1980’den 2010’a; Türkiye siyasetinin ve Sol’un şekillenişi
Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 23 • Kasım 2010 • Fiyatı: 2 TL
Ortada ciddi bir politik muhafazakârlaşma var ama bunun kaynağı ne AKP ne de şeriat emelleri; doğrudan doğruya neoliberal politikaların bir sonucu bu. AKP hükümeti dünyanın başka yerlerindeki hükümetler gibi bu saldırı programını kendi sosyo-kültürel tabanına en uygun şekilde uygulama yoluna gidiyor... Arka Plan, sayfa 8-9’da...
İleri Demokrasi: ‘Barışçıl’ Karşıdevrim! Hükümet ‘ileri demokrasi’ye ulaştığımızı ilan ederken, gerçekte ezilen ve sömürülen kesimlere karşı pervasız bir saldırı programı uyguluyor Hükümet geçtiğimiz günlerde 2011 yılı için, çalışanlara ve emeklilere yaptığı zam oranını açıkladı. Açıklanan komik rakamlar, öyle görünüyor ki, Başbakan’ın da içine sinmemiş. Fakat neyse ki, bu düşük rakamların gerekçesini açıklamayı da ihmal etmemiş: “Eğer bugün çalışanlarımıza, emeklilerimize, gönlümüzden geçen daha yüksek miktarları veremiyorsak, geçmişte sosyal güvenlik sistemimizi tahrip eden o hesapsız kitapsız, popülist uygulamalar yüzünden veremiyoruz.” Yani 2011 yılında hükümetin çalışanlara ve emeklilere yapığı düşük zammın sorumlusu, geçmiş iktidarlar...
bir beş yüz sene içerisinde pekâla uygulayabilir... Yalan Diktatörlüğü! AKP hükümeti sekiz yıl boyunca aslında ne kadar demokrat ve özgürlükçü olduğunu anlatırken, arka planda emekçi halkın kazanımlarına dönük bir ekonomik karşıdevrim programı uyguladı. Bu süreçte güvencesiz ve esnek çalışma neredeyse kural haline geldi. Yüksek işsizlik oranları sıradan bir vakaya dönüştü. Çalışma saatleri yükselirken, ücretlerin alım gücü azaldı...
Sınıfın Bağımsızlığı İçin
AKP hükümeti, iktidardaki sekizinci yılını geride bırakmak üzere. AKP’nin bu sekiz yıl boyunca ısrarla, usanmadan anlattığı bir hikâyesi oldu. Bu hikâyeye göre AKP aslında fevkalade demokrat, özgürlükçü ve hatta emekten yana bir partiydi. Ne var ki, yargının, askerin vesayeti, CHP’nin engellemeleri, kısacası statükocu güçlerin varlığı, bu tavrını göstermeye bir türlü imkân vermedi... Referandumla birlikte AKP, yargı organlarını da istediğince şekillendirdiği gibi, öncesinde de TSK’nın siyasetteki gücünü geriletmiş, askere kendi otoritesini kabul ettirmişti. Takdir ederler ki, artık Devlet’in belli başlı bütün kurumlarını kontrol etmekteler. Bu durumda, artık hükümetin üzerindeki asker ve yargı vesayeti, çok şükür, kalkmış durumda(!) Fakat, AKP’yi yine de bir şeylerin engellediği muhakkak. Örneğin, Kürt sorununda adım atmasını PKK, türban konusunda CHP, zamlar konusunda ise önceki hükümetler... Sekiz yıllık ‘ilerlemeyi’ göz önünde bulundurursak, görünen o ki, AKP şu demokratik, özgürlükçü programını önündeki engelleri tamamen temizlediğinde, yani örneğin
itibaren kapitalist sistemin dünya çapında uygulamaya soyunduğu ‘barışçıl’ bir karşıdevrim projesi... Bu süreçte hükümetler demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi kavramları ağızlarından düşürmez ve bu söylemlerini birkaç ufak demokrasi kırıntısıyla perçinlerken, arka planda emekçi halkların kazanılmış haklarına yönelik bir taarruz hareketine giriştiler. Sonuç olarak, birçok faktörün de etkisiyle dünya çapında, ekonomik ve sosyal kazanımlar bir bir geri alındı, işçi sınıfının sendikal ve politik örgütleri zayıfladı veya yok oldu; muhafazakârlaştırma politikalarıyla dini tarikatlar ve cemaatler güç kazandı…
Peki, bu süreçte kazananlar da olmadı mı? Olmaz olur mu! Patronlar bu süreçte kârlarını dörde, sekize katladılar. TÜSİAD’ıyla, MÜSİAD’ıyla burjuvazinin bütün kesimleri, AKP hükümeti döneminde bir “altın çağ” yaşadılar. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün deyimiyle, “Bugün demokratik, laik, güçlü, gelişmiş, dünyada aktif rol oynayan bir ülke konumuna ulaşmanın gururunu yaşıyoruz.” Bu esasında tipik bir neoliberalizm hikâyesi... 70’lerin sonundan
Bu konuyu tekrar gündeme taşımamızın iki sebebi var. Birincisi, AKP’nin söylemlerinin emekçi kitleler nezdinde hâlâ etkisini koruması. İkincisi, sosyalist solda AKP’nin tanımlanmasına yönelik yapılan vahim hataların, varlıklarını etkili bir şekilde sürdürmesi. Bir kesim, AKP’nin rejimi demokratikleştirdiğini öne sürüp ona ‘eleştirel’ destek verirken, başka bir kesim AKP’yi dünya çapındaki neoliberalizm ve muhafazakârlaştırma dalgasından soyutlayarak, AKP’nin ‘gericiliğine’, ‘işbirlikçiliğine’ karşı bütün ‘ilericileri’ bir araya gelmeye çağırıyor. Emekçi kesimlere dönük saldırıların yoğunlaşacağı ve genel seçimlerin yaklaştığı bir dönemde, özünde sınıf işbirlikçisi olan bu anlayışların, işçi sınıfının bağımsız sınıf politikasını yükseltemeyeceği, ezilen, sömürülen kesimlere önderlik edemeyeceği apaçık ortada. İşçi sınıfı bugün her şeyden fazla, burjuvazinin hiçbir kanadına yedeklenmeyen, sınıfın bağımsızlığını temel alan bir politik önderliğe ihtiyaç duyuyor.
İşçi Cephesi, 1 Kasım 2010
UPS işçilerinin mücadelesi son hız devam! Sayfa: 03
Solda yenilgi ve yenilenme tartışmaları, ya sınıf mücadelesi? Sayfa: 04
Devletin yeniden yapılanması açısından HSYK seçimleri Sayfa: 06
Fransa’da reform yasalaştı ama mücadele sürüyor Sayfa: 14
Ekvador dersleri Sayfa: 15
2
İLAN TAHTASI
“Durgun Sulara Yolculuk” yeni başlıyor... İC - Haber, 1 Kasım 2010 Burdur Gölü çevresinde, 23-26 Ekim tarihleri arasında Pedal Sesi Bisiklet Topluluğu’nun yürütücülüğünü üstlendiği Doğayı Pedalla Koru Projesi kapsamında “Durgun Sulara Yolculuk” adlı bir bisiklet turu gerçekleştirildi. Maddi olarak Birleşmiş Milletler Küçük Destek Programı’yla desteklenen proje, doğa bisikletçiliğinin doğa koruma faaliyetlerinde etkin bir araç olarak kullanılmasının teşvikini amaçlıyor. Yurtiçi ve yurtdışından toplam 27 bisiklet sever, pilot bölge olarak seçilen Burdur Gölü’nden Salda Gölü’ne pedal bastı. Yol boyunca pek çok yerde alan konusunda bilgili kişiler tarafından ekibe bilgi verildi ve doğa gözlemi çalışmaları gerçekleştirildi. Pilot bölge neden Burdur Gölü? • Burdur Kapalı Havzası Türkiye’deki önemli doğa alanlarından 7 tanesini barındırmakta. Burdur
Gölü, burada yer alan uluslararası öneme sahip bir sulak alan. Pek çok canlı barındıran, kuş göç yolları üzerinde yer alan Burdur Gölü, hızla kuruyor. Fabrika atıkları, göle giden tüm kaynakların sulama için barajla kesilmesi ve bilinçsiz sulama gölün önemli bir bölümünü kurutmuş durumda. Projenin içeriği • Proje, yapılan bu koruma çalışmalarının bisikletle daha doğal ve kolay bir şekilde yapılabileceğini anlatıyor. Alanda proje ekibi yaptığı keşif çalışma-
larıyla rota çıkarma, kuş sayımına katılma, tanıtım çalışmaları için görsel malzeme temin etme aşamalarını tamamlıyor. Sonrasında atlas
çalışmaları yapılacak, bu çalışmalar broşür haline getirilecek ve alandaki altyapı - tabela çalışmaları gerçekleştirilecek. Önümüzde neler var? • 1. derece doğal sit alanı sayılan Burdur Kapalı Havzası, aynı zamanda yasalar tarafından da tehdit altında. 27 Ekim’de meclise sunulan “Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı” ile tüm tabiat koruma kararları yeniden düzenlenecek. Bu yolla doğa alanlarının ticarileştirilmesi ve şirketlere satılması hız kazanacak. Gönüllülerin yoğun çabalarıyla meydana gelen proje, bir yandan doğayı doğal yollarla koruma çalışmalarına örnek teşkil ederken, diğer yandan da ticarileştirilmek istenen doğanın bir köşesinde mücadelesini sürdürüyor. Dayanışmaya olan ihtiyaç, tüm yakıcılığıyla kendini hissettiriyor. Esasında “Durgun Sulara Yolculuk”, yeni başlıyor...
Yurtiçi ve yurtdışından toplam 27 bisiklet sever, pilot bölge olarak seçilen Burdur Gölü’nden Salda Gölü’ne pedal bastı
Bir isyanın hikâyesi:
Halkın Çığlığı (Paris Komünü - I) Barış Sansar, 1 Kasım 2010
Görüş, öneri, katkı ve mektuplarınızı bekliyoruz... iscicephesi@gmail.com
SAYI: 23 • KASIM 2010 Aylık Siyasi İşçi Gazetesi Sahibi ve yazı işleri müdürü Atakan Çiftçi (Enternasyonal Yayıncılık) Yönetim yeri Caferağa Mah. Sarraf Ali Sok. Saraçoğlu İş Hanı No: 36/17 Kadıköy - İstanbul 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 25 TL • Yurtdışı: 25 € Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com Baskı Estet Ajans Matbaacılık Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul Fiyatı: 2 TL
“Paris işçisi, Komünü ile birlikte, yeni bir toplumun şanlı öncüsü olarak her zaman yüceltilecektir. Ölülerinin anısı, işçi sınıfının büyük yüreğinde sevgi ve saygı ile korunmuştur. Kıyıcılarına gelince, tarih onları daha şimdiden sonsuz bir teşhir direğine çivilemiştir ve rahiplerinin tüm duaları onların günahlarını bağışlatamayacaktır” diyor Karl Marx Paris Komünü’nü anlatırken. 18 Mart 1871’de başlayan ayaklanma; yenilmesine rağmen, proleter enternasyonalizminin en önemli örneklerinden birini, komünü, vermiştir. III. Napolyon’un Sedan’da aldığı yenilgi ve Prusya ordusu tarafından sürdürülen kuşatma, açlık ve sefalet, Parisli yığınları yeni bir düzen için ayaklanmaya ve sonraki kuşaklar için de büyük öğreticiliği olacak deneyimleri işçi sınıfının belleğine kazımaya itmiştir.
Jean Vautrin’in “Halkın Çığlığı” adlı romanından, dünyaca ünlü çizer Tardi’nin usta çizgileriyle uyarlanan “Halkın Çığlığı: Paris Komünü I ” Ekim ayı itibarıyla okuyucuyla buluşmuş bulunuyor. Merkezine, gizli polis Grondin ile sonradan komüncülere katılan eski bir subay olan Tardagnan arasındaki hesaplaşmayı alan hikâye, Komün Paris’ini de fon olarak alıyor. Bu yönüyle, Paris Komününü merak edenler için kolay bir giriş niteliği bulunan kitap, çizgi roman formatında olması sebebiyle de okuyucuyu yormayan bir özelliğe sahip. Öyleyse, Komünün 140. yıldönümüne yaklaştığımız şu günlerde, yeniden: “Yaşasın Komün!” Künye Yazar: Jean Vautrin Çizer: Jacques Tardi Versus Yayınları Fiyat: 20 TL
NE SAVUNUYORUZ? neyi hedefliyoruz? İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Türkiye’de devrimci bir işçi partisinin inşası için mücadele ediyoruz. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Sermayenin baskı ve şiddet rejimine karşı mücadele ediyoruz ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.
EMEK GÜNCESİ
3
UPS işçilerinin mücadelesi son hız devam! UPS işçilerinin direnişine 10 Ekim’de uluslararası boyutta verilen destekten sonra 17 Ekim’de de futbol takımlarının taraftarlarından destek yürüyüşü geldi İC - Haber, 1 Kasım 2010
S
logan atarak Galatasaray’dan Taksim meydanına yüründü. Eyleme katılan taraftar gruplarından “GS Tek Yumruk”, “BJK Halkın Takımı”, “Beleştepe”, “FenerbahCHE”, “Adana Demirspor İstanbul”, “Forza Livorno” ve Spor Emekçileri Sendikası yürüyüş boyunca UPS işçilerini destekleyen tezahüratlarda bulundular. İstanbul Mahmutbey ve Kurtköy’de, İzmir’de ve Ankara’da direnen UPS işçileri direnişlerinde yedi aylarını doldurmak üzereler. İşlerini geri almak ve sendikalı olmak için yazın sıcağında günde 8-10 saat işten çıkartıldıkları yerin önünde bekleyişlerini sürdüren işçiler şimdi de kışın soğuğunu göğüslemeye hazır. İşçileri Mahmutbey ve Kurtköy’de direndikleri yerin dışında seslerini duyurmak ve mücadeleyi diğer sektör ve işyerlerine taşımak için pek sık göremesek de yedi aydır eksiksiz direnişlerini sürdürüyorlar. Sendikanın işçileri sahiplenen tutumu, uluslararası dayanışma ve işçilerin kararlı, mücadeleci duruşu sayesinde son
dönem İstanbul’da süren, en birlik-içinde ve kararlı direnişlerden biri UPS. Bu durumun en somut kanıtı ise yakın zamanda işverenin direnen kadrolu işçiler ve taşeron firmanın çalışanlarının bir kısmını sendikalı olarak işe geri almayı kabul etmesiydi. TÜMTİS ve işçiler ise direnen herkes içeri alınana kadar direnişe devam dediler. Özellikle Kurtköy’deki işçilerden Mahmutbey’e bir mesaj var. Kurtköy’deki işçilerin çoğu kadrolu olmasına rağmen Mahmutbey’deki işçiler için direnişe devam ederek meselenin sadece kendi hakları için mücadele olmadığını ve sınıf birliğini gösterdiler. Aldıkları karardan asla pişman olmadıklarını belirten Kurtköy’deki direnen işçilerin bu konudaki moralleri yüksek ve Mahmutbey’deki arkadaşlarına “Mücadeleye devam!” diyorlar. Sınıf mücadelesinin ve sendikal örgütlülüğün bu derece düştüğü bir dönemde UPS direnişi sadece İstanbul’daki değil tüm Türkiye’deki ve dünyadaki sınıfdaşları için de büyük anlam ifade ediyor ve son hız devam ediyor!
Tekel işçilerinin direnişi sürüyor
Bildiğimiz gibi Tekel işçileri sendikalarının işbirlikçi tavrı, 4-C ye imza atan işçilerin işbaşı yaptırtılmamış olması ve ekim ayı itibarıyla işsizlik ödentisinin kesilmesi nedeniyle 4 Ekim 2010 tarihinden itibaren Tek Gıda-İş Sendikası’nın İstanbul 4. Levent’teki Genel Merkezi önünde süresiz oturma eylemi kararı almışlardı İC - Haber, 31 Ekim 2010
F
arklı illerden temsilciler olarak gelip oturma eylemine başlayan işçiler, öncelikle diğer arkadaşlarını da yeniden direnişe çağırdılar ancak ekonomik zorluklar ve işçilerin önemli bir bölümünün geçici işler bulmuş olması nedeniyle bu çağrıya çok fazla geri dönüş olmadı. Bu dönemde işçiler daha çok siyasi partiler ve demokratik kitle örgütlerinden destek görürken bir yandan da sendikalara çağrıda bulunmaktalar. Ayrıca haklı mücadelelerinin yeniden duyulabilmesi adına çeşitli eylemlilikler içine girerek seslerini duyurmaya çalışmaktalar. Bu kapsamda her haftasonu kitlesel yürüyüşler organize ederek kendilerine olan desteği arttırmayı ve sendikalarının tavrını teşhir etmeyi amaçlamaktalar. Tüm zor koşullara rağmen morallerini bozmayan Tekel işçilerinin direnişinde
ön plana çıkan ve tüm işçi sınıfının sorunlarının ne kadar ortak olduğunu gösteren noktalar olarak; işbirlikçi sendika bürokrasisine karşı mücadele ve yaygın çalıştırma düzeni olarak dayatılan 4-C gösterilebilir. Direnişteki Tekel işçileri de bunların tüm işçi sınıfının sorunları olduğunu bilerek mücadelelerini yaygınlaştırmak ve sınıftan destek görmek amacını güdüyorlar. Sendika bürokrasisinin ve burjuvazinin direnişleri yalnızlaştırma politikasına karşılık, ayakta kalabilmek ve savunma hatlarını güçlendirebilmek için ise yapılabilecek şey mücadeleleri birleştirmek şiarından hareketle olabildiğince birlik olmak ve ortak hareket edebilmek. Kriz ortamının devam ettiği bir dönemde işçi sınıfına saldırıların artacağı aşikarken, güçleri birleştirmeden hareket etmek yenilginin önünü açmaktan öteye geçmeyecektir.
Özelleştirmelerde
“Durmak Yok Yola Devam”!
Türkiye’de sermayenin yıllardır özlemini çektiği özelleştirmeler, hepimizin şahitliğinde AKP hükümeti tarafından gerçekleştiriliyor Deniz Koçak, 30 Ekim 2010
Ü
lke tarihinin en kapsamlı ve en hızlı kamu mülk ve kaynaklarının satışını gerçekleştiren hükümet, “Durmak yok, yola devam” sloganı ile içinde dokuz otoyolun ve iki boğaz köprüsünün bulunduğu yeni özelleştirme paketini duyurdu. Hükümet yapmış olduğu anayasa değişikliğinin de rüzgârını arkasına alarak, özelleştirme paketi ile ilgili çalışmaların 31 Aralık 2012’ye kadar bitirileceğini açıkladı. Pakette dikkat çeken maddelerden birisi de satın alınan otoyol boyunca mülk sahibinin uygun gördüğü her alana sos-
yal tesis kurabilecek olması. Yani bugün Boğaz’a yapılması planlanan üçüncü köprü ve Kuzey Marmara Otoyol Projesi tamamlanmış olsaydı, bu madde nedeniyle İstanbul’un son ormanları kolaylıkla talan edilecekti. Özelleştirilecek dokuz otoyolun geçtiği çevre bugün bu süreçten geçecektir. Sermayedara satılacak bu dokuz otoyol ve iki boğaz köprüsü işletilirken, şüphesiz sermayedarın ana gayesi hizmet üretmek değil daha fazla para kazanmak olacaktır. Dolayısıyla doğa ve insan hep ikinci planda kalacak… Doğanın ve insanın ikinci plana konduğu bu hizmet anlayışının ortadan kaldırılması için tüm özelleştirmeler geri alınmalıdır.
4
POLİTİKA
Solda yenilgi ve yenilenme tartışmaları, ya sınıf mücadelesi? Referandum sürecinde solun tutumu Evet, Hayır ve Boykot olmak üzere üçe bölünmüştü. Referandumun ardından ise bu üç eğilimin referandum değerlendirmelerinin, farklı sebeplerden yola çıkıp farklı sonuçlara ulaşmış olsa da kesiştikleri bir nokta mevcut: Referandumda sol yenilmiştir ve artık sosyalist kamp içerisindeki bazı yapıların sosyalistliklerinden bahsetmeye gerek kalmamıştır Sedat D., 31 Ekim 2010
B
öylesi bir değerlendirmenin içerisine girerek kimsenin sosyalistliğini ölçmek niyetinde değiliz. Ancak yine de solun referandum değerlendirmelerini ele alarak, yaklaşan 2011 Genel Seçimleri öncesinde sınırları netleşen kümelenmeleri değerlendirmek ve de sınıf mücadelesinin ihtiyaçları ile yeni tablo arasındaki ilişkiyi incelemek bizim için faydalı olacaktır. Üç taraftan haykırma: Esas sosyalist benim! Referandumda “AKP’ye de Anayasasına da Hayır”, “AKP Darbesine Hayır” gibi argümanlarla, hayır tavrını alan çevreler referandum bittiğinde ülkenin yüzde 40’ının sol olduğu, AKP’nin ise sağı birleştirdiği sonucunu çıkardı. Bu doğrultuda AKP’ye karşı solda birlik çabaları hızlanarak ÖDP-TKP-EMEP-Halkevleri arasındaki ittifak daha da netleşmiş oldu. Bu birliğe ek olarak “demokrasi ve cumhuriyetin kazanımlarını savunmak” adına, ya da yalnızca “ABD emperyalizmine karşı mücadele” edebilmek için Hayır tutumunu alanlar da aynı ihtiyaçlar ile hareket etmeye başladılar. Bu doğrultuda referandumda Evet tavrını alan çevrelerin de AKP ve emperyalizmle aynı kampa düştüğünü ilan ederek, onların devrimciliklerinin de solculuklarının da kalmadığını söyleyip, bundan sonra Evet tavrı alanlar ile hiçbir platformda bir araya gelmeyeceklerini dahi deklare ettiler.
salt AKP karşıtlığı üzerine kurduğu için ulusalcılığın sınırlarını aşamamaktadır. Buna karşın yoksullaşma ve demokrasi sorunlarına karşı da AKP’nin gitmesinden başka bir çözüm sunmamakta, işçi ve emekçilere yönelik çözümler üreten bir asgari program dahi oluşturamamaktadır. AKP’ye karşı olan mücadele ise bir halk mücadelesi olarak, dahası emperyalizme karşı verilen bir mücadele olarak tanımlanmaktadır. Sonuç olarak işçi sınıfı bu mücadelenin ancak bir parçası olarak algılanmaktadır. Evetçilerin çıkış noktası ise yine bütünlüklü bir program ya da sınıf mücadelesi olmaktan uzak durumda. Talepleri, demokratikleşme süreci ile sınırlı olmakta ve bu doğrultuda AKP dâhil her kurum ile iş birliğinin yapılabileceği söylenmektedir. Onlara göre, ya demokrasiden yanasınızdır, ya da baskıcı rejimin yanındasınızdır. Demokrasinin sınıfsal içeriğini boşaltan böylesi bir yaklaşım da demokrasi mücadelesinde işçi sınıfı dışında başka unsurlara da güvenilebileceğini açıkça ifade etmektedir. Böylelikle, işçi sınıfına duyulmayan güven, burjuvaziden ve küçük burjuvaziden umulan medete dönüşmüştür.
Solun yenilgisi ve yeni arayışlar Yazının başında belirttiğimiz üzere, referandum sonrası ortaklaşılan bir başka konu da solun yenilgisi oldu. Bunun üzerine solda yeni arayışlar da hızla başladı ve reçeteler hazırlandı. Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız değerlendirmelerden yola çıkacak olursak, öncelikli yönelişin AKP’ye karşı yeni bir birlik oluşturmak olduğunu söyleyebiliriz. Yalnızca AKP karşıtlığı üzerinden yola çıkan, sonuç olarak da AKP karşıtı diğer odaklar ile de bu temelde bir iş birliğine hazır olan bu çalışma kendisini yalnızca bir karşıt üzerinden (yani AKP üzerinden) var etmektedir. “Solda birlik”, “yurtseverlik”, “emperyalizmden bağımsızlık” ve “gerici İslamcılığa karşı mücadele” gibi söylemlerle oluşturulan bu birlikler, temel hedefini
Referandum sonrası tazelenme arayışları içerisinde olan üç kampı da incelediğimiz vakit, çıkartabileceğimiz temel sonuç, dünyadaki eğilimden farklı olmayan bir şekilde Türkiye solundaki yeni kümelenmeler ve arayışlar içerisinde işçi sınıfının hâlâ merkeze oturtulmamış olduğudur. Türkiye’ye bakacak olursak; yoksulluk, demokrasi ve Kürt sorununu en acil gündemler olarak sıralayabiliriz. Bu sorunlara baktığımızda ise, burjuvazinin yoksulluk sorununu asla çözemeyeceğini görebiliyoruz. Çünkü burjuvazinin krizden çıkabilmek için yarattığı çözüm önerisi zaten yoksulluğu arttırmaya dayalıdır. Demokratikleşme sorununa gelecek olursak, uluslararası sermayenin baskısı ve de Türk burjuvazisinin yeterli kârı elde edebilmesi için, burjuvazi asker-polis rejimi olarak adlandırdığımız bu rejimin temel niteliklerinden hiçbir zaman vazgeçemeyecektir. Aynı şekilde Kürt sorununda da rejimden ödün veremeyecek olan burjuvazi, bu sorunda da ancak bir yandan demokrasi aldatmacalarını kullanırken, öte yandan da uyguladığı baskı ve şiddeti arttıracaktır. Bu tabloya bakacak olursak, en basit düzeyde görünen yoksulluk, siyasal demokrasi ve Kürt sorununun çözümüne dair talepleri sahiplenebilecek tek alternatif işçi sınıfı olarak kalmaktadır. Sonuç olarak da, referandum sonrasında, solun aldığı yenilginin ardından bir yenilenmeye ihtiyaç duyulduğuna biz de katılıyoruz. Ancak diğerlerinin söyledikleri ve yaptıklarının aksine biz bugün, her zamankinden de fazla bir şekilde, işçi sınıfına yaslanıp ona güvenmek ve bir birleşik işçi cephesinden yana olmak gerektiğini söylüyoruz. Adına layık bir sosyalist çalışmanın da ancak ve ancak her soruna yaklaşımda işçi sınıfından beslenen bir perspektif ile mümkün olabileceğini düşünüyoruz.
Evet’ten yana tutum alan çevreler ise “Hayır” tutumunu almış çevrelerin CHP ve MHP gibi ulusalcı düzen partileri ile aynı kampa düştüklerini söyleyerek, bir yol ayrımına geldiklerini belirttiler. Bu bağlamda bu kamp da “Hayırcılar” ile bundan sonra bir araya gelmeyeceklerini ilan etmiş oldu. Boykot’tan yana tutum alan çevreler ise, çoğunlukla, referandum ile sınıfın gündeminin bulandırıldığından bahsedip, çözümü devrime havale etmekte, böylelikle diğer tüm çevrelerin revizyonizmini ispatlamaktaydılar. Bazı başka boykotçu yaklaşımlar ise, Kürt halkı ve BDP ile dayanışma çabalarını sürdürdü.
Referansı işçi sınıfı olmayan sol olur mu?
Boykotçuların bir kısmı dediğimiz üzere devrime kadar bu sorunun çözülemeyeceğini ifade etmekteler. Bunun dışında BDP ile dayanışma amacı ile boykot tavrı alan kimi çevreler ise, “ezilenlerin ve emekçilerin boykot cephesi”nden yola çıkarak, içerisinde BDP ve işçi sınıfının yer aldığı “üçüncü cephe”ye uzanan bir rotayı takip etmeyi sürdürüyorlar. Bu çizginin birinci sıkıntısı, burjuvazinin zaten tek vücut olduğu ve bu yüzden sermayeye karşı yaratılacak bir emek cephesini üçüncü cephe olarak aramanın yaratılan suni ayrımı teşhir etmek yerine sürdürmekten öteye geçmemesidir. Ancak bu küçük gibi görünen sıkıntıyı bir kenara bırakmış olsak dahi, sınıf örgütleri olmayan örgütlerle iş birlikleri yerine kalıcı ve uzun vadeli cephelerden yana olmak sınıf bağımsızlığını tehdit eder bir hale gelmektedir. Gel gelelim BDP’nin devlet ve AKP ile uzlaşma çabalarının yanı sıra, son dönemlerde TÜSİAD’a düzenlediği ziyaret ve de TÜSİAD’tan destek beklentisi (gelin buna ittifak arayışları diyelim) bu “üçüncü cephe” uğraşısını tehlikeli bir yola sürükleyip, işçi sınıfının taleplerini silikleşme tehlikesi ile karşı karşıya bırakmakta ve “üçüncü cephe” fikrini boşa çıkarmaktadır.
Sınıf mücadelesi ve görevler Solun böylesi kararlı bir şekilde işçi sınıfına sırtını dönmesi bizler için karamsarlık yaratıcı bir durum mudur? Hayır. Çünkü bu durum elbette ki yeni bir durum değildir. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de işçi sınıfının önderlik bunalımı giderek büyümekte ve bizlerin üzerine düşen sorumluluk artmaktadır. Ayrıca her şeye rağmen yüzünü işçi sınıfına dönen pek çok çevre hâlâ mevcuttur. Öte yandan da bugün tüm sınırlılıkları ile beraber işçi sınıfı mücadelesini sürdürmektedir. Neredeyse 200. gününe dayanan UPS direnişi bunun en önemli göstergelerinden biridir. Bizler için umut ise işçi sınıfının mücadelesinde yatmaktadır. Bu durumda İşçi Cephesi olarak referandum sonrasında solda yaşanan tartışmalardan çıkardığımız ders; referandum sürecinde olduğu gibi, referandum sonrasında da sınıf mücadelesinin mevzilerinden beslenerek kendimize bir rota belirlemeye ve o rotada ilerlemeye devam etmektir.
POLİTİKA
5
Suç bataklığı devlet: Asalak bürokratlar, Emeklilikte bugün hükümet ve kukla oyuncusu patronlara dair ve 40 yıl sonra! Hükümet elektronik kelepçe (e-kelepçe) tasarısıyla gündemde. Bu sayede kelepçe takılan tutukluların her an izlenebileceği dile getiriliyor. Ayrıca tasarının yasalaşmasıyla, 1 milyon 100 bin TL tasarruf edileceği ve 35 bine yakın tutuklu ve hükümlünün serbest kalacağı söyleniyor Salih Şimşek, 30 Ekim 2010
H
uzur doldu içimiz, değil mi? Demokrasi rayına oturuyor, “insanca ceza” yöntemleri geliyor. Peki, nedir bu ceza makinesi? Toplum neden suç üretiyor? Neyi ıslah etmeye çalışıyor hükümet? Cezaevleri taşıyor, çözüm e-kelepçe mi? • Türkiye’de yapımı devam eden 17’si dâhil, 384 cezaevi bulunuyor. 36 bin tutuklu, 21 bin hükmen tutuklu ve 63 bin hükümlüyle birlikte toplam 120 bin kişi ceza infaz kurumlarında. Yani neredeyse her 600 kişiden birisi hapis! Hükümet bir yandan gitgide kalabalıklaşan cezaevlerini boşaltmak istiyor, bir yandan da demokrasi örtüsü altında işçi ve emekçilere reklam yapıyor. Sanki elektronik kelepçe gelince suçları yaratan sorunlar çözülecek, 35 bin kişi serbest kalınca bir daha hiç kimse cezaevine girmeyecek! Biz biliyoruz ki devrimciler, Kürtler, haklarını arayan tüm işçi ve emekçiler en ufak bir hak talebinde bulunduklarında dahi, karşılarında, patronların sırtını dayadığı devleti buluyor. Tasarruf mu? Dalga geçmeyin! • Esas görmemiz gereken, hükümetin patronlardan aldığı güçle, suçların sebepleriyle değil, sonuçlarıyla uğraşması. “Hangi ceza daha az masraflı olur?” mantığı. “Kendimizi nasıl daha hoş gösteririz?” mantığı. Oysa tasarruf denilen miktar bile ceza infaz kurumlarına ayrılan bütçenin o kadar küçük bir kısmı ki! Adalet Bakanlığı’nın toplam bütçesi 3 milyar 783 milyon 866 bin TL iken, Ceza ve Tevkifevleri Genel
Müdürlüğü’nün bu bütçe içindeki payı 1 milyar 532 milyon 394 bin TL’ye karşılık geliyor. Yani yüzde 0,07’lik bir tasarruf söz konusu olan. Asıl tartışmamız gereken • Kimse cezalara ayrılan bütçenin neden bu kadar büyük olduğunu tartışmıyor, asıl konuşmamız gereken bu değil mi? Neden suçu oluşturan sebeplerle savaşmıyoruz? Çünkü patronlar, tuzu kuru devlet bürokratları ve hükümet, herkesin ortak çıkarları için değil, yalnızca kendi çıkarları için çalışıyor! Emekçinin cebinden çalamayacakları hiçbir yatırımın onların gözünde değeri yok! İnsanlar suça itiliyor, patronların devleti ve hükümet göz yumuyor • Kadınlara şiddet uygulayan eşler korunuyor, gazetecileri vuran faşistler saklanıyor, beş parasız işsiz kalanlara sahip çıkılmıyor. Devlet kurumları ve dev şirketler herkesi yoksulluğa ve suça itiyor. Eğitime ve istihdama yönelik hiçbir yatırım yapılmazken, ceza infaz kurumlarına ve askeri kurumlara milyarlar sıvanıyor. İşsizlik en çok gençliği vuruyor ve işi olanların da iş güvencesi yok! Teşbihte hata olmaz • Bataklıkların üzerine bina edilmiş devletler hayal edin. Temeller çürüyor ve duvarlar sarsılıyor. Devlet bürokrasisiyle kol kola veren patronlar ve hükümet mensupları üst katlarda şampanyalarını yudumlarken, mahzenlerde polisi ve hâkimi, devletin bekası için silahları ve yasalarıyla binayı ayakta tutmaya çalışıyor. Peki, sizce bu tabloda biz işçi ve emekçiler nerede? Hükümet bataklığı mı ıslah ediyor, yoksa bizleri mi?
Yıl 2007, günlerden 19 Ocak... Hrant Dink, Agos Gazetesi’ne giderken Ogün Samast isimli tetikçi tarafından katledildi. O gün çocuktan katil yaratanlar ise şimdi katilden çocuk yaratma çabasında… Kemal Boran, 31 Ekim 2010
T
aş atan çocuklar diye bilinen, 6008 sayılı Terörle Mücadele Yasası’nın, çocukların yargılanmasıyla ilgili yeni halinden Ogün Samast da yararlanıyor. Kişiye göre ya da kişiye özel kanun elbette olmaz. Ama asıl sorgulanması gereken zaten bu değil. Asıl sorgulanması gereken dört yıldır sonuca bağlanamayan Hrant Dink davasında, katillerin ve azmettiricilerinin az ceza ile kurtulması için adeta bir seferberlik halinde olması. Yargılama sonucunda halkın beklentisi katil Ogün Samast’ın ve azmettiricilerinin hak ettikleri cezayı almaları. Ama mahkemenin gidişatına bakıldığında, bu yargılamada istenilen sonuç, beklenilen sonucun tam tersi olacak gibi görülüyor. Ogün Samast’ın çocuk mahkemesinde yargılanması mahkemenin ikiye bölünmesine sebep olacak. Diğer azmettiricilerin başka mahkemede yargılanması yargılamanın seyri açısından sağlıklı olmayacak gibi görünüyor. Yargılamayı uzatarak sürüncemede bırakan mahkeme, Hrant Dink’i sağ iken koruyamadığı gibi öldükten sonra da katilinin ve azmettiricilerinin, vicdanları rahatsız edecek derecede düşük cezaya çarptırılması sonucuna doğru gidiyor. Uzun süren yargılama sadece Samast vakasıyla sınır-
lı kalmıyor. Mahkemelerin yavaş yürümesi bu tür olaylarda adaletin yerini bulmasını geciktiriyor. Adil yargılamanın yapılması ve sonucun bir an önce elde edilmesi açısından mahkemenin daha adil ve aktif bir şekilde yargılamayı sürdürmesi gerekmektedir. Ogün Samast’ın alacağı cezanın yaşının ve işlediği suçun karşılığı olan en üst sınırda olması gerekir. “Çocuk” diyerek medyada sevimli gösterilmeye çalışılması yakalandığı ilk günlerde jandarmanın ve polisin Samast ile hatıra fotoğrafları çektirmesi aslında Hrant Dink cinayetine devlet ve güvenlik güçlerinin nasıl yaklaştığının en bariz örneğidir. Cinayetin engellenmesinin mümkün olmasına rağmen cinayeti engellemeyen bürokrasi şimdi de yargılamada Samast’a en alt sınırdan ceza vermenin peşinde. Azmettiricilerin ise bu işten ucuz sıyrılacağı görülüyor. Samast kadar bu işi organize edenlerin de -hatta daha da fazlası- cezalarla yargılanmaları gerekmekte. Çocuk yaştakilerin cinayetlerde kullanılmasının önüne geçmek için azmettiricilerin ağır cezalarla ve cinayeti engellemeyenlerin de yargılamaya dâhil edilerek bu yaptıklarının yanlarına kâr kalmaması gelecekteki buna benzer cinayetleri engellemekte bir önlem olacaktır diye düşünüyoruz. Geciken adalet, adalet değildir.
Oktay Benol, 1 Kasım 2010
E
meklilikte tek ya da en önemli sorunun yaş gibi sunulması, tartışılması, “hangi taleplerle, nasıl bir mücadele izlenmeli?” konusunda ciddi yanlışlara neden olmakta. Kuşkusuz çalışanların kaç yaşında emeklilik hakkını kazanacağı çok önemli bir konu. Nitekim işçi örgütleri “mezarda emekliliğe hayır!” sloganıyla başından itibaren bu konudaki haklı tepkilerini ortaya koydular, koyuyorlar. Diğer yandan hükümet ve patronlar da, “Türkiye genç emekliler cenneti, bundan dolayı sistem tıkandı” diyerek emeklilik yaşının yükseltilmesini savundular, savunuyorlar. OECD’nin Ekim 2010 ayı verileri de bu görüşü destekler nitelikte. Bu verilere göre Türkiye’de emeklilik yaşı erkeklerde 45 kadınlarda 41. Lakin bu rakamlar gerçeği göstermediği gibi aksine birçok gerçeği de saklamakta. Öncelikle her 10 çalışandan 4’ü hiçbir sosyal güvenlik sistemine kayıtlı değil. Bu oran kadınlarda daha da yüksek, öyle ki tarımda kayıt dışı kadın emeği yüzde 98 gibi korkunç bir tablo arz ediyor. Çalışma şansına sahip olanlara gelince; herkes biliyor ki 40 yaşından sonra sigortalı bir iş bulmak çok zor. Hele 50 yaşının üzerinde bir kişinin, belli başlı meslekler dışında, sigortalı olarak yeni bir işe girmesi neredeyse imkânsız. Gelin görün ki mevcut haliyle emeklilik 58–60 yaşa yükseltilmiş durumda. Durum böyleyken insanlardan 58–60 yaşına kadar ve en az 7000 prim günü çalışma beklemek asla emekli olmamalarını istemekle eş anlamlı. Bir emeklinin ortalama aylığının 500 TL, bir işçi emeklisinin alabileceği en yüksek taban ücretin de 1000 TL’nin biraz üzerinde olduğu düşünülürse yeni sistemde emekli olma mucizesini gerçekleştirenleri bekleyen de sadece sefalet olabilir. Bilindiği üzere emeklilikte kademeli geçiş için 8 Eylül 1999 tarihi başlangıç kabul edilmişti. Bu tarihten önce sigortalı olanlar ilk işe başlama tarihlerine göre, herkes için 25 yıl sigortalılık süresi zorunlu olmak kaydıyla, çeşitli prim gün ödeme ve yaş gruplarına göre sınıflandırıldı. Bu tarihten (8 Eylül 1999) sonra sigortalı olanlar için ise Sosyal Güvenlik Reformu’nun yürürlüğe girdiği 1 Ekim 2008 tarihine kadar erkeklerde 60, kadınlarda 58 yaş ve her ikisi için 7000 prim günü belirlendi. 2036 yılına kadar yaş sabit kalacak, prim günü ise kademeli olarak yükseltilip 9000 prim güne çıkarılacak. 2048’den sonra ise hem erkekler hem de kadınlar için emeklilik yaşı 65 olacak. Bu tablo bize neyi göstermekte? Şunu; bugünün muktedirleri bundan 40 yıl sonrası için dahi biz emekçiler için insanca bir hayat öngörmüyorlar. Kuşkusuz emeklilik yaşının ortalama yaşam süresiyle orantılı olması gerekir. Bütün şirketlere emeklilik yaşına (58–60) kadar belli sayıda çalışan istihdam etme zorunluluğu getirilmelidir. Çalışma süresine bakılmaksızın her çalışan için yılda en az bir ay ücretli izin olmalıdır. Emekli maaşlarının yoksulluk sınırının üstünde belirlenmesi ve insanca yaşamaya uygun olması ise bir zorunluluktur.
6
POLİTİKA
Devletin yeniden yapılanması açısından HSYK seçimleri Öncelikle şu soruyu sorabiliriz: Neden Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun kim(ler) tarafından, hangi usullere göre seçileceği bu kadar gürültü koparıyor? HSYK’yı bu kadar önemli kılan nedir? İşçi Cephesi, 3 Kasım 2010 Bilindiği üzere Türkiye’de de geçerli olan bir güçler ayrılığı ilkesi vardır. Bu burjuva devlet yönetim anlayışına göre devletin yönetimi üç güç arasında paylaştırılır: Yasama, Yürütme, Yargı. Yasama gücünü TBMM; Yürütme gücünü Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanlar Kurulu, kısaca Hükümet diyebiliriz; Yargı gücünü ise Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay, Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek İdari Mahkemesi, Uyuşmazlık Mahkemesi ve HSYK gibi kuruluşlar oluşturur. Görüldüğü üzere HSYK seçimi, doğrudan devleti yönetecek güçlerden birini belirleme işidir. Mevcut durumda Yasama (TBMM’de çoğunluk AKP’de) ve Yürütme (Cumhurbaşkanı AKP kökenli Gül, Hükümet de AKP’de) gücü AKP’nin elinde toplanmış olduğundan Yargı gücünün de AKP denetimine girmesi, kimilerince, AKP’nin sivil diktatörlüğünün gerçekleşmesi olarak ifadelendirilmektedir. Bu nedenle HSYK seçimleri doğrudan devleti yönetme, rejime yön verme tartışması olarak görünmektedir. Kuşkusuz toplum, çıkarları uzlaşmaz farklı sınıf ve katmanlardan oluşmuyor olsaydı ve bu sınıflardan biri olan burjuvazi de modern kapitalist devletin sahibi olmasaydı bütün bu tartışmalar objektif bir demokrasi ve hukuk ilkeleri üzerinden yapılabilirdi. Oysa öyle değil! Türkiye sermaye sınıfları kendi çıkar ve ihtiyaçları üzerinden devleti ve rejimi yeniden yapılandırmaktadır. Adına neoliberalizm denilen kapitalist saldırganlık
politikaları bu yönelimin temelini oluşturmaktadır. Ne anayasa değişikliklerinin demokrasi ve özgürleşmeyle ilgisi vardır, ne de HSYK seçimlerinin adalet sağlayıcı hukuk ilkeleri getirmesi beklentisi söz konudur. Devlet bürokrasisi ve rejim gücü, sermaye güçleri arasında nasıl paylaşılacak, anayasa ve diğer hukuk kuralları neoliberal devlet aygıtına nasıl uygun hale getirilecek, işte tartışma budur. Türkiye pratiğine baktığımızda da bu gerçeği görürüz. İlk kez Yüksek Hakimler Kurulu adıyla 27 Mayıs 1960 askeri darbesi sonrası kurulan, 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleriyle gücü daha da pekiştirilen ve 1982 Anayasası ile HSYK adını alan rejimin bu büyük gücü şimdi sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda “çağın ruhuna” uygun olarak yeniden formatlanıyor. Bu ne anlama geliyor? Başbakan’ın sürekli söylediği, icraatlar HSYK’dan, yargıdan dönüyor, milyar dolarlık projeler rafa kalkıyor, mahkemeler Türkiye gerçeğine uygun kararlar vermiyor şikayetlerinin sonlandırılmasıdır. Aynı zamanda Kürt sorunundan azınlıkların durumlarına, merkezi yönetim anlayışından belediye yönetimlerine kadar Türkiye’nin neoliberal ekonomi-politiğe uygun şekilde yapılandırılmasıdır bu süreç. Seçilen HSYK üyeleri işte bunun için seçiliyor. Unutmadan ve ısrarla belirtelim; bu, özel olarak AKP’nin değil, dünya ile birlikte Türkiye burjuvazinin ihtiyacı ve talebidir. Dönemsel olarak çıkarları çatışan çeşitli sermaye gruplarının bu kavgaya öncelikleriyle yön vermeye çalışması ise devletin yeniden yapılanmasını kavga ve uzlaşma dolu bir geçiş süreci haline
getirmektedir. Kısmi Anayasa değişikliğiyle üye sayısı, üyelerinin seçimi ve işleyişi değişen HSYK’nın referandum sonrası gerçekleşen üye seçimlerinin birçok tartışma ve komplo iddilarına neden olmasının arka planında da işte bunlar var. Altını çizerek ifade edecek olursak: Düne kadar devleti elinde tutan asker-sivil bürokrasi, cumhuriyetin kurucu unsuru olmaktan da gelen ayrıcalıklarıyla, çok önemli bir rejim gücüydü. Bu güç, daha 1920’lerden başlayarak milli burjuvazi yaratma politikalarıyla can ve kan verdikleri Türkiye’nin büyük sermaye güçlerinin varlığıyla da harmanlanarak Bonapartist devlet aygıtını oluşturmuştu. Lakin cumhuriyetin besleyip büyüttüğü bu sermaye güçleri (TÜSİAD) sınırları aşıp yeni ihtiyaçlar edindikçe, yeni beklentiler de edindi. Ve özellikle son 20 yıldır giderek daha fazla oranda kendini bu asker-sivil bürokrasiye –eski anlamıyladaha az ihtiyaç duyar hale geldi. Ayrıca eş zamanlı olarak son 30 yılda ciddi sermaye birikimi sağlayan ve bu gücün devletin yönetimine yansımasını isteyen ve üstelik kendileriyle rekabet gücüne de sahip yükselen yeni sermaye güç odakları da (MÜSİAD) bu yeniden yapılanma ihtiyacını pekiştirdi. Ve tabii bu sürecin, yaşanan bu kavgaların, HSYK seçimleri dolayımıyla gündeme gelen hukuk-anayasa-yargı üzerinden kopan fırtınaların hiçbirinin Türkiye’ye özgü olmadığını özellikle belirtelim.
Üniversiteler ve türban
Her şey İstanbul Üniversitesi’nde bir öğrencinin türbanı nedeniyle dersten çıkarılması ile başladı. Konuyu görüşen YÖK bir karar alarak İstanbul Üniversitesi’ne şu yazıyı gönderdi: Öğrenci “disiplin yönetmeliğine aykırı” durumu nedeniyle sınıftan çıkarılamayacak ve çıkaran öğretim görevlisi hakkında soruşturma açılacak Dicle Nadin, 2 Kasım 2010 Yıllarca tartışılagelen ve bir türlü ‘çözülemeyen’, AKP’nin kapatılması istemine gerek oluşturan, laikliğin başlıca simgesi haline gelen türban yasağının bir yazı ile çözülmesi, daha doğrusu bir oldu-bittiye getirilmesi bunca süredir neyi tartıştığımızı sorgulatır nitelikte. Öncelikle şunu soruyoruz; madem bu kadar basit bir çözümü vardı da, neden AKP yıllardır bunu bir mağduriyet meselesi haline getirdi ve bunun üzerinden binlerce oy elde etti? Ve AKP, bu konuda kalıcı bir çözüm yaratmak istiyor da neden bunu bir türlü yasallaştıramıyor? Benzer şekilde CHP’nin ise, bunca yıldır karşısında durduğu bu sorunun çözümüne birden aday olması popülist bir siyasetin, seçim öncesi oy savaşımının işaretleri değil midir? Öncelikle türban meselesinin burjuva medya ve burjuva partiler tarafından ele alınış biçimi, kitlelerin bilincini bulandırmaya dönüktür. Tartışmanın türban üniversiteye girsin mi, girmesin mi cenderesine sokulması meselenin bağlamından çıkarılması anlamına gelir. Sorun türban sorunu değil, laiklik ve demokrasi sorunudur. Eğer bir kişinin dini inançlarından ötürü eğitim
hakkının elinden alınmasına karşı isek, aynı şekilde zorunlu olarak din dersi görmeye de, devletin Diyanet İşleri Başkanlığı’na bütçe ayırmasına da, Alevilere yönelik baskı ve ayrımcılığa da karşı olmamız gerekir. Fakat AKP, iktidarı boyunca bu konular üzerine hiçbir
adım atmazken, bu tartışmayı kılık kıyafet özgürlüğü ve demokrasi sorunu üzerinden yürütüyor ve bir yandan da Diyanet İşleri Başkanlığı’nın çözüm anlayışını referans aldığını belirtiyor. Oysa Diyanet İşleri, başörtüsünün dini bir vecibe olduğunu açıklıyor. Yani AKP kitleler nezdinde demokrasi yanılsaması yaratırken, bir yandan da anti-laik yani İslam’dan yana olan tavrını oraya koyuyor. AKP, türbanlı kadınların uğradığı ayrımcılık konusunda bu kadar demokratsa, aynı hassaslığı neden Alevilerin uğradığı ayrımcılıklar konusunda da gösteremiyor? Veyahut türbanla ilgili afiş asan YTÜ öğrencilerine soruşturma açan ve okula girişlerini yasaklayan okul yönetimini, neden YÖK bir yazı ile uyaramıyor, neden bu demokrasinin yolları kapanıyor? Sonuç olarak, burjuva partilerin türban sorununu çözmekten uzak oldukları meseleye siyasi rant ekseninden baktıkları açıktır. Söz konusu uygulama ile, türbanlı kadınlara uygulanan ayrımcılığın giderilmesi önemli olsa da; türbanın neoliberal muhafazakarlığın simgesi haline getirilmeye çalışılması ve kadın bedeni üzerinden yürütülen siyasi kavga gözden kaçırılmamalıdır.
KADIN SAYFASI
7
Tecavüzlere ortak olmayalım! Her gün, onlarca kadına tecavüz haberiyle uyanıyoruz. Tecavüz olaylarının ortak yanları çok; tecavüzcüler çoğunlukla akraba ya da polis, asker, jandarma, korucu, üst düzey yetkili erkekler... Canan Yılmaz, 29 Ekim 2010
T
ecavüze yardım edenler komşular, aile bireyleri... Ortak noktalar faillerle sınırlı değil, tecavüze uğrayan kadınlar, uğradıkları cinsel şiddet yetmezmiş gibi öldürülüyorlar ya da zorla intihar ettiriliyorlar (!) Bitmiyor! Çoğu davada sanıklar rüşvet verilirmiş gibi haksız tahrik indirimiyle hafif cezalar alıyorlar, hâkimlerce ‘mağdurun da rızası varmış’ diyerek salınıveriyorlar. Yetmiyor! Televizyonda tecavüz sahneleri dizilerde dakikalarca tekrar tekrar gösteriliyor, programlarda tecavüz sanki bir eğlence aracıymışçasına işleniyor. İzleyenler gülüyor, sunanlar gülüyor. Tecavüz edenler yalnızca tecavüzcüler mi oluyor?
sanık, 7 ay sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Tecavüz bir insanlık suçuyken, neden serbest bırakılıyorlar? Çünkü Türkiye’deki bütün davalara bakan bir tane Adli Tıp Kurumu var, başımıza ne gelirse gelsin, bu kurumun raporu gelmeden davamız yürümüyor, hiçbir üniversite hastanesinin raporu mağduriyetimizi anlatmaya yetmiyor. 12 ay sonraya randevu veren bu kurum sayesinde, piyango vurmuş gibi sanıklar serbest bırakılıyor. Şimdi soruyoruz, sanıkları ödüllendiren hâkimler tecavüze ortak olmuyor mu?
Biz tecavüz ettik, artık sen kendini as! Çok değil, 10 gün önce 15 yaşındaki Havva E.’ye, babasının amcasının çocukları tarafından tecavüz edildi. Olaydan sonra, Havva’nın amca kızı, tecavüzcülerin “Ben sana 2 gün önce ne dedim! Kandırın, kendini assın, intihar etmiyorsa sen intihar ettir. İntihar etmezse bu açığa çıkar, rezil oluruz” şeklinde telefon konuşmalarını işitti. Yaşadıklarını ablasına anlatan Havva, tehdit edildiğini söyledi ve üç gün sonra ahırda asılı bulundu. Havva’nın cesedinden elde edilen DNA örneğinin, babasının amcasının oğlu olan Mehmet E.’ye ait olduğu belirlendi. Sen tecavüz ettin, o zaman seni salalım! Geçtiğimiz hafta, Ankara’da 23 yaşındaki ODTÜ’lü öğrenci İ.Ç.’yi kaçırarak tecavüz etmekle suçlanan iki
nöbetçi olan ekip otosu olduğu ortaya çıktı. Olaydan sonra A.K tutuklandı, araçta bulunan Murat K. açığa alınırken, Evren G. ile Serkan D. Köprüler Koruma Şube Müdürlüğü’ne tayin edildi. Peki, ekip otosunda bulunan diğer polisler bu tecavüze ortak olmadı mı? Tecavüzler oluyor, o halde gülelim, eğlenelim, normalleştirelim! 17 Ekim gecesi Habertürk’te Ali Poyrazoğlu’nun sunduğu eğlence programında “Fatmagül’ün Suçu Ne?” dizisindeki tecavüz sahnesi, parodi olarak sahnelendi. Eğlence adına açıkça tecavüzü normalleştiren ve meşrulaştıran bir gösteri yapıldı. Skeci yapanlar, TV programı içinde yer verenler, alkışlayanlar ve gülenler, tecavüzle eğlenirken, bu tecavüzlere ortak olmadılar mı? Sen hâlâ birine tecavüz edemedin mi, üzülme!
Görevdeyken tecavüz ettin, o zaman oradan tayinini alalım! Avcılar’da 10 gün önce yabancı uyruklu kadına tecavüz ettiği iddiası ile tutuklanan A.K.’nin 13 yıllık polis memuru olduğu belirtildi. Mağdur “Hepimizi minibüse bindirdiler. Polis olduklarını, bizi tek tek evlerimize bırakacaklarını söylediler” ifadesinde bulundu. Soruşturmalar sonucu, bahsedilen aracın Asayiş Şube Müdürlüğü, Ahlak ve Kumar Büro Amirliği’nin o gece
Şok gazetesi 20 Ekim günü internet sitesine koyduğu haberde, henüz tecavüzcü olamayanlara müjdesini şu ifadelerle veriyor: “Fatmagül’ün şişmesi geliyor! Böylece isteyen Fatmagül’e tecavüz bile edebilecek!” Yaratılan bu tecavüz kültürüne ve tecavüze ortak olan bütün kesimlere karşı yasta değil, isyandayız! Biz erkek egemen kapitalist sistemin ve onun militarist güçlerinin, kadın katliamlarının teşvikçisi yargı sisteminin, kurumlanmış kurum ve kuruluşlarının, cinsiyetçi medyasının yaptığı kadın soykırımına sessiz kalmayacağız! Cinsel işkenceye maruz kalmak katledilmek istemiyoruz ve tecavüze ortak olmayacağız!
Devlet Tacizine Karşı
Suskun Değil Öfkeli, Yalnız Değil Örgütlü!
Geçtiğimiz hafta akşam saatlerinde SDP Genel Merkez Kadın Koordinasyonu üyesi kadın arkadaşımız evine giderken sokakta kimliği henüz belirlenemeyen bir kişi tarafından darp edilerek tacize uğramıştır Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Arkadaşımız, bağırışlarını duyan mahallelilerin gelmesiyle tecavüzden kurtulmuş, yaşadığı bu travmatik olaydan ötürü ise hâlâ psikolojik tedavi görmektedir. Bu olay gösteriyor ki, ülke çapında giderek artan taciz tecavüz vakaları, Kadıköy gibi merkezi, metropol semtlerde dahi bu denli pervasızca yaygınlaşmış düzeydedir. (...) Yaşadığımız topraklarda kirli savaş yüzünden zaten her gün onlarca kadın devlet şiddetine maruz bırakılırken, militarist düzen tarafından kadınlar birkaç kat daha fazla eziliyor. Sadece savaşın sürdüğü bölgelerde değil, İstanbul’da da Kürt kadınlara yönelik baskı ve saldırılar sürüyor. Bağcılar’da evinin önünden kaçırılarak cinsel şiddete uğrayan DÖKH üyesi kadın arkadaşımızın yaşadığı saldırının üzerinden daha birkaç ay bile geçmeden, 14 Ekim günü Yeni Demokrat Kadın üyesi arkadaşımız evine giderken polisler tarafından
zorla kaçırılmak istenmiştir. Tüm bu saldırıların bir yenisi de önceki gün BDP Kadın Meclisi üyesi arkadaşımızın polislerce kaçırılarak ağır cinsel işkenceye maruz bırakılması olmuştur. Devletin örgütlü politik kadınlara yönelik baskı ve saldırıları gittikçe artmakta
ve süreklileşmektedir(...) Biz kadınlar bu çok yönlü saldırılara karşı birleşerek en örgütlü halimizle cevap veriyoruz. Tacize tecavüze kadına yönelik şiddetin her türlüsüne karşı mücadelemize yılmadan devam edeceğiz. Geceleri de sokakları da terk etmeyeceğiz. Devlet şiddetine karşı, yargının kadınları ezen adaletsizliğine karşı, cinsiyetçi medyanın provokasyonlarına karşı biz kadınlar, sokaklarda mahallelerde meydanlarda kadın dayanışmasının gücüyle haykırmaya devam edeceğiz.* Yaşasın kadın dayanışması! Devlet elini bedenimden çek! Emeğimiz; bedenimiz; kimliğimiz bizimdir! * “Devlet Tacizine Karşı Suskun Değil Öfkeli, Yalnız Değil Örgütlü” sloganıyla Kadıköy Vapur İskelesi’nde 28 Ekim Perşembe günü saat 14.00’da gerçekleştirilen basın açıklamasından alıntılanmıştır.
8
ARKA PLAN
1980’den 2010’a; Türkiye siya
Kapitalist sistem, tarihinin en büyük krizlerinden birini yaşıyor. En koyu kapitalist düzen savunucuları dahi bu ger ise şu ana kadar yarattığı tahribattan hareketle oldukça karamsar senaryolar çizilmekte. Kapitalist hükümetlerin bir haklarını aşındırma politikaları –emeklilik yaşının yükseltilmesi, iş güvencesinin esnekleştirilmesi gibi sosyal güvenl Oktay Benol, 2 Kasım 2010
N
ormal şartlarda bu tablonun kapitalist-emperyalist sistemin zembereğini boşaltması, Sol’un ise çanlarını çaldırması gerekirdi. Oysa kapitalizmin krizi sadece burjuva düzenin değil Sol’un varoluşunun da sorgulandığı bir sonuç yaratmış durumda. Sol cenahtan üst üste “bir dönemin kapandığı” açıklamaları gelmekte. Gerçekten kapitalizm gibi Sol da mı krizde? Pekiyi ama hangi Sol? Sol’un, Sağ’ın karıştığı doğru mu ya da dendiği gibi bunlar artık geride kaldı ve “yeni” bir şeyler söylemek mi gerekiyor? Krize rağmen sekiz yıldır iktidarda olan AKP hükümetinin herşeye rağmen gücünü koruması, hatta arttırması nasıl açıklanabilir? Türkiye’nin kendine özgü şartları mı demeliyiz? “Muhalefet yok, ondan” açıklaması yeterli ve inandırıcı mı? Muhalefet denen şeyin tam da günümüz kriz koşullarında güçlenerek var olması gerekmez mi? Daha birçok soru sorulabilir de, ya cevaplar, onları neye göre vereceğiz? Düşüncemiz bugünü bugünle açıklamanın çok da çözümleyici olmayacağı yönünde. Türkiye işçi sınıfının, sınıf mücadelesinin ve sol hareketlerin bugününü anlamak, kavramak için biraz daha geriye gitmeliyiz. Özellikle son 30 yıla daha yakından bakmak anlamlı olacaktır. Bu yakın geçmiş bize sınıf hareketinin genel bir görünümünü de sunacaktır. 1980’den 2010’a... 30 yılda neler oldu? Türkiye işçi sınıfı, sınıf mücadelesi ve sol hareketler için 1980 askeri darbesi önemli bir kırılma noktasıdır; çünkü hem örgütsel varoluşun, mücadele araç ve yöntemlerinin tamamen yeniden ele alınmasına yol açtı, hem de politik-programatik hatlar sorgulanır oldu. Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılması bu sorgulamayı pekiştirdi; politik-programatik hatların terk edilmesini tetikledi. Dolayısıyla bu iki tarihin (1980 ve 1989) bugünü doğrudan doğruya şekillendirdiğini söyleyebiliriz. Sadece okuyucunun rahatça anlamasını ve izlemesini sağlamak açısından son 30 yılı kendi içinde dört ayrı parçaya ayırıp, başlangıç tarihimizi de 1980 olarak belirledik. 1980–1984 Askeri Darbe: 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle başlayan diktatörlük dönemi 1984 yılında parlamento seçimlerinin yapılmasıyla şeklen sona erdi. Diktatörlük dönemi anayasası, kurumları ve anlayışı -özellikle AKP hükümeti döneminde, son referandum dâhil, kimi değişiklikler olsa da- halen devam etmekte. Rejimin baskı ve şiddet niteliği 12 Eylül darbesiyle daha da derinleşti. Generaller, 12 Eylül darbesiyle cumhuriyet tarihinin en güçlü ve dokunulmaz zırhlarından birini kuşandı. (Sekiz yıllık AKP döneminde generallerin belirleyiciliklerinde yetki yitimleri oldu. Lakin generaller halen çok önemli bir rejim gücü olmayı sürdürmekte.) Askeri darbe döneminde tüm örgütlenme ve eylemler yasaklandı, neoliberal karşı devrim saldırısının temellerini oluşturan 24 Ocak Kararları acımasızca uygulanmaya başlandı… 1984–1989 Neoliberalizm ve Direniş: Darbe sonrası ilk seçimleri Turgut Özal’ın ANAP’ı kazandı. Neoliberalizmin Türkiye’deki ilk ve en güçlü uygulayıcısı olan Özal günümüze kadar devam eden işçi sınıfına yönelik saldırıların da temellerini attı. Bu dönem şeklen parlamenter rejime dönülmüş gibi görünse de darbenin başı Evren, cumhurbaşkanıydı; neoliberal karşı devrimin uygulayıcısı bir hükümet baştaydı. Yılların birikimi olan Kürt sorunu da bu dönemde rejimin baskı ve şiddet uygulamalarının bir sonucu olarak yeniden ivme kazandı. Başını PKK’nin çektiği ulusal
kurtuluş mücadelesi 1984 yılından günümüze kadar bu çerçevede devam edecek bir savaş halini aldı. Neoliberal saldırılar, askeri darbenin bıraktığı izler, 12 Eylül Anayasası’nın varlığı işçi sınıfı hareketinde 1980’lerin sonlarına gelindiğinde birikimlere yol açtı…
Bu koşullar altında gündeme gelen ekonomik kriz 1994 yılı 5 Nisanı’nda DYP-SHP koalisyon hükümeti eliyle işçi sınıfına ve emekçilere yönelik bir bombardımana dönüştü. Ücretlerin düşürülmesi, işsizlikte artış (1989–1994 kentsel ortalama işsizlik oranı yüzde 12,56), üç basamaklı enflasyon (1994’te enflasyon oranı yüzde 120’yi aşıyordu) ve yüksek devalüasyon
1989–1994 Mücadele ve Yenilgi: 1989 Bahar eylemleri 1980 askeri darbesi sonrası işçi sınıfının en önemli mücadele Ortada ciddi bir politik muhafazakârlaşma var ama bu döneminin başlangıcı oldu. 3 Ocak doğruya neoliberal politikaların bir sonucu bu. AKP hü 1991 Genel Grevi ve Zonguldak madencilerinin 100 bin kişilik bir bu saldırı programını kendi sosyo-kültürel tabanına en kitleyle Ankara yürüyüşü, 1989 Bahar Eylemlerinin en üst noktasını bunlar özel birer proje olarak Fetullahla, Ilımlı İslamla, oluşturdu. İşçi sınıfı hareketi adeta juvazinin düşen kar oranlarını yeniden yükseltmek iste küllerinden yeniden doğdu. Hükümetin yüzde 35’lik ücret artışı mücadeleler sonucu (Dolar 4 ayda 2 kat arttı: Ocak 1994’te 1 dolar 19.000 yüzde 142’lik bir artışla imzalandı. Mart-Mayıs 1989 TL iken Nisan 1994’te 38.000 TL’ye çıktı. Hazine Bahar eylemleri ve Zonguldak madencilerinin mücarezervi Ocak 1994’te 7 milyar dolardan Nisan 1994’te delesinin de etkisiyle 1987’de yüzde 36,3 olan ANAP 3 milyar dolara düştü.) bu dönemin bir sonucudur… oyları 1991’de yüzde 24’e geriledi. ANAP hükümeti yıkıldı, yerine Demirel liderliğinde DYPSHP koalisyon hükümeti kuruldu. Sınıf hareketinin yükselişi, kararlı ve mücadeleci işçilerin varlığı sosyalist hareketin de güçlenmesine zemin hazırladı. Sosyalist hareketin birçok akımı bu dönemde Kuruçeşme Toplantıları olarak anılan görüşme ve tartışmalarla birlik ve program konularında bir araya geldi. Bu toplantılar beklenen sonuçları vermedi.
Bu dönem son 30 yılın imkânlar ve zorluklar açısından en kaotik dönemi oldu. Kürt sorununda rejimin baskı ve inkârı korkunç bir imhaya dönüştü. Gündem gazetesinin bombalanması, Musa Anter gibi Kürt aydınların yargısız infazlara kurban edilmesi ve dönemin Kürt partisi HADEP’in birçok üyesinin katledilmesi yine bu dönemin uygulamaları oldu. 1989’da bürokratik işçi devletlerinin peş peşe yıkılmaya başlamasıyla başta Stalinizm ve sosyal demokrasi olmak üzere geleneksel önderlikler de çöküşe geçti. Bu süreç hem işçi sınıfı ve sosyalist hareketi doğrudan etkiledi hem de PKK’nin önderliğinde Kürt hareketi yepyeni bir Şeriat mı, darbe mi? Ulusalcılık mı, liberalizm mi? Avru politik-programatik aşamaya geçmeye başladı. PKK, emperyalist ülkelerin ve mi? Dolar mı, Türk lirası mı? Ergenekon mu, Fetullah bölgesel güçlerin arasındaki anlaşmazlık ve çatlaklara dayanan dönemsel diplomatik AKP mi, CHP mi? derken bu ikilemler toplumu olduğ manevralar politikası yerine “siyasallaşma” stratejisini benimseye başladı. Bu politik strateji, teme- Bu dönemin bir diğer özelliği sonraki yıllarda giderek linde, “silahlı reformist” bir anlayışa dayanmaktaydı. güç kazanacak İslami hareketlerin ciddi bir siyasi güç Günümüzde PKK’nin temel hedefi olan “anayasal ku- kazanmaya başlaması oldu. İşçi sınıfı hareketinin birlik rucu unsur olmak, ortak vatandaşlık, anadilde eğitim ve mücadele açısından parçalanmışlığı ve sosyalist hakkı, bölgesel özerklik” gibi taleplerinin gerçekleşme- hareketin 1980 ve 1989 süreçlerini aşamaması İslami sinin bir aracı oldu artık silah… hareketlerin toplumsal-politik etkisinin artışında belirleyici faktörlerinden biridir… 17 Nisan 1993’te Cumhurbaşkanı Özal’ın şüpheli ölümü kimi çevrelerce Kürt sorununda “çözüm” arayışBu dönem burjuva politikada çok ortaklı koalisyon larına girişmesinin bir sonucu olarak değerlendirildi. hükümetlerinin de başlangıcı oldu. Büyük ortakların 1989 Bahar Eylemlerinin de etkisiyle devrilen ANAP yüzde 20, küçüklerin yüzde 10 bandına sıkıştığı hükühükümeti Özal’ın ölümüyle çöküş sürecine girmiş metlerin varlığı sık sık siyasi krizlere ve erken seçimlere oldu. Özal’ın ölümü sadece ANAP’ı değil burjuvazinin yol açtı. Koalisyon hükümetleri aynı zamanda rejimin de neoliberal saldırı uygulamalarının güçsüzleşmesine çok başlılığının ve bu güçlerin mücadelesinin de arenayol açtı. Özal sonrası hükümetler çok partili koalissı oldu. Burjuva siyasetinin politik düzeyde bu derece yonlar ve çekişmelerle burjuvazinin ihtiyaç duyduğu parçalanmışlığı burjuvazi açısından bir temsiliyet kritemsiliyet sorununa çare olamadı. (Burjuvazi açısından zini göstermekteydi, bu bir güçsüzlüktü ve burjuvazisi bu sorun Özal sonrasında ilk kez Erdoğan ile çözüldü.) açısından Özal’dan sonra ancak Erdoğan hükümetiyle
ARKA PLAN
9
asetinin ve Sol’un şekillenişi
rçeği ifade etmek zorunda kalıyor. Krizin ne zaman, ne şekilde son bulacağı belirsiz. Geride bırakacağı enkaza dair r yandan devlet kaynaklarından milyarlarca doları batan şirketlere aktarması, diğer yandan işçi sınıfının kazanılmış lik sistemini tasfiye uygulamaları– krizin sonuçlarının işçi sınıfı ve emekçi halk için kalıcı olabileceğini göstermekte aşılabildi… 1994–2010 Savunma Hattında Sıkışma: Bu dönem kendi içinde 1994-1997 Krizden Darbeye, 1997-2002 Darbeden Krize ve AKP’ye, 2002-2007 Krizden Çıkış, AKP’nin Yükselişi ve Muhtıra, 2007-2010 İçiçe Geçen Krizler, Yeni Bir Dönem gibi alt başlıklara ayrılabilir.
yönelme söz konusuydu. Son 30 yıldır İslami hareketlerin siyasi ve ekonomik açıdan güçlenip etkin bir kapitalist toplumsal aktör olmasını sadece gericileşme olarak kavrayabilen bu kesimler çareyi askeri bir darbe istemeye kadar vardırdı. Mevcut tabloya bir değil birkaç askeri darbe sonunda gelinmiş olması gerçeği, çözüm diye darbe isteyenlerin aslında nasıl bir felaketi çağırdığını ortaya koymakta.
unun kaynağı ne AKP ne de şeriat emelleri; doğrudan ükümeti dünyanın başka yerlerindeki hükümetler gibi n uygun şekilde uygulama yoluna gidiyor. Dolayısıyla şeriat ya da benzeri bir başka yönelimle ilgili değil. Bureyişinin siyasal, sosyal, ekonomik yansımaları, araçları Biz anlatım kolaylığı açısından 1994-2010’u bir bütün olarak ele almayı tercih ettik. Bu dönem işçi sınıfı ve sosyalist hareketin giderek güç kaybettiği bir dönemdir. Kamu emekçilerinin 20
Tabii ki Avrupa Birliği de bir demokratikleşme projesi olmayıp sermayenin düşen kâr oranlarını yeniden yükseltebilmek için giriştiği bir kapitalist çözüm projesidir. Temeli de işçi ve emekçilerin II. Dünya Savaşı sonrası kazanılmış haklarının tamamen tahrip edilmesidir… Son dünya ekonomik kriziyle birlikte işçi sınıfı ve sosyalist hareket bu tablonun tüm olumsuzluklarıyla daha yoğun karşı karşıya kalmış durumda… Bu son 16 yılda mücadelenin savunma hattına sıkıştığını söyleme nedenlerimiz bundan. Burada en önemli nokta 16 yıl boyunca artan saldırı ve gerçekleşen yıkıma rağmen işçi sınıfı ve sosyalist hareketin siyasi/toplumsal etkisinin artmak bir yana mevcudunu da muhafaza edemeyip, gerileme ve parçalanma yaşamasıdır. Sol
upa Birliği mi, bağımsız üniter devlet mi? Şarap mı şerbet h mı? İstanbul burjuvazisi mi, Anadolu burjuvazisi mi? ğu gibi sosyalist solun kendisini de birkaç parçaya böldü Aralık 1994 iş bırakma, 16–17 Haziran 1995 oturma eylemleri, 2009-2010’da 4C’ye karşı TEKEL işçilerinin direnişi, vb.; 1 Mayıs 1996 Kadıköy, 1 Mart 2004 Ankara “Tezkereye Hayır” ve 1 Mayıs 2010 Taksim mitingleri gibi kısmi-dönemsel-devamlılığı olmayan eylemlilikler bir yana bırakılırsa bu 16 yılda sınıf mücadelesi savunma hattına sıkışıp kaldı. Neoliberal karşı devrim saldırıları, rejimin baskı ve imhası, 1980 ve 1989 süreçlerine gereken yanıtların verilememesi bu parçalanma ve gerilemenin temel nedenleridir. Parçalanma ve gerilemenin basıncı altında işçi sınıfı ve sosyalist hareket milliyetçilik ve liberalizm kutuplarına savruldu. Bir yanda ulusalcılık şemsiyesi altında uydurma bir şeriat tehlikesine karşı kümelenme, diğer yanda demokrasi-özgürlük masalıyla Avrupa Birliği projesine
22 Temmuz 2007 Genel ve 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri sosyalist solun toplumsal desteğinin dibe vurduğunun bir göstergesi olarak kabul edilmelidir. Özellikle dünya ekonomik krizinin yaratttığı devasa işsizliğe ve sosyal tahribata rağmen 2009 Yerel Seçimleri’nde sosyalist solun yükselmek bir yana mevcudunu dahi koruyamaması bunun en açık kanıtıdır. Sosyalist parti ve adaylar tek başlarına anlamlı bir sonuç elde edemediği gibi tümünün oy toplamı binde 5’ler civarındadır. Bu tablo sosyalist solun, iktidara gelmek bir yana, anlamlı ve gerçek bir temsiliyete –dönemsel olarak- uzak olduğunu göstermektedir... Neden böyle? Bu tabloyu yaratan nesnel ve öznel nedenler nelerdir?
Başta neoliberal karşı devrim saldırısı olmak üzere işçi sınıfına ve siyasal/sosyal haklara yönelik tüm baskı ve saldırıların payını birinci sırada anmak gerekir. Emperyalist-kapitalist rejimlerin on yıllara yayılan karşı propaganda ve uygulamaları sonucu sosyalist sol bir asayiş vakası haline getirildi. Bu durum sosyalist solun bugünkü güçsüz ve etkisiz görünümünün nedenlerinden biridir... Diğer yandan bu faktör tek başına mevcut durumu açıklamaya yetmez. Örneğin başta DİSK, KESK, TTB ve TMMOB olmak üzere bir dizi önde gelen sendika ve emek örgütünün yönetiminde sosyalist solun bilinen partilerinin ciddi bir ağırlığı bulunmaktadır. Yüzbinlerce üyesi bulunan bu örgütlerin üyelerinin sadece bir kısmının oy vermesi durumunda dahi sosyalist solun oy oranlarının bugünkünden daha yukarılarda olacağı açıktır. Bu kopukluğu ve temsiliyet sorununu mücadele alanlarında da görmekteyiz. 2009 yılında İstanbul’da gerçekleştirilen işçi mitinglerine (15 Şubat Kadıköy 50 bin, 1 Mayıs Taksim-Kadıköy
15 bin) katılım krize rağmen sınırlı kalırken 21 Mart Newroz mitingine Kazlıçeşme’de 300 bin, Ankara’da Alevi mitingine 150 bin ve 29 Mart seçimleri öncesi AKP, CHP ve SP mitinlerine yüzbinler katıldı. TEKEL direnişinin anlık gücü ve 1 Mayıs 2010 Taksim mitingine kitlesel katılımın çoşkusu ne diğer mücadelelelere yansıdı, ne de devamı geldi. Bu gerçek sendikal bürokrasilerin uzlaşmacı/işbirlikçi yönelimleri bir yana, işçi sınıfının siyasi yapılarının birçoğunun da program ve mücadele anlayışı açısından bir iç muhasebeye ihtiyacı olduğunu göstermekte. Özellikle azami-asgari program anlayışı, ulusalcılık eğilimleri, ikamecilik ve bürokratizm bu çarpılmaların politik-programatik ve örgütsel düzeydeki yansımalarıdır. Yüzünü işçi sınıfına dönmek Özellikle AKP’nin 3 Kasım 2002’de hükümet olmasıyla başlayan süreci şeriatın yükselişi olarak kavrayan sosyalist solun bir kısmı açık-gizli bir şekilde askeri darbe isteme noktasına kadar geldi. Meseleyi şeriat ve askeri darbe eksenine yerleştiren ve bu noktadan hareketle taraf olan sosyalist solun bir kesimi de ya ulusalcılık adı altında milliyetçiliğe ya da içi boş aydınlık ve demokrasi tarafgirliğine girdi. Şeriat mı, darbe mi? Ulusalcılık mı, liberalizm mi? Avrupa Birliği mi, bağımsız üniter devlet mi? Şarap mı şerbet mi? Dolar mı, Türk lirası mı? Ergenekon mu, Fetullah mı? İstanbul burjuvazisi mi, Anadolu burjuvazisi mi? AKP mi, CHP mi? derken bu ikilemler toplumu olduğu gibi sosyalist solun kendisini de birkaç parçaya böldü. Ortada ciddi bir politik muhafazakârlaşma var ama bunun kaynağı ne AKP ne de şeriat emelleri; doğrudan doğruya neoliberal politikaların bir sonucu bu. AKP hükümeti dünyanın başka yerlerindeki hükümetler gibi bu saldırı programını kendi sosyo-kültürel tabanına en uygun şekilde uygulama yoluna gidiyor. Dolayısıyla bunlar özel birer proje olarak Fetullahla, ılımlı İslamla, şeriat ya da benzeri bir başka yönelimle ilgili değil. Burjuvazinin düşen kâr oranlarını yeniden yükseltmek isteyişinin siyasal, sosyal, ekonomik yansımaları, araçları... Kadınların sosyal haklarının tırpanlanıp eve, kocaya/ babaya bağımlı hale getirilmesi de, sorgulayacı/eleştirel eğitim anlayışlarının yerini ezberci/biat eden anlayışların alması da bu neoliberal politikaların bir sonucu. Mesele bu eksende kavranamadığında çözüm kaçınılmaz olarak burjuvazinin –dönemsel olarak- farklı çıkarlara sahip kesimlerinin aralarındaki kavganın gerçek nedenlerini maskelemek için kullandıkları terimler ve değerler üzerinden yapılıyor. Diğerine yobaz/ dinci/şeriatçı adını takanlar bu konuda hassasiyeti olan kesimleri yedeğine alırken, öbürüne darbeci/bürokrat/ faşist diyenler de bu konuda hassas olan kesimleri yedeklemiş oluyorlar... Kuşku yok ki Sol’da “yenilenme” tartışmalarının referans noktası bu çatışma ve bloklaşmalar değil işçi sınıfı ve sınıf mücadelesi olmalıdır. Sol muhalefet sonuçlara değil, nedenlere bakmalı ve yüzünü işçi sınıfına dönmelidir. Asgari-azami program anlayışına karşı Geçiş Programı anlayışı; ikamecilliğe ve bürokratizme karşı işçi demokrasisi çizgisi; tek ülkede sosyalizme karşı enternasyonalizm ve dünya devrimi kavrayışı yaşayan Marksizmin var olma temelleri olarak Sol muhalefete bu açıdan gerekli hattı göstermeye devam ediyor...
10
ULUSAL SORUN
Demokrasi yanılsaması ve KCK davası 24 Aralık 2009’da başlayan KCK operasyonu kapsamında, PKK’nin çatı örgütü KCK’ye (Koma Civakên Kurdistan / Kürdistan Halklar Konfederasyonu) üye olmaları öne sürülerek, BDP’li belediye başkanlarının, Kürt aydın ve sanatçıların ve eski milletvekillerinin bir bölümünün de içinde bulunduğu 151 kişi tutuklanmıştı. 18 Ekim günü ise KCK davası, Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmeye başlandı Görkem Duru, 31 Ekim 2010
D
avanın ilk iki haftası iddianeme özetinin okunmasıyla geçerken, “sanıkların” anadillerinde savunma vermesine ise izin verilmedi. Son iki haftalık süreç bu şekilde işlerken, bu dava neyin bir ürünü olarak belirmekte ve yine buna karşı tepkileri hangi minvalde yükseltmek gerekmekte? Geçtiğimiz dönemde gündeme getirilen “açılım” politikaları, AKP iktidarının ve devletin Kürt “sorununa” yaklaşımını ve bunu ne şekilde çözmek istediğini çok net bir şekilde gözler önüne sermişti: Kürt halkının mücadelesini yok saymak, önderliğini tasfiye etmek, baskı, imha ve inkâr politikalarını arttırmak ve bunların hepsini “demokratikleşme” adı altında hayata geçirebilmek. Yani bir yandan T.C. devletinin tarihsel misyonu olan “makbul Kürt vatandaşını” yaratmaya çalışırken, bir yandan da tüm bu “açılım” tartışmalarını bir kazanım olarak sunmak... Sanki ortada bir mücadele yokmuşçasına! Tam anlamıyla bir muhatapsızlaştırma süreci olarak işletilen ve göz boyamak adına da TMK’da (Terörle Mücadele Kanunu) ufak değişikliklerin yapıldığı -ki uzun vadede bu yasada herhangi bir şeyin değişmediğini daha önceki sayılarımızda vurgulamıştık- dönemde Kürt halkının seçilmiş belediye başkanlarının da içinde bulunduğu bir grubu tutuklayıp yargılamak, açık bir
şekilde, “biz sizin mücadelenizi yok sayıyoruz” ve “önderliğinizle muhatap değiliz” algısını pekiştirmekte. Bunlara ek olarak, referandumda Evet çıkması ve yapılan değişikliklerin hepsinin “demokratikleşme” olarak sunulması -ki anayasa kısmi değişiklik paketinde Kürt halkının taleplerini dile getiren en ufak bir madde mevcut değildi- bir yandan kitleler nezdinde Türkiye’nin gerçekten yeni bir yola girdiği yanılsamasını yaratırken bir yandan da iktidarın demokratik gericilik politikalarının meşrulaşmasının zeminini oluşturdu.
Ekonomik krizin derinleşmesiyle beraber kontrollerini pekiştirmek, kitle seferberliklerinin önüne geçmek isteyen hükümetler bu noktada demokratik gericilik politikalarına sarılıp, kendi egemenlikleri altında baskı rejimlerinin şiddetini arttırmak gayesiyle hareket
etmekteler. Krizin yanına Kürt halkının mücadelesi de eklendiğinde, Türkiye’de de rejimin istikrarını koruyabilmek adına demokratik gericilik politikalarının etkinliği arttırıldı. Bir taraftan “demokratikleşiyoruz” lafının arkasına sığınılıp referandum sonrası BDP ile yeni anayasa hazırlanması için görüşülürken, öte taraftan Kürt belediye başkanları, eski milletvekilleri, aydınlar ve sanatçıların yargılanması bunun en açık göstergesi. Bu noktada, bizlere düşen ise kitleler üzerinde yaratılan demokratikleşme yanılsamasıyla mücadele edebilmek ve Kürt halkının taleplerini ön plana çıkartabilmek. Çözümün, egemenin dayatmaları, aba altından sopa göstermesi, mücadeleyi yok sayması ve Kürt önderliğini tasfiye etmeye çabalaması ile olmayacağını vurgulamak; demokratik gericilik politikalarının yansımasının sadece Kürt halkının mücadelesinde kendisini göstermeyeceğini, aynı zamanda emekçi kitleler üzerinde de etkisinin hissedildiğini ve artarak hissedilmeye devam edeceğini bilerek hareket etmek gerekmekte. Bu politikalara karşı ortak tepkiler gösterebilmenin önemini kavrayabilmek, Kürt halkının mücadelesinde eğer bir çözüm varsa bunun kendi kaderini tayin hakkı minvalinde geliştirilebileceğini akıldan çıkartmamak ve Kürt halkının önderlerinin, seçilmiş belediye başkanlarının siyasi tutsaklıktan kurtarılması için egemenleri ve onların dayatmalarını teşhir edebilmek gerekmekte.
Bir adım ileri, kaç adım geri?
Televizyonlarda daha önce hiç bu kadar yoğun bir şekilde tartışılmış ya da konuşulmuş mudur bilinmez, ama neredeyse her gün Kürt sorununun çözümünden bahsediliyor. Bahsedilen ise yine aynılaşmış durumda; akan kanın durması, Türkiye’nin bölgede etkin bir güç olması için Kürt sorununun çözülmesi gerektiği, Kürtlerin Türklerle eşit vatandaş olduğu, bunun önündeki engellerin birer birer kaldırılması gerektiği vs B. Turgut, 31 Ekim 2010
Ö
zellikle referandum sonrası BDP’nin bölgedeki etkisinin tekrar ve tekrar ispatı, en azından, Kürtsüz bir Kürt çözümü olamayacağını büyük ölçüde göstermişti. Tam da bu noktada hangi Kürt’ün muhatap olarak alınacağı sorusu egemenlerin gündemine oturdu. Hazır “çözüme” biraz daha yakınlaşmış bölge sanayi odaları da varken AKP eliyle geliştirilmeye çalışılan yeni kitle tabanı da buraya denk düşüyordu.
ilişki haline gelmesi de yine Abdullah Öcalan tarafından tespit edilmiş durumda. Abdullah Öcalan, AKP ile ilişkiyi yeni bir komplo dönemi olarak tanımlayarak bu süreci Yeşil Komplo olarak adlandırıyor. Bu dönemde Kürt hareketinin yeni bir tasfiye hareketi ile karşı karşıya kaldığını belirtiyor. Buna karşı, 31 Ekim tarihi itibari ile bitecek olan ateşkes sonrasında ise orta yoğunluklu çatışmanın olacağı söyleniyor.
Hemen referandum sonrası, Başbakan’ın BDP’yi hedef tahtasına oturtması ve “vesayet rejimi”nin korunmasında diğer güçlerle birleştiğini iddia etmesi oldukça manidar. Bütün bu yeniden kümelenişin içinde PKK’nin silahlı varlığı ise “çözümün” önünde en büyük engel olarak görülüyor. Ardarda açıklanan, süresi uzatılan ateşkesler süresince silahlı gücün yeniden “ovaya dönmesinin” nesnel koşullarının oluşturulması bir yana, bizzat ovada politika yapanları hedef alan KCK gibi operasyonlar ile seçilmiş temsilciler tutuklanıyor. KCK davası süresince tutukluların mahkemelerdeki siyasi savunmaları ve Kürt halkının sürece verdiği kitlesel destek yeniden egemenlerin elinin zorlaşmasına neden olmakta. Referandum sürecinde Kürt hareketinin, Abdullah Öcalan’ın da bir şans daha verdik diyerek belirttiği gibi, AKP’ye verilen kerhen desteğin artık umutsuz bir
Bu arada hükümetin, daha önceden başaramayıp şimdi yastık altından çıkardığı sınır dışı harekât tezkeresi de bu dönem için bir kez daha Kürt sorununun hangi temellerde ilerleyeceğini aşağı yukarı göstermekte. Bir önceki dönemde sınır ötesi harekât tezkeresine karşı çıkan hiçbir milletvekilinin yeniden AKP listelerine girememesi AKP milletvekillerini tedirgin etmiş olacak ki, bu kez tezkere Meclis onayını alabildi. Mesafe’nin sayfalarında yazıldı. Kürt açılımı diye tarif edilen sürecin hükümet açısından çift karakterli ya
da başka bir ifade ile ikiyüzlü bir şekilde yürütüldüğü Kürt hareketinin gündemine yeni yeni girmiş görünüyor. Açılım sürecinde, Türkiye’nin özellikle Ortadoğu’da ABD’nin Irak yenilgisi sonrası oynamak istediği rol açısından, içerdeki Kürt sorununun bir şekilde çözülmesine duyduğu ihtiyaçtan başka bir motivasyon olmadığı bir kez daha açığa çıkmış görünüyor. Bu güçlü devlet ihtiyacı, TÜSİAD’ın bölge ziyaretinde, bölgenin yatırım için ne kadar uygun olduğunu görmesi ile duyduğu heyecanla(!) birleşince, Başbakan’ın yolumuzdan dönmeyeceğiz kararlılığının nedenini ortaya koymakta. Sürecin ikili “havuç, sopa” karakterine bakıldığında, bir tarafta İçişleri Bakanı’nın bölge ziyareti ile samimi çözüm arayışı misyonunu üstlenmiş görünmesi, diğer taraftan Başbakan’ın KCK operasyonlarında olduğu gibi en şahinleri bile gölgede bırakacak açıklamaları eşzamanlı ilerliyor. Kürt halkının kitlesel olarak bu ikili tasfiye girişimini fark etmemesi kaçınılmaz. Bütün bu sürecin yönetenler açısından belirleyenlerinden biri de geniş yoksul Kürt halkının seferberliklerini engellemek temelli çalışmalar yapılması. Bu nedenle gelişecek olan provokatif eylemlerin bu seferberliği engelleyici özüne ihtiyaç duyulacak bir döneme girdiğimizi söylemek şaşırtıcı olmayacaktır.
GENÇLİK
11
YÖK’e karşı mücadele ve 6 Kasım’ın anlamı 6 Kasım, Yüksek Öğretim Kurulu’nun (YÖK) yeni bir yıldönümü olacak. Tarihsel hafızamızı yenileyecek olursak, YÖK 1981’de “yüksek öğretim kurumlarını organize etmek ve bütün birimleri merkezi bir yönetim altında toplamak” ve “dönemin siyasal sorunlarının eğitimde yarattığı yıpranmayı acil bir reformla gidermek” amaçlarını taşıyarak kurulmuştu. Peki, YÖK’ün tarihteki izleri nasıl oldu? Duygu Yorgancı, 1 Kasım 2010
K
urulduğu andan itibaren 12 Eylül baskıcı rejiminin çok iyi bir temsilcisi olan bu organ eğitim ve öğretimle ilgili her şeyi kontrolü altına alarak, işine önce üniversitelerdeki sol muhalif kesimleri üniversiteden atıp, yerine kendi kadrolarını atayarak başladı. Öğrencileri okuldan atma ve uzaklaştırma işlemini kolaylaştırarak öğrencilerin her türlü politik faaliyetini engellemek için elinden gelen her şeyi yaptı. Öğrenciler bir bir polise ihbar edildiler ve öğrencilere ve eğitimcilere suç cezaları verilerek önleri kesilmeye çalışıldı. Bu sancılı dönem, burjuvazi ile el ele vermiş baskıcı rejiminin dönemin toplumsal muhalefetini bastırmadaki işbirliğinin eğitim alanındaki yansıması olarak karşımıza çıkıyor.
Geçtiğimiz günlerde de YÖK hâlâ kuruluş amaçlarını taşıdığını bize bizzat göstermiş oldu, 81 ilin valiliğine gönderilen “Özgür ve Güvenli Üniversite” adlı genelge, üniversitelere sivil polislerin tahsis edilmesi ve gerektiği zamanlarda çevik kuvvetin okula girip müdahale etmesini olanaklı ve resmî hale getiriyordu.
Genelge, adına karşın, öğrenciler üzerindeki baskı ve şiddeti daha da arttıran bir niteliğe sahip, hükümetin üniversitelere bakış açısı da böylece açıkça ortaya çıkıyor. Başımıza gardiyanlar dikiyor ve bize özgür olduğumuzu, bilimsel eğitimin bu koşullar altında mümkün olduğunu söylüyorlar. Ayrıca, gazetemizde daha önce de yer vermiştik. Bugün yapılan neoliberal dönüşümler eşliğinde, YÖK’ün yapılandırılması hatta kaldırılması dahi konuşuluyor. Bu proje devletin eğitim alanından elini çekmesi ve bu alanı sanayi çevrelerine açması ve girişimci üniversite modeli ile her üniversitenin kendi başına bir şirket gibi çalışması, üniversitelere mali özerklik verilerek bütçeden üniversitelere ayrılan payın kesilmesi anlamına geliyor. YÖK’ün kalkması ya da bu tür bir değişikliğe tâbi tutulması sistemin ihtiyaçlarını da ortaya koyuyor, daha önce de belirttiğimiz gibi kendini yeniden yapılandırıp farklı biçimler altında tekrar ortaya çıkıyor. Dolayısıyla YÖK’ün kaldırılması da bugün demokratik bir talep olmaktan çıkıyor.
YÖK’ün o dönemdeki en önemli kuruluş amacı, sınıf hareketiyle bağlarını çok iyi kurmuş, sınıf hareketi kitleselleştiği oranda büyüyüp gelişen öğrenci hareketine ket vurmak ve onun gelişmesini engellemekti. Ve bugün geçmişini unutmuş, tek tip, apolitik ve pasifize olmuş bir gençlik varsa bunun yegane sorumlusu da YÖK’tür.
Her şeye rağmen bugün biz geçmişimizi unutmadık, özgür eğitimin başımıza gardiyanlar dikilerek de mümkün olabileceğini sanmıyoruz. Gerçek, özgür ve bilimsel eğitimin sermayeden uzak, eşit, kafa ile kol emeği ayrımının olmadığı ve herkese açık bir eğitim olduğunu biliyoruz. Bu nedenlerden dolayı da YÖK’e karşı mücadele dün olduğu kadar güncel ve önemli. 6 Kasım’da ve her zaman alanlarda YÖK’e karşı parasız ve demokratik eğitim hakkımızı haykırmaya devam etmeliyiz.
YÖK’ün diğer bir işlevi ise 12 Eylül’den sonra, sistemin eski dengelerine yeniden ulaşmasından sonra bile bu baskı araçlarını yeniden üretip, karşımıza farklı biçimlerde çıkarmasıdır, ki bugün burjuva ideolojisinin ve neoliberal politikaların üniversitelere uygulanması görevini üstlenmiştir. Bugün üniversiteler bir ticarethane gibi çalışıyor ve öğrencileri iş bulana ve sisteme adapte olana kadar hapis altında tutacak mekanlar işlevi görüyor.
“Siz ne komünist ne de liberalsiniz” diyorlar;
biz ise “işsiziz” diyoruz! Merhaba, ben Eskişehir Anadolu Üniversitesi, Çalışma Ekonomisi Bölümü öğrencisiyim. Beş yıllık eğitimim bitmek üzere ve derin bir işsizlik kaygısı var. Ancak bizimkisi sizinkinden biraz daha farklı...
B
izim bölüm sendikacılık ve insan kaynakları alanında uzman yetiştirmekle görevli aslında; tabii bu teoride böyle. Çünkü patronlar bunlar eğitimli komünistler deyip bizleri insan kaynaklarına layık görmüyorlar. Bizler ise işçiyi kullanmak üzerine öyle bir eğitim alıyoruz ki, kendimizi içerisinde olmamız gereken sendikalara dahi layık görmüyoruz. Belki de biz,
işvereni kandıran tek öğrencileriz. Hocalara sorarsanız sendika eğitimi, endüstri ilişkileri vs. gibi eğitimlerin bizi sendikacı yapması gerekir. Fakat iş değerlendirme, performans yönetimi ve bölümün adını alan ÇEKO dersi, bizlere, “işçiye çok maaş verme, az da maaş verme, ama onları işten kaytarmadan firma için en
uygun maaşla çalıştır” diyor. Diğer dersleri zaten sormayın. Tamamı sistemci ve sermaye yanlısı. Şimdi soruyorum bizim ne iş yaptığımızı bilen var mı? Ya da ben ne yapacağım, işsizim ama hayallerimi hangi meslek süslemeli? En azından patron komünist diyor, hoca ise sistem için aranan elaman; gerçek ise biz işsiziz...
12
İŞ YERLERİNDEN
METAL Patron gözünü mesailerimize dikti Patron gelen siparişlere göre günlük bir üretim adedi belirliyor. Bunu da üretim sorumlularına vererek bu üretim adeti bugün bitecek diyor. Tabii işçiyi düşünen yok.
İşe başladığım ilk gün sabah 8’de işe gidip gece saat 02.30’da eve döndüm ve bu durum yaklaşık 15 gün sürdü. Bu 15 günlük süre zarfında kendimden çok şey gittiğini gördüm. Sürekli olarak yoğun çalıştığım için kendimde bir takım rahatsızlıklar hissetmeye başladım ve en önemlisi sosyal hayatımın bu 15 gün içinde hiç olmadığını gördüm.
Tabii bu olumsuzluklar bizi ilgilendiriyor, patronun değirmeni dönsün yeter! Ne de olsa biri gider biri gelir mantığı var.Yarım ekmek arası beyaz peynir salatalıkla çalış dur…
Sabah işe gidiyor, gece de geç saatte eve dönüp uyuyordum. Ne bir arkadaşla oturup sohbet edebiliyor, ne de oturup 5 dakika haber izleyebiliyordum. İşte de yeni olduğum için bir şey diyemiyor, bu duruma göz yumuyordum. Ama gün geçtikçe gözüm açılmaya başladı ve neler yapmam gerektiğini öğrendikçe daha rahat etmeye başladım. En sonunda da kendime güvenip bu çalışma temposunun daha ne kadar süreceğini sordum. Aldığım cevap “belli olmaz” diye bir cümleydi. Bu cevap beni hakikaten çok üzmüştü... Çaresiz bir kenara çekilip çalışmaya devam ettim.
Tüm bu olumsuzluklar yetmezmiş gibi bir de çalıştığımız mesai saatlerinden çalıyorlar. Ay başında maaş bordromuzu aldığımızda ortaya çıkıyor hepsi. İtiraz ettiğimiz zaman da “yanlışlık olmuş, diğer ayın mesailerine ekleriz” diyerek unutturmaya çalışıyorlar. Kimi zaman da başarıyorlar.
Sonunda diyeceğim şu ki İC okurları, eğer bizler böyle sesimizi çıkarmadan bir kenarda kalırsak bizim üstümüzden para kazanıp servetine servet ekleyenler daha da güçlenecektir. İşte bu adaletsizliğe bir son vermek için sesimizi duyurmalı ve haklarımız için sonuna kadar mücadele etmeliyiz.
Ama bu böyle gitmez. Bizim her mesai sonrası yöneticilerin yanına giderek mesaimizi doğru yazıp yazmadığını denetlemeli ve eksiklik varsa düzeltmesini sağlamalıyız, çünkü üzerinden zaman geçince inkâr edebiliyorlar. Bir de ayrım yapmadan tüm arkadaşlar hep birlikte hareket etmeliyiz. Benim mesaimi yazsın yeter, diğeri beni ilgilendirmez mantığı doğru değil. Hep birlikte aynı koşullarda çalışıyoruz tavır almamız gereken biri varsa o da patrondur.
Saygılarımla...
Bu mesailer bazen normal iş süremizden 3-4 saat fazla çalışmamıza neden olabiliyor. İşimiz zaten bedenen çok yorucu bir iş, mesailerde çok zorlanıyoruz ve iş kazaları da kaçınılmaz olabiliyor. Çünkü vücut yorgun düşünce dikkatsizlik artıyor.
Ankara’dan bir İC okuru
HİZMET Patrona karşı her zaman daha disiplinli daha güçlü durmalıyız! Merhaba, Ben özel bir okulda temizlik işçisi olarak çalışıyorum. Bu okulda işe başlayalı bir sene oldu. Başladığımdan beri mesai ücretini almıyoruz, hep esnek çalışıyoruz. Bu durumu hep arkadaşlarıma anlatmaya çalışıyorum. Arkadaşlarımsa bana başlangıçta “sen bizim düzenimizi bozuyorsun” diyorlardı… Geçtiğimiz Cumhuriyet Bayramı resmi tatil olmasına rağmen biz 6 saat çalıştık. Bunun üzerine sonunda arkadaşlarımı da ikna ettim ve onlarla birlikte müdürün yanına gittik. “Madem biz bayramda çalışıyoruz mesaimizi şirkete bildirirsiniz o halde” dedik. O da bize “yaptığınız şey mesai değil” dedi. Yani biz hep esnek çalışıyoruz. Sonunda bu durumu arkadaşlarıma biraz daha anlatabildim. Yine de arkadaşlarım yüzünü asıp yavaş yavaş çalışmaya başladılar. Tabii bu da yetmedi, bunun üzerine bir kötü haber daha geldi. Biz bu ay zam bekliyorduk ama zam yokmuş! İyice sinirlenmiştik. Hemen müdürün yanına gidip ona bize zam yatmadığını söyledik. O da bize “bekleyin maaşınızın bordrosu gelsin ona göre bakacağız” dedi. İki hafta sonra maaşın bordrosu geldi ve beklenen zam yoktu… Yani anlayacağınız, patron bizden ne koparırsa kârdır ve bu patronun her zamanki taktiğidir. Hiç kimseden ses çıkmasa zam vermeyecek. Ancak sonunda bizim yaptığımız baskı sonucu, az da olsa yüzde on zam yapıldı. Bu bizi ne kadar tatmin edecek bilmiyorum. Ama zam sonrasında da elbette sorunlarımız bitmedi. Buna rağmen, arkadaşlarım aldıkları yüzde onluk zam sonrasında hemen patrona karşı gevşemeye başladılar ve yüzleri gülmeye başladı. Oysa ki bundan iki hafta önce çalıştığımız saatler esnek çalışma ile patronun cebine gitmişti! Bu kadar baskıyı ne çabuk unuttular?
Kurtuluş Yok Tek Başına, Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz! İC okuru bir işçi
KARGO
Biz hep ezilen kısım olmamıza rağmen patronların bu baskılarını nasıl olur da unuturuz? Bizim değerimiz üç beş kuruş kadar mı? Oysa biz her zaman söylüyoruz; patrona karşı her zaman daha disiplinli daha güçlü durmalıyız! Hep bir arada, birlikte durmalıyız. Onlara tavrımızı göstermeliyiz!
Merhaba İC okurları; Ben Ankara’dan gazetenin takipçisi bir çalışanım. Yaklaşık 1 ay önce bir yayınevinde işe başladım. Üniversite mezunu olmama rağmen günümüz koşullarında torpil olmaksızın kişinin kendi kapasitesini kullanarak işe girmesinin mümkün olmadığı bir ortamda, kendi bitirmiş olduğum bölümle hiç alakası olmayan, bir işte çalışmaktayım...
İC okuru bir işçi
Ankara’daki İşçi Cephesi okurları krizi tartıştı Geçtiğimiz sayıda da bahsettiğimiz gibi bu ay 17 Ekim’de Ankara’da İşçi Cephesi gazetesi okurları olarak bir araya geldik. Bu ayki gündemimiz “Türkiye’de ve dünyada krizin son boyutları ve sınıf mücadelesi”ydi Ankara’dan bir İC okuru, 19 Ekim 2010 Bir yazar arkadaş konuyla ilgili bir sunum yaptı. Bu sunumda dünyadaki neoliberal saldırılardan, bunun Türkiye’deki yansımasından ve bu saldırılara karşı işçi sınıfının mücadelesinden bahsetti. Bizler de sunum sonrası oturumda görüşlerimizi belirttik. Birkaç maddede toparlamak gerekirse, • Bildiğimiz gibi Başbakan’ın krizin bizi teğet geçtiğine dair bir söylemi vardı. “Biz”den kastıysa işçi ve emekçi kesim değil, burjuva sınıfıydı. Biz işçi ve emekçiler ise, iş bulurken karşımıza çıkan zorluklarla, ağır ve güvencesiz çalışma koşullarıyla ve işten nedensiz çıkarılmalarla tam da krizi yaşayanların biz olduğumuzun farkındayız.
• Şirketlerin yaptığı zarar açıklamalarına baktığımızda, şirketlerin zarar etmediğini, aksine önceki seneye göre kâr oranlarında düşüş yaşadıklarını, yani şirketlerin kârdan zarar ettiğini biliyoruz. • İşçilerin ise bu saldırılara karşı cevapsız kalmadıkları ve mücadele ettikleri bir gerçektir. Fakat mücadeleler yerel bazda kalmaktadır. Hâlbuki mücadelelerin birleştirilmesi ve uluslararası bir düzeye çıkartılması işçi sınıfının kazanmasının yegâne yoludur. Bir dahaki toplantıda “Ülke ve Özgürlük” filmini izleyip, film üzerinden “İspanya iç savaşı ve enternasyonalizm” konusunu tartışacağız.
EMEK ATÖLYESİ BİR KAVRAM
Gece süresi ve gece çalışmaları “MADDE 69. - Çalışma hayatında “gece” en geç saat 20.00’da başlayarak en erken saat 06.00’ya kadar geçen ve her halde en fazla onbir saat süren dönemdir.” “İşçilerin gece çalışmaları yedibuçuk saati geçemez.” Gece çalıştırılan işçilerin en az 2 yılda bir işveren tarafından karşılanan sağlık kontrolleri vardır. “Gece çalışması nedeniyle sağlığının bozulduğunu raporla belgeleyen işçiye işveren, mümkünse gündüz postasında durumuna uygun bir iş verir. Durumuna uygun iş, işçinin sağlığının da elverdiği kendi işine uygun, yapabileceği bir iş demektir.” İşvereni işçiye gece postasında böyle bir iş vermesi imkân dâhilinde değilse işçi, Kanunun 24 maddesinin I.bendinin (a) fıkrasına göre sözleşmeyi feshetme hakkına sahip olur. Bu fesih hakkını kullanmayan işçinin, sağlığının bozulduğu gerekçesiyle gece çalışmayı reddetmesi akdi kusur oluşturur. “Postası değiştirilecek işçi kesintisiz en az onbir saat dinlendirilmeden diğer postada çalıştırılamaz.” Gece çalışması, mesleki ve fizyolojik nitelikte risklere ortam hazırlaması, işçinin sağlığını bozması, aile başta olmak üzere sosyal çevreden kopmaya yol açması, kişiliğin oluşumu ve gelişimini
olumsuz etkilemesi gibi nedenlerle onsekiz yaşını doldurmamış çocuk ve genç işçilerin sanayiye ait işlerde gece çalıştırılması yasaklanmıştır. Gece çalıştırma yasağı, bu sınırlamalar dışında kalan işlerin yapıldığı işyerlerinde ve bu arada hastane, dispanser, eczane, hamam, lokanta, otel gibi yerlerle, sinema, tiyatro gibi eğlence yerleri için söz konusu değildir. Kanun, çocuk ve genç işçilerin gece çalıştırılamayacağı yasağını sanayiye ait işlerde sınırlandırdığından İş Kanunu’nun uygulaması bakımından sanayiden sayılmayan işlerde on sekiz yaşını doldurmamış çocuk ve genç işçilerin çalıştırılması mümkündür. Yönetmelik kadınlar açısından değiştirilmeden önce on sekiz yaşını doldurmuş kadın işçiler, beceriklilik, çabukluk ve dikkat isteyen, sürekli olan ve fazla enerji ve kuvvet harcamasını gerektiren işlerde gece postasında çalıştırılamazlardı. Sonradan bu yasa kadın-erkek eşitliği bağlamında değiştirilmiş ve on sekiz yaşını doldurmuş kadınların gece çalışması kabul edilmiştir. Dahası gece çalıştırılan kadınlar için eve servis işveren tarafından karşılanmak durumundadır. Bu maddeler sanayide çalışan kadınlar için geçerlidir. Kaynak: www.iskanunu.com
İşgal altında sağlık, sağlık işgal altında!
F
ilistin İçin İsrail’e Karşı Boykot Girişimi’nin, İstanbul Tabip Odası, İstanbul Diş Hekimleri Odası, İstanbul Eczacı Odası, İstanbul Veteriner Hekimler Odası ve Filistinli Sağlık Çalışmaları Komiteleri’nin de desteğiyle organize ettiği “Filistin’le Beyaz Dayanışma: Sağlık Emekçileri Konuşuyor” adlı panel 17 ve 18 Ekim tarihlerinde İstanbul’da gerçekleşti İC - Haber, 20 Ekim 2010
P
anelin birinci günü İstanbul Tabip Odası’nın Kadıköy’deki bürosunda yapılırken, konuşmacı olarak Gazze’den gelecek Dr. Yousuf Mousa, sınırda karşılaştığı sorunlar nedeniyle organizasyona katılamadı. Ancak internet üzerinden kendisiyle irtibat kurulmaya çalışılmasına rağmen Gazze’deki elektrik kesintisi buna da tam olanak sağlamadı. Batı Şeria’dan gelen Dr. Ra’ed Hamadeh ve İstanbul Tabip Odası’ndan Dr. Ali Çerkezoğlu ilk günün sunumlarını gerçekleştirdiler. Panele Filistin İçin İsrail’e Karşı Boykot Girişimi’nin derlediği bir kısa film olan ve İsrail işgali altında, Filistin’de sağlık hizmetlerinin ne tür zorluklar içerisinde karşılanmaya çalışıldığını konu alan, “Kuşatma”’nın gösterimiyle başlandı. Ardından İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Taner Gören, Filistin’in tek örnek olmadığını, yakın dönemde Irak ve Afganistan gibi benzer durumlarla da karşılaşıldığını ve bunların hepsinin içiçe geçen, emperyalist sistemin bir sonucu olarak karşımıza çıkan durumlar olduğunu dile getirdiği bir açılış konuşması yaptı. Devamında ise Dr. Ra’ed Hamadeh sunumunu gerçekleştirdi. İşgal altında ekonomik zorlukların sağlık hizmetlerinin sağlanmasında karşılaşılan önemli sorunlardan
biri olduğunu belirten Hamadeh, İsaril tarafından örülen apartheid duvarının da bölgeler arası geçişi engellemesi sonucu aksaklıkların daha da arttığını vurguladı. Filistin’deki mevcut ekonomik ve politik durum sonucunda sağlık çalışanlarının ve sağlık hizmeti bekleyenlerin sıkıntılarını anlattıktan sonra, konuşmasını birleşik bir Filistin olmadıkça sağlık hizmetlerinin istenilen düzeyde sağlanmasının çok zor olduğunu belirterek sonlandırdı.
Dr. Ali Çerkezoğlu ise panelin birinci gününün son sunumunu gerçekleştirdi. Sunumunda Filistin ile Kürdistan’daki mücadeleler arasında paralellikler kuran Çerkezoğlu, sorunun kapitalist sistemin neoliberal evresinin bir sonucu olarak algılanması gerektiğini vurguladı. Filistin İçin İsrail’e Karşı Boykot Girişimi’nin böyle bir toplantı gerçekleştirerek önemli bir adım attığını belirttikten sonra ise, bu konuda yapılabileceklerin konu-
şulması adına sözü salona bıraktı. Soru-cevap kısmında ise Filistin’de sağlık hizmetlerinin geliştirilebilmesi için ne gibi kampanyalar başlatılabileceği konuşuldu. Maddi yardım, ekipman, ilaç ve doktor gönderimi ve Filistin’de bir sağlık ocağı kurulması gelen öneriler arasındaydı. Bu öneriler bir sonraki gün tartışılmak üzere not alınırken panelin birinci günü bu şekilde sonlanmış oldu. Etkinliğin ikinci günü Taksim’de, İstanbul Eczacı Odası’nda gerçekleşti. Etkinlik, İsrail’in Gazze’ye yönelik Dökme Kurşun operasyonu sırasında, Filistinli sağlık çalışanlarının yaşadıkları sorunları ele alan “To Shoot an Elephant” adlı belgeselin gösterimiyle başladı. Ardından, ilk sunumu gerçekleştiren Dr. Hamadeh, işgal altındaki Filistin’de, sağlık alanında yaşanan sıkıntıları ve Sağlık Çalışmaları Komiteleri’nin çalışmalarını anlatan bir sunum yaptı. Panel, Dr. Ali Çerkezoğlu’nun sunumuyla devam etti. Sunumların ardından, Türkiyeli sağlık çalışanları, Filistin’deki sağlık sektörüne yönelik sorular ve Filistinli sağlık çalışanlarıyla nasıl bir dayanışma örülebileceğine dair yorumlarla, tartışmaya katıldılar. Tartışmanın sonucunda, Türkiyeli sağlık örgütleri ve Boykot Girşimi’nin çabalarıyla, Filistin’de bir sağlık ocağı kurma hedefinde mutabık kalındı.
13
Aşamaların Marksist Çözümlemesi Bir ülkede, bir kıtada ya da dünyada veya bir sanayi sektöründe, bir fabrikada hatta bir okulda ya da fakültede izleyeceğimiz politikaları formüle edebilmek için önce içinde bulunulan sınıf mücadelesi aşamasının dikkatli bir tanımını yapmamız gerekir. Çözümleme ve Marksist nitelendirme için temel alınması gereken, sınıf mücadelesinin içinde bulunduğu durumdur. Her şeyden önce söz konusu olan, yapısal bir çözümlemedir ve bu, şu soruyu yanıtlamalıdır: nitelemeye çalıştığımız aşamada, sınıflar arasındaki güçler ilişkisi nedir? Üstyapı öğeleri bu zemin üzerinde incelenir: politik partilerin, sendikaların ve diğer kitle örgütlerinin, bunların içinde yer alan çeşitli eğilimlerin, vb durumu. Sınıflar arasındaki genel güç ilişkisi her aşamada yansımasını, var olan rejim biçiminde bulur. Güçler ilişkisindeki (yâni, aşamadaki) genel bir değişim, kısa vadede bir rejim değişikliğine yol açar. Bu aşamalar sırasında, bazen bir sınıfın, bazen de bir başka sınıfın atılıma geçtiği anlar vardır; aynı sınıfın içinde de, farklı anlarda farklı kesimler atılım halinde bulunabilir; kimi zaman da aynı sınıfın farklı kesimleri arasında bir mücadele söz konusu olur. Ayrıca, değişik sınıfların üstyapıları ve devlet vardır; bu kurumlar sınıf mücadelesi karşısında göreli bir otonomiye sahiptir, bu da alt ve üstyapı kurumları arasında çelişkili durumlara yol açabilir (işçi hareketi devrim doğrultusunda yükseliş gösterdiği bir dönemde işçi partilerinin giderek sağa kayması gibi). Bir aşama sırasında ortaya çıkan tüm bu gelgitler, alt aşamaların oluşmasına yol açabilir; bunları da dikkatle inceleyip tanımlamamız gerekir. Yeni bir aşamanın başladığını ancak, sınıflar arasında, beraberinde bir rejim değişikliğine yol açan yeni bir genel güç ilişkisi doğduğunda söyleyebiliriz. Troçki, sınıf mücadelesi sürecinin genel anlamda dört farklı durumuna karşılık gelen dört aşamanın bulunduğunu söyler: karşıdevrimci, devrimci olamayan, öndevrimci ve devrimci durum. Hükümetler, aşamaların özelliklerini (mekanik olmayan bir biçimde) yansıtır ve tüm çelişkiler ifadesini hükümet düzeyinde bulur. Hükümetler: faşist, Bonapartist, yarı Bonapartist, burjuva demokratik, Kerenskici ve Kornilovcu olabilir. Troçki’ye göre geri kalmış ülkelerde, kendine özgü (suigeneris) Bonapartist hükümetler görülebilir. Bu tip hükümetler, burjuva olmakla birlikte, belirli bir emperyalist güce karşı çıkarlar ya da ona karşı direnirler, bu amaçla da işçi ve kitle hareketinden destek bulmaya çalışırlar, ya da tam tersine emperyalizmin sadık hizmetkarları olarak işçi hareketini ezerler. Kimi zaman aynı aşamanın içinde bile rastlanan bu tip farklı hükümet biçimlerinin bulunması, tüm üstyapı kurumları gibi bunların da, yalnızca temeldeki sömüren-sömürülen ilişkisini değil, tüm sınıf ve sınıfsal kesim çelişkilerini ve bileşimlerini yansıtıyor olmalarından kaynaklanır. Bunların hepsi burjuva hükümetlerdir, bununla birlikte bunların bazıları kentli orta sınıf tabanına dayanır, bazıları köylülüğün ve işçi sınıfının bazı kesimlerinin desteğini temel alır, bazılarında ise devletin askeri-bürokratik aygıtı ağır basar, vb. Sınıf mücadelesinin değişik durumlarını yansıtan değişik tipteki hükümetler, değişik bileşimlerden türer. Yine de bu hükümetlerin hepsi aşamaların değişik özellikleri ve rejim tarafından belirlenir. Öndevrimci aşamada, burjuva demokratik veya Kerenskici bir hükümet bulunabilir, ama faşist bir hükümet olamaz; karşıdevrimci aşamada ise burjuva demokratik değil faşist veya Bonapartist hükümetler görülebilir. * Nahuel Moreno’nun Parti ve Devrim eserinden alınmıştır.
14
ULUSLARARASI
Fransa’da reform yasalaştı ama mücadele sürüyor Hükümetin krizi bahane ederek geçtiğimiz yıl açıkladığı emeklilik reformuna karşı toplumsal direniş, birçok engelleme çabasına ve yaşanan zorluklara rağmen sürüyor; ancak hareketin geleceği ile alakalı tedirginlik de gün geçtikçe artıyor. Bu tedirginliğin artmasında en büyük pay elbette hükümete, sendikalara, ana akım medyaya ve burjuva-reformist partilere düşüyor İC – Haber Fransa, 1 Kasım 2010
H
ükümet’in grevdekilere ve eylemcilere yönelik saldırgan tavrı, sınıfı bölmeye yönelik politikaları, sendikaların direnişi sönümlendirecek eylem planları, grevdekileri yalnız bırakmaları, tabanın taleplerini göz ardı etmeleri, ana akım medyanın hükümet yanlısı propagandası ve burjuva-reformist partilerin ‘daha iyi bir reform mümkün’ sloganıyla sürdürdükleri reform yanlısı duruşları, neredeyse bir yıldır ülkenin yaklaşık yüzde 70’inin desteği ile süren direnişe büyük zarar veriyor. Eylül ayında reform parlamentoda onaylandıktan sonra Senato’nun onayına sunulmuştu. Ekim ayının sonlarına doğru Senato’daki tartışmalar sürerken direniş sürekli grev halini alarak hükümet üzerindeki baskısını arttırmıştı. Özellikle; ulaşımdaki grev, limanlardaki blokaj ve petrol rafinerilerindeki işgal ülke ekonomisini iyice zora sokmuştu. Eylemlere katılım 3,5 milyonu bulmuştu ve greve katılım artmaya devam ediyordu. Bu durum karşısında Hükümet, Senato’ya tartışmaya son vermelerini ve kararlarını açıklamalarını söyledi. Ayrıca maddelerin tek tek oylanmamasını, reform paketinin bütün olarak oylanmasını istedi. Hükümet’in bu isteği elbette reformu istediği gibi kabul ettiremeyeceğine dair korkusu sebebiyleydi. Zira Senato’daki Sosyalist Parti’nin üyeleri reformu prensip olarak kabul etseler de birçok maddenin değiştirilmesini istiyorlardı. Eğer maddeler tek tek oylansaydı bu durum hükümete sorun yaratabilirdi. Hükümet’in isteği ile reform bütün olarak oylandı ve 153’e karşı 177 oy ile kabul edildi. Reformun Senato’dan onay alması elbette bir motivasyon kaybı yarattı ancak, bu Hükümet’in beklediği kadar da ciddi bir kayıp değildi. Reformun onaylanmasından hemen sonra yapılan eylemde bir önceki eylemde olduğu kadar katılımcı vardı ve beklenildiği gibi grevler Senato’nun kararından sonra son bulmadı. “Parlamento, Senato onaylamaya devam etsin, biz hâlâ sokaktayız”, “Parlamentonun yaptığını sokak bozar” sloganları ile sokaklardaydı bu sefer Fransa. Senato’da reformun onaylanması özellikle Sosyalist Parti’nin tabanında büyük hayal kırıklığına sebep oldu ve ilerleyen süreçte birçok kopuşa sebep olacağı da aşikâr. Hükümet bir yandan paketi Senato’ya kabul ettirirken diğer tarafta da sınıf birliğini bölmeye ve grevi kırmaya yönelik adımlar attı. Limanları bloke eden işçilere bakanların imzasını taşıyan, reformun onları kapsamadığını belirten ve grevi bırakmalarının iyi olacağı yazılı olan mektupların ulaştırıldığı ortaya çıktı. Sağlık çalışanlarına da aynı şekilde reformun onları kapsamayacağı söylendi ve grevi bırakmaları istendi. Sürece damgasını vuran bir başka durum ise Hükümet’in baskıcı ve saldırgan politikaları, polisin şiddeti ve sendikaların skandal olarak nitelenecek tavrı oldu. Paris’te 16 yaşında bir gencin polis tarafından plastik mermi ile gözünden vurulmasından sonra, her ne kadar Hükümet Sözcüsü şiddet kullanımını onaylamıyor gibi konuştuysa da eylemler bunun aksi yöndeydi. Direnişte olan liselilere plastik mermili silahlarla saldırılmaya devam edildi. Bir ay içinde yaklaşık 2600 kişi gözaltına alındı. Hükümet ülkedeki kaosun sebebinin “manipüle edilmiş gençler” olduğunu iddia ederken, sivil olarak eylemlere katılan ve olay çıkaran provokatör polislerin görüntüleri ortaya çıktı. Hükümetin emri ile polisler grevde olan birçok rafineriyi ve
fabrikayı sabaha karşı bastılar. Yine hükümetin emri ler ancak, direnişi sürdürmenin gittikçe zor bir hal ile alelacele çıkarılan karara göre, Grandpuit petrol aldığını da ekliyorlar. Öğretmenlerinin ve personelinin rafinerisinde grevdeki işçiler “vatana ihanet” ediyorbir kısmının grevde olduğu ve birkaç gündür öğrenlardı ve eğer hemen işgali bitirip işbaşı yapmazlarsa ciler tarafından bloke edilmiş halde olan Paris’teki bir bu suçtan dolayı beş yıl hapse mahkûm edilebilirlerdi. üniversitenin genel kuruluna katılan grevdeki belediye Neyse ki, sendikaların avukatları hemen duruma müişçileri delegasyonu; öğrencilere, öğretmenlere ve perdahale ettiler. Haber duyulur duyulmaz ülkenin dört sonele şöyle seslendi; “Direnişi sürdürmeniz bizim için bir yanından otobüsler rafineridekilere destek vermek hayati önem taşıyor; çünkü 12 Ekim’den beri grevde için hareket etti. Ancak sendikalar yola çıkan otobüsolan bizler maddi ve manevi birçok zorluk yaşıyoruz ve leri durdurup böyle bir desteğe ihtiyaçları olmadığını bize verilen destek her geçen gün azalıyor. İnancımızı söyleyerek geri gönderdiler. İşçilerin desteğe ihtiyacı ve kararlılığımızı kaybetmiş değiliz, ancak devam edeolmadığı doğru değildi ve ne yazık ki sendikaEylemlere katılım 3,5 milyonu bulmuştu ve greve katılım ların bu yaptığı yüzünartmaya devam ediyordu. Bu durum karşısında Hükümet, den işçiler polise karşı tek başlarına direnmek Senato’ya tartışmaya son vermelerini ve kararlarını açıklazorunda kaldılar. İşçiler malarını söyledi. Ayrıca maddelerin tek tek oylanmamasısık sık sendikaların nı, reform paketinin bütün olarak oylanmasını istedi destek olmayışından yakınıyorlardı zaten, ancak bu olaydan sonra destek olmayan sendikaların ceksek ve kazanacaksak bunu ancak birlikte direnerek köstek olmaktan çekinmediği de gözler önüne serilyapabiliriz.” miş oldu. Grevdeki işçileri yalnız bırakan ve destek olmayan sendikalar, bir yandan da ulusal eylem günleri Senato’nun reformu onaylaması, hükümetin sınıf için yapacakları çağrıyı erteleyerek, çağrıyı yaptıklabölücü politikaları, şiddet ve baskılar, sendikaların rında da 10 gün sonrasına randevu vererek, hareketin hareketi sönümlendirmeye yönelik tavırları… Bunların hiçbiri halkın reformu reddediyor olduğu gerçeğini değiştiremedi. Ekim ayı sonunda yapılan ankette ülkenin yüzde 69’u reformun kabul edilemez olduğunu ve direnişi desteklediğini yineledi. Hükümet Sözcüsü Luc Chatel katıldığı bir televizyon programında, sunucunun bu anket sonucu hakkında ne düşündüğü sorusuna şöyle yanıt verdi:“Bazen halk bazı değişiklikleri istemeyebilir. Ama hükümetlerin sorumlulukları vardır. Bizim sorumluluğumuz krizle birlikte yürümez hale gelen emeklilik sistemini yürür hale getirmektir. Bugün bize karşı çıkanlar ileride bizi anlayacaklardır, bu sorumluluğu yerine getirmek zorundayız.”
sönümlenmesine sebep olabilecek bir yol izliyorlar. Tabandan gelen baskıya rağmen grevin örgütlenmesi için çalışmayan sendikalar sadece göz boyamak adına genel grevi söylemlerine katıyorlar. Tüm bu olumsuz duruma karşın kendi inisiyatifleri ile örgütlenen ve greve çıkan işçiler motivasyonlarını kaybetmiş değil-
Görülüyor ki hükümet, “halk için halka rağmen” diyor. Oysa ortada halk için yapılan bir değişiklik yok. Reformun kapitalizme yeni alanlar açmak uğruna halkın sosyal kazanımlarını yok etmek için yapıldığı aşikâr. Dolayısıyla yapılan değişiklik “halka karşı halka rağmen” bir değişikliktir. Tüm propagandalara ve hükümet yanlısı haberlere karşı Fransa bu gerçeğin farkında ve hükümetin yalanlarına prim vermiyor. Lakin en başta da belirttiğimiz üzere, süreç yukarıda örneklendirdiğimiz gibi birçok somut zorlukla boğuşuyor ve fabrikalarda, rafinerilerde, üniversitelerde direniş sürse de bu zorlukların nasıl aşılacağı konusunda kafalar karışık. Hatırlatmak gerekir ki; Fransa’da yalnızca ülkenin geleceğini değil tüm dünyadaki emekçilerin geleceğini etkileyecek zorlu bir mücadele veriliyor. Bunun içindir ki; dünyanın dört bir yanından Fransa işçi sınıfına destek haberleri geliyor. Bugüne dek birçok zorluğu aşarak süren direnişin şimdi bu düşüş döneminden çıkmanın yollarını bulması gerekiyor. Bu süreci aşmak için Fransa’daki Troçkist örgütler işçilerin inisiyatifi ele alması gerektiğini söyleyerek grev komiteleri kurulması için çağrı yapıyorlar. Bu gerçekleşebilirse hareket düşüş döneminden kurtulur ve süreç tam tersine dönebilir. Her halükarda söylememiz gerekiyor ki; Fransa işçi sınıfının bugüne dek sürdürdüğü direniş ve mücadele, şimdiden, kapitalizmin yapısal krizini işçi sınıfına ödetmeye çalışan hükümetlere karşı verilebilecek yegâne cevap olan reddedişin önemli bir örneği oldu.
ULUSLARARASI
15
Küresel krizin sonuçlarından biri daha:
Yükselen ırkçılık ve Viyana örneği
Avusturya’nın Viyana şehrinde 10 Ekim günü Eyalet ve Bölge Belediye Meclisi Seçimleri gerçekleşti ve aşırı sağcı Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) bu seçimden oyunu geçen senelere göre yükselten tek parti olarak çıktı. Şu anda iktidardaki Sosyal Demokrat Parti’nin oyu yüzde 5 oranında azalırken FPÖ’nün oyu yüzde 15 arttı, dolayısıyla meclisteki koltuk sayısı da Ç. Nilsu, 1 Kasım 2010
F
PÖ de dünyadaki diğer aşırı sağcı partilerin yaptığını yaptı ve propagandasını ırkçılık üzerinden kurdu, oyları da topladı. Viyana’daki göçmenlere ve özelde İslam’a karşı üretilen sloganların sonucu “‘Viyana kanı’mız için daha fazla cesaret” oldu. Seçim sırasında kullanılan 2. Viyana Kuşatması’nda Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’yla dalga geçen karikatür ise ‘Türk düşmanlığı’ ve ‘Nazi jargonu’ kullanımı suçlamalarına sebep oldu. Bu siyasal ortamı incelerken biz devrimci Marksistler ‘eğer halk bunu seçiyorsa hak ediyor’, ‘bu insanların hepsi ırkçı’ gibi hiçbir ekonomi-politik temelli analiz içermeyen argümanlar üretmekten şiddetle kaçınırız. Biliyoruz ki özellikle kriz dönemlerinde artan ırkçı
söylemler ve faşizan partilerin yükselişi bir gerçek. 1999 kriz yılında FPÖ’nün oy oranı yine yüzde 27’ye yükselmişti. Almanya’da muhafazakâr ve faşizan partiler tercih edilirken Türkiye’de aynı yıl MHP oyunu yüzde 10 oranında arttırmıştı. Yine 2009 Yerel Seçimleri’nde MHP’nin oyu geçen seçime göre yüzde 5 artış göstermişti. FPÖ örneğinde görüldüğü gibi göçmen karşıtlığı üzerinden politika yapan partiler kriz dönemlerinde en büyük desteği krizin yarattığı işsizlik ortamında göçmenlerin ülkedeki işleri kapması tezinde buluyorlar. Krizden etkilenen seçmenler ya son bir kurtuluş umuduyla liberal burjuva partilere, ya da krizin nedenini bulduğunu ve nasıl çözeceğini bildiğini iddia eden ırkçı ve faşist partilere yöneliyorlar. Elbette bu
Ekvador dersleri
sonuçta uygun talepler ve çözüm önerileri üretemeyen, ortak talepler etrafında örgütlenemeyen solun yarattığı boşluğun da etkisi büyük. Viyana’daki seçimlere yüzde 60 oranında gerçekleşen katılım, seçmenlerin kararsızlıklarının ve mevcut siyasi ortamdan hoşnutsuzluklarının bir göstergesi. Daha önce Fransa örneğinde de incelediğimiz bu durum, bize uygun talepler üretebilecek, belli bir program anlayışı olan öncü bir enternasyonalist partinin gerekliliğini ve aciliyetini tekrardan gösteriyor. Irkçı ideolojik saldırılara karşı işçi sınıfı ve emekçi kesim ne kadar örgütlü mücadele ederse o kadar güçlenecektir. Krizin sonuçlarının meşrulaştırılmaya ve daimi kılınmaya çalışıldığı bu ortamda dönüştürücü güç mücadeleleri ve kazanımlarıyla yine işçi sınıfı olacaktır.
30 Eylül’de Ekvador’da Rafael Correa hükümetinin çıkardığı Kamu Personeli Yasası’na karşı başlayan ve bizzat devlet başkanının öfkeli protestoların ve göz yaşartıcı bombaların etkisi altında Polis Hastanesi’nin bir odasında koruma altına alınmasıyla gelişen polis ayaklanması, dünya solunda yankı ve tedirginlik uyandırdı Yusuf Barman, 26 Ekim 2010
S
ol partilerin ve akımların önemlice bir çoğunluğu polislerin başkaldırısını Correa hükümetine karşı başlatılmış bir darbe girişimi olarak görerek -bu arada Venezüella ve Küba başta olmak üzere bütün Latin Amerika ülkeleri, Avrupa Birliği ve ABD dahilderhal “demokratik olarak seçilmiş” devlet başkanının ve Ekvador hükümetinin yanında yer aldı. Ama Bolivya içinde ve dışındaki bir dizi devrimci sol parti ve akım ise, polislerin başlatmış olduğu bu eylemin Ekvador’daki rejime karşı düzenlenen planlı bir darbe girişimi olmadığını, ama devlet başkanının bu protesto hareketini kendisine karşı “oligarşinin ve emperyalizmin” düzenlediği bir darbeymiş gibi göstererek durumdan kitlelere karşı uyguladığı baskı rejimini daha da ağırlaştırmak için yararlandığını ileri sürdü. Bu birbirine taban tabana zıt iki tutum kuşkusuz savunucularını kâğıt üzerinde de olsa (Ekvador içinde elbette fiilen) barikatın karşılıklı iki yanına yerleştiriyordu. Devrimci Marksistler olarak bizler elbette her türlü karşıdevrimci asker-polis darbe girişiminin karşısında yer almak ve kitleleri darbe girişimcilerine karşı seferber olmaya çağırmak durumundayız. Ne var ki, bu ilkeyi kendimize eksen olarak alıp durumu tahlil ettiğimizde, son yıllarda emperyalizmle işbirliğini derinleştiren, ülke kaynaklarını Ekvador oligarşisinin ve emperyalist tekellerin sömürüsüne açan Correa hükümetinin, gerçekten onların adına başlatılan bir askerpolis darbesiyle karşı karşıya kalıp kalmadığı oldukça tartışmalı bir sorun halinde karşımıza çıkıyor. Zira her şeyden önce polislerin ayaklanmasının, Correa’nın iddia ettiğinin aksine, hiç de “planlanmış” olmadığı kısa sürede anlaşıldı. Öyle ki, her darbe girişiminin klasik önceliklerini oluşturan iktidarın bütün sinir merkezlerinin (parlamento, hükümet binaları, radyo-TV kuruluşları, vs.) ele geçirilmesi, iktidar görevlilerinin ve muhtemel muhalefet liderlerinin tutuklanması, kent merkezlerinin işgal edilerek yollara arama-kontrol ekiplerinin yerleştirilmesi, anayolların kesilerek büyük kentlere giriş-çıkışların denetim altına alınması, sivil hükümetin lağvedilip yeni bir cunta hükümetinin ilan edilmesi gibi girişimlere 30 Eylül’de
rastlanmadı. Correa, korumalarıyla birlikte hastane odasına çekildiğinde de göstericiler devlet başkanına ne yapacaklarını bilmiyorlardı: Onu öldürmek bir yana, hastanede kaldığı 12 saat boyunca tüm dünyayla telefon aracılığıyla irtibata geçmesini bile engellemediler. Öte yandan, hükümete karşı başkaldırıyı başlatanlar, o güne değin Correa rejiminin kitle protestolarını bastırmakta kullandığı ve Kamu Personeli Yasası’nın sadece kendilerini ilgilendiren yanlarına (beş yılda bir verilen 800 dolarlık kıdem ikramiyelerinin ve liyakat nişanlarının iptali) karşı çıkıp, kazanılmış haklarını savunmak için gösteriler düzenleyen diğer kamu emekçilerinin üzerine saldıran polis teşkilatı görevlileri olduğundan, onların bu başkaldırısını bir “halk isyanı” olarak görmek olanaklı değil. 30 Eylül’de Quito’da bir grup
Ekvador devlet başkanı Correa Rafael
polisin korporatist isteklerle ayaklanması karşıdevrimci bir protesto eyleminin ötesine geçememiştir. İsyancılar, sadece diğer Latin Amerika ülkelerinden ve emperyalist güçlerden destek bulamamakla kalmamışlar, polis teşkilatı ordu genelkurmay başkanlıklarının “yasal devlet başkanını ve seçilmiş hükümeti” desteklediklerini açıklamalarının ardından tamamen yönelimsiz kalmışlar ve nihayet, gereksiz derecede gösterişli ve kanlı bir askeri operasyonla teslim alınmışlardır. Devlet başkanı Correa’nın bir bölüm polisin başlattığı bu isyanı ısrarla planlı bir darbe girişimi olarak göstermesine ve Ekvador halkını bu girişime karşı seferber olmaya çağırmasına karşın (2002’de Venezüella’da Chavez’e karşı düzenlenen darbe sırasında on binlerin sokaklara dökülmesi örneğinde olduğunun tersine)
Quito sokaklarına sadece birkaç yüz Correa taraftarının çıkması, bu konuda politik ve sivil kitle örgütlerinin, sendikaların ve yerli halk organlarının büyük ölçüde isteksiz davranması, Correa rejimi ile onu iki kez iktidar yapan kitleler arasında gelişmekte olan uzaklaşmaya dikkatleri çekti. Gerçekten de Correa hükümetinin son dönemde kabul ettiği bir dizi yasayla ülke kaynaklarını oligarşinin ve emperyalist tekellerin sömürüsüne ve denetimine açması emekçi ve yerli halk yığınları arasında hoşnutsuzluklara ve protestolara neden olmakta. 2009’da hükümetin parlamentoya bile sunmadan kabul ettiği en tartışmalı yasalardan olan Hidrokarbür Yasası ile Madencilik Yasası, ülkenin maden, petrol ve gaz yataklarını çok uluslu şirketlerin yağmasına yol açmakta, maden bölgelerindeki ekolojik dengeyi ve yerli halk toplumları dokusunu bozmakta. Bu yasalara karşı özellikle Dayuma ve Quito’da gerçekleştirilen halk protestolarını ise rejim şiddet kullanarak bastırmış, benzer Su Yasası’nı ise kitle seferberlikleri karşısında geri çekmek zorunda kalmıştı. Correa hükümetinin neoliberal saldırıları Yüksek Öğrenim Yasası’yla özelleştirmeleri üniversitelere kadar yaygınlaştırmış; Yerel Yönetimler Yasası da, belediyeleri halk üzerindeki vergileri arttırma, eğitim ve sağlık sistemlerini özelleştirme yetkileriyle donatmıştı. Dolayısıyla bugün Ekvador’da kitlelerin karşı karşıya oldukları en büyük saldırı, oligarşi ve emperyalizmle bağlarını her gün biraz daha güçlendirmekte olan Correa rejiminden kaynaklanmakta. Ülkedeki proleter, emekçi ve yerli halk yığınlarının önündeki en önemli görev ise, diğer Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi, rejimin ülke kaynaklarını çokuluslu şirketlerin yağmasına açan neoliberal yasalarına ve demokratik özgürlükler üzerinde geliştirdiği baskı uygulamalarına karşı; ekonomik zenginliklerin devletleştirilmesi, emperyalist şirketlerin ülkeden kovulması, dış borç ödemelerinin durdurulması ve bir işçi ve halk hükümeti organlarının yaratılması doğrultusunda mücadele etmek. Ekvador’da ve Latin Amerika’da devrimci Sol’u sağcı popülizmden ve liberal sol hareketlerden ayrıştıran eksen buradan geçiyor.
25 Kasım:
Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Sürüyor
Mesafe’nin yeni sayısı “Enternasyonalizm” diyor
Enternasyonal Yayıncılık, üç aylık sosyalist düşünce dergisi Mesafe’nin güz sayısını bu ay çıkardı. Son iki sayıda Kürt ulusal sorununu işleyen Mesafe’nin yeni sayısının dosya konusu, Enternasyonalizm. Bu konunun, tercih sebebine kaynaklık eden ehemmiyeti ise derginin “Bu sayı” sunuş yazısında şu sözlerle ifade ediliyor:
Dünyada ve Türkiye’de her üç kadından biri şiddete maruz kalıyor ve kendilerine yönelik bu şiddet genellikle kendilerine en yakın erkekler (baba, eş, sevgili) tarafından gerçekleştiriliyor
B
irçok kadın kendisine yönelik bu şiddetin sonucunda ölüyor ve/veya kasten öldürülüyor.
Biz çoğunlukla gazetelerin üçüncü sayfalarından öğreniyoruz bu cinayetleri ki zaten ancak cinayet ise öğrenebiliyoruz! Birer cinnet, namus, kıskançlık haberi, birer polisiye vaka olarak okuyoruz… Ve erkeğin öyküsünü dinliyoruz; zira bize hep onunki anlatılıyor. Oysa bir kadın, yalnızca kadın olduğu için kendisine yönelen, onu inciten, zarar veren, sözel, fiziksel, cinsel şiddete maruz kalıyor. Maruz kalıyor, çünkü toplumsal, hukuksal, ekonomik, siyasal olarak kadını erkeğe bağımlı kılan cinsiyetçi bir düzende yaşıyoruz. Maruz kalıyor, çünkü kadını erkeğe bağımlı kılan erkek-egemen kapitalist devlet, bu cinsiyetçi düzenden besleniyor ve onu sürdürmek istiyor. Çünkü şiddet, zor demek, baskı ve sindirme demek… Erkeğin üretimdeki cinsiyetçi iş bölümünden, yasalardan, geleneklerden kaynaklanan üstün konumunu doğal ve gerekli gören bu anlayış, bu nedenle, kadına yönelik şiddeti onun üzerindeki bir kontrol mekanizması, bir yaptırım aracı olarak görüyor ve meşrulaştırıyor. Bu meşrulaştırmayı, en başta hukuk –nam-ı diğer adalet- sisteminin kendisi yapıyor. Tecavüzden cinayete birçok dava sonuçsuz kalıyor… Yapabiliyor, çünkü bizzat devlet yetkilileri kadın ve erkeğin eşit olamayacağını buyuruyor. Bize hep erkeğin öyküsünü anlatanlar, O’nun annesinden, sevgilisinden, eşinden, kızından,
ablasından bahsediyorlar… O’nun olan kadınlardan… O’na bağlı kadınlardan… Bu yüzden, yalnızca, O’nunla tanımlanabilen kadınlardan… Bedenlerinin her türlü hakkı erkeğe saklı tutulan kimliksiz kadınlardan… Ancak o kadınların da bir öyküsü var… O öykünün bir yerini, 25 Kasım 1960’ta Dominik Cumhuriyeti’ndeki diktatörlüğe karşı mücadele ederken öldürülen üç kadın yazdı… Bir yerini, 1981 yılında 25 Kasım’ı “Kadına yönelik şiddete karşı uluslararası mücadele” günü ilan eden Latin Amerika ve Karayipler’deki kadınlar yazdı… Ve bu öykü o günden bugüne kadına yönelik erkek ve devlet şiddetine karşı uluslararası dayanışma ve mücadeleye katkı sunan kadınlarca sürdürülüyor... Alışmayan, susmayan, boyun eğmeyen kadınlarca… Üzerlerindeki sistemli erkek ve devlet şiddetine rağmen ve ona karşı özgürleşme mücadelelerini sahiplenenlerle… Ve cinsel, ulusal, sınıfsal her türlü sömürüye karşı örgütlü mücadeleyi var eden kadınlar, bu 25 Kasım’da da dünyada ve Türkiye’de mücadelelerinin sembolü olan bu günde taleplerini dile getirmeyi sürdürecek. Çünkü kadına yönelik şiddet politiktir! Çünkü kadın ve nefret cinayetlerine teşvik kabul edilemez! Çünkü sığınma evleri istiyoruz! Çünkü emeğimiz, bedenimiz ve kimliğimiz bizim!
İşçi Cephesi, 3 Kasım 2010
“Sosyalizm ve enternasyonalizm birbirine kopmaz bağlarla bağlıdır. İşçi sınıfının ve onun önderliğinde tüm insanlığın kurtuluş öğretisi olarak sosyalizm gerçek anlamına ancak enternasyonalizmle ulaşır(…) Kuşkusuz enternasyonalizm sadece temel bir teorik-politik anlayış değildir, aynı zamanda bir politik örgütsel varoluş pratiğidir. Hiç şüphe yok ki sosyalizm ile enternasyonalizmin birbirinden kopmazlığının en yüksek ifadesi de işçi sınıfının dünya partisidir. Bu nedenle de geçmişten bugüne, dünyada ve Türkiye’de, herhangi bir politik geleneğin, akımın, çevrenin sosyalizm anlayışının temel göstergeleri enternasyonalizm ve dünya partisi teori ve pratiği olmuştur, olmaya devam etmektedir.” Ve Mesafe 6. sayısında bu noktadan hareketle, enternasyonalizmin ideolojik ve politik temellerini, IV.Enternasyonal’i ve onun kuruluş sürecini ve evrimini, temel tezlerini, politik-programatik yönelimlerini tanıtan bir sayı olarak okuyucu ile buluşuyor. Sınırlı kapsamlı bir dergi sayısında enternasyonalizmin ve tüm enternasyonallerin tam bir dökümünü yapmanın, bilançosunu çıkarmanın olanaklı olmadığına, ayrıca böyle bir girişimin Mesafe’nin tek başına üstlenebileceği bir görev olamayacağına değinen sunuş, dosyanın kapsamını açıklamayı, “Dolayısıyla dosya konusu olarak enternasyonalizmi ve IV. Enternasyonal’i kendi tarihimizle ilintili olarak, yani kendisini IV. Enternasyonal’i “yeniden inşa etmeye” adamış ortodoks Troçkist eksen üzerinden irdelemeye çalıştık, bunun belgelerini tekrar gündeme getirdik. Kuşkusuz bu eksenin dışında, sosyalist devrimin dünya partisi olarak uluslararası bir örgütlenme için faaliyet gösteren başka –Troçkist, Troçkizan ya da merkezci- akımlar da var. Dosyada bu akımları ele almamamız, onların bunu hak etmediğine değil, Mesafe’nin sınırlılığına işaret eder” cümleleriyle sürdürüyor. Ve özellikle vurguluyor, “kuşkusuz enternasyonal bir tarihçe sunmanın ya da okuyucuyu bir belge-bilgi manzumesiyle buluşturmanın ötesinde bir amacımız var. Üzerine konuştuğumuz şey yaşayan Marksizmdir! Bu sayımızda sosyalizmin, devrimin ve bunların ayrılmaz bir parçası olan enternasyonalizmin güncelliğinden bahsediyoruz”. Siz de tüm bunların güncelliğine inanıyorsanız, Mesafe’yi kitapçılardan edinebilir, abonelik için ise talebinizi mesafedergisi@gmail.com adresine iletebilirsiniz. Ayrıntılı bilgi için: www.enternasyonalyayincilik.net
www.iscicephesi.net