Ic21

Page 1

İşçi mücadelelerinin niteliği,

UPS örneği ve diğerleri

12 Eylül 1980 askeri darbesiyle start alan, Özal ile uygulanmaya başlayan, sonraki hükümetlerce de ağır aksak da olsa devam ettirilen neoliberal karşı devrimin bayrağını son olarak 2002’de AKP hükümeti aldı ve en iyi öğrencilerden biri oldu...

Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 21 • Eylül 2010 • Fiyatı 2 TL

Arka Plan, sayfa 8-9'da...

Emekten yana demokratik bir anayasa ve kendi kaderini tayin hakkı için

İHTİYACIMIZ SİYASAL DEMOKRASİ VE KURUCU MECLİS! Kısmi anayasa değişiklik paketi 12 Eylül’de halk oylamasına sunuldu. 49,4 milyon kayıtlı seçmenden 38,3 milyonunun (yüzde 77) katılım gösterdiği referandumda, oylar yüzde 58 EVET (21,8 milyon); yüzde 42 HAYIR (15,8 milyon) olarak bölündü. Kürt illerinde ise BDP’nin boykot kararı etkili oldu.

Boykot karşılığını bulabildi mi? 2009 yılı yerel seçim sonuçları ile karşılaştırdığımızda Kürt illerinde BDP’nin boykot kararının firesiz sonuçlandığını söyleyebiliriz. Bu sonuç, BDP Kürt halkını temsil ediyor mu etmiyor mu sorusu üzerinden başlatılan meşruiyet tartışmasına kesin bir cevap niteliğindedir. Sonuçlar, BDP’nin Kürt halkının siyasi iradesini temsil ettiğini bir kez daha göstermiştir. Bu bağlamda BDP’nin ‘aslında evet ama şimdilik boykot’ gerekçesi olan muhatap alınma talebi karşılığını bulmuştur ama yalnızca bu anlamda. Oysa Boykot sadece sandık süreciyle sınırlı olmayan, seferberlikler yolu ile merkezi otoriteden sistemden devrimci kopuşu içererek gerçek anlamına ulaşabilecek bir politika. Bu noktada ise hem işçi, emekçi ve ezilen kesimlerin politik bilinci hem de BDP’nin yönelimi belirleyici olacak: Çözüm, kendi kaderini tayin hakkı talebi etrafında baskı rejiminin dönüşümünü hedef alacak bir işçi-emekçi cephesi/seferberliği yoluyla mı; iktidarın icazeti ve sınırları içinde mi aranacaktır? Önümüzdeki dönem süre gidecek yeni bir anayasa tartışmaları açısından da, Kürt sorununda çözüm tartışmaları açısından da belirleyici soru bu olacaktır.

EVET sonucu ne anlama geliyor? Diğer yandan, yüzde 58 EVET kararı (kayıtlı seçmen sayısına göre oranı yüzde 44) öncelikle AKP’nin kredisini henüz tüketmediğini göstermektedir. Artan işsizlik, yaygınlaşan yoksulluk koşullarına rağmen AKP yüzde 44’lük bir kesimin desteğini alıyor ve seçim sisteminin mevcut koşulları içinde yegâne iktidar gücü olma konumunu koruyor. Bu durumu iki gerçeklikle birlikte okumalıyız. Birincisi, AKP, kendisini iktidara getiren “sorunlar var, ben yaratmadım ama çözeceğim” vaadini, şimdi de “çözmeye çalışıyorum” söylemi üzerinden kitleler için hâlâ canlı bir umut olarak tutabiliyor. Bu durum, patronlar sınıfı için de sıradaki ekonomik saldırı planlarının uygulayıcısı olma potansiyelini kuvvetlendiriyor. İkincisi, AKP bu süreci, bir demokratikleşme, vesayet rejimi ile hesaplaşma olarak makyajlayarak özüne dokunmadığı baskı rejimini yeniden meşrulaştırıyor. Bu yanılsama ise, Türkiye’de solun on yıllardır en temel mücadele alanlarından biri olan rejim sorunu karşısında mücadele taleplerini görünmez kılıyor.

İktidar partisi tarafından, sonuçların, demokrasinin kazanımı-vesayet rejiminin yenilgisi olarak servis edilmesi de aynı makyajlamanın ürünü. TÜSİAD’dan MÜSİAD’a patronlar dünyası da bunu onaylıyor ama “yetmez” diyor, “yeni bir anayasa gerekli”; “21. yüzyıla yakışır bir anayasa”. “Din ve vicdan özgürlüğü”nün, “kimlikler”in, “kuvvetler ayrılığı”nın yer aldığı, ama işçi sınıfının temel haklarının ve Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının yer almadığı bir anayasa...

Yeni bir anayasa için! Bu durum bizi en başa, HAYIR kararımızın gerekçelerine götürüyor. İşçi Cephesi olarak, Referandum’da HAYIR demenin önemini çeşitli argümanlar üzerinden açıklamıştık. Her birinin ortak noktası şuydu: Anayasa kısmi değişiklik paketi emekçileri, ezilen ve sömürülen tüm toplum kesimlerini hak ve özgürlükler açısından daha da geri götürecektir. Çünkü yeni anayasa değişiklikleri, ilerleme, demokratikleşme adı altında sunulan değişikliklere rağmen 12 Eylül Anayasası’nın içeriğine ve ruhuna yönelik ve dolayısıyla baskı rejimine yönelik hiçbir dönüşüm getirmemektedir. Tersine, bu anayasayı yamalarla sürekli kılma ve normalleştirme hamlesi ile emekçilerin ve Kürt halkının devrimci demokratik istemlerini susturma çabası içine girmişlerdir. Şimdi aldıkları güvenoyu, patronların temsilcisi AKP hükümetinin sekiz yıldır sürdürdüğü ekonomik karşı devrim programına duraksamadan devam etmesinin önünü açacaktır. Ulaşımdan eğitime, sağlığa birçok alanı piyasalaştıran, sosyal güvenlik hakkımızı gasp eden, bizi özel istihdam büroları ile köle düzenine mahkûm etmenin yollarını arayan hükümetin şu ana kadar ki icraatlarına baktığımızda, önümüzde mevzilerimize yönelik ciddi bir saldırı dalgasının olduğunu öngörmek ve buna hazırlıklı olmak gerekir. Referandum’da HAYIR demenin önemi işçiler, emekçiler ve ezilen kesimler açısından bu dalgayı yavaşlatabilmenin, bu dalgaya karşı mücadeleyi emekten yana, eşitlikçi, özgürlükçü, laik bir anayasa talebi etrafında ortaklaştırabilmenin yolunu döşeme niyetinde bir adım olmasıydı. Bu saiklardan yola çıkarak referandumda HAYIR demiş ve onu yine bu saiklarla BOYKOT etmiş kesimlerin acil olarak işçi ve emekçiler için patronlar sınıfına karşı bir alternatif yaratabilme çabası içinde patronların değil işçi, emekçi ve ezilen kesimlerin yeni bir anayasa talebini örmesi, referandum sonrası süreç için en önemli görev olarak durmaktadır. Hatırlanması ve emekçilere hatırlatılması gereken ise yalnızca iki cephe olduğudur. Ve o ikinci cepheyi örmenin vakti gelip geçmektedir.

İşçi Cephesi, 14 Eylül 2010

Baskı ve şiddet rejimi nasıl son bulur?

Sayfa: 04

Yok edilen senin geleceğindir, 12 Eylül'ü unutma Sayfa: 06

“Kadın cinayetlerini durduracağız!”

Sayfa: 07

Kürtleri yok mu etmeli?

Sayfa: 10

Fransa - 7 Eylül genel grevi üzerine Sayfa: 14


2

İLAN TAHTASI

Kitap: Yeni Başlayanlar İçin Lenin İC - Haber, 3 Eylül 2010 Agora Yayınları, Yeni Başlayanlar İçin Troçki’nin ardından şimdi de Yeni Başlayanlar İçin Lenin kitabını yayımladı. Icon Books’un kaleminden çıkan bu kitabın görselleri, karikatür ve çizgi roman dalında ulus-

lararası düzeyinde tanınmış bir sanatçı olan Oscar Zarate tarafından çizilmiş. Kitabın tanıtım bülteninde şu ifadelere yer verilmekte: “Rus Devrimi’ni anlamak için en anahtar figür tabii ki Lenin’dir. Lenin’in rüyası, dünyanın ilk sosyalist devletinin kurulup yaratılmasıydı. Ne yazık ki bu rüyanın ömrü çok uzun sürmedi, Stalin'in 1929' da mutlak iktidarı ele geçirişiyle birlikte kâbusa dönmekten kurtulamadı. (...) Lenin, Marksist teoriyi muazzam derecede geniş ve kalabalık, karmaşık ve geri bir ülke olan Rusya’nın pratik gerçekliklerine uyarlamasını bilmiş, avangard bir devrimciydi. Peki, Stalin’in rejimine giden yolu döşemenin sorumluluğunu da esas olarak ona yüklemek mi gerekir? Okurlar bunun değerlendirmesini kendileri yapacaklar. Bu kitapta Lenin’in devrimci hayatı, bir taşra şehrinde başlayıp Rus Devrimi’nin mimarı olmaya giden müt-

hiş serüveni adım adım izlenerek anlatılmakta ve dâhice bir yetenekle yeraltı örgütlenmesinde ne kadar başarılı olduğu üzerinde özellikle durulmakta; dolayısıyla, Lenin’in kitleler içinde bir devrimci önder olmanın en etkili halkası olarak benimsediği devrimci faaliyet stratejileriyle beraber resmedilmektedir.” Dürüst olmak gerekirse, Agora’nın yeni çizgilerle Lenin kitabı, Yeni Başlayanlar İçin Troçki kadar yetkin, araçsal ve mizahi değil. Yine de bu kitap, yine Agora’ dan çıkan ve 10. kitabına ulaşan tüm bir Lenin Külliyatı’na başlamadan önce, hoş bir tebessümle incelenebilir. Yeni Başlayanlar İçin Lenin // Yazan: Richard Appignanesi // Çizen: Oscar Zarate // Çeviren: Osman Akınhay // Ağustos 2010, 176 Sayfa // Ederi: 15 TL

Kitap: Kirpiklerimin Gölgesi İC - Haber, 4 Eylül 2010

Görüş, öneri, katkı ve mektuplarınızı bekliyoruz... iscicephesi@gmail.com

SAYI: 21 • EYLÜL 2010 Aylık Siyasi İşçi Gazetesi Sahibi ve yazı işleri müdürü Atakan Çiftçi (Enternasyonal Yayıncılık) Yönetim yeri Caferağa Mah. Sarraf Ali Sok. Saraçoğlu İş Hanı No: 36/17 Kadıköy - İstanbul 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 25 TL • Yurtdışı: 25 € Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com Baskı Estet Ajans Matbaacılık Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul Fiyatı: 2 TL

Modern Türkiye toplumunun kendi başına ördüğü trajik tarihi, toplumsal cinsiyet sorunsalı üzerinden işleyen, çıktıktan kısa bir süre sonra yeni baskını da yaparak okurun beğenisini kazandığını kanıtlayan bir roman, Kirpiklerimin Gölgesi. Romanın kahramanı 11 yaşındaki bir kız çocuğu. Bu kız çocuğunun başından geçenler ise, gözlerimizin önüne her daim çektiğimiz perdeyle yüzleşme imkânını sunmakta bize. Marx’ın “Ne mutlu ailesi olmayana,” değinisini biraz da provakatif bir dille bozan kitabın içinden, tanıtım bülteninde de yer alan birkaç satır: “Hayatta bazen kirpiklerinizin gölgesinden başka sığınacak yeriniz kalmaz. Herkes kötülük yapar size. Bu böyle olmasına rağmen, orman, ağaçlar, sular, kuşlar,

gökyüzü ne kadar güzeldi. “Sence hayatın en güzel yanı neresi?” diye sorarsanız bana, “Hepsi,” derdim size. Mutlu olmaya dair bir umudum var benim. Avlanan ceylanlar son ana kadar yaralı gövdeleriyle doğrulup koşup kaçmak, avcının elinden kurtulmak isterler. Yaparlar da bunu. Yaraları ne kadar ölümcül ve derin olursa olsun. Vurulup düştükleri yerden kalkıp kaçarlar. Öleceklerini anladıkları zaman gözyaşı döken bu hayvanların ölüme direnişine şaşarsınız. Yaşadığım şu hayatta, kirpiklerimin gölgesi kadar bir yerde bile hayat kalmadı bana. Bunları düşündüm ve sonra geri dönüp o fena şeyi yaptım. Annemi öldürdüm.” Kirpiklerimin Gölgesi // Yazan: Şebnem İşigüzel // Ağustos 2010, 160 Sayfa // Ederi: 14,50 TL

NE SAVUNUYORUZ?

neyi hedefliyoruz?

İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Türkiye'de devrimci bir işçi partisinin inşası için mücadele ediyoruz. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Sermayenin baskı ve şiddet rejimine karşı mücadele ediyoruz ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.


EMEK GÜNCESİ

3

UPS (United Parcel Service) direnişinde 1 Eylül'ün ardından İC – Haber, 13 Eylül 2010 UPS'de (United Parcel Service) sendikalılaştıkları için işten çıkarılan ve TÜMTİS ile direnişe başlayan işçiler direnişlerinin 120. gününde UPS merkez binasının önündeydiler. Yakın zamanda Alibeyköy'de dayanışma gecesi gerçekleştiren UPS işçileri mücadelelerini uluslararası boyutta da sürdürmeye devam ediyor. TÜMTİS'in bağlı olduğu, dünya çapında 4,6 milyon üyesi olan Uluslararası Taşımacılık İşçileri Federasyonu (ITF) 42. kongresinde 1 ve 15 Eylül günlerini Türkiye'deki UPS işçileri ile dayanışmak için küresel eylem günü ilan etti. 1 Eylül günü Arjantinli işçiler Türkiye'deki UPS işçileri ile dayanışma için davullar çalarken, Amerika'daki işçiler genel merkeze yürüyüş düzenlediler. Güney Afrika'dakiler UPS ofislerine protesto faksları çektiler. Ürdün, Kore, Avusturya, Hong Kong, Rusya ve daha birçok ülkede sendikalar dayanışma için sokakta eylem yaptılar.

Türkiye'deki UPS işçileri ise saat 11.00’da toplandıkları Çapa'dan UPS genel merkezinin bulunduğu Zeytinburnu'na yürüdü. Yürüyüşe 1000'e yakın insan katıldı. Sloganlar atılarak süren yürüyüş UPS genel merkezi önünde basın açıklaması ile sona erdi. Basın açıklamasında ise üç talep ön plana çıkarıldı.

1. İşten atılan bütün işçiler koşulsuz olarak işe geri alınmalıdır. 2. İşçiler sendikaya üye olmamaları için tehdit edilmemeli; üye olanlar istifaya zorlanmamalıdır. 3. UPS yönetimi sendikamızla derhal görüşmeli; sendika hakkına saygı göstermelidir. İstanbul, İzmir, Ankara ve Balıkesir' deki işten çıkarılan sendika üyesi işçiler işbaşı yapana ve Toplu İş Sözleşmesi imzalanana kadar mücadeleye devam edeceklerini belirten TÜMTİS Genel Başkanı Kenan Öztürk eyleme destek veren kardeş sendikalara, demokratik kitle örgütlerine, gazetelere ve emeğin yanında olan herkese teşekkür ederek basın açıklamasını bitirdi. İşçilerin direnişe devam etmedeki azmi ve ailelerin gerçekleşen eyleme yoğun ilgisi dikkat çekiciydi. UPS işçilerinin bir sonraki eylemi 15 Eylül Çarşamba günü saat: 11.00'da yine Zeytinburnu UPS merkez binasının önünde gerçekleşecek.

Rimaks Tekstil işçilerinin direnişi sürüyor İC – Haber, 12 Eylül 2010

fabrikada toplam 133 işçinin işine son verilmiş oldu.

Rimaks Tekstil'de sendikalılaştıkları için işten atılan işçilerin direnişi sürüyor. Uzun ve yoğun çalışma saatlerine, düşük ücretlere karşı sendikalaşmaya karar veren işçiler, patronun işten atma saldırısıyla karşılaştılar.

Bu süreçte Rimaks işçileri çeşitli eylemler

Rimaks Tekstil'in Tuzla ve Bartın'da olmak üzere iki fabrikası bulunuyor ve bu fabrikalarda yaklaşık 450 kişi çalışıyor. Sendikalaşma faaliyeti, iki fabrikada birden Türk-İş'e bağlı TEKSİF tarafından yürütülüyor. Sendikanın işyerinde çoğunluğu sağlaması ve bu süreçte sendikalaşmanın patron tarafından duyulmasının ardından, işten atma saldırısı da başlamış oldu. Önce Bartın'da, Haziran ayında 20 işçi tensikata uğradı. Ardından 11 Ağustos'ta Tuzla'da 20 işçinin işine son verildi. Bu andan itibaren, işçilerin direnişe geçmesi ve direnişin büyümesiyle birlikte, işten atılan işçilerin sayısı giderek arttı ve iki

çalışan işçiler, bir saatlik iş durdurma eylemi yaptılar ve fabrikaları 20.30'a kadar terk etmediler. İşten çıkarmaların sürmesi üzerine, 25 Ağustos'ta Ankara-Bartın yolunu trafiğe kapattılar. 1 Eylül'de Bartın'a gelen Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı'nı protesto girişiminde bulundular. Bunun üzerine birçok işçi gözaltına alındı ve ancak Bakan'ın şehri terk etmesinden sonra serbest bırakıldılar.

düzenlediler. Öncelikle, fabrikaların önünde direniş çadırları kuruldu. 16 Ağustos'ta fabrikada halihazırda

Tuzla'daki Rimaks direnişinin yakınında, yine sendikalaştıkları için işten atma saldırısıyla karşılaşan işçilerin bir başka direnişi sürüyor: Kurtköy'deki UPS direnişi. UPS işçilerinin Rimaks direnişini ziyareti ve Rimaks işçilerinin, 1 Eylül'deki UPS eylemine katılımları, sınıf dayanışması açısından anlamlı eylemlerdi. Direnişteki işçilerin mücadeleleri birleştikçe ve kazandıkça, diğer işçilere de birer örnek teşkil edecek ve hiç şüphe yok ki, onları da mücadeleye katacak.

Sınavların körelttiği gençlik Liseli bir İC okuru, 8 Eylül 2010 Selamlar, Ben, İstanbul’da okuyan bir lise öğrencisiyim. Dile getirmek istediğim sorun ise gençliğin önemli sorunlarından birisi olan ÖSS. Yani sınavla eleme sistemi… Tam olarak kimi eliyorlar? İşçi olacakları; açlığa, yoksulluğa mahkûm kalacak insanları eliyor bu sistem. İşçi olabilecekler en azından karnını doyurabiliyor gerçi bir emrin, bir patronun, yani bir sömürücünün altında çalışarak... Burjuvalar, patronlar sınıfı zaten hep yerinde duruyor ve yeni köleleri arasından genç takımını bu sınavla

seçiyor. Sınavla eleme sistemi sınavda elenen o büyük çoğunluğun karşılaştıkları soruları ve sorunları kendi sorunuymuş gibi algılamasına yarıyor sadece. Sistem bu sınavla, okumayıp işsiz kalan insanların "sorun bende yeterince zeki değilim" demesini istiyor. Şu an ben de lise son sınıftayım ve temmuz ayında dershaneye başladık. Yaptığımız tek şey birkaç formül ezberledikten sonra üzerine günde 250 soru çözmek. Bu robotlaştırmanın yanında bırakın bir hobiyi ben kitap okuduğum zaman bile azar işitebiliyorum. Nerede kaldı özgürlük? Ben en azından bir dershaneye gidebiliyorken belki de birçok arkadaşım dershaneye gidemediğinden, ek

kaynak alamadığından ÖSS’de ‘başarılı’ olamıyor ve bu genç arkadaşlar toplumdaki işsizlik yüzünden bunalıma giriyorlar, gasp, hırsızlık gibi çeşitli olumsuzluklara sürüklenebiliyorlar. Bizleri köreltmeye çalışan bu sistemde refah içinde yaşayan gençlerse şu anki mülk sahiplerinin çocukları ve geleceğin mülk sahipleri. Bunlarsa herhangi bir çaba sarf etmeden babasının yerine oturarak sömürüyü devam ettiriyorlar. Hayatımızın zindan olmasına izin vereceğimize, geleceğin işçileri olacak bizler şimdiden bir bütün halinde işçi sınıfının yanında yer almalıyız. Yine de tüm yoldaşlarıma sınavlarında ve hayatlarında başarılar diliyorum.


4

POLİTİKA

Baskı ve şiddet rejimi nasıl son bulur? Sedat D., 4 Eylül 2010

Gazetemizin bu sayfasında daha önce pek çok kez demokratik bir ülkede yaşamadığımızı söyleyip; ayrıcalıklı bürokratları, Danıştay’ı, Sayıştay’ı, YÖK’ü, Cumhurbaşkanı, anayasası, askeri ve polisi ile bir baskı rejiminde yaşadığımızı belirttik. Yeni gelişmelerle rejim demokratikleşmekte midir? Yeni anayasa tartışmaları ile demokratikleşme sorunu yeniden gündeme gelmiş oldu. AKP kendi paketini demokratikleşme olarak ilan etmişti. Tüm sokaklar ve özellikle de AKP’li belediyelerin olduğu meydanlar: “Kadınlara pozitif ayrımcılık, darbe utancını silmek ve AB standartlarında bir anayasa için: Evet!” ilanlarıyla dolu idi. Ancak paket bütün olarak incelendiğinde de, madde madde ele alındığında da söylenenin hiç de gerçeklikle uyuşmadığı ortaya çıkıyor. Darbecilere karşı olduğu söylenen meşhur öneri, yeni darbelerin yapılmasını engellemeyecekti; zira hiçbir anayasa maddesi askeri darbeleri engelleyemez. Bugüne değin tüm darbeler anayasalarla güvence altına alınmış parlamentolara ve onların seçtiği hükümetlere karşı yapılmıştır. Ayrıca söylendiği gibi yeni değişikliklerin darbeci generallerin yargılanmasının önünü açacağı iddiası da farazi bir ihtimalin ötesine geçmemekteydi. Öte yandan Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısının arttırılması yine bir “çoğulculaşma” olarak önümüze sürülmüştü. Ancak öneri Anayasa Mahkemesi’nin niteliğinde, görevlerinde ve üye atamalarını yapan kurumlarda hiçbir değişiklik getirmiyordu.

demokratik bir dönüşüm, emekçi yığınların, ezilenlerin ve sömürülenlerin mücadelesinin önünü açabilecektir. İşte bu yüzden biz de İşçi Cephesi olarak, sınıf mücadelesine yönelen bu baskı rejiminin demokratik devrimci dönüşümü doğrultusunda uğraş veriyoruz. Rejimden kimler faydalanıyor?

Daha kuruluş aşamasından başlayarak Türkiye Cumhuriyeti, asker ve sivil bürokrasinin elindeki devlet kurumu aracılığıyla kapitalizmin inşasına girişmiş ve bütün imkânlarını güçlü bir burjuva sınıfın yaratılması için seferber etmiştir. Bu amaçla zengin-yoksul bütün azınlıkların varlıklarına elkoymuş, emekçiler ve köylüler üzerindeki sömürüyü yoğunlaştırmış ve bu yolla yeni bir zenginler sınıfı yaratmaya yönelmiştir. Bu arada, paşasından valisine kadar asker ve sivil bürokratlar da zenginler sınıfının bir parçası haline gelmiştir. Başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler de bu rejimi daima desteklemişler ve onu özellikle bölge halkları üzerinde NATO’nun sadık bir bekçisi olarak görmüşlerdir. Günümüze kadar süren bu baskı ve sömürü rejimi zaman zaman kendisini koşullara uyarlamak için bazı değişiklikler yapmıştır: Örneğin tek parti iktidarından çok partili Meclis sistemine geçilmiş, kitlelere bazı demokratik haklar tanınmıştır. Ama işler biraz karıştığında, burjuvazinin ve bürokrasinin egemenliği biraz tehlikeye girdiğinde duruma hemen müdahale edebilecek, üstünlüğü tartışılmaz “hakemlere” ya da Bonapartlara sahip olmuştur. Bonapartizm dediğimiz

Anayasa tartışmalarının bize gösterdiği önemli bir nokta var: Baskı rejiminin kurumları ve yasaları halen ayaktadır. Tartışılan tek şey, baskı rejiminin çok başlı yapısı içerisinde hangi kurumunun ön plana çıkacağıdır.

Biz bugün Türkiye’de var olan baskı rejimini Bonapartizm olarak adlandırıyoruz: Yani, görünürde işleyen bir parlamentonun varlığına rağmen seçilmişlerin değil atanmışların -asker ve sivil bürokrasinin- son tahlilde egemen olduğu bir rejim biçimi. Demokratikleşme her şeyden önce bu baskı ve şiddet rejimine, onun tüm kurumlarına son verilmesine bağlıdır. Bu tip bir demokratikleşmenin derhal ülkedeki bütün sorunları çözmüş, sömürüye ve eşitsizliğe, açlığa ve işsizliğe son vermiş olmayacağının farkındayız. Ancak bugün rejimin baskısı işçi ve emekçilerin, Kürt halkının, azınlıkların, kadınların ve diğer ezilenlerin mücadeleleri üzerindedir. Rejim sınıf mücadelesinin, dayanışma grevi, politik grev, işçi sınıfı partisi kurmak gibi pek çok hakkını zapt etmektedir. Dolayısıyla

Bundan önceki pek çok sayımızda da belirttiğimiz gibi İşçi Cephesi olarak, rejim sorununun çözülebilmesi için emekten yana yeni bir anayasayı oluşturacak bir Kurucu Meclis’in toplanmasından yanayız. Böyle bir meclisin görevi, tüm anti demokratik uygulamaların ve kurumların ilga edilmesi; Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının teslim edilmesi; işçi ve emekçi sınıflara tüm politik ve sendikal özgürlüklerin tanınması; yoksul köylülerin ve tarım emekçilerinin ihtiyacı olan toprak reformunun gerçekleştirilmesi; kadınların ve din, etnik köken, cinsiyet vs. açılardan azınlık olan toplumsal kesimlerin haklarının güvence altına alınması olacaktır. Kısacası Kurucu Meclis’in en temel işlevi, siyasal ve toplumsal özgürlükleri garanti altına alacak ve emekten yana bir ekonomik düzenlemenin gerçekleştirilmesinin önünü açacak yeni bir anayasayı hazırlamak olacaktır. Kurucu Meclis’i kim toplayacak? Meclis kimlerden oluşacak? İşçilerin, emekçilerin, Kürt halkının, demokrasiden yana olan tüm toplum kesimlerinin özlemlerine yanıt verecek gerçekten demokratik bir yasal düzenlemeyi gerçekleştirecek bir Kurucu Meclis, asla bugünkü Bonapartist rejim içinden çıkmayacaktır. Bu durumda Kurucu Meclis’i toplayacak olan yine işçi sınıfının, emekçilerin ve Kürt halkının devrimci seferberliği olacaktır. Kurucu Meclis’in toplanmasını belirleyecek olan dinamik sınıf mücadelesidir. Yani sınıf mücadelesinin düzeyi ve onun yarattığı örgütsel formlar Kurucu Meclis için temel oluşturacaktır. Kurucu Meclis’in bileşimini de bu mücadelelerin sonucu belirleyecektir. Bonapartist rejime seferberlikleriyle son veren kitleler kendi temsilcilerini, herhangi bir baraj sınırı olmadan ve özgür oylarıyla seçebilecek ve Kurucu Meclis’e yollayabileceklerdir.

Rejim niçin dönüştürülmelidir?

Bunun yanı sıra; AKP’si, CHP’si ve tüm diğer düzen partilerinin anayasa sorununa bakışları göstermektedir ki, bu partilerin hiçbiri rejimin demokratik dönüşümünden yana değildir. Çünkü düzen partilerinin önerileri, rejimin kurum ve işlevlerine dokunmayan, yalnızca burjuvazinin işini kolaylaştıracak manevralardan ibaret olan önerilerdir.

güç, bu düzenden hiçbir çıkarı olmayan, tam tersine onun mağdurları olan başta işçi sınıfı ve yoksul Kürt halkı olmak üzere, tüm emekçi toplum kesimleridir.

ve kendisi gerekli gördüğünde darbe yapıp iktidar değiştirebilen ve halkın üzerindeki baskıyı derhal yoğunlaştıran bu rejiminin niteliğini de bu olgu ifade etmektedir. Günümüzde ise, ekonomik kriz etkilerini sürdürürken işçi sınıfının tepkisinin bir muhalefete dönüşmesi olasılığı burjuvaları ve bürokratları korkutmaktadır. Aynı şekilde “açılım” adı altında yürütülen Kürt halkının önderliğini tasfiye ederek seferberliğinin sonlandırılması çabasından ötürü burjuvazi asla baskı rejiminden vazgeçemez. Bu yüzden de, mevcut düzenlemeler ve bundan sonra gelecek olanlar, baskı rejimini yeni koşullara uyarlama çabasından öteye geçmeyecektir. Dünyadaki ve Türkiye’deki ihtiyaçlarından ötürü, burjuvazinin herhangi bir kanadının demokratikleşmekten yana bir tavır takınması da sonuç olarak kesinlikle imkânsızdır. Demokratikleşme sorunu ve Kurucu Meclis Bu tip bir asker-polis rejimine son verebilecek yegâne

Ancak Kurucu Meclis’i demokratik kılan şey sadece oylama yöntemi sayesinde oluşacak olan bileşimi değil, diğer kurumlardan bağımsızlığıdır da. Yani Kurucu Meclis eski rejimin mahkemelerinin ya da kolluk güçlerinin güdümü altında olmayacak, tüm kurumların üstünde yer alacaktır. Kurucu Meclis için ileri! Burjuvazinin baskı rejimine duyduğu ihtiyaç sürmektedir. Ayrıca rejimin bu çok başlı yapısı da her daim yeni krizlerin olacağının garantisidir. Bu yüzden “emekten yana yeni bir demokratik anayasa için Kurucu Meclis” talebi önümüzdeki dönemde de mücadelesini vereceğimiz ve gündemde kalacak olan bir taleptir. Sömürüyü yok edebilme, Kürt halkına kendi kaderini tayin hakkını tanıyabilme, sınıfsız bir toplum yaratabilme mücadelesinin önündeki en büyük engel olan asker-polis rejimine son verebilmek için, Kurucu Meclis için ileri!


POLİTİKA

5

Alliaoni baraj suları altında kalacak Komşunun matkabıyla marangozluk yapılmaz! İC - Haber, 1 Eylül 2010

uydurduğu bir kelimedir, bunu ben ispat ettim. Sanatçı arkadaş sanatıyla Alliaoni, İzmir’in Bergama ilçesinin ilgilensin, herkesin bir ihtisası vardır. kuzeydoğusunda Paşa Ilıcalı Mevkii’ Herkes bilmediği bir konuya burnunu nde yer alan bir antik kenttir. sokarsa çok yanlış olur... Bunlar doğru Adı, Antik çağda Batı Anadolu yazarı değil. Dünyanın hiçbir yerinde de Aristides’in “Kutsal Anlatılar” adlı eski yoktur. Bilim adamları karar verir ne çağ tıbbının en önemli kaynaklarından yapılacağına, ona göre yapılır. " biri olan eserinde anılmış olan AlliBöylece Veysel Eroğlu, hem kimsenin aoni’de; Prehistorik, Helenistik, fikir beyan etmesini istemediğini Roma, Bizans ve Osmanlı dönemsöylemiş oldu, hem de kendi uzmanlık lerine ait belirli kalıntılar bulunalanı olmayan bir konuda “ispatlar” muştur. yaptığını iddia etti. Bilimsellik Ancak Alliaoni antik kenti, inşasına konusunda yaptığı safsataları ise 1993 yılında başlanmış olan Yortalı saymıyoruz bile. Barajı’nın tam ortasında yer almakSonuç olarak Alliaoni, burjuvaların tadır. sömürü hırsına kurban olmak üzere. Karar çıktı: Alliaoni gömülüyor • Ancak neyse ki, bugün Alliaoni yalnız Bugüne değin verilmiş olan pek çok değil. Pek çok kurum Alliaoni’nin mücadele ile Alliaoni’nin üzeri kille savunusu için mücadele etmekte. Biz kaplanarak, baraj sularına gömülmesi de bulunduğumuz her yerden onları engellenmişti. Ancak İzmir 2 no’lu destekliyoruz. Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Alliaoni nasıl kurtulur? • Kesin Kurulu tarafından, Alliaoni’nin kil olarak görünen şey şu ki patronların yerine kum ile doldurulması kararı ihtiyacı olan işçileri sömürecek olaverildi ve bu yüzden Alliaoni’nin nakların yaratılması ise, Alliaoni’nin gömülmesini engelleyen tüm yasal katliamı da yaratılmak istenen bu engeller kaldırılmış oldu. olanaklardan biridir. Çevre ve Orman Bakanı: “Alliaoni Bu durumda çevrenin ve kültürel yoktur!” • Pop şarkıcısı Tarkan’ın varlıkların katliamının durduruAlliaoni ile ilgili olarak Alliaoni’yi labilmesi için atılabilecek en kesin savunur nitelikte yaptığı açıklamalara cevaben Çevre ve Orman Bakanı Vey- adım, başta enerji sektörü olmak üsel Eroğlu şöyle dedi: "Orası 'Alliaoni' zere tüm kirletici endüstrilerin kamulaştırılması ve işçi denetimine değil. 'Alliaoni' diye bir yer o kişinin geçmesidir. [Tarkan Tevetoğlu’ndan basediyor]

Kapitalizm dünyamızı kirletiyor Yavuz Yazıcı, 27 Ağustos 2010

da bizim sırtımıza yüklenecek.

Dünya nüfusu artıyor. Tüketim katlanarak büyüyor. İnsanlığı bu yüzyılda yeni birçok sorun bekliyor. Küresel iklim değişikliği bir yandan kuraklıklara, yangınlara neden olurken, öte yandan dünyanın başka bölgelerinde insanlar sellerle boğuşuyor. Değişen çevre koşulları tarımsal üretimi olumsuz etkilerken, temiz su kaynaklarımız hızla tükeniyor. Üstelik bütün bu sorunların sebebi emperyalist kapitalist sistem ancak bedelini ödeyen ise biz emekçileriz.

BM’nin (Birleşmiş Milletler) konuya ilişkin raporuna göre, küresel ısınma deng, kolera, sıtma gibi hastalıklardan ölümleri arttıracak. Bu hastalıkların genellikle yoksul insanları etkilediği düşünülürse, kâr hırsıyla hiç sayılıp tahrip edilen doğanın faturasını biz işçiler sadece paramızla değil, canımızla da ödeyeceğiz. Üstelik bu daha başlangıç! Küresel ısınma bu hızla sürerse, buğday gibi temel besin öğelerinin üretimi azalacak. Herhalde petrol şirketlerini yönetenler aç kalmaz!

Bunun en güzel örneği BP’ye ait bir petrol rafinerisinde çıkan yangın. Hatırlayacağınız gibi, Meksika Körfezi’ndeki kazada denize tonlarca petrol sızmıştı. Peki, ne oldu? İngiliz hükümeti körfezin temizlenme işlemini finanse etme kararı aldı. Kimin parasıyla? Tabii ki halktan aldığı vergilerle. Benzer örnekler ülkemizde de mevcut. Son zamanlarda özellikle Karadeniz’deki HES’ler (Hidroelektrik santraller) çok gündeme geliyor. Bu yapıların kârını özel sektör alırken, ileride oluşacak çevre felaketlerinin olumsuz sonuçları

Peki, patronların kâr hırsıyla mal ve can güvenliğimizi tehlikeye atmasını nasıl engelleriz? Bu konuda özveriyle mücadele eden çevreci grupların varlığı yadsınamaz. Ancak onların çabaları çok küçük etkiler doğurmakta. Çünkü sorunun çözümü sadece çevreci mücadeleyle çözülemeyecek kadar derinlerde yatıyor. Sistem insandan ve doğadan çok kâra önem veren kapitalizm oldukça sellerde boğulan da, hastalanan da, aç kalan da biz olacağız. Tek çare sistemin değişmesi...

Referandum tutumumuz ve bir gece rüyasına Lenin girenler... Oktay Benol, 9 Eylül 2010 Bu yazı referanduma üç gün kala yazıldı. Yayımlandığında referandum bitmiş olacak. Diğer bir ifadeyle bu yazı okuyucunun referandum tutumunu yönlendirmeyi/ etkilemeyi amaçlamıyor. Açıkçası mevcut atmosfer içinde harfleri, kelimeleri yan yana getirerek oluşturduğumuz cümlelerle -eğer sihirli bir formül keşfetmediysek- birilerini etkilemenin çok da mümkün olduğunu sanmıyorum. Bunun için çok daha fazlasının yapılması gerektiğini sınıf mücadelesi deneyimleriyle biliyoruz. Örneğin İşçi Cephesi olarak bizler referandum kampanyamız çerçevesinde başta işçi-emekçi mahalleleri olmak üzere çeşitli yerlerde binlerce bildiri dağıttık. Kahvelere, derneklere, sendika şubelerine gittik. Birçok toplantı gerçekleştirdik. Emekçileri evlerinde ziyaret ettik. Konuştuk, tartıştık. Neden “HAYIR” dediğimizi anlattık. Bol bol da dinledik. Bütün bu çalışmalarda şunu gördük: HAYIR diye düşünenler bizim HAYIR deme gerekçelerimizle kendi görüşlerini daha da pekiştirdiler Kafası karışık olanlar bir de bizim söylediklerimiz üzerinden meseleye baktılar. Lakin ne EVET diyenler ne de BOYKOT tavrını benimseyenler fikirlerini değiştirmediler. Belki yüz kişide birkaç kişi... Bu bizim başarısızlığımız mı? Tabii ki hayır! Genel durumun da bundan farklı olduğunu sanmıyorum. Çünkü bu, sınıf mücadelesinin değişmez yasasıdır ve biz bu yasayı hem biliyor hem de gerçekten inanıyoruz: Israr, kararlılık, süreklilik… Sınıf mücadelesinde kökleşmek ve söz ve eylemlerinizin toplumsal bir karşılık kazanması ancak böyle mümkün hale gelebilir. Bizler pürüzsüz sonuçlar alma hayaliyle yaşamıyoruz. Çalışma odalarında matematik problemi çözer gibi sınıf mücadelesi analizleri yapanlardan değiliz. En devrimci, en mükemmel tutumlar peşinde asla olmadık. Referandum’da HAYIR dedik! Bu tutum yanlış mı? Doğru olduğunu düşünüyoruz ama eğer yanlış ise nasıl bu tutumumuzu sınıf mücadelesi içinde aldıysak, gerekirse yine mücadelenin içinde düzeltip yolumuza devam etmesini de biliriz. Çünkü biz; ne “liberalizmin atacağı en ufak ve sarsak bir adım bile asker-sivil bürokrasinin egemenliğinden daha iyidir” diyen koyu bir liberalizmin batağına sürükleniriz ne de devlete ve rejime karşı mücadelenin her zaman devleti ve rejimi temsil eden burjuva hükümetlere karşı mücadeleden geçtiği gerçeğini unuturuz. Böyle yaptık diye akbabalarla yan yana düşüyoruz gibi bir korkumuz da yok. İşçi sınıfının ve emekçi halkların çıkarına/yararına olduğu sürece ellerini kirletmekten korkmayan bir siyasi anlayışı benimsiyoruz. Evet, bu satırlar okunurken referandum

bitmiş olacak ama sadece referandum; sınıf mücadelesi ise devam edecek. Örneğin EVET kazandıysa 54. maddenin üçüncü (Grev esnasında greve katılan işçilerin ve sendikanın kasıtlı veya kusurlu hareketleri sonucu, grev uygulanan işyerinde sebep oldukları maddî zarardan sendika sorumludur.) ve yedinci (Siyasî amaçlı grev ve lokavt, dayanışma grev ve lokavtı, genel grev ve lokavt, işyeri işgali, işi yavaşlatma, verim düşürme ve diğer direnişler yapılamaz.) fıkraları kalkmış olacak ama bu değişiklikleri anlamsız kılan birinci (Toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında, uyuşmazlık çıkması halinde işçiler grev hakkına sahiptirler. Bu hakkın kullanılmasının ve işverenin lokavta başvurmasının usul ve şartları ile kapsam ve istisnaları kanunla düzenlenir.) ve ikinci (Grev hakkı ve lokavt iyi niyet kurallarına aykırı tarzda, toplum zararına ve millî serveti tahrip edecek şekilde kullanılamaz.) fıkraları olduğu gibi anayasada yer almaya devam edecek. Diğer bir ifadeyle AKP bir taşla iki kuşu birden vurmuş olacak: Hem grev yasaklarını kaldırdım yalanıyla demokrat apoletini takacak hem de aslanlar gibi grev yasaklarını pekiştirecek. Nitekim bizim HAYIR gerekçelerimizden biri de buydu! Buna rağmen HAYIR dediğimiz için özellikle BOYKOT tutumu alan kimi çevrelerin haddini de, amacını da fazlasıyla aşan suçlamalarına maruz kaldık. Bunların bir kısmı yazarımız, okurumuz, dostumuz kişilerdi. Ve üstelik biz İşçi Cephesi olarak değişiklik paketine ezilen ve sömürülen tüm toplum kesimlerini hak ve özgürlükler açısından daha da geri götüreceği ve özellikle Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının yeni ve daha yoğun saldırılarla ezilmesini olanaklı kılacağı için HAYIR diyoruz dememize rağmen bunu yaptılar. HAYIR diyen çeşitli kesimler arasında dağlar kadar fark varken, hepsini bir çuvala doldurarak, devrimcilerle karşıdevrimciler arasındaki hayati farkları yok sayarak bunu yaptılar. Yaptılar da örneğin BOYKOT’un en devrimci tutum olduğunu nereden çıkardılar! Bir gece rüyalarında Lenin kendilerine el mi verdi? İşin trajikomik yanı ise BOYKOT yazılarının yüzde 90’ının neden hayır demek gerektiğini anlatmasında. BOYKOT’un bir anlamda patentine sahip olan BDP’nin gerekçelerine bakın, neden hayır demek gerektiğini en iyi anlatan gerekçelerdir bunlar. Sonuçta referandum bitti, hepimiz iyi kötü bir tutum aldık. Bunlar belli koşullara bağlı olarak izlenen taktik tutumlardı; doğru da olabilir yanlış da. Kuşkusuz bunları zaman ve sınıf mücadelesi belirleyecek. Lakin “BOYKOT en devrimci tutumdur” diyerek bir politik fikri değil adeta kadir-i mutlak tanrısal bir değişmezliği ilan ediyormuş edasıyla fetva verenlere de bir çift sözümüz var: Komşunun matkabıyla marangozluk yapılmaz!


6

POLİTİKA

Yok edilen senin geleceğindir, 12 Eylül'ü unutma Fuat Karahan, 8 Eylül 2010 12 Eylül 1980’den bir-iki gün sonraydı. Her zamankinden farklı bir telaşla girdim eve, çünkü daha sokakta duymuştum polislerin babamı almaya geleceğini. Eve girdiğimde annem banyo sobasının başındaydı, babamın gözü gibi baktığı kitaplarını telaşla yakıyordu. Babaannem ona yardım ediyor, dedem ise sürekli “ben demiştim” diye yakınıyordu. Önce babam evden gitti, sonra dayım. Sonra babamın tüm arkadaşları bir bir kayboldu. En çok komşumuz olan öğretmenlere üzüldüm. Sonradan annemlerden duydum, biri öldürülmüştü, diğeri hapse gitmişti. Oyun arkadaşlarımı kaybetmiştim. Bir de Münevver Teyze’ye çok üzüldüm. Eşi sendikacıydı. Firarda olduğu için onu işkenceye almışlardı, karnındaki çocuğuyla. Oğlu Suphi menenjit geçirdi, engelli oldu. Babam ve dayım bir süre sonra serbest bırakıldı. Babam belki hapis yatmadı ama işsiz kaldı; fişlenmişti. Yıllarca hiçbir yerde iş bulamadı. Yaşadığı sıkıntılardan erken hastalandı, çok genç yaşında kaybettik babamı. Her şeye rağmen insanlıktan umudunu kesmeyen nadide bir insandı. Dayım ise öğretmenlikten atıldı. Komünist damgasıyla o da işsizler kervanına katıldı. Kısa bir süre sonra yengemi tutukladılar. Evinde komünist misafirleri sakladığı için. Çok işkence gördüğünü duyduk. Cezaevlerinde kaldı. O da öğretmenlikten atıldı. Cezaevinden sonra da mücadeleyi hiç bırakmadı. O da genç yaşında akciğer kanserinden öldü. Devlet üstümüzden tankıyla geçmişti. Artık fındık bahçesinde oyun oynamamız yasaktı; çünkü asker sokağı zapt etmişti. Darbe elbette bizi yaralamıştı ama çok daha büyük bir yıkım yaşandı bu coğrafyada. Darbenin ardından 650 bin kişi gözaltına alındı. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı. 23 bin 700 dernek kapatıldı. İşkencelerde 171 kişi öldürüldü. 517 kişiye idam cezası verildi, 50’si infaz edildi. İdam edilenlerin belki en dramatiği Erdal Eren’di. Uydurma mahkemelerle, üstelik yaşı büyütülerek apar topar asıldı Kenan Paşa’nın emriyle. Binlerce kişi tutuklandı. Tüm dernekler ve sendikalar yasaklandı. 7 bin 233 kamu emekçisi sürüldü, 4 bin 891 kamu emekçisi meslekten ihraç edildi. 927 yayın kapatıldı.

Darbenin amacı, 1960’lardan beri yükselen sınıf hareketinin imhasını ve böylece 24 Ocak kararıyla sunulan neoliberal ekonomik programın uygulanmasını sağlamaktı. İşte o gün bu kararları alan ve askeri darbeyi göreve çağıran burjuvazi olmuştu. TİSK başkanı Halit Narin’in sözleri darbenin kısa bir özetidir: “Bugüne kadar işçiler güldü, biz ağladık; şimdi gülme sırası bizde.” Burjuvazinin darbe planı tuttu. 1980 yılında 5 milyon 721 bin olan sendikalı sayısı, 1985’te 1 milyon 711 bine düştü. İşçi ücretleri 1979’da günlük 8,4 dolarken 1985’de 4 dolara düştü. Dış borç 1979’da 14,2 milyar dolar iken, 1987’de 36 milyar dolara yükseldi. Yani 12 Eylül biz emekçilerin hem haklarını gasp etti, hem de örgütlülüklerimizi dağıttı. Bugün sendikalar devlet güdümlüyse, patron güdümlüyse bunu sağlayan 12 Eylül’dür. Bugün taşeronlaşma, güvencesiz çalışma yaygınsa bunu sağlayan da 12 Eylül’dür. 24 Ocak Kararları, YÖK, 1982 Anayasası Ancak darbenin yöntemi sadece işkence ve öldürme değildi. Darbe planlı bir toplumsal değişim planıydı. 24 Ocak kararıyla başladı, YÖK’ün kuruluşu ve 82 Anayasası ile devam etti. Bir kuşak imha edilirken veya ihanete zorlanırken, ardından geleceklerin hafızasında korku ve güvensizlik kaldı. Bireycilik, köşe dönmecilik, yaşadığı topluma duyarsızlık, tarikatçılık, cemaatçilik, milliyetçilik zihinlere kazındı. Atatürkçülük ideolojisi topluma empoze edilmeye çalışıldı. Farklı düşünmek, yaşamak neredeyse imkânsız hale geldi. Kürtlere karşı düşmanlığın en açık göstergesiydi darbe. Diyarbekir zindanında Kürtler zorla Türkleştirilmeye çalışıldı. Burada parantez açılması gerek bir kurumda YÖK’tür. YÖK vasıtasıyla burjuva ideolojinin geliştirilmesini amaçladı patronlar ve bunda da başarılı oldular. Üniversitelerin hem gençliği etkileyen, hem de egemen ideolojiyi yeniden üreten bir kurum olduğunu bilen burjuvazi, önce emekten yana, sosyalist ve muhalif öğretim görevlilerini üniversiteden attı. Onların yerine çok sayıda yetersiz öğretim görevlisini işe aldı. YÖK sadece Kemalist ideolojiyi pompalamadı, piyasa ekonomisinin yegâne sistem olduğunu da topluma yaydı. YÖK neoliberal saldırganlığın ideolojik ayağı olmuştur.

Ayrıca YÖK özelleştirmelerin de önünün açılmasını sağlamıştır. YÖK başkanı İhsan Doğramacı ilk vakıf üniversitesi olan Bilkent’i kurdu. Atılan hocaların bir kısmı da bu özel okullara girmek zorunda kaldı. YÖK bu bağlamda da özel bir öneme sahiptir. 12 Eylül ideolojisi yaşıyor Daha önce de söylediğimiz gibi “Reforme edilmiş yeni anayasa girişimleri ise esas olarak 12 Eylül ruhunun ve Bonapartizm’in cilalanarak yeniden meşrulaştırılmasından başka bir anlam taşımayacaktır. “Bugüne kadar 83 maddesi yenilenen 82 Anayasası’nın Bonapartist ruhu daha önce de birçok kez dediğimiz gibi bu anayasa referandumunda da korunmaktadır. Şimdi AKP’ciler, eski ülkücüler, sol liberaller, her türden işçi düşmanları yan yana gelmişler referandumdan “evet” çıkarsa 12 Eylül askeri darbesinin sorumluları yargılanacak diyorlar. 12 Eylül’ü dün davet eden patronların bugün istedikleri onu yargılamak değil, yargılıyormuş gibi görünerek emekçileri aldatmak. HSYK’yı değiştirerek mi darbe yargılanır. 12 Eylül sadece işkence, baskı değil, sistemli bir saldırı planıydı, dedik. Emperyalizm destekli bir toplumsal dönüşüm projesi dedik. Bugün anayasayı değiştirerek darbeyi yargıladıklarını iddia edenler, birkaç maddeyi değiştirerek, bir iki subayı suçlayarak 12 Eylül’ün ideolojisini meşrulaştırıyorlar. Daha önce de söyledik, bu bir rejim sorunudur. Askerpolis rejimi varlığını sürdürdüğü sürece, Kürtlerin inkârı sürdüğü sürece, işçi sınıfının örgütlülüğü önündeki engeller kalkmadığı sürece, darbeciler ve onun sivil yandaşları yargılanmadığı sürece, YÖK lağvedilmediği sürece 12 Eylül nasıl yargılanabilir. Bugün AKP ve onun temsilcisi olduğu burjuva kesimler rejimi dönüştürmek değil, makyajlayarak kendi ihtiyaçları doğrultusunda kullanmak istemektedirler. İşte tam da bu nedenle 12 Eylül hâlâ varlığını sürdürüyor diyoruz. Tam da bu nedenle hem darbeyi yargılayacak, hem de toplumda gerçek bir demokratikleşmeyi sağlayabilecek yegâne güç biz emekçileriz diyoruz.

1 Eylül Dünya Barış Günü'nün Anlamı Deniz Koçak, 9 Eylül 2010 Bir üretim sistemi düşünün. Bu öyle bir sistem olsun ki onun ana dinamikleri olan insan, doğa ve teknoloji bir avuç insanın çıkarları için seferber edilebilsin; hatta bununla da kalmayıp o, bir avucun ihtiyaçları doğrultusunda bu dinamikler yerle bir edilebilsin! Mesela yeri geldiğinde o cefakeş çoğunluk kendi kardeşinin gırtlağını o cefakar çoğunluğun arzusu doğrultusunda sıkabilmeli ya da yeri geldiğinde sözde insan için üretilen teknoloji rant için doğanın katlinde kullanılabilmeli! Bu sistemin adı kapitalizmdir. Kapitalizmin doğası gereği yarattığı büyük bunalımlarda sıklıkla başvurduğu toplumsal yıkımlara neden olmuş kaçınılmaz çözümü ise emperyalist savaşlardır. Bugün 1 Eylül’ü Dünya Barış Günü ilan eden Birleşmiş Milletler (BM) de İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında kurulmuş sermayenin diplomasi aygıtıdır. BM, sözde kuruluş amacına baktığımızda, dünya barışını, güvenliğini korumayı ve uluslar arasındaki ekonomik, toplumsal ve kültürel iş birliğini oluşturmayı gaye edinen uluslararası bir örgüt olarak tanımlanmaktadır. Esasında sermayenin işçi sınıfı ve/veya doğal kaynaklar üzerindeki çıkarları çatıştığında diplomatik yöntemlerle, savaşsız bir çözüm üretmek ana görevlerindendir. Aynı zamanda

kapitalist sınıf BM gibi “sivil toplum” aygıtlarının ürettiği projeler ile toplumun ezilen kesimlerinin sömürüye ve yok oluşa olan tepkisini, onun güdümünden hiç ayrılmayacak platformlar içerisinde tutmayı amaçlamıştır. Yani kendisini kötü yönetilen dünyanın barış elçisi ilan eden BM’, onun kurucusu ve sağlayıcısı olan uluslararası sermayeye göbekten bağlıdır. Bu sebeple de bağımsız hareket etmesi beklenemez. Bugün bu akıl ve insanlık dışı sistemden çıkar sağlayan sermaye sınıfı kendi içerisindeki rekabetten dolayı Birinci ve İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşları, Afrika’daki kabile savaşları, Amerika’nın Vietnam, Irak ve Afganistan işgalleri vs. gibi toplumsal yıkımlara sebep olmuş haksız savaşlarla dünyada terör estirmiştir ve hâlâ estirmektedir de. Sadece Amerika’nın 2001 Irak işgalinde 1 milyondan fazla Iraklı öldürüldü ve 1,5 milyon Iraklı ise ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Aynı zamanda kapitalizm içerisinde kendine yer bulan uluslararası bir sektör olan insan kaçakçılığı ile sadece Suriye’de 50 binin üzerinde Iraklı kadın fuhuşa zorlandı. Liste tüm ayrıntılarıyla daha da uzatılabilir. Bir tarafta sermaye düzeni dünyayı yok oluşa götürüyorken diğer taraftan da onun finanse ettiği kuruluşlar ile sözde çözüm girişimlerine tanık oluyoruz. Bu kapitalizmin iki yüzünün birbirinden farklı olmadığını gösterir.

Dünyada hal böyleyken kapitalist sistemin bir parçası olan Türkiye’de de doğal olarak durum farksızdır. Nitekim bugün Türkiye, uluslararası sermayenin askeri müdahale organı olan NATO’nun sürdürdüğü bölgesel savaşlara askeri ve lojistik anlamda bugüne kadar desteğini esirgememiştir. Komşuları ile olan sorunlarını diplomatik yöntemlerle çözmeye çabalayan, Ortadoğu barışı konusunda güç harcayan Türkiye kendini bölgenin barış elçisi olarak ifade etmektedir. Lakin diğer yandan Kürtlere karşı yürüttüğü haksız savaş barış elçiliği anlayışı ile çelişmektedir. Özetle her kapitalist sivil toplum kuruluşu gibi BM de Dünya Barış Günü girişimi ile sistem kaynaklı sorunu ya kötü yönetimlere ya da kötü kişiliklere indirgemektedir. Bu şekilde bireylere çözümün yine kapitalizm içerisinde olduğunu, kapitalizmin altında insanca yaşanabilir bir dünyanın örgütlenebilineceğini telkin etmektedir. Oysaki kapitalizm altında güncelliğini her daim koruyan küresel yok oluş, insan ve doğa sömürüsünden temellenen sermaye hâkimiyetinin bir sonucudur. Bu nedenle de gerçek dünya barış günü, insanı ve doğayı sömürülebilir bir kâr kaynağı olarak gören sistemin yerine, odak noktası insan ve tabiat sevgisi olan bir sistemin geçmesiyle; yani işçiler ve toplumun diğer ezilen kesimlerinin hâkimiyeti ile mümkün olabilecektir.


KADIN SAYFASI

7

“Kadın cinayetlerini durduracağız!” Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, 27 Ağustos 2010

katlediliyoruz. Bu yüzden kadın cinayetleri münferit değil politiktir.

Kadın cinayetleri her geçen gün artarak sürüyor. 2010 yılının Ağustos ayının 27'sine kadar 27 kadın ardarda katledildi.

Kadınlar öldürülmeye devam ediyor. Katillerin cezalandırılması için açılan davalarda gösterilen sözde münferit nedenleri baz alan devlet, TCK'nin 29. maddesince düzenlenen Haksız Tahrik İndirimi yasası ve diğer pek çok yasa ile kadın katillerini adeta cesaretlendiriyor, ödüllendiriyor. Devletin cinsiyetçi bakış açısı ölümleri normalleştiriyor. Ceza indirimleri yalnızca kadın cinayetlerinde değil; lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transseksüel cinayetlerinde, yani "nefret cinayetlerinde" de uygulanıyor. Devlet, bu cinayetleri meşrulaştırdığı için kadın katillerinin suç ortağıdır. Bu ortaklığı bozmak için bizler hukuken kasten öldürme cezalarını düzenleyen nitelikli hallerin içinde, cinsiyetinden, cinsel yöneliminden ve cinsiyet kimliğinden ötürü işlenen cinayetlerin eklenmesini istiyoruz.

İstanbul Bahçelievler'de oturan 44 yaşındaki Gülbeyaz Arslan katledildi. Gülbeyaz, birlikte yaşadığı Ferdi Sevim tarafından boğazı kesilerek öldürüldü. En yakınındaki erkek tarafından katledilen Gülbeyaz Arslan'ın cesedinin yanına, kokmasın diye vantilatör bırakılmıştı. Katil Gülbeyaz Arslan'ı katletme gerekçesi olarak kıskançlığı gösterdi. Ayten Kıvılcım, Muğla'da katledildi. Muğla'nın Bodrum İlçesi'nde, yaklaşık 1,5 aydır kayıp olan 17 yaşındaki Ayten Kıvılcım, evine 500 metre uzaklıktaki ormanlık alanda bıçaklanıp, kafası taşla ezilmiş ve üzeri yorganla örtülmüş halde ölü bulundu. Ayten Kıvılcım'ın katili henüz belli değil ancak Kıvılcım'ı öldürenin eski erkek arkadaşı olduğu sanılıyor. Birçok kadın gibi Ayten Kıvılcım da bir süre önce kendisinden ayrıldığı için eski erkek arkadaşı tarafından öldürülmekle tehdit edilmiş. Kadınların katledilmesine ortak olan sistem ise yine aynısını yaptı, Ayten Kıvılcım'ı korumak üzere herhangi bir önlem almadı. Adana'da 2 kadın peş peşe katledildi. Mukaddes Tunç kocası Musa Tunç tarafından 2 çocuğunun gözü önünde defalarca bıçaklanarak öldürüldü. 35 yaşındaki Gülcan Bahçeci kocası Soner Sümer tarafından dövülerek öldürüldü. Gerekçeler hep aynı, namus, kıskançlık, işsizlik sonucu bunalıp evdeki kadını parça parça eden erkekler… Her gün başka bir kadın münferit nedenler öne sürülerek katlediliyor. Kadın cinayetleri devletin tüm aygıtları tarafından destekleniyor. Devlet kadını korumak yerine ölüme mahkûm ediyor. Biz kadınlar erkek egemenliğinin bize dayattığı toplumsal cinsiyet rollerini yerine getirmediğimiz için erkekler tarafından

kadar. Diyoruz ki, Kadın cinayetleri sistematiktir. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu olarak, kadın cinayetlerini durdurmak için taleplerimizi her zaman dile getireceğiz. Kadın cinayetlerinin "cinsiyeti, cinsel yönelimi ve cinsiyet kimliğinden ötürü" maddesiyle ceza kanununda yer almasını ve nitelikli halden sayılmasını talep ediyoruz. Kadın cinayetlerinin önlenmesini sağlayacak yeterli sayıda ve gerekli donanıma sahip kadın sığınma evi açılmasını talep ediyoruz. Bizler kadın cinayetlerini durdurmak için bir araya geldik ve güçlendik. Gülbeyaz'lar, Ayten'ler, Mukaddes’ler ve Gülcan’lar ölmesin diye her Cuma günü saat 18.45'te Taksim Tramvay Durağı'ndan Galatasaray Meydanı'na kadar yürüyoruz. Kadın katilleri hak ettikleri ağır cezaları alana kadar kadın cinayeti davalarını takip edeceğiz. Kadın cinayetlerini durdurana kadar eylemlerimize devam edeceğiz. Bütün kadınları, bizimle örgütlenmeye davet ediyoruz. Kadın cinayetlerini hep birlikte durduracağız! KADIN CİNAYETLERİNİ DURDURACAĞIZ PLATFORMU*

Kadınlar öldürülmeye devam ediyor. Katledilen kadınların çoğu can tehlikesinin olduğunu öldürülmeden önce devletin herhangi bir kurumuna bildirmiş oluyor. Devletin kurumları ise hiçbir bir önlem almayarak kadınları ölüme itiyor. Devlet, başvuru yapan kadınları dikkate almıyor. Kadınlar en yakınlarındaki erkek tarafından katledilirken, devlet yeterli sayıda ve gerekli donanıma sahip kadın sığınma evi açmayarak kadınların öldürülmesine sebep oluyor. Türkiye'de yalnızca Ağustos ayının başından bu güne kadar 27 kadın katledilmişken, 7'si belediyeler tarafından işletilen 34 kadın sığınma evi var. Katledilen kadınların sayısı, açılan kadın sığınma evi sayısının yüzlerce katı

EHP'li Kadınlar, İstanbul LGBTT Sivil Toplum Girişimi, İşçi Cephesi'nden Kadınlar, Kadın Kapısı, ÖDP'li Kadınlar, SDP'li Kadınlar, Yeni Demokrat Kadın * İşçi Cephesi olarak bileşenlerinden biri olduğumuz, “Kadın cinayetlerini durduracağız platformu” kadın cinayetlerinin sistematik ve politik cinayetler olduğu kavrayışı üzerinden oluşturulmuştur. Kadınlara donanımlı sığınma evleri sağlanması ve kadın cinayetlerinin nitelikli hal sayılması talepleri ile 6 Ağustos’tan bu yana Taksim’de cuma eylemlerini organize etmektedir.

Pozitif ayrımcılıkla devletin korunma ihtiyacı olanların yanında olacağına inanıyor musunuz? Nergis Çayır, 4 Eylül 2010 Anayasa’da yapılacak değişiklik için seçimlere az bir süre kaldı. Başbakan meydanlarda daha bu seçim gerçekleşmeden, seneye yeni anayasa yapacaklarını söylüyor. Bu acele niye? Yağmurdan mal mı kaçırıyorlar? Yoksa halkı referandumla oyalayarak, krizin faturasını gizlemeye mi çalışıyorlar. Bir atasözü var “birine kırk gün deli dersen deli olur” diye, şimdi oldu bizim anayasamız. Kırk gündür “evet” oyu kullanın, demokrasi gelecek, eşitlik gelecek, özgürlükler gelecek, cenneti kadınların ayaklarının altına sereceğiz vaatlerini dinliyoruz. Bu yöntem Türkiye için yeni, eskiden burjuva partiler ev, araba vb. vaatlerde bulunurlardı. AKP hükümeti bu ezberi bozdu. Bol bol demokrasiden, özgürlükten bahsediyor. Bütün bu vaatleri uygulasalardı sekiz yıllık baskı, emekçi haklarının bolca çalındığı iktidarları döneminde yaparlardı. AKP, halkın, bugüne kadar sömürülmeyen taraflarını sömürdü, sömürmeye de devam ediyor. Halkın arabaya, eve inanmadığını biliyor... AKP halkı önce dini yönden, sonrada onun eşitlik, özgürlük ve demokrasi isteğini sömürmeye çalışıyor. Gelelim kadınlarla ilgili olan 10. maddedeki değişikliklere. Daha önce anayasada var olan bölüm “kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir, devlet bu eşitliğin yaşama

geçmesini sağlamakla yükümlüdür” diyordu. Yeni eklenen bölüme ise “bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz” kısmı eklendi. Daha önceki anayasa metninde kadın erkek eşittir ibaresi vardı. Ama kadınlar erkeklerle eşit değildi. Her gün üç kadın öldürülüyor ve bu sayı her geçen gün artıyor. Bunun için caydırıcı hiçbir ceza yok. Tam tersine haksız tahrik adı altında ceza indirimi var. Devlet eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür deniyor. Bu gün dayak yiyip karakola giden kadınlar barıştırılıp evlerine geri gönderiliyorlar. Daha geçen gün karakolun ve polislerin önünde kocasından dayak yiyen kadını hepimiz televizyonlarda izledik. Demek ki yasalara eklenen yeni bölümün bile kadınları bu yaşadıklarından kurtaracağını düşünmek için bir neden yok. AKP kadınlara “evet” oyu verin, pozitif ayrımcılık yapacağım diyerek evlerimize dönüp, üç çocuğumuza bakmamızı istiyor. 10. maddedeki değişiklikle AKP kendi muhafazakâr çevresini ehlileştirmek istiyor. Çünkü bu çevre “kızlarının başörtüsü dışında kadın hakkı kabul etmiyor”, bu muhafazakar çevre zaten kadınların bir sürü hakkı olduğunu düşünüyor. Buna rağmen AKP yandaşlığı nedeniyle ne yapıyorlar, “evet” demek zorunda kalıyorlar. Oylanacak anayasa ülkenin özgürleşmesi, ileri düzey de-

mokrasiye kavuşması olarak niteleniyor. Bu maddenin nasıl kullanılacağını, bunun altında da nelerin çıkacağını bilmiyoruz. Bir örnek vermek gerekirse Endonezya’nın başkentii Cakarta’da trenlerde cinsel tacizi engellemek amacıyla sadece kadınlara özel vagon uygulaması başlatıldı. Kadınlar artık, trenlerin arkasında ve önünde bulunan turuncu ve pembe koltuklu vagonlarda yolculuk edecekler. Bu da tren yolcusu kadına pozitif ayrımcılık! 1934’te kadınlara seçme ve seçilme hakkı devlet eliyle verildi. Bugün de küçük bir bölüm anayasaya ekleniyor. Bu değişiklik bir yönüyle de AB’ye uyum yasalarıyla ilgili. “Evet”de çıksa “hayır”da çıksa, mücadele bitmiyor. Kota konulması, kadınlara kamuda iş olanaklarının yaratılması, iş yerlerindeki cinsiyet ve ırk temelli ayrıma ve bunun doğurduğu ekonomik eşitsizliğe karşı çıkmak, mücadele etmek gerekiyor. Kadınlar için oluşan mesleksel gruplar (sekreterlik, ögretmenlik, hemşirelik) kurmak, kadınların çalışmadıkları sektörlerde tecrübe sahibi olmaları için gerekli olan yetiştirme programları oluşturmak talebimiz olmalı. Emekçi kadınlar olarak toplumsal cinsiyet ve sınıf mağduruyetimizi birleştirp, örgütlendiğimizde mücadelede yeni bir yol katetmiş olacağız.


8

ARKA PLAN

İşçi mücadelelerinin nitel Kasım 2000 – Şubat 2001 krizlerinin ardından, Dünya Bankası’ndan Ecevit hükümetine, ekonomiden sorumlu devlet bakanı olarak transfer edilen sosyal demokrat Kemal Derviş’in meşhur incilerinden biri de devletin küçülmesiydi. Devlet küçülmeli, cebe girecek kadar minnacık olmalıydı. Etle, balıkla, sütle, sağlıkla, eğitimle uğraşan devlete devlet denmezdi. Bütün bu alanlardan devlet çekilmeli, ekonomi ile siyaset birbirinden ayrılmalıydı Oktay Benol, 10 Eylül 2010 Zaten ekonomiyle siyasetin ne alakası vardı, öyle değil mi! O dönem büyük sükse yapan bu görüşlerin gerçek anlamı, sermaye için bütün kanallar açılırken emekçiler için otoriter ve baskıcı bir siyasal düzenin egemen kılınmasıydı. Kemal Derviş’in elinde reçete gibi getirdiği bu politikanın, 1980 24 Ocak Kararları’nı 2000’li yıllara uyarlamaktan öte bir anlamı yoktu. Aynı zamanda bu politik proje, 12 Eylül’ün ardından “hep işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” diyen patronlar için neoliberal karşı devrime daha da ivme kazandırma amacını taşıyordu. 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle start alan, Özal ile uygulanmaya başlayan, sonraki hükümetlerce de ağır aksak da olsa devam ettirilen neoliberal karşı devrimin bayrağını son olarak 2002’de AKP hükümeti aldı ve onun en iyi öğrencilerinden biri oldu. Lakin Özal’ın başlatıp Kemal Derviş’in ivme kazandırdığı ve Tayyip Erdoğan’ın en ileri noktaya taşıdığı bu neoliberal karşı devrim projesi kaçınılmaz şekilde beraberinde bir sosyal enkaz da yaratarak ilerledi. Her özelleştirme yüzlerce, binlerce işçinin işsiz kalmasına yol açtı; her özelleştirme sendikasızlaşmayı, taşeronlaşmayı daha da derinleştirdi. Dün Sümerbank, Et-Balık Kurumu, SEKA, bugün TEKEL, yarın şeker, enerji, liman işçileri derken giderek esnek, taşeron, sendikasız çalışma genel bir kural haline gelmeye başladı. Ve Eylül 2008’de açığa çıkan dünya ekonomik krizi, bütün bu saldırıların katlanarak devasa boyutlara ulaşmasına yol açtı, milyonlar işsiz kaldı. Artık patronların krizi de bahane ederek çok daha pervasızca, güvencesiz, esnek ve taşeron şekilde işçi çalıştırma ve en ufak hak arayışında işçileri kapının önüne koyma dönemi söz konusu. Kuşkusuz işçiler, emekçiler asla mücadele etmekten vazgeçmediler. En zor hatta imkânsız görünen şartlar altında dahi direndiler, direniyorlar. Halen devam eden UPS işçilerinin mücadelesi bu durumun örneklerinden biri. Sendika 24 Ağustos 2010 tarihli basın açıklamasında durumlarını şöyle ifade ediyor:

ile İzmir aktarma merkezinin önünde başlattıkları direniş halen sürmektedir.”

işçiler açısından çok öğretici, bilinçlendirici bir sınıf mücadelesi deneyimidir.

İşte mesele bu kadar basit ve açık! Bir yanda göstermelik kimi maddelerle anayasayı değiştirerek işçilere, toplumun tüm kesimlerine cennetin kapılarını açtığını ilan eden bir hükümet, AKP, diğer yanda sadece ve sadece sendikalaşma haklarını kullanan UPS işçilerinin gördüğü muamele. Tabii ki, siz de patron olsanız hükümetinizin yolundan gidersiniz. Hükümetin TEKEL işçilerine yaptıklarını, siz de UPS işçilerinize yaparsınız.

Diğer yandan işyerinin patronu da çoğunlukla mücadeleyi kırmak için tüm gücünü seferber eder. Bu nedenle bu tür mücadeleler özellikle kriz dönemlerinde normal dönemlerden de daha uzun bir zamana yayılabilir. İşyerine sendikanın girmesini istemeyen patronların güç ve kararlılığıyla işçilerin birlik ve dayanışması sonucu belirler. Kuşkusuz işçi sınıfının ve sınıf mücadelesinin genel durumu bu sonuca doğrudan etkide bulunur. Bu nedenle TEKEL işçileri kazanırsa bu bütün işçi sınıfının kazanımı olacaktır tespiti ısrarla yapılmıştır. UPS türü mücadelelerin çok azı işçilerin bütün taleplerinin gerçekleşmesi anlamında sendika-işveren anlaşmasıyla sonuçlanır. Bu tür işyerlerindeki mücadelelerin başarısında -işçi sınıfının ve sınıf mücadelesinin genel durumu dışında- iki temel faktör vardır:

Mücadelelerin niteliği Evet, patronlar dünya ekonomik krizini işten çıkarmalar için güçlü bir gerekçe haline getirdi ve AKP hükümeti de özelleştirme ve 4C uygulamalarıyla patronlardan geri kalmadı. Son üç yıldır işten çıkarma, ücretsiz izin, ücret düşürme/dondurma, sosyal haklarda kısıntı uygulamaları yaygın şekilde gerçekleşiyor. Kriz, sendikal hakların gasp edilmesi için bir gerekçe haline getirildi. UPS’de olduğu gibi birçok işyerinde sendikalaşma mücadelesi veren işçiler toplu şekilde işten çıkarıldı. Bu saldırı ve hak gasplarına karşı işçiler de birçok grev ve direniş gerçekleştirdi. Bu mücadelelerin bir kısmı kazanım, bir kısmı yenilgiyle sonuçlandı. Bir kısmında ise işçiler mücadeleye halen devam etmekte. Bu grev ve direnişlerin ortak eksikliği/zayıflığı ise başka grev ve direnişlerle birleşememesidir. Her biri kendine özel koşullara da sahip olan bu grev ve direnişleri sınıflandırmak, benzer ve farklı noktalarını tespit etmek özellikle izlenecek mücadele yöntemlerini belirlemek açısından büyük önem taşımakta. Bu açıdan bakıldığında mücadeleleri üç farklı başlık altında toplayabiliriz: 1) Sendikal faaliyet-örgütlenme nedeniyle işten çıkarma yaşanan işyerlerindeki mücadeleler 2) Sendikalı olmayan işyerlerindeki mücadeleler 3) Sendikalı işyerlerindeki mücadeleler

a) İşçilerin işyerindeki örgütlülük düzeyi. b) Sendikanın mücadele konusunda kararlılığı. İşçiler örgütlü ve kenetlenmiş değilse mücadele istenen sonuçlara kesinlikle ulaşamaz. İşçilerin örgütlülüğü sendikanın tutumunu da doğrudan etkiler. Bu şartlar varsa sendika direnişe sahip çıkıp işçileri maddi ve moral açıdan desteklediği ölçüde

12 Eylül 1980 askeri darbesiyle start alan, Özal ile uygulanmaya başlayan, sonraki hükümetlerce de ağır aksak da olsa devam ettirilen neoliberal karşı devrimin bayrağını son olarak 2002’de AKP hükümeti aldı ve en iyi öğrencilerden biri oldu. Lakin Özal’ın başlatıp Kemal Derviş’in ivme kazandırdığı ve Tayyip Erdoğan’ın en ileri noktaya taşıdığı bu neoliberal karşı-devrim projesi kaçınılmaz şekilde beraberinde bir sosyal enkaz da yaratarak ilerledi “TÜRK-İŞ’e üye TÜMTİS sendikası, üyesi olduğu ITF (Uluslararası Taşımacılık İşçileri Federasyonu) ile birlikte ABD’nin uluslararası kargo şirketi UPS’de örgütlenme çalışması başlatmış, ancak bu çalışmanın işveren tarafından öğrenilmesi üzerine işten çıkartmalar başlamıştır. İşverenin sendika düşmanı tavrı nedeniyle bugüne kadar 157 üyesi işten çıkarılan TÜMTİS sendikasının üyeleri ile birlikte 5 Mayıs tarihinde İstanbul’da Mahmutbey ve Kurtköy aktarma merkezleri

1) Sendikal faaliyet-örgütlenme nedeniyle işten çıkarma yaşanan işyerlerindeki mücadeleler: UPS işçilerinin mücadelesi bu tip mücadeleye örnektir. Bu tür mücadeleler niteliği gereği son derece dinamiktir. Çünkü mücadele sadece eldeki hakları savunmayı değil, UPS örneğinde olduğu gibi, sendikalılaşma gibi mevcut hakların geliştirilmesini yani yeni mevzi kazanmayı hedefler. Bu yanıyla hem mücadele içindeki işçiler hem de mücadeleyi izleyen

işçiler de mücadeleye devam edebilir; aksi durumda yüzlerce işçiyle başlayan mücadele süreç içinde onlarca işçiye düşebilir. Bu da sendikanın işyerinde çoğunluğu yitirmesi anlamına gelir ki mücadele yine mahkeme salonlarına taşınır. Nitekim kriz boyunca sendikal faaliyet nedeniyle işten çıkarma yaşanan birçok işyerinde süreç bu şekilde oldu: Direnişteki işçi sayısı başlangıca göre azaldı. Mücadeleler mahkemeye yansıdı. Süre uzadıkça


ARKA PLAN

9

iği, UPS örneği ve diğerleri direnişteki işçilerin maddi sorunları arttı. Sendikalar direnişçi işçilere ya hiç yardım etmedi ya da, işçilerin ihtiyaçlarını gidermekte zorlanmaya başladı, dayanışma ve katkılarda da azalma görüldü. Patronlar yeni işçi aldı. Üretim için yeni atölyeler kurdu ve/veya işleri fasona verdi... UPS direnişinde durum henüz bu noktada değil. Çünkü işçilerin işyerindeki örgütlülük durumu ve

ardından işçilerin dayanma güçleri genellikle azalır/kırılır. Mücadele çoğunlukla işe iade davası açılarak mahkeme salonlarına taşınır. İşçiler bu tür davaları büyük oranda kazanırlar. Ama işverenler işyerlerini taşıyarak, ismini değiştirerek, yakınlarına devrederek genellikle işe iadenin gereğini yerine getirmezler. Bir de iflas göstererek işçilere kazandıkları tazminatlarını da ödememenin, geciktirmenin yollarını bulurlar.

bulunmadı. Göstermelik laflar ve eylemciklerle süreç idare edilmeye çalışıldı. Buna rağmen birçok işyerinde işten çıkarma, ücretsiz izin, ücret indirimi, işyeri kapanması gibi saldırılar karşısında grev ve direnişler de gerçekleşti. Bunların tamamında işten atma, ücretsiz izin, ücret indirimi, vardiya azaltma gibi kayıplar üzerinden uzlaşma/anlaşma gerçekleşti. Brisa örneği bu açıdan öğretici derslerle dolu.

Bir yanda göstermelik kimi maddelerle anayasayı değiştirerek işçilere, toplumun tüm kesimlerine cennetin kapılarını açtığını ilan eden bir hükümet, AKP, diğer yanda sadece ve sadece sendikalaşma haklarını kullanan UPS işçilerinin gördüğü muamele. Tabii ki siz de patron olsanız hükümetinizin yolundan gidersiniz. Hükümetin TEKEL işçilerine yaptıklarını siz de UPS işçilerinize yaparsınız sendikanın mücadeleye sahip çıkması (ve uluslararası sendikal dayanışma ve destek) direnişin ömrünü uzatıyor. Lakin UPS ile diğer grev ve direnişler arasında bir eşgüdüm kurulamadığı, işçilerin birlik ve dayanışması sağlanamadığı sürece bu mücadelenin başarıya ulaşması ve bunun kalıcı olması çok zor olacaktır. Benzeri mücadelelerde tekil başarı örnekleri olsa da bunların, sınıf mücadelesinde, sonucu işçi sınıfı lehine değiştirmeyen örnekler olduğunu da unutmamak gerekir. Bu noktada Sinter Metal işçilerinin direnişini hatırlamakta yarar var. İşçiler bir yılı aşkın süre boyunca birçok eylem, etkinlik, dayanışma düzenledi. Başta diğer direniş ve grevlerdeki işçiler olmak üzere çok sayıda işçi de Sinter işçilerine destek verdi. Sinter işçileri de onlara dayanışmalarını sundu. Lakin süre uzadıkça direnişi sürdüren işçi sayısı da zaman içinde azaldı. Sinter patronu üretimine devam ettiği için üzerinde baskı görmedi. Mücadele mahkeme salonlarına düştü ve işçiler yaklaşık iki yıldır süren bu kavgadan halen kendi lehlerine bir karar çıkmasını bekliyorlar. Kuşkusuz Sinter Metal işçilerinin verdiği mücadelenin başarıya ulaşması için mahkeme kararları değil sınıfın birliği ve mücadelenin koordinasyonu gerekir. 2) Sendikalı olmayan işyerlerindeki mücadeleler: Sendikalı olmayan işyerlerindeki mücadelelerin büyük çoğunluğunda mücadele veren işçiler seslerini ya hiç duyuramaz ya da çok kısa süre içinde izole edilir. Sendikasız işyerlerindeki mücadeleler genellikle maaş geciktirme, eksik ödeme, ücretsiz izin, tazminatsız işten çıkarma ve işyeri kapanması gibi nedenlerle gerçekleşir. Bu tür işyerlerinde kısa süreli direnişlerin

Nitekim İstanbul Sultançiftliği’nde bulunan Selga Tekstil’deki mücadele bu duruma bir örnektir. Selga Tekstil’de kriz bahanesiyle ücretler düzenli ödenmeyince işçiler mücadeleye başladı. Ücret ödemelerinde herhangi bir düzelme olmadı. Patron Adana’da yeni bir fabrika kurdu. İşyerindeki makineleri de bu yeni fabrikaya taşımak için kaçırma girişiminde bulundu. Bunun üzerine işçiler fabrikayı işgal etti. Patron polis çağırarak zorla fabrikayı boşalttırdı. İşçiler cesaret ve kararlılıkla mücadele etseler de tek tek işyerlerinde kalıcı sonuçlar almak çok zordur. Selga Tekstil işçileri de bu nedenle haklı olmalarına rağmen mağdur duruma düştüler. Mücadele birleştirilemediği, işçilerin birliği sağlanamadığı sürece bu sonuçların ortaya çıkması kaçınılmazdır. 3) Sendikalı işyerlerindeki grev ve direnişler: Sendikalı işyerlerindeki mücadelelerin sendikasız ya da yeni sendikalaşmakta olan işyerlerindeki mücadelelere göre benzerlikleri olmasına rağmen bazı farklılıklar da gösterir. Nitekim kriz boyunca sendikasız ya da sendikalaşmaya çalışan işyerlerinde mücadeleler çok uzun bir zamana yayılırken ve genellikle sonuç alınamazken sendikalı işyerlerinin büyük çoğunluğunda genellikle kısa süre içinde uzlaşma/anlaşma sağlandı. Lakin patronlar bu

UPS türü mücadelelerin çok azı işçilerin bütün taleplerinin gerçekleşmesi anlamında sendika-işveren anlaşmasıyla sonuçlanır. Bu tür işyerlerindeki mücadelelerin başarısında -işçi sınıfının ve sınıf mücadelesinin genel durumu dışında- iki temel faktör vardır: a) İşçilerin işyerindeki örgütlülük düzeyi b) Sendikanın mücadele konusunda kararlılığı uzlaşma/anlaşma sürecinden kârlı çıkarken işçiler ciddi kayıplar yaşadı. Uzlaşma/anlaşma gereği on binlerce işçi işten atıldı, aylar süren ücretsiz izin uygulamaları oldu, yarım ücretli çalışma devreye sokuldu, birçok sözleşme sıfır zamla bağlandı, bazı işyerlerinde işten atmama karşılığı ücretlerde indirim söz konusu oldu. Hiçbir işyerinde üretim uzun süreli aksamadı. Sendika yönetimleri mücadeleyi birleştirme ve sınıfın birliğini sağlama yönünde hiçbir girişimde

Aralık 2008’de krizi gerekçe gösteren Brisa yönetimi 150 işçiyi işten attı. İşçiler işten atıldıklarını işe geldiklerinde giriş kartlarının basmadığını görerek öğrendiler. Bir önceki vardiyada çalışan işçiler arkadaşlarının işten atıldığını duyduklarında üretimi durdurup kendilerini fabrikaya kapattılar. Fabrika fiilen işgal edilmiş oldu. DİSK’e bağlı Lastik-İş sendikasının örgütlü olduğu işyerinde 1.300 işçi çalışmaktaydı. Sendika Brisa yönetimiyle yaptığı görüşmelerin ardından 64 işçinin atılması, 9 Ocak 2009 tarihine kadar üretimin durdurulması ve işçilerin bu süre boyunca ücretsiz izne çıkarılması konusunda anlaşma yaptı. Bu anlaşma sadece 64 işçinin atılmasına göz yummak anlamına gelmiyordu. Aynı zamanda farklı işyerlerinde mücadele veren/verecek bütün işçilerin özgüvenlerine indirilen bir darbeydi. Nitekim krizin henüz başlarında sendika bürokrasisinin bu ve benzeri işbirlikçi tutumlarının sonucunda işçiler krizin faturasına boyun eğmek zorunda bırakıldılar. Oysa Brisa 64 işçiyi attığı ve ücretsiz izne çıkardığı 2008 yılını 68 milyon lira kârla kapattı. Sabancı Holding’in 2008 yılı net kârı 1 milyar 189 milyon lira oldu. 2009 yılında da Sabancı Holding net kârını yüzde 6 arttırdı; 1 milyar 57 milyon kâr etti. Brisa’nın 2009 ilk dokuz aylık net kârı da 16 milyon 732 bin oldu. Görüldüğü üzere ne Brisa ne de Sabancı Holding kriz nedeniyle zarar etmedi. Lastik-İş, Brisa ve Sabancı Holding’in kâr ettiği ortadayken işten çıkarma ve ücretsiz izin uygulamalarına neden boyun eğdi ve anlaşma imzaladı? Sonuç almak için üretimden gelen gücünü sonuna kadar neden kullanmadı? İşçileri işten atanlar patronlar olsa da bu sürecin esas belirleyeni sendika bürokrasileridir. Sendikaların görevi patronların mali bilançolarını düşünmek ve savunmak olamaz. Sendikaların görevi işçilerin haklarını korumak ve geliştirmektir. Milyonlarca işçi işten atılıyor, ücretsiz izne çıkarılıyor, ücret kesintisine maruz kalıyorsa sendikalar görevlerini yerine getirmiyor demektir. İşçi sınıfının gücü birliğinden gelir. Sendikaların temel görevi de bu birliği sağlamaktır. Kriz boyunca sendikal bürokrasi işçilerin birliğini sağlamak için çalışmadığı gibi izlediği işbirlikçi tutumla krizin faturasını işçilerin ödemesine neden oldu. Sendikal bürokrasinin bu işbirlikçi tutumu aşılmadan krizin yıkıcı sonuçlarının üstesinden gelmek olanaklı olamaz.


10

ULUSAL SORUN

Kürtleri yok mu etmeli? B. Turgut, 14 Eylül 2010 Bir süredir AKP medyasının ve liberal çevrelerin diline doladığı haliyle Kürt açılımı, gömlek değiştirerek “taş atan çocukların affedilip affedilmeyeceği” kisvesine hapsedilmiş durumda. Oysa o çocuklar Filistin intifadasının çocuk generallerinden başkaları değil. Filistin söz konusu olduğunda idrakleri açılanların, Kürt coğrafyası söz konusu olduğunda zihinlerinin tutulması psikolojiksosyolojik bir vakadır.

barış elçilerinin kitlesel karşılanmasının egemenlerde yarattığı korkunun ardından, devletin yönelimindeki yeni kırılımlara uygun olarak PKK liderliğince aktif savunma mevzilerinde karşılanıyordu. Hemen ardından, muhatap kim olacak sorusunun etrafında dönen tartışmalara da yansıyacak şekilde, sorunun çözümüne dair kimi liberallerin söylemesinden kopya çekersek “tutarlı ve cesaretli” bir programın değil, aslında hükümetin bilinç arkasında yeni bir tür imha hareketinin var olduğunu düşünmeyi gerektiriyordu.

Oysa savaşın yeniden alevlenmesinden hemen önce, devletin KCK operasyonları kapsamında tutukladığı Kürt politikacılardan, belediye başkanlarından bahsedilmiyor.

Yine de özellikle Kürt coğrafyasında yaşanan gelişmeleri, referandum ve öncesi açısından yeniden değerlendirmek gerekecektir. Önce, yeniden başlayan çatışmaların durdurulması için taraflara çağrı yapan Diyarbakır’dan, içinde sanayi odasının ve diğer pek çok iş çevresinin de olduğu kuruluşların, hemen hemen aynı bileşenlerle, bunun hemen ardından da referandumda Evet oyu vereceğini açıklamasının nedenlerini değerlendirmek gerekiyor. Barışın muhatabı taraflar? Uzun süredir devam eden ateşkes, Habur’dan gelen

Sandıktan Evet’in çıkmasının hemen ardından, bazı “devrimcilere” dahi teşekkür eden Erdoğan, anayasa paketinde açılımın adını anmadığı gibi, yeni anayasa hazırlıklarına 2011’de (yani seçim sonrasında) derhal girişeceğini belirtirken, Kürt sorununu yine ağzına bile almadı. Operasyonlar ve Erdoğan’ın referandum sonuçlarından aldığı güvenoyu, önümüzdeki süreçte de imha ve tasfiye sürecinin devam edeceğini gösterir nitelikte. Kürt önderliğinin referandum ve “açılım” sürecine dair beslediği umutlar, operasyonlar ve tasfiye çabası ile yine bir çıkmaz sokağa girmekte. Bununla beraber, ilan edilen eylemsizlik kararının süresi 20 Eylül tarihinde son bulacak. Şimdilik hükümet ve resmi kurumlardan ateşkesin sonlanmasına ilişkin herhangi bir açıklama yapılmamış durumda. BDP’nin talepleri de aynı şekilde değerlendirmeye alınmıyor bile.

PKK eylemi sonucu öldürülen askerlerin cenazesinde, Tayyip Erdoğan resmi devlet ağzından bir milim geri çekilmiyor, bir başka devlet bakanı ise PKK eylemcilerinin sünnetli olup olmadığı ile ilgileniyordu.

Bu iktidarın Kürt sorununda da takkesinin düşerek kelinin göründüğünü söylemek gerekiyor.

Ve referandum sonrası: Açılım mı?

Kritik gün: 20 Eylül

Aksine Hatay’da gerçekleşen eylemden sonra, oluşan linç kültürünü arkasına almış İçişleri Bakanı bağırarak “Amanosları temizleyin” diyordu. Ya da, Bursa İnegöl’deki faşist saldırıyı bizzat devletin valisi, “Aslında sokağa dökülenler vatansever insanlar” diyerek meşrulaştırıyordu.

“Kürt açılımı”na girişenlerin hangi bilinçaltıyla malul olduğu konusunda bir kafa karışıklığının oluşmasını ancak “hafıza-i beşer” ile açıklamak mümkün.

adlı gencin öldürüldüğü belirtildi.

Tam bu dönemde öncelikle sanayi odaları öncülüğünde yapılan barış çağrılarına önce, “Bize değil, devlete bildirin” diyerek tavır bildiren PKK, ardından referandum sürecinde şans tanınması için yeniden ateşkes ilan ederek bir anlamda bu çağrıya da yanıt vermiş oluyordu. Ateşkese yanıt: Operasyonlar! Fakat Kürt önderliğinin muhatap alınma umutları, ateşkes sürecinde yapılan operasyonlar ile cevaplandı. PKK ateşkes ilan etmişken, kimi köy ve kamplara yapılan saldırılar sonucunda onlarca genç yaşamını yitirdi. Bu operasyonlar sınır ötesinden de destek buldu. Türk savaş uçakları Zagroslar üzerinde keşif uçuşları yaparken, İran da Şehridan’ı top atışlarına maruz bıraktı. Bu süreçte de, 16 yaşındaki Samut Mirzayi

Bu durumda 20 Eylül’de, hükümetin zorlayıcı tavrından ötürü, ateşkesin sonlanması ve silahların tekrar konuşması dışında görünür bir olasılık kalmamış durumdadır. Gerçek muhataplar: Yoksul Kürt halkı ve işçi sınıfı Hükümet muhatap kabul etmiyor ve çözümün parçası olmayacağını ilan ediyor. Açılım ise, bir devlet projesi olarak yalnızca tasfiye anlamına gelmeyi sürdürüyor. 2011’de hazırlanacağı söylenen yeni anayasa ise, Kürt sorununun çözümünü içermeyeceğini şimdiden belli ediyor. Bu tablo içerisinde Kürt sorununun çözümünde gerçek muhatapların kimler olduğu yeniden ortaya çıktı. Kürt yoksulları ve Türkiye işçi sınıfının, ulusların kaderini tayin hakkını içeren bir anayasayı hazırlaması için Kurucu Meclis’te bir araya gelmesi, elimizde olan tek gerçekçi çözümdür.

Hüseyin Erdemir'in yargısız infaza karşı yazdığı mektubu* Salih Şimşek, 11 Eylül 2010 Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) mezunu ve hâlâ ODTÜ ve Humboldt Üniversitesi tarafından ortaklaşa yürütülen Uluslararası Türk-Alman Sosyal Bilimler Master programı 1. sınıf öğrencisi Hüseyin Erdemir, birinci dönem sonunda tatil için geldiği İstanbul'da polis kontrol noktasında, arandığı gerekçesiyle 31 Ocak'ta gözaltına alındı. Çıkarıldığı mahkemede "örgüt üyesi olduğu şüphesiyle" tutuklandı. 15 Nisan'da ilk duruşmaya çıktı ve tutukluluğunun devamına karar verildi. İkinci duruşma ise 26 Ağustos 2010'a atıldı. İkinci duruşması hakkında bu yazı yazılırken henüz bir haberini alamadığımız Erdemir,

birkaç hafta önce sesini duyurabilmek için bir mektup kaleme alarak yaşadığı yargısız infazı anlattı.

ispatlanmıştır. Aslında böyle bir belgenin varlığı da meçhuldür.”

“Tutuklanma gerekçesi olarak üniversite öğrenciliğim döneminde katıldığım demokratik eylemler ve tam on yıl önce yurtdışında ele geçirildiği iddia edilen belgeler gösteriliyor. Şimdiye kadar temel hak ve özgürlükler çerçevesinde pek çok demokratik eyleme katıldım. Sadece bir tanesinden dava açıldı, ancak yıllar önce beraat ettim. Anlaşılan sayın savcı, polis kayıtlarının ötesine geçip araştırma gereği dahi duymamış” diyen Erdemir, şöyle devam ediyor: “Dayanak olarak gösterilen bir başka neden ise on yıl önce yurtdışında ele geçirildiği iddia edilen belgelerdir. Oysa bu belgelerin sahte olduğu daha önce defalarca

“Eğer ben yargılama süreci sonunda beraat edersem bunca şeyin telafisini kim, nasıl sağlayacak? 'Pardon' mu denilecek? Kaybettiklerimin telafisi olmayacaktır” diyerek sitem eden Erdemir son olarak soruyor: “Yaşamayan insanların hayal bile edemeyeceği, biz yaşayanların ise akıl sınırlarını zorlayan pek çok uygulamasıyla yüz yüze kaldığım F tipi koşulları bir yana, ben şu an yargılanmaktan ziyade cezalandırılmış olmuyor muyum?” * Mektubun tamamına internet sitemizden ulaşabilirsiniz.


GENÇLİK

11

“Eğitimde Toplumsal Ayrışma” araştırması Dilçem Sarin, 4 Eylül 2010 Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi'nden bir grup akademisyen “Eğitimde Toplumsal Ayrışma” başlığı altında yapmış oldukları bir araştırma sonucunda toplumsal ayrışmanın, eğitim alanına da paralel bir şekilde yansımasını mercek altına alıyorlar. Akademisyenler araştırmayla, ailelerin gelir düzeyi farklılıklarının, dolayısıyla kentsel ayrışmanın eğitimsel ayrışmaya da neden olduğunu gözler önüne seriyorlar.

Araştırmada kentsel ayrışma ile eğitimsel ayrışma arasındaki ilişkinin tek yönlü olmadığı, bu iki ayrışma sürecinin aynı toplumsal dinamiklerle ortaya çıktığı ve de gündelik yaşamda birbirlerini besleyerek toplumsal

Nüfusun ekonomik bakımdan adaletsiz dağılımı ve buna bağlı olarak değişen mekânsal dağılım eğitim kurumlarının niteliği üzerinde de etkide bulunmaktadır. Hepimiz biliyoruz ki orta-üst gelir grubu ailelerin çocuklarının devam ettiği “seçkin/saygın okullar”da verilen eğitimin kalitesiyle, alt gelir grubu ailelerin çocuklarının çoğunlukta olduğu “getto okullar”da verilen eğitim kalitesi aynı değil. Özellikle 1980 sonrasında uygulamaya sokulan neo-liberal politikalar kendini eğitim alanında da göstermiş; eğitimde de özelleştirmelere gidilerek en doğal haklardan biri olan eğitim paralılaştırılmış, bu da işçi ve emekçi çocuklarına okul kapılarının kapanması anlamına gelmiştir. Her yerde özel şirket açar gibi “eğitim ticarethaneleri”nin açılması eğitimi para getiren bir sektör haline getirmiştir. Devletin eğitim harcamalarını kısması ve okulun pek çok ihtiyacının velilerce karşılanır olması ise devlet okullarında dahi sahip olduğun para kadar eğitim alabilirsin anlayışını yerleştirmiştir.

ayrışmayı yeniden ürettiği sonucuna ulaşıldı. Toplumun zengin kesimleri “yaşam kalitesi” adına aslında “öteki”lerle karşılaşmaktan kaçınmak için lüks

apartmanlara, güvenlikli sitelere yerleşerek beraber yaşamak istemedikleri “büyük çoğunluk”tan kendilerini yalıtmaktadırlar. Bu yalıtım, günümüzde hem kentte hem de okulda yanımızdakini Öteki’ne dönüştürmekte dinsel, cinsel, ulusal ve sınıfsal ayrılıkları daha da derinleştirmektedir. Seçkinci dolayısıyla eleyici bir eğitim anlayışı, zorunlu bir eğitim düzeyi olan ilköğretimden itibaren kendini gösteriyor ve öğrencilere “özel girişim mantığını” dayatıyor. Bütün eğitim sisteminin merkezi sınavlara (SBS, ÖSS, KPSS vb.) endekslenmesi ise başarı için özel seçenekler aramaya zorluyor; paralı okullar ve dershaneler ile öğrenci ve veliler sistem için birer tüketici haline geliyor. Mevcut baskıcı eğitim politikaları ve eğitim uygulamalarının (dershane, sınav sistemleri, okul harcamalarının velilerce karşılanması vb.) getirdiği koşullar, zengin ailelerden gelen öğrencilerin gündelik yaşamda kurdukları bencil ve rekabetçi ilişkiler, işçi ve emekçi ailelerden gelen öğrencilerin dışlanmasına, “başarısız” olarak yaftalanmalarına ve bunların sonucu olarak öğrenimlerini sürdürebilmelerinin olumsuz yönde etkilenmesine neden oluyor. Bütün bunlara bir de ulusal ayrımcılık eklendiğinde, anadillerinde eğitim göremeyen Kürt öğrencilerin eğitim süreci daha derin bir şekilde sekteye uğruyor. Eğitim ortamlarındaki bu farklılaşmalar, gelecekteki toplumsal farklılıkların ve olası çatışmaların kaynağını oluşturmakta, giderek kutuplaşan bir dünyada, okullar sınıfsal çelişkilerin en yoğun yaşandığı mekânlar olarak öne çıkarmaktadır.

ÖSYM'nin ipliği pazara çıktı Doğan Koca, 12 Eylül 2010

Sadece KPSS değil!

KPSS (Kamu Personeli Seçme Sınavı) 10-11 Temmuz tarihlerinde yapıldı. Sınav sonuçlarında ise ortaya 'ilginç' bir tablo çıktı. 500'ün üzerinde aday sınavın eğitim bilimleri bölümündeki 120 sorunun 120'sine de doğru yanıt vererek 1. olmuştu. Geçtiğimiz yıllara baktığımızda bu karşılaşılmadık bir sonuç. 2009 yılında yapılan KPSS'nin birincisi bile tüm sorulara doğru yanıt verememişti.

KPSS'de kopya iddiaları hakkındaki soruşturma devam ediyor. Soruşturma sürecinde nisan ayında gerçekleştirilen ÖSS'nin ilk basamağı YGS'de de kopya çekildiği ortaya çıktı. Ayrıca KPSS'yi hazırlayan komisyonda dershane patronlarının bulunduğu, soruların 10 bin lira karşılığı satıldığı da ortaya

KPSS, ÖSYM tarafından yapılıyor. Sonuçların açıklanmasının hemen ardından ortaya çıkan kopya iddiaları üzerine ÖSYM Başkanı Ünal Yarımağan sessiz kalmayı tercih etti. 'Söyleyecek bir şeyim yok' dedi. Puanlarının yanlış hesaplandığını söyleyen adaylara diğer ÖSYM yetkililerinin yanıtı ise sınavın geçen yıllara göre daha kolay olduğu, bu yüzden geçen yıl aynı doğru sayısını yapan adayların bu yıl sınavdan daha düşük puan aldığı yolundaydı. Kopya çekilmesi bu tip sınavlar için korkunç bir iddia. Çünkü doğru cevaplanan bir sorunun kaç puan alacağı sınava giren adayların o testteki doğru sayılarının oranlanmasıyla ortaya çıkıyor. Yani 800 bin kişinin katıldığı bir sınavda 500 kişinin 120 net yapması çok şey değiştiriyor. Soruların doğru işaretlenme kat sayıları değiştiği için tüm adayların puanları değişmiş oluyor.

çıkanlar arasında. Kopya iddialarıyla birlikte MEB yeni akademik yılın başlamasına çok az vakit kalmasına rağmen öğretmen atamalarını henüz yapmadı. Bununla birlikte 12 merkezi sınav ertelendi.

KPSS'nin iptal edilip edilmeyeceği ise henüz meçhul. ÖSYM Başkanı Ünal Yarımağan kopya iddiaları doğrulanırsa sadece eğitim bilimleri sınavının tekrarlanabileceğini söyledi. Yalnızca 2010 KPSS değil, KPSS tümüyle iptal edilsin! KPSS patronlar için ÖSS, SBS, TUS ve diğer merkezi sınavlar gibi bir rant kapısı. Hem de dershaneleriyle, yayınevleriyle büyük bir rant alanı. Üstelik KPSS ile bir taşla iki kuş vuruyorlar. Hem kâr elde ediyorlar hem de işsizliğe karşı olası bir tepkiyi engelliyorlar. Binlerce kadro açığı bir yana KPSS ile atama bekleyen yüz binler bir yana... Atanmayacaklarını bile bile binlerce işsiz bir umut her sene KPSS'ye giriyor. Böylece 'adil bir sınavla' işsizler bir kez daha sistemin içine çekilmiş oluyor. Üniversiteyi bitirene kadar defalarca elemeye, sınamaya tabi tutulan gençleri bir kez daha sınayan bu sınav en başta burjuva eğitiminin kendine güvensizliğinin bir kanıtı. İsteyen herkes istediği alanda parasız, iş bulabilme kaygısı olmadan üniversite eğitimi alabilmeli. Eğitim ve üretim birlikte planlanırsa üniversitelerin işsiz üretmeyeceğini biliyoruz. Bir yanda 12, 14 saatlik mesailer, öbür yanda işsiz milyonlar; hepimize yetecek kadar iş var. Çalışma hakkımız güvence altına alınsın.


12

İŞYERLERİNDEN

METAL

HİZMET

Kendi gücümüze güvenmezsek sorunlar bitmez • Merhaba,

Patron gözünü maaşlarımıza dikti • Çalıştığım fabrikada 14 tane vinç var. Bu vinçler uzaktan kumanda sistemi ile çalışıyor, uzaktan kumandada arıza olursa kablolu kumanda ile çalışmaya devam ediliyor. Bu uzaktan kumanda sistemlerinin alıcı ve vericilerinde zaman zaman arıza olabiliyor. Böyle bir durumda kumanda alıcı ve vericisi satın alındığı firmanın teknik servisine gönderiliyor ve garanti süresi bitmiş ise arızanın boyutuna göre belli bir ödeme yapılarak onarımı yapılıyor. Yalnız bu 14 vinçte üç ayrı firmanın kumanda sistemleri var. Tabii bunlar arasında da kalite farkı var. Patron çalıştığı bölüme göre daha hayati öneme sahip olan vinçlere arıza yapmaması için paraya kıyıp kalitelisini alırken, diğer bölümlerdeki vinçlere ucuz olanını tercih etmiş. Haliyle ucuz olanların arızası eksik olmuyor, ucuza mâl edelim derken arızalara ödedikleri paralarla zarara girmiş oldular. En son bu kumanda sistemlerinden biri arızalandığında patron fabrikadaki yetkiliyi çağırarak "neden bu kumanda sistemlerinde bu kadar arıza çıkıyor" diye sordu. Yetkili de hemen suçu kullanan işçilere atarak "dikkatli kullanmıyorlar, kumandaları sağa sola rastgele fırlatıyorlar" deyince, patron da "bundan sonra arızalanan kumanda sistemlerinin parasını kullanan işçilerin maaşından keseceğim" dedi. Patron gittikten sonra vinci kullanan arkadaşlar da haliyle sordu; "ne kadar maaş veriyorsun ki ne kadarını keseceksin" diye. Gerçi patronun bu çıkışı hiç kimseye inandırıcı gelmedi, maksat vinci kullanan işçilerin gözünü korkutmaktı ama, buna hiç gerek yok. Çünkü sorun bu değil. Patron paraya kıyıp bu kumanda sistemlerinin kalitelisini alsa sorun kalmayacak. Ama tabii patron mantığıdır ya, sıkıştığı zaman gözünü ilk işçinin maaşına diker. Belli de olmaz hani bu duruma ses çıkarmaz, tepki göstermezsek, gerçekten de vinci kullanan arkadaşların maaşından kesinti yapılabilir. İC okuru bir işçi

Biz işçiler patrona karşı haklarımızı savunurken nelere dikkat etmeliyiz? • Merhaba arkadaşlar;

Çankaya Belediyesi’nde, Çankaya İmar A.Ş adlı şirketin işçisi olarak beş senedir çalışıyorum. 200'e yakın personeli olan bu şirketin yüzde 96'sı belediyenindir.

TEKSTİL Yalancı Çoban • Kriz var ama nasıl ve neden var? İş var, para yok! Çalış, ama zam yok! Biz mi yarattık bu krizi? Her şeye rağmen hükümet krizi atlattığımızı söylüyor. Teğet geçti diyorlar. Ama kriz biz işçileri teğet geçmedi. Çalıştığım fabrikada kriz bahanesiyle ücretlerimize zam yapılmadı. Hatta bundan önceki yıl üç hafta ücretsiz izne bile çıkartılmıştık. Bu yıl ise aldığımız zam oranı yüzde 5! Allah bereket versin mi diyelim? Patron daha önce yaptığı toplantıda bizlere: “Sizler görünmeyen, gizli kahramanlarsınız. Birlikte büyüyeceğiz! Ben kazanırsam işçime ikramiye ve zam vermek isterim. Şimdi birlikte daha fazla çalışalım. Siparişlerimiz var. Verilen tarihte teslim edelim ve karşılığını hepimiz alalım!” demişti. Biz de gayretle çalıştık ve patron büyüdü, ama işçiler değil. Hani ikramiyemiz, hani zammımız? Sanırım o kadar görünmeyen kahramanlarız ki, patron bizi görmekte güçlük çekiyor. Patronun keyfine teslim olursak, ancak patronun bizi kandırmasına izin vermiş oluruz. Kendi hakkımızı almak için birleşmek zorundayız. İC okuru bir işçi

Bizler hakkımızı savunurken bireysel değil topluca hareket edip örgütlenirsek kazanabiliriz. Bireysel davrandığımız sürece her zaman kaybetmeye mahkûm oluruz. Bunu kendi işyerimden örnekler vererek anlatmaya çalışacağım. Benim çalıştığım projede bir hata olunca hemen müdür ve şef işçilere kızıyorlar ve baskı yapıyorlar. İşçiler de bu baskılara karşı birbirini suçluyorlar. Hâlbuki ortada birbirimize dair bir sorun yok. Bu sadece patronun bir taktiğidir. Ve bu durum sadece benim çalıştığım sektörde olan bir şey değildir. Diğer sektörlerde de ortada bir yanlış olmasa da bir hata varmış gibi ortaya bir söz atıp bizleri karşı karşıya getiriyorlar. Bizler birbirimizi suçladıkça gerçeklerden uzaklaşıp patronun ekmeğine yağ sürmüş olacağız. O yüzden ortada hiç sorun olmasa da bir sebep yaratıp birbirimizi suçlamamız ve birbirimize düşman olmamız için çabalıyorlar. Patronlar bizlerin üzerinde baskı oluşturup, patrona karşı örgütlenip karşı koymamızı engellemek için bu taktikleri kullanıyorlar. Bizler de bunu yutup sürekli birbirimizi suçluyoruz. Birbirimizi suçlayacağımıza artık uyanıp patronun taktiklerini boşa çıkartmak için mücadele etmeliyiz, buna kafa yormalıyız. Arkadaşlarım bunun farkında olmasalar da en azından ben bunun farkına vardım ve bunu arkadaşlarıma anlatmaya çalışıyorum. Anlatmakta zorlansam da sonuna kadar patronun taktiklerini boşa çıkartmak için elimden geleni yapacağım. Çünkü mücadele etmedikçe ve örgütlenmedikçe kazanım olamaz. İC okuru bir işçi Maaş değil sanki sadaka • Merhaba İşçi Cephesi okurları. Sizlere hep çalıştığım işyerinden haberler yazmıştım. Bu kez yine işyeri haberi ama tekstil değil. Bu kez bir marketten haber yazmak istiyorum. Aslında bu yazacaklarımı market çalışanlarının yazmasını tercih ederdim. “Biz yazamayız böyle bir deneyimimiz yok. Biz anlatalım sen yaz” dediler. Ben de yazmaya karar verdim. Bu market birkaç şubesi olan bir market. Benim alışveriş yaptığım şubesinde 11 kişi çalışıyor. Aldıkları maaş asgari ücretin altında; 425 ile 550 lira arası ve hiçbir sosyal güvenceye sahip değiller. “Neden itiraz etmiyorsunuz. Asgari ücret zaten az, siz daha da altında çalışıyorsunuz. Bir araya gelip itiraz edin!” dediğimde aralarında güven problemi olduğu anlaşılıyor. Zaten gerisi teferruat, işçiler arasında güven yoksa iş çok zor. İlk önce güven problemini halletmeleri gerekiyor. Kasiyerlerin durumu daha da zor. Akşam kasa tesliminde açık olunca kasiyerin maaşından kesiliyor fazla çıkınca ise patronun cebine cukka. Yani fazla bana eksik sana, ohhh kıyak iş! Peki, ne yapmalı? Patronlar hep böyle, işçiden çaldıkça çalmanın peşinde. İşçiler ise sigortasız çalıştıklarını sosyal güvenlik kurumuna bildirmekle başlamalılar ve ardından aralarındaki ilişkileri sınıf bilinci ile pekiştirmeliler ve bu bir başlangıç olmalı. ANCAK SINIF BİLİÇLİ İŞÇİ HAKKINI ALABİLİR... İC okuru bir işçi

Eski ve yeni belediye başkanlarının bizlere olan borcunu artık hesaplayamıyoruz. 6–7 ya da 8 maaş alacağımız var. Belediye başkanı başkanlık yapmıyor ve başkan yardımcıları milyonlarca liralık arsaların hesabını yaptıklarından işçilerin alacaklarını, haklarını hiçbir şekilde düşünmüyorlar. Her gelen koltuk sevdalısı ve ne yazık ki bencillikleri hep ön planda... İşyerimizde sendikalaşma sürecinin olumlu geçmesi sonucu hemen herkes sendikalı oldu ve bizlere keyfi olarak yer değiştirmelere son verildi denildi. Ancak vaatler gerçekleşmedi ve sendikamız da resmen bir sarı sendika oldu. İşçilerin haklarını koruyacağına işverenin bütün dediklerini harfiyen yapan sorumsuz basiretsiz bir işveren sendika kumpası içinde çalışmaya çalışıyoruz. Hakkını aramak isteyen insanların sesini hemen kesmek için ellerinden gelen her şeyi zaman kaybetmeden yapıyorlar. İnsanların zaaflarını çok iyi biliyorlar ve dışarıda 500 TL'ye çalışacak çok alternatif var deyip direncimizi kırıyorlar. İşten güçten anlamayan insanları, diğer personelin yerini kaydırarak (sürerek) onların yerine aktarıyorlar. Ve devletin malı deniz felsefesiyle bütün her yeri rant yaparak istedikleri gibi davranıp paraları insanların üzerinden ceplerine atıyorlar. Belediyenin işi olduğu halde ve belediye bütçesine getirisi olduğu halde işler başkan yardımcıları, yönetim kurulu üyeleri ve şirket müdürünün yakınları tarafından yapılıp, paralar bir çark sistemiyle yine onların ceplerine aktarılıp duruyor. Bunun yanında personelini hiç düşünmeyen bu sistemin içinde mecbur olduğumuz ve elimizden bir şey gelmediği için çalışıyoruz. Bunca haksızlığın ortasında bulunmaktan ötürü kendimizden ve herkesten utanır duruma geldik. Ama bir belediye işçisi olarak biliyorum ki biz işçiler bir araya geldiğimizde, kendi gücümüze güvendiğimizde her türlü sorunun üstesinden gelebiliriz. Yeter ki buna inanalım ve bir araya gelelim. Ankara’dan Sosyal-İş üyesi bir belediye işçisi, 5 Eylül 2010


EMEK ATÖLYESİ

Anayasa’dan Bu ay iş yasasını değil, işçileri doğrudan etkileyen ve referandumda oylanan anayasanın 54. maddesini inceledik. Değişiklik paketiyle, Grev hakkı ve lokavt başlıklı maddenin 3. ve 7. fıkralarının kaldırılması oylandı. Peki, neydi bu fıkralar? Grev hakkı ve lokavt (54. madde) 1. Toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında, uyuşmazlık çıkması halinde işçiler grev hakkına sahiptirler. Bu hakkın kullanılmasının ve işverenin lokavta başvurmasının usul ve şartları ile kapsam ve istisnaları kanunla düzenlenir. 2. Grev hakkı ve lokavt iyi niyet kurallarına aykırı tarzda, toplum zararına ve millî serveti tahrip edecek şekilde kullanılamaz. 3. Grev esnasında greve katılan işçilerin ve sendikanın kasıtlı veya kusurlu hareketleri sonucu, grev uygulanan işyerinde sebep oldukları maddî zarardan sendika sorumludur. 4. Grev ve lokavtın yasaklanabileceği veya ertelenebileceği haller ve işyerleri kanunla düzenlenir. 5. Grev ve lokavtın yasaklandığı hallerde veya ertelendiği durumlarda ertelemenin sonunda, uyuşmazlık Yüksek Hakem Kurulunca çözülür. Uyuşmazlığın her safhasında taraflar da anlaşarak Yüksek Hakem Kuruluna başvurabilir. Yüksek Hakem Kurulunun kararları kesindir ve toplu iş sözleşmesi hükmündedir.

PETROKİMYA Mücadele etmek ve mücadelemizi birleştirmek zorundayız • Merhaba arkadaşlar; Patronlar kazandıkça bizler daha çok baskıya maruz kalıyoruz ve işsiz kalmaya devam ediyoruz. Kendi çalıştığım fabrikada işçi sayısı düştükçe patron daha çok kazanıyor. Yılarca oraya emek veren işçi de işsiz kalıyor. Yedi yıldır bu işyerine emek veriyorum. Burada iş başı yaptığımda çalışan işi sayısı 60 kişiydi ve satılan hammadde aylık 100 tondu. Şu anki çalışan sayısı ise sadece 20 kişi ve bundan üç ay önceye kadar satılan hammadde 200 tonun üzerinde... Son üç ay ise hammadde krizinden dolayı 120 ile 150 ton arasında satış yapıldı. Belki satışlar azalmış olabilir ama patronun kâr payı düşmüyor. Çünkü bu sefer de hammaddeye olan talep yükseldiği için fiyatlar tavan yapıyor, çok satıp az kazanan patron bu seferde az satıp çok kazanmaya başlıyor. Durum böyle olunca çok kazanmaya başlayan patron biz çalışanlara baskı uygulamak için önüne gelen bu fırsatı hiç tepmiyor. Böylece üretim azaldı diye, ya işten çıkartıyor ya da kendini tehdit eden unsurlar karşısında; “Akıllı olun bak zaten az iş çıkıyor kafamı attırmayın işten çıkartırım” deyip bizleri susturuyor.

6. Yüksek Hakem Kurulunun kuruluş ve görevleri kanunla düzenlenir. 7. Siyasî amaçlı grev ve lokavt, dayanışma grev ve lokavtı, genel grev ve lokavt, işyeri işgali, işi yavaşlatma, verim düşürme ve diğer direnişler yapılamaz. 8. Greve katılmayanların işyerinde çalışmaları, greve katılanlar tarafından hiçbir şekilde engellenemez. Değişiklikler ne anlama geliyor? • 3. fıkranın değişmesi, grev sırasında işyerinde meydana gelen her hangi bir zarardan doğrudan şahısların sorumlu olacağı anlamına geliyor. Bu da grevlerde ön plana çıkan işçilere karşı dava açılarak işçileri yıldırıcı politikalar uygulanmasına kapı açıyor. Aynı zamanda patronlara makinelerin çalışmaması yüzünden aksayan işlerin parasal tüm yükünü tek tek işçilere yükleme fırsatı sunuyor. 7. fıkranın kaldırılması ise işçilere yeni haklar getirecekmiş gibi görünse de gerçek hiç de böyle değil. Değiştirilmesi hiç tartışılmayan 2. fıkrada “iyi niyet kurallarına aykırı tarzda, toplum zararına ve millî serveti tahrip edecek şekilde” grev yapılamaz ifadesi esasında patronların ve patron yanlısı hükümetlerin ve hukuk sisteminin keyfi biçimde her grevi “iyi niyete” veya “toplum yararına” aykırı bularak engellemesine, resmen olmasa da fiilen 7. fıkrayı uygulamasına imkân tanıyor.

Kısacası dünyayı saran küresel mali krizde olduğu gibi bundan sonra olacak diğer krizlerde de patronlar kazandıkça, bizler işsiz kalıp yoksulaşmaya ve baskı altında kalmaya devam edeceğiz. Bundan kurtulmak için ise biz işçiler örgütlenmek zorundayız. Hem de sadece kendi çalıştığımız fabrikalarda değil, kendi çevremizdeki fabrikada çalışan işçi kardeşlerimizle de örgütlenip sonra da direnişteki diğer işçi kardeşlerimizi yalnız bırakmayıp mücadelemizi olarla birleştirmek zorundayız. Biz işçiler mücadelemizi birleştirirsek kazanabiliriz aksi takdirde patronlara kazandırmaya ve işsiz kalmaya devam edeceğiz! İC okuru bir işçi

13

BİR KAVRAM Demokratik sloganlar ve görevlerin temel önemi: Kurucu Meclis Emperyalizmin ve tekellerin olduğu kadar bürokrasinin de en derin eğilimlerinden dolayı, demokratik sloganlar ve görevler daha ve daha fazla önem kazanmaktadır. Bu üçü de totaliter devletlere doğru sürekli bir eğilime sahiptir. Kitle hareketinin sürekli yükselen çizgisini dizginlemenin tek yolu budur. Kapitalist ülkelerde tekellerin devlet üzerindeki etkisi [...] totalitarizme yol açmaktadır. İşte bu sebepten tüm halkı ilgilendiren büyük demokratik sloganlar ve görevler, gün be gün çok daha güncel hale gelmektedir. [...] [...] [Demokratik görevler], bizim kabul ettiğimiz yeni bir boyut kazanmaktadır. Görevlerin niteliği açısından bu (şubat devrimi) bir Fransız Devrimi’dir ama savaştığı sınıflar itibariyle bu bir sosyalist devrimdir. Bu demokratik sloganları görevleri uygulayabilmek için kapitalist ülkelerdeki kapitalizmi [...] yıkmak zorundadır. Kurucu Meclis sloganı (veya ona benzer bir organ lehindeki sloganlar) bu sebepten dünyanın tüm ülkelerinde devasa bir önem kazanmıştır. Fakat [...] bu görev, işçiler ve halk için çok daha önemli ve belirleyici olan başka bir görevle bağlantılı olarak ele alınmalıdır: Kahrolsun iktidardaki Bonapartist veya diktatör benzeri hükümet. Şubat devrimi, daha ilk esnadan Kurucu Meclis sloganıyla aslen temel slogan olarak Kahrolsun diktatörlükler sloganına bağlantılı olarak gerçekleştirilir. Bu slogan, aynı [...] geri kalmış ülkelerde de kullanılabilir. [...] Yalnızca işçileri değil tüm halkı bu totaliter, diktatör benzeri veya en azından Bonapartist ve aşırı gerici olan hükümetleri yıkmaya sevk eden bu slogan esas bir önemdedir. Ancak ulaşılır ulaşılmaz bu amaç, pek çok ülkede (özellikle de yıkılan iktidarın totaliter bir rejim olduğu ülkelerde) derhal demokratik mücadelenin en yüksek ifadesi olan Kurucu Meclis amacıyla birleşir. Yine de bu sloganın burjuva bir slogan olduğunu bir an için bile unutmamalıyız zira bu slogan herkesin bir oy hakkına sahip olduğu bir anayasa için çağrıda bulunmaktadır. Ama bu sloganın seferber edici bir slogan olduğunu ve çoğunlukla burjuva-demokratik karakterinden farklı sonuçlara yol açtığını da kabul etmeliyiz. [...] Bu slogan, burjuvaziyle çarpışmanın, kitle hareketini eğitmenin ve işçi sınıfı ile köylülerin birliğini geliştirmenin sloganı haline dönüşür. Fakat bu Kurucu Meclis sloganı, bütünlüklü bir sloganlar grubunun bir parçası olmalıdır. Örneğin, Kurucu Meclisi köylülere toprak vermek için talep ediyoruz; biz bu mecliste, proletaryanın silahlanmasını oylamak için, işçi ücretlerini ve çalışma saatlerini belirlemek için ve tekellerin mülksüzleştirilmesine karar vermek için bu meclisi talep ediyoruz. Kurucu Meclis talep ediyoruz fakat şöyle diyoruz: Biz en demokratik halk isek eğer iktidardaki diktatörlüğü yıkan tüm politik akımlara radyo ve televizyonu kullanma hakkının verilmesini talep ediyoruz. Bu sloganların hiçbiri, herhangi bir devrimci aşamanın, ister şubat-öncesi ister şubat-sonrası olsun, temel ekseni ve ana sloganını gölgelememelidir: işçilerin ve halkın iktidarının geliştirilmesi. Kurucu Meclis sloganını devrimci bir aşamada temel slogan olarak ifade etmeye yönelik her girişim, Troçkist politikaya doğrudan bir ihanet olacaktır zira Troçkist politikanın kendi amacı bir demokratik devrim değil devrimci örgütlenmesi eşliğinde işçi sınıfını ve müttefiklerini iktidara taşıyacak bir devrimi gerçekleştirmektir. Bu sloganı işçi hareketine karşı işte böyle beyan etmeli ve böyle de uygulamalıyız. Moreno’nun Geçiş Programı’nın Güncelleştirilmesi İçin Tezler’inden alınmıştır


14

ULUSLARARASI

ABD Irak'tan çekiliyor mu? İC - Haber, 10 Eylül 2010 Obama'nın 2008 seçim kampanyasındaki en önemli vaatlerden biri de, Irak'taki savaşı bitirmek, Irak'taki ABD ordusunu geri çekmekti. Fakat bunun nasıl, ne şekilde ve ne zaman gerçekleşeceği ise kuşkusuz belirsizdi. Aradan geçen zaman zarfında Obama'nın tek yaptığı, henüz Bush döneminde Irak hükümetiyle imzalanmış olan çekilme takvimini uygulamak oldu. Bush döneminde planlanan bu takvime göre, 2010 yılında ABD birlikleri muhariplik görevini bırakacak, 2011 Aralık'ında ise, bütün askerlerini Irak'tan çekmiş olacaktı. Başkan seçilmesinin ardından, seçim vaatlerini bir kenara koyarak, Bush politikalarının “inceltilmiş”, “parlatılmış” bir biçimini uygulayan Obama içinse, yeni bir seçim dönemine girilmiş durumda. Bu süreçte kitlelerin beklentilerini boşa çıkaran, kitle desteği giderek düşen Obama için, yeni bir halkla ilişkiler operasyonu çerçevesinde, ABD'nin Irak işgalinin sonlandığı yaygarası koparılıyor ve Obama'nın verdiği sözü tuttuğu söyleniyor. Oysa gerçekleşen, Bush döneminde çizilen takvim uyarınca, ABD'nin “muharip” birliklerini geri çekmesi; yani asker sayısını azaltıp operasyonları Irak ordusuna ve özel güvenlik şirketlerine devrederken, askeri ve politik olarak hegemonyasını sürdürmesi. Bugün Irak'ta 50 bin ABD askeri bulunuyor. Bu askerlerin görevi, Irak ordusunu eğitmek ve Irak hükümetinin “talebi” doğrultusunda, Irak ordusuna operasyonel destek sunmak. 50 bin askere ek olarak, önümüzdeki süreçte özel güvenlik

birimlerinin sayısı arttırılacak, on binlerce paralı asker işbaşı yapacak. Öte yandan ABD, Bağdat'ta 80 futbol sahası büyüklüğündeki, dünyanın en büyük büyükelçiliğine sahip. Buna ek olarak, Irak'ın diğer büyük illerinde de konsoloslukları var. Yani ABD, Irak'ı askeri, diplomatik ve kuşkusuz ekonomik olarak, mutlak bir biçimde kontrol etmeyi sürdürüyor. Fakat değişen ihtiyaçları ve stratejisi doğrultusunda, Irak'tan çektiği askerleri, Afganistan'a ve Kolombiya'ya yönlendiriyor, olası bir İran savaşına hazırlanıyor.

Bu süreçte Irak'ta, seçimlerin ardından süregelen siyasi kriz ise varlığını koruyor. 6 ay önce yapılan seçimlerin ardından, henüz bir hükümet kurulabilmiş değil. Mart ayındaki seçimlerde, 325 sandalyeli parlamentoda, Sünnileri ve bir kısım direnişçi Şii grubu temsil eden, ABD'nin desteklediği Allavi'nin El-Irakiye hareketi 91 sandalye kazanmış, mevcut

Başbakan Maliki'nin Dava Partisi ise 89 sandalye kazanabilmişti. Hiçbir partinin veya koalisyonun parlamentoda çoğunluk sağlayamadığı ortamda, ABD'nin hükümetin derhal kurulması için bastırmasına karşın, henüz bir ilerleme sağlanmış değil. Siyasi krizin yanı sıra son iki ayda gerçekleşen bombalı saldırılarda ve ölü sayısında da önemli bir artış yaşanıyor. Her ay yüzlerce Iraklı hayatını kaybetmeye ve binlercesi yaralanmaya devam ediyor. Kerkük'teki belirsizlik ise, iç savaş dinamiği taşıyan bir başka konu. ABD askerleri, Kerkük'teki “muhariplik” görevlerini henüz bırakmış değil. Yani kentin kontrolü, şu anda onların elinde. Arap ağırlıklı Irak ordusuyla, Kürt peşmergeler şehirde şu anda birlikte çalışıyorlarsa da; peşmergeler ve Irak ordusu arasındaki sınır anlaşmazlıkları nedeniyle, yer yer yaşanan çatışmalar, bir Kürt-Arap savaşına dönüşebilir. İşçi sınıfı ve emekçi kitleler, Irak'ta henüz bir politik alternatif oluşturamasa da, geçtiğimiz aylarda belli başlı sendikaların, bir konfederasyon çatısı altında birleşmesi ise umut verici bir gelişme. Sendikaların temel talepleri, sendikaların yasallaşması ve devlet tarafından tanınması, kamudaki grev yasağının kaldırılması (ekonominin yüzde yetmişi kamunun elinde). İşçi sınıfının sendikal birliğinin sağlanması, emekçi halkın etnik ve dini bölünmüşlüğünün aşılmasına büyük bir katkı sunabilir ve işçi sınıfının politik sahneye çıkmasına zemin hazırlayabilir.

Bir halk istihbarat servisi: Wikileaks Ö. Çiftçi, 9 Eylül 2010 J. Assengee bir internet sitesinde yayımladığı belgelerden ötürü CIA, Mossad ve Rus istihbarat örgütü tarafından aranmakta. Kimi zaman rüşvetle uzlaşma aranan, kimi zaman ise ölümle tehdit edilen Assengee'nin suçu ABD'nin gizli belgelerini Wikileaks adlı bir İnternet sitesinde yayımlaması...

ve saydamlığa olan gereksinim her zamankinden daha fazladır. Örneğin Vietnam Savaşı sırasında ABD hükümetinde çalışan bir yetkili (Daniel Ellsberg) savaş boyunca özenle gizlenen bir askeri ve stratejik planlama kaydına ulaşır ve bu belgeleri (Pentagon Papers) yayınlar. Bu belgelerin yayınlanması bütün dünyayı şoke eder, hükümeti açığa vurarak, savaşın

Wikileaks, kamuoyu ile paylaşılmayan, erişilemez belgeleri açığa çıkartmak ve çözümlemek için geliştirilmiş sansürlenemez bir Vikipedi* uyarlamasıdır. Tarihsel olarak bu tür bilgiler ve belgelere ulaşım, insan yaşamı ve insan hakları açısından pahalıya mal olmaktaydı; ancak teknolojik ilerlemelerle (internet, kriptografi) önemli bilgilere artık daha kolay şekilde ulaşılabilmektedir. Neden bilgi sızdırma? • Hükümetleri, şirketleri ve kurumları engellemede ilkeli bilgi sızdırmanın gücü yakın tarih boyunca çokça sergilendi. Bu gizli bilgiler tarihin yönünü insanlık için daha iyiye çevirdi; şu anda da değiştirebilir; bizi daha iyi bir geleceğe götürebilir. İktidarda olan burjuva hükümetler, kapitalist medya ve haber şirketlerince toplumdan gizlenen haberler ve bilgiler yüzünden, bugün açıklık

kısalmasına ve binlerce yaşamın kurtulmasına yardımcı olur. Wikileaks’te ise Amerikan ordusunun Afganistan’daki iç yazışmalarına ait doksan iki bin belge yayınlandı. Belgeler Pakistan’ın Afganistan’da Taliban’ı desteklediğini, gizli operasyon birliklerinin Afganistan’da yargısız infaz yaptığını, yüzlerce sivilin “yanlışlıkla” öldürüldüğünü gösteriyordu.

Wikileaks kabusu • Wikileaks İnternet üzerinde buluşan bir grup aktivistin hayali olarak başladı. Aralarında Tayvanlı, Güney Afrikalı ve Amerikalıların da olduğu aktivistler, insanları “hükümetlerin ve şirketlerin gerçek yüzüyle” tanıştırmayı amaç edindi. Kurucusu ise aynı Avustralyalı Julian Assangee. Ayrıca işi gereği gizli belgeleri açığa çıkardığından sürekli olarak adres değiştirmek zorunda ve telefonları da sürekli olarak dinlenmektedir. Bugün bağışlarla ayakta kalan bu kurum çok daha fazla maddi kaynağa sahip haber ajanslarından farklı olarak, üreten sınıfın ihtiyaçlarına az da olsa önemli katkılar sağlıyor. Kapitalist kurumlar arası yapılan yazışma ve anlaşmalar, işçileri ve emekçileri baskı altına alabilmek için gizli tutulmaktadır. Oysaki bu baskıların, sömürünün son bulması tüm haberleşme aygıtlarının kamulaştırılıp ezilenlerin kullanımına açılması, gizli belgelerin ve antlaşmaların açığa çıkarılması ile mümkün olabilir. * Vikipedi, içeriği dünyanın her köşesinden gönüllü insanlar tarafından ortaklaşa hazırlanan açık kodlu, özgür, kâr amacı gütmeyen ücretsiz bir ansiklopedidir. Bu site wiki teknolojisini kullanır, yani dünya üzerinde İnternete bağlı bilgisayarı olan herhangi bir kişi, tüm sayfalarda ekleme, çıkartma, düzenleme yapabilir.


ULUSLARARASI

15

Fransa - 7 Eylül genel grevi üzerine İC – Haber Fransa, 12 Eylül 2010 Avrupa’da krizin patlak verdiği ilk günlerden itibaren patronlarla yerel ve küresel düzeyde işbirliği içinde çalışan hükümetler, krizin bedelini işçi sınıfına ödetmeye yönelik reformlar yapmaya devam ediyorlar. İşten çıkarmaları arttırmak, çalışma saatlerini dolayısıyla sömürüyü arttırmak, maaşları dondurmak, daha ucuz işgücü arayışıyla fabrikaları Uzakdoğu ve Balkanlara taşımak, kayıt dışı işçileri ve çocukları sigortasız ödemesiz güvencesiz çalıştırmak gibi “kriz önlemleri” alan hükümetlerin şimdiki hedefi de emekliler. Pek çok ülke, ortalama yaşam süresi uzadı bahanesiyle emeklilik yaşını ve emekli olmak için ödenen primleri arttırmaya yönelik reformlar yapmaya çalışıyor. Emekli olmak için neredeyse 70 yaşına gelmeyi beklemek zorunda kalacak olan emekçiler bu reformları “ölene kadar sömürü reformları” olarak tanımlıyorlar. Fransa hükümeti de bu reformları gerçekleştirmek için çalışan hükümetler arasında. Emeklilik hakkını elde etme yaşının 60’dan 62’ye, emekliliğin tüm haklarına sahip olma yaşının 65’den 67’ye çıkması en çok tepki çeken maddeler arasında. Bu maddeler işçinin kaç yıldır çalıştığına bakmaksızın uygulanacağından çok ciddi eşitsizlikleri de beraberinde getiriyor. Örneğin 25 yaşından itibaren çalışan işçi de, 18 yaşından itibaren çalışan ve dolayısıyla emekliliği için daha uzun süre ödeme yapmış olan işçi de emeklilik için 62 yaşı bekleyecek. Bunun yanı sıra, 62 yaşında emekli olma hakkını kullananlar emekliliğin tüm haklarından faydalanamayacaklar, tüm haklardan faydalanmayı isteyenler 67 yaşı beklemek zorunda kalacaklar. Düzenli olarak çalışanlar için en temel eşitsizlikler bunlar olurken, reformlardan en çok zarar görenler de elbette düzenli olarak çalışmamış olanlar olacak ki bu da ağırlıklı olarak kadınların mağdur olacağı anlamına geliyor. Tüm bu reformlar yapılırken yapılan işler arasındaki farkların da gözetilmemesi en temel sorunlardan biri. Emeklilik yaşıyla alakalı bu reformların

yanı sıra işçilerin emeklilik için yaptığı ödemelerin arttırılması da öngörülüyor. Kısacası, daha uzun yıllar boyunca daha çok ödeme yapacak olan işçiler sonuç olarak daha uzun süre daha ağır koşullarda sömürülecek ve karşılığında da çok ciddi eşitsizliklerle boğuşacaklar. Fransa’da reform planı ortaya atılalı yaklaşık 10 ay oldu ancak ilk günlerden itibaren toplumsal bir direnişle karşılaşan hükümet temkinli davranmaya karar verdiğinden henüz reformlar yasallaşmış değil. Mart ayındaki ilk grevde ülke genelinde 800 bin, Mayıs ayında yaklaşık 1 milyon ve Haziran ayında da 1 milyon 920 bin eylemci reformlara karşı sokaklara dökülmüştü. Ülke genelinde Eylül başında yapılan bir ankette katılımcıların yüzde 61’i bu direnişi tamamen haklı bulduklarını ifade ettiler. Ülke genelinde böylesine bir oran ile desteklenen ve katılımcıları her gün artan bu direnişin bir dönüm noktası

olabileceğine inanan işçiler, özellikle SNCF (demiryolları) işçileri, sendikalara hareketin devamlılığı ve kararlılığı için baskı yapıyorlar. Ancak ülkenin en büyük iki sendikası olan CGT ve CFDT işçilerin acele ettiğini söyleyerek ağırdan almaya devam ediyorlar. Buna karşın işçiler de bu tavır sürerse inisiyatifi ele alıp eylemler düzenleyebileceklerine dair açıklamalar yaptılar. Hatta demiryolu işçileri genel grev için bir gün belirleyip ilan ettiler. Tabandan gelen baskıya dayanamayan sendikalar 7

Eylül günü için genel grev çağrısı yaptılar ancak genel grevi inşa edecek ve kitleselleştirecek ciddi bir çalışma yapmadılar. Buna rağmen grev günü eyleme katılanların sayısı yaklaşık 2 milyon 700 bin idi. Eğitim emekçilerinin yüzde 50, demiryolu işçilerinin yüzde 60, posta çalışanlarının yüzde 45 oranında greve katılımı oldu. Air France da iş yavaşlatarak greve destek verdi. Bugün, 7 Eylül genel grevini bir başarı olarak değerlendiren işçiler ve bazı sol örgütler bu gücü kaybetmeden yeni eylem planları yapılması gerektiği savunurken, CFDT ve CGT bunun acelecilik olacağını, önce hükümetin ne yapacağını görmek için beklemek gerektiğini savunuyorlar. Bu iki sendikaya karşı çıkan sendikalar (SUD ve FO) mevcut ancak ülkenin en büyük iki sendikasının karşı duruşu direnişi baltalayacak gibi gözüküyor. Bu iki büyük sendikaya bağlı demiryolu işçileri 7 Eylül’ün hemen ardından 16 Eylül’de grev yapacaklarını ve gerekirse bu grevi bir günle sınırlandırmayacaklarını açıkladılar. Demiryolu çalışanlarının grevi ülke genelinde ulaşımı neredeyse işlemez hale getirdiğinden telaşlanan sendikal bürokratlar, işçilere 16 Eylülden vazgeçmelerini öğütlediler ve yeni bir grev günü belirleneceğini söylediler. Şimdi direniştekiler ve direnişe destek verenler nasıl bir yol izleyeceklerine dair sorular soruyorlar. Hareketin devamı nasıl gelmeli? Kitleselleşmek ve daha güçlü bir baskı yaratmak için ne yapılmalı? Bir yanda sendikalardan kopmaya ve inisiyatifi ele almaya hazır işçiler, genel grev çağrısı yapan sol örgütler var, öte yanda 7 Eylül’den beri sesi çıkmayan sendikalar. Halkın desteği böylesine yüksekken, sol örgütlerden genel grev çağrıları yükselirken, mevcut direniş işçilerin inisiyatifi ile kitleselleşebilirse bu süreç yalnızca Fransa işçi sınıfı için değil hepimiz için bir dönüm noktası olabilir. Umudumuz işçilerin sesinin sendikal bürokratlardan yüksek çıkması...

Sel suları altında Pakistan'ı hatırlamak Sedat D., 13 Eylül 2010

Pakistan’ı yakın dönemde 2008’de yaşadığı deprem ve Benazir Butto’nun 2007’de öldürülmesi haberleri ile hatırlayabilmiştik. Yine bir felaket ile gündeme gelen yoksul Pakistan’da, nüfusun yüzde sekseni günlük iki doların altındaki bir gelire mahkûm. Pakistan’da rejim ve emperyalizm • Pakistan’da köklü bir parti olan Pakistan Halk Partisi bugün İslam rejiminin baş koruyucusu rolünü üstlenmeye çalışıyor. Buna rağmen partinin tarihinin en güçsüz dönemini yaşadığı söylenmekte. PHP soğuk savaş döneminde de emperyalizm ile işbirlikçi roller üstlenmişti. Bu kuruluş döneminde partinin başkanlığını Benazir Butto’nun babası Zülfikar Ali Butto yapmakta idi. 90’lı yıllara kadar ABD’nin Sovyetlere karşı müttefikliği görevini üstlenen Pakistan’ın, Afganistan savaşı ile beraber emperyalizm ile olan ilişkilerinde sarsılmalar yaşandı. Prevez Müşerref’in askeri diktatörlüğü döneminde halk iyice yoksullaşmış ve büyük baskılar altında yaşamıştı. Benazir Butto’nun öldürülmesinin ardından yaşanan yönetim krizi, Müşerref’in istifası ve Pakistan Halk Partisi’nin iktidara gelmesi ile sonuçlanmıştı. Fakat değişim Pakistan halkına yine olumlu yansımadı. Bir yandan baskılar sürerken, öte yandan Pa-

kistan ekonomisi askeri diktatörlük dönemini dahi arar hale geldi.

Zerdali’nin (Butto’nun kocası), sözüm ona demokratik rejimi yoksulluğu kararlılıkla tırmandırdı. Resmi rakamlara göre enflasyon yüzde on üçlere yükseldi (ve Pakistan’da resmi rakamlar Türkiye’den dahi daha az güvenilirdir), işsizlik hızla tırmandı, ciddi gıda krizleri yaşandı ve günlük elektrik kesintileri 12 saatten 18 saatlere kadar çıktı. Zerdali durumu düzeltebilmek için 2008’de IMF ile bir kredi anlaşması yaparak, 11 milyar dolarlık bir borç almış ve bunun ancak 7,3 milyar dolarını ödeyebildiğinde geri kalan kısmını ve faizi ödeyebilecek kaynağa sahip olmadığı anlaşılmıştı. Sel felaketi Pakistan’da rejim ve emperyalizmi bir kez daha yakınlaştırdı. Zerdali IMF’den 11 milyar dolarlık bir kredi talebinde bulundu. Böylece IMF için Pakistan’ı daha iyi kontrol edebilmenin bir olanağı daha ele geçmiş oldu. Emperyalizm için gerçek tehlike: Pakistanlı yoksul halklar • Emperyalizm Butto’nun ölümü sürecinde PHP’ye, artan kitle seferberliğini kontrol edemeyeceğini düşünerek destek vermemişti. Ancak Müşerref’in tüm meşruluğunu yitirmesi ve PHP’nin rejime ve emperyalizme bağlılığını ilan etmesi ile beraber Pakistan’da PHP kadrolarından bir başbakan ve bir cum-

hurbaşkanı çıkabilmişti.

Ancak bugün Pakistan’da artan yoksulluk ve hoşnutsuzluk sonucu yeni bir seferberliğin yaşanması ihtimali rejimi ve emperyalizmi huzursuz ediyor. Zerdali bu olası seferberliğin önünü IMF’den alacağı kredi ile çözmeye çalışacak olsa da, Pakistan’daki gıda sorunun köklülüğü ve rejimin toprak reformuna yanaşamaması kitlelerin hoşnutsuzluğunun giderilemeyeceğini göstermekte. Sel felaketi ve emperyalizmin yoksulları daha da ezerek pekiştirmeye çabaladığı kontrolü, Pakistan’da yoksul kitlelerce rejimin sorgulanması sonucunu doğurabilir. Bunun yanında çelişkinin öteki yönü şunu gösteriyor: Bugüne değin, PHP’nin tüm gücünü “sağın” acizliğinden aldığı söylenmekte idi. Ancak bugün, PHP’nin gücünün büyük bir kısmını proletarya enternasyonalizminin zayıflığından aldığını söylemek hiç de abartılı bir çıkarsama olmayacaktır. *** Selin ardından Pakistan’da tüm yoksulluğa ek olarak, bir milyonun üzerinde insan daha konutsuz kaldı, acil sağlık desteğine muhtaç kişi sayısı da milyonları buldu, ölü sayısı halen net değil... Hayat, proletarya enternasyonalizminin acil gerekliliğini bağıra çağıra anlatmaya devam ediyor.


Lev Troçki’ye, Lev Sedov’a, Rudolf Klement’e, Abraham Leon’a, Leon Seloil’e, Marcel Hic’e, Pantelis Pouliopulos’a, Erwin Wolf’a, İgnacio Reiss’e, Tha Thu Thau’ya, Chen Duxiu’ya, Cesar Robles’e, Yolanda Gonzales’e, Arturo Apazza’ya, Tulio Quintiliano’ya, Gildo Rocha’ya... Dördüncü Enternasyonal yaşayabilsin diye canlarını veren herkese.

Yenilgiden doğan zafer: Dördüncü Enternasyonal 72 Yaşında! Dördüncü Enternasyonal (DE), Paris’te 3 Eylül 1938 günü Stalinist terörün korkunç saldırıları nedeniyle yalnızca tek bir günde gerçekleştirilebilen ve Troçki’nin katılamadığı bir kongreyle kuruldu. İlk muzaffer işçi devletinin uğradığı yozlaşmaya karşı, Lenin’in ardından Lev Troçki’nin üstlendiği uzun ve zorlu yürüyüş böyle başladı. Kuruluş kongresini hazırlamakla görevli sekreter Rudolf Klement GPU1 tarafından kongreden bir kaç gün önce kaçırılarak katledilmişti. DE’nin kuruluş tezleri olan geçiş programı, orijinali Klementle birlikte yok olduğu için sözlü olarak geçilen tüzük metni, yaklaşan savaşa karşı Troçki tarafından kaleme alınan bir manifesto, gençliğe yönelik bir karar metni ve Troçkiyi, Stalinistlerce katledilen yoldaşları ve İspanyol devriminin savaşçılarını selamlayan mesajlar burjuvazi, faşizm ve Stalinist teröre karşı gizlilik şartlarında gerçekleştirilen bu kuruluş kongresinin ana gündem maddeleriydi...

nasyonali, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazizme karşı direniş mücadelesi ve savaş sonrasındaki elverişli koşullar düşünüldüğünde yığınlara ulaşması söz konusuyken tümüyle güçsüz bırakacaktı. Troçki DE’i inşa etmenin kaçınılmaz hale geldiğini öngördüğünde yalnızca devrimci Marksist metodolojiyi Stalinist tahrifattan kurtararak gelecek kuşaklara aktarmayı hedeflemiyordu, aynı zamanda savaş sonrası koşulların devrimci ve Bolşevik yeni enternasyonalin bir kitle enternasyonaline dönüşmesi için elverişli koşullar sunacağını düşünmekteydi. Ne var ki, Ekim Devrimi’nin kazanımlarını gasp eden ve Nazizm’in yenilgisiyle güçlenerek savaştan çıkan Stalinizm oldu.

Kongrede Sovyetler birliği, İngiltere, Fransa, Almanya, Polonya, İtalya, Yunanistan, Hollanda, Belçika ve ABD’den seksiyonların delegeleriyle, Latin Amerika’yı temsilen Brezilyalı Mario Pedrosa hazır bulunmuşlardı. DE’in savaş sonrası başlıca önder kadrolarından biri olan Arjantinli devrimci Nahuel Moreno’nun ifadesiyle uluslararası Bolşevik akımı temsil eden yeni enternasyonal, devasa bir kafa ve cılız bir gövdeye sahip olarak siyaset sahnesine doğmuştu. Bu devasa kafa hiç kuşku yok ki, Bolşevizm’in ve iki büyük Rus devriminin deneyimlerini kendisinde cisimleştiren, dünyanın ilk işçi ordusunun kurucusu Troçki’den başkası değildi. Stalin’in neredeyse takıntılı bir biçimde onu imha etme arzusu burjuva düşünürlerinin iddia ettikleri gibi basitçe bir siyasi hasımı ortadan kaldırma çabasına indirgenemez. Troçki, kendisini ancak Bolşevizm ile özdeşleştirerek ayakta kalabilecek Stalinizm açısından süratle yok edilmesi gereken son ve en tehlikeli Bolşevik idi. Troçki’nin 20 Ağustos 1940 günü bir GPU ajanınca alçakça katledilmesi yeni kurulmuş enter-

Savaş sonrasında başlıca önder kadrolarını Nazizm’e ve Stalinizm’e karşı mücadelede yitiren hareketin zayıf ve deneyimsiz kadroları, enternasyonali önce sekter bir pozisyona ardından da savaştan güçlenerek çıkan karşı devrimci aparatlara eklemlenme çizgisine sürükleyecekti. Bu eğilim 60’lı yıllarla birlikte gerçekleşen kitleselleşme ve birleşme deneyimlerine karşın, DE’nin düşmanlarının elinde bir koza dönüşen sapmaların ve dağınıklığın ana kaynağıydı. Öte yandan DE içinde yalnızca bu sapmalara karşı koymakla kalmayıp, devrimci Marksist metodun günümüz koşullarına uyarlanmasını üstlenen, işçi sınıfı devrimciliğinde, enternasyonalizmde ısrar eden akımların varlığı 72 yıllık bu zengin mirasın günümüze taşınmasında başlıca garanti oldu.

Dördüncü Enternasyonalin yeniden inşası için! Dünyanın karşı karşıya bulunduğu en derin ekonomik ve siyasi krizlerinden birinden geçmekte olduğumuz şu günlerde programı tarih tarafından doğrulanmış olmasına rağmen birleşik ve merkezi bir DE yok elimizde. Akım kuruluşunda hedeflediği örgütsel amaçlara ulaşmaktan uzak kaldı, öte yandan politik programı ise tarihsel olgular nezdinde bütünüyle doğrulandı. İnsanlığın yaşadığı krizin, proletaryanın önderlik krizinin bir sonucu olduğu, proletarya önderlik bunalımını aşamadığı sürece insanlığın her biri öncekinden daha şiddetli krizlerden krizlere yuvarlanacağı gerçeği fiili bir olgu halini aldı. Tüm bürokratik ya da küçük-burjuva önderliklerin (milliyetçi, solcu, sosyal-demokrat veya Stalinist), dolaylı ya da dolaysız yoldan tarihsel olarak emperyalist karşı-devrimin hizmetinde olduğunu ise 70 yıl boyunca ihanete uğrayan devrimler ve işçi devletlerindeki bürokratik yozlaşma ve kapitalizmin restorasyonu deneyimleriyle yaşadık. Geçiş Programı, iktidarı ele geçirmek ve proletaryanın devrimci diktatörlüğünü kurmak için proletaryayı seferber etmenin programıdır; bu sürecin sahip olabileceği tek devrimci önderlik olan Troçkist partilerin ve Dördüncü Enternasyonal’in inşa edilmesi için dünyadaki tüm işçilerin sürekli seferberliğini geliştirmenin programıdır.2 Yeni devrimci kuşaklar tarihsel bir görevle karşı karşıyalar. 72 yıllık Bolşevizm’i yaşatma mücadelesinin birikimleriyle kuşanarak, DE’yi sabırla yeniden inşa etmekten söz ediyoruz. Bu oldukça güç bir görev, öte yandan sınıfsız bir topluma ulaşılabilmesi için daha devrimci ve gerçekçi bir yol da bulunmuyor.

İşçi Cephesi, 4 Eylül 2010 1 Stalinist gizli servis 2 http://www.marxists.org/espanol/moreno/actual/ index.htm Tesis 1.

www.iscicephesi.net


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.