Ic10

Page 1

Yeni Dönem Sayı: 10 Açıklama [1]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

AB sorunu, ABD seçimler, Arafat, Felluce... - İŞÇİ CEPHESİ

Açıklama [2]: <!--[endif]-->

Sınıf mücadelesinde yeniden kümelenme eğilimleri - ARİF BENOL “Emeğin Avrupası” mı, İşçilerin Sosyalist Avrupası mı? - ARİF BENOL Rejim AB için demokratikleşir mi? - DERYA DENİZ

Kamu sektöründe talan sürüyor

- FUAT KARAN

Collins-Loft işçileri mücadeleye devam ediyor... - İŞÇİ CEPHESİ

“Haklarımızı alana kadar mücadeleyi sürdüreceğiz” - KONUŞMA Açıklama [3]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

Emek hareketinden - MAVİ MAYIS

Açıklama [4]: <!--[endif]--> Açıklama [5]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

Fabrikalardan - OKUYUCU MEKTUPLARI

Açıklama [6]: <!--[endif]--> Açıklama [7]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

Ortadoğu’da kriz derinleşiyor - MURAT YAKIN

Açıklama [8]: <!--[endif]--> Açıklama [9]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

“Irak’ta İşgale Hayır” koordinasyonu nereye gidiyor? - MAVİ MAYIS

Açıklama [10]: <!--[endif]--> Açıklama [11]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

Afganistan işgalinde Türkiye’ye yeni görev - MURAT YAKIN

Açıklama [12]: <!--[endif]--> Açıklama [13]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

Ekim Devrimi 87 yaşında - FUAT KARAN

Açıklama [14]: <!--[endif]--> Açıklama [15]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [16]: <!--[endif]--> Açıklama [17]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [18]: <!--[endif]--> Açıklama [19]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

GÜNDEM…

Açıklama [20]: <!--[endif]--> Açıklama [21]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [22]: <!--[endif]-->

İşçi Cephesi Avrupa Birliği sorunu Türkiye’nin gündemini bütünüyle işgal etmiş durumda. Rejimin ve sermaye kesimlerinin bazı görece cılız noktalarından gelen itirazlara karşın, AB’ye giriş Türkiye’nin en sonunda “çağdaşlaşma ve gelişme” hedefine ulaşmasının bir kanıtı olarak kabul edilmekte. AB’nin bugünlerde tüm Avrupa’da tartışılmakta olan Anayasa kriterlerinin uygulanmaya başlamasıyla Türkiye’de bir “demokratik devrim” gerçekleşmiş olacak, Fransa ve Almanya’dan gelecek uyum fonlarıyla birlikte halk zenginleşecek ve böylece Hıristiyan ve Müslüman kültürler Boğazların üzerinden kucaklaşmış, kenetlenmiş olacak. Kısacası,

Açıklama [23]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [24]: <!--[endif]--> Açıklama [25]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [26]: <!--[endif]--> Açıklama [27]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [28]: <!--[endif]-->


Türkiye-AB ilişkilerinin politik, ekonomik ve kültürel yönleri son derece yüzeysel bir biçimde sunulmakta ve bizler bu basit ve yanlış kriterlerle düşünmeye zorlanmaktayız. Oysa AB projesi Avrupa emperyalist mali sermayesinin merkezileşerek güçlenme, Avrupa işçi ve emekçi yığınlarının tarihsel kazanımlarını imha etme, başta Doğu Avrupa olmak üzere öbür ülkelere yaygınlaşarak buraları sömürgeleştirme planından başka bir şey değil. Türkiye burjuvazisi bu projede yer almaya can atıyor zira böylece kendi kar oranları da yükselecek. Bu uğurda ülkenin ekonomik ve politik egemenliğinin AB emperyalizminin denetimi altına girmesi, daha da derin bir sömürge özelliği kazanması bu “küreselleşme” çağında onun umurunda değil. Dolayısıyla da bizleri, emekçi sınıfları, “demokratikleşme ve kalkınma” vaatleriyle kandırmaya çalışıyor. Oysa biz başımıza gelecekleri biliyoruz: ülke zenginlikleri üzerindeki yağmalama yoğunlaşacak, sanayiden sağlığa, toplu taşımacılığa ve eğitime kadar tüm kamu hizmetleri özelleştirilecek, sosyal kazanımlar geri alınacak, kitlelerin alım düzeyi düşecek, işsizlik yaygınlaşacak, iş güvencesi yok olacak... Buna inanmayan varsa, son on yılda Avrupalı işçi ve emekçilerin başına gelenlerine bir göz atsın. Biz ise Türkiye’nin Avrupa ve Ortadoğu işçi ve emekçi kitlelerinin el ele verdiği bir köprü olmasını istiyoruz. Emperyalizme ve sermaye egemenliğine, onların savaş çılgınlıklarına, saldırılarına, katliamlarına karşı halkların birleşerek karşı çıktıkları ve onların bu egemenliğini yıkmaya ve işçi ve emekçilerin Ortadoğu ve Avrupa’sını kurmaya başladıkları bir “enternasyonalist kucaklaşma” noktası. Devrimci işçi partisini ve Enternasyonal’i bunun için inşa etme çabasındayız.

Açıklama [29]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [30]: <!--[endif]-->

Açıklama [31]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [32]: <!--[endif]-->

Açıklama [33]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

***

Açıklama [34]: <!--[endif]-->

ABD başkanlık seçimlerini Bush’un yeniden, ve bu kez 3 milyon oy fazlasıyla kazanması çok yönlü olarak incelenmesi gereken, ve daha da önemlisi, dünya ölçeğinde etkilerini göreceğimiz bir olgu. Gerçi rakibi Kerry de ABD emperyalizminin doğrudan bir sözcüsüydü ve “Irak’ta savaşı kazanmak”tan, “dünya terörizmini ezmek”ten, “Bin Laden’i öldürmek”ten söz ediyordu.Bu açıdan pek farkları yoktu, ama Bush, seçimlerden aldığı hızla savaş kampanyasını daha da şiddetlendirecek ve başka ülkeleri de saldırı listesine alacak. ABD emperyalizminin düşen kar hadlerini yeniden yükseltebilmesi için savaş makinesini yağlamaktan, dünya petrol kaynaklarını tam denetimine almaktan, dünya halkları üzerindeki sömürüsünü yoğunlaştırmaktan başka yolu yok. Ama bu konuda kendisini sınırlayan etmenlerin bulunmadığını sanmak da hata olur. Her şeyden önce şuna dikkat etmek gerekir: aldığı yüzde 51 oy ABD Demokratlarının beklediğinden yüksek olmakla birlikte, bu oran Bush’un İkiz Kuleler’in yıkıldığı 11 Eylül’ün hemen sonrasında ulaştığı yüzde 80’lik popülerlik düzeyinin çok çok altında. ABD halkının büyük bölümü Bush rejiminin yalanlarından kopmuş, onun asıl niyetlerini görmeye başlamış durumda. Öte yandan sınai ve kültürel açılardan ülkenin en gelişmiş kesimleri (doğu ve batı sahilleri) yoğun bir biçimde Bush’un karşısında konumlanmış, Hıristiyan irtica ise taşraya hapis olmuş durumda. Biz, Bush’un yeniden seçilmemesi için Demokrat partiye oy vermiş, ama Kerry’nin ondan pek de farklı olmayan kimliğinden hoşnutsuz milyonlarca Amerikalı işçi ve emekçinin tekrar sokakları ele geçirip, başta Latin Amerikalı ve Ortadoğulu kitlelerle bütünleşerek, saldırgan gerici Bush rejimini eninde sonunda yıkacağına güveniyoruz.

Açıklama [35]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [36]: <!--[endif]-->

Açıklama [37]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

*** Arafat artık yok. Onu bugüne kadar ABD emperyalizmi ile Siyonizm’in Ortadoğu’daki egemenlik planları önündeki en büyük engel olarak gören Bush, Sharon ve onların danışmanları sevinç içinde, hatta Filistin’de rakip örgütler arasında bir iç savaşın patlak vermesini bekliyorlar, kışkırtıyorlar. Ama Filistin örgütleri şimdilik buna güzel bir yanıt verdi: FKÖ, Hamas, İslami Cihat, FHKC ve FKDC bir araya gelerek otorite boşluğunun İsrail’in soykırım planlarına geçit vermesini engelleyici bir ulusal komite kurmuş durumdalar. Bu komite elbette geçici, zira anılan örgütler arasında Filistin sorununun çözümüne yönelik çok farklı bakışlar söz konusu. Özellikle FKÖ önderliği, Arafat’ın da yok olmasıyla birlikte Filistin’in parçalanarak İsrail’in meşrulaştırılmasını ve işgal altındaki topraklarda kukla bir Filistin devletinin kurulmasını öngören emperyalist ve Siyonist planı kabul etme eğilimi gösterecektir. Ama, tıpkı Arafat gibi onlar da, Kudüs’ün başkent olması ve 3 milyonu aşkın Filistinli göçmenin geri dönmesi sorunlarında taviz vermeleri çok zor, Filistin halkının bu konulardaki kararlılığı onları da zorlayacak. Nitekim, örgütler arasında oluşturulan geçici ulusal komite İntifada’nın sürdürülmesini öngörmekte. Filistinli kitleler mücadelenin dışında bir “Yol Haritası” göremiyorlar, ve haklılar.

Açıklama [38]: <!--[endif]-->

Açıklama [39]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [40]: <!--[endif]-->


Devrimci enternasyonalistler olarak biz, FKÖ’nün kuruluş sloganı olan “bağımsız, laik ve ırkçı olmayan bir Filistin” hedefinden koparak ABD emperyalizmi ve Siyonizm ile uzlaşmanın yollarını arayan, İsrail’in varlığını meşrulaştıran Arafat’ı bugüne kadar çok eleştirdik. Ama bir yandan da onun Filistin direnişinin kurucusu ve sembolü olduğunu da iyi biliyoruz. Arafat’ı bu yanıyla anımsayacak ve onu, Filistin halkının koyduğu yerde anacağız. Arafat’ın kabri eninde sonunda Kudüs’te dikilecektir. Açıklama [41]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

*** Felluce’de kitle katliamı yaşanıyor. Bu satırların yazıldığı sırada ABD birlikleri kentin dörtte üçünde denetimi ele geçirmiş durumdaydılar. Günlerce süren ağır bombardımanın, zırhlı araçlar ve imha silahlarıyla gerçekleştirilen saldırının bilançosunu bilemiyoruz. Ama, ABD’nin tüm sansürüne karşın gelen haberler emperyalist planın gerçek bir soykırım, katliam olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Gene de, Iraklı kitlelerin kahramanca direnişi sürüyor ve sürecek. ABD birlikleri bir süreliğine Felluce’yi denetimlerine geçirebilir, ama bunun askeri ve politik sonuçları onlar için çok ağır olacak. Nitekim, saldırının üçüncü gününde direniş hareketi Ramadi’yi ABD askerlerinden temizlediler. Öte yandan Sünni partiler büyük olasılıkla Ocak ayındaki seçim şarlatanlığını boykot edecekler, tabii göstermelik bu seçimler düzenlenebilirse. Felluce katliamı ABD emperyalizmine ağır bir fatura çıkaracak, onun Irak bataklığında boğulmasını hızlandıracaktır.

Açıklama [42]: <!--[endif]-->

Açıklama [43]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [44]: <!--[endif]--> Açıklama [45]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [46]: <!--[endif]-->

Avrupa Birliği ekseninde, sınıf mücadelesinde yeniden kümelenme eğilimleri

Açıklama [47]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [48]: <!--[endif]--> Açıklama [49]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [50]: <!--[endif]-->

Arif Benol

Açıklama [51]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [52]: <!--[endif]-->

Avrupa Birliği, ABD başkanlık seçimleri, Kürt hareketinde yeni durum, mafya-çete derken aslında sadece bu konuları değil çok daha önemli bir şeyi tartışıyoruz: günümüz dünyasında nerede, neden ve nasıl bir politikprogramatik konum alıyoruz, almalıyız? Burada saydığımız ve bunlara ekleyebileceğimiz birçok konu başlığının ışığında siyasetin hem burjuva hem de emek kanadında bir yeniden kümelenme süreci yaşanıyor. Özellikle Avrupa Birliği, Kürt hareketi, Irak-Filistin ekseninde Ortadoğu, emperyalist işgal ve “İslam” konuları bir yandan burjuva kanatta bir bloklaşma yaratırken diğer yandan emek cephesi bu tartışmalar altında ideolojik, politik ve örgütsel planda dağılıp, parçalanma ve büyük oranda burjuva bloklaşma ve projelere doğru yönelme eğilimi gösteriyor. Bu iddiamız temelsiz değil. “Sol”un bir türünün (ki söz konusu anlayışın taraftarları olarak hiçte sayıca az değiller) günümüzü ve kendi projesini ifade edişindeki en rafine analizlerden biri şu sözcüklerde ifade ediliyor olsa gerek: “Dünyada ‘duvarın çökmesi’ ile birlikte solculuğun bir dönemi sona ermişti. Türkiye’de ise 6 Ekim itibariyle sol zihniyet bakımından bir dönem kapandı. Eskiden sol hareketin programına dair tartıştığımız pek çok sorun geride kaldı. Çözüm önerileri de öyle...” (Melih Pekdemir, Birgün 08/11/2004) Mesele bu kadar basit! “Bizim” yapamadığımızı karşı olduğumuz sermaye yaptı. Türkiye sosyalist işçi hareketinin uğruna onlarca yıldır mücadele ettiği hedeflere böylece büyük oranda ulaşıldı. “Pek çok sorun geride kaldı…” Gerçekten bu kadar basit mi? Bugünün burjuvazisi dünün sosyalistlerinin programlaştırdığı talepleri gerçekten kendi programının bir parçası haline getirdi mi? Hayır! O zaman bir dizi soruyu yeniden sormalıyız: Avrupa Birliği nedir? Türkiye burjuvazisi neden Birlik içinde olmak istiyor ve neden (ve kim tarafından) Birlik içine çekiliyor-itiliyor? Sermaye bloklaşmasının çimentosu: Avrupa Birliği AKP hükümeti, çeşitli sermaye sektörleri (başta TÜSİAD’cı büyük burjuvazi olmak üzere) ve asker-sivil bürokrasi elitinin oluşturduğu bloklaşmanın ana çimentosu Avrupa Birliği projesi durumunda. Bloklaşmanın ömrü ve gücü bu nedenle Avrupa Birliği sürecinin izleyeceği seyirle paralel gelişecek. Süreç boyunca yaşanacak olumsuzluklar hem blok içinde çatlamalara yol açabilir hem de Birlik karşıtlarının özellikle mevcut

Açıklama [53]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [54]: <!--[endif]--> Açıklama [55]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [56]: <!--[endif]-->

Açıklama [57]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [58]: <!--[endif]--> Açıklama [59]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [60]: <!--[endif]-->


statükonun devamını isteyen milliyetçi, ulusalcı kesimlerin güçlenmesini beraberinde getirebilir. Nitekim Avrupa Birliği Komisyonu’nun 6 Ekim’de Türkiye ile ilgili açıkladığı tavsiye kararı “şartlı evet” olmasına rağmen Birlik yanlısı bloğun daha da pekişip, güçlenmesine yol açtı. 17 Aralık’ta Türkiye’ye 2005 yazında başlamak üzere muhtemel bir müzakere tarihi verilmesi durumunda Birlik yanlısı blok çok daha güçlenecektir. Ama sürecin seyri sürekli böyle olmayabilir. Nitekim yeni Türk Ceza Kanunu’na içkin şekilde yaşanan “Zina” tartışması bu duruma iyi bir örnek. “Zina” tartışması bir anda birçok başlığı birden tartışmaya açabilmişti: Avrupa Birliği görüşmelerinin devam edip, etmeyeceği; AKP hükümetinin ömrü; Recep Tayip Erdoğan’ın liderlik kapasitesi; cumhurbaşkanının ve askerin biz buradayız mesajları… Birlik yanlısı burjuva bloğun birbirine benzemez farklı özel çıkarlara sahip parçalardan oluşması bir yana üstelik her bir parça kendi içinde de yekpare değil. “Zina” tartışması AKP’nin bizzat kendisinin bir koalisyon olduğunu gösterdi. Dolayısıyla Birlik yanlısı burjuva bloğun hem kendisi hem de her bir parçası bir koalisyon. Koalisyonların koalisyonu öznesi olmadığı ve olamayacağı bir sürecin otorite ve iradesini büyük oranda ABD ve Avrupa Birliği’ne havale etmiş durumda. ABD ve Avrupa emperyalizmleri ayrı nedenlerle ama aynı amaçla Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin bir parçası olmasını istiyor. ABD büyük oranda kendi hegemonyasına karşıt bir proje olarak tasarlanmış olan Avrupa Birliği yapısı içine bizzat Alman-Fransız hattını parçalamak için nüfuz etmek istiyor. ABD bugünkü haliyle İngiltere, Polonya gibi ülkeler aracılığıyla Avrupa Birliği içinde sağlam müttefiklere sahip. Ama jeostratejik konumuyla, askeri gücüyle ve 50 yıllık sadakatiyle Türkiye, ABD için Avrupa Birliği içinde çok önemli bir “truva atı” olacak. Bu nedenle ABD, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınması için bastırıyor. Diğer yandan Avrupa Birliği kuşkusuz bu durumun farkında ama ABD hegemonyasına karşı Türkiye’nin birliğin dışında değil içinde olması denetlenip, yönlendirilebilir olmasıyla çıkarlarına çok daha uygun. Emperyalist bloklar arası mücadelede talibi çok olan Türkiye çok eşli bir ilişki yaşıyor. Türkiye’nin askeri gücünün başta Ortadoğu’da olmak üzere gerektiğinde dünyanın dört bir yanında kullanılabilir olması, dev bir tüketici pazarın varlığı gibi nedenler ise cazibesinin nedenleri. Avrupa Birliği solculuk tarzlarını zorluyor! Pekiyi ama Avrupa Birliği projesinin onlarca yıllık “sol” programın hedeflerini gerçekleştirdiğini iddia edenler “sol”a bundan sonra nasıl bir rol biçiyor?: Söyleyelim, “…solculuğu yeniden inanılır bir dava haline getirme…” rolü! İyide senin 40 yıl yapamadığını madem burjuvazi “zamanı geldiğinde” 40 günde yapabiliyorsa işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin sana neden ve nasıl bir ihtiyacı olduğunu düşünüyorsun? Kendinizi çok fazla zorlamayın. Allah’tan tüm cevaplar mevcut; çünkü bu zihniyete göre: “… ‘önceki Türkiye’ ile AB’ye üye olma sürecine adım atmış bir Türkiye’deki solculuk tarzının da farklılaşmakta olduğu görülecektir…” Neden ve nasıl? Biz işçi sınıfına sermayenin emperyalist projelerinden medet umma vaazları verenlere hayır diyoruz. “Türkiye kendi içi dinamikleriyle yolunu bulamaz, mutlaka dış müdahale gerekli” diyerek bu toprakların devrimci potansiyellerine “güven” duymayan anlayışlarla aramıza kalın duvarlar çekiyoruz. Ve diyoruz ki bu anlayıştakilerin gereksinim duyduğu söz konusu “solculuk tarzı” sol liberalizmden başka bir şey değildir. İşçi sınıfının devrimci rolü sivil toplumun bulamacına kurban edilemez. “Türkiye solcularının önünde artık demokratik devrimden bambaşka bir süreç var…” diyen bu zihniyetin sınıf mücadelesine halen “asgariazami” program penceresinden bakıyor olması ve bizzat bu zihniyetin “duvarın çökmesi”ndeki payını görmezden gelmesi kabul edilebilir mi? Üstelik bir de Sol’a “6 Ekim” gibi bir kurutuluş günü uydurma niyetleriyle…

Açıklama [61]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [62]: <!--[endif]-->

Açıklama [63]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [64]: <!--[endif]--> Açıklama [65]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [66]: <!--[endif]-->

Açıklama [67]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

Sadece Türkiye’de değil Avrupa’da da işsizlik artıyor, ücretler azalıyor, çalışma saatleri uzuyor Avrupa Birliği sürecinin ivme kazanmasına paralel olarak işçi sınıfına ve emekçi yoksul kitlelere yönelik baskı ve sömürünün artışı söz konusu. Ücretler erimeye devam ediyor. İşsizlik artıyor. Çalışma şart ve koşulları giderek ağırlaşıyor. Çalışma hayatında sürekli olarak işçi sınıfı aleyhine yeni düzenlemeler yapılıyor.

Açıklama [68]: <!--[endif]-->

Açıklama [69]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [70]: <!--[endif]-->


Yetersizliği, sınırlılığı ile çok daha etkin hale getirilmesi beklenen, gereken Sosyal Güvenlik Sistemi bir bütün olarak tasfiye edilerek özelleştirme kapsamına sokuluyor. Ve daha nicesi. Ama bunların sadece Türkiye’de olduğunu düşünmek çok yanıltıcı olur. Oysa yapılan vaaz bu. Örnek Avrupa Birliği ülkeleri. Tartışmasız bir gerçeğin altını çizelim. Bugün Türkiye’de yaşananların tümü benzer şekilde Avrupa ülkelerinde de yaşanıyor. Avrupalı uluslararası dev kapitalist şirketler (ABD ve Asya’dakiler de) kâr oranlarının düşmesini, dünya ekonomisindeki durgunluğu, krizi ve savaşı öne sürerek işçi sınıfının ve tüm emekçilerin kazanımlarına saldırıyorlar. Sol liberaller daha insani ve akli bir kapitalizm hayali kuradursun meseleye milliyetçi-ulusalcı temelde bakan “ulusal sol” kesimlerin tek bir argümanı bile işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarlarına hizmet etmemektedir. Kapitalist sömürünün olduğu yerde milliyetten, ırktan bahsedenler sömürüyü gizlemeye çalışarak işçi sınıfının ve emekçilerin sınıfsal birlik ve dayanışmasını engellemektedir. Avrupa Birliği ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de işçi sınıfına ve emekçilere yönelik saldırıların başarıya ulaşmasında sendika bürokrasileri temel bir rol üstleniyor. Ortalama ücretin yoksulluk sınırının yarısından az olduğu kamu emekçileri, toplu sözleşme görüşmelerinden ortalama yüzde 10.7’lik bir zamla ayrılmak zorunda kaldı. Görüşmeler boyunca istedikleri verilmezse hükümete meydanları dar edeceklerini söyleyen sendika bürokratları her zamanki gibi çark etti. Meydanları kullanmamayı bir ilke haline getiren, meydanlara çıkması sembolik gösterilerin ötesine geçmeyen sendikaların varlığı işçi sınıfı hareketinin en önemli mücadele sorunlarından biri olmaya devam ediyor. Nitekim SSK’nın Sağlık Bakanlığı’na devri, tüm sağlık hizmetlerinin tek bir elde toplanması ve peşinden esas saldırı planının, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesinin devreye sokulması karşısında dostlar alışverişte görsün mantığıyla “meydan” dolduran Emek Platformu bürokratları bu durumun en taze örneklerinden biri. Kuşkusuz işçi sınıfı hareketi mücadeleleri engellemek ve kandırmak değil geliştirmek, birleştirmek ve bilinçlendirmek amacıyla oluşacak bir “Emek Platformu”na bugün çok fazla ihtiyaç duymakta. Mücadeleci bir “Emek Platformu” ancak işçi sınıfının ihtiyaçlarını kendine temel alan; hükümetle ve patronlarla “uzlaşma ve işbirliği” değil mücadele ve sınıf dayanışmasını temel alan sınıf perspektifli mücadeleci bir yönelimle mümkün olabilir. Türkiye’den Avrupa manzaraları… Kaldı ki Pendik Aydos’ta görüldüğü üzere emekçiler için hayat Avrupa Birliği sürecinde sadece aş-iş açısından değil bizzat başını soktuğu gecekondulara kadar sirayet ederek konut güvenlikleri açısından da tehlikeli bir hal alıyor. Gazi Mahallesi olaylarından bu yana belirli bir bölgede yaşanan en önemli emekçi halk hareketidir Aydos direnişi. Aynı zamanda Avrupa Birlikçi AKP hükümetinin tüm belediyeleriyle birlikte varsıllara kıyak, emekçilere kepçe-kürek anlayışının da bir fotoğrafıdır. Önümüzdeki süreç benzer olayların yaşanmasına gebedir. İstanbul’da Alibeyköy, Armutlu, Derbent, Fındıklı, Aydınevler, Başıbüyük, Girne, Zümrütevler, Gülensu, Gülsuyu vb. ve Anadolu’da başka yoksul mahalle ve bölgeler hükümetin potansiyel saldırı noktalarıdır. Avrupa Birliği sürecinde AKP hükümeti sorunları ezerek, parçalayarak, yok ederek çözme yöntemini benimsemiştir. Avrupa Birliği’ne uyum… mafyana çeki düzen ver! Peker, Çatlı, Kırcı derken hem eski hem de yeni dönemin faşist çete örgütlemelerine yönelik bir dizi operasyon gerçekleşti. Avrupa Birliği sürecinde yediğine, içtiğine, giydiğine dikkat etmesi gereken Türkiye için bu operasyonlar makyaj mukabilinden sayılmalı. Surat aynı surat. Susurlukta muhtemelen sadece küçük bir kısmı açığa çıkan ama gerisi kolaylıkla tamamlanan fotoğraf en çok raydan çıkmış maşalardan “devletin” duyduğu “rahatsızlığı” ifade ediyordu. “Devletin adamı” olan mafya-çete bozuntularının yeniden denetim altına alınması, kontrol dışında kalma eğiliminde olanların tasfiye edilmesi ve bir bütün olarak “kontrgerillanın” asli işlevine (işçi sınıfı hareketine, devrimci ve sosyalistlere ve rejime muhalif kimi diğer unsurlara yönelik sistematik saldırıların gerçekleştirilmesi…) yeniden döndürülmesi söz konusuydu. Bugün gerçekleşen operasyonlar bu sürecin devamıdır. Bu operasyonlara bakıp devlet Avrupa Birliği sürecinde eski pisliklerini temizliyor diye düşünen varsa yanılıyor. Bu operasyonlar sadece bir makyaj. Yıpranan, devlet katında “adam olma” hakkını yitirmiş ya da dikkati çekileceklerin elden geçirilmesi… Gerçek bir temizlik için evin tamamen yakılıp, yeniden inşası bir zorunluluk.

Açıklama [71]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [72]: <!--[endif]--> Açıklama [73]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [74]: <!--[endif]-->

Açıklama [75]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [76]: <!--[endif]--> Açıklama [77]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [78]: <!--[endif]-->

Açıklama [79]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [80]: <!--[endif]--> Açıklama [81]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [82]: <!--[endif]--> Açıklama [83]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [84]: <!--[endif]-->


“Emeğin

Avrupası” mı, işçilerin Sosyalist Avrupası mı?

Yeşillerle işbirliğiyle mi, sosyalist bir devrimle mi? Açıklama [85]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [86]: <!--[endif]-->

Arif Benol Avrupa Birliği İlerleme Raporu 6 Ekim’de açıklandı. Raporun “olumlu” olması Avrupa Birliği taraftarlarının rahat bir nefes almasını sağladı. Gerçi “burjuva evetçiler”in beklentileri bu yöndeydi. Çünkü Avrupa Birliği komiserleri uzunca bir süredir memnuniyetlerini dile getiriyordu. Türkiye’nin önüne konulan hedefleri gerçekleştirmede AKP hükümeti genellikle yıldızlı pekiyi almaktaydı. Ama son dönemeçte yaşanan “zina” tartışmaları “burjuva evetçiler”in tadını kaçırmış, sinirlerin gerilmesine yol açmıştı. Oysa birkaç gün öncesine kadar başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın müstesna kişiliği ve liderliği söz konusuydu. AKP hükümeti müstesna başbakanın harikalar yaratan liderliğinde neredeyse bir “devrim hükümeti” hüviyetine sahipti. Kısaca küllerinden doğan bir Türkiye masalı her yanı sarmıştı. Züğürt tesellisi: “Kimse Türkiye’ye şart koşamaz!” Ta ki “zina” tartışmasına kadar. Bu aşamada sahneye “burjuva hayırcılar” çıktı. Erdoğan’ın apoletleri birer birer sökülmeye başlandı. AKP hükümetinin gizli emelleri basın aracılığıyla çarşaf çarşaf ortaya döküldü. Başbakan Erdoğan’a ve AKP hükümetine umut bağlayanlar şaşkınlıklarını gizleyemiyordu. Küllerinden doğan Türkiye masalı yarıda kalmak üzereydi. Derken başbakan Erdoğan Brüksel’e bir ziyaret eyledi. Komiser Verheugen ve Prodi ile görüştü. “Zina” ertelendi. Yeni TCK meclisten geçti (henüz yürürlükte değil). Ve peşinden 6 Ekim tarihinde kutudan Türkiye için bir “şartlı evet” çıktı. Saatler 17 Aralık tarihine ayarlandı. Başbakan Erdoğan ve AKP hükümeti bir kez daha rüştünü ispat etti. “Burjuva evetçiler” ve “burjuva hayırcılar” arasındaki tartışma ise yeni bir zemine taşındı: “şartlı evet” evet midir? Diğer bir deyişle züğürt tesellisi; “kimse Türkiye’ye şart koyamaz!” Bu komik tartışmaları şimdilik bir kenara bırakalım ve biz kendi tespitimizi yapalım: Bu tartışmaları yapanlardan “burjuva evetçiler” sömürü ve işgal cephesini oluşturmaktadır. Bu cephe daha öncede belirttiğimiz üzere AKP hükümetinin uygulayıcılığında büyük sermaye ve asker-sivil bürokrasi elitlerinden oluşmaktadır. Temel amacı emperyalist-kapitalist sömürücülerle tam bir bütünleşmedir. Tartışmanın diğer tarafı olan “burjuva hayırcılar” kapitalist sömürü düzeninin sürmesine karşı değildir, bu düzenin bir parçasıdır. İşçi ve emekçiler üzerindeki baskı ve sömürünün sürmesinde birinci derecede rolleri vardır. Siyasi ve ekonomik olarak ayrıcalıklarını sürdürebilmek için mevcut statükonun olduğu şekliyle sürmesi çıkarlarınadır. Bu nedenle “hayır” demekteler. Bu hayır, pazarlıklı bir hayırdır. Kimse bize şart koşamaz, öbür üyelerle aynı statüyü isteriz demeleri bu nedenledir (serbest dolaşıma sınırlama, görüşmelerin başlaması kesin üyelikle sonuçlanacağı anlamına gelmez, görüşmeler sırasında kriterlere uymayan bir gelişme olursa kesilebilir şartlarına verdikleri hayır cevaplarını hatırlayalım…) Avrupa Birliği: bir sömürü projesi Avrupa Birliği, Türkiye işçi sınıfı ve emekçi yoksul kitleler için ekonomik, sosyal ve siyasal anlamda daha fazla sömürü ve baskı anlamına gelecektir. İşsizlik, yoksulluk, örgütsüzlük, hak ve özgürlüklerin sınırlanması artarak devam edecektir. Avrupa Birliği emperyalist-kapitalist bir birliktir. Temel amacı Avrupa emperyalizminin dünya kapitalist sistemi içinde güçlü bir sermaye bloğu oluşturmasıdır. Bu nedenle aynı zamanda emperyalist askeri bir bloklaşma anlamına gelmektedir. Avrupa Birliği projesi hiçbir şekilde Avrupa’da yaşayan tüm “insanlar” için daha iyi ve adil bir hayat projesi değildir.

Açıklama [87]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [88]: <!--[endif]--> Açıklama [89]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [90]: <!--[endif]-->

Açıklama [91]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [92]: <!--[endif]--> Açıklama [93]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [94]: <!--[endif]-->

Açıklama [95]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [96]: <!--[endif]-->

Açıklama [97]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [98]: <!--[endif]--> Açıklama [99]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [100]: <!--[endif]-->

Açıklama [101]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [102]: <!--[endif]-->


Kuşkusuz Avrupa Birliği tartışmaları sadece burjuvazi tarafından yürütülmüyor. Dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi Türkiye’de de bu tartışmalara “ulusal solcular”, sol liberaller, sivil toplumcular da katılıyor. “Ulusal sol” hüviyetine sahip olanlar genellikle “burjuva hayırcılar”la aynı kulvarda buluşuyorlar. Perinçek’in İşçi Partisi, Ecevitlerin DSP’si, Cumhuriyet gazetesi ilk akla gelenler. Bu kesimlerin vatan-millet edebiyatıyla şimdilerde emekçilerin, devrimcilerin katilleri için avukatlığa soyunması (İlhan Selçuk’un Çakıcı’yı savunmasını hatırlayalım..), Bahçeli’nin MHP’si, Yazıcıoğlu’nun BBP’si gibi akla ilk gelen milliyetçi-faşist partilerle işbirliğine girmesini bu çerçevede anmak gerekir. Sol liberaller itiraf kuyruğunda Sol liberal, sivil toplumcu kesimlerin (örneğin Birgün gazetesi…) işçi ve emekçileri ahmak yerine koyarak; “Avrupa Birliği’ne kapitalist bir birlik olduğu için karşı çıkanlar cahildir çünkü Avrupa Birliği aynı zamanda sosyal, kültürel bir projedir ve Avrupa Birliği içinde sadece milliyetçiler, muhafazakarlar yok; Yeşiller, sosyal demokratlar, sosyalist partiler, işçi partileri de var. Biz bu kesimlerle Avrupa Birliği içinde bir araya gelip emeğin Avrupa’sı için çalışacağız” demelerini nasıl anlamak gerekir? Bu kesimleri takip edenler son dönemde bu cenahtan “Evet, açıklıyorum ben AB taraftarıyım!” yollu itiraf gibi Avrupa Birliği açıklamalarının yapıldığını izlemişlerdir. Kuşkusuz kişisel ya da grupsal politik düşüncelerini herkes açıklamakta özgür! Biz de kendi hakkımızı kullanarak görüşlerimizi açıklıyoruz. Ama insan bazı şeyleri hatırlatmadan, anmadan geçemiyor. Öncelikle tekelci kapitalizmle ilgili demokrasi hayalleri kuranlarla aynı şekilde düşünmediğimizi belirtelim. “Şartlı evet”in arkasına sığınarak gelecek 15 yıl boyunca her şeyin yolunda gideceğini sanma gafletine düşmeme hakkımızı da kullanmak isteriz. Avrupa Birliği’ne girmezsek öcüler bizi yer söylemiyle korkutarak bizleri Avrupa Birliği’ne sokma argümanlarına da karnımızın tok olduğunu söyleyelim. İşçilerin Sosyalist Avrupa’sı ancak sosyalist bir devrimle kurulur Ve gelelim sadede. Bildiğimiz üzere burjuva kapitalist sistem kendi iç dinamikleriyle, kendi kendine dönüşerek işçi sınıfının iktidarı kurulamaz. Öyleyse nasıl ki bir burjuva devlet yıkılmadıkça işçi sınıfı iktidarı kurulamazsa Avrupa Birliği’ni oluşturan burjuva iktidarı da parçalanmadan İşçilerin sosyalist Avrupa’sının kurulması imkansızdır. Ama bizi ahmak yerine koyarak “emeğin Avrupa’sı”nı Yeşillerle, sosyal demokratlarla birlikte işbirliği yaparak kuracağını iddia edenlere o zaman ne diyeceğiz? Türkiye’de bu süre içinde kendi kendine kapitalist sistem mi değişecek ki biz de bu sürecin bir parçası olacağız? Aslında lafı fazla uzatmaya gerek yok, sözümüz Avrupa Birliği’ni sol adına konuşarak kurtuluş reçetesi olarak sunanlaradır: Hala bir sosyalist devrim hedefiniz var mı? Avrupa Birliği içindeki “devrimci güçlerle” birlikte Avrupa Birliği’ne karşı sosyalist bir devrim mücadelesi verme programına sahip misiniz? Eğer yok diyorsanız bunun anlamı en hafifinden burjuvazinin perspektifiyle, programıyla Avrupa Birliği’ne girmektir. Hoş sosyalist bir devrim programı olanın Avrupa Birliği içinde ne işi olabilir, o da ayrı bir konu! Ama devrimci Marksizm asla buna taraftar değildir. İşçi sınıfı ve emekçi kitleler için kurtuluş ancak kendi sınıf perspektifleriyle, devrimci programlarıyla sürdürdükleri bağımsız sınıf mücadelesi sonucunda olacaktır; aksi sosyalist sol değildir…

Açıklama [103]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [104]: <!--[endif]--> Açıklama [105]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [106]: <!--[endif]-->

Açıklama [107]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [108]: <!--[endif]-->

Açıklama [109]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [110]: <!--[endif]--> Açıklama [111]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [112]: <!--[endif]-->

Açıklama [113]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [114]: <!--[endif]-->

Açıklama [115]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [116]: <!--[endif]--> Açıklama [117]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [118]: <!--[endif]-->

Asker-Polis rejimi Avrupa Birliği için demokratikleşir mi?

Açıklama [119]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [120]: <!--[endif]--> Açıklama [121]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [122]: <!--[endif]-->


Açıklama [123]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

Derya Deniz Sonunda beklenen haber geldi ve Türkiye Avrupa Birliği’nin kapısını araladı. Ülkenin büyük bir kesimi bu gelişmeden çok umutlu. Bu yazıda “Avrupa Birliği süreci asker-polis rejiminin niteliğinde bir değişime neden olur mu?” sorusuna cevap bulmaya çalışacağız. Çünkü bu gelişme sol hareket içinde bir yankı bulmuş durumda ve özellikle sol liberaller bu sürecin demokratikleşmeyi sağlayacağını düşünüyorlar. ÖDP bunu savunan siyasi partilerden biri. Sadece sol liberallerle sınırlı bir tablo değil bu. Kürt hareketinin Demokratik Cumhuriyet yönelimi de Avrupa Birliği süreciyle örtüşüyor. Kürt sorununun ve genel olarak demokratikleşme sorununun Avrupa Birliği’ne girilmesiyle çözüleceğinin propagandasını yapıyor. Sendikal hareket içinde geniş bir kesimde bu inançta. Bu kesimler özellikle de sendikal haklar konusunda çok umutlular. KESK ve DİSK bu görüşün önde gelen savunucuları. Türkiye’deki siyasi rejimi incelersek en önemli özelliğinin çok merkezlilik olduğu dikkati çeker. Birincisi ülkenin patlamaya hazır siyasi ve ekonomik koşulları burjuvazinin baskıcı bir rejim ihtiyacını doğurmaktadır. İkincisi burjuvazinin farklı kesimleri arasında iktidar çatışmaları mevcuttur. Üçüncüsü, mafyatik örgütlenmeler mevcuttur. Devlet bir çok kurum arasında iktidar mücadelelerine sahne olmaktadır: MGK, hükümet, ordu, polis, MİT, Dışişleri Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Anayasa Mahkemesi.... Örneğin ordu Türkiye’de siyasal yaşamı belirleyen en önemli kurumlardan biridir. Ordu, MGK ile hükümet politikalarına müdahale etmektedir. Ama çok daha önemlisi ordu Türkiye’de oluşabilecek bir kitlesel muhalefete karşı rejimin en önemli baskı aracıdır. Bu aracın Avrupa Birliği’yle değişeceğini düşünmek Türkiye’deki siyasi hayattan bihaber olmaktır. Ordu, Avrupa Birliği emperyalizminin yapacağı yatırımların garantisidir. Öte yandan Avrupa Birliği demokratikleşme konusunda samimi olsaydı İsrail’in Filistin’de yaptıklarını, İngiltere’nin İrlanda’da uyguladığı baskıyı, Irak’ta işgalci olmasını, İspanya’nın Bask’daki anti-demokratik uygulamalarını görürüdü. Bu örnekleri çoğaltabiliriz ancak meselenin özü şu: Avrupa Birliği’nin kendisi demokrasinin bekçisi değil, sermayenin bekçisidir. Yani sermayenin çıkarına darbe gerekiyorsa o darbeyi destekler; aynı 12 Eylül 1980’de Türkiye’de gerçekleşen askeri darbe de olduğu gibi. Avrupa Birliği, birincisi; sermayenin ulusal sınırları aşma, kümeleşme ve merkezileşme eğilimidir. İkincisi; Avrupa Birliği, Avrupa ulusal sermayelerinin ABD ve Japon emperyalizmleriyle rekabet aracıdır. Üçüncüsü, Avrupa Birliği projesi burjuvazinin Avrupa işçi sınıfının İkinci Dünya Savaşı sonrasında kazanmış olduğu mevzilerden püskürtülmesi tasarısıdır. Esnek çalışma sisteminin kurulmasına yönelik tüm ülkelerde gündeme sokulan "çalışma yasaları reformu" bu saldırının en önemli cephelerinden biridir. Toplu iş sözleşmelerinin önemsizleştirilmesi, bireysel ve süreli sözleşmelerin yaygınlaştırılması, iş güvencesinin yok edilmesi, geçici işçi istihdamına yönelik özel aracı kuruluşların türemesini özellikle anmak gerekir... Peki neden bu kadar demokratikleşme vurgusu yapılıyor? Bunun tek nedeni Avrupa sermayesinin kontrolsüz Türkiye emekçilerinden ürkmesi ve onları demokrasi masalıyla uysallaştırması, daha doğrusu kontrolüne almak istemesidir. Bugün Avrupa’da işçi sınıfı, işçi aristokrasisinin kontrolü altındadır. Bu yüzden sendika ağalarının kontrolünde bir sendikalaşma teşvik ediliyor. Avrupa Birliği için temel sorun üyelik halinde batıya yönelik olası bir göçü engelleyebilecek yeterli önlemleri alması, yapısal dönüşümleri gerçekleştirmesi ve gerekli güvenceleri vermesi. Bu nedenle de Avrupa Birliği Türkiye'den tam bir liberalleşme talep ediyor. Uygulamalara baktığımızda da Avrupa Birliği’nin övgülerine rağmen fiili durum hiç parlak değil. Cezaevlerinde F Tipi katliamları sürüyor. Hatta dışarıda ki protestocular örgüte yardım yataklıktan tutuklanıp, yargılanıyor. En son TSİP yöneticileri hapis cezası aldılar. DEHAP’lı belediye başkanları göz altına alınabiliyor, işkence devam ediyor (sistematik olmasa da?), sendikalar kapatılmak isteniyor, partiler kapatılıyor, sosyalistlere dönük saldırılar devam ediyor ve Avrupa Birliği’ne göre Türkiye demokratikleşiyor. Biz, Avrupa Birliği’ne katılarak Türkiye’deki asker-polis rejiminin demokratik bir değişim geçireceği hayalini kurmuyoruz. Aksine bu hayalleri yayanlara karşı da mücadele ediyoruz. Avrupa Birliği süreci ile emekçi halkın, Kürtlerin demokratik haklarında değişim olmayacak. Bu ülkeye demokrasi ancak emekçi halkın asker-polis rejimine ve onun yasalarına karşı mücadelesi ile gelebilir. Bunun için bile bir proleter devrim zorunludur.

Açıklama [124]: <!--[endif]--> Açıklama [125]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [126]: <!--[endif]-->

Açıklama [127]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [128]: <!--[endif]-->

Açıklama [129]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [130]: <!--[endif]-->

Açıklama [131]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [132]: <!--[endif]-->

Açıklama [133]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [134]: <!--[endif]-->

Açıklama [135]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [136]: <!--[endif]--> Açıklama [137]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [138]: <!--[endif]--> Açıklama [139]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [140]: <!--[endif]-->


Açıklama [141]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [142]: <!--[endif]-->

Kamu sektöründe talan sürüyor

Açıklama [143]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [144]: <!--[endif]--> Açıklama [145]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

Fuat Karan

Açıklama [146]: <!--[endif]--> Açıklama [147]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

Tayyip Efendi ve danışmanları kasıla kasıla anlatıyorlar: gayri safi milli hasıla yılın ilk çeyreğinde yüzde 12.4, sanayi üretimi yüzde 15.7, kapasite kullanım oranı yüzde 84.5 artmış. Enflasyon düşmüş. Türk lirası değer kazanmış. Üstüne bir de AB bize yeşil ışık yakmış. Yabancı sermaye eli kulağında geliyormuş…

Açıklama [148]: <!--[endif]--> Açıklama [149]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [150]: <!--[endif]-->

Hükümet sürekli pembe tablolar çiziyor. Oysa emekçilerin ücretlerinde, yaşam koşullarında hiçbir değişim yok. İşsizlik artıyor, gayri resmi rakamlara göre işsiz sayısı DİE’nin açıkladığı 2 milyon 750 bin rakamının çok üzerinde. Tayyip efendi gözümüzün içine baka baka yalan söylüyor… Kamu emekçilerinin sözleşme görüşmeleri başladı. Emekçilerin istediği yüzde 17-22 oranındaki zammı bütçede para yok diye reddettiler. Peki para kim için var, patronlar için mi, İMF için mi? Örneğin hükümet önümüzdeki günlerde sadece İMF’ye 60 katrilyon borç ödemesi yapacak, iç borcu da tıkır tıkır ödüyor. Kapitalistlerin kurumlarına akan para, nedense emekçilere gelince kısılıyor. Sözleşme görüşmelerinde Hükümetle Kamu konfederasyonları anlaşma sağlayamadılar. Bunun üzerine Uzlaştırma Kurulu devreye girdi. Uzlaştırma kurulu en düşük işçi ücretinin 480 milyondan 550 milyona çıkarılmasına, ilk iki altı ay için yüzde 6 zam yapılmasına, diğer ücretler içinde ilk iki altı ay için yüzde 5 zam yapılmasına karar verdi. Kurul ayrıca enflasyondaki değişikliklere göre bu oranın 6 ay sonra değişebileceğini ekledi.

Hükümet her zamanki gibi ne emekçilere kulak verdi, ne de Uzlaştırma Kurulu’nu ciddiye aldı. Memur maaşlarına günlük 1 milyon liralık zam yaptı. En düşük memur maaşına yüzde 12.1, ortalama memur maaşına yüzde 10.7, en yüksek memur maaşına da yüzde 8.1 oranında artış yaptı. Böylece en düşük bekar memur maaşı bu ay 496 milyonken, ocak 2005’de 525 milyona, temmuz 2005’de 557 milyona yükselecek. Karar üzerine, KESK Genel Başkanı Sami Evren hükümetin kararını alanlarda protesto edeceklerini söylerken, Kamu-Sen Genel Başkanı Bircan Akyıldız konuyu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götüreceklerini söyledi. Memur-Sen Genel Başkanı Ahmet Aksu ise, hükümetin kararına üzüldüklerini söyledi.

Düşük ücret zamları kamudaki saldırıların bir yanı, diğer yanı ise sözde reformlar. Hükümetin patronların isteği ve İMF, Dünya Bankası gibi kurumların desteği ile hazırladığı sözde reformlar (aslında saldırı paketleri!) önümüzdeki dönemde tekrar karşımıza gelecek. Nedir bu sözde reformlar?: Kamu Yönetimi Reform Tasarısı, Yerel Yönetimler ve Özel İdareler Yasası, Kamu Personel Rejim Yasa Tasarısı, Sağlıkta Dönüşüm Programı ve eğitimde özelleştirmeler. Bu saldırılardan Kamu Yönetimi Reform Tasarısı meclisten alelacele geçirildi. Sırada diğerleri var. Bu yasalar özelleştirmeyi, sözleşmeli çalışmayı, esnek çalışmayı sağlayacak. Bu yasalar geçerse milyonlarca işsize yüz binlerce yeni işçi daha işsiz kalarak katılacak. İşsizlik daha da yaygınlaşacak, yoksulluk daha da artacak. Eğitim ve sağlıkta uzunca bir süredir devam eden “paran kadar hizmet” uygulaması daha da genişleyecek. SSK’nın, Emekli Sandığı’nın ve Bağ-Kur’un tasfiyesiyle emekçiler daha

Açıklama [151]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [152]: <!--[endif]--> Açıklama [153]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [154]: <!--[endif]-->

Açıklama [155]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [156]: <!--[endif]-->

Açıklama [157]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [158]: <!--[endif]-->

Açıklama [159]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [160]: <!--[endif]-->

Açıklama [161]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [162]: <!--[endif]-->

Açıklama [163]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [164]: <!--[endif]-->

Açıklama [165]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [166]: <!--[endif]-->


da güvencesiz hale gelecek ve kâr merkezli özel hastanelerin insafına bırakılacak. Amaç verimlilik arttırmakmış! Hükümet sürekli verimlilik artıyor diyor, peki neden ücretler artmıyor, işsizlik düşmüyor? Bu saldırıları sendika bürokratlarının göstermelik tehditleri değil, emekçilerin kitlesel ve birleşik mücadelesi durdurabilir. Tüm sendika konfederasyonlarının işçi-memur, özel-kamu demeden birleşik bir mücadeleyi örmesiyle saldırılar püskürtülebilir. Emekçiler bu saldırıları püskürtebilecek güce sahipler. Aksi ise patronların, hükümetin kazanması anlamına gelir.

Açıklama [167]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [168]: <!--[endif]-->

Açıklama [169]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [170]: <!--[endif]--> Açıklama [171]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [172]: <!--[endif]-->

Collins-Loft işçileri mücadeleye devam ediyor…

Açıklama [173]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [174]: <!--[endif]--> Açıklama [175]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [176]: <!--[endif]-->

İşçi Cephesi Collins-Loft işçileri 11 Ağustos 2003 günü başlattıkları mücadelelerini sürdürüyor. Esenyurt’ta bulunan fabrika’da işçilerin mücadeleye başladığı tarihten önce 1200 işçi çalışmaktaydı. Düşük ücretlere, zam oranına ve ağırlaşan çalışma koşullarına karşı işçiler mücadeleye girişmişti. Mücadele sonucu patron 315 işçiyi işten atmıştı. Bunun üzerine işçiler bugüne kadar devam eden mücadelelerini sürdürdüler. İşten atılan işçilerin 29’u işe dönüş davası açmış ama dava işçi düşmanı yasalar, patron mahkeme işbirliği sonucunda 2 ayda tamamlanması gerekirken 9 ay sürmüş ve sonucunda da işçiler aleyhine neticelenmişti. Dava son olarak Yargıtay’a gitti. Bu arada patronun avukatı mahkeme masraflarını faiziyle birlikte tahsil etmek için işçilere toplamı 10 milyarı aşan bir meblağ için karşı dava açtı. İşçiler hem birlik, dayanışma ve kararlılıklarını göstermek hem de davanın Yargıtay’da onanması durumunda ödemek zorunda kalacakları paranın bir kısmını toplayabilmek amacıyla bir dayanışma toplantısı tertip etti. 25 Ekim 2004 günü bir düğün salonunda gerçekleşen Collins-Loft İşçileriyle Dayanışma toplantısına birçok kadın ve erkek sanatçı, işçi, devrimci katılarak destek verdi. Halayların çekildiği, coşkulu sloganların atıldığı, şarkı ve türkülerin hep bir ağızdan söylendiği dayanışma toplantısında katılımcıların sayısı 250 kişinin üzerindeydi. Dayanışma toplantısına katılamayan ama bilet alarak destek verenlerle birlikte yaklaşık 650 adet bilet dayanışmacı işçi ve emekçilere ulaşmış oldu. Çok daha fazla sayıda kişi birebir Collins-Loft işçilerinin mücadelesi konusunda bilgilendirildi. Dayanışma sonrasında beklenen ilk kötü haber geldi. Yargıtay 18 işçinin işe geri dönüş talebini reddeden mahkeme kararını onadı. Biz bu mücadelenin her yönüyle çok önemli bir ders olduğunu, başka mücadelelere de doğru ve yanlışlarıyla örnek olacağını düşünüyoruz. Bu nedenle dayanışma toplantısında Collins-Loft işçileri adına tüm mücadele sürecinin çok güzel bir anlatımı olan konuşma metninin tamamını sizlerle paylaşmak istiyoruz…

Açıklama [177]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [178]: <!--[endif]--> Açıklama [179]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [180]: <!--[endif]--> Açıklama [181]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [182]: <!--[endif]-->

Açıklama [183]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [184]: <!--[endif]--> Açıklama [185]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [186]: <!--[endif]-->

Collins Loft işçileri dayanışma gününde bir işçinin yaptığı konuşma metni…

“Haklarımızı

alana kadar mücadelede kararlıyız”

Açıklama [187]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [188]: <!--[endif]--> Açıklama [189]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [190]: <!--[endif]--> Açıklama [191]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [192]: <!--[endif]-->


Açıklama [193]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [194]: <!--[endif]-->

Merhaba arkadaşlar, Konuşmama başlamadan önce işçi sınıfına saldırıların hat safhada olduğu bir dönemde bizleri yalnız bırakmadığınız için tüm arkadaşlarım adına hepinize teşekkürlerimi sunarım. Bugün sizlerle hem yaşadığımız süreci değerlendirmek hem de sizlerin katkılarıyla birlikte güzel bir gün geçirmek istiyoruz. Öncelikle bu dayanışma konserinde katkılarını bizlerden esirgemeyen tüm sınıf dostlarına tekrardan teşekkürlerimizi sunarız. Dostlar, size yaşadığımız Colin’s deneyiminin kısaca nasıl geliştiğini anlatmaya çalışacağım. Beni dinlediğiniz için şimdiden teşekkür ederim. Bizler haklarımızı alana kadar mücadelede kararlıyız. Arkadaşlar, Bizler Eroğlu Şirketler gurubuna bağlı Colin’s-Loft fabrikasında çalışan 1200’den fazla işçi olarak patronun 6.ay zammını yetersiz bulduğumuzdan dolayı 11 Ağustos 2003 günü tepkimizi gösterdik. İlk tepkimiz sabah Genç Denim Tekstil bölümünde oldu. Tepki öğlenden sonra verilen zamdan memnun olmayan diğer bölümlere yayıldı. İşçilerin kararlılığı karşısında şirket yetkilileri saat 15:30’da işyerini paydos ettirdi. İşçileri evlerine göndermeye çalıştı. Ancak işçilerin büyük çoğunluğu saat 18:00’e kadar işyerinde kalarak, Yönetim Kurulu’nun cevabı bekledi. Çünkü Temmuz zamlarının yüzde 2,5 ile yüzde 17 arasında açıklanması işçilerin büyük tepkisini çekti. Bizler, Kasım 2000- şubat 2001 ekonomik krizinde her şeyin yüzde yüz pahalandığı sırada bizler altı aylık yüzde 10 zamla çalışarak krizin faturasını ödedik. Oysa patron Çorlu’da iki devasa fabrika kurdu. 2003 yılında şirketin büyümesi, ve yeni makinelerin alınmasıyla birlikte ücretlerin düzeleceğini umuyorduk. Çünkü şirketin aylık cirosu 150 milyon dolardı. Patronun, Çorlu, Romanya ve Rusya’da fabrikaları var. Bizler krizin faturasını öderken Eroğlu Şirketler Grubu Türkiye’nin en büyük 250 şirketi arasında yer alıyor. Şirketin Türkiye’deki şirketlerinde 3100 civarında işçi çalışıyor. Arkadaşlar,

Açıklama [195]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [196]: <!--[endif]-->

Açıklama [197]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [198]: <!--[endif]-->

Açıklama [199]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [200]: <!--[endif]-->

Patron, düşük ücret vermenin yanı sıra, çalışma koşullarında da köklü değişiklikler yapmaya çalıştı. Yeni iş yasasının yürürlüğe girmesiyle birlikte, şirket içinde alt işveren yani taşeron uygulamasına geçmek istedi. Bu amaçla 400 işçinin çalıştığı bir bölümü Genç Denim adıyla yeni bir şirkete çevirmeye girişti. Yine bu amaçla işçilerin daha ağır şartlarda çalışması anlamına gelen “yeni iş sözleşmesi”ni imzalatmak istedi. Bu sözleşme, işçilerin tepkilerini eylemle ifade etmelerine neden oldu. Genç Denim işçilerinin iki haftayı bulan mücadeleleri sonucunda, patron yeni iş sözleşmesini geri çekmek zorunda kaldı.

Patron, zam oranlarını merkezi olarak açıklıyordu. Bu kez böyle yapmadı. Öncelikle bir bölümde yüzde 10 zam açıklanınca işçiler arasında büyük bir tepkiye neden oldu. Ertesi gün bu bölümdeki işçilerin tepkisiyle sabah işbaşında üretim yapılmadı. Üretim 1,5 saat durdu. Müdürler ve şefler neye uğradıklarını şaşırmış şekilde sağ sola tehditler savurdular. İşçileri korkutmaya çalıştılar. Başarılı olamayınca işçilere “o zaman her banttan bir temsilci seçin öyle konuşalım” dediler. İşçiler bu öneriyi kabul ettiler ve aralarında 11 işçiyi temsilci olarak idareye gönderdiler. Bu eylemden sonra patron işçilerle 1,5 saate yakın bir ikna konuşması yaptı. Ama işçileri ikna edemedi. Bu eylem, diğer bölümlerde de duyuldu ve diğer bölümlerden güvendiğimiz işçilerle toplandık. Bu toplantıda zam oranının kabul edilmemesi, her banttan bir temsilcinin seçilerek bir komitenin kurulmasına karar verdik. İşçilerin eylemine karşı patron da boş durmuyordu. İşyeri bir kazan gibi kaynıyordu. Patron da bunu farkındaydı ve buna göre taktik yapacağı biliniyordu. Patron iki bölümde zam oranı açıklamadı. Zamlı ücretlerin ne zaman verileceği belirsizdi. Patron böylece işçileri iki arada bir derede bırakmayı planlanıyordu. Buna karşı işyeri komitemiz şu kararı aldı: yüzde 10 zam verilirse, ücretlerin verileceği günün ertesinde

Açıklama [201]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [202]: <!--[endif]-->

Açıklama [203]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [204]: <!--[endif]-->

Açıklama [205]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [206]: <!--[endif]-->


iş bırakma eylemi yapılacaktı. Patron işçileri bölmek için diğer bölümlerde farklı zam açıkladı. Amaç, bölümleri karşı karşıya getirmekti. İdare, işçilerin zamdan sonra eylem yapacağını bildiğinden işçileri tek tek ikna etmeye çalıştı. Bir yandan da işçilerin temsilcilerini işten çıkarmaya çalıştı. Arkadaşlar, Öncelikle şunu belirtmeliyim. Önceden alınmış bir kararımız vardı. Zamlar düşük verilirse tepkimizi göstereceğiz. İşte o gün Pazartesi günü idi. Normal olarak işçilerin genelinin zamma karşı tepkileri vardı. Hatta bazı işçiler işten çıkmayı da planlıyorlardı. Bir karar almanın kolay ama o kararın hayata geçirilmesinin daha zor olduğunu sizler de biliyorsunuz. İşçilerin farklı farklı zam almalarından dolayı kararlaştırılan eyleme katılmama ve diğer işçileri de etkilemeleri söz konusuydu. İşçilerin yaptığı son toplantıda bu gelişmelerin de olabileceğini göz önünde bulundurarak bir öneri geliştirmeliydik. Önerimiz şu oldu: cevabını aradığımız soru şu idi. bölümleri nasıl ve çalışan her bir işçiyi nasıl ve ne şekilde ortak bir taleple bir araya gelebiliriz? Birinci olarak herkese 80 milyon seyyanen zam ve ikinci olarak atılan temsilcilerin geri alınması. Bir başka tedirginlik ise işçilerin eyleme başlama anı idi. Bunun için şöyle bir yol izlemeye karar verdik. Bütün bölümlerdeki temsilciler ve güvendiğimiz işçiler sabah biraz erkenden bantların başına gidecek ve her temsilci işçilerle verilen zam konusunu kendi bandında konuşacak genel olarak işçilerin nabzı ölçülecekti. İkinci olarak diğer bölümlerin durumuna göre bölümlerin birleştirilmesi vardı. O zaman patronla pazarlık yapma şansımız olabilirdi. Böyle bir yol izleyerek herhangi bir aksilik karşısında öncü arkadaşlarımızın ön plana çıkmasını engellenmiş olacaktık. Örneğin bir bandın işçileri toplanmayı istemiyorlarsa toplanılmayacaktı. Çünkü işçiler eylem yapmak istemiyorsa onlara zorla eylem yaptırılamaz ve suni bir eylem havası yaratmakta doğru olmayacaktı. Bu hedeflerle Pazartesi günü fabrikaya gidildi.

Genç Denim bölümünde daha önce karar aldıkları gibi iş başından beş on dakika önce bandın arkasında toplanıp, zamları kabul etmeme yönünde konuşmalar oldu. Daha sonra ustalarla durum tartışıldı ve patronun bir açıklama yapması beklenildi. İşçiler herkese 80 milyon zam talebini tekrarladı. 450’ye yakın işçi planlandığı gibi eyleme geçtiler. Şefler ve müdürlerin baskıları kar etmiyordu. Diğer bölümlerde üretim yavaşladı. Penye’de ise yarım saat üretim durdu. Bu bölümde temsilciler dahil 9 işçi diğer fabrikaya götürülerek paydosa kadar bir odada kilitli tutuldular. Diğer bölümlerde işçilerin üzerinde yoğun bir baskı vardı. Ama daha önce 1,5 saat üretim durduran bölümde de kararsızlık vardı ve bundan dolayı işçiler bir türlü harekete geçemiyorlardı. Bunun üzerine cep telefonlarıyla bağlantılar kuruldu. Bu bölümdeki işçiler ancak Genç Denim işçileri buraya gelirse o zaman üretimi durduracaklarını dile getirdiler. Yemek paydos saati geldiğinde idare tarafından Genç Denim bölümü yemeğe çıkarılmadı. Önce diğer bölümler yemeğe çıktı. Genç Denim işçileri zorlayınca yemeğe çıkarıldılar bu arada yönetim diğer işçileri dışarı çıkarttı. Patronun cevap vermeyi geciktirmesi üzererine, Genç Denim işçileri diğer bölümleri mücadeleye katma kararı aldı. Yemekten sonra üretim bölümlerine toplu olarak inerek, işçileri mücadeleye kattılar. Görülmeye değer bir manzara oluştu. Arkadaşlarını karşılayan işçiler aynı çabuklukla birbirlerine karıştılar. Birleşen işçiler daha sonra ütü-paket bölümüne indiler. Artık fabrikaya bir başka heyecan hakimdi: işçilerin birliği ve kendine güven duygusu artmıştı. Buradaki işçileri de aralarına katıp, penye bölümüne çıktılar. Artık fabrikada denetim işçilerin elindeydi. Bunun üzerine idare işçilere yemekhanede toplanıp konuşmak istediğini açıkladı. Bu öneri değerlendirildi ve önce makine bölümünde yapılması konuşuldu ama makine bölümü o kadar işçiyi alamazdı. İşçiler de yemekhaneye çıktılar. Bu arada patron gizlice noter getirerek işçilerin makine başında olmadıklarını tespitini yaptırdı. İdare yemekhaneye başta polis olmak üzere kolluk kuvvetlerini çağırmıştı. Diğer yandan ise işçilere bir şeyler söylemeye çalışıyorlardı. İşçiler idareyi dinlemeyince bu kez “temsilcilerinizi seçin” dediler. Daha önceki olaydan deneyimli olan işçiler idareye “biz temsilcilerimizi seçtik, siz işten çıkartınız” diyerek cevap verdiler. Yemekhane’de işçiler hem herkese 80 milyon seyyanen zam hem de temsilciler buraya diye sloganlarla fabrika inlettiler. Bu haykırış

Açıklama [207]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [208]: <!--[endif]-->

Açıklama [209]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [210]: <!--[endif]-->

Açıklama [211]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [212]: <!--[endif]-->

Açıklama [213]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [214]: <!--[endif]-->

Açıklama [215]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [216]: <!--[endif]-->

Açıklama [217]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [218]: <!--[endif]-->

Açıklama [219]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [220]: <!--[endif]-->


aynı zamanda bugüne kadar ki yaşanmış olan tüm baskılara, zorbalıklara karşı haykırışın da adıydı. Yönetim işçilerin geri adım atmadığını anladığı zaman işyerini “stres” nedeniyle tatil ettiğini açıkladı. Servisleri çağırdı. Bölümlerin kapıları idare tarafından çoktan kilitlenmişti. İşçilerin çoğunluğu tarafından saat 18:00’e kadar fabrikayı terk etmeme kararı alındı. Daha sonra iş çıkışında süreci değerlendirmek üzere toplantı yaparak bir sonraki gün planlandı. Patronun emriyle Salı günü işe gelmek için servisler gönderilmedi. İşçiler kendi imkanlarıyla fabrikaya ulaştılar. Kapıda çevik kuvvet, sivil ve resmi polislerle karşılaşıldı. İdare 315 kişinin çıkışlarını gösteren listeyi kapıya asmıştı. Bir çok işçi de servis gelmediği için işe gelememişti. Patrona yakın olan işçilere ise işe gelmemeleri söylendi. Fabrikaya alınan işçilerin bir kısmı eyleme katıldı gerekçesiyle dışarıya çıkarıldı. Çalışanların cep telefonları toplatıldı. 600 kişilik makine bölümünde patron ancak 40 kişiden oluşan bir bant kurabildi. İşçiler toplu olarak içeriye girmek için birkaç defa kurulan polis barikatını zorlasa da içeriye girilemedi. Ve kapının önünde eylemimizi sürdürmek için direnişe geçtik. Dayanışma için ziyaretlere gelenlerle moral buluyorduk. Ayrıca buradan da bir kez daha bizlere desteklerini sunanlara teşekkürlerimizi sunarız. Çünkü patronların işçilere saldırısı karşısında işçilerin yalnız olmadıklarını ancak onlara desteklerimizi sunarak gösterebiliriz. Direniş boyunca büyük bir polis ablukası altında direnişi sürdürmeye çalışıyorduk. Polis işçiler ziyarete gelen hiç bir ziyaretçiye izin vermiyordu. Bunlardan biri de Sümerbank işçileriydi. Ayrıca 6 Colin’s işçisi, 7 EMEP’li ziyaretçiler olmak üzere 13 kişi gözaltına alındı. Bu baskıların amacı işçileri yıldırmaktı. Ama bizler kararlıydık. Toplam 10 Colin’s işçisinin ayrı bir mahkemesi devam etmektedir. Her akşam iş çıkışına kadar fabrikanın önünde duruyorduk. 200’e yakın işçiyle yaklaşık 2 km yürüyüş ve sloganlarla Esenyurt meydanına gidilip, miting havasında konuşmalar ve ardından direnişin değerlendirmesi yapılıyordu. Bu tutum tüm direniş boyunca devam etti. Bir de direnişlerin vazgeçilmez özelliği dayanışma idi. İşçiler olarak üçer kişilikten 11 grup oluşturduk. Esenyurt çevresinde toplanan para 635 milyon lira Grup Yorum konserinden 191 milyon lira ve Ankara mitingi vb. oldu. Ayrıca Bakırköy Şubesi direnişimizin bir haftalık yiyecek ve içeceğimizi karşılamasının yanında üyesi olmadığımız halde patrona karşı açtığımız işe iade davasının masraflarını karşıladı. Bunun bir dayanışma örneği olarak bizim için önemli olduğuna inanıyoruz. Çünkü bugün biliyoruz ki sendikaların bir kısmı kendi üyesi olan işçiler için bir dayanışma göstermiyor. Sonuç olarak 11 Ağustos günü fabrikanın önünde başlayan mücadele, bütün baskılara rağmen 25 ağustos gününe kadar sürdü. Mücadele eden işçiler, hem çalışanlardan destek gelmemesi, hem katılımın düşmesi hem de yoğun polis baskısının artmasından dolayı, kapıdaki direnişi sürdürmek yerine mücadeleyi hukuk yoluyla devam ettirmeye karar verdik. Tabii ki bu mücadelenin hem Colin’s işçileri hem de bölge işçileri için önemli bir deneyim olduğunu düşünüyoruz. Bölgedeki fabrika patronları işçilerine zam vermek için Colin’s direnişinin sonuçlanmasını bekliyorlardı. Evet arkadaşlar yaşadığımız mücadelenin tabii ki eksiklikleri var. Öncelikle diğer bölümleri kapsayan örgütlenme zayıftı. Ama buna rağmen işçilerin 11 Ağustos mücadelesi görülmeye değerdi. Colin’s deneyimi şunu da ortaya koymuştur. Bütün işçiler, patronlara ve hükümetin işçi düşmanı yasalarına karşı birlikte mücadele vermek zorundadır. Her mücadele bir okuldur. Bu mücadelede ne öğrendiğiniz önemlidir. Colin’s’de öğrendiğimiz mücadeleyi şu an girdiğimiz fabrikalarda sürdürmeye devam edeceğiz. Arkadaşlar, Bugün geldiğimiz nokta ise şöyle: önce 29 işçiye işe geri dönüş davası açıldı. Yeni iş yasasına göre işe iade davaları iki aylık süre içinde sonuçlanması gerekirken bizim davamız da görüldüğü gibi 9 aydan fazla sürdü. Bununla sınırlı olmayan iş yasası işçilerin çıkarlarını değil, patronların çıkarlarını göz önünde bulundurarak düzenlendiğini gördük. 9 ay süren hukuki süreçte mahkemeye noter belgeli tutanaklar sunuldu. Haklı olmamıza rağmen mahkeme işe iade davamızı reddetti. Ve bizler temyize başvurduk. Patronun avukatları temyizde gelen cevabı beklemeden alacakları için işçileri icraya verdiler. Bu yolla işçileri yıldırmaya ve direncimizi kırmaya çalışıyorlar. Ama bizler işçi sınıfın bir parçası olarak işçi sınıfıyla birliğimizi ve dayanışmamızı devam ettirdiğimiz sürece direncimizi ve birliğimizi bozamayacaklar. Arkadaşlar, Çünkü patron bu davanın diğer mücadelelerine örnek olmasını istemiyor. Bunun için mahkemeyi başka bölgelere

Açıklama [221]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [222]: <!--[endif]-->

Açıklama [223]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [224]: <!--[endif]-->

Açıklama [225]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [226]: <!--[endif]-->

Açıklama [227]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [228]: <!--[endif]-->

Açıklama [229]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [230]: <!--[endif]-->

Açıklama [231]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [232]: <!--[endif]-->

Açıklama [233]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [234]: <!--[endif]-->

Açıklama [235]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [236]: <!--[endif]-->


aldırmaya çalıştı. Sahte noterleri devreye soktu. Hükümetin siyasi gücünü kullanmaya girişti vs. Yalan ve işbirliğinin sonucunda patronun avukat masrafları da bizlerin sırtına kaldı. Patron 29 işçi için 10 milyar lira avukatlık ücreti ve bunun yanında icra masraflarını ve faizlerini istiyor. Adalet mülkün temelidir. Yani mülkü olanlar için adalet vardır. Açıklama [237]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

Arkadaşlar, Patron Yargıtay’ın cevabını beklemeden işçilerden mahkeme masraflarını almak için icraya verdi. Patron bu yolla işçilerin moralini bozmak ve sindirmek istiyor. Bizler Colin’s-Loft işçileri olarak moralimizi ve birliğimizi daha da pekiştirmek için bir dayanışma konseri düzenlemeyi planladık. Mahkemeyi kazanmamız durumunda işsizlik sigortasından yararlanma hakkımız doğacaktı. Patron- hükümet işbirliği sonucunda işçilerden kesilen işsizlik sigorta primler böylece hükümet kanalıyla patronlara peşkeş çekilecektir.

Açıklama [238]: <!--[endif]-->

Açıklama [239]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

Arkadaşlar, Mücadelemizi bir yılı aşkın bir süredir tüm zorluklara rağmen devam ettirmeye çalışıyoruz. Bizlere bugüne kadar desteklerini sunan tüm sınıf dostlarına teşekkür ederiz. Tabi ki bu süre içinde yanlışlarımız, eksiklerimiz olmuştur. Çünkü bir mücadeleyi sürdürmek için emek ve çaba harcamak gerekir. Mücadeleye emek harcamak yerine faydacı yaklaşımlar, dışardan ahkam kesmek ve akıl vermek isteyenleri hatta birliğimizi bozmaya çalışanları da gördük. Birliğimizi ister bilerek ister bilmeyerek bozanlara, patronun ekmeğine yağ sürenlere de elbette cevabımız: birliğimizidir. Evet arkadaşlar patronlar kendi tatlı karları için bizleri yaşanması zor şartlarda çalışmamızı ve yaşamamızı istiyorlar. Bunun için bizlere özelleştirmeleri, taşeronlaştırmayı, işsizlik, hayat pahalılığı ve işten atılmaları dayatıyorlar. Peki bizim bu saldırılara karşı bir cevabımız olmayacak mı? Elbette olacak. Nasıl ki patronlar tüm imkanlarını ve olanaklarını mücadele eden işçilere karşı kullanmaktan vazgeçmiyorlar. Bizlerde birliğimizi örgütlülüğümüzü daha sıkı bir şekilde örerek mücadelemizi hakkımızı alana kadar sürdürmeliyiz. Bunda da kararlıyız. Çünkü başka seçeneğimiz yok.

Açıklama [240]: <!--[endif]-->

Açıklama [241]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [242]: <!--[endif]-->

Açıklama [243]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [244]: <!--[endif]--> Açıklama [245]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [246]: <!--[endif]--> Açıklama [247]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [248]: <!--[endif]-->

Emek hareketinden… Açıklama [249]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [250]: <!--[endif]--> Açıklama [251]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [252]: <!--[endif]-->

Hazırlayan: Mavi Mayıs Açıklama [253]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [254]: <!--[endif]-->

Pinochet Yargılansın Şili’de 11 Eylül 1973’de Sosyalist Salvador Allende yönetimini darbe ile devirerek iktidara gelen diktatör General Pinochet ve cunta yönetimi, darbenin 21. yıldönümü nedeniyle bütün Şili’de kitlesel gösterilerle


protesto edildi. Polis barikatları ile engellenmek istenen göstericiler, o dönemde ülkedeki binlerce insanın kaybedilmesinden ve ölümünden sorumlu tuttukları Pinochet’in hapis cezasına çarptırılmasını talep ediyorlar. Bilindiği üzere, ülkemizde de 12 Eylül 1980 döneminde yaşanan askeri darbenin sonucunda benzer uygulamalar işçi sınıfına ve devrimcilere yapılmıştı. İşçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyine ağır bir darbe anlamına gelen diktatörlük rejiminin de amacı, Sili’de yaşanılanlarla paraleldi. Bu sebeple kazanılmış hakların yok edilmesinin amaçlandığı ve binlerce devrimcinin katledildiği bu diktatörlüklerin yargılanıp sorumluların hesap vermesini sağlamak halen temel bir görev olarak önümüzde duruyor. Çünkü emekçiler olarak bugün karşı karşıya kaldığımız yeni liberal saldırıların, demokrasi sorununun ve bölgemizdeki emperyalist işgalin o gün bu topraklarda yaşananlarla doğrudan bir ilişkisi var.

Açıklama [255]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [256]: <!--[endif]-->

Açıklama [257]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

İspanya’ da Tersane İşçileri Grevde

Açıklama [258]: <!--[endif]-->

İspanya’nın Gijon kentindeki tersane işçileri gemi inşa eden Izar Tersanesi’nin zarar ettiği için kısmen özelleştirilmesinin gündeme gelmesi üzerine greve gittiler. 11 bin kişilik işyerinde yaklaşık 10 bin 700 işçi direnişte. Sanayideki sorunların ana eksenini AB‘nin rekabet kuralları gereği devletin sahip olduğu Izar şirketine 300 milyon Euro geri ödeme talebinde bulunması gösteriliyor. Ülkemizde de IMF ve AB politikaları sebebiyle hükümetin aldığı tedbirler sonucu yine binlerce işçinin işsiz kalmasıyla ve ücret kısıntılarıyla sefalete sürüklenmesinin örneklerini aynı politikalarla dünyada da görmekteyiz. Açıklama [259]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

Hükümet - KESK - Pazarlık

Açıklama [260]: <!--[endif]-->

Hükümetle KESK arasında yürütülen toplu sözleşme görüşmeleri gerginliklerle anlaşmazlıklarla belisizliklerle haftalarca uzadı. Bu nedenle hükümetle kamu emekçilerini temsil eden sendikalar arasında anlaşmanın sağlanamaması üzerine Uzlaştırma Kurulu devreye girdi. Sendika yetkilileri hükümetin İMF nedeniyle istedikleri zammı ve en düşük kamu çalışanının ücretinin 840 milyona çıkartılmasını istediklerini belirtirken, işbirlikçi AKP hükümeti yetkilileri yoksulluk sınırının altındaki bu rakamı samimiyetsizlikle değerlendirdi. Emekçilerin, işçilerin bütüncül kararlı mücadeleleri olmadıkça fatura çalışandan yana çıkartılmaya devam edecektir.

Açıklama [261]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [262]: <!--[endif]-->

Açıklama [263]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

THY Politikaları

Açıklama [264]: <!--[endif]-->

Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın 2003 yılında blok satış / halka arz yöntemiyle özelleştirilecek kuruluşlar arasında yer alan ve halen özelleştirme programında bulunan THY’nin yüzde 10’luk bölümünün özelleştirilmesi planlanıyor. İMF’nin direktifleriyle personel almama ve emekli etme politikasının uygulandığı kurumda çalışanlar zor bir dönemden geçiyor. Ülkeler arasında yapılan “ikili anlaşmalar”ın yerini dev şirketlerin oluşturduğu küresel ittifaklara bıraktığı günümüzde, yarı sömürge durumundaki Türkiye’de bu durumdan nasibini en ağır biçimde alıyor. Her özelleştirilme kapsamındaki kuruluş gibi zarar ediyor iddiasında bulunulan THY’de yönetim, çalışma saati, ücretler – zamlar ve sağlık gibi en temel hakların karşılanmaması yoluyla çalışanları yıldırma politikası izliyor.

Açıklama [265]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [266]: <!--[endif]-->

Açıklama [267]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

Sümerbank İşçileri Polis Zoruyla Fabrikadan

Açıklama [268]: <!--[endif]-->


Çıkarıldı Sümer Holdinge bağlı Bakırköy Sümerbank Fabrikası’nın özelleştirilmesi sonucu işçiler uzun bir direnişten sonra hem işten atıldılar hem de fabrika binasından çevik kuvvet zoruyla çıkarıldılar. Sümerbank işçileri “işe iade davası” açmak amacıyla ve gelişen süreci protesto etmek amacıyla Ankara’ya gidip bir eylem gerçekleştirdiler. 350 işçinin katıldığı eylemde hem hükümet hem de fabrika arazisini yok pahasına satın alan şirket protesto edildi. Bilindiği üzere fabrika Doğa Madencilik şirketi tarafından satın alındıktan sonra hükümet tarafından işçilere kıdem ve ihbar tazminatlarını yatırıldı. Yasaya göre 30 gün öncesinden haber verme zorunluluğu olmasına rağmen hemen işçilerden fabrikayı hemen terk etmelerini istendi. Bunun üzerine işçiler fabrikaya noter getirerek isten usulsüz çıkarıldıklarını belirten bir tutanak tutturdular.Teksif Bakırköy Şube Başkanı Çetin Yelken, Ankara eylemiyle birlikte mücadelede bundan sonra yeni bir aşamanın başladığını belirtti. Sağlık Emekçileri de Yargılanıyor!

Açıklama [269]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [270]: <!--[endif]-->

Açıklama [271]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [272]: <!--[endif]-->

Türk Tabipler Birliği (TTB) ve Sağlık Emekçileri Sendikası'nın (SES) 5 Kasım 2003'te, "iş güvencesi ve herkese eşit ücret, ücretsiz sağlık hizmeti" talebiyle yapılan eylemlerine katılanlar hakkında açılan davanın ilk duruşması 13 Ekim 2004 tarihinde olacak. Hükümet tarafından hazırlanan " Kamu Personel Kanunu” taslağında yer alan tabip, uzman tabipler dahil 1.5 milyonu aşkın kamu çalışanı sözleşmeli personel haline getirilerek iş güvencesi ortadan kaldırılacak ve düşük ücret tehditleri de büyüyecek. Hükümetin personel azaltıcı politikaları doğrultusunda pek çok sağlık emekçisinin işsiz kalması ve çalışanların kazanılmış haklarının ellerinden alınması söz konusu. Yeni güvencesiz çalışma sürecinde, taşeron firmalar aracılığı ile yürütülecek hekim istihdam biçimi ile sağlık emekçileri atomize edilirken, "hizmet sunumunu tek elde toplayacağız" gerekçesi ile SSK sağlık kurumlarına el konmak istenmektedir. Bu sebeplerden dolayı sağlık emekçileri basına bir dizi talep sundular. Buna göre: *Bugünün sorumlusu olan son yirmi yıldır uygulana gelen politikaların devamı anlamındaki yasal düzenleme girişimlerinin durdurulması. *Genel bütçeden Sağlık Bakanlığı'na ayrılan payın yüzde 10'a çıkartılması. *Özlük haklarımız, iş güvencemiz ve halkın eşit, ulaşılabilir, ücretsiz sağlık hizmeti alabilmesi.gibi taleplerle Sağlık Emekçileri uygulanan politikaları deşifre ettiler.

Açıklama [273]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [274]: <!--[endif]-->

Açıklama [275]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [276]: <!--[endif]--> Açıklama [277]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [278]: <!--[endif]-->


Açıklama [279]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

Sudan Ucuz Canlar

Açıklama [280]: <!--[endif]-->

Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği'ne (TMMOB) bağlı Maden Mühendisleri Odası (MMO), geçtiğimiz günlerde Kastamonu’nun Küre ilçesindeki bakır ocağında 19 maden işçisinin ölümüne yol açan kazanın nedenlerini bir basın açıklamasıyla duyurdu. Ferdi koruyucu gaz maskesi ve yangın riski daha düşük bant kullanımının ihmal edildiğini söylediler. Kamusal denetimlerin zayıf olduğu ve bu sebeple kazaya meyil verdikleri için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın bu ölümlerden sorumlu olduklarını belirttiler. Benzer bir ihmalin yaşandığı Eskişehir'deki Organize Sanayi bölgesinde bir sunta fabrikasında çıkan yangını söndürmek için Siloya giren üç işçi dumandan etkilenerek dışarı çıkamadı ve dumandan zehirlenerek öldü.

Kölelik Yasası olarak bilinen iş yasalarını, özelleştirmeler sonucu maden ocakları ve bir çok işyerinin özel sektöre devredilmesini, kapitalist küreselleşmenin uzantısı olan devletin kamusal alandan çekilmesini ustalıkla uygulayan AKP Hükümeti, işçilerin canları pahasına bir avuç mutlu azınlığın çıkarlarına hizmet etmektedir. Eğitim-Sen' in Kapatılmasına Karşı Protestolar

Açıklama [281]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [282]: <!--[endif]-->

Açıklama [283]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [284]: <!--[endif]-->

Açıklama [285]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [286]: <!--[endif]-->

Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (EĞİTİM-SEN) üyeleri, Eğitim-Sen'e karşı açılan kapatma davasını protesto etmek amacıyla ağızlarına taktıkları siyah bantlarla karara karşı tepkilerini gösterdiler. Milli Eğitim Bakanlığı önünde yapılan gösteriyi Eğitim-Sen Genel Başkanı Alaaddin Dinçer; "Anadilde öğrenim hakkını savunduğu için açılan bu dava, laik-bilimsel-demokratik ve anadilde eğitim hakkı talebine karşı açılmıştır ve 15 Eylül'de Ankara'da görülecek olan kapatma davasından sonra da eylemlerimiz sürecektir." şeklinde ifade etti.

Ayrıca "Protokol ve Nizamı Kurallar" adı altında Niğde Milli Eğitim Müdürü’nün yolladığı yazıyı da AKP hükümetinin yol açtığı bu mantığın örneklerinden biri olduğunu, bu mantığın uzantısı olan bir başka örneğinde Konya'da sendika üyesi bir bayan öğretmenin kısa etek giymesi nedeniyle gözaltına alındığı ve Kilis'te yine Eğitim-Sen'li bir öğretmenin değişik nedenlerle görevden alındığını, militarist-baskıcı bir zihniyetin daha pek çok nedenlerle emekçi öğretmenleri zor duruma düşürdüğünü belirtti.

Açıklama [287]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [288]: <!--[endif]-->

Yoksulluk sınırının altında maaş alan öğretmen ve diğer eğitim emekçileri için en düşük dereceli kamu emekçisi ücretinin 940 milyon olması için toplu görüşme süreçlerini de başlatacaklarını belirtti. Metal İşçileri Eylemlere Başlıyor

Açıklama [289]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [290]: <!--[endif]-->

Birleşik Metal-İş Sendikası’na üye işyeri temsilcileri, 28 Eylül tarihinde MESS toplu iş sözleşmelerinde gelinen uyuşmazlık aşamasını ve MESS'in metal işçilerinin çalışma ve yaşam koşullarını geriye götürmeyi amaçlayan teklifini tepkiyle karşıladı. Protestolarını 1-14 Ekim tarihleri arasında bir dizi uyarı eylemiyle sürdüreceklerini basına duyurdular. Bu eylem ve etkinliklerin bazıları şunlardır; *İlk eylemler vardiya girişlerinde servis araçlarından belli bir mesafeden inilerek, işyerlerine alkışlı ve sloganlı protesto yürüyüşleri. *İşçiler ilk aşamada bir hafta süreyle fazla mesai yapmayacaklar.

Açıklama [291]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [292]: <!--[endif]--> Açıklama [293]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

Fabrikalardan…

Açıklama [294]: <!--[endif]--> Açıklama [295]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [296]: <!--[endif]-->


Açıklama [297]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [298]: <!--[endif]-->

Baş Temsilcinin işten çıkması

Açıklama [299]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [300]: <!--[endif]-->

Geçtiğimiz aylar boyunca her toplantıda örgütlülükten, birlikten, direnmeden bahseden baş temsilci nasıl oluyor da birden işi bırakıp gidiyor? Üstelik hiç bir açıklama yapmadan. Ertesi gün temsilcinin işi bıraktığını öğrenen işçiler buna inanmak istemediler. Ta ki iş veren kapıya bir kağıt asana kadar. Kağıtta temsilcinin kendi isteğiyle istifa ettiği yazıyordu. Bunun üzerine işçilerin son derece moralleri bozuldu. Kendilerini kandırılmış hissediyorlardı ve aynı zamanda sinirliydiler. Bu olayın ardından işveren bir söylenti yaydı. Söylenti şuydu: temsilci 25 milyar almış ve işi bırakmıştı. Söylenti işçileri son derece rahatsız etti ve işçiler temsilcinin gelip kendilerine açıklama yapmasını istediler. Bunun üzerine diğer iki temsilci bir toplantı ayarladılar ve işten çıkan temsilciyi de çağırdılar. Toplantıya 50’den az işçi katıldı. Gelmeyenlerin çoğu, “gidip de ne yapacağız? Bırakın o şerefsizi” gibi ağır laflar kullandılar ve gelmeyerek tepkilerini gösterdiler. Temsilcinin savunması

Ayrılan baştemsilci “Arkadaşlar, ben işi bırakmadım. Bırakmak zorunda kaldım. Haftalardır benim üzerimde sizin bilmediğiniz pazarlıklar yapılıyordu. İşveren beni istemiyordu. Ben de istenmediğim yerde çalışmak istemedim. Onun için istifa ettim. Hepsi bu kadar. Ben 25 milyar almadım bu yalandı”, diye gerekçe sundu.

Bu açıklama üzerine işçiler bağırarak, “Madem bunu yapacaktın, en azından bir açıklama yapabilirdin. Biz senin para almadığını nerden bilelim? Rüşvetin belgesi olmaz. Sen bizi sattın!” benzeri laflar söylediler . İşçiler artık ne sendikacıları ne de temsilcileri dinlemiyorlardı. Bunu fark eden temsilci, zararın neresinden dönersem kârdır mantığıyla parasını alıp istifa etti. Bize göre bu tutum yanlıştır; bir temsilcinin bunu yapmaması gerekir . Bunun üzerine işçilerin temsilcilere ve sendikaya karşı güveni tamamen bitti. İşçiler sendikadan istifa etmek istiyorlar. Sendikadan istifa etmek bizce çözüm değil, eğer bilinçlenip örgütlenirsek sendika biz oluruz! Bir Tekstil işçisi

Açıklama [301]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [302]: <!--[endif]-->

Açıklama [303]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [304]: <!--[endif]-->

Açıklama [305]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [306]: <!--[endif]--> Açıklama [307]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [308]: <!--[endif]-->

Açıklama [309]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [310]: <!--[endif]--> Açıklama [311]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [312]: <!--[endif]-->

Açıklama [313]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [314]: <!--[endif]--> Açıklama [315]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [316]: <!--[endif]-->

Birlik Olup Patronların Oyunlarını Bozalım! Tekstil iş koluna bağlı sendikasız bir işyerinde çalışıyorum. 600 işçi çalışıyor. Baskı, boya işleri yan fabrikada yapılıyor. Orada 700 işçi çalışıyor. Türk-İş’e bağlı Teksif sendikası örgütlü. Benim çalıştığım fabrika da 2000 yılında sendikalaşma deneyimi yaşadık. Sendika bürokratları patronla anlaştığı için öncü işçileri işten attırdı. Sonra da 2 yıl mahkeme sürdü ve kaybedildi. Sendika bürokratları yüzde 10 barajını aşamadık diyerek olayı kapattılar. Bu işçiler arasında büyük moral bozukluğuna neden oldu. Bazı zam dönemlerinde toplu eylemler oldu. Bu eylemler sonucunda, bordroya eklenmeden elden 40 milyon her ay para verildi, çeyrek olan ikramiye yarıma çıkarıldı. Birlik olduğumuzda yeni haklar aldık. Savaş kriz bahane edilerek son dönemlerde zam yapılmadı. Ama buna bireysel tepkilerin dışında bir tepki gelmedi.

Açıklama [317]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [318]: <!--[endif]--> Açıklama [319]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [320]: <!--[endif]--> Açıklama [321]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [322]: <!--[endif]-->

Açıklama [323]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [324]: <!--[endif]-->


Açıklama [325]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

Fabrikada son durum

Açıklama [326]: <!--[endif]-->

Müdürlerin hepsi işten çıkarıldı. Yeni gelen müdürlerde yeni çalışma düzeni getirdiler. Performans baskısı yapılmaya başlandı, her yeni gelen müdür üretim bantlarının şeklini değiştiriyor. Böylece üretimi arttıracaklarını düşünüyorlar. Yeni işçi alınmadan üretimin artacağını ve az işçiyle çok iş yapacaklarını zannediyorlar. Performansı yüksek olanları ayın elemanı seçerek yarım altın veriyorlar. Böyle yaparak işçiler arasında rekabeti arttırmaya çalışıyorlar. Bilinçli işçilere düşen görev patronun oyunlarına gelmemek ve birlikte mücadele etmektir.

Açıklama [327]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [328]: <!--[endif]--> Açıklama [329]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [330]: <!--[endif]--> Açıklama [331]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [332]: <!--[endif]-->

Açıklama [333]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

Bir İşçi

Açıklama [334]: <!--[endif]--> Açıklama [335]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [336]: <!--[endif]-->

Sümerbank’ta Mücadele Sürecek! Fabrikanın özelleştirilmesine karşı geçen yıl başladığımız direnişimiz polisin kanunsuz işgaliyle geçen Ekim ayı ortasında sona erdi. Bu bir yıl boyunca sesimizi duyurmak ve mücadeleyi yaygınlaştırabilmek için çaba gösterdik. Ancak bu konuda destek göremedik. Özelleştirme ile karşı karşıya olan diğer işletmeler, Teksif merkezi, Türk-İş merkezi bizi desteklemediler. Türk-İş ve Teksif yönetimi bizi masada hükümete sattı. Onların derdi işçi değil, koltuklarını korumak. Bu gerçeklere rağmen fabrikada kalma ve mahkeme kararının olumsuz olması durumunda fabrikayı işgal etme kararını aldık. Ancak hükümet, kanunsuz bir biçimde ve hiçbir bilgilendirme yapmadan işimize son verdi. Hükümetin polisleri biz harekete geçmeden fabrikayı işgal ettiler.

Açıklama [337]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [338]: <!--[endif]--> Açıklama [339]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [340]: <!--[endif]-->

Açıklama [341]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [342]: <!--[endif]-->

Bugün Sümerbank direnişi sona ermiştir. Biz, Sümerbank işçileri kendi gücümüzle hem de Türk-İş’e rağmen direndik. Direnişimiz kırıldı. Ancak bu bir yenilgi değil; çünkü Sümerbank işçileri örgütlenmeye, mücadele etmeye devam edecekler.

Açıklama [343]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [344]: <!--[endif]--> Açıklama [345]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

Bir Sümerbank İşçisi

Açıklama [346]: <!--[endif]--> Açıklama [347]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [348]: <!--[endif]--> Açıklama [349]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [350]: <!--[endif]--> Açıklama [351]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [352]: <!--[endif]-->

Ortadoğu’da Kriz Derinleşiyor

Açıklama [353]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [354]: <!--[endif]--> Açıklama [355]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [356]: <!--[endif]-->

Murat Yakın

Açıklama [357]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [358]: <!--[endif]-->


Dört yıl önce dönemin İsrail ana muhalefet lideri, bugünkü başbakan Ariel Sharon’un Filistinlilerce kutsal kabul edilen Haremusserrif’e yaptığı provakatif ziyaret, Filistin’de ve tüm Ortadoğu’da mevcut dengeleri yerinden oynatan bir fitili ateşledi. Dört yıl önce bugün, ABD ve AB emperyalizmlerinin sözcüleri bir dizi sahte “barış planı” aracılığıyla Ortadoğu’ya refah temelinde demokratik bir gelecek vaat ediyorlardı. Dört yıl sonra bugün tüm Irak emperyalist ittifak güçlerinin işgali altında. Irak halkı kendilerini “demokratikleştirme” palavralarıyla ülkelerini yağmalamakta olan işgal güçlerine karşı amansız bir savaş yürütüyor. Filistin halkı bütün dünyanın gözleri önünde emperyalizm tarafından silahlandırılıp finanse edilen İsrail devletinin aralıksız saldırılarıyla baş ediyor. Filistin halkının elindeki yegane direniş aracı olan ikinci İntifada dördüncü yaşını doldurdu bu ay.

Açıklama [359]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [360]: <!--[endif]-->

Açıklama [361]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

İkinci İntifada dördüncü yılında

Açıklama [362]: <!--[endif]-->

Ariel Sharon’un kışkırtmalarıyla alevlenen ve onun başbakanlığı döneminde daha da kanlı bir görünüm kazanarak bu ay dördüncü yaşına giren ikinci Filistin İntifadası, tam bir eşitsiz savaş karakteri kazandı. İsrail devletince, o güne dek imzalanmış tüm anlaşmalar hiçe sayılarak özerk Filistin topraklarına ve Filistin halkına açıkça savaş ilan edildi. Bu acımasız saldırganlığın, Irak’ın emperyalistlerce işgale uğramasıyla birlikte faturası daha da kabardı. İkinci İntifada’nın başlangıcından bu güne dek, yüzde 80’i sivil 3400 Filistinli hayatını kaybetti. Öldürülenlerden 630 tanesi 17 yaşın altındaki çocuklardı. Bütün bu dört yıl boyunca “özerk” Filistin devletinin denetiminde bulunan yerleşmelere dönük işgal girişimlerinde İntifada direnişine katılmak ya da destek olmak suçlamasıyla 28 bin Filistinli tutsak edildi. Tutsak edilen bu direnişçiler, bugün İsrail hapishanelerinde her türlü savunma ve yargı haklarından yoksun olarak ve insanlık dışı işkence koşullarında tutuluyorlar. İsrail’in Filistin yönetimine ve topraklarına yönelik yeni saldırı dalgası, aynı zamanda Filistin’deki alt yapıya da ağır darbeler vurdu. İkinci İntifada’nın başlangıcı olan 2000 yılından beri, Filistin’in ulusal geliri neredeyse yarı yarıya azaldı. Hem “özerk” Filistin devleti denetimindeki yerleşimleri kapsayan saldırılar, hem de İsrail’in BM kararlarını rafa kaldırarak Filistin topraklarını ikiye bölmek ve birbirinden yalıtmak amacıyla inşa etmeyi sürdürdüğü 347 km’lik beton duvarın yol açtığı ekonomik kuşatma nedeniyle Filistin halkının yaklaşık yarısı yoksulluk sınırının altındaki şartlarda yaşam mücadelesi veriyor. Açıklama [363]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

Ve “Tövbe Operasyonu” Irak işgaliyle birlikte bugün, İsrail devlet politikası daha net bir görünüm kazanmış durumda. Bu politikanın iki ana ekseni söz konusu. Bir yandan, dış dünyanın dayattığı tüm barış planlarını geçersiz kılmak, Filistin intifadasını yok etmek ve iyiden iyiye kuşatılmış durumdaki Filistin topraklarını tamamen yutmak. Diğer yandan işgalin Ortadoğu’da yarattığı kaos durumundan sonuna dek yararlanarak Bush’un teröre karşı top yekun savaş söylemini meşrulaştırmak ve sıranın İran ve Suriye’ye gelmesini sağlamak. Zira, İsrail devlet politikası açısından Irak’ta Saddam rejiminin devrilmesiyle birlikte, hedefteki iki temel tehdit Iran ve Suriye.

Açıklama [364]: <!--[endif]--> Açıklama [365]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [366]: <!--[endif]-->

Nitekim, teröre karşı savaş söylemiyle ibrenin bu iki hedefe yönelmesi doğrultusunda İsrail devleti Irak’ın emperyalizm tarafından işgal edilmesinden beri pervasızca adımlar atıyor. Geride kalan bir yıl boyunca İsrail yönetiminin, BM ve AB, ABD yönetimlerinin desteklediği ve “yol haritası’ adı verilen bir barış planı çerçevesinde İsrail’de tutuklu 28 bin Filistinliden 6 binini salıvermesi, işgal altındaki Gazze şeridindeki 200 bin İsrailli yerleşimciyi geri çekmeye başlaması ve özerk Filistin yönetimi ile bu doğrultuda bir ateşkes anlaşması imzalaması bekleniyordu. Oysa İsrail yönetimi son bir yıl zarfında, Irak işgalinin yarattığı elverişli koşullardan sonuna dek yararlanarak, sözde barış planlarını dahi rafa kaldırdı. İşgal topraklarındaki Yahudi yerleşim birimlerini boşaltmak bir yana, bir yılı aşkın bir süredir Gazze şeridi ile diğer Filistin topraklarını ortadan bölen -şimdilik- 347 km’lik hareketli, beton bir duvarın inşasına da hız verildi. Bölgedeki karışık atmosferden yararlanarak, Filistin İntifadası’nın başını çeken Hamas

Açıklama [367]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [368]: <!--[endif]-->


örgütünün iki temel önderi şeyh Yasin ve Rantisi’nin iki ayrı suikast ile katledilmeleri ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) ile El Aksa Tugayları üst düzey yöneticilerine dönük saldırılar ise Filistin halkına yönelik açık bir savaş ilanı idi. Öte yandan İsrail yönetimi İntifada hareketi içinde yer alan gruplar arasında, mücadeledeki güçleri bölmek amacıyla bir iç savaşı kışkırtabilmek içinde bütün kartlarını masaya sürmüş durumda. Geçen ay boyunca, İsrail ordusu, aslında yukarıda sözü gecen “barış” planı doğrultusunda boşaltmaya başlaması gereken Yahudi yerleşim birimlerine yönelik saldırıları bahane ederek, Filistin mülteci kamplarına dönük “Tövbe Operasyonu” adı verilen kapsamlı saldırlar gerçekleştirdi. Gazze şeridinin güneyinde yer alan, Han Yunus ve Cebaliye mülteci kamplarına yönelik hava destekli operasyonlarda, şu ana dek 90’a yakın Filistinli hayatını kaybederken, yüzlerce ev direnişçileri barındırmak suçlamasıyla yerle bir edildi. Bu operasyonun stratejik hedefi direniş örgütlerinin askeri ve politik liderlerinin mümkün olduğunca tasfiye edilmesiyle birlikte, direnişe lojistik destek sağlayan mülteci kamplarındaki alt yapı ve örgütlenmeye karşı ağır bir yıpratma savası verilmesiydi. Onlarca çocuğun hayatini kaybettiği saldırıların durdurulması için BM güvenlik konseyine sunulan karar tasarısı ise, 11 ülkenin lehte oyuna karşın, İsrail emperyalizminin sadık hamisi ABD’nin vetosu ve İngiltere, Almanya ve Romanya’nın çekimserliği nedeniyle rafa kaldırıldı. Yaşanan bu son gelişmelerinde bir kez daha gösterdiği üzere, yoksul Filistin halkının maruz kaldığı acı ve şiddetin gerçek kökeni, Filistin topraklarının İsrail devletinin kurulusundan beri sürdürülen kanlı ve sistematik gaspında yatmakta. İsrail devletinin bölgedeki belirleyici rolü yalnızca Filistin halkına saldırmak değil, ama aynı zamanda Ortadoğu’da yaşanan tüm gelişmelerde de açıkça görüldüğü gibi Arap halkının birliğini de tehdit etmektir.

Açıklama [369]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [370]: <!--[endif]-->

Açıklama [371]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [372]: <!--[endif]-->

Açıklama [373]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [374]: <!--[endif]--> Açıklama [375]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [376]: <!--[endif]-->

“Irak’ta

İşgale Hayır” koordinasyonu nereye gidiyor?

Açıklama [377]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [378]: <!--[endif]--> Açıklama [379]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

Mavi Mayıs Bütün dünyanın bugün düzmece olduğunu bildiği, kitle imha silahları üretmek ve 11 Eylül saldırılarını organize etmek gerekçesiyle 1 Mayıs 2002 tarihinde ABD emperyalizmi Irak’a işgale girişmişti. Aradan gecen bir yılı aşkın süredir, bir yandan Irak halkının kahramanca direnişiyle köşeye sıkışan ABD, diğer yandan dünya düzeyinde gelişen emperyalist işgale karşı kitle seferberlikleriyle baş etmek zorunda kalıyor. İşçi Cephesi olarak “Önleyici Savaş” adı altında Irak’ı ve tüm Ortadoğu’yu kana bulayacak bu emperyalist işgal girişimine karşı, yoksul Irak halkının ve bir bütün olarak Ortadoğu emekçilerinin yanında tutum almak için, ”Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu’nun” (şimdiki adıyla “Irak’ta İşgale Hayır Koordinasyonu) bir bileşeni olmaya karar vermiştik. Bu nedenle kuruluşundan bu yana da gerek eylemliliklerine katılarak, gerek çeşitli konularda görev alarak, gerekse de maddi ve teknik açıdan IİHK’nun aktif bileşeni olma çabası gösterdik. Bu anti emperyalist platformun aktif bir üyesi olduk.

Amaç Irak’ta ki alçakça işgali teşhir etmek ve kitleleri bu refleksle Ortadoğu’yu kanlı bir sömürge imparatorluğu haline çevirme yönündeki saldırılar karşısında Irak ve Filistin halklarının saflarında kenetlemek olan koordinasyon, öncelikli amacı olan işçi ve kitle örgütlerini anti-emperyalist seferberlikler temelinde harekete geçirme hedefinden her geçen gün uzaklaşmakta, bu sebeple de bazı kurucu unsurlarıyla beraber kan kaybetmekte.

Adından da anlaşılacağı üzere temel görev tüm yönleriyle Irak’taki emperyalist işgale yoğunlaşmak ve Irak’taki meşru direnişi kitlelerin sahiplenmesini sağlamak iken son dönemde koordinasyondaki kimi sektörler bu zemini yerinden oynatarak, onu ulusal plandaki bir dizi gelişmeye -F tipi direnişleri, rejim sorunu vs..- yanıt

Açıklama [380]: <!--[endif]--> Açıklama [381]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [382]: <!--[endif]--> Açıklama [383]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [384]: <!--[endif]--> Açıklama [385]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [386]: <!--[endif]--> Açıklama [387]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [388]: <!--[endif]--> Açıklama [389]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [390]: <!--[endif]-->

Açıklama [391]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [392]: <!--[endif]-->


vermenin aracı olarak değerlendirmeye yönelmiştir. Kuşkusuz bu konular çok önemlidir. Her biri senelerdir mücadelemizin en başta gelen konularından olmuştur. Diğer yandan yukarıda sözü edilen politik kampanya başlıklarının her biri kanımızca son derece önemli ve anlamlı olmakla birlikte, giderek koordinasyonun varoluş amaçlarını ve hedeflerini değiştiren bir çehre oluşturmaya başlamaktadır. Nitekim bu gelişmelere paralel olarak, son günlerde, koordinasyonun yalnızca kan kaybetmekle kalmadığını, Irak’taki emperyalist işgale karşı ülkedeki en geniş ve meşru anti-emperyalist cepheleşme misyonunu da yitirmekte olduğunu belirtmeliyiz. Biz her politik eylem birliği ve cepheleşmenin net bir hedef doğrultusunda oluşturulması gerektiğini, kimi zaman yan hedeflerle ilişkilendirilse bile ana zeminin asla niteliğini kaybetmemesi gerektiğini düşünüyoruz. Ülkemiz emekçi yığınlarını yakından ilgilendiren Irak direnişi gibi can alıcı bir konu karşısında kitle hareketinin ihtiyacı olan işçi sınıfının önderliğinde tüm emekçilerin birleşik etkin bir cepheleşmesinin yaratılabilmesi bugün kitle hareketinin olanca meşruluğuyla Irak emekçilerinin direnişi saflarında kenetlenebilmesinin de yegane koşulu olarak görünüyor.

Açıklama [393]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [394]: <!--[endif]-->

Açıklama [395]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [396]: <!--[endif]--> Açıklama [397]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [398]: <!--[endif]-->

Açıklama [399]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [400]: <!--[endif]--> Açıklama [401]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [402]: <!--[endif]-->

Afganistan işgalinde Türkiye’ye yeni görev

Açıklama [403]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [404]: <!--[endif]--> Açıklama [405]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

Murat Yakın

Açıklama [406]: <!--[endif]--> Açıklama [407]: <!--[if !supportEmptyParas]-->

Irak’ın başını ABD emperyalizminin çektiği koalisyon güçlerince işgalinin üzerinden bir yılı aşkın bir süre geçti. İşgalci güçler bir yandan ürettikleri sahte gerekçelerle dünya kamuoyu açısından meşruluk kazanacaklarını, diğer yandan da Irak’a ve tüm bölgeye demokrasi ihracı söylemiyle Irak halkınca derin bir sempatiyle karşılanacaklarını umuyorlardı.

Açıklama [408]: <!--[endif]--> Açıklama [409]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [410]: <!--[endif]-->

Emperyalizmin balonu her iki hedef açısından da umulandan çabuk söndü. Emperyalizmin sahte demokrasi şampiyonları Irak’ta çiçekler yerine giderek kabaran direnişin öfkesiyle karşılandı. Irak’taki Şii ve Sünni direniş güçlerinin, işgalin şokunu çabuk atlatıp, emperyalizmin bölme siyasetini boşa çıkartarak güç birliğine gitmesi işgal güçlerinin her geçen gün daha ağır kayıplara uğramasına ama dahası bir türlü ülkede meşru bir yönetim mekanizması kuramamasına yol açtı. Direnişin hesaplanamayan gücü basta İspanya olmak üzere bir dizi koalisyon ülkesinde politik dengeleri alt üst etti, hükümetlerin düşmesine ve koalisyonun parçalanmasına yol açtı. İşgalcilerin politikalarında uğradıkları askeri ve siyasi başarısızlık, yalnız Irak’la ve Filistin’le sınırlı kalmadı. Hatırlanacağı üzere, ABD emperyalizmi 11 Eylül saldırılarının ardından uluslararası teröre karşı top yekun savaş söylemiyle ilk olarak Afganistan’ı işgal etmişti. Aradan geçen iki yılın ardından, aynen Irak’ta olduğu gibi Afganistan’ın da büyük bir bölümü direniş güçlerinin kontrolüne geçmiş durumda. Geçen ay Afganistan’da düzenlenen ve ABD işbirlikçisi Hamit Karzai’nin kazandığı genel seçimlerde, ülkede politik bir istikrar göstergesi olamadı. Zira işbirlikçi Afgan savaş beyleri arasında da farklı çıkar ve kaygılara dayalı yoğun gerilim ve çatışmalar yaşanıyor. Dahası işgal güçleri başkent Kabil’in dışında ülke genelinde en ufak bir denetime sahip değiller. Ülkede yaşanan bu derin politik ve askeri istikrarsızlık, Irak’ta iyice köşeye sıkışmış ve yalnızlaşmış ABD emperyalizminin bölgedeki yeniden sömürgeleştirme girişimlerinde yeni müttefiklere duyduğu kaçınılmaz ihtiyacı derinleştiriyor. Bu doğrultuda ilk adımlar, geçtiğimiz haziran ayında İstanbul’da düzenlenen ve ABD başkanı Bush’un da katıldığı NATO zirvesinde, Irak’taki koalisyon güçlerinden çekilen İspanya ve Türkiye’nin Afganistan’daki “barış” gücüne daha fazla sayıda asker vermesi talebiyle atılmıştı. Son aylarda ise başta ABD yönetiminden yetkililer ile kongre üyelerinden

Açıklama [411]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [412]: <!--[endif]--> Açıklama [413]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [414]: <!--[endif]--> Açıklama [415]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [416]: <!--[endif]-->


işbirlikçi AKP hükümetine yönelik yeni basınçlara tanık olduk. Bu çabaların temel hedefi halen Afganistan’da 200 asker bulunduran ve gelecek şubat ayında bir kez daha Afganistan’daki “barış” gücü komutasını devralacak Türkiye’nin asker sayısını 2 bine kadar çıkartması. Bu doğrultuda “sağdık müttefik” Türk hükümetine bir mektup yazan ABD dışişleri bakan yardımcısı Richard Armitage “Türkiye 200 askerle Afganistan’da büyük işler yaptı, 2000 askerle daha da büyük işler yapar” ifadesini kullanıyor. Şurası çok açık ki, önümüzdeki dönemde Türkiye’yi Ortadoğu ve Afganistan’daki sömürgeci koalisyon güçlerinin temel unsuru haline dönüştürme çabaları yoğunluk kazanacak. Olasılıkla bu çabalara, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne entegrasyonu ve modern dünyaya liderlik etmesi söylemleri eşlik edecek. Bu hedeflere ulaşabilmek için Ortadoğu’da demokrasinin ve istikrarın zorunluluğu masalları şimdiden burjuva basının ana gündemi haline geldi. Bu ciddi gelişme karşısında ise, anti-emperyalist hareket bir öncekinden daha da zayıf ve bölünmüş durumda. Başta sendikalar ve tüm işçi sınıfı örgütleri olmak üzere tüm kitle örgütleri ve savaş karşıtı platformların vakit kaybetmeksizin güçlü, meşru ve kitlesel bir savaş ve emperyalizm karşıtı cepheleşmeye gitmesi acil bir görev. Emperyalizmin yenilgisi için Irak, Filistin ve Afgan halklarının saflarına!.. Sömürgecilere ne tek bir kuruş ne tek bir asker!..

Açıklama [417]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [418]: <!--[endif]--> Açıklama [419]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [420]: <!--[endif]--> Açıklama [421]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [422]: <!--[endif]-->

Ekim Devrimi 87 Yaşında

Açıklama [423]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [424]: <!--[endif]--> Açıklama [425]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [426]: <!--[endif]-->

Fuat Karan

Açıklama [427]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [428]: <!--[endif]-->

“Kitlelerin ayaklanması bir sınıfın hakimiyetini yıkmaya ve bir diğer sınıfın hakimiyetini kurmaya yol açmalıdır; ancak o zaman bir devrim yapılmış demektir... Devrimin toplumun gelişiminde nesnel olarak koşullanan bir süreci ifade etmesi gibi, kitle ayaklanması da devrimin gelişiminin nesnel olarak koşullanmış bir unsurunu ifade eder. Ama ayaklanma için gerekli koşullar mevcutsa, kimse ağzını açıp pasif bir şekilde beklememelidir... İlerici sınıf, ömrünü tüketmiş bir toplumsal düzeni süpürüp atmak için zamanın geldiğinin farkına varmalı ve iktidarı ele geçirme görevini önüne koymalıdır. İşte burada, öngörü ve hesaplamanın irade ve cesaretle birleştiği bilinçli devrimci eylem alanı başlar. Bir diğer deyişle, partinin eylem alanı başlar. Devrimci Parti ilerici sınıfın en iyi unsurlarını birleştirir. Koşullara uyum sağlayabilen, olayların akışını ve ritmini değerlendirebilen ve daha baştan kitlelerin güvenini kazanabilen bir parti olmaksızın, proleter devrimin başarıya ulaşması imkânsızdır. Bunlar ayaklanmanın ve devrimin nesnel ve öznel faktörleri arasındaki karşılıklı ilişkilerdir.” (Rus Devrimini Savunurken, Troçki) İşçi sınıfının, sömürücüleri defedip iktidarı aldığı ve tüm dünyayı sarstığı tarihtir Ekim Devrimi. 1917 yılının 6 Kasımını 7 Kasıma bağlayan gece Bolşeviklerin öncülüğünde işçilerin ve emekçi halkın çarın Kışlık Saray’ını ele geçirmesiyle Devrim gerçekleşti. Eski Rus takviminde bu tarih 25 Ekim’e denk geldiği için devrim Ekim Devrimi olarak tarihe geçti. Paris Komünü’nden tam 46 yıl sonra işçi sınıfı bir kez daha burjuvaları iktidardan attı. Lenin’in ifadesiyle “Zincir en zayıf halkasından koptu.” Çarlık Rusya’sı eşitsiz ve bileşik gelişimin sonucu olarak 1890’lardan sonra hızla sanayileşmeye başladı. Yeraltı kaynakları açısından zenginliği yabancı sermaye yatırımlarını sürekli artırıyordu ve büyük fabrikalar kurulmaya başladı. Yine de proletaryanın genel nüfus içindeki oranı çok düşüktü. Üstelik bir yanda köylülüğün sorunları, diğer yanda ulusal sorun duruyordu. Yani daha burjuva demokratik devrim gerçekleşmemişti. Olaylar, Stalin’in “aşamalı devrim” teorisine göre değil, Troçki’nin daha 1905’te

Açıklama [429]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [430]: <!--[endif]--> Açıklama [431]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [432]: <!--[endif]-->

Açıklama [433]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [434]: <!--[endif]-->

Açıklama [435]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [436]: <!--[endif]-->


öngördüğü biçimde gelişti ve burjuva devletin gelişiminin işareti köylü savaşımlarıyla, burjuva devletinin sonunun habercisi proleter ayaklanmalar Rus Devrimi’nin karakterini belirledi. Köylülük ve ezilen uluslar proletaryanın önderliğinde mücadeleye atıldı. 4 milyon işçi ve 100 milyon köylü çarlığı devirdiler ve iktidarı aldılar. Dünya Paylaşım Savaşı'ndan önce, yaklaşık 1 milyon 450 bin işçi grevdeydi; fakat savaşın başlamasıyla gelişen milliyetçi dalgayla neredeyse tüm grevler durdu. II. Enternasyonal’in “anavatan savunusu” çağrısının aksine Bolşevikler, işçileri kendi burjuvalarına karşı savaşmaya çağırdılar. 1915’te 35’e düşen grevci sayısı, 1916’da 1 milyonun üzerine çıktı. Grevlerin merkezi Petrograd’dı. 23 Şubat’ta (8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü) kadın tekstil işçileri greve çıktılar, onlara işten atılan 20 bin Putilov işçisi de katıldı. Kadın emekçilerin “ekmek isteriz” sloganı savaş ve Çarlık karşıtı slogan ve gösterilere döndü. Grevcilerin sayısı her gün artıyordu. Üstelik askerler de işçilere katılmaya başladılar. 26 Şubat'ta artık isyan tüm ülkeyi sarmıştı. Tüm devlet daireleri, posta, telgraf gibi iletişim araçları Sovyetlerin, yani işçi sınıfının elindeydi. 27 Şubat'ta Çarlık devrildi ve iktidar İşçi Sovyetlerine geçti. Bu devrim, Şubat Devrimi adıyla tarihe geçti. İçinde Menşeviklerin ve Sosyalist devrimcilerin olduğu bir Kurucu Meclis oluşturuldu. Burjuvazinin sabotajlarına, ekonomik sorunlara Kerenski hükümetinin savaşa yeniden asker gönderme kararı da eklenince halkın öfkesi gittikçe arttı. 3-4 Temmuz’da 40 bin Putilov işçisi ve Kronştad askerlerinin öncülüğünde kitlesel gösteriler oldu. Devrim için erken olduğunu düşünen Bolşevikler, erken bir ayaklanmanın yenileceğini görerek isyanı durdurdular. Ayaklanma durmasına rağmen, hükümetin Bolşeviklere dönük saldırıları başladı. Troçki tutuklanırken Lenin ve Zinovyev Finlandiya’ya geçtiler. Bu durumdan yararlanmak isteyen eski Çarlık güçleri ve diğer gerici güçler general Kornilov etrafında toparlanmaya başladılar. Kornilov’un örgütlediği karşı devrimci güçlere karşı kurulan Devrimci Askeri Komite’ye binlerce işçi katıldı. Kızıl muhafızlar, karşı devrimcileri bozguna uğrattılar. Sıra artık Kerenski hükümetindeydi. Şubat ayında 23 bin üyesi olan Bolşevik Partisi, ağustosta 240 bin üyeye ulaştı. 1 Eylül'de Petrograd, 2 Eylül'de Finlandiya, 5 Eylül'de Moskova, 9 Eylül'de diğer Sovyetlerde yönetimi Bolşevikler aldılar. Troçki, Petrograd Sovyet Başkanı seçildi. 11 Eylül'de Sovyetler geçici hükümete verdiği desteğini çekti. 10 Ekim’de Lenin Rusya’ya geldi, merkez komitesini ikna etti ve Troçki’nin önerisiyle 25 Ekim, yani Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi’nin yapılacağı gün, ayaklanma günü olarak belirlendi. Ayaklanmanın komutanı Devrimci Askeri Komite’nin başkanı seçilen Troçki’ydi. 25 Ekim gecesi saat dokuzda Kışlık Saray'a operasyon başladı. Saat 11’de toplanan Rusya Sovyetleri Kongresi’nde iktidarın Sovyetlere geçmesi kabul edildi. 26 Ekim'de Kışlık Saray düştü, ayaklanma sonucunda Kerenski kaçtı. Bolşevikler, Brest-Litovsk anlaşmasını imzalayarak birinci dünya savaşından çekildiler. Fakat gerici Çarlık güçleri, Menşevikler, Sosyalist Devrimciler ve diğer bazı sol partilerin örgütlediği güçler Bolşeviklere, yani işçi sınıfının hükümetine karşı saldırıya geçtiler. Troçki’nin önderliğinde Kızıl Ordu güçleri karşı devrimci ayaklanmayı bastırarak iç savaşı kazandılar ve işçi sınıfının iktidarını pekiştirdiler. Devrimin gelişmiş kapitalist devletlerde değil de, geri bir ülke olan Çarlık Rusyası’nda gerçekleşmesinin birçok nedeni vardır: eski egemen sınıfların çürümüşlüğü, burjuvazinin siyasi zayıflığı, köylü ayaklanmaları, proletaryanın toplumsal gücü, devrimci mücadelelerin deneyimi, dünya savaşı, Sovyetlerin oluşumu ve Bolşevik Partisi. Bu nedenlerden Sovyetler ve Bolşevik Partisi’ni özellikle incelemek gerekiyor. İşçi sınıfının öz-örgütlenmesi olarak Sovyetler, hem Şubat hem de Ekim devrimlerinin gerçekleşmesinde çok önemli bir yere sahiptirler. Rus sanayisinin hızlı gelişimi işçilerin büyük fabrikalarda toplanmasını sağladı. Demiryollarında 7 Ekim 1905’de başlayan grev, 9 Ekim’de tüm hatlara yayıldı. Grev, “sekiz saatlik işgünü”, “sivil özgürlükler”, “genel af” ve “kurucu meclis” gibi taleplerle siyasi bir içeriğe kavuştu. Sovyetler, ilk toplantısını kitlesel seferberliklerin yükseldiği bir dönemde Menşeviklerin çağrısıyla yaptı. Ülkede yönetim çarlık ailesindeydi, ama üretim Sovyetlerin kontrolündeydi. Bu durum 1905 yenilgisi ile tersine döndü ve Sovyetler güçlerini yitirdiler. 1917’li yıllara gelindiğinde Sovyetler iktidara taliptirler. Troçki, Sovyetleri işçi demokrasisinin uygulandığı embriyon halinde bir iktidar organı olarak görüyordu. Bolşevik partisi, Ekim Devrimi’nin başarıya ulaşmasında önemli bir yere sahiptir. Rusya’da ilk Marksist grup 1883’te ortaya çıktı; bu grup göçmenler içinde etkiliydi. 1889’da RSDİP (Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi) kuruldu. 1903’te Bolşevikler ve Menşevikler ayrıştılar ve 1912’de Bolşevikler partileşti. Emekçi halkın mücadelelerinde onların güvenini kazanan, talep ve sloganlarıyla kitlelere yön veren, işçi sınıfının en ileri unsurlarını bağrında toplayan Bolşevik Partisi, kitle seferberlikleri içerisinde büyüdü, devrim esnasında kitleleri kendi devrimci programına kazandı ve işçi sınıfının iktidarı almasında önemli bir rol üstlendi. Oysa aynı dönemlerde kendi Sovyetlerini inşa eden İtalya ve Almanya işçileri, böyle bir partiyi inşa edemedikleri

Açıklama [437]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [438]: <!--[endif]-->

Açıklama [439]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [440]: <!--[endif]-->

Açıklama [441]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [442]: <!--[endif]-->

Açıklama [443]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [444]: <!--[endif]-->

Açıklama [445]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [446]: <!--[endif]-->


için kendi burjuvazileri karşısında silahsız kaldılar. Nahuel Moreno, Geçiş Programının Güncellenmesi adlı kitabının dördüncü tezinde, Ekim Devrimi’nin istisnai karakterinden ve ona bu karakteri veren Bolşevik Partisi’nden ve III. Enternasyonal’den şu şekilde bahseder: " Ekim Devrimi bugüne kadar bir istisna olmuştur, tıpkı bu devrimin sonucu olan Üçüncü Enternasyonal’in de bir istisna olduğu gibi... Ekim Devrimi’nin belirleyici etkeni olan Leninist parti, bir önceki çağın, dünya proletaryasının elli yıllık yükselişinin ve zaferlerinin sonucudur. Bu çağ olmaksızın, Bolşevik Partisi’nin ortaya çıkışını anlamak imkânsızdır... Üçüncü Enternasyonal’in kurulması, emperyalizm varolduğundan beri, uluslararası sosyalist devrime önderlik edecek bir dünya partisi anlamında merkezi ve devrimci bir Enternasyonalin kurulması yönündeki ilk denemeydi. (Geçiş Programının Güncellenmesi, Nahuel Moreno, İşçi Cephesi Kitapları, Tez 4, syf.7) Alman devriminin yenilgisi ve ardından Avrupa’daki ayaklanmaların durması sonucunda devrimin tek ülkede kalması; devrime öncülük eden Bolşevik kadroların ve öncü işçilerin çetin iç savaş sırasında ölmesi, sakat kalması veya köylerine dönmesi sonucunda onların yerini köylerden gelen yeni işçilerin alması, çarlık memurlarının, mühendislerinin, bazı bürokrat ve generallerinin geri çağrılmak zorunda kalması; devrimin geri bir ülkede gerçekleşmiş olması ve üstelik iç savaşın bu geriliği daha da arttırması gibi nedenlerle ülkede bürokrasi güçlendi ve Stalin’in sözcülüğünü yaptığı Bonapartist bürokratik kast iktidarı işçi sınıfından aldı ve işçi sınıfının tüm kazanımlarının üstüne oturdu. Devrime önderlik etmiş Bolşevik savaşçıların büyük bir kısmı katledildi ve başta Troçki olmak üzere sürgüne gönderildi. Çin, İspanya, Yunanistan devrimlerinin yenilgisi, Almanya’da faşizmin yükselişinin yolunu açma, Hitler’le yapılan anlaşmalar ve 1952’de Komintern’in feshi gibi ilk anda akla gelen birçok ihanetiyle Stalinist bürokrasi dünya devriminin gelişimini engelledi ve işçi sınıfı mücadelelerini sekteye uğrattı. Bu yenilgiye rağmen Sovyetler Birliği planlı bir ekonomiyle bir ülke ekonomisinin muazzam bir gelişme gösterebileceğini gösterdi ve dünyanın tüm emekçilerine, ezilenlerine umut oldu. 1932 yılında sürgündeyken yaptığı Rus Devrimini Savunurken adlı konuşmasında Troçki, bunu şöyle ifade ediyor: “Rusya’nın sınai gelişim eğrisi, kaba rakamlarla ifade edildiğinde şöyledir; savaştan önceki son yılı, 1913’ü 100 olarak ele alalım. 1920 yılında iç savaşın doruk noktası aynı zamanda sanayinin en düşük noktasıdır; sadece 25, yani savaş öncesi üretimin dörtte biri. 1925 yılında bu rakam 75’e yükseldi, yani savaş öncesi üretimin dörtte üçüne; 1929’da 200 civarı, 1932’de 300, yani savaşın arifesindekinin üç katı...Ekim Devrimi sadece ayrıcalıklı bir azınlık için değil, tüm toplum için tasarlanan yeni bir uygarlığın temellerini atmıştır. Dünyadaki tüm kitleler bunun farkındadır. Bu yüzden de onların Sovyetler Birliği’ne duydukları sempati bir zamanlar Çarlık Rusya’sına duydukları nefret kadar ateşlidir.”

Açıklama [447]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [448]: <!--[endif]-->

Açıklama [449]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [450]: <!--[endif]-->


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.