Zorluklar, mücadeleler ve yenilgiler ile dolu bir yılın ardından: Kavga bitmedi, pekiyi, nasıl sürecek? 2009 yılı biterken hükümet krize
Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 24 • Aralık 2010 • Fiyatı: 2 TL
Temel görev aynı:
karşı patronları destekleyen yasaları hiç zorluk yaşamadan çıkarmıştı. Mart 2009 Yerel Seçimleri biter bitmez 6. Ekonomi Paketi açıklanmış, böylece işten çıkarmalar kolaylaşırken, patronlara vergi indirimleri gelmiş, patronlar kısa çalışma ödeneği ile maaş ödeme yükünden dahi kurtulmuşlardı... Arka Plan, sayfa 8-9’da...
KARDEMİR’de mücadele sürüyor! Sayfa: 03
Mücadeleyi birleştirmek! İ
şçi Cephesi gazetesi elinizde tuttuğunuz 24. sayısıyla birlikte ikinci yılını tamamlamış oluyor. İki yıl önce Ocak 2009’da birinci sayımızı yayımladığımızda dünya büyük bir ekonomik krize girmişti. Krizin açığa çıktığı Eylül 2008’den gazetemizin birinci sayısının yayımlandığı Ocak 2009’a kadar geçen beş aylık sürede bir buçuk milyon civarında işçi-emekçi işten atılmıştı (Türkiye İstatistik Kurumu’nun -TÜİK- mevsimsel etkilerden arındırılmış resmi rakamlarına göre 752 bin kişi), milyonlarcası da ücretsiz izin, sıfır zam, karşılıksız fazla mesai, sosyal hak kesintileri gibi saldırılara maruz bırakılmıştı. Kuşkusuz emekçiler bu saldırılara karşı kayıtsız değildi. Mücadele vardı ama dağınıktı. Bu nedenle ilk sayımızda temel şiarımızı “Mücadeleleri Birleştirelim!” başlığıyla belirlemiş ve şöyle demiştik:
Nitekim TÜİK’in verilerine bakıldığında, AKP hükümetinin işsizlik sorununu çözme konusunda en başarılı olduğu Ocak 2007 döneminde dahi işsiz sayısı 2 milyon 285 bin ve işsizlik oranı da yüzde 9,8’dir. AKP hükümetinin altın dönemi, üstelik resmi rakamlara göre, her 10 kişiden birini işsizliğe mahkûm ediyorsa bu, işçi ve emekçilerin değil ancak patronların düzeni olabilir. Devam eden yıllara baktığımızda da krizin faturasının işçi ve emekçilere çıkarıldığını açık şekilde görmekteyiz. Ocak 2008’de işisz sayısı 2 milyon 326 bin, işsizlik oranı yüzde 10,1 iken Ocak 2009’da işsiz sayısı, resmi rakamlara göre bile, bir milyon 28 bin kişi daha artarak 3 milyon 354 bine, işsizlik oranı da yüzde 13,8’e çıkmıştır.
Başbakan Erdoğan iki yıl önce olduğu gibi bugün de krizin Türkiye’yi “Biz diyoruz ki; işten atmalar teğet geçtiğin de ısrar etmeye devam yasaklanmalı, keyfi işyeri kapamaetsin, ama rakamlar ortada! Üstelik larının önüne geçilmeli, iflas eden çok değil sadece birkaç hafta önce işyerlerinin çalışanlarına yeniden iş açıklanan Türkiye’nin en zenginsağlanana kadar insanca yaşayacak leri listesi de patronların krizden kadar işsizlik parası ödenmeli. Tabii zenginleşerek çıktıklarını gösteribiliyoruz ki, krize karşı mücadeleleri yor. Ekonomist’in gerçekleştirdiği birleştiremezsek işyerimizi, işimizi, bu araştırmaya göre Türkiye’nin aşımızı koruyamayız.” en zenginleri krizde servetlerini ikiye katlamışlar. En zengin 100 Kuşku yok ki iki yıl önce olduğu patronun toplam servetleri 227 gibi bugün de en önemli saldırı milyar dolara ulaşmış! Bu patronlar işten çıkarma (ve buna bağlı olarak arasında kriz var diyerek Brisa’dan, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma Akbank’tan işçi çıkaran, aylarca ve esnek çalıştırmadır) ve temel ücretsiz izin uygulayan Sabancılagörev de mücadeleyi birleştirmektir. rın olması çok mu şaşırtcı? Koçlar, İşten çıkarmanın yasaklanması ve Şahenkler, Karamehmetler, Eczacımücadeleyi birleştirme taleplerini başılar tekmili birden sıralanmışlar ayrılmaz bir bütünlük içinde ısrarla listede... dile getirmemiz boşuna değildir. Türkiye’nin yapısal önemdeki en Onlar zenginliklerine zenginlik önemli sorununun işsizlik (ve buna katadursun Ocak 2010 verilerine bağlı yoksulluk, barınma gibi diğer göre işsiz sayısı 3 milyon 286 bin, konular) olduğu ve bu sorunu oran yüzde 12. Onca taklaya, yalana doğrudan semaye düzeninin kendi zenginliği adına ürettiği unutulmamalıdır.
rağmen devletin resmi verilerine göre son üç yılda işsizler ordusuna bir milyon kişi eklenmiş. Ocak 2011 verileri dört ay sonra açıklanacak ama TÜİK’in açıkladığı Ağustos 2010 tarihli son resmi veriler Ocak 2007’den bu yana işsizler ordusuna 800 bin kişinin eklendiğini gizleyemiyor. Yine de AKP hükümetinde mavi boncuk bitmez! Bakanlar Kurulu’nun son yaptığı düzeltmelerle Türkiye’de kişi başı gelir 15 bin doları bir anda aşıverdi. Diğer bir ifadeyle ortalama kişi başı aylık gelir 1900 lira oldu. Oldu da asgari ücret net 599 lira ve yaklaşık beş milyon asgari ücretli var. Ortalama emekli aylığı 500 lira, yaklaşık sekiz milyon emekli var. Çalışanların ortalama maaşı 800 lira, 15 milyon ücretli çalışan var. Resmi rakamlara göre 3 milyon da işsiz var (gerçek rakam 6 milyon). Kısacası bahsi geçen 1900 liranın işçinin, işsizin, emeklinin cebine girmediği ortada. Toplam servetleri krize rağmen 227 milyar dolara yaklaşan 100 patronun cebine giriyor olmasın? Deveyi hamuduyla götürmek bu olsa gerek. Ocak 2009’da birinci sayımızda dediğimiz gibi: Her 5 kişiden 1’inin işsiz, her 2 kişiden 1’inin sosyal güvenlik sisteminin dışında olduğu bir Türkiye’de bütün işler 4 vardiya 6 saat çalışma düzeniyle tüm çalışanlar arasında paylaştırılmalı. Herkes için sosyal güvenlik olmalı. Ücretler düşürülmemeli, insanca yaşayacak seviyede, yoksulluk sınırının üzerinde olmalı. Bu hedefle, “Krize karşı bütün mücadeleleri birleştirelim. Krize karşı ortak mücadele birliklerini yaratalım. Gün dayanışma, birlik ve mücadele günüdür.”
İşçi Cephesi, 1 Aralık 2010
İttifaklar ve cepheler üzerine bazı sorular Sayfa: 04
Füze savunma kalkanı projesi onaylandı
Sayfa: 06
Katalonya seçimleri ve devrimci sol Sayfa: 14
Haiti halkı Karayip korsanlarıyla mücadele ediyor Sayfa: 15
2
İLAN TAHTASI
İşçi Cephesi 2 yaşında:
Sınıf partisine yürüyüşümüz sürüyor İşçi Cephesi, 1 Aralık 2010
“
İşçilere, emekçi halka, gençliğe sınıfın sözünü taşıyacak bir gazete ihtiyacı var” ile başladı, tam 2 yıl önce gazetemizin serüveni. Ancak kolay değildi, çünkü mali zorlukların yanında, politik zorlukları vardı. Üstelik bunca gazetenin içerisinde yaşam bulmak, farklılığını ortaya koyabilmek ayrı bir zorluktu. Heyecanla çıktık yola... Zorluklara değil, hedeflere kilitlendik. Yoklukları, zorlukları aşarak ilerledik. Ve bu sayıyla 24 sayıyı geride bırakmış olduk. Devrimci Marksist bir işçi gazetesinin sürekliliğini sağlamanın hiç de kolay olmadığı bir coğrafyada, gazetemizi geliştirerek ayakta tutmayı başardık. İlk sayımızdan itibaren emekçilerin, ezilen kesimlerin dilinden konuşmaya çalıştık. Onların mücadelelerini sadece yazmadık, bizzat omuzdaşı olduk. Nerede grev, direniş varsa okurlarımız,
gazetemiz oradaydı. Reklamcılığa kapılmadan, ikamecilik yapmadan, sol rekabetçilikten uzak durarak ama aynı zamanda sınıfın birliği ve kazanımları için mütevazı görevleri yerine getirmeye çalışarak mücadelelerin içinde yer aldık. İşçi Cephesi, sadece işçilerin değil ezilen, sömürülen, baskı altında tutulan tüm
kesimlerin sesi olmaya çalıştı. Ezilen uluslara, kadınlara ve gençliğe sayfalarını açtı, her sayıda onlara özel bölüm ayırdı. Kürtlerin, Alevilerin, Romanların, lgbtt bireylerin, kadınların, gençliğin, göçmenlerin, baskı altında kalan
tüm kesimlerin mücadelelerine destek oldu.
İşçi Cephesi, her türden ulusalcılığın karşısında işçi sınıfının uluslararası birliğinin savunucusu oldu. Milliyetçiliğe, ayrımcılığa karşı çıktı. AKP hükümetinin işçi düşmanı neoliberal politikalarını eleştirirken, ulusalcı, Kemalist,
“statükocu” kesimlerin her biri ile çizgisini ayırdı. Burjuvazinin ve bürokrasinin tüm kesimlerinden bağımsız bir sınıf çizgisini savundu. Ne sol liberalizm bataklığına, ne de ulusalcı sol sapmaya teslim oldu.
Baştaki heyecanımız gazetemizin doğum sancılarıydı. Şimdi yeni görevler var önümüzde... Sınıf partisine ihtiyaç var dedik. Ulusalcı olmayan, enternasyonalist, demokratik-merkeziyetçi, işçilerin birliğini savunan bir sınıf partisine ... Şimdi görev, bu partinin somut bir gerçeklik haline getirilmesi... İşçi Cephesi 3. yılına girerken işçi sınıfını, emekçi halkımızı ve mücadele etmek isteyen gençliği böylesi bir sınıf partisinin inşasına dün olduğu gibi bugün de omuz vermeye çağırıyor. Birinci sayımızın tanıtım toplantısında, bir arkadaşımız etkinlikten önceki gece annesinin yaptığı konuşmayı anlatmıştı. Gecenin geç saatlerinde yanına gelen annesi halen çalışan yoldaşımızı görünce şöyle diyordu: “İnanıyorum, başaracaksınız!” Evet inanıyoruz, başaracağız!
İstİLA sürüyor... Her yerde... B Görüş, öneri, katkı ve mektuplarınızı bekliyoruz... iscicephesi@gmail.com
SAYI: 24 • ARALIK 2010 Aylık Siyasi İşçi Gazetesi Sahibi ve yazı işleri müdürü Atakan Çiftçi (Enternasyonal Yayıncılık) Yönetim yeri Caferağa Mah. Sarraf Ali Sok. Saraçoğlu İş Hanı No: 36/17 Kadıköy - İstanbul 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 25 TL • Yurtdışı: 25 € Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com Baskı Estet Ajans Matbaacılık Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul Fiyatı: 2 TL
ir askeri terimden başka anlamlar da yüklediğimiz istila kelimesi, sağlıklı bir dokunun bir mikrop ya da bakteri tarafından ele geçirilmesinden tutun da bir şehrin çevresini, yaşanabilir doğasını veya tarihi dokusunu plansızlık ve popilist politikalar yüzünden ele geçiren karakter ve norm yoksunu beton binalar için de kullanıyoruz. Mutfağımızı saran hamamböcekleri için de. Aslında istila etmek fikri ve korkusu kafamızdadır... Yenidünya düzenindedir. Mahallemizde, dükkanlarımızın önünde, kaldırımlardadır. Politikalarımızı biçimlendirir ve inançlarımıza yön verir... Yayılmak, işgal etmek, silah gücüyle ya da politika yoluyla ele geçirmek insanlık tarihinin ana motiflerinden biridir. İnsan, istila etmek için programlanmış gibidir. Geleceğini düşün-
meden her yeri sarmak ister. Başka inanç ve kültürleri tehdit gibi algılar. Bir yandan insan istila duygularını bilerken diğer yandan tam tersi olarak da ele geçirilme paranoyası içinde siner. Belki de tüm değerlerimiz, iktidarımız, geleceğimiz, umutlarımız işgal altında olabilir. KAPSAMdIŞI / connecting people Nancy Atakan İmre Balanlı Çiler Belen Zeynep Erdinç Şeyda Gürsoy Çoban Erkin Gören Sibel Horada İrfan Önürmen Özcan Yaman SERGİ: 29 KASIM – 18 ARALIK 2010 MİMARLAR ODASI İSTANBUL BÜYÜKKENT ŞUBESİ YILDIZ DIŞ KARAKOL BİNASI – BEŞİKTAŞ / İSTANBUL 0212. 251 49 00 – www.mimarist.org
NE SAVUNUYORUZ? neyi hedefliyoruz? İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Türkiye’de devrimci bir işçi partisinin inşası için mücadele ediyoruz. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Sermayenin baskı ve şiddet rejimine karşı mücadele ediyoruz ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.
EMEK GÜNCESİ
3
KARDEMİR’de mücadele sürüyor! Karabük Demir ve Çelik Fabrikaları (KARDEMİR)’de bu yılın temmuz ayının sonunda başlayan işçi kıyımı, hâlâ devam ediyor. İşçiler sadece patronla değil sendika bürokrasisiyle de şavaşıyor Bahadır B., 1 Aralık 2010
M
ücadele, temmuz ayında 76 işçinin sebep gösterilmeden izne çıkarılmasıyla başladı. İşçiler bağlı bulundukları Çeliş-İş Sendikası’na tepki göstermek için aileleriyle birlikte bir basın açıklaması düzenledi ve Çelik-İş’in tepkisiz kalmasını protesto ettiler. Bir ay sonra Türk-İş’e bağlı Türk Metal Sendikası’na üye oldukları gerekçesiyle 29 işçi işten atıldı. Bunun üzerine 700 işçi KARDEMİR genel müdürlük binasına yürüdü fakat polisin saldırısıyla karşılaştılar. Saldırıyı protesto etmek için işçiler ve yakınları tekrar toplandı. Kendilerini fabrikaya kilitleyen işçiler, Türk Metal-İş yetkililerinin ikna çabaları sonucu direnişe son verdiler. KARDEMİR, daha sonraki aylar içerisinde 1200 yeni işçi almasına karşın Türk Metal-İş Sendikası’na üye olan 100’e yakın işçiyi çoğu tazminatsız olmak üzere işten çıkardı. Bunun üzerine ekim ayının sonunda 100’e yakın işçi aileleriyle birlikte “KARDEMİR’de işten çıkartmalara hayır!” mitingi düzenleyerek üretim rekorları kıran KARDEMİR’in, anayasal olan sendika hakkının bal-
talanmasını protesto etti. Daha sonra Karabük’de bir caddeyi trafiğe kapatan işçiler buradan yetkili sendika olan Çelik-İş Sendikası’na slogan atarak ilerledi. İşten
atılan işçiler daha sonraki günlerde direnişlerini ölüm orucu yaparak sürdürdüler. Bayramda ise kendilerini
belediye önünde zincirleyen işçiler ağızlarına bant bağlayarak eylem yaptı. KARDEMİR’in bayram öncesi “işten atmaları durduracağız” sözü vermesi üzerine eylemsizlik kararı alan Türk Metal-İş, 26 Kasım’da işten atılmaların tekrar başlamasıyla bu karardan vazgeçerek yazdan bu yana işten atılan 300’e yakın işçiyi temsilen 24 işçiyle Ankara’ya yürüyüş başlattı. Son beş aydır karşımıza sendikalı oldukları için işten atılan işçilerin dışında Çelik-İş ve Türk Metal-İş Başkanı Hikmet Ferudun Tankut, işçilerin bir bir Türk Metal-İş’e geçmesi üzerine KARDEMİR’le anlaşıp Çelik-İş üyesi işçilere 350 TL maaş zammı yaptığını duyurdu. Diğer taraftan Türk Metal-İş’in de direnişler sırasında işçileri yalnız bırakması ve ikna yoluna gitmesi, aslında her iki sendikanın daha fazla işçi ile daha çok kazanç elde etme derdinde oluğunu gösteriyor. Sendika bürokrasisinin bu tavrına karşı taban basıncının yükseltilmesi gerek. Bizler bu haklı mücadelelerinde, hangi sendikaya üye olduklarına bakmaksızın, işçilerin yanındayız ve “işten atmalar yasaklansın” talebimizi yineliyoruz.
UPS direnişiyle dayanışalım,
bütün sınıfa yayalım! 5 Mayıs 2010’da TÜMTİS’e (Türkiye Motorlu Taşıt İşçileri Sendikası) üye oldukları için işten çıkartılan UPS işçileri direnişteki yedinci ayı da devirdiler İC - Haber, 1 Aralık 2010
Tekel işçilerine saldırı İC - Haber, 29 Kasım 2010
4
C’ye ve güvencesiz çalışma koşullarına karşı direnişlerini İstanbul 4. Levent’teki Tek Gıda-İş Sendikası Genel Merkezi önünde sürdüren Tekel işçileri, direnişlerinin 52. gününde (24 Kasım Çarşamba) bir saldırıya maruz kaldı. Sendika binasına giren Tek Gıda-İş Başkanı Mustafa Türkel’i protesto eden işçiler bunun arkasından özel güvenlik görevlileri ve Mustafa Türkel’in şoförünün müdahelesiyle karşılaştı ve bu saldırı sonucunda iki işçi hastaneye kaldırıldı. Olayı ayırmak için müdahele eden polis ise iki işçiyi gözaltına aldıktan sonra serbest bıraktı. Tekel işçilerinin Ankara direnişlerinin sonlanması süreciyle beraber Tek Gıda-İş sendikasının uzlaşmacı ve işbirlikçi tavrı alenen ortaya çıkmıştı ve 4. Levent’te başlatılan ikinci direniş dönemi esasında buna da bir tepkiyi içinde bulundurmaktaydı. Geçtiğimiz hafta yaşanan olayla birlikte ise bu tavır çok daha net bir şekilde önümüze serilmiş durumda. İlk başta, “bu işçiler Tekel
işçileri değildir” türü açıklamalar yapan sendika, bir yandan mücadeleyi yalnızlaştırmaya çalışırken öte taraftan da işçilerin direncini kırmaya çalışmaktaydı. Ancak mücadelenin her türlü koşulda süreceğini ve işçilerin dirençlerinin kırılmadığını gördüklerindeyse tavırları daha da sertleşti ve işçilere saldırı noktasına kadar ulaştı. Bu saldırı sonrası gerçekleştirdiğimiz ziyarette ise işçilerin yaşanan olaya rağmen morallerinin yüksek ve mücadeleye bağlılıklarının üst düzeyde olduğunu gözlemledik. Saldırı sonrası bir basın açıklaması gerçekleştirerek sendikanın tavrını teşhir etmeye çalıştılar, arkasından da her pazar olduğu gibi bu pazar da yürüyüşlerini gerçekleştirerek mücadelelerini duyurmayı amaçladılar. Ayrıca bugün de (29 Kasım) Türk-İş 1. Bölge Müdürlüğü’ne bir ziyaret düzenleyerek Tek Gıda-İş’in tavrına karşı destek beklediler. Kısacası, sendikalarının tüm bu tutumlarına rağmen, Tekel işçileri 4C’ye ve güvencesiz çalışmaya karşı direnişlerini sürdürmekteler.
İ
stanbul’da Mahmutbey ve Kurtköy’ün yanı sıra, Ankara ve İzmir’de de direnişler sürüyor. Bizler de bu haklı mücadelelerinde UPS işçilerini yalnız bırakmıyoruz. UPS direnişi pek çok bakımdan büyük önem taşıyan bir direniştir. Öncelikle kapitalizmin can damarlarından biri olan (kargo, lojistik, depolama) bir sektörde sendikalaşma mücadelesinin başlaması çok önemlidir. Ayrıca UPS’nin ABD tekeli bir şirket olduğunu düşünürsek bu direniş ayrı bir önem kazanıyor diyebiliriz. Bu sayede direniş çok uluslu bir şirket olan UPS’nin, faaliyet gösterdiği diğer ülkelerdeki sendikalardan da destek görüyor. Başını ITF (International Transport Workers Federation)’in çektiği bir dizi küresel eylemler UPS patronunun üzerindeki baskıyı daha da artırıyor. Bu durum sayesinde hem dayanışma sağlanıyor, hem de işçilerin enternasyonal mücadelesinin önemi bir kez daha gözler önüne seriliyor. Direnişe önem katan bir diğer nokta ise taşeron işçilerin durumu. Taşeron işçi çalıştırmak, daha fazla kâr elde edebilmek yani daha fazla sömürmek için patronların kullandığı yöntemlerden biridir. Bu yüzden UPS’de kadrolu ve
taşeron işçilerin eşit haklarla işe geri dönmeleri ayrıca önemlidir. Büyük bir bölümünü taşeron işçilerinin oluşturduğu UPS direnişindeki işçiler, bütün arkadaşları işe geri alınana kadar direnişlerini sürdüreceklerini belirterek haklı davalarında ne kadar ısrarcı olduklarını gösteriyorlar. Ayrıca diğer kargo şirketleri çalışanları da bu direnişi dikkatle izlemekteler. Çünkü UPS direnişi kazanımla sonuçlanırsa, büyük moral kazanacak olan işçiler diğer işyerlerinde de sendikal mücadeleyi başlatacaktır. Bu nedenle UPS’nin direnişçi işçilerinin yükümlülükleri biraz daha artmaktadır. Ancak kazanımların kalıcı olabilmesi için mücadelelerimizi mutlaka başka işyerleri ve sektörlere de taşımamız gerekmektedir. Çünkü tek tek işyerlerinde vereceğimiz mücadeleler her ne kadar değerli olsa da, kazanımları sınırlı ve geçici olur. Kazanımlarımızı artırmak ve kalıcı hale getirebilmek, mücadeleleri birleştirmekten geçer. İş güvencesizliği, esnek çalışma saatleri, insani koşullarda çalışamama, yetersiz ücret, sendika hakkını kullanamama ve daha pek çok sorunu ortak olan işçi sınıfı kazanabilmek için birlikte hareket etmek zorundadır. Bunun için de bizlere düşen görev UPS işçileriyle dayanışmayı büyütmek, bu dayanışmayı bütün sınıfa yaymaktır.
4
POLİTİKA
İttifaklar ve cepheler üzerine bazı sorular Referandum sürecinde yaşanan politik ittifaklar ve cepheler tartışmasının ardından, seçim sath-ı mailine girildikçe, bu konu yeniden önem kazanmış durumda. Bir yanda “üçünce cephe” tartışmalarının sürdüğü, diğer yandan BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın CHP-BDP-ÖDP-EMEP ittifakını gündeme getirdiği bir ortamda, Hakkı Yükselen’in ittifaklar ve cepheler sorununa dair yazısının, devrimci Marksist perspektifin köşe taşlarını parlak bir biçimde çizdiğini düşünüyoruz. Yazının tamamına internet sitemizden ulaşabilirsiniz. İC Yayın Kurulu Hakkı Yükselen, 13 Kasım 2010 eferandum öncesinde ve sonrasında her ne kadar üst perdeden bir söylem tutturulmuş olsa da, bu memlekette sosyalizmin gerçek durumu “Ne olacak bu sosyalistlerin hali!” boyutunun ötesine geçebilmiş değil. Ancak bu anlaşılabilir bir durum; nihayetinde başkalarının tayin ettiği gündemler içinde yol almaya çabalıyoruz! Gündem yaratacak, gündemi yönlendirecek gücümüz yok; etken değil, edilgeniz. Üstelik birkaç istisnai durum dışında, sorunlar önümüze öyle sosyalizm ve sosyalist mücadele açısından “saf ” ve “ideal” halleriyle de gelmiyor. Ayrıca tarihsel olarak neyi temsil ediyor olursak olalım, güncel gerçeğimiz, herhangi sosyal-politik ağırlığımızın, etkimizin ve temsil gücümüzün olmamasıdır.
R
Peki, bu durum nasıl aşılacak? Sorun burada başlıyor. Sınıf mücadelesi alanındaki “umutsuz” durum ve sosyalistlerin hali pür melâli, bazı kestirme çözüm yollarını da gündeme getiriyor; bazen bir çaresizlik duygusuyla, bazen de en devrimci gerekçelerle! Kestirmeden gitmek! • Kestirme çözümlerin ve çıkış yollarının en evrensel “değere” sahip olanı kuşkusuz popüler ve kitlesel bir gücün peşine takılmaktır; çünkü bu tür akımların iktidarda olmadıkları zamanlarda bile, sırf kitlesel ve popüler olmaktan kaynaklanan bir dinamizmi ve elbet bir çekiciliği vardır. Sosyalist hareketin uluslararası tarihi bu tür yönelişlerle doludur. Genellikle işçi sınıfı hareketinin gerilediği, yakın bir gelecekte herhangi bir yükseliş olasılığının görünmediği (veya görülmediği!), işçilerin sosyalistlerin hızına ayak uyduramadığı (!) durumlarda veya ağır yenilgilerin ardından her biri son derece “makul” ve devrimci olan çeşitli gerekçelerle başvurulan bir çaredir bu. Ancak çoğu defa bu yola girenlerden bir daha haber alınamadığı veya başlangıçtaki amaçlarıyla sonunda vardıkları nokta arasında ideolojik ve politik olarak ciddi farkların olduğu bilinir! (...) Kürtlerle ittifak • Devrim ve sosyalizm hedefini terk edenlerin durumu bir yana, bizim asıl tartışmamız gereken devrimci sosyalistlerin önerdiği çıkış yollarıdır. Bu kesimin içinde, anayasa değişikliği referandumunda da ortaya çıktığı üzere, var olan durumu aşmanın, siyasi bir özne haline gelebilmenin ve politika yapabilmenin başlıca yolunun Kürt ulusal hareketiyle ittifak, hatta bir cephe kurmak olduğu düşüncesi ağırlık kazanıyor. Kritik geçiş noktalarında politik tutumlar, Kürt ulusal hareketinin yönelişlerine göre biçimlenmeye başlıyor. Üstelik bazı (bireysel veya gayrı resmi) ifadelerde bu söylem “ittifak” ve “cephe”nin de gerisine düşerek sadece bir “destek”, hatta “tutunma” düzeyine inebiliyor. Gerekçeler ister çok iddialı bir ses tonuyla, ister alabildiğine tevazu dolu bir ifadeyle öne sürülsün, sonuç değişmiyor: Başkasının kitlesini ve gücünü kullanarak işin içinden çıkabilmek, politika yapabilmek, hatta hayatta kalabilmek! Kimse Kürt ulusal hareketiyle ittifaka ve enternasyonalist dayanışmaya karşı olduğumuzu düşünmesin. Kürt ulusunun, bağımsız bir devlet kurmak da dahil olmak üzere kendi kaderini tayin hakkını desteklemek devrimci bir görevdir. Ezilenlerin mücadelesine destek ilkesel bir tavırdır. Bu bütün ilkelerimiz gibi, “ahlaki ve duygusal” değil, politik bir temele dayanır; sosyalizm açısından toplumsal kurtuluş mücadelesinin yolunu açmayı hedefler. Zaten bu nedenle ulusal kurtuluş mücadelelerine yönelik tavrımızda en yüksek ilkemiz,
proletaryanın birliği ilkesidir. (...) Uzaklarda bir ülke! • Çok ilginçtir, bu memleketin Kürt meselesi çoğu zaman sanki iki-üç bin kilometre mesafedeki bir sömürgede cereyan ediyormuşçasına uzak bir bakış açısıyla ele alınmıştır. Bu bakış, sadece ilgisizlik anlamında değil, kimi zaman da çok ilgili bir biçimde ortaya çıkmıştır. Türklerle Kürtlerin ilişkisi, sadece ulusal mücadele bağlamında değil, sosyalizm bağlamında da çok eskilere dayanmasına rağmen (Ki, iç içe yaşadığımız, aynı çatılar altında birlikte mücadele ettiğimiz dönemler oldu.) yaklaşık son otuz yıldır “sınıf ” ve “toplumsal kurtuluş” söyleminden uzak bir seyir izlemektedir. Bunun doğal sonucu ise iki tarafın sollarının birbirinden giderek uzaklaşması, ilişkinin adeta diplomatik bir havaya bürünmesi ve bazen karşılıklı milliyetçilik suçlamaları olmuştur. İlişkilerin böylesine yoldaşlıktan uzak “diplomatik” bir karakter kazanması nedeniyle mücadelenin gerçek meseleleri, ortak konular ve sürecin toplumsal-sınıfsal boyutları, yani sosyalizme ve sınıf mücadelesine ilişkin yönü konuşulamaz hale gelmiştir. Bunların konuşulması zorunludur; aksi halde iki tarafın da hayrına olabilecek bir ilişki kurmak mümkün olmayacaktır. Bu konuda daha önce de ortaya atılmış ama nedense konuşulmaya değer bulunmamış, adeta yok farz edilmiş bazı sorunları ve soruları bence yeniden gündeme getirmeliyiz. • Mesela “Türk tarafı” olarak, bugünkü toplumsal ve politik “hiçlik” durumundan, ilişkiye hangi “tumturaklı” adı verirsek verelim, Kürt hareketini “destekleyerek”, gerçekte ise takip ederek veya ona “ilişerek” kurtulmamız mümkün müdür? • Bu tutumumuzla, bir yandan işçi hareketini örgütleyip devrimci önderlik sorununu çözmeye çalışırken, yani aynı zamanda kendimizi örgütleyip var ederken, öte yandan devrimci sosyalistlerin önderlik etmediği bir ulusal kurtuluş mücadelesini “daima komünist eleştirinin darbeleri altında tutmamız” mümkün olabilir mi? “koşullu ve eleştirel destek” tavrımız sadece “destek”le mi sınırlı kalacaktır? • Her şeyden önemlisi, bu halimizle koşullarımızın ve eleştirilerimizin bir etkisi olabilir mi? Ulusal hareketin önderliği, kadroları, kitlesi ve en önemlisi ezilen ulus bu durumda bizi kale alır mı? • Bu “muhtaç” halimizle ezilen ulus devrimci sosyalistleri ile dayanışmamız, ezilen ulus içindeki devrimci sosyalist bir önderliğin inşasına yardım etmemiz mümkün müdür? Yoksa “diplomatik” nedenlerle böyle bir ihtimali yok mu saymalıyız? • En az bunlar kadar önemli olarak, ezilen ulusun mücadelesini küçük burjuva devrimci-demokratların, milliyetçi devrimcilerin, dincilerin, hatta liberallerin tekeline bırakmayı kabul mü edeceğiz? Yoksa Kürt toplumu, sınıf ve sınıflar mücadelesi gerçeğinden muaf, “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” midir? (...) • Kürt önderliğinin “demokratik cumhuriyet” önerisiyle işçi ve emekçiler de dahil bütün Türkiye’ye rejim biçtiği bir durumda sosyalistlerin hem Türk, hem de Kürt halklarına bir “işçi-emekçi cumhuriye-
ti” önerisiyle gitmesinin ve bir sosyal kurtuluş projesi sunmasının önündeki engeller nelerdir? Somut durumlar • Bütün bunlar soyut, uzak ve teorik mevzular olarak görülebilir. O halde meseleyi biraz daha güncelleyelim. Mesela son referandum sürecinin ortaya çıkardığı bazı somut durumlar üzerinden gidebiliriz. Sormaya devam edelim: • Özellikle son referandumda ortaya çıkan, Kürt burjuvazisinin siyasi olarak ayrışma eğiliminin Kürt işçi ve emekçilerinin de ideolojik, politik ve örgütsel bağımsızlığı açısından bir karşılığı olması gerektiğine inanıyor muyuz? “Siyaset tekeli” Kürt burjuvazisi ve “cemaatler” açısından kırılırken Kürt işçi ve emekçileri, sosyalistleri açısından devam edecek midir? Böyle bir bağımsızlaşma önerisi davaya “ihanet” olarak kabul edilebilir mi? • Kürt hareketi içinde, hareketin bütün dinamizmine, kitleselliğine ve mücadeleciliğine rağmen sosyalizmin nasıl gerilediğinin ve milliyetçi, liberal, sivil toplumcu eğilimlerin nasıl güçlendiğinin farkında mıyız? Burjuvazinin yeni kapılar ve güvenceler bularak veya sınıfsal içgüdülerle ayrışması veya Abdullah Öcalan’ın kapitalizm hakkındaki olumsuz görüşleri Kürt ulusal hareketi içinde sosyalist bir alternatifin kendiliğinden ortaya çıkmasını sağlayabilir mi? (...) • Bir “cephe” durumunda, Kürt ulusal hareketinin önderliği itibariyle izlemesi kaçınılmaz inişli çıkışlı seyre ve hemen her ulusal hareket için kaçınılmaz olan manevralara, uzlaşmalara tahammül gücümüz ne olacaktır; hele ki gerçek bir gücü temsil etmediğimiz gerçeği düşünüldüğünde?! • Gerçek ittifaklar ve cepheler “gerçek güçler” arasında kurulmaz mı; sosyalistlerin gerçek bir güce sahip olmadığı böyle bir durumda bu ittifak veya cephe içindeki rolümüz ne olacaktır? Toplumsal güç anlamında neredeyse “yok” hükmünde olduğumuz bir ilişkide, geleceğimizi başkalarının tahammül ve hoşgörü sınırlarına emanet etmiş olmayacak mıyız?! Her şeyden önemlisi biz böyle bir ittifak veya cephede kendimizden başka neyi temsil edeceğiz? Yoksa bu yolu izleyerek ileride kazanacağımız proletarya desteğini teminat göstererek güçlü bir konum kazanacağımızı mı düşünmekteyiz? • Cephe sorunu, en azından devrimci sosyalistler, devrimci Marksistler açısından esası itibariyle sınıfın birliği ve burjuvaziden bağımsızlığı sorunu değil midir? Gerçek bir birleşik emek cephesi, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin birliği temelinde kurulmayacak mıdır? (...) Akıntıya karşı! • Devrimci öncü zor zamanlarda akıntıya karşı yüzerek inşa edilir. (...) ‘Gerçekçilik’ ve ‘zorunluluk’ adına başka bir şey olmamak için kendimiz olmak zorundayız. Bu, elbette yukarıda belirtildiği üzere ‘akıntıya karşı’ yüzmeyi gerektirir ve aslında en ‘gerçekçi’ yoldur. Siyaset gerçek manada ilkeli olmanın ve kararlılığın yani sıra akıl, fikir, zekâ, kavrayış ve esneklik de ister. Ancak bu yolun kestirmesi yoktur. İkamecilik kaldırmaz. Zaten devrimci Marksizm açısından işçi sınıfının yerine konulabilecek başka bir güç yoktur; sadece teorik olarak değil, pratik olarak da bu böyledir...
POLİTİKA
5
Çamlıhemşin:
Hayaller, deneyimler, gerçekler... Oktay Benol, 30 Kasım 2010
R
ize’nin Çamlıhemşin ilçesinin bağımsız Belediye Başkanı İdris Lütfü Melek ile bir görüşme gerçekleştirdim. Kendisi 15 yıllık dostumdur. Geçmişte o muazzam Çamlıhemşin’i birlikte gezmişliğimiz, Kaçkar’ın eteklerine tırmanmışlığımız, anlatılması gerçekten zor güzelliğiyle Yukarı Kavron, Elevit, Ayder yaylalarının gecesinde soba başında uzun sohbetler etmişliğimiz, buz gibi sularında yüzmüşlüğümüz, köy evinde yeni açmış kabak çiçeğinden dolma yapıp yemişliğimiz var. Bütün bu tanıklıklardan biliyorum ki Çamlıhemşin doğasıyla, insanıyla masallardan fırlamış desek inanın abartmış olmayız.
Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma
Yasası meclis önünde protesto edildi Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı’na ilişkin olarak daha önce gazetemizde yazmıştık. Tabiatı ve biyolojik çeşitliliği talana açan bu tasarı, hidroelektrik santrallerinin inşasında yaşanan güçlüklerin ardından kanunlaşması için hızla meclis gündemine taşındı
İC - Haber, 30 Kasım 2010
G
azetemiz İşçi Cephesi’nin de bir bileşeni olduğu Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu, 26 Kasım günü meclisin önüne giderek kanunun red edilmesini talep etti. Meclis önünde yapılan basın açıklamasını kısaltılmış olarak sizlerle paylaşıyoruz: Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun tasarısı Su Havzalarına, Ormanlara, Meralara, Kıyı ekosistemine ve Biyoçeşitliliğe saldırıdır 2009 tarihinden beri hazır halde bekletilen ve 2010 Ekim sonunda meclise sunulan Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun tasarısı yürürlüğe girdiği andan itibaren o tarihe kadar alınmış Tabiat Sit kararları, Milli Parklar, Tabiat Parklarının koruma statüleri iptal edilecektir. Bu taslak yasallaşırsa: Su Kullanma Hakkı Sözleşmesi imzalamış ve/veya HES (Hidroelektrik Santral) için lisans almış tüm şirketlerin önünde engel olarak duran havza koruma statüleri kaldırılacaktır. Böylece Milli Park
olan Munzur vadisinde, Arılı, Çağlayan, İkizdere Vadileri gibi 1. derece sit alanı ilan edilen vadilerde şirketlerin faaliyetleri yasallaşacak ve HES inşaatları hız kazanacaktır. Bu yasa ile İstanbul a yapılması planlanan 3. Boğaz köprüsü projesinin önündeki bir yasal engel daha kalkacaktır. İstanbul’un kuzey ormanlarını tarım arazilerini, su havzalarını, doğal ve yabanıl hayatı tehdit eden 3 köprü projesi [...] başka bir neo-liberal saldırı aracı olarak hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Bu taslak yasallaşırsa, hazine arazileri, meralar, ormanlar ve su havzaları kullanıma açılacaktır. Çevre ve Orman Bakanlığı yasadan aldığı yetki ile gerekli gördüğünde doğal alanlarla ilgili izinler, intifa veya irtifak haklarını üçüncü şahıslara devredilebilecektir Sadece doğal alanlar değil Anadolu’da yetişen tüm biyolojik tür ve çeşitler de ticarileştirilecektir. Bakanlık bu yasa ile koruma alanlarına ait uzun devreli gelişme plan yapma yetkisini de özel kuruluşlara devretmektedir
Bugün Anadolu’nun pek çok yerinde şirketlerin HES yapmak için talan ettiği su havzalarında derelerini korumaya çalışan yöre halkına Jandarma ve özel güvenlik kuvvetleri müdahale etmektedir. Benzeri müdahalelerin elinden merası, deresi, ormanı ya da kamulaştırılarak tarlası alınanlar için de yaşanacağı açıktır. Bizler doğayı; dereleri, meraları, ormanları, yer altı sularını, madenleri, biyolojik tür ve çeşitliliği şirketlerin sermaye birikimine sokan, bugüne değin alınmış sit kararlarını ve tabiat parklarını, milli parkların koruma kararlarını kaldıran, Doğal alanlar ile ilgili kararları Hükümetin politikaları doğrultusunda alan çevre ve orman bakanlığının kurullarına ve bakanın doğrudan onayına bırakan, “Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı”na karşıyız ve tasarının TBMM de red edilmesini talep ediyoruz. SUYUN TİCARİLEŞTİRİLMESİNE HAYIR PLATFORMU 3. KÖPRÜ YERİNE YAŞAM PLATFORMU
Hayaller • Evet, şimdi üstüne üstlük Çamlıhemşin’in bir de Melek gibi bir başkanı var. Ve ben uzunca süredir bu süreci, deneyimi gerçekten çok merak ediyordum. Özellikle de AKP hükümeti bu kadar güçlüyken onun elinden bir belediye başkanlığını almak kolay olmasa gerekir. Üstelik AKP eğer Çamlıhemşin belediye başkanlığını kazanmış olsaydı Türkiye tarihinde ilk defa bir parti bir ilin tüm belediye başkanlıklarını kazanmış olacaktı. Nitekim seçim sonuçları belli olduğunda bu fısatın kaçırıldığını gören AKP Rize milletvekili Ali Bayramoğlu -ki kendisi aynı zamanda eski MÜSİAD Başkanı’dır-,“Tüm ilçelerde alt alta ampul yanacaktı ancak bir ilçede araya virüs bulaştı” diyerek yaşadığı hayal kırıklığını ifade etmişti. Kendisine bu durum sorulduğunda Melek Başkan’ın cevabı ise, “Bu olsa olsa demokrasi virüsüdür, bundan da mutluluk duyarız” olmuştu. Bunları hatırlattığımda cevabı, “Evet, bu virüsün tüm Türkiye’ye yayılması da tek temennimiz...” şeklinde oluyor. Deneyimler • Çamlıhemşin deneyimi gerçekten çok önemli ama uzaktan bakan insanlar için bir o kadar da yanıltıcı olabilir. Melek Başkan bunun altını özellikle çiziyor. Diyor ki; “Uzaktan bakanlar sanki burada devrim oldu zannediyor. Halbuki öyle bir durum yok. Buradaki insanlar da tüm Türkiye’nin insanları gibi, ne eksik, ne fazla... Evet beni seçtiler ama sosyalist olmamdan dolayı değil. Zaten biz, sosyalizmin adı üzerinden değil özü üzerinden bir seçim çalışması yaptık. Yaptığımız şey de aşağıdan yukarı herkesin sorunlarını, önerilerini, beklentilerini doğru ve demokratik bir şekilde yansıtabileceği bir mekanizma oluşturmak oldu. Bu mekanizma Mahalleler Birliği’dir. Bu doğrultuda ön seçimle adaylar belirlendi. Dört adaydan biri de bendim. Sonradan iki arkadaş çekildi ve iki kişi kaldık ve yapılan son seçimle başkan adayı belirlendi, o da ben oldum.” Lakin mesele seçimi kazanmakla da bitmiyor. Çamlıhemşin pratiğini farklı ve özel kılan daha fazlası. Örneğin seçim sonrası Melek Başkan’ın yaptığı icraatların başında on yıllardır devam eden mahallelerin su sorununu çözmek geliyor. Öyle ki Melek Başkan kendisine, birinden bir, diğerinden üç oy çıkan iki mahallenin su sorununu da binlerce metre boru döşeterek çözüyor. Oy vermeyeni cezalandırmaya alışık Türkiye siyasetinin yabancı olduğu bir durum bu. Çünkü biz, “bizden olmayanın” hiçbir hizmeti hak etmediğine inanan çok yanlış bir pratiğe sahibiz. Gerçekler • Önümüzdeki genel seçimleri soruyorum Melek Başkan’a, ne düşünüyor? “Maalesef ” diyor, “Türkiye Solu son 25 yıldır eline geçen tüm birlik fırsatlarını birer birer harcadı, harcamaya da devam ediyor. 30 yıldır taş üstüne taş koyulamadığı gibi geçmişin mirası da hızla tüketiliyor.” Çözüm önerisi ise çok basit, “emekten, özgürlükten, doğadan yana olacak, ayakları yaşadığı toprağın, dünyanın gerçeğine uygun şekilde basacak!”
6
POLİTİKA
Füze savunma kalkanı projesi onaylandı 19-20 Kasım’da Portekiz’in başkenti Lizbon’da gerçekleşen NATO zirvesinde emperyalizm adına önümüzdeki 10-15 yıllık dönemi şekillendirecek “yeni strateji belgesi” oylandı İşçi Cephesi, 6 Aralık 2010
S
oğuk Savaş döneminden sonra 3. kez belirlenen strateji belgesi, Türkiye’nin de içinde olduğu 28 ülke tarafından onaylandı. Zirve ve zirveye konu olan belge etrafında sürdürülen en önemli tartışma ise füze savunma kalkanı projesine ilişkin oldu.
rotaya uygun olarak Polonya ve Çek Cumhuriyetini kalkan projesinin ilk aşamasında konumlayan öneri bugün bu proje için Türkiye’yi işaret ediyor ve bu değişiklikle birlikte ABD ve NATO bileşenleri için yeni tehdit İran mı sorusunu beraberinde getiriyordu. Türkiye de “komşularla sıfır sorun” dış politikası gereğince çekincesini bu noktada ortaya koydu. Ardından sorun,
Füze Kalkanı projesi, ilk önce Soğuk Savaş döneminde ABD tarafından “Yıldız Savaşları” adı altında SSCB’ye yönelik olarak uygulanmaya çalışılmıştı. SSCB’nin dağılmasının ardından Bush döneminde yeniden Rusya ve Kuzey Kore’ye karşı bir ABD projesi olarak ve bu sefer de İran’dan gelebilecek tehditlere yönelik bir “gereklilik” olarak NATO şemsiyesi altında gündeme getirildi. Bu sistem ile bir füzenin ateşlenmesi ile birlikte ya birinci aşama olarak atmosfere girmeden, ya ikinci aşama olarak atmosferde bunun da başarısız olması durumunda ise üçüncü aşama olarak hedeflediği ülkeye varmadan imhası mümkün olacaktı. Bu biçimiyle de bu sistem bir savunma sistemi olarak sunulmakta ve füze kalkanının Türkiye’ye konuşlanması önerilmekteydi.
Belge’de tehdit unsuru olan ülke ismi geçirmeden katılımcı devletlerce çözülmüş oldu ve Belge dolayısıyla da proje onaylandı ve prensipte anlaşma sağlandı. Ama bizler için tüm yakıcılığı ile ortada duruyor. Çünkü bu proje açıkça ifade etsin ya da etmesin İran’ı –nükleer silahlanması yolu ile ABD ve İsrail’in nükleer silah tekeline yönelik- bir tehdit unsuru olarak ortaya koymaktadır. Ve ABD ve İsrail’in emperyalist çıkarlarının savunusu temelli bir mevzi yaratma çabasıdır. NATO şemsiyesi altında bir yandan diğer devletlerin desteği alınarak meşruluğu güçlendirilirken bir yandan da maliyeti paylaştırılmaktadır. Emperyalist saldırganlığın başta Ortadoğu’ya yönelik boyutunun öngörüsünü kuvvetlendiren bu adım, Türk hükümetinin ise ikiyüzlülüğünü sergilemektedir. Neticede, politikalar burjuvazinin çıkarları tarafından belirlenmektedir. Ve bugün hâlâ Türk burjuvazisinin birincil çıkarı ABD ile ittifak ve AB stratejik ortaklığı üzerinde hayat bulmaktadır. İşçi ve emekçiler için ise çözüm emperyalist politikalara kalkan olmayı reddetme aşamasında başlayacaktır.
Önceleri Rusya’yı hedef gören ve bu
Aile hekimliği uygulaması başladı A. Ela Toprak, 28 Kasım 2010
A
ile hekimliği uygulaması 1 Kasım 2010 tarihi itibariyle başta İstanbul olmak üzere tüm ülkede hayata geçirildi Pekiyi, nedir bu aile hekimliği? Neden böyle bir uygulama getirildi? Sağlık ocaklarımıza ne oldu? Herkesi kapsayacağı söylenen bu uygulamadan kim, ne kadar yaralanabiliyor? Aile hekimi; bu dalda uzmanlığını yapmış, pratisyen hekim veya herhangi bir alanda uzman doktor olabilir. Aile hekimleri kendilerine kayıtlı olan hastalara 1. basamak sağlık hizmeti (özellikle koruyucu önleyici sağlık hizmetleri) vermekle görevlendirilmiş hekimlerdir. Devlet uygulamayla birlikte 1. basamaktan elini ayağını çekiyor. Hekime personel hemşire, malzeme (paravan, masa, bilgisayar vs.), hatta yer bile sağlamamaktadır. Aile hekimliği uygulamasıyla birlikte sağlık ocaklarımızı kaybettik. Sağlık ocaklarının okullarda verdiği aşılama hizmetleri, bulaşıcı hastalıklarla mücadele, bebeklere aşı uygulaması gibi hizmetleri kimin yapacağı belirsiz. Verem Savaş Dispanserleri açık ama akıbetleri belirsiz. Bir toplumun sağlık göstergelerinden en önemlisi ana çocuk sağlığı ve bebek ölüm hızıdır. Ana çocuk sağlığı merkezleri ve aile planlama merkezleri de açık ama akıbetleri belirsiz. Onların yapacağı gebe, sağlam çocuk izleminin de aile hekimleri tarafından yapılması öngörülüyor. Şu an ise sağlık personeli eksikliği sebebiyle yapılamıyor. Aile hekimliği, piyasa yönelimli, tedaviye yönelik hizmet verir. Aile hekimliğinden yaralanmak için vergi
vermemiz, prim ödememiz ve hatta katkı payı ödememiz yetmiyormuş gibi yakında GSS yani sağlık için ayrıca prim ödeyeceğiz. Aile hekimliği üzerine yüklenen bütün bu yükümlülükleri yerine getirmede ilk bir ayında ne kadar başarılı oldu? TTB’nin yaptığı gözlemler ortaya koyuyor ki; İstanbul’da 1,5 milyon kişinin aile hekimliği kaydı yok. İstanbul için 1 milyon 200 bin kişinin kaydı olmasına rağmen aile hekimleri yok. Donanım yetersiz, kimi aile hekimlerinin nerede çalışacakları belirsiz.
ki hekim sayısı beşte birden daha aşağılara düştü.
Laboratuar hizmetlerinin akibeti belirsiz, 1 Kasım itibariyle bu alanda hizmet verilemiyor.
25 yılda ulaşılan sağlık ocağı sayısı 560. Aile hekimliği uygulamasıyla birlikte 900 aile sağlık merkezi görünüyor!
Birçok hastanenin acil bölümünde çalışan pratisyen hekimler aile hekimi olduğu için acillerde ve 112 acil ve ambulanslarda doktor sıkıntısı yaşanıyor. Buralarda-
Bütün bunlar gösteriyor ki yeni uygulama sağlıkta toplum odaklı bir yaklaşımdan ziyade kâr odaklı bir anlayışı işaret ediyor.
KADIN SAYFASI
7
25 Kasım’da kadınlar Ankara’daydı 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde kadına yönelik şiddetin sona ermesi talebiyle İşçi Cephesi’nden Kadınlar olarak biz de Ankara’daydık İşçi Cephesi, 27 Kasım 2010
K
adın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun ayarladığı otobüsle Ankara’ya varan bizler İzmir, Bursa ve Eskişehir’den gelen kadınlarla birlikte TBMM önünde taleplerimizi haykırdık.
ardı edilmese bile Türkiye’deki 34 sığınma eviyle bu taleplerin sağlanamayacağı çok aşikâr! “Kadınları korumayan devlet, ceza indirimleri veren erkek yargı, şikâyetleri dikkate almayan kurumlar bu cinayetlerin faili, katillerin suç ortağıdır!” denildi.
Basın metninin okunmasıyla başlayan eylem meclise taleplerin sunulması için giren heyetin dışarı çıkmasına kadar devam etti. Basın metninde 25 Kasım’ın kısa bir tarihçesinin verilmesinin ardından sırf ‘kadın’ olduğu için şiddete maruz kalan kadınların üzerinde nasıl sürekli bir fiziksel, psikolojik, cinsel ve ekonomik şiddetin uygulandığı gerçeğinden bahsedildi. Metinde verilen istatistikî sonuçlarla durumun vahameti bir kez daha gözler önüne serildi: Kadın cinayetleri son yedi yılda yüzde 1400 oranında artış gösterdi, 2010 yılının ilk 10 ayında toplam 301 kadın vahşice katledildi, yılın ilk yedi ayında 478 kadına tecavüz edildi. Kadına yönelik sistematik bir şiddetin uygulandığından bahsedilen metinde ayrıca bu cinayetlerin politik de olduğu vurgulandı. TCK’nin 29. maddesince düzenlenen Haksız Tahrik İndirimi Yasası ve benzeri yasalarla kadın ve lgbtt (lezbiyen, gey, biseksüel, transseksüel ve travesti) bireylerin cinayetlerinde indirimler uygulanarak bizzat devlet eliyle cinayetler meşrulaştırılıyor. Aile içi şiddete maruz kaldığı şikâyetiyle devlet kurumlarına başvuran kadınlar evlerine geri gönderiliyor, sığınma talepleri göz ardı ediliyor- göz
Basın açıklaması sırasında “Erkek vuruyor, devlet koruyor”, “Kadın katillerine indirim değil ağır ceza!”, “Kadın cinayetlerini durduracağız” sloganları atıldı ve ardından her grubun temsili için birer kişinin katılımıyla oluşan 10 kişilik heyet meclise girip kadın mil-
letvekilleri ile görüştü. İlk olarak CHP milletvekilleri Canan Arıtman ve Çetin Soysal’la görüşen heyet, haksız tahrik indiriminin yasalardan kadınlar lehine kaldırılmasını, kadın örgütlerinin denetiminde sığınma evleri ve kadın dayanışma merkezleri açılmasını ölümleri meşru gören ve katilleri suça teşvik eden basın kuruluşları hakkında hukuki yaptırımlar uygulanmasını istedi. Arıtman ise şiddetle mücadele için birlikte yasa teklifi hazırlama önerisinde bulundu. BDP İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel de şiddetle mücadele adına kanun teklifi hazırladıklarını, bu konuda da kadın örgütlerinin önerilerini önemsediklerini söyledi. AKP Kadın Kolları’ndan Fatma Şahin heyeti uzun bir süre beklettiği ve sonunda görüşmeye gelmediği için Halide İncekara ile görüşüldü ve talepler sunuldu. Bütün bu görüşmeler sırasında dışarıda eylemine devam eden kadınlar polisin provokasyon çabalarıyla uğraşmak zorunda kaldılar. Gereksiz polis çokluğu tedirginlik yaratmayı amaçlıyordu ve kaldırım işgali gibi bir nedenle uzun süreli bir tartışma yaratıldı. Meclise CHP ve BDP milletvekillerinin davetiyle girmek isteyen kadınların ise büyük çoğunluğu geri çevrildi. SSGSS yasası ile erkeğe tabi kılınmaya çalışılan, emeği ve kimliği göz ardı edilen, kendisine uygulanan her türlü şiddete karşı her gün mücadelesini sürdüren biz kadınlar bu 25 Kasım’da da meydanlardaydık. Aslında talepler ve yapılması gerekenler çok açık, bunun gerçekleşmesi ise yine mücadelesini sürdüren biz kadınlarla olanaklı.
“Fantezi” değil gerçek, erkek devlet şiddeti sürüyor! Dicle Nadin, 4 Aralık 2010
G
azeteci Asiye Zeybek Güzel, 26 Şubat 1997’de, işten eve döndüğü bir gün evinde kendisini karşılayan polislerce gözaltına alındı. İşkenceyle öldürülen Süleyman Yeter’in de aralarında bulunduğu 14 kişi ile birlikte gözaltına alınan Asiye Zeybek Güzel, 14 gün boyunca gözaltında tutulduğu Emniyet Müdürlüğü’nde işkence gördü, tecavüze uğradı.
Savcılığın başvurusu üzerine Emniyet Müdürlüğü, yayınladığı raporda tecavüzü “avukatların fantezisi” olarak tanımlıyor ve devamında da avukatların yaptıkları suç duyurusunda “pornografik kitap veya filmlerden esinlendiklerini” söylüyor.
Güzel, “yasadışı örgüt üyeliği”nden yargılandığı ilk duruşmasında gözaltındayken tecavüze uğradığını belirtmiş, hakkındaki suçlamaları reddetmiş ve işkence nedeniyle asılsız ifadeleri imzalamak zorunda kaldığını açıklamıştı. Güzel’in iddiaları İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Psikososyal Travma Programı Merkezi’nin cinsel tacizi belgeleyen raporuna rağmen kendisine saldıranları teşhis etme imkânından yoksun bırakıldı. Savcılık, çok sayıda kanıt olduğu halde, polisler hakkındaki “soruşturma” dosyasını kapattı. Yaşadıklarını açıkladığında Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Projesi avukatları, Güzel adına savcılığa suç duyurusunda bulundu.
Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Projesi avukatlarından Eren Keskin ve Fatma
Karakaş, kendileri özelinde ve tüm kadınlara yönelik yapılan bu hakarete karşı, kadına yönelik devlet kaynaklı şiddetin ispatı için AİHM’e (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) gitmeye hazırlanıyor.
Eren Keskin, cinsel taciz ve tecavüzün özellikle çatışmalı bölgelerde bir savaş aracı olarak kullanıldığını, kendilerine bu güne kadar 329 kadının başvurduğunu belirtiyor ve “Militer, feodal ve erkek egemen değer yargıları, hukukçuları ve karar vericileri de etkiliyor. ‘Cinsel işkence devlet politikasıdır’ diyoruz; işkencecileri sorgulamayan savcılar, beraat kararı veren ya da davaların zaman aşımından düşmesine hükmeden yargıçlar, işkenceyi belgelemeyen adli tıp hekimleri, hep bu politikanın parçaları” diyor. Gözaltında taciz ve tecavüzün devlet kaynaklı bir şiddet biçimi olması, bu alanda mücadele veren kadınları da bu şiddetin hedefi haline getirebiliyor. Nitekim Eren Keskin hakkında da 15 yılda “devlet güçlerine hakaret” suçlamasıyla sayısız dava açılmış ve halen 21 ayrı davadan yargılanmakta. Bu yargılamaların çoğu, gözaltında taciz ve tecavüze uğramış kadınlar adına açtıkları davalarda yaptığı konuşmalardan ötürü.
8
ARKA PLAN
Zorluklar, mücadeleler ve yenil Kavga bitmedi, pekiyi, nasıl sürecek? Oktay Benol, 2 Kasım 2010 2009’dan 2010’a kalan miras
2
009 yılı biterken hükümet krize karşı patronları destekleyen yasaları hiç zorluk yaşamadan çıkarmıştı. Mart 2009 Yerel Seçimleri biter bitmez 6. Ekonomi Paketi açıklanmış, böylece işten çıkarmalar kolaylaşırken, patronlara vergi indirimleri gelmiş, patronlar kısa çalışma ödeneği ile maaş ödeme yükünden dahi kurtulmuşlardı. İşsizlik fonu ise, sözüm ona tedbir amacıyla patronlara açılmıştı. 6. Ekonomi Paketi’ni ise, Eylül ayında açıklanan Orta Vadeli Ekonomik Program izlemiş ve hükümet 2012 yılına kadar işsizliğin azalmayacağını ilan ederek patronlar için neoliberal saldırılara devam edeceklerinin sözünü vermişti. Öte yandan bitmez tükenmez rejim krizleri sürerken 2007’de AKP’nin kapatılması davası ile rafa kalkan yeni anayasa hazırlıkları yeniden ısıtılmaya başlamıştı. 2009 Haziran’ında şöyle yazmıştık: “Askeri darbe kaynaklı 1982 Anayasası’nın yerine, kendine emperyalizmden kopuşu esas alan, Kürt halkının kaderini belirleme hakkını da dâhil olmak üzere her türlü demokratik hak ve özgürlüklerle donatılmış yeni bir anayasa ve bu anayasayı hazırlamak üzere halkoyuyla seçilmiş bir kurucu meclis oluşturulmadığı sürece, işçi sınıfı ve yoksul halk kesimleri bölünmüşlükten ve burjuva partilerinin gerici etkisinden kurtulamayacaklardır.” Kürt halkının talepleri de bu sürece paralel olarak kabul görmek bir yana, yeni baskılar ile cevaplanmış, ve açılım ile beraber operasyonlar sürdürülerek Kürt hareketini tasfiye etme çabaları sürmüştü. Nitekim bu süreç DTP’nin Aralık ayında kapatılması ve BDP’liler üzerinde yeni operasyonların başlaması ile billurlaşacaktı. İşçi sınıfı ise, 2009 yılında krizin birikmiş acılarını çokça sineye çekmiş ve sabretmiş olsa da mücadeleden uzak durmamıştı. 2010’a girilmeden hemen önce tüm sınırlılığına rağmen 25 Kasım’da kamu emekçilerinin genel grevi yaşanmış ve bu kısıtlı grev bile burjuvaziyi ürkütmeye yetmişti. Aralık ayında, sınıf mücadelesini göğüsleyen sektörlere TEKEL işçilerinin yanı sıra İtfaiye işçileri de katılmıştı. Artık burjuva basın dahi işçi sınıfının varlığından ve mücadelesinden bahsetmeye başlamıştı. 2010 yılına girildiğinde, hükümet tüm demokrasi vaatlerine rağmen, gerici burjuva yüzünü açıkça ortaya koyuyordu. Ocak ayındaki manşetimiz, “Hükümetin demokrasi maskesi makyaj tutmuyor” olmuştu. “Demokrat” AKP hükümeti, 25 Kasım grevcilerini hukuku çiğneyerek açığa almış, DTP’nin kapatılmasından faydalanmış, TEKEL ve itfaiye işçilerine polis ve zabıta müdahaleleri olmuştu. Artık direniş halindeki pek çok işçi, direnişlerinin tüm sınırlılık ve yalıtılmışlığına rağmen AKP’nin makyaj tutmayan maskesini aileleri ve çevreleri ile beraber kavramıştı ve mücadeleyi sürdürmekteydi. İşte bu dönemde gazetemiz İşçi Cephesi’nin aradığı en önemli cevap Ocak ayında Arkaplan bölümünde incelenmekte idi: Mücadeleler Nasıl Birleşir? “Burjuvazinin yalanlarına değil, kendi sınıfımızın gücüne güvenmeliyiz. İşçi kardeşim, işsiz kardeşim, gel mücadelemizi birleştirelim. O zaman işçi sınıfı nasıl bir güç haline geliyor, nasıl patronlar, sendika ağaları kaçacak delik arıyor, hep birlikte görürüz.”
Şubat ve Mart ayları: TEKEL direnişi Türkiye’nin yol ayrımı TEKEL direnişi nicedir işçi sınıfını unutmuş çevrelere sınıfın varlığını hatırlattı. Fakat, kimi çevreler bu süreçte, artık halk mücadelelerinin başladığını söyleyip sınıftan ayrılışı bu vesile ile belgelemiş, kimileri bu mücadeleyi sendika bürokrasisine havale etmiş, kimileri bu süreci sadece bir insanlık dramı olarak pazarlayıp sınıf mücadelesini unutturmaya çalışmış ve kimileri ise TEKEL direnişine tarihsel bir misyon biçerek onu havalara uçurmuştu. İşçi Cephesi ise, TEKEL direnişçilerinin bu cesur mücadelelerini hep desteklemiş, ancak sınırlılık ve güçsüzlüğünü de işaret etmişti. TEKEL’in ardında güçlü mücadele gelenekleri yoktu, TEKEL işçileri mücadelelerini sendika bürokrasilerinden bağımsız komiteler ile sürdürebilecek araçlara da sahip değildi ve TEKEL işçilerinin mücadelesi savunma nitelikli bir mücadele idi. Nitekim 78 günlük direnişin sonunda TEKEL işçileri, bürokrasinin inisiyatifiyle çadırlarını söküp fiili direnişlerini sonlandırmış ve burjuva hukukuna teslim edilmişti.
tusunda ona uygun talep ve sloganlarla seferber edilip edilmediğidir.” Maalesef 2010 1 Mayıs’ından geriye krize karşı ne bir talep ne de bir mücadele kalmıştı. Direnişler sürmekteydi ancak mücadeleyi birleştirmek biz işçiler için önümüzdeki en büyük sorun olmayı sürdürüyordu. Bunun üzerine şöyle yazmakta idik: “Mücadeleyi birleştirmenin yolunun öncelikle talepleri ortaklaştırmaktan geçtiğini bilmemiz gerekiyor. (…) Kuşkusuz fiziksel olarak bir araya gelmek çok önemlidir. Lakin bir arada olmakla birlik olmak özünde iki ayrı durumdur. İşçi sınıfı ve tüm emekçi yoksul halklar kriz karşısında talep ve sloganlar temelinde birlik olmaya başladığı andan itibaren hem krizin sonuçlarının hem de krizin yaratıcısı patronların aşılması olanaklı olacaktır.”
Öte yandan rejim-içi çatışmalar da hız kaybetmiyordu. Balyoz darbe planının ortaya çıkışı rejim krizinin bir burjuva çözümünün olmadığını gözler önüne sermiş oldu. Bu konuya ilişkin olarak: Bize gereken “kozmetik değil, cerrahi bir müdahale”dir diyerek “demokratikleşmenin yolu işçi sınıfından geçer” diyorduk. Ancak yaşanan tüm bu rejim krizlerine rağmen, TEKEL yenilgisi tüm işçi sınıfına mal edilmeye çalışılıyordu. Bu durumu gazetemizdeki köşeden şöyle özetlemiştik: “4C, çalışma düzeninin yeni adıdır”. Bu sürecin ardından güvencesizleştirme artık tüm işçi sınıfını kapsayan bir saldırı olacaktı. Nisan, Mayıs ve Haziran ayları: 1 Mayıs’ı kazanmak ve mücadeleyi birleştirmek TEKEL işçilerinin eve dönüşünün ardından İtfaiye, Marmaray, İSKİ, Samatya, Esenyurt Belediyesi, ATVSabah ve Tariş işçilerinin direnişleri sürmekte idi. Yaklaşılan 1 Mayıs dönemi ise, geride kalan mücadelelerin birleştirilmesi için hâlâ bir umut idi. Derken birleşik ve kitlesel bir 1 Mayıs talebimiz ile beraber 1 Mayıs’a girildi. Gazetemizde geride bırakılan 1 Mayıs şöyle değerlendiriliyordu: “2010 1 Mayıs’ı Türkiye Tarihi’nin en kitlesel 1 Mayıslarından biri olarak tarihe geçti. (…) 32 yıl aradan sonra kutlamaya açılan Taksim Meydanı’ndaki mitingin sorunsuz bir şekilde gerçekleştirilmesi ise, “provokasyon” tartışmasını noktalayan bir gelişmeydi. (…) Ne var ki bu olumluluk 2010 1 Mayıs’ının gerçekçi bir analizini yapmaktan bizi alıkoymamalı. Vakitsiz zafer naraları, bu olumlu gelişmenin olumsuz bir etkene dönüşmesine yol açabilir. 1 Mayıs ‘işçinin emekçinin bayramı’ndan ibaret değilse, uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü ise eğer; öncelikle sormamız gereken soru, 2010 1 Mayıs’ının işçi sınıfının acil ihtiyaçları doğrul-
Nitekim “birleşik” bir 1 Mayıs yaşamadığımız, TEKEL işçileri ile dayanışma amacı ile yapılan ve etkisizliği açıkça görünen 26 Mayıs grevi ile ortaya çıkmış oldu. 26 Mayıs İşçi Cephesi’nin Arkaplan’ında şu şekilde değerlendirilmekteydi: “26 Mayıs grevi başarısız olmuştur, hatta 4 Şubat grevinin de gerisinde kalmıştır. Ancak bu başarısızlıktan dersler çıkarmalıyız, önümüze yeni görevler koymalıyız. Şimdi hayıflanma değil, mücadeleleri birleştirme zamanıdır.” Temmuz ayı: Açılım bitti mi? 31 Mayıs tarihinde PKK ateşkesi tek taraflı olarak bitirdiğini ilan ederken, bunu devlet operasyonları takip etti. Meclisteki anayasa tartışmaları içerisinde Kürt hareketi
ARKA PLAN
9
giler ile dolu bir yılın ardından yeterli temsili ve umudu bulamadığını fark etmiş ve ateşkesi bozmuştu. Esasında tüm bu yaşananlar bir rejim içi çözümün olanaksızlığına işaret etmekte idi.
Uluslararası politikada ise AKP yine sıkışmıştı. Mavi Marmara saldırısına karşı net bir tavır alamayan AKP içeride de ateşkesin sonlanması ve Kılıçdaroğlu’nun taze muhalefeti ile karşılaşıyordu. Tam da bu dönemde her şeyin iyiye gittiğini söyleyen AKP’ye karşılık gazetemizin politika sayfasından “Demagoji AKP’yi kurtarabilir mi?” diye soruyorduk. Ağustos ve Eylül: Referandum: Bir adım ileri iki adım geri! Mayıs ayında anayasa değişikliği ile ilişkili olarak “Burjuvaziden bağımsız ve ona rağmen bir AKP ne var olabilir, ne de hükümet olmaya devam edebilir. AKP’nin giriştiği anayasal değişiklikler ve yargısal düzenlemeler TÜSİAD’ın ana gövdesinin de dâhil olduğu egemen
Referandum sonrası oylar yüzde 58 EVET ve yüzde 42 HAYIR olarak bölünmüştü. Referandum sonuçlarını şu şekilde özetlemiştik: “Anayasa kısmi değişiklik paketinin […] üç ana gayesi vardı. Birincisi bu değişiklikler sermaye sahiplerinin neoliberal ekonomik saldırı politikalarının önünü açacak devlet erkindeki yeni düzenleme ve yapılanma ihtiyaçlarını yansıtıyordu. İkincisi, bu değişiklikler ‘demokratikleşme’ adı altında sunularak, işçi ve emekçi kitleler ile Kürt halkının, rejimin demokratik dönüşümüne ilişkin taleplerini ve bu talepler için mücadelesini engellemeyi hedefliyordu. Üçüncüsü, bu referandum, değişiklik paketini halkoyuna sunan iktidar için bir halk oylaması niteliğini taşıyordu.” Ve burjuvazi istediğini almıştı. BDP’nin boykot tutumu ise Kürt illerindeki BDP meşruiyetini ispatlamış olsa da, Öcalan’ın kendi deyişi ile “Erdoğan’a verilmiş son bir şans” idi ve rejim içi uzlaşma kanalları aranmaktaydı. Buna ilişkin olarak, BDP ile dayanışma ve buradan bir devrimci seferberlik çıkarma amacı ile benimsenen boykot tavrına dair şu sonucu çıkarıyorduk: “Referandumdan bir ay sonra, BDP’nin rejim içi uzlaşı arayışlarını görecek olursak, boykot tavrını –niyetinden bağımsız olarakesasında BDP ile rejimin arasındaki bir uzlaşmaya verilen destek anlamına geldiğini, hatta paketin geçebilmesi için Erdoğan’a verilmiş bir şansa dönüştüğünü söyleyebiliriz.” Ekim-Kasım aylarından bugüne: ‘Barışçıl karşı-devrim’ ve kriz koşullarının kalıcılaşması Referandum sonrasında solda yenilgi ve yenilenme tartışmaları sürerken, işçi sınıfı hemen tüm tarafların referans listesinden çıktı. Buna karşılık AKP hükümeti referandumdan da aldığı güçle, krizin atlatıldığını söyleyerek, her şey yolunda imajını çizmeye başlamıştı. Övünülerek anlatılan ekonomideki iyileşme verileri, halen kriz öncesi verilerden uzak durumda. Ayrıca bu “iyileşmeler” hiçbir biçimde işçi sınıfına yansımadı. Gazetemizde yazdığımız gibi “Hükümet ‘ileri demokrasi’ye ulaştığımızı ilan ederken, gerçekte ezilen ve sömürülen kesimlere karşı pervasız bir saldırı programı uyguluyor.” Bir yandan KCK davası sürüyor. Öte yandan, İstanbul’da direnişlerini güçlerinin son damlası ile sürdüren TEKEL işçilerine polis saldırısı yapılıyor...
burjuvazinin beklenti ve ihtiyaçları doğrultusunda gerçekleşmektedir” diye yazıyorduk. Anayasa değişikliği burjuvaziye devletin küçülmesi, neoliberal saldırıların artışı, demokrasi yanılsamasının derinleştirilmesi ve baskı rejiminin güçlendirilmesini vaat etmişti. Haziran ayına geldiğimizde ise, alınması gereken tavra ilişkin şunları söylemiştik: “Referandumda alınacak tutuma gelirsek; devrimci Marksistler tek tek maddelerin değil, bir bütün olarak paketin neyi ifade ettiğine bakarak bir tutum almalıdırlar. (…) değişiklik paketi baskı ve şiddet rejiminin doğasında bir değişime yol açmıyor. Aksine ufak rötuşlarla ona demokrasi maskesi giydirerek 12 Eylül Rejimi’ni meşrulaştırıyor.” Bu saiklerle hareket ederek “12 Eylül’ü takviye değil tasfiye için: Referandumda Hayır! Demokratik anayasa için Kurucu Meclis!” diyorduk.
Peki, bunlara karşı hiç umut yok mu? Elbette ki var. İstanbul’dan Mersin’e, hizmet sektöründen metal sektörüne kadar, başta UPS işçileri olmak üzere pek çok işçi ve emekçi kararlı mücadelelerini sürdürüyor. HES karşıtı köylülerin mücadeleleri, doğanın ve kültürün kapitalist talanına karşı odaklanan mücadeleler de bu başat mücadeleleri destekleyen diğer direnişler olarak önümüzde durmaya devam ediyor. 2011’e girerken mücadele araçlarımız ve NE YAPMALI? 2010 yılı krize karşı başlayan pek çok direnişin fiili olarak sönümlenmesi ve burjuva hukuka havale edilmesi ile sonuçlandı. Tariş ve inşaat işçilerinin edindikleri kısmi kazanımların yanında, Sinter, ATV-Sabah, İSKİ, Marmaray, TEKEL, İtfaiye gibi direnişler baş-
langıç dönemlerine göre oldukça güç kaybına uğrayıp sonlanmanın eşiğine geldiler.
Referandumdan aldığı güç ile hükümet ve burjuvazi kriz koşulları altında inisiyatifi henüz yitirmediklerini göstermiş oldular. Ekonomideki kısmi iyileşme verilerini bir süre daha servis etme ve demokratik gericilik politikaları ile işçi sınıfı ve Kürt halkını sahneden uzak tutma denemelerini sürdürmek burjuvazinin şu andaki temel hedefleri. Ancak kriz karşısında burjuvazinin tüm umutları pamuk ipliğine bağlı. Aynı zamanda orta vadede bir mali çöküşün kaçınılmaz olduğu da gözler önünde. AKP hükümeti artık suçlayacak kimseyi bulamıyor. İşçi sınıfının sürüklendiği dar boğaz ve tek başına iktidar konumundaki AKP’nin suç ortaksızlığı, önümüzdeki önemde AKP’nin daha fazla yıpranmasına yol açacaktır. Yazımızın sınırlılığı sebebi ile 2010’u yalnızca Türkiye üzerinden özetleyebildik. Oysaki geçtiğimiz yıl, dünya arenasında Fransa, İspanya ve Yunanistan’da işçi sınıfı pek çok kez ayağa kalkmış ve bizler için de umut olmuştu. Latin Amerika ve Ortadoğu’daki seferberlikler ise emperyalist kapitalizmin krizini derinleştirmeye devam etmişti. Kapitalizm Türkiye’de uyguladığı politikaları tüm dünyada uyguluyor. İrlanda’nın mali çöküşü, Portekiz ve İspanya’yı kıskıvrak yakalamış olan kriz, dünyadaki çalkantının bitmediğini ve burjuvazinin bu sorunu çözemediğini gösteriyor. Türkiye’nin de bu süreçten bağımsız düşünülmesi imkânsız. 2011’e dair kesin olarak söylenebilecek ilk şey şu; Türkiye burjuvazisi yeni saldırılarla krizi idare etmeye çabalarken, demokratik gericilik politikalarında bir süre daha ısrarcı olacak, öte yandan bizlerin yoksulluğu sürecek ve üzerimizdeki baskılar artacak. Ancak ardımızda pek çok ders bıraktık. Halen süren UPS direnişinin bir kazanımla sonuçlanması ve sektöre sendikanın girmesi şu süreçte tüm işçiler için bir örgütlülük mevzisi yaratacaktır. Fakat sadece bu yetmez, 2010’daki kayıplarımızın sebebi belli, mücadeleler yalnız kalmıştı! 2011’i 2010 gibi yaşamamak için mücadeleleri birleştirmek önümüzdeki en büyük görev olarak durmayı sürdürüyor. Baskı ve şiddet rejiminin ve sınıf üzerindeki baskıların kırılması için ise, bir başka olanağımız 2011 Haziran’ındaki genel seçimler olacaktır. Solun bir kesimi sınıftan uzaklaşıp salt AKP karşıtlığında birleşirken, 2011 genel seçimlerine bağımsız sınıf programı ile seçimlere dâhil olacak olan işçi adayları mücadeleyi birleştirmek ve işçi sınıfının örgütlülüğünü arttırmak için bizlere büyük olanaklar sunacaktır. Son olarak, ülke genelinde mücadeleleri birleştirmek ve saldırılara bütünlüklü bir programla karşılık verebilmek için işçi sınıfının adına yakışır bir devrimci partiye olan ihtiyacı her zamankinden de fazla. İşte bu partinin inşası için İşçi Cephesi gazetesinin çalışmalarının canla başla ilerlemesi ve sınıf içerisine yerleşerek büyümeyi sürdürmesi geçen yılkinden de büyük bir önem taşıyor. Ancak krize karşı mücadelenin yalnızca Türkiye’de değil dünyada birleşmesi aynı şekilde acil bir ihtiyaç. Buna karşılık da bir bileşeni olduğumuz Uluslararası Birlik Komitesi gibi güçlerin bir araya gelerek bir enternasyonal partinin inşasını sürdürmesi önümüzde duran bir başka görev. 2011’e tüm yenilgilerimizin ardından, süren mücadeleler ve net görevler ile giriyoruz. Sonucu belirleyecek olan, kazanmak için mücadeleye ne kadar tutku ile bağlandığımız olacak.
10
ULUSAL SORUN
Bir “cephe” de Demirtaş’tan: AKP’ye karşı sol blok BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Milliyet gazetesi ile yaptığı bir görüşmede: “Keşke önümüzdeki seçimlerde içinde CHP, ÖDP, BDP, EMEP olan bir sol demokrasi cephesi olsa. AK Partiye karşı ciddi bir sol blok oluşabilir” demiş, böylece de yeni bir tartışmanın önünü açmıştı Sedat D., 2 Aralık 2010
Ö
neri başka BDP’liler tarafından da desteklendi. CHP’de ise, öneriye kayıtsız bakanlar ve şiddetle reddedenler vardı. Ancak 18 Aralık’ta olağanüstü kurultayını gerçekleştirecek olan CHP’den, sonrasında yeni yorum ve katkıların gelebileceği de düşünülmekte. Önerinin sosyalist muhataplarında, EMEP ve ÖDP’nin yayın organlarında böylesi bir önerinin ancak bir “temenni” olarak ifade edilmiş olabileceği söylendi. Buna ek olarak CHP’nin “Evet” diyebilmesi durumunda bu ittifakın kabul edilir ve ilerici olacağı da her iki tarafın yayınlarında dile getirildi. Bu sürecin, açıkça ifade edilemiyor olsa da, çalkantı içerisindeki “CHP’yi sola çekmek” çabasına denk düştüğünü söylemek mümkün. EMEP- ÖDP-TKP-HE referandum sürecinde CHP ile “Hayırlarımız aynı değildir” dedikten sonra, referandumun ertesi günü ülkenin yüzde kırkının sol olduğunu ifade etmişler ve aynı solda birleşmeyi uygun görmüşlerdi. Esasında bu “birleşme” istemini uzunca bir süredir izlenen “AKP karşıtlığı üzerinden birlik arayışı” oluşturuyor. Oysa ki, yaşadığımız onlarca sorunun çözümü salt bir AKP karşıtlığı üzerinden bulunamaz. CHP bir düzen partisidir ve de bugün burjuvazinin ihtiyaçları için yapılmış her saldırının CHP’nin programı içerisinde de yeri vardır. Bu durumda, CHP’nin solculaştığını iddia ederek ittifaka kapı aralamak, önümüzdeki süreçte, bugün AKP’nin yürüttüğü “açılım”dan emeğe yapılan saldırılara değin tamamı burjuva projesi olan bu programa yeni bir nefes katmak olacaktır. Üçüncü Cephe mi? Esasında tartışma ilk yankısını önerinin yapıldığı taraflardan önce uzunca bir süredir BDP ile birlikte
üçüncü cepheyi örmekten yana olan kimi sol çevrelerde uyandırdı. Çünkü BDP, onları değil, tutmuş CHP’yi ve sosyalist olarak da EMEP ve ÖDP’yi muhatap almıştı. Hatta üçüncü cephe de değil, “sol blok” oluşturmaktan yana olduğunu söylemişti. Üçüncü cephe tartışmalarına başından beri, burjuvazinin “laik” ve “anti-laik” kanatlarına karşı değil, karşımızdaki tek burjuva cephesine karşı bir birleşik işçi cephesinin örülmesi gerektiğini söyleyerek yaklaşmıştık. Gelinen noktada da, üçüncü cephe fikrinin görülmeyen yüzü bir kez daha ortaya çıkmış oldu. Sınıfsal talepler ve demokrasi sorunu başta olmak üze-
ğını söyleyenler mevcut. Fakat esas olarak bu öneri ile BDP, rejim içi çözüm arayışlarını AKP ile olmazsa bu kez de başka kanallar ile sürdürme niyetinde olduğunu göstermiş oldu. Süreci bir de ipleri elinde bulunduran burjuvazi açısından okuyalım. Burjuvazi AKP ile, bir yandan Kürtçe televizyona ve başka bazı kazanımlara uzanan bir dizi hakkı devlet denetimi ile vermiş, öte yandan ise Kürt hareketini tasfiye etme girişimlerini sürdürmüştü. Demokratik gericilik adını verdiğimiz bu saldırılar bugün, CHP’nin de resmi görüşü olma yolunda ilerliyor. Bu bağlamda bujuvazi için işler yolunda ve kontrol altında. Burjuvazi rejimin sürekliliğinden yana olan tavrını sürdürüyor ve CHP gibi siyasi partilerin dönüşümü de rejimin yeni ihiyaçlarına paralel olarak sürüyor. Ancak daha önce söylediğimiz üzere rejim, Kürt halkının başta kendi kaderini belirleme hakkı olmak üzere, en temel haklarını vermeme konusundaki net duruşunu sürdürüyor. Bu bağlamda BDP’nin rejim içi çözüm arayışlarının AKP ya da “yenilenen” CHP ile olsun, bir kez daha tıkanacağı daha şimdiden net bir şekilde görünüyor. 2011 seçimleri ve Kürt halkı Cevaplanması gereken o en acil soru hala karşımızda duruyor: Kürt halkının acılarının son bulması için atılması gereken adım nedir?
re, sosyalist hareketle ciddi bir program farklılığı olan BDP ile kalıcı bir cepheleşmenin, sınıf taleplerinden taviz verme bedeli ödenmeksizin mümkün olmadığını yeniden görmüş olduk. BDP’nin stratejisi BDP’nin bu önerisinin AKP’ye bir ihtar niteliği taşıdı-
Bu yakıcı sorunun cevabı şu sıralar sıkça yaklaşan seçimlerin içerisinde aranıyor. BDP önderliğinin bu süreçte burjuvaların çözümsüz kanallarından uzaklaşmıyor oluşuna rağmen, tüm emekçileri ilgilendiren sınıfsal talepler ve kendi kaderini tayin hakkı dahil olmak üzere, diğer ulusal ve demokratik hakları içeren bir programa dayanan bir seçim ittifakı yapılmadıkça, seçim sürecinden gerçekçi ve kalıcı bir çözümün çıkamayacağı kesinliğini koruyor.
Kör gözlü adalet ve Pınar Selek
1998 yılında Mısır Çarşısı’nda bir patlama meydana gelmişti. Bu patlamada 7 kişi ölmüş, 120 kişi de yaralanmıştı. Açılan soruşturmada Pınar Selek de yargılanmış ve beraat etmişti Kemal Boran, 28 Kasım 2010
9
Temmuz 1998’de Mısır Çarşısı’nda meydana gelen patlamadan sonra hazırlanan polis ve savcılık raporları şöyleydi: 11 Temmuz 1998 Polis uzman inceleme raporu: Bomba bulgusu yok. 13 Temmuz 1998 Polis olay yeri ikinci raporu: Bomba bulgusu yok. 14 Temmuz 1998 Kriminal Laboratuar Raporu: Bomba bulgusu yok. 20 Temmuz 1998 Polis olay yeri inceleme sonuç raporu: Bombaya ait olabilecek herhangi bir parça, madde ve malzemeye rastlanılmamıştır. Dava kapsamında, patlamanın nedenini araştıran çok sayıda inceleme ve bilirkişi raporu da hazırlandı: 5
Temmuz 1999 “olay yeri inceleme”den bomba uzmanı Başkomiser’in mahkemedeki ifadesi şuydu: “Bomba patlaması olsaydı, mutlaka patladığı yerde en azından 50 cm’lik çukur açardı. Olay yeri incelememizde böyle bir çukur tespit edilemedi.”
Son olarak 12. Ağır Ceza Mahkemesi de suçsuz bularak Pınar Selek’in beraatına karar verdi ama Yargıtay kafayı takmıştı bir kere. Selek’i illa da mahkûm etmeliydi. Çünkü o potansiyel suçluydu, onların gözünde.
lek bir söyleşide şu cümleleri kullanmıştı: “Ben suçsuz olduğum konusunda destekleniyorum, çevremdeki hukukçular, akademisyenler bana ve mücadeleme daha inançlı olmam konusunda cesaret veriyor.” Ya sahipsiz olup da suçsuz yere yargılananlar? Onların hali? Evet, mesele de zaten burada düğümleniyor. Terörist denilerek yargılanan o kadar çok insan var ki. Kör gözlü adalet dediğimiz bu durum birçok insanı mağdur ediyor. Adalet, kendisini mum ışığı ile aratır oldu. Selek ailesi 12 yıldır mahkemelerde ve işkence altında. Tam 12 yıl… Ne bitmez çile bu… Pınar Selek bu yargılama döneminde annesini kaybetti. Selek “Annem üzüntüden öldü” diyor.
Selek’in Kürt meselesine ilgisi, Kürt sorunu ve Öcalan ile ilgili araştırma yapıp, tez hazırlaması suçlanması için yeterli sebepti. Ama o yılmadı, suçsuzluğunu haykırdı. Yargılandığı dönemde işkence gördü, yılmadı. Yalnız değildi; birçok sivil toplum örgütü de onun suçsuzluğuna inanıyor ve onu destekliyordu. Pınar Se-
Sonuç olarak bazı güç odakları bu meseleyi kan davasına çevirmiş durumda. İlla Pınar Selek suçludur, diyorlar Başka türlü olmamalı, inadındalar. Ama mızrak da çuvala sığmadı. Takke düştü, kel göründü ve adaletin kör gözü bu olayda suçüstü yakalandı. Biz de Pınar Selek’in haklı mücadelesinde onu destekliyoruz.
Bu olayda Pınar Selek suçsuz bulunmuş ve beraat etmişti hem de iki kez.
GENÇLİK
11
Başbakan üniversitelerden dışarı! Canan Yılmaz, 29 Kasım 2010
A
ralarından su sızmayan Başbakan ve rektörler, geçtiğimiz günlerde Dolmabahçe’de bir kahvaltı vesilesiyle yine bir araya geldiler. Onlar aralarında ne konuştu bilinmez ama ne konuşmadıkları bizler için açık Başbakan hangi üniversiteye girse, oradan öğrenciler patır patır dışarıya atılıyorlar. Soruşturmalar açılıyor ve öğrencilere okuldan uzaklaştırma cezaları veriliyor. Bunlar yetmezmiş gibi, İstanbul Teknik Üniversitesi’ne (İTÜ) Başbakanın girişini protesto eden iki öğrenciye 15 ay hapis cezası verildi. “Özgürlük ortamı, eleştiriye, tartışmaya, sorgulamaya açık olmaktır, yumurta atarak, ayakkabı fırlatarak, hakaret ederek konuşan insanları susturmaya çalışmak, ifade özgürlüğü değildir.” Bu sözler elbette Başbakana ait, ifade özgürlüğünü diline pelesenk etmiş Başbakanımız, kendisi üniversiteye geldiğinde, nedense okulların içinde asker ve polisin etten duvar oluşturduğunu, konuşma yapacağı salonlara yalnızca daha önceden rektörlüğün isimlerini belirlediği bazı öğrencilerin alındığını, o içeride konuşurken dışarıda kalan öğrencilere gaz bombası atıldığını bilmiyor herhalde. Bu
başbakan tarzı ifade özgürlüğü olsa gerek! Bu olaylar münferit değil! Başbakanın gelişini, ‘Ne sermaye, ne devlet; iş, ekmek, adalet’ pankartıyla karşılayan Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenciler gaz bombası yiyeli daha bir ay olmadı. Geçtiğimiz haftalarda Yıldız Teknik Üniversitesi’nde mu-
halif afişler asan öğrencilerin, rektörün uyarısıyla sınav haftasında okula alınmadıklarını ve okulun önünde çadır kurup profesörleriyle dışarıda ders yaptıklarını da biliyoruz. Anadolu Üniversitesi’nde konuşma yapan Haşim Kılıç’a öğrencilerin cezaevlerine gönderilmesini
soran öğrencinin korumalarca nasıl dışarı sürüklendiğini, ‘Parasız eğitim istiyoruz, alacağız!’ pankartı açtığı için iki öğrencinin sekiz aydır hâlâ tutuklu olduğunu da... Başbakanı üniversitelerde neden istemiyoruz? Başbakanı üniversitelerde istemiyoruz. O Tayyip Erdoğan olduğu ya da ‘çok gerici’ olduğu için değil. Biz ‘parasız eğitim hakkımızdır’ derken, o her üniversitenin şirket gibi kendi sermayesi ile kendisini döndürmesini, işletmeci rektörler, güvencesiz çalışan öğretim görevlileri ve müşteri öğrencilerle çok kazandıran üniversite modelini uygulayan bir hükümetin başı olduğu için istemiyoruz. Biz özgür üniversite derken, o ‘güvenli üniversite’ safsatalarıyla üniversiteleri öğrenciler dışında herkesle, polis ve özel güvenlik görevlileriyle doldurduğu için; Biz ‘anadilde eğitim hakkımızdır’ derken o, tersine resmi ideolojiyi yeniden üreten asimilasyoncu, ırkçı dersleri zorunlu olarak koyduğu için Başbakanı üniversitelerde istemiyoruz.
Üniversite işgalleri: Bu bir sınıf savaşı! Dicle Nadin, 30 Kasım 2010
İ
ngiltere’de hükümetin bütçe kesintileri kapsamında üniversite harçlarını üç katına çıkarma planı, İtalya’da üniversitelerin bütçesini kısıtlayan ve özelleştirmelerin önünü açan ‘eğitim reformu’... Haftalardır İtalya ve İngiltere’deki binlerce öğrenci ve eğitim emekçisi hükümetlerin harçların yüzde 300 artışını öngören ve eğitime ayrılan bütçe kesintilerini içeren eğitim reformuna karşı isyan ediyor. Londra’da 50 bin öğrenci durumu protesto ederek Muhafazakâr Parti’nin bürosunu basarken, İtalya’da ise 15’i aşkın üniversite işgalde ve Roma’da meydanlar trafiğe kapatılmış durumda. İtalyan hükümeti, bu reform sayesinde aslında Türkiye’de de uygulanmaya çalışılan Bologna Planı’nı işletiyor. Pakette rektör danışma meclislerinin iş dünyasından oluşması, yapılan araştırmalara kârlılık durumuna göre bütçe verilmesi, paralı sertifika programla-
rının zorunlu hale getirilmesi var. Tanıdık gelecektir ki, geçtiğimiz günlerde Yusuf Ziya Özcan da “ABD’de ve birçok dünya ülkesinde bu iş böyle yürüyor. Her okulun başında profesyonel işletmeciler var.” diyerek bu uygulamalara kapı aralamıştı. Nitekim Berlusconi de niyetini ‘İtalyan yapımı ayakkabıları bize para kazandırıyor, komünist profesörler değil’ diyerek özetledi. Büyük resme bakıldığında durum ne bizim ülkemize, ne de Avrupa’ya özgü. Bu sözler yeni dönem eğitim politikalarının birer panaromasını veriyor. Hükümetlerin öğrencilere bu denli pervasızca yüklenmesi tesadüfi değil; ekonomik krizin ardından finans şirketlerini kurtarmak için hükümetlerin yaptığı harcamalar, örneğin İngiliz hükümetinin 8 Ekim 2008’den bu yana 1,5 trilyon sterlini aştı. Batan bankaların uğradığı zarar “kamulaştırılmış” oldu. Bu zararı ödemek vergi veren herkese düşüyor, özellikle de öğrencilere, emekçilere! Borçlanarak mezun olmanın, mezun olunca işsiz kalmanın dünya çapında bir yaşam pratiği haline gelmesi,
kuşkusuz öğrenci mücadelelerini arttırdı. Fransa’da emeklilik yasasına karşı yaşanan işgaller, Yunanistan’daki Politeknik İşgali, Gazze İşgali sırasında İngiltere’deki tepki işgalleri, Ankara Üniversitesi yemekhane işgalleri öğrencilerin yalnızca kendi ihtiyaçları için değil; güncel meselelere olan duyarlılıklarının ve düzen karşısında aldıkları konumun da bir ifadesi. Üniversite işgalleri her yıl neredeyse bu aylarda tekrarlayan kendiliğinden süreçler haline geldi. Fakat hükümetler bu muazzam gücün karşısında geri adım atmıyor ve paketleri geçirmeye devam ediyor. Çünkü burjuvazi, krizle birlikte aldığı darbelere rağmen dünya zirveleriyle planlar yapıyor, örgütleniyor. İşçi sınıfının ve öğrencilerin örgütsüzlüğünden, mücadelelerin dağınıklığından güç alıyor. Biz de öğrenciler olarak krizin mağduru emekçilerle birlikte tepkilerimizi kendiliğindenci süreçlerden, örgütlü ve sürekli mücadelelere dönüştürmeliyiz. İngiliz öğrenci Alan Whitaker ‘ın dediği gibi; “Bu bir sınıf savaşı. Bize savaş ilan ettiler, biz de onlara ediyoruz!”.
Eğitim toplumun aynasıdır Yavuz Yazıcı, 29 Kasım 2010
E
ğitim, bir haktır. Kimsenin istediği alanda eğitim görme özgürlüğü engellenemez, kısıtlanamaz veya satılamaz. Tek tek bireylerin gelişiminin çok ötesinde, toplumsal bir sorumluluktur aynı zamanda. Daha iyi eğitimli bir nesil daha büyük bir toplumsal refah getirir. Mesela, daha iyi mühendisler yetiştirerek üretimin verimi arttırılıp, aynı malı üretmek için gerekli insan emeği azaltılabilir, çalışma koşulları iyileştirilebilir ve çalışma saatleri kısaltılabilir. Kısacası toplumsal gelişim hızlandırılabilir. İşte bu yüzden; eğitimin bilimsellikten uzak, parayla satılan, fırsat eşitliği gözetmeyen mevcut yapısı sadece öğrencilerin değil, bütün toplumun sorunudur. Ülkemizde, nitelikli nesiller yetiştirme gayesinden uzak bir eğitim sistemi vardır. Üniversiteye kadar eğitimin tek amacı, üniversiteye yerleştirmektir. İlk okullarda amaç iyi bir liseye girmektir, çünkü çoğu durumda iyi bir üniversitenin anahtarı iyi bir lisedir. Bu nedenle
çok erken yaşta çocuklar hazırlıklara başlar. Lise sınavının ardında üniversite sınavı gelir. Ekonomik durumu elverişli ailelerin çocukları dershanelerle, özel derslerle takviye edilirken bir çok çocuk bu imkanlardan mahrum kalır. Girilmek için bunca çaba harcanan üniversitelerde, işsizliği maskeleyen bir araç olarak görüldükleri için aşınmış, yüksek okullara dönüşmüşlerdir.
Asıl potansiyel kaybı buradadır. Parası olan ama yeteneksiz bir çok insan özel dersler, dershaneler yardımıyla iyi üniversitelere giderken, ekonomik zorluklar çeken yetenekli gençler bu imkanların noksanlığı nedeniyle iyi bir eğitim fırsatından mahrum kalmaktadır, çoğu durumda erken yaşta çalışma hayatına atılmak durumunda kalmaktadır.
Amacı, üniversiteye yerleştirmek olan bir eğitimin niteliğini tartışmak boşunadır. Beklebileceği gibi, günün gerisinde kalan, bilimsellikten uzak ve yararsızdır. Bu nedenlerle uzun yıllardır kaybedilen potansiyel ise inanılmazdır. Eğer nitelikli bir eğitim olsaydı teknik ilerlemenin durumu çok farklı olabilirdi. Belki bir çok hastalık tedavi edilebilir, yeni tekniklerle tarımdaki verimlilik arttırılıp açlık engellenebilir, üretim verimlileştirilip çalışma şartları hafifletilebilirdi.
Eğitim amacına ancak toplumun bütün kesimlerinin hizmetine adil şartlarda sunulursa işlevini yerine getirebilir. Bu da ancak eğitimin, dershanecilerin kâr hırslarından ve hükümetlerin işsizliği örtme politikalarından arındırılmasıyla mümkündür. Eğitimle, gelecek nesillerin potansiyellerinin açığa çıkarılması toplumun bütününün –ama en çok en büyük adaletsizlikle yüz yüze kalan yoksul kesimlerin- sorunudur. Bu sorunu çözecek olanlar da, hep birlikte parasız ve bilimsel eğitim talebini dile getirerek yine onlardır. Yöntemse bellidir, taleplerin her gün daha kalabalık, daha gür bir sesle haykırılması!
Ancak eğitimin tek sorunu bilimsel içeriğin olmayışı değildir. Asıl önemli mesele, eğitimde fırsat eşitliğidir.
12
İŞ YERLERİNDEN
PETROKİMYA Merhaba arkadaşlar,
B
undan önceki okur mektubumda yazdığım gibi sorunlarımız aynı şekilde devam ediyor, yani kısacası krizin bizi teğet geçtiği yok. Tam tersine kronik bir hastalık gibi bize bulaştı. Başbakanımız teğet geçti derken patronları ve kendi yakın çevresini kastetmiş, yanlış anlamayın çünkü her gün görüyoruz. İşten çıkarılan, iş bulamayan, evine ekmek parası götüremeyen, hakkını alamadığı için fabrika önlerinde direnen veya bizim yasal hakkımız olan sendika hakkını almak için işten çıkarılan ve halen direnen bir sürü işçi kardeşimiz var. Unutmamamız gereken ortak çıkarlarımız olduğu ve eğer direnen arkadaşlarımız kaybederlerse kaybedenin sadece onlar değil bizler de olacağıdır. Kaybetmek istemiyorsak hem direnen arkadaşlarımızla birlik olup destek vermek zorundayız hem de kendi çalıştığımız alanda örgütlenmek zorundayız. Örneğin kendi çalıştığım firmada kış sezonu geldiği için yine işten çıkarmalar başladı. Şirkette son bir haftada üç arkadaş işten çıkarıldı. Patron bu arkadaşlarımızı işten çıkarırken bir yandan da bizlere gözdağı veriyor, çünkü kış sezonu geldi mi bizim işler duruyor. Patronda bu durumu fırsata çevirmek ve biz çalışanlara karşı kullanmak için elinden geleni yapıyor. Aslında yapmak istediğini yapıyor çünkü biz çalışanlar arasında birlik olmadığı ve örgütlü olmadığımız için karşı koyma şansımız yok.
olmadığını düşünüyorum. Yeter ki bir arada olalım. Ali Büyükdere, 2 Aralık 2010
HİZMET Merhaba arkadaşlar,
B
en özel bir okulda çalışıyorum. Ve özelleştirmenin patronların işine ne çok yaradığını görüyorum. Özelleştirmeyle patronlar, işçiyi köleleştirerek kârlarına kâr katıyorlar. Patronlar işçileri istedikleri gibi çalıştırıyorlar; çünkü işçilerin özelleştirmeye karşı hiçbir şey yapamadığını görüyorlar. Bu yüzden, patronların keyfine diyecek yok. Aslında işçiler de bu durumun farkındalar ama bir araya gelemeyince bir şey yapamıyorlar. Ben bu özel okulda çalışalı bir sene oldu. Bazen yarım gün çalışma olup öğrenciler gidince biz işe devam ediyoruz ve her seferinde bize yemek vermiyorlar.
siz burada öğretmenlere özel yemek veriyorsunuz, biz burada aç duruyoruz; bizim sizden istediğimiz tek şey sadece bizim doğal hakkımız... biz sizden bize özel yemek vermenizi istemiyoruz, bizim hakkımız neyse onu istiyoruz” diye karşı çıktık. Müdür bu kez “ben size yemek siparişi vermiştim ama şirket göndermeyi unutmuş” diyerek bizi yatıştırmaya çalıştı. Biz de “bunu, kendinizi bu olayda kurtarmak için söylüyorsunuz” diyerek kanmadığımızı dile getirdik. Daha önce de böyle sorunlarla karşılaştığımızı söyledik ve müdür “bir daha böyle bir şey olmaz arkadaşlar” dedi. Biz de “inşallah olmaz, böyle bir şey olursa da biz arkadaşlarla birlikte okul müdürüne gideceğiz” dedik, o da “sorunları ben hallediyorum,” dedi ve olay böyle kapandı.
çalışmayacağımı söyledim. Müdür hep “evet” cevabına alışkın olduğu için tepki göstermem onun hoşuna gitmedi. “Çalışacaksın” diye zorlayıcı bir şekilde ısrar etti. Bu konuşmayı fazla uzatmadan sustum ve kasamdan uzaklaşmasını bekledim. Ardından sendikaya telefon açıp durumu izah ettim. Onlar da kasamı kapatmamı söyledi. Sendikayı aradığım için sorunsuz bir şekilde kasamdan ayrıldım.
İşte arkadaşlar özelleştirme böyle bir şey patronların nasıl güçlü kaldığını gösteriyor, oysaki bu güç işçilerin... Patronlar işçi gücüyle ayakta kalıyor.
İC okuru Tez-Koop-İş üyesi bir işçi
İC okuru bir işçi
TEKSTİL Merhaba,
B
en tekstil sektöründe çalışan bir işçiyim. Bu işyerinde işe başlayalı üç ay oldu. Bayram öncesi tekstilde işler hep yoğun geçer. Başladığımdan beri hep mesaiye kaldım, gece yarılarına hatta sabahlara kadar çalışıyorduk ve neden bu kadar mesaiye kaldığımızı sorduğumda “bayrama kadar yoğun çalışacağız” dendi, ben de “tamam” dedim. Çünkü işe ihtiyacımız vardı. Bayrama iki gün kala patrondan paramı istedim, bana para yok dedi. Borcumuz olduğundan para bulmam gerekiyordu, “ya paramı ver ya da bana izin ver ki para bulayım” diyerek çıktım.
Eğer örgütlü olsaydık durum değişirdi ve patron o zaman istediğini yapamazdı. Tabii ki sadece çalıştığımız yerlerde örgütlenmek de yetmez. Kendi çevremizde, mahallemizde ve okullarda da örgütlenmemiz gerekiyor. Aksi takdirde kazanmak artık zor. Ben bunun farkında olduğum için öncelikle kendi fabrikamda örgütlenmeye ve çevremizde olan direnişleri arkadaşlarıma aktarıp, sürekli arkadaşlarımla sohbet etmeye ve örgütlenmenin zorunluluk olduğunu söylemeye çalışıyorum. Bu konuda sohbet ederken arkadaşlarımdan birinin bana yönelttiği bir soruyu da sizlerle paylaşmak istiyorum: Arkadaşım, “ya kardeşim bize sürekli bir şeyler anlatmaya çalışıyorsun ama seçimler geldiğinde hangi partiye oy veriyorsun? Gördüğüm kadarıyla hiçbir partiyle ilgilenmiyorsun” diye sorduğunda ben de ona şu an oy vereceğim bir parti olmadığını ama biz işçilerin ortak çıkarını savunan ve sadece işçi sınıfını bir araya getirebilecek bir parti varsa ancak ona oy verebileceğimi söyledim. Arkadaşım gülerek bana şöyle bir cevap verdi, “ya senin söylediğin düzeyde bir parti yok ki!” Ben de ona eğer biz işçiler bir araya gelirsek kendi partimizi kurabileceğimizi söyledim. Peki, bizi kim biraraya getirecek diye sorduğunda ise “sen” diye cevap verdim. Ama arkadaşlar, “sen” derken, tabi ki bir kişiyle olmaz. Ben, sen, sizler yani biz işçiler hepimiz kendi üstümüze düşen sorumluluğu yerine getirdiğimizde kendi işçi partimizi kurmanın o kadar da zor
Diğer arkadaşlarım sustuğundan dolayı işyerinde hakkını arayan kişiler problemli ve uyumsuz olarak nitelendiriliyor. Eğer birlik olmazsak bugün bana yapılanlar yarın hepimize yapılabilir. Onun için birlik olup hakkımızı sonuna kadar savunmalıyız ki esnek çalıştırma problemiyle bir daha karşılaşmayalım.
Biz orada sadece beş işçi çalışıyoruz ve öğrencilere yemek verilmediği zaman bize de yemek yok... Bize kalan ekmeklerle idare ediyoruz ve birkaç kez aynı olayı yaşadık. Ben arkadaşlarıma “müdürün yanına gidelim, sorunumuzu dile getirelim” önerisinde bulundum ve arkadaşlarım “biz gidersek, bizi işten atarlar” diyerek kaygılarını dile getirdiler. Bunun için hiçbir şey yapamadık. Geçtiğimiz öğretmenler gününde, kutlama sebebiyle öğretmenlere özel yemek verildi ama biz işçileri kim düşünür? Öğlen saat 12.00’da okul tatil edildi biz de saat bire kadar çalıştık. Yemek saati geldiğinde yemeye gittik, ama yemek yoktu. Biz de müdürün yanına gittik ve “bize yemek yok mu?” diye sorduk. O da bize “arkadaşlar, size yemek yok” diye cevap verdi. O kadar sinirlemiştik ki bütün arkadaşlarla “nasıl olur böyle,
Müdürün baskısı sendika sayesinde boşa çıktı
B
en ismi duyulmuş ve birçok şubesi olan bir mağazada kasiyer olarak çalışmaktayım. Daha önce de çalıştığım yerdeki sorunlarımı okur mektubu olarak yazmıştım. Çalştığım yer Tez-koop İş Sendikası’na bağlı bir işyeri. Sendika olmasına rağmen işyerinde birçok problem var. Müdür ve müdür yardımcısının baskısı altında çalışıyoruz. Çalışma saatleri esnek ve kimse bu uygulamaya karşı çıkmıyor, susuyor. Geçtiğimiz gün, sabah 11.00’da kasayı açmıştım, 20.00’da da kapatacaktım. Müdür kasama gelip 22.00’a kadar çalışacağımı söyledi. Ben de yeterli kasiyer olduğunu ve o saate kadar
Daha sonra patron aylıkları dağıttığında paramı çok kesmişlerdi, çok kızdım ve patrona çıktım. Paramızı neden kestiklerini sordum. O da bayramda para almadıklarını, bayramdan sonra para vereceklerini söyledi. Yani bayramı parasız geçirecektik. Ama borcumu ödemem gerektiğinden paramı zorla da olsa almam gerekiyordu. Patronu beklerken muhasebecinin açık olan bilgisayarına baktım. “Bende bir kuruş para kalmadı” diyen patronun nasıl yalan söylediğini gördüm. 25 bin liralık çeki bozdurup ortaklarına dağıtmış. Bize ise hakkımız olan maaşımızı dahi ödemiyordu. Yani biz bayramda aç gezerken, onlar sefa sürecekti. Bu duruma çok sinirlendim ve gece saat birlere kadar paramı almak için bekledim. Ben paramı sonunda alabildim ama patronun yalancı tatlı dili yüzünden pek çok arkadaşım parasını alamadı. Hatta bizimle birlikte o kadar emek harcayan bir işçi arkadaşımızın bir gün çalışmadığı için dokuz günlük parasını kestiler. Keşke bütün arkadaşlarım paralarını alabilselerdi. Ama artık bu gidişe bir dur demeliyiz! Bunun için mücadele etmeli, etrafımızdaki işçi arkadaşlarımızı bilinçlendirmeliyiz. Patronlara karşı birlik olmalıyız. Çünkü bilmeliyiz ki, adı patronsa her dakikası yalan, her dakikası sömürüdür. İC okuru bir işçi
EMEK ATÖLYESİ BİR KAVRAM
Esnek Çalışma modeli nedir?
İ
ş Kanunu, işverene çalışma saatlerini iki aylık bir süreye eşitsiz olarak yayma hakkı vermektedir. 63. maddeye göre, “Aksi kararlaştırılmamışsa çalışma süresi, işyerlerinde haftanın çalışılan günlerine eşit ölçüde bölünerek uygulanır. Tarafların anlaşması ile haftalık normal çalışma süresi, işyerlerinde haftanın çalışılan günlerine, günde on bir saati aşmamak koşulu ile farklı şekilde dağıtılabilir” denmektedir. Dolayısıyla bir işçi, haftalık ortalama çalışma süresi, haftada 45 saatlik normal çalışma süresini aşmadığı takdirde, fazla mesai ödemesi almadan iki aylık bir dönem boyunca haftada azami 66 saat çalışabilir. Bu denkleştirme dönemi, toplu sözleşmeyle dört aya kadar uzatılabilir. Eşitleme veya denkleştirme döneminin ne zaman başladığı, en baştan açıkça belirtilmelidir. Yani bu konu, sendika ve işveren arasında toplu iş
sözleşmeleriyle veya bir toplu sözleşmenin yokluğunda, bireysel iş sözleşmeleriyle (bunların yazılı olması şart değildir) belirlenir. Buna karar vermek çalışana kalmıştır ve bir toplu sözleşmenin yokluğunda, işveren, çalışma saatlerinin yayılması için işi kabul ettiklerinde veya daha sonra çalışanın onayını almak zorundadır. Bu uygulama patronlar tarafından işçileri durmaksızın ve mesai ücreti ödemeksizin sömürebilmesi için kullanılmaktadır. Aynı zamanda, özellikle de tekstil gibi sektörlerde bir dizi hesap karışıklığı ve yasal boşluklar ile işçinin mesai ücretlerinde dahi kırpma oyunları yapılmaktadır. Esnek Çalışma Saati Uygulaması Çeşitleri a- Günlük Esnek Çalışma Saatleri: 8 saatlik süreye uymak koşuluyla başlangıç ve bitiş saatleri çalışanların talepleri doğrultusunda düzenlenebilmektedir. Sözgelimi,
08.00’de başlayarak 17.00’de mesai bitirilebileceği gibi, 05.00–15.00 ya da 10.00–19.00 saatleri arasında çalışmak da olasıdır. b- Haftalık Esnek Çalışma Saatleri: Çalışanlar, haftalık 40 saatlik çalışma süresini çalışma günleri içinde diledikleri gibi yayarak 40 saati ve/veya mesaiyle birlikte 45–55 saati tamamlamaktadırlar. Örneğin, 1. gün 5; 2. gün 5; 3. gün 8; 4. gün 11 ve 5. gün 11 saat çalışarak haftalık 40 saatlik çalışma gerçekleştirilebilir. Hafta sonu tatilinin tespiti uygulaması da bu kapsamda değerlendirilir. Çalışan haftalık tatil günlerini belirleyebilir. c- Aylık Esnek Çalışma Saatleri: 160 saat olan aylık çalışma süresine uymak koşuluyla, ay içindeki zaman istenildiği şekilde düzenlenebilir. Bazı haftalar daha kısa, bazı haftalar daha uzun çalışma olanağı da sağlanabilir. Aynı şekilde hafta sonu tatil günleri de bu kapsamda değerlendirilebilir.
Boğaziçi’nde 5 Kasım protestosu ve teknopark gerçeği BÜ’den İC okuru bir öğrenci, 30 Kasım 2010
5
Kasım Cuma günü Boğaziçi Üniversitesi’nde Tayyip Erdoğan’ın bizzat katıldığı Teknopark açılışı onlarca polis, tanklı araçlar, biber gazları, işbirlikçi rektör ve yanlı akademisyenler desteğiyle gerçekleşti. Teknopark dediğimiz yapı aslında bilimin doğrudan sermayeleşmesi önündeki tüm engelleri kaldıran, rektörü patron, hükümeti ‘iyiliğinden’ öğrencilere sadaka verme yetisine sahip bir yapı, üniversiteyi bir fabrika, öğrencileri ise neoliberal ‘kişisel gelişim’ zırvaları eşliğinde sömürülenler yapan, kapitalizmin en son icatlarından... İnternet üzerinde ‘şirket girişinin bulunduğu ve sitede de açıkça söylendiği üzere ‘Üniversiteler, araştırma kurum ve kuruluşları ile üretim sektörlerinin iş birliği sağlanarak...’ rekabet ortamında yetişen sistem yanlısı yeni nesiller üretmeyi amaçlayan bir yapı. Sosyal bilimler alanındaki öğrencilere hiçbir çıkar sağlamamakla birlikte, sistemin gençlik ve muhalefet korkusunu da bir anlamda törpüleyen ve bunu kendi çıkarları doğrultusunda yön-
lendiren yepyeni bir proje! Öğrenciler olarak biz de teknopark kavramını birden bire ve en son olarak öğrendik. Çoksesli üniversite söylemlerinin hüküm sürdüğü okulumuzda seslerin ancak ve ancak sistemi zora sokmadığı sürece ve birleşmeye olan eğilimi kontrol altında tutulduğunda ve ortak taleplerin yaptırımlar üzerinde bir etkisi bulunmadığı zaman var olabileceğini bir kez daha gördük. Sesler, bizi geleceksiz bırakanlara karşı yükseldiğinde polis, sistemin biricik kontrol mekanizması, müdahale ederken, sevgili akademisyenlerimizden Felsefe Bölüm Başkanı Yardımcı Doçent Doktor Karanfil Soyhun polisin işini kolaylaştırarak öğrencilerin astığı ‘Ne sermaye, ne devlet; iş, ekmek, adalet’ pankartını herkesten önce kesti. Böylece sermaye, üniversite işbirliği akademisyen desteğini de arkasına alarak öğrencileri bir kez daha hiçe saymış oldu. 9 Kasım günü yaşananları protesto etmek için toplandığımızda ise esas mevzu bu sefer de öğrenciler içindeki ayrım olmuştur. Bu ayrımda esas rol ise, tepkisini hükümeti sistem içindeki rolünden sıyırarak
direk AKP iktidarına yöneltmiş TKP’li öğrenci gurubunundur. Elbette ki iktidar uyguladığı politikalarıyla, yaptırımlarıyla ve sahte demokrasi söylemleriyle mücadele edilmesi gereken bir noktadadır; ancak bunu sadece AKP karşıtlığına yönlendirmek, sınıf mücadelesi önündeki çeşitli karşı devrimci güç ve mekanizmayı göz ardı etmek ve bu bağlamda üniversitedeki sermayeleşmeyi sorgulamaktan uzaklaşmak demektir. Yükselen farklı seslerin TKP mensubu öğrencilerce megafonla atılan sloganlar eşliğinde kesilmesi ise, o gün yaşananların ayrı bir ironik bölümüdür. Bu sebeplerle bölünen eylem, benim de içinde bulunduğum bir gurup öğrenci ve akademisyenin rektörlük binasının önüne kadar yürümesiyle devam etmiştir. Burada önemli olan ise, bundan sonrası için oluşturulmakta olan platformun da içermesi gerektiği gibi, ortak taleplerin, sermayeye karşı birleşmiş ortak bir dille devamıdır. Teknoparksız, sermayesiz, bilimin insanlık hazinesi olduğu, sınıfsız bir dünya için...
13
L
Marksit Çözümleme, Niteleme ve Politika
enin’e göre Marksizm, “sınıf ilişkilerinin kesin ve nesnel olarak doğrulanabilir bir çözümlemesini ve her tarihsel anın somut özelliklerini” belirlemeye çalışır... Bu da, verili “tarihsel anın” niteliğinin tanımlanmasından başka bir şey değildir... Lenin’in sözünü ettiği bilimsel zemin budur; bu zemin gerçekliği değiştirmekte kullanacağımız aleti sağlamlaştırmak için gereklidir. Lenin, bu alet “politikadır” der. Ve burada sözünü ettiğimiz alet, devrimci dönüşümü gerçekleştirmek amacıyla kitlelere yönelttiğimiz parti politikasıdır. Çözümlemenin amacı, verili bir durumun incelenmesini kesintisiz bir biçimde derinleştirmeye yöneliktir; ve bundan beklenen, devrimci eğilimleri güçlendirebilecek ve karşıdevrimci eğilimleri yok edebilecek doğru sloganları geliştirebilmektir. Bununla birlikte çözümleme hiçbir zaman, “var olan koşulların proleter devrim lehine değiştirilmesi” amacını karşılayamaz. Bu hedefi politikalar karşılar. Bu nedenle, çözümleme ve politika birbiriyle sıkı sıkıya ilişkilidir, ama bu ikisi aynı şey değildir. Öte yandan gerçekliğin bilimsel çözümlemesinden ve tanımından yola çıkmazsak devrimci politikalara sahip olamayız. Aynı zamanda, eğer çözümlememiz gerçekliği değiştiren politikalara dönüşmezse hiçbir işe yaramaz. Bir örnek inceleyelim. Çözümleme-, işçi hareketi yükseliş sürecinde; sürecin başını sosyal demokratlar ve Stalinistler çekmekte; burjuvazi bunalımda; iktidarda, işçi sınıfına demokratik özgürlükleri tanımak ve ödün vermek zorunda kalan zayıf bir hükümet bulunmakta; burjuvazinin bir kesimi faşist bir darbe hazırlığında; küçük burjuvazi bölünmüş halde: bir kesimi faşizm tarafından sürüklenirken, öbür kesimi işçi hareketinin yanında; partimiz kitleler üzerinde etkiye sahip değil, ama öncünün bazı kesimlerince tanınıyor. Niteleme-, işçi devrimi ya da faşist karşıdevrimle sonuçlanabilecek bir öndevrimci durum yaşanmaktadır; sınıf mücadelesinin yükselişi, küçük burjuvazinin bir kesiminin radikalleşmesi ve partimizin varlığı, işçi devrimi yönünde bir basınç oluşturmaktadır; burjuvazi ve emperyalizm, küçük burjuvazinin sağ kesimleri ve kitle hareketinin oportünist önderliklerinin hain politikaları ise süreci karşıdevrim yönüne itmekte; durumun işçi devrimi doğrultusunda gelişebilmesi, ancak bu yönetimleri yıkabilmemiz ve hareketin önderliğini üstlenebilmemiz durumunda olanaklıdır. Politika-, işçi hareketini faşizme karşı bir cephede birleştirmek ve kitle organlarının silahlanması konusunu ele almaya başlamak, buna karşı koyan reformist önderliklerin yalpalamalarını ve ihanetlerini teşhir etmek gerekmektedir; bu hedefe yönelik olarak kitle hareketinin yönetimini kazanmalıyız; ordu tabanına yönelik çalışma gerçekleştirmeliyiz; küçük burjuvaziyi işçi devrimine doğru çekebilmek için onun istemlerini de dikkate alan bir program geliştirmeliyiz; bu belirlemelerden hareketle de işçi hareketi örgütlerinde şu sloganlarla çalışmalıyız: “Faşizme karşı tüm işçi örgütlerinin ve işçi ve emekçi partilerinin birliği”, “sendikalarda ve Sovyetlerde (eğer mevcutsa) silahlı işçi milisleri”, “er ve astsubaylara demokratik haklar” vb. (...) Nahuel Moreno’nun Parti ve Devrim eserinden alınmıştır.
14
ULUSLARARASI
Katalonya seçimleri ve devrimci sol 28 Kasım’da İspanya’nın Katalonya Özerk Bölgesi parlamentosu için gerçekleştirilen seçimlerde, iki dönemdir iktidarda bulunan “Üç Parti Hükümeti” büyük yenilgiye uğradı Yusuf Barman, 1 Aralık 2010
İ
ktidar koalisyonunu oluşturan Sosyalist Parti (PSC), Katalonya İçin Girişim-Yeşiller-Birleşik Alternatif Sol ittifakı (ICV-EUiA) ve Katalonya Cumhuriyetçi Solu partileri otonomi parlamentosundaki temsilcilerinin yarısını yitirerek, yerel devlet başkanlığını ve hükümeti, 62 temsilciyle birlikte mecliste mutlak çoğunluğa çok yaklaşan (toplam 135 parlamenter) Katalan milliyetçisi merkez-sağ parti Kümelenme ve Birlik’e (Convergencia i Unió-CiU) bırakmak zorunda kaldı. 7 milyon nüfuslu otonom bölgede seçimlere katılım oranı yüzde 60 olarak gerçekleşti (3,135,764 seçmen). Sosyal demokrat iktidar koalisyonunun seçim yenilgisinin ardında iki temel olgu yatıyor: Birincisi, kendinden önceki sağcı hükümetlerin liberal politikalarını, özellikle ekonomik kriz döneminde ağırlaştırarak sürdürmesi ve kriz karşısında patlak veren işçi mücadelelerinin karşısında konumlanması; ve ikincisi, Katalonya’nın hükümranlığı ve kendi kaderini tayin etme hakkı konularında İspanyol miliiyetçiliği ve merkezi Zapatero hükümeti (Sosyalist Parti-PSOE) karşısında kararlı tutum sergileyememesi. Bağımsızlıktan “şimdilik” yana olmamakla birlikte Madrid’deki merkezi hükümet ile arasına ciddi mesafe koyarak Katalan milliyetçiliği konusunda çok daha net bir söylem sergileyen CiU’nun parlamenter sayısını yüzde 30 oranında arttırmasının yanı sıra, Katalonya parlamentosundaki İspanyol milliyetçilerinin de güçlenmiş olması, yeni bir kutuplaşma döneminin açılmakta olduğuna işaret etmekte.
Sekreterlik İspanya örgütü) ve Kızıl Akım’ın (Corriente Roja - Uluslararası İşçi Birliği İspanya örgütü PRT’nin de içinde yer aldığı, Birleşik Sol’dan ayrılma akım) başını çektiği ve pek çok bağımsız işçi önderini, sendikacıyı ve aktivisti de içeren ittifak, kapitalizme karşı ve Katalonya’nın kendi kaderini tayin hakkını öngören bir program üzerine kurulmuş durumda. Bankaların ve büyük sanayinin millileştirilmesi, işten çıkarmaların yasaklanması, mevcut işlerin tüm çalışanlar arasında bölüştürülerek işyerlerinde işçi kontrolünün kurul-
“Tabandan” ittifakı
ması; İspanya ile ilişkilerini özgür olarak belirleyecek hükümran bir Katalonya Cumhuriyeti’nin inşası; gibi temel noktalar üzerinde yükselen ittifak programı, çevreci, feminist, ırkçılık karşıtı ve enternasyonalist talepler içeriyor.
Devrimci sol açısından Katalonya seçimlerinin bir önemi ise, bir dizi sosyalist grubun oluşturduğu Tabandan (Des de Baix) adlı ittifakın doğması oldu. Enternasyonalist Mücadele (Lucha Internacionalista Uluslararası Birlik Komitesi İspanya örgütü), Küresel İsyan (Revolta Global – IV. Enternasyonal Birleşik
Seçimlerden bir ay gibi kısa bir süre önce kurulan ittifak, sınırlı zamana ve mali olanaksızlıklarına karşın yoğun militan bir kampanyayla kendisini emekçi bölgelerinde ve gençlik arasında tanıtmayı başardı ve bu bölgelerde topladığı 7,200 oyla (yüzde 0,23), kendisini oluşturan grupların daha önceki seçimlerde
elde ettikleri oy toplamının üzerine çıkmayı başardı. Ama Tabandan’ın önemi, bu mütevazı seçim başarısının daha ötesinde yatıyor. Tüm Avrupa’da olduğu gibi Katalonya’da da yeniden yükselmeye başlayan işçi ve emekçi eylemliliğinin sosyal demokrat ve sendikal bürokrasilerin denetiminde frenlenmesi tehlikesi karşısında devrimci solun sınıf mücadelesi için militan bir alternatif inşaya girişmesi, sosyal demokrasinin ve Stalinizmin darbeleri ve ihanetleri sonucunda dağılmış haldeki proletaryanın öncüsünün yeniden toparlanabilmesi ve gençliği, sosyal hareketleri ve devrimci ulusalcı muhalefeti çevresinde toplayabilmesi için önemli bir olanak yaratıyor. Ancak Tabandan henüz “eksik” bir ittifak. Şimdi önünde, ittifaka doğrudan katılmayan ama seçimlerde ona dışardan destek veren diğer devrimci ve radikal grupları da içine dahil ederek yeni bir inşa sürecine girme görevi duruyor. Bu elbette zor bir görev, zira bir yandan devrimci solun tarihsel parçalanmışlığı, öbür yandan uzunca bir süreden beri işçi ve emekçi hareketini durgunluğa iten politik ve toplumsal süreç ve onun üzerindeki bürokratik denetim ve baskılar, devrimci sosyalizmin yeniden kümelenmesi önünde ciddi engeller oluşturuyor. Bununla birlikte son dönemde “Avrupa’nın üzerinde yeniden dolanmaya başlayan proleter hayalet”in etkisi ve devrimci Marksizmin kararlılığı, Katalonya’da devrimci partinin inşası yolunda atılacak adımları güçlendiriyor. Şimdi Tabandan, 11 Aralık’ta düzenleyeceği “genel bilanço” toplantısına hazırlanıyor. Tüm militanların ve sempatizanların katılımıyla gerçekleştirilecek bu toplantıda, seçimlere kadar yapılan çalışmaların değerlendirilmesinin yanı sıra, ittifakın geleceği de tartışılacak ve kararlaştırılacak. Enternasyonalist Mücadele bu toplantıya ittifakın devrimci proleter bir program çerçevesinde büyütülerek pekiştirilmesi şiarıyla katılacak. Bu yolda elde edilecek başarı, İspanya’da devrimci enternasyonalist partinin inşasında önemli bir adım oluşturacaktır.
Fransa’da mücadelenin bilançosu
Fransa’da aylarca süren direniş ve mücadele ülke tarihi ve Fransa işçi sınıfı için olduğu kadar, dünya işçi sınıfı hareketleri için de önemliydi İC – Haber Fransa, 1 Aralık 2010
B
una rağmen reformun onaylanması ve yürürlüğe girmesi birçok kesim tarafından mücadelenin tümden başarısız olduğu anlamına geliyormuş gibi yorumlandı. Oysa ülkenin içinden geçtiği süreç, hem işçi sınıfının yeniden örgütlü hale gelmesi, mücadele biçimlerinin sorgulanması, sendikal bürokrasi ve burjuva-reformist sol partilerle yaşanan kopuşlar itibariyle, hem de dünya genelinde yarattığı etki ile birçok kazanımın olduğu bir süreçti. Elbette reformun kabul edilmiş olması dolayısıyla, bu sürecin sonucunu kısmi kayıp olarak tanımlayabiliriz. Ancak dediğimiz gibi bu kısmi kayıp kazanılanların önemini azaltmıyor. Reformun onaylanması ile birlikte, zaten “daha iyi bir reform mümkün” sloganıyla işçi sınıfından tepki çeken ve burjuva karakterini açık etmiş olan Sosyalist Parti, 2012’de yapılacak seçimlerde kendilerinin kazanması durumunda reformu iptal edeceklerini duyurdu. Elbette herkes madem reforma karşılardı neden aylarca süren mücadelede yanımızda değillerdi diye sorgu-
luyor. Sosyalist Parti’nin “çözüm”ünün bir çözüm olmayacağının şimdiden görüldüğü aşikar. Diğer reformist sol partiler de benzeri söylemler kurmaya ve 2012 seçimlerini hedef göstermeye başladılar. Oysa mücadeleye katılmış olan herkes bu söylemlerin samimiyetsizliğinin farkında ve seçimlerin bir şeyi değiştirmeyeceği, mücadelenin hedefinin seçimler olmadığı her tartışmada dile getiriliyor. Sendikalar tabandan gelen baskılarla bir süre genel grev ve ekonominin blokajının tek çözüm olduğunu söylemişlerdi, ancak reformun onaylanmasından kısa bir süre sonra sürecin şimdilik sona erdiğine yönelik açıklamalar yaparak hareketin sonlanmasına destek oldular. Bu arada hala birçok yerde direniş sürüyordu fakat ne yazık ki sendikaların süreci bir kayıp olarak değerlendiriyor olmaları bu direnişlerin de kısa zamanda sona ermesine sebep oldu. Bugünlerde Fransa’da mücadeleye katılmış olanlar, sol partileri ve sendikaları tartışıyorlar. Bu tartışmalar dahi bizce önemli bir kazanımdır. Dahası, Fransa’nın
hemen ardından İngiltere’de başlayan öğrenci hareketinden birçok kişinin Fransa’daki hareketi örnek aldıklarını, bu kararlılığın onları harekete geçirdiğini söylemeleri, yaşananların yalnızca ülke sınırları içerisinde kalmadığının, mücadelenin enternasyonal karakterinin önemli bir göstergesi oldu. Hareketler İngiltere ile sınırlı kalmadı elbette. İtalya’da kitlesel öğrenci hareketi birkaç gündür işgaller ve çeşitli eylemlerle sesini duyurmaya devam ediyor. İrlanda’da kemer sıkma politikalarına karşı mücadele sürüyor. Portekiz 24 Kasım günü genel grev kararı ile sokaklara döküldü. Nepal’den Şili’den, Filipinler’den de çeşitli direniş haberleri geliyor. Kapitalizmin yapısal krizinin sona eremeyeceğini söylemiştik, görüyoruz ki enternasyonal direniş ve mücadele de sona ermeyecek. Fransa işçi sınıfı da bunun bir parçası olarak çok zorlu ve önemli bir sürecin başrolündeydi. Şimdi, bu süreçten kazanılanların ivedilikle değerlendirilmesi ve başarısızlığa sebep olanların tartışılıp yeni bir sürecin kapısının aralanması gerekiyor.
ULUSLARARASI
15
Haiti halkı Karayip korsanlarıyla mücadele ediyor Bu yılın Ocak ayında 200 binden fazla insanın ölümüne yol açan ve üç milyondan fazla insanın da evsiz kaldığı veya yaralandığı bir depremle sarsılan Haiti halkı, yaklaşık üç hafta önce en az 21 kişinin ölümüyle ve 6500 kişinin evsiz kalmasıyla sonuçlanan bir kasırganın yaralarını da sarmaya çabalıyor Barış Sansar, 30 Kasım 2010
olmaz bir uygulayıcısı haline gelmişti.
A
Bugün ABD hükümeti tarafından çalıştırılan ve görünürde işsizliği azaltmak için, günlüğü 4 ABD Dolarına*, depremde yıkılan binaların molozlarını temizleyen işçiler iki şeye hizmet ediyor. Birincisi, depremin kalıntılarının ortadan kaldırılmasıyla görü-
ncak, geçen ay Haiti’nin tahıl ambarı olarak anılan Artibonite bölgesinde başlayan kolera salgını şimdiden, 10 bin kişiye bulaşmış ve en az 1100 kişinin hayatına mal olmuş durumda. Bütün ülkeye yayılan hastalık yaklaşık 200 bin kişiyi de tehdit ediyor. Bütün bu istatistikleri alt alta topladığımızda dahi basitçe ortaya çıkan tablo: 10 milyonluk nüfusunun neredeyse yarısı deprem, sel, salgın hastalık gibi afetlerden bir biçimde etkilenmiş durumda olan bir ülke. Son 30 yılda Amerikan hükümetlerinin baskılarıyla imzalanan IMF anlaşmaları Haiti halkını neoliberal politikaların pençesine terk etmiş durumda. Bu politikaların bir sonucu olarak gelen, yoğun işsizlik ve kitlesel yoksulluk, IMF politikalarından “bağımsız” bir ekonomi vaadiyle kitlelerin karşısına çıkan ve 2004’teki askeri darbeden beri yasaklı olan Fanmi Lavalas isimli partinin lideri Jean-Bertrand Aristide’yi yüzde 75 gibi bir oy oranıyla iktidara taşıdıysa da; 1991 yılında ABD destekli bir darbe, zaten mümkün olmayan, “bağımsız” bir ekonomi rüyasının sonu oldu. 1994 yılında yine ABD’nin “desteğiyle” yeniden inşa edilen demokrasiyle beraber iktidara gelen ve Aristide’nin de o dönem içinde bulunduğu OPL (Halkın Savaşçı Partisi), artık neoliberal politikaların iflah
dan 12’si seçime katılmama kararı aldı. Seçimi tanımayan ve salgından ötürü BM “barış” gücünü suçlayan halk ise, seçim merkezlerine ve BM askerlerine saldırdı. Çıkan çatışmalarda ölenlerin de olduğu biliniyor. Çatışmaların, uluslararası toplumun yardımlarının ulaşmasına engel olduğunu iddia eden BM görevlileri, salgının çıktığı bölgedeki kanalizasyon sistemini iyileştirmek için, Haiti hükümeti tarafından, Amerikan bankalarından alınan kredilerin dahi ambargo sebebiyle ulaşmamış olduğunu ve aynı bölgede bulunan BM askeri üssünün kirlettiği nehrin salgına yol açtığını bilmiyor olamaz. Haiti’ye yapılması planlanan ve hâlihazırda yetersiz olan yardımların çok küçük bir bölümü ülkeye ulaşmış durumda. Yardımların dağıtımı konusundaki şüpheler ise hâlâ gündemde. Anlaşılan o ki, bankaları kurtarmak için milyarlarca doları bir çırpıda gözden çıkaran, füze kalkanı projesi için “oldukça” maliyetli anlaşmaları imzalayan “uluslararası toplum”, Haiti halkına “silah zoruyla” yardım etmekte kararlı. Bu yüzden çatışmalar başkent Porte-auPrince’e kadar yayılmış durumda...
nürde bir iyileşme sağlanması ve ikincisi ise, özellikle genç erkekleri istihdam ederek olası isyanların önüne geçmeye çalışmak. 28 Kasım’da seçim sandığına giden Haiti’de 18 aday-
* Haiti’de ortalama işçi ücreti günlük 2 ABD Doları. Ancak uluslararası kuruluşlar dahi, asgari yaşam koşullarının sağlanması için gerekli olan ücretin 14 ABD Doları olduğunu bildiriyor.
Perhiz ve lahana turşusu: Sosyalist Küba ve 500 bin işsiz Müge B., 20 Kasım 2010
G
eçtiğimiz günlerde 500 bin emekçinin işten çıkarılması haberiyle tüm kamuoyu gözünü Küba’ya çevirmişti. Bu hiç de azımsanacak bir sayı değildir; çünkü emekçi kesimin yüzde 10’una tekabül etmektedir. Dahası, önümüzdeki beş sene içerisinde bir bu kadar daha işçinin işsiz kalması bekleniyor. Pekiyi, dünyada sosyalizm iddiasındaki ender ülkelerden biri olan Küba’da işsizlik ne şekilde okunmalıdır?
olarak onaylanmış ve yüzde 100 kendi çıkarları için çalışılmasına izin verilmiştir. Bu yasadan sonra emperyalist saldırılar arka arkaya gelmiştir. Birkaç tanesine değinmek gerekirse, çok uluslu şirket Sherritt’in katılımıyla Küba-Kanada şirketi olan Metalurgica de Moa ülkedeki nikel ithalatının yüzde 40’ını sahiplenmektedir. Ayrıca, Havana sigaralarının yüzde 50’sinin sahibi İngiliz şirketi olan Altadis iken, meşhur Havan Club romunun satışı da Fransız kökenli Pernod-Ricard şirketi tarafından kontrol edilmektedir. Kısacası
Küba politik geçmişine kısa bir bakış Küba devrimi, küçük burjuva olan Fidel, Raul Castro ve Che Guevara tarafından Batista diktatörlüğüne karşı demokrasi adına yapılmış bir devrimdir. 1959 yılında, sosyalist ekonomiye geçerek işçi devletine dönüşen Küba, kıtlık ve fakirlik gibi en temel sorunları çözmüş; eğitim, sağlık gibi tüm kamu hizmetlerini ücretsizleştirmiştir. Fakat başından itibaren Küba bürokrasisi Stalinist “tek ülkede sosyalizm” anlayışını benimsemiştir. 70’ler ise, bürokratik yönetimdeki sorunlar ve uluslararası ekonomik krizlerden ötürü, Küba için bir kırılma noktasıdır.
Son söz...
80 ve 90’larda yeniden inşa edilen Küba Kapitalist Amerika’ya karşı Stalinist Sovyetlerin vitrini olan Küba, 1986’dan sonra SSCB’nin kapitalist dönüşümü ve 1991’de de tamamen yok olmasıyla, vitrin olarak artık bomboştur. Bu kez Fidel liderliğinde vitrini dolduracak olan “devlet tekelinin kontrolündeki” yabancı sermayedir. Bunu da 1995’te yürürlüğe konan Yabancı Yatırım Kanunu’ndan anlıyoruz. Bu kanuna göre, özel yabancı şirketlerin varlığı yasal
dünyadaki tek ülke kavramını silmek gereklidir” dedi. Bugüne değin çalışarak kazanan Küba emekçisine bu cümlenin ifade ettiği tek şey şudur; Raul yaşasın diye sen işsiz kalacaksın! Dahası, devlet çalışmaya sevk etme bahanesiyle karnelerle dağıttığı erzak yardımını artık sona erdirmeyi planlıyor. Bununla beraber, alım gücü 2009’a kıyasla yüzde 24 düştü. Daha da vahimi eğitim ve sağlık artık bedava değil; peşin veya taksitle ödeme kolaylığı(!) sağlanarak kamusal hizmetler paralı sektöre dönüştürülmektedir. Ayrıca kamuda çalışan emekçilerin aldığı maaşın değeri özel sektörde, özellikle turizm ya da ticaret alanında çalışanların maaşının çok altındadır ve dahası...
80 ve 90’lardan bu yana Küba uluslararası piyasaya ve sermayedarlara kapılarını sonuna kadar açmış ve bu da Küba’da kapitalist restorasyonu kaçınılmaz kılmıştır. Yeni Küba Raul Castro, Küba için, “çalışmadan yaşanılabilecek
Küba, devriminden günümüze kadar emperyalist kapitalizme entegre süreci yaşamıştır. Bugün yaşananlar ise Küba’nın kapitalist dönüşümdeki işçi karşıtı, şirket ve onun çıkarı yanlısı politikalarının birer sonucudur. Ayrıca yaşanan karşı devrim sürecinin Chavez, Molarez vb Latin Amerikalı burjuva önderler tarafından da desteklenip 21. yüzyıl sosyalizmi olarak pazarlanması saldırının yalnızca Küba emekçisine değil, tüm dünya emekçilerine de yöneldiği anlamını taşıyor. Dolayısıyla onu sosyalizmin son kalesi olarak kabul etmek, hangi politikayı takip ederse eyvallah demek, olan biteni algılamak istememektir. Buna rağmen biz hâlâ Küba’daki en ufak bir kazanımı olası bir emperyalist saldırıya karşı savunuruz. Ancak bugün Küba için yapabileceğimiz en önemli şey onu yakından takip edip kapitalist yeniden inşayı tüm gerçekliğiyle teşhir etmeye çalışırken Küba emekçisinin her karşı koyuşunda onun yanında olmaktır.
Avrupa’da Kriz:
Ekonomik kriz ve sınıf mücadeleleri yaygınlaşıyor 2 008 yılından bu yana hesapta olmayan küçük bir yol kazası gibi geçiştirilmeye çalışılan ekonomik kriz dalgası, etki alanını yaygınlaştırıyor ve şiddetleniyor. Aradan geçen iki sarsıcı yıl boyunca önce ulus ötesi finans kuruluşlarının birbiri ardına iflasına tanık olduk. Şimdiyse Avrupa merkezli “devletlerin” tek tek iflas bayrağını çeker hale gelişini izliyoruz. İzlanda’nın ardından, Yunanistanı bir sınıf seferberlikleri sürecinin eşiğine taşıyan koşullar bu kez İrlada’ya sıçramış durumda. Dahası Avrupa sermayesi artık saklamaya gerek duymaksızın sıranın hangi ülkeye geleceğini tartışmakta. İflasın eşiğine gelen İrlanda bu konuda yalnız sayılmaz. Devasa bütçe açıklarıyla birlikte borçlanma faizleri aynı şekilde rekor seviyelere ulaşmış olan İspanya, Portekiz ve İtalya’nın durumları, giderek yayılan bir salgın hastalığa benzetiliyor. Avrupa’nın içinde bulunduğu ekonomik kriz dinamiği, 2008 yılında yaşanan mali çöküş esnasında batan banka ve finans kuruluşlarının “kurtarılma” maliyetlerinin –kamu kaynaklarının batık finans kuruluşlarına peşkeş çekilmesi suretiyle- geniş halk
kesimlerine ödetilmesi politikalarına dayanıyor. Yüz milyarlarca avronun bankaların boş kasalarına pompalanmasından sonra alınan sert tasarruf tedbirleri, kıtanın her yerinde işçi sınıfını yoksulluğun ve işsizliğin pençesine itmekle kalmadı aynı zamanda AB ülkeleri arasında varolan ekonomik dengesizliği daha da artırdı. Neoliberal karşıdevrim politikaları, 2008 yılından itibaren derin bir sarsıntının içine girmiş durumda. Bu yeni nesnel durum bir yandan kapitalizmin kaçınılmaz/ doğrusal bir ilerleme içerdiği tezinin yanlışlığını kanıtlarken, diğer yandan kapitalist sınıfın artan gücünün ürünü olarak yaşam koşullarında yaşanan gerilemeler, tarihin motorunun sınıf mücadelesi olduğunu ileri süren Marksist önermenin geçerliliğini de ortaya koyuyor. Batı Avrupa’nın seçkin kentleri uzun bir toplumsal uzlaşma döneminin ardından bir kez daha sokak savaşlarına, barikatlara, sosyal adalet talep eden sloganlara sahne olmakta. -Yunanistan’da ve Fransa’da yaşanan kesintisiz seferberlik süreçleri, İngiltere ve İtalya’da öğrenci mücadelelerinin ivme kazanması, Portekiz ve İspanya genel grevleri bu durumun
başlıca örneklerine dönüşüyorBangladeş, Çin ve Güney Kore’de yüz binlerce işçinin şehirleri, işçi mahallelerini ve üretim alanlarını merkez alan, işçi sınıfının geleneksel mücadele yöntemleriyle seferberliğe geçmiş olması, dahası devasa gövdesiyle belirleyici ve dönüştürücü bir sosyal özne olarak siyaset sahnesinde bir kez daha ağırlığını hissettirmesi yeni bir momentin eşiğinde olduğumuzu düşündürüyor. Bu yeni evrenin seyrini büyük oranda, yüksek işsizliğin, ev kayıplarının, iş haklarındaki kısıtlamaların ve emekçilerin çoğunluğunun yaşam standartlarında yaşanan belirgin düşüşlerin, artmakta olan sosyal ve kişisel bedellerin, kim tarafından ödeneceği sorunu belirleyecek. Öte yandan bu yeni seferberlikler sürecinin başlıca özelliklerinden biri de, işçi ve öğrenci seferberliklerinin, bürokrasiyi eyleme yöneltecek ölçüde bir basınç yaratırken, henüz bürokrasileri aşacak kapasiteden yoksun durumda olması. Böylelikle sendika bürokrasileri, yerel eylemliliklerle seferberlikleri denetimleri altında tutabiliyor, grev komiteleri, eylem komitleri gibi öz-
örgütlenmelere alan bırakmamayı başarıyorlar. Bir diğer önemli zayıflıksa, burjuvazinin saldırıları Avrupa ölçeğinde koordine edilirken, işçi sınıfının kıtasal ölçekte ortak hareketini ve koordinasyonunu henüz inşa edememiş olması. Yaygınlaşan seferberlikler, Troçkist hareketin öteden beri savuna geldiği “Geçiş Programı” anlayışına uygun taleplerin geniş yığınlar nezdinde kabul görmeye başladığını ortaya koyuyor. Kriz koşullarında ücretlerde hiçbir kesintiye gidilmeksizin çalışma saatlerinin azaltılması yoluyla işlerin paylaşılması, zenginlere getirilecek ağır vergiler, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi uygulamasına son verilmesi ve özelleştirilmiş ya da özelleştirme kapsamında olan hizmetlerin tekrar kamulaştırılması, stratejik sektörlerin ve tüm büyük sanayi kuruluşlarının işçi kontrolü altında ulusallaştırılması, bankaların mülklerine el konulması ve el konulan kaynaklarla ekonominin emekçiler lehine yeniden düzenlenmesi ve borçların ödenmemesi türünden talepler hemen tüm seferberliklerin ortak noktası durumuna gelmiş durumda.
Murat Yakın, 3 Aralık 2010
www.iscicephesi.net