan işkollarında, silikozis tehlikesi altındaki işçilere bu yasa ile ilgili hiçbir duyuru yapmamıştır. Bu sebeple, 3 aylık süre sınırı kabul edilemez. Cem A. Silikozis hastaları, “Özürlüler Yasası” içine eklenen bir madde ile 25 Şubat 2011 itibariyle hastalıkları oranında aylık almaya hak kazandılar. Ancak, yasadan yararlanabilmek için 24 Mayıs 2011’e kadar başvuru yapılmış olması gerekiyordu. Yasanın yürürlüğe girmesinin üzerinden tam bir sene geçti. Hükümet, başvuru sayısını, kaç silikozis hastasının bu yasadan yararlandığını açıklamıyor. Sırrı Süreyya Önder’in bu konuda vermiş olduğu soru önergesine henüz bir cevap verilmiş değil. Yasadan yararlanabilmek için işgücü kaybının yüzde 15 ve yukarısında bir oranda olması gerekiyor. Kot Kumlama İşçileri Dayanışma Komitesi’ne ulaşan, yüzde 14,9 oranıyla yasadan yararlanamadığını söyleyen işçiler var. Bu oranda rapor verilmiş kaç işçi var, bilinmiyor. Silikozis hastası oldukları halde, yasadan haberdar olmayan, haliyle 3 aylık süre sınırını aşamamış işçiler var. Bu durumda olan kaç işçi var, bilinmiyor.

Silikozis Yerinde Saymayan Bir Hastalıktır Silikozis, tedavisi olmayan bir hastalıktır ve genellikle yerinde saymaz. Bugün yüzde10 oranında raporu olan bir işçi, bir süre sonra yüzde 20 oranında hatta belki daha fazla oranda rapor alabilir. Bu hastalığa süre sınırı koyulamaz. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, silika tozuna maruz kalınan işkollarında, silikozis tehlikesi altındaki işçilere bu yasa ile ilgili hiçbir duyuru yapmamıştır. Bu sebeple, 3 aylık süre sınırı kabul edilemez.

3 Aylık Süre Sınırı Kabul Edilemez Silikozis hastalarının çok büyük bir çoğunluğu, yoksul işçilerdir. Bu işçilerin çok büyük bir kısmı, köyden kente göçmüş kişilerdir. Bu kişilerin önemlice bir kısmı, köylerine geri dönmüş

ve umutsuz bir şekilde hayatlarının son bulacağı günü beklemektedir. Bingöl’de, Trabzon’da, Diyarbakır’da onlarca hasta, sefalet içinde, hiçbir kamu hizmetine ulaşamayacak durumda bulunmaktadır. Hastalığının tespiti için, Meslek Hastalıkları Hastanesi’ne dahi ulaşamayan işçilere 3 aylık süre sınırı kabul edilemez.

Mücadele Tüm Dünyaya Yayılıyor Kot Kumlama İşçileri Dayanışma Komitesi, yurtdışındaki birçok toplantıya, eyleme katılıyor. Bu toplantılarda silikozis hastalığını ve Türkiyeli silikosiz hastası işçilerin mücadelesini anlatıyor. Türkiye’deki silikozis işçilerinin mücadelesini anlatan “Toz” adlı belgesel, çeşitli ülkelerdeki işçilere ulaşıyor. Sermayedarların daha fazla kâr elde etmek uğruna, işçilerin hayatını hiçe sayan tutumlarına karşı, işçiler bir araya geliyorlar. Çin’de, mücevherleri parlatmak için kum püskürtme yöntemi kullanılıyor. Bu sektörde çalışan binlerce işçi silikozis tehditi altında yaşıyor. Çinli işçiler, Türkiye’deki işçiler gibi bir araya gelip, kendi derneklerini kurdular… Bangladeş’teki kot kumlama işçileri, Türkiye’deki sürecin aynısını yaşıyorlar. Bilindiği gibi, Türkiyeli birçok firma, kot kumlama işini Bangladeş’te yapıyor…

Hükümet Sorumluluğundan Kaçamaz Hangi sektörde çalışmış olursa olsun, tüm silikozis hastası işçilerin sosyal güvencesi olmalıdır. İşçiye ve ailesine asgari geçim standartlarının altında olmayan bir maaş bağlanmalıdır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı, tüm silikozis hastalarının tespitini yapmalıdır. Silikozis hastası olmuş işçilerin haklarını vermelidir.


İşçilerin Sesi

FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... dar önemli ne olabilir? İşçiyi işçiye ezdirtmek için yapılan en iyi aldatmacadır. Kimini şeflik, ustalıkla, müdürlükle aldatır. Hak aramamızın önünü keser. Bu oyuna gelmemek için işçilerinde uyanık olması gerekir. (M. Araslı)

Sigortasız çalışma, yemekten zehirlenme! Ne zaman işler az çıkar, müdür hemen toplantı yapar ''eski firmanın işlerini yapamıyoruz, başka bir firmadan fason işi aldık çok iş lazım çok''. Sormazlar ne yer ne içersiniz. Üç aydır yeni yerimizde çalışıyoruz, sorunlar bitmek bilmiyor. Toplantı bitti “sigortalar ne oldu” diye soruldu, “yeni şirketimize geçiş yapıldı patrondan net bilgi bekliyoruz” yanıtını aldık. İşçiyi dinleyen yok. Bu hafta içinde bazı işçiler fenalaştı, hastaneye kaldırıldı. Patron bir günlük ücretlerinin kesileceğini söyledi. Sanki keyfiyetten gitmişler gibi. Hastane dönüşü raporlarında gıda zehirlenmesi teşhisi konulunca ücret kesmeden vazgeçti, hastane masraflarını da ödemek zorunda kaldı. Aylardır yemekler çok kötü, içinde ne ararsan çıkıyor, bu sefer piyango ustaya vurdu! Yemek tabağını alıp patrona göstermiş. Patron “bir kere kıl çıkmasıyla bir şey olmaz” demiş. Bu usta işçiye gelince aslan kesilirdi, sessizce yemeğini döktü gitti. Ertesi gün yemek yememe kararı alındı. Bir işçi arkadaş ustaya '' bantları örgütlesenize, siz ustasınız rahat dolaşıp herkesi haberdar edersiniz” diye çağrı yaptı. Ustalarla tek anlaştığımız eylem bu oldu. Öğlen yemeğe kimse çıkmayınca, aşçı dikim bölümünde ustaya “Niye kimse yemek yemeye çıkmıyor” diye sordu. Patron geldi, durumu görünce, aynı soru ondan da geldi. “Yemeklerin kötü olduğunu yemek yemeyeceğimizi” söyledik. Patronlar hep işçiden idare etmelerini, idareli olmalarını isterler. Yine aynı lafı duyduk, “15,20 gün idare edin, yemekhane yapılacak”. Sanki yemekhane yapılınca ne olacaksa, ucuz malzemeyle aynı iş olacak. Hemen ortam yumuşatmaya başladı. Patron, “isterdim ki, topluca dışarıda yemek yiyelim, sizlere kebap ısmarlayayım ama bunun imkânsız olduğunu sizlerde biliyorsunuz, evinizde yemek kötü olunca eşinizi mi boşuyorsunuz” gibi gereksiz laflar etti. Dışarıda yemek, patron için imkansız. En ucuz tabldot yemek yedirerek, düşük ücretle, sigortasız çalıştırarak kar etmek. Buna biz bir dur diyene kadar. (Y. Menekşe)

Gıda Sendikalaşmak İsteyen İşçilere Çıkış Verildi Bir grup işçi olarak bir araya gelmiş ve işyerindeki gidişata bir dur demek için örgütlenmeye karar vermiştik. Daha önce de hem işyerinde hem de işletmenin başka bir fabrikasında sendikalaşma girişimleri olmuş, işçi çıkartarak önü kesilmişti. Bu deneyimlerden dolayı çok temkinli hareket etmek zorundaydık. Buna karşılık işyerindeki sorunlar işçiyi o kadar bıktırmıştı ki, “bir şeyler yapmalıyız” sözü hemen “sendikalaşıyoruz” lafının dolaşmasına

neden oldu. Yeni işçileri bu sürece katmak için çok dikkatli davrandık, işçileri ve grupları birbirleriyle karşılaştırmadan görüştük, deneyimli işçilerden destek aldık. Bu rağmen, işçinin sabırsızlığı ağır bastı ve bazı isimler idareye uçuruldu. Patronu sendikadan korkusu o kadar büyüktü ki, genel müdürünü fabrikaya göndermişti. İlk olarak “elebaşı” olarak görülen bir işçi, sorguya çekildi. Bütün suçlamaları ret edip, kendini savununca, “sendika istemiyoruz, seninle de çalışmayacağız” denmiş. Çıkış kağıtlarının hazırlandığı, tazminatının da … TL olduğu söylenmiş. Bu işçi, “alacağını hesaplatmadan hiçbir kağıdı imzalamayacağını” söyleyince, insan kaynakları müdürü, “Akşama kadar zamanın var, sen bilirsin, tazminatını vermeyiz” demiş. Bir grup işçiye de aynı şekilde çıkışları verildi, bu işçiler de kağıtları imzalamadılar. Bu ortak tavır idarecileri paniğe sevk etti, tazminatsız atarız lafı, “tazminatları eksik hesaplamışız, ortalama 3 bin TL daha fazla para ala-

caksınıza” döndü. Bağlı olduğumuzu işkolundaki yetkili bir sendikaya başvurduk. Tazminat hesaplamalarında ve hukuki konularda desteklerin aldık. İşyerinde örgütlenmeye devam edeceğimizi, bu konuda ne düşündüklerini de sorduk. Şube Başkanı, “işletme tipi bir işyeri olduğu için çoğunluk sağlamanın zor olduğunu ama kararlı işçiler varsa devam etmemizi” önerdi. Yani taşın altına elini koymadı, “siz hazırlıkları tamamlayın, biz işi bitiririz” demek istedi. Sendikalaşma faaliyetine katılmayı beyan eden ama çıkışları verilmeyen bazı işçiler ise, işyerinde sözlü tacizlere uğruyorlar, “hala atılmadınız mı?”gibi. Bu arkadaşlara morallerini bozmamalarını, kendilerini suçlu gibi görmemelerini söyledik. Çıkış olarsa nasıl hareket etmeleri gerektiğini açıkladık. Şimdilik bir bekleyiş içindeyiz, sendikalaşma fikrinden vazgeçmedik. Bir grup işçiyle görüşme. (M. Araslı)

28 KESK’Lİ TUTUKLANDI: AKP ÖRGÜTLÜ EMEK GÜCÜ İSTEMİYOR Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu’na (KESK) yönelik eş zamanlı ve 10 ilde yapılan, 71 sendika yöneticisinin gözaltına alınmasıyla başlayan operasyon, aralarında Eğitim Sen, SES, Tüm Bel Sen merkez yöneticilerinin de bulunduğu 28 sendika yöneticisinin tutuklanmasıyla şimdilik sona erdi. AKP hükümeti 12 Eylül 2010 Anayasa referandumunda vaat ettiği “ileri demokrasi”, “sendikal hak ve özgürlüklerin genişletilmesi” iddialarının birer politikacı lafı olduğunu gösterdi. 12 Eylül askeri darbesinden 32 yıl sonra ilk kez bir konfederasyon genel başkanı gözaltına alındı ve tutuklanma talebiyle savcılık mahkemeye sevk etti. KESK yöneticilerine yönelik ileri sürülen suçlama KCK üyesi olmak. Bunun tek gerekçesi ise, sendikacıların Kürt kökenli olması (Kürt olmayanlar da vardı). Savcı, KCK paralelinde faaliyet yürütmek yönündeki iddiasını sendikacıların barış talepli eylemlere katılmasına dayandırıyor ve AKP hükümetine yönelik yürütülen mücadelenin de KCK paralelinde olduğunu ileri sürüyor. Dikkat edilirse Türk ve devrimciyseniz kolaylıkla Devrimci Karargâh örgütü veya Ergenekon sanığı yapılabilirsiniz; Kürt ve devrimciyseniz KCK’li olabilirsiniz. AKP hükümeti ve yargıya hâkim olan hukuk siyaseti henüz sendikacılık ve devrimcilik faaliyetlerini doğrudan yargılamıyor. Bunun yerine önyargılarla yüklü kamuoyu kolaylaştırıcılığıyla, devrimcileri ve sendikacıları Devrimci Karargâh veya KCK’den yargılamayı tercih ediyor.

Üçüncü bir yargılama türü ise, öğrencileri kapsıyor. Yaklaşık 700 öğrencinin tutuklu olmasına yol açan temel gerekçe, Başbakan’ın veya bakanların toplantılarında özlük haklarını (parasız eğitim gibi) ifade etmeleri ve bunu alenen ve cesaretle yapabilmiş olmalarıdır. Bu nedenle “parasız eğitim” isteyen pankarta 8 yıl hapis cezası verebiliyorlar. Puşi davası hariç! Sonuç olarak KESK’e saldırı örgütlü güçlere yönelik saldırıdır. 4+4+4’e karşı, sahte sendika yasasına karşı, hükümetin toplu sözleşme politikalarına karşı örgütlü bir gücü ifade etmektedir. İkincisi, örgütlü bir emek gücü olarak, Kürt sorununda tutarlı bir çizgi izlemektedir. AKP, emekçilere yönelik ekonomik, Kürt sorununda demokratik taleplerde ısrar eden bir emek örgütü, 250 üyeli bir sendika istemiyor. KESK, diğer emek örgütleri gibi susarak, geri çekilerek değil fiili ve meşru mücadelede kararlı bir emek örgütü olma çizgisinde ısrar ederek, diğer emek örgütleriyle birlikte yürünmesi zorunludur. 13


İşçilerin Sesi

BELEDİYEDE TEMSİLCİLİK SEÇİMİ Dışarıdan “DİSK, diğer sendikalardan farklıdır, değerini bilin” masallarını çok duyduk. İçine girildiğinde ise herkesin aklına gelebilecek her türlü düzenbazlığı, cambazlığı, üçkâğıtçılığı görebiliyorsun. R. Temiz Bir sendikada demokrasinin uygulanıp uygulanmadığının cevabı, işyerlerinde işçilerin temsilcilerini özgürce seçme ortamlarının olup olmadığına bağlıdır. Eğer işçiler, iradelerini ifade edemiyorlarsa ve örgütlenmeden yoksunsalar, işveren ve sendika bürokratlarının müdahalesi varsa, o sendikanın yöneticilerinde ve işleyişinde aşağıdan yukarıya kadar hileli yöntemlerin işlediği kesindir. Dışarıdan “DİSK, diğer sendikalardan farklıdır, değerini bilin” masallarını çok duyduk. İçine girildiğinde ise herkesin aklına gelebilecek her türlü düzenbazlığı, cambazlığı, üçkâğıtçılığı görebiliyorsun. Hem de en basit temsilcilik seçiminde dört kez! Sendikamız, güya işyerinde temsilcilik seçimi yapıyor. Tüm olumsuzluklara rağmen bir grup işçi, sorunlarını dillendirmek, işçilerin dikkatini çekmek için temsilcilik seçiminde aday olacaklarını söylediler. Bunun için yapılan toplantıda politik işçiler, aday olan işçilere, nasıl bir temsilcilik veya sendikacılık düşündüklerini sordular. Cevap mevcut temsilcilerin yaptıklarından, şubeden rahatsız oldukları, bundan dolayı aday oldukları idi. Politik işçilere göre ise bu liste yetersizdi ve söylediklerine ikna olmadılar. Bu hali ile mevcut temsilcilerden farkınız olmayacak, işveren ile sendika bürokratlarını çok hafife alıyorsunuz diyerek eleştirilince, aday listenin baş temsilciliğine hazırlanan arkadaş: “Bizim listeye girer misin?” diye soruyor. Bu tartışma sürecinde toplusözleşme yüzde 10’la zamla imzalandı. İşçiler arasında ciddi bir rahatsızlık oluştu. Aday listesinde bilinçli, politik işçiler çoğunluk oldu. Bundan sonra işyerlerinde kimlerin, nerede çalışacağı belirlendi. Herkes birbirinden emin ayrıldı. Ertesi

gün gelen haber, makine ikmalde çalışan arkadaşın adaylıktan çekildiğiydi. Gerekçesi, işveren gece vardiyasına sürgün etmişti. İşçi de “ben gece vardiyasına gitmiyorum, temsilcilikten çekiliyorum” demiş.

türlü baskılara rağmen işçiler direndi. Muhalif liste azımsanmayacak kadar oy aldı. İyi ders verdiler. Politik işçiler ise kötü sınav verdiler. Umarız ki ders çıkarırlar.

Böyle bir olumsuzluğa karşı, yerini dolduracak işçi belirlenmişti. Ancak bir sonraki gün bu yedek adayın ve başkanlık dairesi adayının çekildikleri haberi geldi. Tüm planlar alt üst oldu. Yeni bir tartışma başladı. Tartışmaya katılan işçiler, adaylıktan çekilen işçilere eleştirilerini söylediler. Altı saat içinde fikir değişir mi? Sanki bilmiyorlar mıydı? İşverenin baskısı, sendika bürokratlarının koltuklarını korumak için yapacaklarını biliyorlardı. Her şey ortada iken büyük laflar edip, geri çekilmeleri kimseye inandırıcı gelmedi. Demokratik ortam yok, ifadesi de.

İşçiler şimdi en çok onları konuşuyor ve tartışıyor. Politik işçilerin baskıya karşı çıkmaması, basit hesaplar içinde olmaları işverene ve sendika bürokratlarına muazzam güç verdi. Bundan böyle daha keyfi baskı uygulayıp keyfi çalışma koşulları dayatacakları zemin oluştu.

Bizzat sendika şube başkanı ile baş temsilci, işverene ricada bulunarak aday olan işçilerin gece vardiyasına sürgün edilmelerini istemişler. İşverenin canına minnet, hiç geri çevirir mi? Bir taşla iki kuş vurdu; hem sendika bürokratlarını avucunun içine aldı hem de sesini çıkaran işçiye gözdağı verdi. Temsilcilik listesini başından beri oluşturmaya uğraşan işçi, yoluna devam edeceğini söyledi. Başa dönüldü, politik işçiler sadece uzaktan izledi. Çünkü listeden çekilen, baskıya boyun eğen kendileriydi. Dik duran taraf ise samimi, temiz duygularla duran, güya “apolitik” işçilerdi. Bu tartışmaların sonucu, liste hazırlığı yapan işçilere muazzam zaman kaybı oldu. İç tartışmadan dolayı işyerinde çalışma yapılmadan sandık başına gidildi. İşçiler oy kullanmaya gelirken, liste var mı yok mu tartışması yaşadı. Sandık açıldığında temsilciler dışında kimse merak etmiyordu. Sonuç belliydi. İşveren listesi kazandı. Süreci genel olarak değerlendirdiğimizde her

DIŞ HATLARDA SÜREN HAVA-İŞ EYLEMİ: İŞÇİLER NEREDE? Y. Menekşe - M. Araslı 29 Mayıs’ta işten atılan ve sayıları 400’ü bulan THY işçilerinin bir bölümü Hava-İş sendikasının çağrısıyla Atatürk Hava Limanı Dış Hatlar Terminali girişinde eylemlerini ve bekleyişlerini sürdürüyor. Hava-İş sendikasının sürdürdüğü bu bekleyiş, 24 Haziran Pazar günü, işten çıkartılmanın 27. Gününde basın açıklamasıyla devam ediyor. Esenyurt’tan iki işçi olarak işten atılan THY işçilerini ziyarete gittik. İlk izlenimimiz siyasi ziyaretçi sayısının bekleyişini sürdüren işçilerden fazla ol14

masıydı. THY işçilerinin, atılanlar da dahil toplam sayısı 50 ise, ziyaretçilerin sayısı 300 kadardı. Hem atılan işçilerden hem de işyerinde çalışan işçilerden beklenen katılımın olmayışı ilk dikkatimizi çeken şey oldu. İkincisi, basın açıklamasını okuyan sendika yöneticisinin atılan işçilerin işe geri alınması talebini en sonda ve geçiştirircesine ifade etmesi dikkatimizi çekti. Üçüncü olarak medyanın ilgisinin olmamasıydı. Dördüncüsü ise, dışarıdan gelen ziyaretçilerin diğer işkollarındaki işçilerden, sendika üyelerinden değil, siyasi grupların, partilerin üyelerinden oluşmasıydı. Devrimci siyasi grupların destekleri ise, dev

Bilinçli ve politik işçilerin davranış ve görüşlerine gelince. Halk Cephesi sendika bürokratları ile işveren cephesinin ortak kalesinde, rahatsızlıklarını belirtenler olsa da, işveren çemberini hiç kırmadılar. Yurtseverler kendi içlerinde bile ortak hareket etmediler. Hepsinden ayrı bir ses geldi. Bireysel olarak demokratik tutum alanlar vardı, işverenin çıkarlarına hizmet ettiklerinin farkında bile olmayanlar da. Troçkistler ise iki farklı grubun anlayışı içinde farklılaştılar. Dönem dönem birlikte hareket etmelerine rağmen, temsilcilik sürecinde aday olup çekilen taraf için hiç de iyi olmadı. Yaşanan sürecin anlamı siyasi görüşlerin bir ölçüde işyeri çalışmasına yansımasıydı. İşçilerin siyasi görüşlerinden bağımsız hareket ettiğini düşünmüyoruz. Yaşanılan tüm olumsuzluklara rağmen işçi sınıfının çıkarlarını koruyacak gücü vardır. Yeter ki siyasi guruplar, hiçbir art niyet taşımadan işçilerin birlik mücadelesine emek vermeye devam etsin. Eğer işvereni rahatsız edecek mücadele yöntemleri tartışılmazsa yarın geç olabilir. Sendika bürokratları, temsilcilik seçimine verdikleri gayretin sadece yüzde birini işçilerin haklarının korunmasına ve bilinçlenmesine, örgütlenmesine emek verseler daha anlamlı olur. pankartlarıyla işten atılan işçilere destek vermekten çok, kendilerinin orada olduğunu ifade etmeyi önemseyen cinstendi. THY işçilerinin eylemleri vesilesiyle “… partisi de burada” dedirtmeyi amaçlar görünüyorlardı. Halay çekip, marş söylerken THY işçilerinden çok “gençleriz” vurgusu vardı. Sonuç olarak aklımıza takılan ve cevaplarının olumsuz olduğu birçok soruyla geri döndük. Bir direniş, bir sendika, bir siyasi parti tutumu Dış Hatlarda gördüğümüz gibi olmamalıydı. İşçileri umutlandırmayan bir direniş, sendika ve siyasi parti tutumu işçilerin aradıkları ve ihtiyaçları olan şeyler değil. İşçilerin güvenini ve birliğini sağlayan direnişlere, sendikalara ihtiyacımız var. Devrimci, sosyalist partilerimiz ise, işçi sınıfına hizmet için kurulmalı; işçi eylemlerini kendilerini siyasi olarak göstermek için zemin ve araç olarak görmemeli.


İşçilerin Sesi

PARİS KOMÜNÜ 1871 -

C. TALES

NAS Yayınları tarafından geçtiğimiz ay yayınlanan Paris Komünü adlı kitap, C.Tales mahlasıyla yazan Maurice Lacoste’a ait. 1908 yılında Fransız Sosyalist Partisi üyesi olan Tales, Birinci Dünya Savaşı sırasında birçok Avrupalı sosyalist parti gibi işçi sınıfına ihanet edip emperyalist savaşa ulusal burjuvazileri aracılığıyla destek olunca, Fransız Komünist Partisi’ne katıldı. Sonraki yıllarda Pierre Monatte’ın etrafında oluşan sendikalist bir gruba katıldı. Paris Komünü 1871 adlı bu kitap ilk defa 1921 yılında Emek Kitapevi tarafından yayınlandı.

*** Kitabın arka kapak tanıtım yazısında şöyle deniyor: Paris Komünü’nün önemi, tarihte ilk rastlanan işçi sınıfının iktidar biçimi olmasının yanı sıra, ortaya koyduğu ve gerçekleştirmeye çalıştığı 'yönetme' prensiplerinden kaynaklanır. Bütün yöneticilerin seçimle işbaşına gelmesi ve istenmemesi durumunda geri çağrılabilmesi gibi... Kısa ömründe Komün, Marksist, Anarşist, Blanquist hatta Jakoben gibi farklı siyasal kesimlerden oluşmasına karşın önemli 'sosyal' ve 'siyasal' reformlar yapmayı başardı. Askerlik hizmetini zorunlu olmaktan çıkardı. Günümüz Türkiye'sinde askerlik yapmamanın vatana ihanet ile eş sayıldığı göz önüne alınırsa önemi daha iyi anlaşılır. Sürekli orduyu feshederek silahlı halktan müteşekkil Ulusal Muhafızları her yerde görevli kıldı. Sonraki süreçte komünarlara karşı acımasızca kullanılsa da Giyotin’i (ölüm cezasını) yasakladı. Gece çalışma zorunluluğunu kaldırdı. Direniş esnasında hayatını kaybeden Ulusal Muhafızların eşlerine ve çocuklarına maaş bağladı. İşçilerin rehin alınan alet-edevatının şartsız iadesini sağladı. Bütün borçları erteledi ve faizleri kaldırdı. Terk edilmiş fabrikaların işçiler tarafından işletilmesine imkân tanıdı. Din ile devlet işlerini kesin olarak birbirinden ayırdı ve kiliselerin dinsel eğitim yapmasını, kiliselerin politik faaliyetlere açık hale getirilmesi şartına bağladı. Eğitimi genelleştirdi. Okuma olanağı bulamayan işçi çocukları için bu çok önemli bir imkândı. Bunun yanı sıra okul araç-gereçleri, yiyecek, giyecek ve içecek bedava verildi. Yürürlükten kaldırılan Fransız Cumhuriyetçi Takvimi yeniden benimsendi. Ayrıca Komün, Fransız Bayrağı yerine Kızıl Bayrağı kullanmayı tercih etti. Bu aynı zamanda, Komünün enternasyonalist karakterine işaret ediyordu. Konsey üyelerinin yasama kadar yürütme işlerini de yapması, yerel meclislerin yönetime katılması, seçilenlerin geri çağrılabilmesi ve ortalama işçi ücreti ile yönetenlerin maaşlarının eşitlenmesi tarihte ilk görülen ve daha sonraki sosyalist iktidarlar tarafından referans alınan temel yönetim prensipleri oldu. Öyle ki Engels, Komün'ün gerçek anlamda bir 'devlet' olmadığını ve sönümlenmeye doğru giden bir 'devlet' modeli olduğunu rahatlıkla ileri sürebiliyordu.

*** Lenin’in Paris Komünü deneyiminden hareketle Devlet ve Devrim çalışmasını yazdığını biliyoruz. Sovyet sisteminin kaynağında Paris Komünü var.

Troçki’nin de önsöz yazdığı Tales’in çalışması, Paris Komünü’nü anlamak isteyen tüm işçiler ve sosyalist militanlar için ender bulunacak başucu kitaplarından biri. / İşçilerin Sesi Haber

ŞİAR RİŞVANOĞLU HEDEF OLDU! Özel Yetkili Mahkemede yargılanan Devrimci İşçi Partisi’nin kurucularından ve parti sözcülerinden, Gerçek gazetesi ve Devrimci Marksizm dergisinin sorumlu yazı işleri müdürü, yazar, 2002 genel seçimlerinde Adana milletvekili adayı, 2009 yerel seçimlerinde Adana Büyükşehir Belediye Başkanı adayı avukat Şiar Rişvanoğlu,

Adana 6. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından “yayın yoluyla örgüt propagandası” suçundan 2 yıl 4 ay 3 gün hapis cezasına çarptırıldı. Dava şimdi bir üst mahkemede… Şiar Rişvanoğlu şahsında devrimci Marksist fikirlere ve temsilcilerine yönelik baskılara karşı, kendisi ve Devrimci İşçi Partisi ile dayanışma içindeyiz..! 15


TAŞERON İŞÇİSİ BOYUN EĞMEYECEK! Taşeron Sistemi ile Döner Sermaye Sistemi madalyonun iki yüzüdür. Her ikisi de taşeron işçisine, memura, öğretim üyesine olduğu gibi sağlık hizmeti alan hastalara, hasta yakınlarına da zararlıdır. Emine Ermiş* İstanbul Üniversitesi Çapa Hastanesinde başlattığımız direnişin 4. ayı doldu ve 5. Ay’a girdik. Direniş çadırını kurduğumuzda mevsim kıştı. 21 Şubat günü kurmuştuk. Kış, ilkbahar, derken yaz’ı da gördük. Üç mevsim direnişteyiz. Elektrik ocağıyla ısınmaya çalışırken, pervane bulalım da serinleyelim demeye başladık. Alnımız açık, başımız dik. 15 Haziran mitinginde Taksim Gezi parkında da belirttiğim gibi; sınıf mücadelesi, sınıflar var olduğu sürece devam edecektir. Taşeron işçisinin onurunu ve gururunu temsil ediyoruz. Mücadele bayrağını taşıyoruz. İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü için aynı şeyleri söylemek pek mümkün değil. Rektörlük ve yöneticiler, “başımız dik, alnımız açık” diyemezler. İşçi arkadaşlarımızın sorularına yanıt veremiyorlar. Toplantıları terk ediyorlar. İşçinin arasında gezmeye korkar oldular. Rektör Yardımcısı Kamil Adalet, çaresizliğini belirtip, istifa ettiğini açıklıyor. Ankara’yı, hükümeti hedef gösterip, “meclise yürüyün” deme noktasına kadar geliyor. Arkadaşlarımız espri yapıyor, “Ankara’ya yürürsek pankartımızı Kamil Adalet taşıyacak”, diyorlar.

İstanbul Üniversitesi yönetimi, 1 Temmuz’dan geçerli olacak yeni ihale şartnamesinde yüzde 20 işçi çıkartılması kararını alıyor. Yol parası ödemelerini kaldırılıp, maaşlarda yüzde 10’ları bulacak kesintiye gidilmesini istiyorlar. Rektörlüğü ve hastane yönetimini uyarıyoruz; İşten Atmaları Durdurun, Ücretlerimize Dokunmayın!

1 Ocak’tan bu yana Çapa ve Cerrahpaşa’dan çıkartılan işçi sayısı 250′yi geçti. Direnişimizin ana talebi olan işe iade talebimiz hala geçerlidir. Muvazaa raporları ve

yargı kararları uygulanmazken, işçi çıkartılması bizlere hakarettir. Biz taşeron sistemine son verin diyoruz, onlar işçilerin çalışmasına son verip, ücret kesmeye kalkıyorlar. Biz işçiler, işçi düşmanı saldırılara dur demeyi de biliriz, greve çıkmayı da. Yeniden işçi çıkartılmasını, zaten yetersiz olan maaşlarımızdan 200 TL’ye varan eksiltmeyi grev sebebi saydığımızı söyledik. Günlük yürüyüş ve eylemlerimizle, haftalık basın açıklamalarımızla uyarıyoruz. Grev çağrısı yapıyor ve birimlerde bu yönde taban çalışmaları yapıyoruz.

Rektörlük, yargı kararlarına uymamakta direniyorlar. Muvazaa kararlarını, müfettiş raporlarını uygulamıyorlar. Kendi yasalarına bile uymuyorlar. Taleplerimiz açık; Taşeron İşçilerine Kadro Verin! 4 D Kamu İşçisi Statüsünü Uygulayın! Müfettiş raporları ve mahkeme kararları da aynını söylüyor.

Yönetim, “döner sermaye zararından” söz ediyor. “Sağlık Bakanlığı ödeme yapmıyor” diyor. İşçiye kadro hakkı tanınmış olsaydı, taşeron sistemine son verilseydi, hiç kimse Döner Sermayeye mahkûm olmazdı. Ta-

Yönetim, “döner sermaye zararından” söz ediyor. “Sağlık Bakanlığı ödeme yapmıyor” diyor. İşçiye kadro hakkı tanınmış olsaydı, taşeron sistemine son verilseydi, hiç kimse Döner Sermayeye mahkûm olmazdı.

şeron Sistemi ile Döner Sermaye Sistemi madalyonun iki yüzüdür. Her ikisi de taşeron işçisine, memura, öğretim üyesine olduğu gibi sağlık hizmeti alan hastalara, hasta yakınlarına da zararlıdır. Döner Sermaye hastanın soyulması demektir. Hesaplardaki açıkların sorumlusu biz işçiler değiliz, faturasını da bizler ödemeyeceğiz. Direniş ve mücadelemizden şaşkına döndüler ve bilgi kirliliği yaratarak arkadaşlarımızın kafasını bulandırmak istiyorlar. Direnişimiz nedeniyle, Rektör yardımcısı Kamil Adalet toplantı düzenledi. “İşten çıkartmamak için çaba göstereceğiz. Ama açığı kapatmak için maaşlarınızda kesinti yapmamız gerek. Yol paralarını keseceğiz. İşten atılmak mı? Maaş kesintisi mi? Hangisini kabul ediyorsunuz?”, diyor. Hasan arkadaşımızın yüzüne karşı söylediği gibi, “ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye çalışıyorlar.” Boyun eğmeyeceğiz! İş güvencemize ve ücretlerimize sahip çıkacağız. İşimize de ücretimize de dokunan yanar. Döner Sermaye sistemine de taşeron sistemine de son verilmelidir. Taşeron işçisine yasal hakkı olan 4 D kadrosu, tüm çalışanlara ise yeterli ücret verilmelidir. Sağlık hakkı ücretsiz olmalıdır. İşten atmalar durdurulmalı, atılan işçiler geri alınmalıdır. Güvenceli iş, güvenli gelecek mücadelemiz sürecek. Biz Haklıyız, Biz Kazanacağız! * İşten atılan taşeron işçisi, hemşire ve Çapa direnişçisi

İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi - Aylık Süreli Siyasi Yayın Tarih: Temmuz 2012 Sayı: 4 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı-İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi - Kemal Cenk Sarıoğlu Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Söğütlüçeşme Cad. Tulumbacı Asım Sok. Korular İş Hanı No:48 Kadıköy/İST. Web: http://iscilerinsesi.org E-mail: iscilerinsesi@gmail.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.