Türkiye’de durum
Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 25 • Ocak 2011 • Fiyatı: 2 TL
1. Türkiye Cumhuriyeti sahip olduğu sınırlı sermaye birikimi ile emperyalist devletlere mali ve diplomatik açıdan bağımlı kapitalist bir ülkedir. 1980’den bu yana başa gelen hükümetler tarafından ekonomik anlamda liberal, siyasal anlamda gittikçe muhafazakâr politikalar bütünü ile emperyalist dünya sistemine uyum sürecini idame ettirmektedir. Arka Plan, sayfa 8-9’da...
Sendikalaşma mücadelesi ve UPS direnişi Sayfa: 03
Torba Yasa:
Yeni bir saldırı paketi AKP hükümeti, emekçilere dönük yeni bir saldırı paketiyle yine karşımızda. 8 yıllık iktidarı boyunca esnek ve güvencesiz çalışmayı temel kaide haline getirmeye çalışan AKP, “torba yasa”yla bu konuda yeni bir adım atma peşinde. Burjuva medya organlarında, yalnızca “vergi affı” boyutuyla gündeme getirilen, halka büyük bir jest gibi sunulan “torba yasa”, esasında emekçilere karşı gerçekleştirilen kapsamlı bir saldırı programıdır.
(!) asgari ücret, 16–18 yaş arasındaki işçiler için 599 TL’den 518 TL’ye düşürülüyor. Belediyelerde çalışan “ihtiyaç fazlası” işçilerin, sorgusuz sualsiz, devletin başka birimlerinde çalışmak için sürgüne gönderilmesi yasalaşıyor. Böylelikle, belediyelerdeki kadrolu, örgütlü işçilerin de tasfiyesi hedefleniyor. Özelleştirmelerin, yargı tarafından durdurulması imkansız hale getiriliyor, ve daha fazlası... Kısacası AKP hükümeti, neoliberal saldı-
güvenlik “reformu” yasalaşırJi bo wekhevbunê Diyarbekir mala meye” ken kıllarını kıpırdatmayan bürokratların, bu paket karşıSayfa: 04 sında bir mücadele örgütlemeyecekleri de ortada. Sendikaların tabanında büyüyen huzurluksa, kolaylıkla göze çarpıyor. Belediye işçilerinin gerçekleştirdiği eylemler, İzmir’de 10 bin işçinin yasa tasarısını protesto eden eylemi bunun göstergeleri. Yasa tasarısına karşı mücadeleci işçilerin inisiyatif alarak, sendikaların birleşik bir eylem programı oluşturması için bastırmasının tam zamanı!
Hükümetin güvencesiz çalışmayı yaygınlaştıran saldırı paketi, ancak birleşik bir mücadeleyle durdurulabilir
Paketin “vergi affı” müjdesiyle duyurulan kısmıyla, temelde patronların milyarlarca liralık vergi borçları, cezaları ve faizleri silinmekte. Pakette yer alan diğer düzenlemelerle, İşsizlik Sigortası Fonu’nun yağmalanması artırılarak sürdürülüyor. İşsizlerin Fon’dan yararlanmasını kolaylaştıran herhangi bir düzenleme pakette yer almazken, Fon’dan patronlara sermaye aktarımı daha da arttırılıyor. Bundan böyle, işe yeni alınan genç işçilerin ve kadın işçilerin sigorta primi patrondan değil Fon’dan karşılanacak. Yine, kısa çalışma ödeneğinin kullanımı kolaylaştırılarak, patronlar ücret verme yükümlülüğünden dahi kurtarılıyor. İş Kanunu’nda yapılmak istenen değişikliklerle, esnek çalışma biçimleri yaygınlaştırılıyor. Gençler arasındaki işsizlik oranını azaltmak adına
rı programı doğrultusunda güvencesiz çalışmayı, çalışma düzeninin temeli haline getirmek, emek sömürüsünü derinleştirmek için durmaksızın çalışıyor. Sendikalarsa, bu kapsamlı saldırı paketine karşı göstermelik basın açıklamalarından öte gitmiş değil. DİSK başkanı Süleyman Çelebi, adeta işçilerle dalga geçerek, bu kanun yasalaşırsa büyük eylemler yapacağız, diyor. Kanun yasalaşmadan önce bir şeyler yapmaya ne derdiniz? Türk-İş bürokratları ise, Erdoğan’ın pakette işçiler lehine iyileştirmeler yapacağız sözüne ikna olarak, eylem takvimi açıklamaktan vazgeçtiğini açıklıyor. Yeni İş Yasası geçerken, sosyal
“Ji bo biratîyê, Ji bo aşitîyê,
Türkiye’de bugün, 3 milyondan fazla işçinin taşeron statüsünde çalıştığı tahmin ediliyor. Devletin resmi verilerine göre 10 milyondan fazla işçi kayıt dışı çalışıyor. İşe başlamaya hazır olup iş “aramayanların” dâhil edilmesiyle işsizlik oranı yüzde 17,3’ü buluyor. Kısacası işsizlik ve güvencesiz çalışma, Türkiye işçi sınıfının en acil ve önemli sorunları olarak ortada duruyor. Güvencesiz çalışmayı yeni çalışma düzeni haline getirmek isteyen hükümetin yeni saldırı paketine karşı, herkese iş ve iş güvencesi talebiyle birleşik bir mücadele hattının örülmesi, bugün sınıf hareketinin en acil görevi.
İşçi Cephesi, 8 Ocak 2011
Referandumun ardından Sayfa: 07
Demokratik Özerklik Modeli ve tartışmaları üzerine Sayfa: 10
Kıvılcımın adı Sa-Ba direnişi
Sayfa: 13
2
İLAN TAHTASI
Ankara’da İC okurları buluştu İşçi Cephesi, 6 Ocak 2011 Her ay olduğu gibi Aralık ayında da Ankara’daki İşçi Cephesi okurları olarak bir araya geldik. Bu seferki gündem konumuz “2010’da neler oldu? ve 2011’de bizi neler bekliyor?” idi. Konuşmaya 2010’un da gerisinden, 2009’dan başladık. 2009’a baktığımızda TEKEL işçileri direnişlerini, sendikal bürokrasiyi, ardından da DTP’nin kapatıldığını hatırladık. Genel olarak vardığımız sonuç ise “işçi ve emekçi sınıfın karşısındaki devlet Kürt ulusu üzerinde de baskısını devam ettirmiş” oldu. 2010 yılına geldiğimizde ise en çok referandum üzerinde durduk. Hatırladığımız gibi oylar Evet, Hayır ve Boykot olmak üzere üçe bölünmüştü ve referandumdan Evet çıkmıştı.
“Peki, o günden bu güne neler oldu? Hangi yasalar değişti ve bu kimin işine yaradı?” diye sorduğumuzda da prangalarından kurtulanların emekçi kesim değil burjuvazinin ta kendisi olduğu sonucunu çıkardık. Ardından bir arkadaşımız bize 25 Kasım’da Ankara’da katıldığı “Kadına Karşı Şiddete Hayır” eyleminden bahsetti. CHP milletvekili Canan Arıtman ve Çetin Soysal, BDP İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel ve AKP milletvekili Halide İncekara’yla yapılan görüşmelerde haksız tahrik indiriminin kaldırılması, sığınma evlerinin açılması gibi konularda sunulan talepleri ve bunların milletvekillerince nasıl karşılandığını anlattı. Biraz daha bugüne yaklaştıkça konu
son dönemlerde yurtdışında da Türkiye’de de büyük yankı uyandıran öğrenci hareketlerine geldi. Bildiğimiz gibi İngiltere ve İtalya’da, üniversite harçlarına üç katına varan oranda zam yapıldığı için öğrenciler ayaklandı. Peki, bunu nasıl okumalıyız? Buna kesin bir cevap vermektense, şöyle sorular sorduk: “68’in ruhu geri mi döndü? Yoksa örgütlü mücadele edilmediği ve devamlılığı sağlanmadığı takdirde belli tavizlerle birkaç ay sonraya unutacağımız bir hareket olarak mı kalacak?” Türkiye’ye baktığımızda da üniversitelerde öğrenci ayaklanmalarını gördük. Türkiye’deki temel talep, Avrupa’dakinden farklı olarak, üniversitelerdeki baskı ve şiddetini arttıran polis ve ÖGB’nin (Özel Güvenlik
Birimleri) üniversitelerden uzaklaştırılması. ODTÜ, Anadolu ve Hacettepe Üniversitelerinde yapılan eylemler, polis baskıları ve ÖGB’lerle girilen çatışmalar tartışıldı. Bununla beraber gündemden düşmeyen öğrenci hareketiyle özdeşleşmiş, hatta onun önüne geçmiş olan “yumurta” eylemini tartıştık. Yumurtanın medyatik bir hal alıp, öğrencilere uygulanan baskı ve şiddeti örttüğü sonucuna vardık. Son olarak liseli bir arkadaşımız liselerdeki ‘Reis’lerden ve onların asenalarından bahsetti ve okul yönetiminin bu duruma göz yumduğunu hatta arka çıktığını ekledi. Toplantının sonunda ise Ankara’daki İşçi Cephesi okuyucuları olarak önümüzdeki ay bir başka etkinlikte biraya gelmek üzere sözleştik.
Frida Kahlo, Diego Rivera sergisi İstanbul’da olmasını istemiştir. Altı yaşındayken geçirdiği çocuk felci ve gençliğinde geçirdiği bir 20. yüzyıl sanatının Meksika ve dünyadaki trafik kazasıyla iki bacağını da kaybetmiştir. en çarpıcı figürlerinden ikisi, Frida KahÖmrünü hastaneler dışında tavan arasında lo ve Diego Rivera Türkiye’de ilk kez Pera kendi portrelerini çizerek geçiren Kahlo, Müzesi’nde ağırlanıyorlar. Meksika dışında ardında 143 resim bırakmıştır. Resimlerinçok az ülkede sergilenen Kahlo eserleri, 40 de çoğunlukla acı ve gerçekliği yansıtmış, yapıttan oluşan bir Meksika kültürü seçkiyle, 23 Aralık ve devrimci kimliği 2010 – 20 Mart de resimlerinde ana 2011 tarihleri aratemalardan olmuştur. sında, Beyoğlu Pera Sağlık sorunlarına Müzesi’nde görülerağmen her zaman bilir. yaşama inatla sarılFrida Kahlo, yapıtmış, yaşamını sanat ları kadar, özgün kaçevreleri ve politik rakteri, yaşam öyküsü çevrelerle geçirmiştir. ve Rivera ile olan Hatta Rus Devriözgür birlikteliğiyle mi önderlerinden her daim ilgi uyandıran bir kadın sanatçı ol- Troçki, Meksika’ya sığındığında Kahlo’nun muştur. 6 Temmuz 1907 tarihinde doğmuş evinde kalmıştır. olmasına rağmen, kendisi doğum tarihini, Hayatı, başrolünü Selma Hayek’in oynaMeksika devriminin gerçekleştiği 7 Temdığı “Frida” adlı filmle beyaz perdeye aktamuz 1910 tarihi olarak ilan etmiş, yaşamının rılmıştır. Kahlo hakkında daha fazlası için, modern Meksika’nın doğuşuyla başlamış filmini de görmenizi tavsiye ederiz. İC - Haber, 7 Ocak 2011
Görüş, öneri, katkı ve mektuplarınızı bekliyoruz... iscicephesi@gmail.com
SAYI: 25 • OCAK 2011 Aylık Siyasi İşçi Gazetesi Sahibi ve yazı işleri müdürü Atakan Çiftçi (Enternasyonal Yayıncılık) Yönetim yeri Caferağa Mah. Sarraf Ali Sok. Saraçoğlu İş Hanı No: 36/17 Kadıköy - İstanbul 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 25 TL • Yurtdışı: 25 € Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com Baskı Estet Ajans Matbaacılık Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul Fiyatı: 2 TL
NE SAVUNUYORUZ? neyi hedefliyoruz? İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Türkiye’de devrimci bir işçi partisinin inşası için mücadele ediyoruz. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Sermayenin baskı ve şiddet rejimine karşı mücadele ediyoruz ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.
EMEK GÜNCESİ
3
Kazanan tüm sınıf olacak:
Sendikalaşma mücadelesi ve UPS direnişi Dünya çapında 200’den fazla ülkede, Türkiye’de ise 81 ilde toplam 290 şube ve servis aracılığıyla faaliyet gösteren UPS Kargo’da çalışan işçiler, Türk-İş’e bağlı TÜMTİS (Türkiye Motorlu Taşıt İşçileri Sendikası)’te örgütlenmeye başladıkları için işten çıkartılmışlardı. İşten çıkartmalara ve UPS’de sendikalı işçilere yönelik baskılara karşı 5 Mayıs 2010 tarihinde direnişe başlayan işçiler direnişteki 9. aylarına girdiler. Yazın kavurucu sıcağında, şimdi ise kışın soğu-
ğunda direnişe başladıkları ilk günkü kararlılıkları ve coşkularıyla mücadeleyi sürdüren direnişçi işçiler bu 9 ay içinde gerek Zeytinburnu’daki UPS genel merkezi önünde gerekse Taksim-Galatasaray hattı üzerinde, sınıf dostlarının da destekleri ile çeşitli eylemler gerçekleştirdiler. Daha da önemlisi Uluslararası Taşımacılık İşçileri Federasyonu’nun (ITF) 1 ve 15 Eylül 2010 tarihlerinde gerçekleştirdiği küresel eylemlilikler ve Avrupa’daki sendikaların UPS yönetimine yaptığı baskılar sonucu mücadele yükselmiş ve işçiler kazanmaya bir adım daha yaklaşmıştılar. Bizler de İşçi Cephesi gazetesi olarak bütün bu süreç
boyunca direnişçi işçileri yalnız bırakmayıp, onlarla dayanışmayı sürdürdük. Geçtiğimiz haftalarda Kurtköy ve Mahmutbey aktarma istasyonları önünde direnen işçilere yaptığımız toplu ziyaretlerde geçen uzun süreye rağmen işçilerin morallerinin yüksek olduğunu ve mücadelenin onlara çok şey kattığını gözlemledik. “Biz yalnız kendimiz için değil, artık tüm işçiler için mücadele ediyoruz!” diyen direnişteki UPS işçilerinden birinin mektubunu yayınlıyoruz:
Merhaba, Ben 8 ay öncesine kadar UPS’de çalışan bir işçiydim. Şimdi ise sendikaya üye olduğumuz için işten atılmış, işyerinin önünde arkadaşlarımızla birlikte sendikalı olarak içeri girmek için direnen bir işsizim. “Patron her taraftan sömürüyor” Ben size öncelikle UPS’deki çalışma koşullarını anlatayım. UPS’de çalışmak çok zor. Neden mi? Çünkü işveren en iyi müşterisinin UPS işçisi olduğunu iyi biliyor. Kaza yaparsın, hatalı olmadığın halde para şoförden kesilir. Paket kaybolur, suçu yokken kuryenin maaşından kesilir. Ama bu kaybolan paketler sigortalı, araçlar ise kaskolu. O zaman hâlâ bizden neyin parasını kesiyorlar? Bir de üzerimizdeki sömürüyü düşünürsek, UPS patronunun bizden ne kadar kâr elde ettiği ortaya çıkıyor. Patron her taraftan işçiyi sömürüyor. Sabah 8.00’da işe başlarsın, akşam çıkış saatin belli değildir. Günde en azından 14–15 saat çalışırdık. İşçilerin tuvalete gidecek vakti yok, gün içinde en
fazla bir kere tuvalete gitme hakkın var. Yemeklerin belli bir saati yok, zaten gelen yemekler de hem çok kötü hem de çok soğuk geliyor. Şoför arkadaşlar direksiyon başında, yüklemeci arkadaşlar ayaküstü yemeği geçiştirmek zorunda kalıyor. Bu da yetmez! Müdürler, şefler seni ezmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu zorluklara boyun eğmektense bazen işten çıkmayı göze alıyorsun. Ve direniş başladı... Bunlar yaşanırken sendikayla tanıştık ve örgütlenmeye başladık. Maalesef sendikalaşmamız kısa süre içinde duyuldu ve işveren işçiyi korkutup, vazgeçirmek için kafa kopartmaya ve de önde gelen işçileri işten çıkartmaya başladı. İster inanın ister inanmayın işten çıkarıldığıma bu kadar sevinmemiştim. Çünkü dışarıda rahat rahat üyeleme yapıyor, sendikalaşmayı hızla ilerletiyorduk. İşveren bu konuda bize büyük iyilik yaptı. Ama bizim için bu yeterli değildi. Çünkü sesimizi duyurmak için direnişe çıkmamız gerekiyordu. Direniş başladı ve benim en mutlu günüm dire-
nişe çıktığımız gün oldu. Çünkü biz işçiler gece gündüz çalıştıktan sonra daha fazla sömürülmeye ve hakkımızın yenmesine göz yumamazdık. Direnişe çıkmak, işçinin daha iyi örgütlenmesini; daha bilinçli hale gelmesini sağlıyor. Ne kadar maddi manevi zorluk çekersek çekelim, hayatın en güzel anlamı direnişi görmek ve onu yaşamak. Direnişte işçi olduğunu, aslında hayata değer katanın sen olduğunu anlıyorsun. Haklarına sahip çıkıyorsun. Daha da önemlisi bu direnişin işçi kardeşlerimize büyük bir güç ve moral verdiğini çok iyi biliyoruz. Bizler kazanmaya mecburuz! Bizden sonra gelecek kuşaklara ezilmiş, sömürülmüş bir hayat değil de, örgütlü ve bilinçli bir toplum düzeni bırakmamız gerekiyor. Onun için biz işçilerin yapacağı en önemli şey birlik olmak, örgütlü olmak. Çalışan da, üreten de bizleriz. Bizler birlik olduktan sonra başaramayacağımız şey yoktur. Bizler kazanmaya mecburuz!
İC - Haber, 6 Ocak 2011
UPS direnişi: Savunma hattından saldırıya! İC - Haber, 29 Kasım 2010
“Bizler kazanmaya mecburuz!” diyen UPS işçileri Zonguldak madenci yürüyüşünün ardından en önemli direnişlerden birini gerçekleştirmekteler, çünkü UPS sistemin kilit sektörlerinden biri olan kargo sektöründe faaliyet göstermekte olup, ülkenin her yerinde çalışma yapmakta. Ayrıca daha önce sendikalaşma mücadelesinin başarıyla sonuçlanamadığı bir sektöre sendikanın girebilmesi büyük önem taşıyor, çünkü UPS’nin direnişçi işçilerinin kazanması halinde, bu direnişi dikkatle takip eden diğer kargo şirketleri çalışanları da sendikalaşma mücadelesine başlayacaklardır. Görünen o ki, bu direniş on
binlerce kargo işçisinin geleceğini belirleyecek. UPS direnişini önemli kılan noktalardan biri de TÜMTİS’in en başından beri işçisinin yanında, mücadeleci bir sendika olmasıdır. Maalesef bu son zamanlarda rastlayamadığımız bir durum. 8 ayı devirip 9. aya giren direnişçi işçiler gerekirse bir 9 ay daha direnebileceklerini söylerken, sendika da sonuna kadar işçilerle birlikte mücadeleye devam edeceklerini dile getiriyor. Bunca zamandır süren direnişteki işçilerin bir kısmı ilk defa direnişe çıktıktan sonra tanışıyorlar. Her birinin ayrı hayatları, ayrı sorunları, ayrı karakterleri var ama bütün bu süreç boyunca neredeyse hiçbir
arkadaşlarından fire vermeden, bir arada durabilmeyi başarıyorlar. Her direnişte gördüğümüz gibi UPS direnişi de önemli bir dayanışma örneği teşkil ediyor. UPS direnişini kazanmaya adım adım yaklaştıran önemli bir nokta da mücadelenin enternasyonal boyutu. ABD merkezli kargo tekelini uluslararası alanda teşhir ederek, küresel eylemler gerçekleştiren ve UPS yönetimi üzerindeki basıncı artıran ITF, mücadelenin yükselmesine önemli bir destek sunmuş, bu durum sayesinde de işçilerin enternasyonal mücadelesinin önemi bir kez daha açığa çıkmıştır. İçinde bulunduğumuz dönemin, işçi sınıfının savunma mevzilerini korumaya çalıştığı bir dönem oldu-
ğu aşikâr. Son zamanlarda gördüğümüz mücadelelerin hepsi hak kaybından kaynaklanan mücadelelerdi. Lakin UPS direnişini başlatan işçiler daha önce sahip olamadıkları bir hak –sendika ve insani çalışma koşulları- için mücadele ediyorlar. En son gördüğümüz önemli direnişlerden TEKEL örneği dahi bir savunma mücadelesiyken, UPS işçileri daha önce tadını bilmedikleri bir şey için mücadele ediyorlar ve haklı mücadelelerinde önemli kazanımlara doğru ilerliyorlar. Savunma hattından saldırıya geçen UPS işçileri kazanırsa, sınıf kardeşlerine olan sorumluluğunu yerine getirmiş olacaktır! UPS işçisi kazanırsa, işçi sınıfı kazanacaktır!
4
POLİTİKA
İC yaşamında bir kritik dönemeç daha Yusuf Barman, 7 Ocak 2011
İ
“Ji bo biratîyê, Ji bo aşitîyê,
Ji bo wekhevbunê Diyarbekir mala meye” Oktay Benol, 9 Ocak 2011
B
aşlıktaki sözler TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner’e ait. “Kardeşlik, barış ve eşitlik için Diyarbakır bizim evimizdir” anlamına geliyor. 17 Aralık 2010 günü Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu’nun (TÜRKONFED) Diyarbakır Zirvesi’ne katılan Boyner konuşmasına bu sözlerle başlamıştı. Kürtçe halen üzerinde büyük fırtınalar koparılan çok ciddi bir siyasi mesele olmaya devam ediyor. Bu nedenle TÜSİAD Başkanı’nın Diyarbakır’da konuşmasına Kürtçe başlaması sıradan bir jestin ötesinde anlamlar taşıyor. Çünkü her şeyden önce halen Meclis zabıtlarına “bilinmeyen bir dil” olarak kaydedilen Kürtçenin kullanımı siyasi bir tutumu ifade ediyor. Boyner’in Diyarbakır ziyaretinin sadece bir gün öncesinde, “İki Dil” tartışmalarına karşı Genelkurmay’ın yayımladığı bildiri de hesaba katıldığında TÜSİAD’ın bu siyasi tutumu üzerinde durulmayı hak ediyor. Hatırlanacağı üzere Genelkurmay “İki Dil” tartışmaları üzerine askeri darbe/muhtıra günlerini hatırlatan bir üslupla şu açıklamayı yapmıştı: “Son günlerde ‘Dilimiz’ üzerinde kamuoyunun gündeminde yer alan birtakım tartışmaların, cumhuriyetimizin temel kuruluş felsefesini kökten değiştirecek bir noktaya doğru hızla götürülmeye çalışıldığı endişeyle izlenmektedir. Türk Silahlı Kuvvetleri; Devletin, Anayasamızda yer alan, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi koruma görevi kapsamında; Ulus devlet, üniter devlet ve laik devletin korunmasında her zaman taraf olmuş ve olmaya devam edecektir.” Kuşkusuz “rejimi” temsilen yapılan bu açıklamaya rağmen hem Cumhurbaşkanı hem Başbakan hem de özellikle hükümeti temsilen bakan ve milletvekillerinin de Kürt illerine yaptıkları ziyaretlerde Kürtçe kelimeler sarf ettikleri bir gerçektir. Hatta çeşitli üst rütbeli askerlerin de Kürtçe konuştuğu kamuoyuna yansımaktadır. Tabii devletin 24 saat Kürtçe ulusal yayın yapan bir televizyon kanalı da olduğu düşünülürse aslında bunda garipsenecek bir durum olmadığı da söylenebilir. Diğer yandan aynı kişi ve kurumların tam tersi çok sayıda beyanları da bilindiğinden bütün bunların sahici olmayan, durumu idare etmeye yönelik bayramlık davranışlar olduğu da açığa çıkmaktadır. Kürt halkı ve temsilcisi çeşitli önderlikler de bu durumu görüp bildiğinden bu tür bir günlük gönül almayı haklı olarak yeterli görmemekte, bir değil 365 günlük sahici bir hak talep etmektedirler. Bu açıdan bakıldığında TÜSİAD Başkanı
Boyner’in Kürtçe konuşmasının da aynı kapsam içinde olduğu söylenebilir. Lakin TÜSİAD’ın son 20 yıldır giderek artan oranda Kürt sorununa dair görüş-tutum üretmesi, durumlarını biraz daha farklı kılıyor. Özellikle Boyner’in Kürtçe olarak, “Kardeşlik, barış ve eşitlik için...” dediği düşünülürse bu noktada rejimin eski geleneksel çizgisinin ötesine geçen bir tutuma sahip olduğu ve bunu zorladığı söylenebilir. Pekiyi, patronların bu tutumu ne anlama geliyor? Hiç şüphe yok ki Kürt sorununun mevcut haliyle devam etmesini istemedikleri ve bu çerçevede “çözümünü” istedikleri anlamına geliyor. Bu nasıl bir çözümdür? Bu, kuşkusuz burjuva demokratik çerçevede, AB siyasi kıstasları ölçeğinde ve Türkiye’nin “gerçekleri” ölçüsünde bir çözümdür! PKK/DTP çizgisinin de bu kriterleri temel eksen aldığı düşünülürse Diyarbakır’da Osman Baydemir ile Ümit Boyner’in birlikte çektikleri halay daha da anlamlı hale gelmektedir. Nihayetinde Kürt sorununda “çözüm” kültürel-demokratik bir çerçeveye indirgenmiş durumdadır. Eğer Kürt sorunu bir anadilde eğitim, kendi kimliğini yaşama ve yaşatma sorunuysa hiç şüphesiz bu tür bir çözüm Türkiye’de bile mümkündür. Sorun ve soru ise açıktı: kimin hangi hakkı, neye göre, ne kadar kullanacağını kim, nasıl belirleyecektir? Sınır nereden ve neye göre çizilecektir? Kaderini tayin etme hakkını içermeyen, bin bir şart ve kurala bağlanmış kültürel-demokratik hakkın yaşama garantisini kim, neye dayanarak verecektir? Öteden beri, “Kürt sorunu sermaye düzeni içinde çözülür mü, patronlar bunu yapabilir mi?” sorusu etrafında tartışmalar sürmektedir. “Evet, çözülür” demek mümkün eğer kaderini tayin hakkını içermeyen, yani ayrılma dâhil tüm söz-karar hakkını sahibine teslim etmeyen bir ulusal çözüm mümkünse... TÜSİAD Başkanı Kürtçe selamla başladığı konuşmasını: “...Geçmiş 70 yılda Kürt meselesine Kürt meselesi dememek için büyük gayret sarf ettik. Şunca kahır çektik, 100 milyar dolar harcadıktan sonra meselenin ismini koyar noktaya geldik. Cesur kişiler zaman zaman bizi uyardı. Onları cezalandırdık. Kimini ölümle kimini cezaeviyle, kimini de sürgünle. Bu arada haram parayla servet edinildi. Olan, bağrı yanık kişilere ve hayatı kaydırılan nesillere oldu. Bundan sonra gerçek gündemimizi görmeden edemeyiz. 19 yıl önce başbakan Kürt realitesini tanıyoruz demişti. Biran önce ortak kaderi el birliğiyle düzeltmeye çalışmalıyız” sözleriyle bitirdi. Bu sözler yarının, dünden de bugünden de farklı olacağını gösteriyor. Pekiyi, nasıl olacağına kim karar verecek? Ji bo biratîyê, Ji bo aşitîyê, Ji bo wekhevbunê sözlerinin gerçek anlamına kavuşmasını bu belirleyecek...
şçi Cephesi gazetesi (İC) Ocak ayının başlarında çok önemli bir konferans gerçekleştirdi. Gazetenin –genç bir kadın arkadaşın deyimiyle- 32 yıllık sadık bir okuru ve zaman zaman da yazarı olarak, konferansta davetli olarak bulunma fırsatına ve onuruna sahip oldum. Gözlemimi hemen bir cümleyle özetleyeyim: İC bunca yıllık tarihinin en önemli ve en verimli anını yaşamakta. Daha başından itibaren kendisine hedef olarak belirlediği, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin devrimci partisini inşa etme mücadelesinde tarihsel bir adımın eşiğine ulaşmış durumda. İC’nin yaşamında bu tip bazı kritik anlar ve dönemler olmuştur. Örneğin, 1979’da o dönemde kendini devrimci Marksist olarak tanımlayan çevrelerde egemen olan “solculara propaganda” yoluyla örgüt olma yönteminden kopup, kitle mücadeleleri içinde devrimci parti inşası strateji doğrultusunda mücadeleye atıldığı an bunlardan biriydi. Gene 1980 ortalarında ve ardından 1990’ların başlarında politik mücadelesini devrimci enternasyonalist dünya hareketiyle bütünleştirme doğrultusunda yaptığı atılımlar da gazetenin yaşadığı kritik ve belirleyici dönemler olmuştu. Tabii bu anların ve dönemlerin hiçbiri acısız ve arızasız yaşanmadı. Devrimci militanların enternasyonalist bir politik strateji ve devrimci bir program çevresinde toplanması, pekişmesi ve kitlelerin içine nüfuz edebilmesi, üstelik bütün bunları “bunu sadece biz yapabiliriz” türünden herhangi bir sekterliğe kapılmadan gerçekleştirebilmeleri, bölünmelerle dolu Türkiye solu geleneği düşünüldüğünde hiç de kolay olmadı. Öyle anlar oldu ki, İC bir avuç yazar ve okur halinde kendisini yeniden üretebilme savaşımı vermek zorunda kaldı. Ama andığım konferans, bütün bu zahmetlerin ve çabaların ürünlerini verdiğini ve vermekte olduğunu gözler önüne serdi. Konferansın ilk bölümünde İC çalışanlarının tartıştıkları dünya ve Türkiye tahlilleri, onların devrimci Marksist yöntemlerle ulusal ve uluslararası sınıf mücadelesinin sorunlarını nasıl kavrayabildiklerini gösterdi ve buradan hareketle kitlelere sunulacak acil eylem programını belirlemelerine yardımcı oldu.
Ama daha da önemlisi İC’nin önüne devrimci bir işçi ve emekçi partisi kurma hedefini koyması oldu. Bu yeni hedef sadece İC’nin niteliksel ve niceliksel evriminin bir ürünü değildi. Tüm dünyada yepyeni bir evreye doğru yönelmekte olan sınıf mücadeleleri böyle bir partinin Türkiye’de de hızla inşasını zorunlu kılıyor. Tüm dünya proleterleri ve emekçileri, emperyalizmin ve ulusal burjuvazilerin korkunç saldırısı karşısında ellerinden geldiğince direnmeye ve mücadele etmeye gayret ediyor. Ama örneğin dünya ekonomik krizi karşısında onları bankaların millileştirilmesi, spekülasyonun yasaklanması, emekçilerden yana ve onların kontrolünde merkezi bir ekonomik planlamanın yapılması doğrultusunda siyasi iktidara talip olacak biçimde seferber edecek devrimci partilerden yoksunlar. İC’nin kendi iç dinamiklerinin yanı sıra, işte bu zorunluluğa yanıt vermek üzere ileri atılması, işte onu yukarıda andığım “kritik eşik”lerden birine taşımış durumda. İC’nin bu göreve talip olurken, bunu sadece kendi başına değil, bu doğrultuda anlaşmaya hazır olduğu her çevre ve kişiyle birlikte yapmaya hazır ve istekli olması da, bence onun ulaşmış olduğu politik olgunluk ve özgüven düzeyine işaret ediyor. İC daha kuruluşundan itibaren uyguladığı parti inşasında işçi demokrasisi ilkesinin önemini çok iyi kavradığını bir kez daha kanıtladı konferansta. Partinin inşa edileceği yer elbette kitle mücadeleleri. Zemini ise, devrimci ve enternasyonalist eylem programı. Şimdi İC’nin önünde bu programı –daha doğrusu program önerisini- kitle seferberliklerinin içine daha fazla taşıma ve parti inşasındaki dev ve belirleyici adımı atma görevi duruyor. Konferansta UPS grevi önderlerinin yer almış olması bu doğrultuda zaten yol alınmakta olduğuna işaret etmekte. Konferans gecesinde onlarca İC çalışanı ve okurunun katılımıyla gerçekleştirilen ortak yemek ve eğlence ise İC’nin hak ettiği keyifli bir dayanışma ve enerji depolama şöleni oldu. Şimdi İC’nin satırları olduğu kadar satır araları da daha iri büyülteçler altında okunacak. Ben de öyle yapacağım, 32 yıldan beri yaptığım gibi.
POLİTİKA
Vatandaşlık yardımı nedir, ne değildir? sosyal yardım; işsizlik ödeneği, iş göremezlik ödeneği, çocuk parası, kira yardımı, baünyanın birçok ülkesinde uygulanan kım ödeneği vb) da ortadan kalkmaktadır. ve Türkiye’de henüz teorik plânda ele Avrupa’daki kemer sıkma politikalarının en alınan bir konu olsa da uygulanması düşü- temel hedefinin kamu harcamalarını azaltnülen “vatandaşlık geliri” ya da “vatandaşlık mak olduğunu biliyoruz. İşte vatandaşlık yardımı” projeleri, genel seçim sürecine gir- yardımı da bunun üstü kapalı bir biçimde diğimiz bugünlerde bazı partiler tarafından meşrulaştırılmış halidir. İşin en dramatik seçim vaadi olarak öne sürüldü. yanı ülkedeki ulusal sorunun çözümü için vatandaşlık yardımının Kürt ulusunun belli Derinleşecek ve derinleşmekte olan ekokesimlerine verilmesini savunan ve böylece nomik krizin faturasını emekçiler üzerine Kürt sorununun çözülebileceğini sanan yıkan patronlar ve onların hükümetleri, “akıllılar”ın olması. kemer sıkma politikalarıyla kazanılmış hakları bir bir gasp etmek için kimi zaman Aslında bu politikalar demokratik gericiaçık ve doğrudan kimi zaman da kapalı ve lik politikalarının bir parçasıdır. Sadece dolaylı yollar izlemektedirler. Bu yollardan Türkiye’de değil, dünyada da bu böyle… bir tanesi de “sosyal adaleti” temin etmeBrezilya’daki hükümetin iktidara geldiğinde yi amaçladığı söylenen “sosyal devletin” yaptığı icraatlardan biri olan vatandaşlık araçlarından biri olan vatandaşlık geliri, bir ödeneği için bütçeden pay ayırması, bunun gelir transfer modelidir. bir örneğidir. Ölmekte olan kapitalizmden gerçek anlamda sosyal bir devlet ve bu devVatandaşlık yardımının temel hedefi, toplu- letin sosyal yükümlülüklerini yerine getirmun en altındaki yüzde 10’luk kesimindeki mesi beklenemez. Bu yardımlarla yoksulluk muhtaç vatandaşların asgari hayat düzeyle- ortadan kalksaydı dünyada bir milyar aç rini koruyabilmelerini ve toplum hayatına insan olmazdı. Patronlara ve onların hütam katılımlarını sağlamaktır. Fakat bu kümetlerine sesleniyoruz; eğer gerçekten konuyu biraz daha ayrıntılı incelediğimizde yoksulluğu ortadan kaldırmak istiyorsanız neden bu yardımın yapıldığını ve bunun öncelikle, işten atılmaları yasaklayın, asgari burjuvazi için ne yararı olduğunu daha iyi ücreti yoksulluk sınırının üzerine taşıyın, anlıyoruz. Bizler böyle bir yardımı eleştirsendikalaşmanın önündeki engelleri kalmiyoruz, “yardım” adı altında yapılmak is- dırın, güvencesiz ve esnek çalışmaya son tenenin açıkça söylenmesini talep ediyoruz. verin. İşte o zaman biz işçiler de yoksulluğu ve eşitsizliği kaldırmak için çalıştığınızı Vatandaşlık yardımı uygulaması, muhtaç anlayalım. Bunlar yerine insanları 300 – bir vatandaşın geçimini tam olarak sağladığı 350 TL’ye muhtaç ederek yardım numarası düşünüldüğü için, kendisine bunun dışında yapmayın! bir ödeme yapılmamaktadır. Bu durumda kamusal sosyal yardım sistemine artık Artık sistemin kendi içindeki problemleri ihtiyaç duyulmamaktadır. Bir başka ifadey- yamalarla çözemeyeceğini ve sefaleti arttırle muhtaç vatandaşa gelir bağlanması ile dığını daha belirgin bir şekilde görüyoruz. vergi ve sosyal sigorta primlerinden finanse Kısacası: Kapitalizm ölüyor! O halde kapiedilen bütün diğer sosyal haklar (kamusal talizm ölmeli! Bahadır B., 5 Ocak 2011
D
Loç Vadililer HES’e karşı seferber İC - Haber, 8 Ocak 2011 ide’deki Loç Vadisi’ne, yani dünyanın en büyük dördüncü kanyonuna hidroelektirik santralleri (HES) yapılmasına karşı, Loç Vadililer projeyi yürüten OR-YA enerji şirketinin önündeki oturma eylemlerini bir ayı aşkın süredir sürdürmekteler. Aynı zamanda, Cide’de, köy halkı da şantiye başında nöbet tutmakta. Geçtiğimiz günlerde, İstanbul Tophane’deki oturma eylemindeki Loç Vadililer, civar üniversitelerin öğrencilerinden önemli bir destek aldılar. Beşiktaş’taki ve şehrin diğer bölgelerindeki birçok üniversiteden öğrencilerin 22 Aralık Çarşamba günü Fındıklı tramvay durağından başlattıkları yürüyüş, Loç Vadisi’nde HES yapımı ihalesini alan OR-YA Holding’in önünde son buldu. Tophane’de bulunan OR-YA Holding’in önünde direnen Loç vadisinden ve Karadeniz İsyandadır Platformu’ndan yaşlısından gencine 15 kişi dönüşümlü olarak oturma eylemi yapıyor. Bu destek yürüyüşünde “Loç Vadisi halkı yalnız değildir!”, “Boşuna santral yapma yıkacağız başına!”, “Dereler özgür akacak”, “Direne direne kazanacağız”,“Kurtuluş yok
C
tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz!” gibi sloganlar atıldı. Öğrencilerin pankartının önünde ise “ODTÜ’de uzun eşşek, SBF’de yumurta, Loç Vadisi’nde sarıyazmayız, üniversitelerde özgürlüğüz!” yazıyordu. Öğrencilerin mektuplarını okumasının ardından gerçekleştirilen oturma eylemi ile süreç sonuçlandı. Ocak ayı başında ise Kastamonu İl Özel İdaresi’nin, HES’in bulunduğu alandaki incelemesi sonucunda yaptığı, imar planına aykırı bir yapılaşma tespitini kaymakamlığa göndermesiyle birlikte inşaatın şantiyesi mühürlendi. Kastamonu İdare Mahkemesi’nde hukuki sürecin devam ettiği bir dönemde mühürleme kararının çıkması, en azından mahkeme sonuçlanana kadar HES inşaatının geri dönülmez şekilde tamamlanmaması açısından önemli. Ancak HES projelerinin devlet eliyle desteklendiği düşünüldüğünde, hukuki süreç tamamlanmadan OR-YA şirketinin imar planındaki “eksiklikleri” tamamladığı takdirde inşaattaki mühürün kaldırılabileceği ihtimalini unutmamak gerekir. Ki Loç Vadililer de bunun farkında olarak, hem şantiye hem de OR-YA enerji şirketi önündeki bekleyişlerini sürdürmekteler.
5
UPS’nin taşeron işçileri Oktay Benol, 8 Ocak 2011
E
n genci 22, en yaşlısı 62 yaşında olan tam 83 kişi. Bundan sekiz ayı aşkın bir süre önce sendikalılaştıkları için işten atıldılar. Oysa sendikalılaşmak suç değildir, anayasal bir haktır! Her kim sendikalılaşmayı engellemeye çalışıyorsa suç işleyen asıl odur. Bu gerçeğin ışığında işçiler 84 kişi olarak direnişe başladılar. Sendikalı olarak işlerine geri dönebilmek temel talepleri oldu. 11 ay ile 6 yıl arası değişen sürelerdir Mahmutbey UPS’de çalışan mücadeleci taşeron işçilerden bahsediyoruz. Onlar şimdi taleplerine çok yakınlar. Sadece bir tek fire vererek sürdürdükleri direnişlerinin meyvesini sendikalı olarak işlerine geri dönerek almaları artık an meselesi. Lakin bu hiç de kolay olmadı. Hatta çok ama çok zor oldu. Ama onlar başardılar... Nasıl? Evet, 250 günü aşkın bir süre, tüm zorluklara rağmen, UPS Mahmutbey’in taşeron işçileri nasıl dayandı ve başardılar? Hiç mi umutsuzluğa, yılgınlığa kapılmadılar? Halen sürmekte olan ve gelecekte yaşanacak grev ve direnişler açısından bu sorunun cevabı hayati önemdedir. Tüm öncü işçiler bu deneyime kulak vermelidir. Kendilerini yalnız ve güçsüz hisseden emekçiler çaresiz olmadıklarını UPS örneğine bakarak görmelidir. UPS Mahmutbey’in taşeron işçilerinin başarısında kuşkusuz en büyük pay birbirlerine kenetlenmeleridir. Ama onları birbirlerine kenetleyen neydi? Hısım akraba olmaları mı? Aksine Şırnaklı 22 yaşındaki en genç işçiden 40 yaşındaki Sivaslı işçiye, Vartolusundan Karadenizlisine onlar Türkiye’nin dört bir yanından emekçi insanlar. Onları birleştiren hısım akraba olmaları değil. İster Türk, ister Kürt ya da başka bir etnik kökenden olsunlar. İster Alevi, ister
Sünni, isterse de bir başka mezhep ya da dinden olsunlar. Dilleri de farklı olabilir, dinleri ve etnik kökenleri de! Onları birleştiren aynı kadere sahip olmaları, aynı saldırıya maruz kalmaları, çözüm için bir araya gelme zorunlulukları, çıkarlarının bir ve aynı olması yani sınıf kardeşlikleri! Mahmutbey’de direniş çadırının içinde, hep birlikte çevresine dizildiğimiz odun sobasının başında sınıf kardeşliğinin ne olduğunu gözlerimizle gördük. Gerçek anlamda kaybedecek hiçbir şeyi olmayan, tamamına yakını asgari ücret düzeyinde maaş alan, yerlerinden yurtlarından koparak İstanbul’un en yoksul semtlerini mesken eylemiş bu emekçi insanlar sınıf dayanışmasının çok öğretici bir örneğini sergilediler. Hatırlayalım; krizin en başında, hep olduğu gibi, fatura emekçilere kesilmek istendi. Yüz binlerce emekçi işten atıldı. Örgütsüz ve güvencesiz çalışma daha da yaygınlaştırılmak istendi. Hükümet ve patronlar bunda başarılı da oldu. Bu gerçek karşısında; “İşten Atmalar Yasaklasın!” talebini haykırdık. “Güvencesiz, sendikasız çalışmaya son!” dedik. Herkese iş ve aş için, “4 Vardiya, 6 Saat çalışma!” talebini dile getirdik. İşte UPS Mahmutbey’in mücadeleci taşeron işçilerinin direnişlerinin ve tüm UPS grevinin gerçek anlamı budur. Lakin unutmayalım; yaygın işsizlik ve örgütsüzlük sürdüğü sürece asla hiçbir emekçi güvencede olamaz. Bu nedenle “Mücadeleyi Birleştirmek!” temel hedefimizdir. Bu amaçla işten atılmayı beklemeden işyerlerimizi, “Güvencesiz, sendikasız çalışmaya son!” talebiyle sendikalılaştırmalıyız; mahalle ve okullarımızda “krizin faturasını emekçiler değil, sorumluları ödesin!” talebiyle örgütlenmeliyiz, grev ve direnişleri “İşten Atmalar Yasaklasın!” talebiyle birleştirmeliyiz.
6
POLİTİKA
Yeni işsizlik sigortası:
Neyi, ne kadar ve nasıl değiştirecek? Türkiye’de işsizlik fonu devletin genel bütçesine aktarılarak eritiliyor, patronların kullanımına açılıyor. Yeni sistemin bu uygulamaların önüne geçme çabası yok, işçiye soyut bir ‘primini kontrol et’ görevi veriyor ve geriye çekiliyor Çiçek N., 6 Ocak 2011
lira kadar geçiyor.) Yeni sistemde işsizlik maaşı, kişi adına yatan prime göre tespit edilecek. şsizlik sigortası; Türkiye’de 2002 yılında Böylece özel sektörde yüksek maaşla çalışan uygulanmaya başlayan, bir işyerinde sigorta- birisi, işsiz kaldığında 1.000 - 1.500 liraya valı olarak çalışan işçilerin kendi istek ve kusuru ran rakamlarda maaş alabilecek. İşten atılmadışında işlerini kaybettilerse ihtiyaçlarını kardan önceki 120 gün prim ödeme şartı birçok şılamak için devlet tarafından oluşturulmuş işsizin maaş almasını engellediği için hükümet zorunlu bir sigorta türüdür. Bu sigortaya göre yeni düzenlemeyle bu şartın değişimini planişten çıkartıldıktan sonra 30 gün içerisinde lıyor, değişimle ilgili görüşler ise sendikalara işçi İŞKUR müdürlüğüne başvurursa ve duru- sunulacak. mu gerekli koşullara uyuyorsa kendisine işsizlik maaşı bağlanır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Her şey prensipte güzel gözüküyor, işsizlik Bakanlığı, 2010 Aralık ayı sonunda işsizlik sırasında yüksek maaşlar alınabilecek. Kayıt maaşlarını yükseltmek ve işsizlik sigortasından dışılıkla mücadele etmek için çabaladığını yararlanma koşullarında değişikliğe gitmek söyleyen hükümet bu yeni sistemle işçilerin adına kanunda düzenlemeye gitme kararı aldı. patronlarına ‘sigortamı gerçek ücreti üzerinDüşünülen değişikliklerin 2011 genel seçimle- den yatır’ baskısı yapmasını, işsiz kaldığında rinden önce yürürlüğe girmesi planlanıyor. yüksek maaş alabilmek için priminin tam yatırılıp yatırılmadığını kontrol etmesini Yapılması düşünülen değişiklikler şöyle: hedeflediğini belirtiyor. Biz biliyoruz ki şu Yasadan sonra işsizlik maaşı eskiden olduğu ana kadar işverenler fona daha az para yatırgibi asgari ücrete endekslenmeyecek, yani brüt mak için çalışanlarının ücretlerini hep daha az askeri maaşın yüzde 80’inden çok maaş alagösteriyorlar, böylece kendilerinin fona aktarmama durumu ortadan kalkacak. (Bu orana maları gereken yüzde 2’lik kısmı azaltmaya tekabül eden 608 liralık maaş en yüksek sınır, çalışıyorlar. Yeni yasa ile işçilerin bu kontrolü bu maaşı alanların çoğunluğunun eline 350 nasıl sağlayacağına bir açıklama getirilmiyor,
bu görev yine işçilerin cesaretine kalmış!
İ
Fondaki bu paradan yararlanması düşünülen işsizlere gelecek olursak... Aylardır gazetemizde dile getirdiğimiz gibi işsizlik fonu krizden etkilenen işyerlerinde çalışan işçilere ödeme yapmak için patronlara açılıyor- resmi rakamlara göre bile 3 milyonu aşkın işsiz söz konusu iken. Bu fona aktarılan para bankalar aracılığıyla döviz, repo, tahvil, mevduat gibi şekillerde değerlendiriliyor; Ağustos 2010’da olduğu gibi GAP tarzı projeler bahane gösteriliyor ve fon, genel bütçeye aktarılarak eritiliyor. Bir yandan yeni ‘torba yasa’da İşsizlik Sigortası Fonu’nun bölgesel ve sektörel krizlerde işverenin çalıştırdığı işçilerin ücretlerinin ödenmesinde kaynak olarak kullanılabilmesini gündeme getirirken, bir yandan işsiz maaşı artımını vaad ederek seçim öncesi denge politikası gütmeye çalışan hükümet biz işçi ve emekçileri kandıramaz. 1.500 liralık maaş tamamen göz boyamak içindir, uygulanmasını sağlayacak ve denetleyecek bir mekanizma sunulmamıştır. Talebimiz işsizlik fonunun sadece işsizlere açılması ve iş güvencesi ile istihdama katılımdır!
Bilinen bir gerçek: Büyümeden pay almıyoruz mı? 2010 yılının ilk dokuz aylık döneminde Gayri Safi Yurtiçi ürkiye Devrimci İşçi SenHâsıla değerinin oranı yaklaşık dikaları Konfederasyonu yüzde 9 oranında artış gösterdi. Araştırma Enstitüsü (DİSK-AR): Buna karşın dünyanın en büyük “Asgari ücret ekonomik büyüme ekonomisine sahip ilk 20 ülke oranında bir artış kaydetseyarasında bulunan di, bugün brüt 2 bin 324 TL Türkiye, Birleşmiş olacaktı.” Yani, Asgari ücrete, Milletler İnsani aslında büyümeden pay ayrılma- Gelişmişlik İnmış. Bu bildiğimiz bir şey, evet deksine göre 169 sürekli artan yoksulluğumuzun ülke içerisinde 83. ve küçülen ekmeğimizin sebebi sırada... DİSKbu olsa gerek. Peki, ama neden AR’ın raporunda ayrılmadı? şu soru haklı olarak dillendiriliyor: Çok basit, tam da “büyüyen “İran, Rusya, Sırbistan ve Suudi Türkiye”, büyüsün diye. Nasıl Arabistan’dan, insani gelişmişlik İC - Haber, 7 Ocak 2011
T
anlamında geri olmamız nasıl açıklanabilir?”
tutmaya çalışılır. Kapitalizm, serbest piyasa ekonomisi, işte bu yüzden insafsızdır, insanlığa yaEğer, işçiye çok ücret verirseniz, kışmaz, karteller yağ bağlarken, ya da toplumsal olarak ürettiğiişçi evinde üç kuruşun hesabını nizi hakça bölüşürseniz, pazarda yapmak zorunda kalır, oysa eski rekabet edemezsi- bir şarkıda dediği gibi, “üretenleniz. Eğer pazarda rin ellerinde yükselir dünya, tek büyümek istiyorsa- başına olmadıkça...” nız, işçiyi daha çok sömürmelisiniz, Peki, asgari ücret ne kadar burjuvazi bunu iyi olmalı? Öncelikle bunu işçiler bilir. O sebeple, kendi belirlemeli! Asgari ücretin asgari ücret detespitinde işçilerin gereksinimnen, bir işçiyi işçi leri belirleyici olmalıdır. Asgari olarak bırakacak ücretten vergi kesilmemeli, araücret hesabı yapar ve mümkün daki fark patronların kârlarından olduğunca bu ücreti düşük alınarak kapatılmalıdır...
KADIN SAYFASI
Referandumun ardından Canan Yılmaz , 5 Ocak 2011
İ
ktidarı boyunca kadın ve çocukları dilinden düşürmeyen AKP, referandum sürecinde, kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık anlamına gelecek anayasa maddesiyle epeyce oy toplamıştı. Ayrıca niyet okuması yapanlar bu maddeyi alkışlarla karşılasalar da, eklenen bölüm; Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz idi. Kadını eşitsiz kılan onlarca madde, uygulanması dahi düşünülmeyen uluslararası sözleşmeler, kadını koruyayım derken onu ailenin, bağımlı olduğu erkeklerin ellerine teslim eden yasalar dururken bu hükmün bizlere ifade ettiği ise; muğlak bir eşitlik, ne zaman alınacağı belli olmayan tedbirler ve şayet biri bu tedbirleri alacak olursa da eşitliğe aykırı anlaşılmayacağı... Çok şükür! SSGSS’den sonra sıra Torba Yasa’da Referandumda vaatlerini bol kepçe dağıtsa da, AKP hükümeti bugüne kadar kadınlar için ekonomik ve siyasi eşitlik anlamına gelecek herhangi bir tedbir almadı. Hatta iktidarı sırasında Sosyal Güvenlik yasasında yaptığı değişiklikle kadınların emeklilik, sağlık ve çalışma güvenceleri gibi az da olsa kazanılmış haklarını da ellerinden almıştı. Sıradaysa Torba Yasa var ve bu yasa tasarısında da kadınlar için eşitlik maksadıyla alınacak hiçbir tedbir yok. Bu yasa tasarısı; kadınları esnek ve güvencesiz çalışmaya sevk ederken; her daim kadınlara yüklenen çocuk, hasta, yaşlı bakımı konusunda hiçbir şey söylemiyor. Kadınların ev içinde harcadığı emek yine görünmüyor. Kadınlar için iş güvencesi, kota, kreş hakkı yok!
Hakkını arayan kadınlara ise tokat gibi cevap! Hakkını arayan, sokağa çıkan kadınlara yönelik asıl şiddetse devletten! Geçtiğimiz ay, parasız eğitim hakkını talep eden bir kadın, polis dayağı sonucu bebeğini düşürdü. Başbakan aynı pişkinlikle, kadın kuruluşlarının temsilcileriyle yaptığı toplantıda, 17 bin faili meçhul cinayeti görmezden gelmiş, yıllardır her cumartesi kayıplarının hesabını soran cumartesi annelerine “Onlar kim? Ne yapıyorlar. Sadece
oturuyorlar. Tüzel kişilikleri yok. Arkalarında kimler var biliyor musunuz?”diyebildi. AKP iktidarını destekleyen anneler kutsal, ya diğerleri? Kadın cinayetleri, hâlâ münferit! Resmi istatistikler bir türlü açıklanmasa da erkekler 2010’da en az 199 kadını, 2010 Kasım’da ise en az 18 kadını öldürdü. Referandumun yapıldığı eylül ayından beri, bu konuda hiçbir tedbir alınmazken, cinayet sayılarında her hangi bir azalma görülmedi. Şiddet gören kadınlar için bir tedbir olacak sığınma
evlerinden hiç bahsedilmedi. Kadın katillerini ödüllendiren haksız tahrik ceza indirimine ise dokunulmadı. Üstüne üstlük, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf, A.P.’nin kocasının barışma teklifini kabul etmediği için defalarca tehdit edilip, sokak ortasında öldürülmesine cevaben “Bu münferit bir olay. Yasalarımızda eksik yok ama uygulama sabahtan akşama olmuyor” dedi. Engellilere yönelik AKP tedbiri; tecavüzü engelleyemiyoruz o halde kısırlaştırılsınlar! Referandumda engelliler de unutulmamıştı (!) ve anayasaya şu ibare eklenmişti: “Çocuklar, yaşlılar ve engelliler gibi özel surette korunması gerekenler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılamaz.” Peki, bu süreçte ne oldu? Kocaeli Sosyal Hizmetler Kurulu’nun toplantısında Vali, İl Sağlık Müdürü, İl Özel İdaresi kısacası tüm devlet erkanı toplandı. Toplantıda engellilerden söz açılınca, konuşmacı diş hekimi Sevil Çağlar ‘Maalesef zihinsel engelli kızlarımız tecavüze uğruyor ve çocuk dünyaya getiriyor. Bu, benim mahallemde bile yaşandı... Dünyada, bu durumdaki kızları kısırlaştırma tartışmaları var. Üniversitelerde kurulacak etik kurullar kısırlaştırma konusunu ele almalı’ dedi ve tecavüzlerin önüne geçmeyen devlet erkânına bu öneri mantıklı gelmiş olacak ki ses çıkarmadı, taa ki medyada tepkiler gündeme gelene kadar. Sözün özü, AKP iktidarı göz boyasa da, kadın-erkek eşitsizliğinin baş mimarlarından biri durumunda. Biz kadınlar, en temel haklarımızdan mahrum bırakılmayı kabul etmemeli, hak mücadelemizle gaspçılar iktidarını alaşağı etmeliyiz.
İş Yasası’nda kadın-erkek eşitliğini düzenleyen hükümler şöyledir: Eşit Davranma İlkesi • 4857 sayılı yasada, iş ilişkisinde dil, ırk, cinsiyet, siyasal düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ve benzeri sebeplere dayalı her türlü ayrımcılık yasaklanmıştır. Eşitlik konusunda getirilen en önemli düzenleme, iş sözleşmesinin yapılması, çalışma koşullarının belirlenmesi, uygulanması veya iş sözleşmesinin sona ermesinde cinsiyet ayrımına bağlı ayrım yapılamayacağına dairdir. Buna göre, işveren, biyolojik veya işin niteliğine ilişkin sebepler zorunlu kılmadıkça bir
işçiye, iş sözleşmesinin yapılmasında, şartlarının oluşturulmasında uygulanmasında ve sona ermesinde cinsiyet veya gebelik nedeniyle doğrudan veya dolaylı farklı işlem yapamaz. Yine, aynı veya eşit değerde bir iş için cinsiyet nedeniyle daha düşük bir ücret kararlaştırılamaz. İşçinin cinsiyeti nedeniyle özel koruyucu hükümlerin uygulanması, daha düşük bir ücretin uygulanmasını haklı kılamayacağı da yasada yer almıştır. Görüleceği gibi, işverenlere
çalıştırdıkları işçiler için eşit davranma yükümlülüğü getirilmekte ve cinsiyet ayrımı yasağı getirilmiştir. Bu hükümler, kadının korunması ilkesine dayanan pozitif ayrımcılık olduğundan hukuka uygundur. İşçinin ispat etmesi halinde iş ilişkisi sona ermiş ya da devam ediyor olsa bile bu yasağa aykırı davranan işveren, işçiye ücretinin dört aylık tutarı kadar tazminat ödeyecektir. Ayrıca eşitlik ilkesine aykırı davranan işverene idari para cezası da verilebilecektir.
7
BİR KAVRAM Duygusal şiddet er gün ortalama 3 kadın erkekler H tarafından öldürülüyor. Dünyada ve Türkiye’de her üç kadından biri
şiddet görüyor ve bu şiddet genellikle kendilerine en yakın erkekler (baba, eş, sevgili) tarafından gerçekleştiriliyor. Bu vahim tablo, bize kadına yönelik şiddet konusunda acilen bir şeyler yapmamız gerektiğini hatırlatıyor. Kadına yönelik bu soykırıma sessiz kalmamamız ve onu daha da görünür kılmamız hayati önemde. Bizler de bu saikle, bu sayıda kadınlara yönelik görünmeyen bir saldırı biçimi olarak duygusal şiddet konusunda bilinçlenmenin önemli olduğunu düşündük. Kadına yönelik şiddet dendiğinde fiziksel, cinsel, ekonomik ve devlet kaynaklı şiddet türleri akla geliyor. Ama yetmezmiş gibi; bilhassa kadınların hayatında olan erkekler tarafından evlilik hayatında, aile içinde, iş yerinde mağduru olduğu bir saldırı türü de duygusal şiddet. Bu saldırı biçimi, kadınların hayatında öylesine sinmiş ki, belki de en sık gördüğümüz bu şiddetin farkında bile değiliz, veyahut onu normal görüyoruz. Örneğin fiziksel şiddetin sonuçları görülebilir ve müdahale edilebilmesi daha kolay olduğundan duygusal şiddet söz konusu olduğunda, kadınlar yalnız olduklarını düşünerek, durumu içlerine atmakla yetiniyorlar ancak duygusal şiddetin sonuçları çok daha derin ve uzun vadeli oluyor.
Duygusal şiddet nedir? • Duy-
guların, duygusal ihtiyaçların; zorlama, aşağılama, bağırma, kötü sözler sarfetme, öfke boşaltma, baskı uygulama yoluyla istismar edilmesidir. Örnek olarak; kadının dinine, ırkına, geçmişine ait değer ve inançlarının, aile ve arkadaşlarıyla olan ilişkilerinin aşağılanması; sözlü aşağılamalarda bulunarak özgüvenini sarsmak, manevi destek alabileceği kişilerden soyutlanacağı şekilde davranarak kadının günlük hayatını denetleyerek üzerinde baskı kurmak, kendisini suçlu hissetmesini sağlamak, patolojik düzeyde kıskançlık ve inanmama... Duygusal şiddette, fiziksel müdahale olmasa da kadının iradesini kıracak, çaresiz ve güçsüz hissetmesini sağlayacak, kadını erkeğin tahakkümü altına sokacak müdahaleler vardır. Diğer şiddet türlerinde olduğu gibi burada da, erkeğin yaşı, mesleği, eğitim düzeyi fark etmeksizin her erkek fail olabilmektedir.
Ne Yapmalıyız? • Duygusal şiddet
türü görünmediğinden ötürü, kadınların bu konuda farkındalık kazanması çok önemlidir. Hükümet, medya cinsiyetçi diliyle bu durumu normal kılsa da kadınların yaşadıklarına ismini koymaları ve bunu normal kabul etmemeleri çok önemlidir. Duygusal şiddet için, kanunlarda özel bir hüküm düzenlenmemiştir. İşyerinde uygulanan psikolojik şiddet ve evlilik için de bir takım düzenlemeler mevcut olsa da; bütün kadınları kapsayacak bir düzenleme yoktur. Bunun için böylesi bir dönemde, kadınların yalnız olmadıklarını bilmeleri ve kadın dayanışması ağlarını örmeleri çok önemlidir.
8
ARKA PLAN
Türkiye’de durum 6. Oysa Türkiye’deki demokratik dönüşüm İşçi Cephesi, Ocak 2011 ancak asker-polis rejiminin lağvedilmesi; Kürt halkına kendi kaderinin tayin hakkının tanın1. Türkiye Cumhuriyeti sahip olduğu sınırlı ması; tarım devriminin gerçekleştirilmesi ve sermaye birikimi ile emperyalist devletlere emperyalizmden kopulması yoluyla olanakmali ve diplomatik açıdan bağımlı kapitalıdır. Ulusal ve tekelci burjuvazi ve bugünkü list bir ülkedir. 1980’den bu yana başa gelen temsilcisi AKP hükümeti bu dönüşümün hükümetler tarafından ekonomik anlamda ne programına, ne de önderlik kapasitesine liberal, siyasal anlamda gittikçe muhafazakâr ve isteğine sahiptir. Bürokrasinin kendi gepolitikalar bütünü ile emperyalist dünya siste- lişimini engelleyen çıkarlarını törpülemek mine uyum sürecini idame ettirmektedir. istemekle birlikte halk kitlelerinin tepkisi 2. Devletin ekonomik faaliyetlerden çekilkarşısında duyduğu korku onu baskı rejimimesi anlamında küçülmesine karşılık gelen bu ni muhafaza etmeye ve emekçi halk yığınları neoliberal politikalar, bir yandan eğitimden üzerindeki kontrolünü ABD ve Avrupa’dasağlığa her türlü hizmetin özelleştirilme yolu kine paralel bir süreçle dinî ideolojinin ile piyasalaştırılması ve sosyal hakların gaspı muhafazakârlaştırıcı etkisiyle kurmaya gibi sonuçlar doğururken, bir yandan da üre- yöneltmektedir. tim sürecinin esnekleşmesi, güvencesizleşmesi 7. Bu etki, aynı zamanda, rejimin ve üretenlerin örgütsüzleşmesi sonuçlarını erkek-egemen yapısını da kuvvetlenberaberinde getirmiştir. dirme eğilimi göstermektedir. Emeğin 3. AKP hükümeti ilk dört yıllık iktidarı muhafazakârlaştırılması kadınının emek boyunca bu politikaların hızlı ve istikrarlı piyasasındaki ikincil konumunu daha uygulayıcılarından biri olarak, egemen burju- da kötüleştirirken, aynı anda, “analık” vazinin, özellikle Özal’ın ölümünden sonra ve üzerinden kadına biçilen toplumsal rol de derin ekonomik bunalımla birlikte yaşamaya pekiştirilmektedir. Erkek-egemen yapının başladığı önderlik krizini aşmasına katkı subir diğer yönü ise lgbtt bireylere yönelik narken; arkasına aldığı kitle desteği ile birlikte saldırı ve kısıtlamalarla açığa vurulmakemperyalizm yanlısı mali ve sınai sermayenin tadır. Bizzat hükümet temsilcileri taratemsiline aday tek parti olduğunu 2007 Genel fından bir tür hastalık olarak mahkûm Seçimleri, 2009 Yerel Seçimleri ve son olarak edilen cinsel yönelim, nefret suçlarının Referandum sonuçları ile birlikte kabul ettirtoplumsal zeminini oluştururken, lgbtt miştir. bireylerin var olma koşullarını doğrudan tehdit etmektedir. 4. AKP hükümetinin sekiz yıllık iktidarı boyunca burjuvazi tarafından belirleyici politiSınıf mücadelesinin durumu kaları iki başlıkta özetlenebilir; 1) neoliberal 8. Burjuvazi AKP hükümeti ile birlikte ekonomi politikalarının uygulanması, 2) bu siyasal istikrarını tesis etmeye çalışırken, süre politikaların uygulanması önünde engel teşkil giden ekonomik saldırı politikaları, krizin eden niteliklerinden arındırarak devlet erkinin sonuçları karşısında “bedeli işçilere ödetme” yeniden yapılandırılması. çözümleri ile birleşmiştir. Çeşitli sosyal ve 5. Devlet erkinin yeniden yapılandırılması sendikal hak kayıplarını, çalışma hakkını süreci Anadolu sanayi ve ticaret burjuvazisinin fiilen kaybetme süreci izlemiş; esnek, sendikendi gelişmesi önünde bir engel olarak görkasız, düşük ücretli çalışma düzeni krizle bir düğü askeri ve sivil bürokrasinin ayrıcalıkları- kez daha meşrulaştırılmıştır. Ayrıca dünya ve nı törpüleme, yasama ve yargı organlarındaki Türkiye’deki eğilim, krizle yeniden meşrulaştınüfuzlarını engelleme yoluyla rejimin çok rılan bu uygulamaların yeni çalışma düzeninin başlılığından kaynaklı krize bir son verme ça- kurallarını belirleyeceğini göstermektedir. basını da beraberinde getirir. Tekelci sermaye 9. İşçi sınıfı, bu koşullara karşılık sendikalı ve Anadolu sermayesinin emperyalist sistemle ve sendikasız işyerlerinde mücadeleler örgütentegrasyon ve gelişimleri önündeki engellerin lemektedir ancak bu mücadeleler savunma kaldırılması gayesinin bir sonucu olan bu yehattını geçememektedir. Sendikalı olmayan işniden yapılandırma politikaları AKP hüküme- yerlerinde direnişin geleceği işçilerin dayanma ti tarafından “ceberut devlet” imajını kırmaya gücünün sınırına tabi olurken, sendikalı işyeryönelik bir dil ve üslupla “demokratikleşme” lerinde ise süreç sendika bürokrasisinin uzlaştartışmaları etrafında gündeme getirilmekte ve ma/işbirliği yaklaşımı ile çoğunlukla işçilerin bu yanılsama etrafında bir kamuoyu desteği aleyhine sonuçlanmaktadır. Bu savunma hattı yaratılmaya çalışılmaktadır. çizgisini aşabilen ve görece daha uzun soluk-
lu direnişler ise sendikal faaliyet-örgütlenme nedeniyle işten çıkarımların olduğu işyerlerinde görülebilmektedir. Bu mücadelenin akıbeti ise bir yandan işçilerin işyerindeki örgütlülük düzeyi bir yandan da sendikanın kararlılığı ile belirlenmektedir. sendikalı-sendikalı olmayansendikalılaşan işyerleri olsun süre giden her mücadelenin ileriye gitme dinamiğini oluşturacak sınıf birliği ve dayanışmasındaki zayıflık, saldırılar karşısındaki savunma gücünün de niteliğini ortaya koymaktadır. Var olan savunma gücü, sınıfın örgütsüz; direnişlerin parçalı yapısı nedeni ile oldukça zayıf kalmaktadır. 10. Bu zayıflık, AKP hükümetinin işçi ve
emekçi yığınlar üzerinde kullandığı “ikna” ve yetmediğinde “zor” araçlarının etkisi ile birleştiğinde işçi sınıfı aleyhine bir durumu güçlendirmektedir. 11. Dünyada ve Türkiye’de sendikalılaşma oranları gittikçe düşmektedir. Aynı zamanda hükümetler tarafından çıkarılan yeni yasalarla sendikalar işlevsiz hale getirilmektedir. Bunun son örneklerinden biri, Türkiye’deki anayasa kısmi değişiklik paketinde görülmüştür. Sendikalı oldukları için işten atılan yüzlerce örnek yokmuş gibi işçiye birden fazla sendikaya üye olma hakkı verdiğini iddia eden hükümet, özünde var olan sendikal örgütlülüğü de kırma-bölme ve mücadeleci sendikaları sarı sendikalarla frenleme yolunda önemli bir adım atmıştır. 12. Diğer yandan, sınıfın az sayıda örgütlü kesimine karşılık gelen sendikalarsa, sendikal bürokrasilerin sınıf uzlaşmacı tavrı yüzünden
ARKA PLAN başlayan az sayıda mücadelenin de önünde durabilmekte ya da taban basıncı ve/ya bizzat kendi varoluş kaygıları nedeniyle başlattıkları/ destekledikleri direnişleri belli bir aşamada yavaşlatma, yalnızlaştırma ve sonuç olarak sönümlendirme işlevi görebilmektedirler. 13. Sol parti ve grupların çoğunluğu sınıfın bilinci ve hareketinin mevcut durumunu zaman zaman izlenimci zaman zaman hareketçi bir anlayışla yorumlayarak sınıfın süre giden önderlik krizine çözüm yaratmaktan uzak durmaktadırlar. Kimi sekter tutumlar direnişlerin bir araya gelmesini engeller hatta kendi içinde bölünmesine bile neden olurken, kimi uyarlanmacı eğilimler de anti-partici tutumları ile birlikte işçi sınıfını mücadelenin öznesi olma konumundan uzaklaştırmakta, işçi sınıfının iktidar hedefini ihmal etmektedir. 14. İşçi sınıfının iktidar hedefini ihmal eden siyasi kurumların karşı karşıya kaldığı bir diğer sorun ise mevcut toplumsal hareketlerin
taleplerini ve bunun sınıf mücadelesi ile bağlarını kurma yetisini gösterememektir. Bunun iki temel sonucu vardır: Birincisi, Sol’un çoğu kesimi bu hareketlerle ilişkisini kendi güncel duyarlılığı oranınca bir “dayanışma” olarak ortaya koymakta ve eylem birliklerine yönelik bir çabaya girişmemektedir. İkincisi, Sol’un belli kesimleri tüm mücadele alanlarını ve inşa perspektiflerini bu hareketlerin içinden kendilerince taktiksel gördükleri bazılarının –genellikle birinin- mücadelesine indirgemektedir. Neticede, kadın hareketi, lgbtt hareketi, öğrenci hareketi, çevre hareketi, hepsi ayrı öznelerce ayrı birer mücadele alanı olarak tarif edilmekte, göreli yükselişlerine göre değer biçilmekte ve daha önemlisi bu sorunların her biri programsızlaştırılmaktadır. Kürt ulusal mücadelesi 15. Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi günümüzde gittikçe yaygınlaşarak bir demokra-
tikleşme sorunu olarak sunulmakta, çözümü, rejimin demokratikleşmesi yolu ile gösterilmektedir. Oysa tüm açılım projesi ile birlikte ortaya koyulan, kültürel haklara işaret eden rejim içi bir çözümden öteye geçmemektedir. Kürt ulusal sorununun en belirleyici talebi “kendi kaderini tayin” hakkı çözüm tartışmalarında söz konusu bile edilmezken, rejimin çizdiği bu çözümün sınırlarını zorlayanlar baskı ve zor ile sindirilmektedir. 16. Mevcut önderlik, silahlı-reformist karakteri gereğince bu süreç karşısında da uyarlanmacı bir çizgi izlemekte, Türk burjuvazisi ve AKP hükümeti ile işbirliği çabalarını sürdürmektedir. Referandum süreci bunun en güncel örneğidir ve genel seçimleri işaret eden söylemler son olmayacağının da kanıtıdır. 17. Oysa rejimin dönüştürücü gücü olabilecek ve tarım devriminin yolunu açacak bir Kürt ulusal mücadelesi, ancak kaderini tayin hakkı etrafında örülebilir ve böylesi bir mücadelenin tek ittifakçısı işçi sınıfıdır. Hükümetin rejimi dayatan çözümü ve önderliğin bu çözüme uyarlanan çizgisi Kürt burjuvazisi ve Kürt işçi sınıfı arasında -önümüzdeki dönem Sol ile eylem birlikleri açısından belirleyici olacak- ciddi bir ayrışma potansiyeli içermektedir. Sonuçlar ve olasılıklar 18. Burjuvazinin siyasi istikrarı bunun karşısında işçi sınıfının mevcut sınıf bilinci ve örgütlülüğü değerlendirildiğinde Türkiye’de devrimci olmayan bir durum yaşanmaktadır. Ancak mevcut neoliberal saldırılar ve emekçi yığınlar üzerindeki baskıcı politikalar karşısında dağınık ve parçalı da olsa sürdürülen savunma mücadeleleri, hak kayıplarının ağırlaşıp yaygınlaşacağı önümüzdeki dönem için –ki bu dönem, kronikleşen krizlerin etkisi ile ekonomik büyüme grafiklerinin aniden ters yüz olabileceği, beraberinde daha derin ve yaygın toplumsal sorunları getireceği kırılgan bir dönemdir- önemli bir potansiyel taşımaktadır. 19. Bugün işçi sınıfının genç kuşak büyük çoğunluğu için sendika, sigorta gibi haklar çalışma yaşamı boyunca ya çok kısa süreli ya da hiç elde etmediği haklardır. Bu nedenle, yaşanan hak kayıpları bu kesimleri doğrudan etkilememekte ve bir şekilde bu koşulların normalleştiği bu kesimler toplu işten çıkarma gibi süreçlerle karşı karşıya kalmadıkları sürece mücadeleye geçme konusunda daha pasif durabilmektedir. Bu dönemde, özellikle -geçtiğimiz yıl TEKEL direnişinde tanık olduğumuz gibi- göreli kayıpların, yoksulluğun yaşandığı yani koşulların göreli olarak daha çok kötüleştiği emekçi kesimlerde, direnişler, daha örgütlü ve uzun soluklu olma dinamiğine sahiptir. 20. Sınıfın öncüsüne düşen görev ekonomik saldırılara, asker-polis rejiminin anti-demok-
9
ratik baskıcı uygulamalarına, cinsiyetçiliğe, ezilen Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının reddedilmesine, işsizliğe ve yoksulluğa karşı oluşturulacak eylem programı ile toplumun tüm sömürülen ve ezilen kesimlerine yol göstermesidir. 21. Kitlelerin bağımsız sınıf seferberliklerini amaçlayan böyle bir eylem programı ise öncelikle bugün yaratılan suni yarılmayı aşarak mümkün olabilir. Bu yarılma, kendini hem asker-polis rejimine karşı mücadelede, hem de sınıf mücadelesi ekseninde gösteren “eskiyeni”, “statüko-değişim” ayrışmasına karşılık gelmektedir. AKP hükümeti, temsilcisi olduğu tekelci sermaye ve Anadolu sermayesinin ekonominin ve devlet yapısının emperyalist sistemle uyum içinde yeniden yapılandırılması programının uygulayıcısı olarak, kitlelerin mücadelesinin önünü kesecek bir kırılma noktası yaratmaya çabalamıştır. “Eskiden/ eskilerden kopuş” söylemiyle süre giden saldırı programını ‘vesayet rejimi ile hesaplaşma’, ‘demokratikleşme’, ‘milletin iradesini hâkim kılma’ olarak meşrulaştırmaya çalışmış, bu meşrulaştırmayı yaparken dünyadaki eğilime paralel olarak Yürütme’nin güçlenmesinin önünü açmış; ve referandum maddeleri dâhil tüm uygulamalarını ‘değişim’ ve eskilerin yarattığı sorunlara ‘çözüm’ olarak yansıtmıştır. 22. Yaygınlaştırılmaya çalışan değişim yanılsaması ve buna eşlik eden dil ve söylem çeşitli “açılım” projelerini de beraberinde getirmiştir, ancak oluşturulan bu dil ve söylemin sınırını yine bu dilin kendisi açığa sermektedir. Bu ‘değişim’in sınırı bizzat rejimin kendisidir. İşçi sınıfı ve Kürt halkının mücadeleci kesimlerine yönelik baskı araçlarını elden bırakmayan hükümet, tüm kesimlere rejim içi çözümler dayatırken, bu sınırlara uymayan kesimleri ise polisiye vaka haline getirmektedir. Ceberut devletin yıkıldığı imajını güçlendiren bu eskilerin (uygulamaların) tasfiyesi dili, sıra emek mücadelesine, Kürt halkının kaderini tayin hakkı mücadelesine ve kadının özgürlük mücadelesine geldiğinde, değişmez dil ve söylemle devletin sömürücü, baskıcı ve erkek-egemen yapısından zerre taviz vermemektedir. 23. Bu nedenle, eski ve yeni ayrışması ve bunun yarattığı yarılma suni ve aşılması gereken bir durumdur. Aşılması gerekir çünkü rejimin özünü koruyarak yarattığı bu ayrışma muhalif kesimlerin sürece uyarlanmasından öte bir amaç taşımamaktadır. Sınıfın öncüsüne düşen görev, yaratılmaya çalışılan bu uyarlanmacı çizgi karşısında mücadeleci bir çizgiyi ilerletmektir. Bunun içinse kalkış noktası, işçi sınıfı ve kitle seferberlikleri içinde devrimci bir işçi partisinin inşası referanslarımızı bu uyarlanmacı eğilimler karşısında geçiş taleplerimiz ve acil ekonomik ve demokratik taleplerimizle birlikte örgütleme mücadelemize devam etmektir.
10
ULUSAL SORUN
Demokratik Özerklik Modeli ve tartışmaları üzerine:
Kürt sorunu artık var, çözümü ise hâlâ... Cemre Sava, 9 Ocak 2011
K
ürt sorunu etrafında çeşitli tartışmalar sürüyor, çoğunluğun hemfikir olduğu nokta, bugün en azından, sorunun inkâr edilmediği bir aşamaya gelinmiş olması. Ayrışılan yer ise sorunun ve çözümün adının koyulması sürecinde. Sorunun ve çözümün adını koymak Sorunun inkâr edilmediği bir aşamaya gelindi, öncelikle Kürt halkının rejimin inkâr ve imha politikalarına karşı sabırlı ve ısrarlı direnci ve mücadelesi sonucunda… Ancak en az bunun kadar belirleyici diğer etken sorunun burjuvazi için gittikçe artan ve daha fazlası karşılanamaz bir maliyet sorununa dönüşmüş olması. Bu nedenle, burjuvazi açısından sorunun bir “azgelişmişlik sorunu” olarak adlandırılması ya da tekelci
Taslak, hem MGK hem Başbakan tarafından “tek dil, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” şiarıyla eleştirildi, aslında eleştirilmedi bile, bastırıldı. Üstelik bastırılmaya çalışılan sunulan modelden öte bu projeyi ortaya koyan, tartışmaya açan, çözüm masasında kendine yer açmaya çalışan muhataplardı. Çünkü baskı rejimi için, çözümün, kendisinden başka muhatabı yoktur, olamaz. Evet, bugün Kürt sorununun varlığı kabul edilmiştir, ama Kürtler hâlâ bir özne olarak kabul edilmemiştir. Bu durum, hükümetin çözüm yönteminin ve sınırlarının iç yüzünü açığa çıkarıyor, ama aynı zamanda DTK tarafından sunulan “Demokratik Özerklik Modeli Taslağı”nın en zayıf yanını da ortaya koyuyor. Demokratik Özerk Kürdistan Toplum Kongresi
“Barışçıl” ya da “demokratik” çözüm olarak sunulan tüm öneriler, rejimin niteliğinde bir değişime değil sınırlarında bir esnemeye işaret ediyordu burjuvazi ile Anadolu burjuvazisinin neoliberal politikalarının üzerinde yükseldiği üçlü sac ayak olan ABD ile stratejik ilişkilerin geliştirilmesi, Avrupa Birliği’ne tam entegrasyon, Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesine uyumlu bir Türkiye hedeflerinin önündeki engel olarak görülmesi şaşırtıcı değil. Dolayısıyla burjuvazinin hükümetten beklentisi, bu engeli aşacak açılımlar; ama elbette rejimin istikrarını bozmadan. Bir diğer ifadeyle, rejimin baskı ve şiddet uygulamalarını bir anlamda yumuşatıp takviye edecek demokratik gericilik politikalarına yöneliyorlar. Amaç, kitlelerin hoşnutsuzluklarını ve eylemlerini kısmi uzlaşmalar ve tavizlerle rejimin içine çekerek durdurmak. (Ayrıntı için, bknz: Yusuf Barman, “Rejim ve Kürtler”, Mesafe, n.4) Bu nedenle, açılım tartışmalarının en başından bu yana, burjuvazinin ve onun bugünkü siyasi temsilcisi AKP hükümetinin öneri ve uygulamalarını, “rejim içi çözüm” arayışları olarak eleştirdik. “Barışçıl” ya da “demokratik” çözüm olarak sunulan tüm öneriler, rejimin niteliğinde bir değişime değil sınırlarında bir esne-
Taslak Kürt sorununun çözümü için en önemli hedefin Demokratik Özerk Kürdistan’ın inşası olduğunu belirtiyor ve Demokratik Özerklik modelini şu şekilde ifade ediyor: “Demokratik Özerk Kürdistan Toplum Kongresi, demokratik Türkiye Cumhuriyeti parlamentosuna kendi temsilcilerini göndererek ortak vatan politikalarına dâhil olur. Demokratik Özerk Kürdistan kendisini temsil eden özgün bayrak ve sembollere sahiptir.”
Kendi Kaderini Tayin Hakkı Sürecin en çelişik yanı ise bu noktada belirginleşiyor. Devlet nezdinde siyasi bir özne olarak bile kabul edilmeyen Kürtler, devletten bölgesel bir siyasi statü talep ediyorlar. Bu durum, DTK tarafından sunulan çözümün zayıf yanı olarak nitelediğim eksiklikle doğrudan ilişkili. Bugün Kürt sorununa çözüm rejim tarafından kültürel hakların “bahşedilmesi” olarak dayatılırken, Kürt önderliği de bu sürece hızlı bir uyarlanma süreci izleyerek, taleplerini kültürel ve yönetsel olanlarla sınırlamış durumda. Sorunun çözümünün rejimi dönüştürücü etkisinden sürekli bahsediliyor, bir “demokratikleşme sorunu” yaşandığının altı çiziliyor, bahsedilmeyense, sorunun öncelikle bir ulusal sorun olduğu ve tarihsel devrimci demokratik dönüşümlerle bağlantısı… Bir ortak vatan hedefi, bu ortaklığı paylaşacak ulusların siyasal eşitliği olmadan mümkün mü? Aksi zaten “ortak” olmayacağına göre, değil… Bugün çözüm masasına kendinden başkasını oturtmayan, “ben yaparım, olur” diyen hükümet, DTK’nın ve BDP’nin “ortak” vatan vurgusunu, “tek vatan” diyerek sindiren hükümet ve onun bu muhatapsızlaştırıcı uygulamaları karşısında, kendi kaderini tayin hakkını içermeyen her çözüm bu nedenle eksiktir ve rejimi demokratikleştirici etkiden yoksun kalmaya mahkûmdur. Bu yüzden, bugün Kürt halkının ulusal demokratik hakları için verdiği haklı mücadelenin en büyük açmazı önderliklerinin dile getirdiği taleplerin baskı rejimiyle bir uzlaşma noktası arayan sınırlılıklarıdır.
Baskı rejimi için, çözümün, kendisinden başka muhatabı yoktur, olamaz. Evet, bugün Kürt sorununun varlığı kabul edilmiştir, ama Kürtler hâlâ bir özne olarak kabul edilmemiştir Taslak, buna ilave olarak iki dilli bir model öneriyor: “Kürtçenin kamusal alanda kullanımı önündeki engellerin kaldırılarak anaokulundan üniversiteye kadar eğitim dili haline getirilmesi sağlanmalıdır. Demokratik özerk Kürdistan’da resmi dil Kürtçe ve Türkçe ol-
(Bunun en güncel örneği, referandumdaki politik tutum olmuştur.) Oysa Kürt işçi sınıfı ve yoksul köylülüğünün mevcut baskı rejiminin sürmesinden yana bir çıkarı yoktur,
Çözüm masasına kendinden başkasını oturtmayan, “ben yaparım, olur” diyen hükümet, DTK’nın ve BDP’nin “ortak” vatan vurgusunu, “tek vatan” diyerek sindiren hükümet ve onun bu muhatapsızlaştırıcı uygulamaları karşısında; kendi kaderini tayin hakkını içermeyen her çözüm eksiktir ve rejimi demokratikleştirici etkiden yoksun kalmaya mahkûmdur meye işaret ediyordu. Bunu da imha politikalarından demokratik gericilik politikalarına geçişle öngörüyorlar ve sorunu yine sınırlarını kendilerinin belirlediği bir kimlik ve kültürel hak talebine indirgiyorlardı. Sorun da çözüm de rejimin kaygı ve beklentileri üzerinden tanımlanırken, süreç bir kez daha muhatapsızlaşıyordu. Bu durumun son örneği Demokratik Toplum Kongresi (DTK) tarafından yapılan Demokratik Özerklik Çalıştayı taslağı vesilesi ile yaşanan tartışmalarda görüldü. Taslağın içeriğine değinmeden önce bunun altını çizmekte yarar var:
masının yanı sıra coğrafyamızda konuşulan tüm diller (Asuri, Süryani, Arapça, Ermenice vb) ve lehçelerin kullanımı eğitimi, geliştirilmesi de anayasa ve yasalarca teminat altına alınmalıdır. Hizmet dili Kürtçe olmalı, yerleşim yerlerinin orijinal isimleri iade edilmelidir.” Ayrıca, “demokratik özerklik, Kürt halkının Demokratik Türkiye içinde yaşama iradesidir” denilerek, modelin, temel anlamıyla “siyasi statü” kazanma talebi olarak sunulduğu vurgulanıyor.
ve çözüm, baskı rejimiyle uzlaşma yoluyla değil onu daha fazla taviz vermeye zorlayacak seferberlikler yolu ile gelecektir. Kuşkusuz bu zemini yaratacak, Kürtlerin ulusal ve demokratik mücadelelerini Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkı ile enternasyonalist bir temelde birleştirmeleri olacaktır. Ve bu sorumluluğun daha fazlası egemen ulus kökenli emekçi ve devrimciler için söz konusudur: Kürt halkının ulusal demokratik hakları için verdiği mücadeleyi koşulsuz desteklemek ve rejimin Kürt halkına ve onun siyasi iradesine yönelik her türlü saldırısına karşı mücadele etmek...
GENÇLİK
11
Öğrenci hareketi: Nereye doğru? Dicle Nadin, 7 Ocak 2011 üksek harç zamları, eğitimdeki bütçe kısıntıları gibi ortak saldırı planına, kitlesel eylemlerle karşılık veren Avrupalı öğrencileri, bu kez Türkiye’deki öğrenciler izliyor. Aynı planın parçası ve bu topraklardaki uygulayıcısı AKP Hükümeti’ne yönelik protestolar geçtiğimiz aylarda Başbakan’ın Boğaziçi Üniversitesi’ni ziyaretiyle başladı. Öğrenciler şikâyetlerini dile getirmeye çalışırken, yeriyle ironik bir şekilde de olsa gaz bombaları ve polis şiddetiyle karşılaştı.
Y
Marmara Üniversitesi’nde geçtiğimiz hafta yaşanan faşist saldırı, YTÜ, Hacettepe ve Anadolu Üniversitesi’ndeki polis saldırıları, parasız eğitim istedikleri için öğrencilerin tutuklanması, Anadolu Üniversitesi’nde kantini boykot ettikleri için öğrencilerin 17 bin lira cezaya mahkûm edilmeleri, Başbakanı protesto eden öğrencilere verilen adli cezalar, İÜ’de polise sınırsız arama yetkisi verilmesi gibi olaylar, öğrencilerin haklı öfkelerine yönelik korkunun resmidir... Anlatılanın kendisi
ci hareketlerini değerlendirirken, öğrenciler hükümetlerin kemer sıkma politikalarına yönelik tepkilerini, sayısız işçi grevini ve toplumsal öfkeyi yanlarına alarak, sendikaları, yerel örgütlülüklerini harekete geçirerek kitlesel bir biçimde karşılık vermişlerdi. Gerek okullarını, gerek hükümet parti binalarını işgal ederek; alanlara çıkarak taleplerini ortaya koymuşlardı. Türkiye’de ise, haklılığı ve yarattığı olumlu havaya rağmen, böyle bir atmosferden söz edemiyoruz.
Buradan hareketle, Türkiye’deki kıpırdanmaları, adına yükseliş diyemeyecek kadar hayli kırılgan bir yapıya sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ne yükselen bir sınıf hareketinin, ne de diğer mücadelelerin bir parçası olarak ortaya çıkan; öğrencilerin ortak taleplerini değil de, hükümet karşıtı bir söylemi merkezlerine alan bu eylemliliklerin sınırlılığı açıktır. Gücünü kitlelerden almasa bile, bu süreçte onları da tetiklemekten şimdilik uzaktır. Öte yandan hükümet cephesinden karşı taarruz olarak okunan artan polis şiddeti ve baskıyı da; yalnızca gelişen eylemlilikleri bastırmak olarak algılamak da bizi bir yanılgıya götürür. Bologna planıyla işletilen program ve komşu kıtada yaşananlar bize iktidarın önümüzdeki dönemde de toplumsal daha fazlasının olduğunu işaret ediyor. Neolimuhalefete karşı olacak muhtemel tavrına dair beral politikaların şekillendirdiği yeni üniveripucu vermektedir. site modelinin bir parçası olarak baskı, krizle Öncelikle şunu kabul etmek gerekiyor ki, birlikte daha fazla sömürülmeye aday işsiz Türkiye’de kitlesel bir öğrenci hareketinin Görünen o ki; öğrenci protestoları sadece öğ- öğrenci profilini, esnekliği temel alan yeni varlığından söz edemiyoruz. Gerçekleşen pro- renci kitlelerini politize edecek bir meşruiyet çalışma düzenine göre şekillenen ve kârlılığa testolarda ve eylem biçimlerinde de görüldüğü zemini yaratmamış; aynı zamanda rejime ve hizmet eden eğitim modelini yaratmak amagibi eylemler bir grup öncü öğrencinin, sosya- hükümete ilişkin “demokrasi” yanılsamalarıcıyladır. Bu yüzden gerçekliklerimizi kavralist grupların inisiyatifinde gerçekleşmektedir. nı da bertaraf etmiştir. Tam da geniş öğrenci yarak, açılan çatlağı genişletmek, sorunları Buna rağmen öğrencilerin tepkilerinin kamu- kitlelerini kapsamak için sıradaki adımın ne talepleştirmek, daha fazla öğrencinin bir araya oyunda, gövdelerinin yarattığı etkiden daha olacağını tartışmanın zamanıdır. Fakat bunu geldiği bir mücadele hattı örmek gerekiyor. fazla yankı bulması, rejimin baskıcı yüzünün tartışmak için öğrenci muhalefetinin durumu- Elbette sorunlarımızı salt öğrencilerin sorunu direkt açığa çıkmasını sağladı. nu ve eylem biçimlerini irdelemek gerekiyor. gibi algılamamak, gücümüzün birlikteliğimizden geldiğinin bilincinde olarak hareket ODTÜ’de 2200 polisin kampüsü basması, Daha önceki sayılarımızda Avrupa’daki öğren- etmeliyiz. Yaşananlar, Başbakan’ı korumaya yönelik alınan bir güvenlik tedbiri değildi; nitekim tepkilerini dile getiren insanların birer asayiş vakası haline geldiği ülkemizde, Dolmabahçe Rektörler Buluşması’nda da polisin uyguladığı şiddetle kendisini bir kez daha ortaya koydu. Yapılan protestolarda öğrenciler dayak yedi, bir kadın öğrenci ise bebeğini kaybetti. Bu olaylara ilişkinse, hükümet sözcüsü Egemen Bağış, “öğrenciler aşırı şiddet kullandılar” dedi! Hemen ardından, AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Süheyl Batum ve Burhan Kuzu’nun yumurta atılarak protesto edilmesi, ‘Türkiye’de öğrenciler de varmış!’ dedirtecek cinsten bir tartışmayı başlattı. Acaba öğrenciler var mıydılar, hiç miydiler? Ne zamandan beri seslerini yükselttirdiler?
YURT-KUR önce barınma sorununu çözsün! İC - Haber, 3 Ocak 2011
K
redi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürü Hasan Albayrak yurtlara giriş saatleriyle ilgili esneklik taleplerine karşı devlet yurtlarında kız öğrencilerin saat 21.00’dan sonra kilit altında tutulmasını savunarak, “Ben o saatte kız çocuğunun başı boş sokakta dolaşmasını doğru bulmuyorum. Kız çocuğunun barda ne işi var?” diye sordu. Albayrak aynı soruyu erkek öğrenciler için sormadı. Albayrak şöyle devam etti: “Yurtlarda kalan öğrencilerimizin yüzde 96-97’si dersleriyle ilgileniyor. Tiyatroya, sinemaya gitmelerine, bir kursa katılmalarına engel yok. Gittiklerinde bunu gösteren belgeleri ibraz ettikleri takdirde hiçbir sorun yaşanmıyor. Hem erken saatte yurda girince ders çalışmaya başlıyorlar. Biz de bu giriş saati uygulaması ile onları ders çalışmaya yönlendirmiş oluyoruz.”
Toplum Gönülleri Vakfı (Tog) Albayrak’a yazdığı mektupta “Dile getirdiğiniz üzere, halen Türkiye’de Yurt-Kur’a bağlı birçok yurdun kapılarının kapanma saatleriyle ilgili
farklı uygulamalar bulunuyor ve bu uygulamalar cinsiyete yönelik ayrımcılığı devlet eliyle güçlendiriyor. 18 yaşını tamamlayan her TC vatandaşının hukuken sorumlu ve ehil olduğunu ve Yurt-Kur’un uygulamalarının TC hukukuna aykırı olduğunu hatırlatmak istiyoruz” diyerek rahatsızlıklarını ifade ettiler. Öğrenciler yurtlarda 8-10 kişilik odalarda , hijyenik olmayan koşullarda, ders çalışmak için ortamları bile olmadan yaşamaya mecburken YURT-KUR başkanının kadın öğrenciler için uygulanan bu ayrımcılığı savunması YURT-KUR’un yükseköğrenim görmeye hak kazanan genç kadınların, ailede öğrendikleri kadınlık rollerini kusursuzca yerine getirmelerini sağlayabilmek üzere üniversite öğrenimi boyunca bir denetim mekanizması olmaktan ileri gitmek istemediğini gösteriyor.
12
İŞ YERLERİNDEN
METAL
arkadaşımız çaresiz sessiz kaldı. Tabii ki bu olay ne bu genç arkaAskerliğini yapmayana daşlarımıza yapılan ilk hak gaspı mesai ücreti yok ne de tüm çalışanlara yönelik son Çalıştığım fabrikada henüz 20 hak gaspı olacak. Patron kendi yaşını doldurmamış birkaç işçi çıkarları doğrultusunda nasıl bizi arkadaşımız var. Bu arkadaşlar işe ayırt etmeksizin sömürüyorsa, biz alınırken belli bölümlere çırak işçilerin de küçük-büyük,gençolarak alınmışlar, kimi iki, kimi yaşlı,usta-çırak ayrımı yapmadan üç yıldır çalışıyor. Aslında fabrihep birlikte bu hak gasplarının kada her işe koşan, her bölümdeki karşısında yek vücut olarak dureleman açığını kapatmak için mayı başarabilmesi gerekiyor. kullanılan kalifiye elemanlar... Bölünerek dağılırsak, kaybeAma fabrikadaki idari amirler deriz! Ama birleşip çoğalırsak, tarafından sürekli baskı altında kazanırız... tutuluyorlar ve tüm angarya işler bu genç arkadaşlarımızın omuzlarına yükleniyor. Ama gelin görün MATBAA ki; diğer tüm işçi arkadaşlar fazla Merhaba İC okurları, çalışmada mesai ücreti alırken, bu Ben Ankara’dan bir İşçi Cephegenç arkadaşlarımıza mesai ücreti si gazetesi okuruyum. Bu ikinci ödenmiyor. Gerekçe ise komik; yazım. Öncelikle yazdığım yazıya askerliklerini yapmamışlar. Patgazetede yer veren İC’li yoldaşlara ronun bu keyfî gerekçesi elbette çok teşekkür ediyorum, beni çok mantıktan uzak ve tek kelimeyle bir hak gaspı. Fakat patronun bu gururlandırdılar. keyfî uygulamayı rahatça hayata Daha önce yazdığım yazımda geçirmesinin altındaki nedenler çalıştığım işyerinde olan sorunlaraçık. dan, ne kadar ağır şartlarda çalıştığımızdan ve bizim üzerimizden Bu genç arkadaşlarımız yokpara kazananlardan bahsetmiştim. sul ailelerin çocukları ve geçim sıkıntısından kaynaklı okulunu Yine çalıştığım işle alakalı bir bırakıp, çalışmak zorunda bırakonuyu sizlerle paylaşmak istekılmışlar. Onları bu fabrikada dim. Kitap sektöründe çalıştığım çalışması için getirenler ise; yine için yolum sürekli baskı yapan bu fabrikada çalışan büyükleri... matbaalara düşüyor ve burada Kiminin babası orada, kiminin çalışan insanlarla sohbet etme akrabası... Bu şekilde iki türlü imkânı buluyorum. Ettiğim baskıya birden maruz kalıyorlar. sohbetlerin sonu hep aynı yere Amirlerinin haksız uygulamaları- çıkıyor, herkes çalışma koşullarınna karşı itiraz ettiklerinde, hemen dan şikâyetçi; bana göre de çok aile büyüklerinden kim varsa haklılar. Çünkü çok ağır koşullarona şikayet edilerek sindirilmeye da ve sağlıklarını tehlikeye atacak çalışılıyorlar. Ve genelde büyükleri imkânlarla çalışıyorlar. de yapılan bu haksızlıklara karşı Bir matbaaya girdiğinizde eğer gençleri savunmak yerine “biz orada çalışmıyorsanız vücudunuzsenin yaşındayken neler çektik, da hissedeceğiniz ilk şey kullanıterbiyeli ol büyüklerine saygısızlık lan mürekkepten dolayı burnuyapma, sana ne söyleniyorsa yap” nuzda ve genzinizde aşırı yanma gibi sözlü uyarılarla tamamen olacaktır. Bu sadece bir başlangıç, sindiriliyor. Geçen hafta bu genç içerde daha neler var neler, ağır arkadaşlarımızdan biri cumartesi yük taşımadan tutun da yağmur günü işe gelmediği için amirlealtında kitaplar ıslanmasın diye rinden hakaret işitmek yetmezmiş verilen mücadelelere kadar. Ama gibi, bir de gelmediği gün için 2 karşılığında ne var, tabii ki insayevmiyesinin kesileceğini öğrennın insanca yaşamasına el vermedi. Aslında cumartesi günü tatil, yecek kadar bir ücret. bu genç arkadaşlarımız dışında Ettiğim sohbetlerden ortaya gelenler mesai ücreti alıyor. Bu çıkan bir iki sonuç daha var. Çalıgenç arkadaşımızın ise mesai şanların hiçbiri fazla mesai ücücreti almadığı yetmezmiş gibi bir retlerini alamamış ve en önemlisi de çalıştığı günler kesiliyor. Bahmatbaanın şehir dışında olmasına settigim bu baskılardan kaynaklı
karşın verilen servis imkânı kaldırılmış. Servisin kaldırılma sebebi de hakikaten içler acısı. Matbaa sahibi alacağının birini alamamış ve buna sinirlenerek servisi kaldırmış. Çalışanların çoğu oraya gitmek ve geri dönmek için toplam dört vasıta değiştiriyorlar. İçinde bulundukları bu durumdan dolayı da işlerinde çalışmak istemiyorlar ama ellerinden de bir şey gelmiyor. Çünkü karşı gelemiyorlar. “Çıkarsan çık bu paraya çok kişi çalışır” deyip başlarından savıyorlar... Sonuçta ne oluyor yine ezilen kişiler emeğini ortaya koyan kişiler sesini yükseltemediği için bir köle gibi çalışmaya mecbur bırakılıyor. İşte burada iş bizlere yani köle gibi çalıştırılan kişilere geliyor. Eğer birlik olur da orada gereken cevabı verirlerse işveren de mecbur olarak onlara istediğini vermek zorunda kalacaktır. Görüldüğü gibi her şey o bildik atasözüne gidiyor, “Birlikten kuvvet doğar” ve bu doğan kuvvet emekçilerin kuvvetiyse karşısında hiç kimse duramaz... İC okuru bir işçi
Bir matbaaya girdiğinizde eğer orada çalışmıyorsanız vücudunuzda hissedeceğiniz ilk şey kullanılan mürekkepten dolayı burnunuzda ve genzinizde aşırı yanma olacaktır. Bu sadece bir başlangıç, içerde daha neler var neler, ağır yük taşımadan tutun da yağmur altında kitaplar ıslanmasın diye verilen mücadelelere kadar. Ama karşılığında ne var, tabii ki insanın insanca yaşamasına el vermeyecek kadar bir ücret. Ettiğim sohbetlerden ortaya çıkan bir iki sonuç daha var. Çalışanların hiçbiri fazla mesai ücretlerini alamamış ve en önemlisi matbaanın şehir dışında olmasına karşın verilen servis imkânı kaldırılmış. Servisin kaldırılma sebebi de hakikaten içler acısı. Matbaa sahibi alacağının birini alamamış ve buna sinirlenerek servisi kaldırmış. Çalışanların çoğu oraya gitmek ve geri dönmek için toplam dört vasıta değiştiriyorlar. İçinde bulundukları bu durumdan dolayı da işlerinde çalışmak istemiyorlar ama ellerinden de bir şey gelmiyor. Çünkü karşı gelemiyorlar. “Çıkarsan çık bu paraya çok kişi çalışır” deyip başlarından savıyorlar... Sonuçta ne oluyor yine ezilen TEKSTİL kişiler emeğini ortaya koyan Merhaba İC okurları, kişiler sesini yükseltemediği için Ben Ankara’dan bir İşçi Cephe- bir köle gibi çalışmaya mecbur si gazetesi okuruyum. Bu ikinci bırakılıyor. İşte burada iş bizlere yazım. Öncelikle yazdığım yazıya yani köle gibi çalıştırılan kişilere gazetede yer veren İC’li yoldaşlara geliyor. Eğer birlik olur da orada çok teşekkür ediyorum, beni çok gereken cevabı verirlerse işveren gururlandırdılar. de mecbur olarak onlara istediğini vermek zorunda kalacaktır. Daha önce yazdığım yazımda çalıştığım işyerinde olan sorunlar- Görüldüğü gibi her şey o bildik dan, ne kadar ağır şartlarda çalıştı- atasözüne gidiyor, “Birlikten kuvvet doğar” ve bu doğan kuvvet ğımızdan ve bizim üzerimizden para kazananlardan bahsetmiştim. emekçilerin kuvvetiyse karşısında hiç kimse duramaz... Yine çalıştığım işle alakalı bir İC okuru bir işçi konuyu sizlerle paylaşmak istedim. Kitap sektöründe çalıştığım için yolum sürekli baskı yapan matbaalara düşüyor ve burada çalışan insanlarla sohbet etme imkânı buluyorum. Ettiğim sohbetlerin sonu hep aynı yere çıkıyor, herkes çalışma koşullarından şikâyetçi; bana göre de çok haklılar. Çünkü çok ağır koşullarda ve sağlıklarını tehlikeye atacak imkânlarla çalışıyorlar.
EMEK GÜNCESİ
13
İzmir Buca’da CHP’li belediyenin işçileri
taşeronlaşmaya karşı direnişte İC - Haber, İzmir, 26 Aralık 2010 26 Aralık günü Buca Belediyesi önünde direnişlerini sürdüren Buca Belediyesi işçilerini ziyaret ettik. Direnişlerinin 32. gününde morallerinden ve mücadele azimlerinden hiçbir şey kaybetmemiş olan Buca belediye işçileri, direnişlerini yalnızca kendi işten atılma ve sendikasızlaştırma sorunları için değil, torba yasası gibi tüm işçi sınıfını ilgilendiren saldırılara karşı ilerlettiklerini belirttiler. Sizlerle direnişçi Buca işçisi Ziver ile yaptığımız röportajı paylaşıyoruz: İC: Direnişiniz nasıl ve neden başladı? Buca işçileri: Geçtiğimiz yıl 18 kişiyi işten çıkarmışlardı. Taşeronlaşmanın etkisi ile yeni işten çıkarmaların olacağını ve saldırıların sürekli olacağını biliyorduk. O yüzden belediye önünde taşeronlaştırmaya karşı bir basın açıklaması düzenledik ve basın açıklamasının sonrasında yedi kişi işten atıldık. Direnişimiz böyle başladı. İC: Halen içeride çalışmakta olan arkadaşlarınızdan destek alabiliyor musunuz? Buca İşçileri: Evet. İçeride de birlik halindeyiz. Pek çok arkadaşımız her iş çıkışında yanımıza geliyor. Hatta bugünkü basın açık-
lamamıza da pek çok arkadaşımız katıldı. Patron da buna karşı boş durmuyor tabii. Yılbaşından sonra 40 işçinin daha işine son vereceği söyleyerek bize olan desteği azaltmaya çalışıyor. Ayrıca tente şeklinde kurduğumuz şeye “çadır” deyip yasak olduğunu belirterek bize saldırılar düzenleyip moralimizi bozmaya ve içerideki destekçi arkadaşlarımızı da ürkütmeye çalışıyorlar. Ama boşuna. Arkadaşlarımız destek vermeyi, biz de kararlı bir biçimde
beklemeyi sürdürüyoruz. İC: Herhangi bir sendika ile bağlantıya geçtiniz mi? Buca İşçileri: Genel-İş 5 no’lu şube ile iletişime geçtik. Ama onlar bizi geri çevirdi ve tüm taşeronda örgütlenene kadar bizim için
bir şey yapamayacaklarını söyleyip başlarından savdılar. İC: Sizinle çok benzer sebeplerle direnişte olan başka pek çok işyeri var. Onlarla bir bağınız var mı? Çünkü bakıldığı zaman pek çok direniş var, ancak hep birbirimizden uzak bir şekilde mücadele etmekteyiz ve bu yüzden potansiyelimize rağmen güçsüz kalıyoruz. Siz bu sorunu aşmak için neler yapıyorsunuz? Buca işçileri: Çok doğru, bizler işçi olduğumuz için, işçi sınıfı olduğumuz için direnişteyiz. Bunu kavradığımızdan beri direnişimizi sürdürüyor, hakkımız olanı arıyoruz. Düşünebiliyor musunuz, hadi çalışmayız işten atılırız ben bunu anlarım. Ama çalışıyoruz, hem de çok. Buna karşın sadece hakkımızı istiyoruz ve işten atılıyoruz! Diğer işçiler de bu durumdalar. Bizler de İzmir’de UPS işçilerini ziyaret ettik, onlar da bize destek sunuyorlar. Ayrıca Buca halkının da büyük desteğini alıyoruz. Kimi evinde pişirdiği yemeği bizimle paylaşıyor, kimi basın açıklaması ve yürüyüşlerimize katılıyor. Sizin gibi daha pek çok gazete ve işçi dostları da sağ olsunlar bizi yalnız bırakmıyorlar. Ama esas ihtiyacımız işçiler. Direnen ve direnmeye hazırlananlar. Biz de onlara ulaşmaya çalışıyoruz. Bakalım yeni çıkan torba yasasına. Hepimiz bu torbanın içindeyiz!
Tuzla Organize Sanayi Bölgesi’nde kıvılcımın adı Sa-Ba direnişi Deniz Koçak, 6 Ocak 2011
Sendikası’nda örgütlenmeye başlar ve çoğunluğun sağlanması ile sendika bakanlığa ünyanın önde gelen otomotiv devlerine yetki başvurusunda bulunur. Bu durumdan yedek parça üreten, 210 kişinin çalıştığı haberdar olan Sa-Ba patronu önce 4 işçinin Sa-ba Enjeksiyon Fabrikası, bu sektörde yak- işine son verir. Gerekçesi ise sözüm ona perlaşık 30 yıldır faaliyet yürüten bir fabrikadır. formans düşüklüğüdür. Lakin atılan işçilerin ortak özelliklerinin sendikaya üye olmaları Sa-Ba ve Sa-Ba patronu’nun başarısının ve yönetimce “bu başlangıç devamı gelecek” sırrı • Ürünlerini çoğunlukla Almanya, şeklinde işçilerin tehdit edilmesi asıl gerekSlovakya ve Fransa’ya ihraç eden Sa-Ba patçeyi gözler önüne sermektedir. Buna cevap ronunun başarısının sırrı özetle; asgari ücreti olarak, birlikte hareket eden işçiler üretigeçmeyen ücretler, işyerinde sağlık görevlisi mi durdururlar ve fabrika önünde eyleme bulundurmamak, ücretleri zamanında ödegeçerler. Tavırları nettir, arkadaşları tekrar memek, zorunlu olmamasına rağmen zorla işe alınmadan üretim devam etmiyecektir. işçiyi alıkoyup 24 saatte 16 saat çalıştırmak, Bunun üzerine Sa-Ba patronu direnişe geçen kimyasal bölümlerde çalışan işçilerin ihtiyacı 95 işçinin daha işine son verir ve işçiler haklı olan bir kaşık yoğurttan bile çalmak, mazota direnişlerini başlatırlar. zam geldi diye servisleri iptal etmek olarak özetlenebilir. Son durum ve direnişin önemi • Sa-Ba işçilerinin direnişe geçmesi ile şu an direnişSüreç • Yukardaki nedenlerden ötürü sabrı te olan UPS işçileri gibi direnişteki işçiler, tükenen Sa-Ba işçisi çözüm olarak Petrol-İş çeşitli emek örgütleri ve en önemlisi çevre
D
fabrika işçileri ziyaretlerle Sa-Ba işçisinin yanında olduklarını göstemektedirler. Buna karşın devlet de patronun buyruğuna polisini ve hukukunu tahsis etmeye devam etmektedir. Lakin gelinen son noktada Sa-Ba patronu bir yandan grev kırıcı olarak taşeron işçisi alımı yaparken diğer yandan da sendikayı kabul edebileceğini ama işçilerden bir kısmını işe almayacağını açıkladı. Direnişteki Sa-Ba işçilerinin buna yanıtı ise organize sanayide düzenli olarak sloganlar eşliğinde yürüyüşler düzenlemek ve direniş çadırı kurmak olmuştur. Sa-Ba işçisi organize sanayide bir kıvılcım potansiyeli taşımaktadır. Bu organize sanayinde düzenledikleri yürüyüşlerde atılan, “Sendika hakkımız engellenemez”, “Sanayi uyuma direnişe sahip çık” sloganları kendileri gibi aynı koşullarda çalışan diğer fabrika işçilerine ulaşmakta ve patronları kaygılandırmaktadır. Bu haklı davada Sa-Ba işçisinin direnişini selamlıyoruz ve sizi emeğin haklı direnişine desteğe çağırıyoruz.
14
ULUSLARARASI
Videla ve 12 Eylül Tekin Güven, 7 Ocak 2011
eçtiğimiz 22 Aralık’ta, 1976–1981 yılG larında başında olduğu askeri cunta ile insanlık suçu işleyen Jorge Rafael Videla,
Arjantin yasalarınca ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Seslerini yükselten ve isteklerini kitlesel örgütler altında dile getiren emekçiye ve işçiye karşı sermayenin desteğini alan faşist rejimler ve diktalar dünyanın her yerinde kendisini gösterdi ve gösteriyor. Arjantin ve Türkiye ise gerçekleşen askeri darbeler ve toplumun geçmişiyle hesaplaşması açısından önemli örneklerdir. 1969–1971 arası işçi hareketleriyle beraber Arjantin’de yükselmekte olan sol, 1974 yılında Juan Peron önderliğindeki sivil hükümet tarafından ihanete uğradı. Derinleşen ekonomik krizlerle birlikte dışa bağımlı sermaye sahipleri sivil bir iktidar altında kendi çıkarlarını koruyabilecekleri bir düzen bulamadıkları için, sermaye destekli 1976 askeri darbesi gerçekleştirildi. 1982’ye kadar süren bu askeri rejim, yaklaşık 30 bin Arjantinlinin kaçırılması ve öldürülmesinden sorumlu tutuluyor ve bu rejim işçi ve öğrenci hareketlerini tamamen bitirmek için elinden gelen bütün faşist yaptırımları uyguladı.
yılında yargılanarak ömür boyu hapis cezası almıştır fakat 1990 yılında askerle işbirliği içerisinde olan o dönemin hükümetinin çıkardığı af sonucunda mahkûmiyetleri ev hapsine çevrilmiştir. Néstor Kirchner başkanlığındaki hükümet 2001 yılında Videla’nın yargılanması için tekrar harekete geçti ve 2010’un ilk aylarında başlayan mahkeme 22 Aralık’ta Videla’nın insanlığa karşı yaptıklarından suçlu bulunması sonucunda ömür boyu hapis cezası ile bitti. Mahkeme sonrası Videla’nın kendini savunduğu “geçmişin düşmanları artık Marksist bir rejim kuracak güce sahipler ve bunu gerçekleştirmek istiyorlar” cümlelerinden açıkça görülüyor ki, öldürdüğü insanların yasını tutmayı bir yana bırakın, hala kana susamış bir cani portresi çiziyor.
Arjantin’deki bu gelişmelere karşın, Türkiye’deki geçmişle hesaplaşma süreci sermayenin istediği gibi ilerlemektedir, açıkçası hiç bir şey yapılmamaktadır. Referandum sürecinde “yetmez ama evet” diyen ve iktidarla birlikte hareket eden aydınların ve emekçi ile işçinin yanında olmayan sol partilerin savunduğu en önemli nokta, 12 Eylül diktatörlerinin yeniden yargılanması ve emekçinin üzerinden silindir gibi geçen yaptırımların hesabının verilmesiydi. Fakat referandumdan bu yana geçen dört ay boyunca ne bir adım atıldı ne 1982’den sonra askeri cunta tarafından desde referandumda evet diyenlerin savundukları teklenen ve kendisini sivil rejime bırakan faşist demokratikleşme 12 Eylül’den öteye gidebilrejim uygulayıcıları, kendisinin de öngörmedi- di. Referandumda 12 Eylül’ün yargılanması ği bir biçimde sivil hükümet tarafından 1985 beklentisinde olup, halkı daha demokratik bir
anayasa hayalleriyle uyutanlar ise işçi ve emekçi kitlelerinin taleplerini saptırmakla ve bu talepler için mücadeleyi engellemekle suçlanmalıdır. 12 Eylül’ü yargılamak ancak ve ancak anayasayı takviye ederek değil tasfiye ederek sağlanabilir, ve bu ancak işçinin ve emekçinin iktidarıyla gerçekleşebilir.
Gizli diplomasi ve burjuva ikiyüzlülüğü İC - Haber, 7 Ocak 2011
aynaklarının gizliliğini koruyarak hüküK metlerin ve diğer organizasyonların hassas belgelerini yayınlayan, İsveç merkezli bir uluslararası organizasyon olan Wikileaks’in, ABD Dışişleri Bakanlığı ve dünya genelindeki ABD büyükelçilikleri arasındaki ayrıntılı yazışmalardan oluşan 251 bin 287 gizli belgeyi yayımlayacağını duyurmasının ardından, Radikal gazetesinin deyimi ile “diplomasi tarihinde bir depremin patlak vereceği” bekleniyordu. Evet, belgeler beş büyük gazetenin (El País, Le Monde, Der Spiegel, The Guardian ile The New York Times) desteği altında dağıtıldı, ama hiç de öyle büyük bir deprem filan yaşanmadı.
Kamuoyunun ilgisi ilk önce belgelerdeki dedikodu mahiyetli yorumlara çekildi. Ardından bu ilgi Wikileaks’in kamu yüzü, Avustralyalı gazeteci ve internet aktivisti Julian Assange’nin adli davasına yönlendirildi. Wikileaks’e yönelik karalama ve yalnızlaştırma kampanyasının geri püskürtülmesi dahi, aslında bu yazışmaların içeriklerinin kamu nezdinde tartışılmasının önüne geçti. Amerika’nın Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi olan Nasa tarafından dünyayı sarsacak “yeni” bulgularını açıklamasının dahi bu sürecin en yoğun şekilde yaşandığı tarihe denk gelmesi, bu çarpıtma
operasyonunun bir göstergesi olsa gerek. Egemen sınıfının kendi savunma mekanizmaları sahiden de çok çeşitli... Durum sosyalist cenahta da hayli ilginç, sözgelimi soL Haber Portalı, Wikileaks belgeleri ile ilgili özel bir dosya açarak, konu konu tasnif etme ve belgeleri yorumlama işine gi-
bu dosya siteden kaldırıldı. Bunu diğer sosyalizm meyilli sitelerde de izledik.
Wikileaks belgeleri her şeyden önce burjuvazinin daha ilk iktidarı eline alışından bu yana özendiği o aristokratik kendini beğenmişliğinin altında gizlediği ve üstünden nedense bir türlü atamadığı küçük mülk sahibi korkaklığını ve ikiyüzlülüğünü gösterdi. Dahası belgelerin açıklanmasının ardından birbirlerine karşı takındıkları tavırlar, ne denli midesiz olduklarını da açığa vurdu, ne de olsa dilin kemiği yok! Wikileaks belgelerine ilişkin genel halk kitlelerinin yorumu ise ayrıca düşündürücü: “Ee bunlar zaten bilinen şeyler, yeni değil!” Evet, belgeler hepimizin iddia ettiği birçok şeyi, yalnızca doğruladı. Ama bu işlevi bile çok ama çok önemli, zira yalnızca kişisel yargılarımızla değil, resmi kayıtlarla hüküm verebiliriz ancak...
rişmişti ki, bu süreç günümüzün önemli kimi düşünürlerinin aslında Wikileaks’in duyurduğu belgelerin İsrail’in işine yaradığı yorumlarını yapmasının ardından yarım kaldı ve hatta
Yapılması gereken iki şey var: İlki, bir bütün olarak bu ve benzeri sızıntılar aracılığı ile açığa çıkan belgelerinin tasnifi ve yorumlanmasını sağlamanın ve bunları daimi olarak işçi sınıfının politik bilincinin gelişmesinde bir araç olarak kullanmanın yollarını aramak. İkincisi gizli diplomasiye ve burjuva ikiyüzlülüğüne karşı, her türlü gizli görüşmenin, yazışmanın ve anlaşmanın kamuya duyurulmasını talep etmek...
ULUSLARARASI
15
Avrupa’da sınıf mücadelesi:
Kurtarma paketleri, peki ya kimin için? Görkem Duru, 8 Ocak 2011 008 yılından bu yana süren ekonomik kriz Avrupa’da etkisini şiddetli bir biçimde arttırmakta. Krizin ilk etabında, batık finans kuruluşlarına, kamu kaynaklarının kullanılmasıyla, yüklü miktarda para pompalanmıştı. Sonrasında ise bu harcamaların üzerinden kalkabilmek adına emekçi kitleler üzerinde yoğun baskı politikaları uygulanmaya başlanarak sert tedbirler alınması yoluna gidildi. Tüm bu gelişmeler ise kıta genelinde kitle seferberliklerinin önünü açtı. Finans kuruluşlarının iflasını devletlerin iflasının izlediği bu süreçte, hükümetler “kurtarma paketleri” hazırlayarak emekçi kitleler üzerindeki baskıyı arttırmaya hız vermiş durumdalar. Yunanistan ve İrlanda’da uygulanan “kurtarma paketleri”, Fransa’da uygulanan emeklilik reformu, ülkeler özelinde önemli seferberliklerin ortaya çıkmasına neden olmuştu, tüm göstergeler önümüzdeki dönemde bu seferberliklerin kıta geneline yayılacağı
2
yönünde. Mevcut durumda, İrlanda, Portekiz ve İspanya gibi ülkeler “kemer sıkma” politikalarının ilk durağı niteliğinde. İspanya örneğine bakacak olursak; ülkede hava kontrolörlerinin greve gittiği dönemde hükümet ekonomik alanda sert tedbirler alma yoluna gitti. Ancak varolan koşullarda sert tedbirlerin daha da sertleşeceği gözüküyor. İlk öne çıkan konuları ise, devletin kamu harcamalarında daha da kesintiye gitmesi ve çalışma yasalarında reform yapması oluşturuyor. İngiltere ve İtalya’da ise eğitim alanında yapılmaya çalışılan reformlar öğrenci kitleler nezdinde yoğun tepki çekti ve olası harç zamlarına karşı öğrenciler seferber oldu. Ayrıca İtalya’da yaşanan hükümet krizi, Berlusconi’nin “krize karşı statükoyu korumak zorundayız” yönündeki tehditleri sonrası parlamentodan güvenoyu almasıyla “şimdilik” çözülmüş gibi gözükse de “kemer sıkma” politikaları bu krizi derinleştirebilir. Bu gibi örnekler çoğaltılabilir, Yunanistan ve
İrlanda’da uygulanan “kurtarma paketlerinin” yakın zaman içerisinde Portekiz ve İspanya’yı da esgeçmeyececeği görülüyor. Tüm bu tablo ise kıta genelinde, hükümetlerin saldırı politikalarına karşı kitle seferberliklerinin önümüzdeki dönemin belirleyici unsuru olacağının bir işareti. Şu ana kadar Yunanistan, Fransa ve İspanya gibi ülkelerde genel grevlere tanık olduk. Çoğunda taban baskısı sendikaları zor durumda bırakmış olsa da bürokrasi bir şekilde ipleri elinde tutmayı başarmış durumda. Avrupa’da sınıf mücadelesinin seyrini belirleyecek kliklerden bir tanesi de taban baskısının daha ne kadar artabileceği ya da bürokrasiyi alaşağı edip edemeyeceği olacak. Aynı zamanda, kıtanın her bölgesinde aynı saldırı programının uygulanması burjuvazinin olabildiğince örgütlü hareket ettiğini gösteriyor. Sınıf mücadelesi ise yerellere sıkışmış durumda ve dönemin şartları göz önüne alındığında ortak hareket şartlarını sağlayan, kıta ölçeğinde bir koordinasyonun sağlanması aciliyetini hissettirmekte.
Gazze saldırısının ardından iki yıl Sedat D., 8 Ocak 2011 7 Aralık 2008’de başlayan ve 22 gün süren kanlı saldırının ardından iki yılı geride bıraktık. Saldırıda 352’si çocuk 1.417 Filistinli öldürüldü ve 5.300 kişi sakat kaldı; kullanımı yasaklı Beyaz Fosfor dahi Gazze topraklarına salındı. Sonrasında gerçekleşen sayısız incelemenin her birinde İsrail’in burjuva hukukunu dahi aşan ihlaller gerçekleştirdiği tespit edilmiş olsa da, İsrail’e hiçbir yaptırım uygulanmadı. Bu boyutları ile incelendiğinde İsrail’in bu saldırısının Gazze’de yaşanan diğer katliamlarla kıyaslandığında dahi tarihi büyüklükte olduğu ortaya çıkıyor. Saldırı amacına ulaşamamıştır Ancak tüm bu vahşete rağmen İsrail hedeflerine ulaşamamıştır. Saldırının esas amacı direnişi kırarak Ortadoğu’daki saldırganlığı sürdürmekti. Ancak her ne kadar saldırının ardından bir üçüncü intifada gelmemiş olsa da, saldırı, değil direnişi bitirmek, Filistinli Arapların direnişe daha da bağlanmaları sonucunu doğurdu. Kitlelerin bu basıncı uzlaşmacı FKÖ’nün kitle üzerindeki denetimini azaltırken, Hamas’ın da uzlaşma eğilimlerini frenledi. Uluslararası yansımalar Saldırının emperyalizm adına olumsuz olan bir diğer bilançosu ise uluslararası arenada yaşandı. Saldırının ardından dünyanın pek çok ülkesinde Gazze halkı ile dayanışma amacı ile kampanyalar düzenlendi. Zor yolu ile geri gönderilen pek çok yardımın yanı sıra,
2
21 Ekim günü 150 kamyonluk yardım filosunun Gazze’ye giriş yapması ile abluka iki yıl içerisinde beşinci kez delinmiş oldu. Bu yardımlar bir yandan direnişe nefes aldıracak insani kaynak sunarken, bir yandan da İsrail hükümetine uluslararası bir basınç oluşturmaya başladı. Bu durum İsrail’e verilen açıktan destekleri azalttı.
olarak İsrail’deki Türk konsolosluğunda verilen şatafatlı yeni yıl resepsiyonu da ilişkilerin iyiden iyiye onarıldığını göstermekte. Her ne kadar Gazze bombardımanı direnişi sonlandırma amacına ulaşmamış ve de ABD’de Obama ile demokratik gericilik yöntemlerinin ağırlık kazandığı bir dönemde İsrail Ortadoğu’da eski ağırlığında bir rolü üstlenmiyor olsa da, Türkiye-İsrail ilişkilerindeki bu kararlı yapı iki önemli sonucu işaret etmektedir. Emperyalizm İsrail’i gözden çıkarmamıştır ve İsrail’in Ortadoğu’daki vazgeçilmez konumu sürmektedir. Türkiye’nin ise, emperyalizmin Ortadoğu projesinde üzerine düşen görevi yerine getirebilmesi için İsrail ile iyi ilişkiler içerisinde kalması bir zorunluluktur. Olasılık 2008 saldırısı henüz mazide kalmamış, ne İsrail’in ne de ABD’nin bölgedeki vahşeti ehTürkiye-İsrail ilişkileri lileşmemiş, yalnızca bir bataklığa saplanmıştır. “One minute” şovu ve Mavi Marmara Her şeye rağmen bu vahşet onların ellerindeki saldırısının ardından, koltuk krizi ve İsrail tek politika olmayı sürdürmekte ve Türkiye Dışişleri’nden özür talebine uzanan pek çok gibi ülkelere de bu politikaya ortak olmak olay, İsrail-Türkiye ilişkilerinin kopmakta dışında başka bir yol kalmamaktadır. Bu olduğu yönünde yorumlara yol açtı. Ancak yüzden, hem Filistinli Arap halkının yaşamını Fetullah Gülen’in uyarısı, İsrail’den Heron garanti altına almak, hem de Ortadoğu’daki uçaklarının alımının gerçekleşmesi ve iş saldırganlığı azaltarak işbirlikçi-milliyetçi (Mıortaklıklarının yüzde 30 oranında artması iki sır, Suriye, Suudi Arabistan gibi) hükümetleridevletin de ilişkileri koparmaktan yana olnin güçlerini kırmak ve ülke proletaryalarının madığını göstermiş oldu. Nitekim İsrail’deki kardeşliğini sağlayabilmek için, İsrail’in yıkılıp orman yangınını fırsata çeviren Erdoğan ve bu laik ve demokratik tek bir Filistin’in kurulfırsatı iyi değerlendiren Netanyahu karşılıklı ması, saldırının iki yıl sonrasında da hayati teşekkürler ile ilişkileri normalleştirdi. Son önemini korumaktadır.
Vaat edilmiş demokrasinin sınırları Başbakan Recep Tayyip Erdoğan referandum sonuçlarının hemen ardından huşu içinde, 13 Eylül sabahıyla birlikte Türkiye’de hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını muştuluyordu. Nitekim “ileri demokrasi” hurafesinin sarsılması için İstanbul ve Ankara’da gerçekleşen bir dizi barışçıl öğrenci gösterisi yetti de arttı bile Yakın zamana dek gazetelerin iç sayfalarında sıradanlaşan vahşi polis terörü, yerini artık kamuoyunun görmezden gelemeyeceği şekilde tüm toplumsal muhalefet odaklarına yönelik sistematik bir şiddet uygulamasına bırakmış görünüyor. Dünya çapında giderek derinleşen ekonomik krizin etkileri, Türkiye’de de etkisini yoğunlaştırırken, ekonomik koşullar da, dış kaynaklara bağımlı büyümenin sınırlarına dayanıyor. AKP hükümetinin yeni liberal saldırı politikalarını güçlü kılan faktörler tersine döndükçe dünya düzeyinde genelleşen bir eğilim, yüzünü Türkiye’de de hissettirmeye başlıyor; neoliberal yıkım politikalarının hamisi partilerin “liberal” cilası dökülüp muhafazakâr baskıcı, işçi düşmanı karakteri öne çıkıyor. Aslında İtalya’da Berlusconi ve Fransa’da Sarkozy hükümetleri bu eğilimin tipikleşmiş örnekleri. Başbakan Erdoğan’ın “ayakların baş olması”, “her üniversite mezunu iş bulacak diye birşey yok” vecizlerinde ete kemiğe bürünen bu eğilim aynı zamanda burjuvazinin krizden çıkma ve dolayısıyla sermaye birikimi önünde-
ki engelleri aşma arzusuyla örtüşümekte. İşçi sınıfı üzerinde katmerleşecek bir sömürüye yönelen kapitalistler açısından toplumsal uzlaşma arayışı manasını yitirmiş bir hoş sedaya dönüşmüş görünmekte. Bunun anlamı aynı zamanda kaynağını 12 Eylül rejiminden alan 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası sopasıyla belirlenen bir “ileri demokrasi”nin bizleri beklediğidir. AKP hükümetinin, işçi sınıfını ve toplumsal muhalefeti örgütsüzleştirmeyi ve sindirmeyi hedefleyen baskı politikaları, önümüzdeki dönemde olasılıkla her türlü hak arayışını ve mücadeleyi bir suç unsuruna dönüştürmeye odaklanacak. Bu görüşümüzün en temel dayanağını yeni yılın ilk günlerinde gündemde üst sıralara tırmanan Torba Yasa ve mecliste onaylanan yeni bütçe oluşturmakta. AKP hükümetinin onaylattığı yeni bütçe, esas olarak hükümetin vergiden azade kıldığı sermayeden bütçe açığını kapatmak üzere borç para almakta oluşuyla ve diğer yandan emekçilerden alınan vergileri de sermaye sınıfına aktarma hedefiyle belirlen-
mekte. Hükümetin yeni bütçesi, yalnızca bir kemer sıkma politikasından ibaret değil, dahası bu kez kemer sıkmaya gönüllü bir şekilde rıza göstermeyecek kesimlere açıkca bir savaş ilanı anlamı taşıyor. Aksi halde bütçede güvenlik ve silahlanma harcamalarının oranının, sağlık ve sosyal güvenlik harcamalarının fersah fersah üstünde oluşu nasıl açıklanabilir ki? Sonuç olarak AKP hükümetinin özellikle referandum süreciyle birlikte yoğunlaştığı demokrasi yanılsamasının krizin derinleşmesine paralel olarak öngörülenden önce pas tutmaya başladığını vurgulamakta yarar var. Saldırılar başta emekçiler olmak üzere gençler, kadınlar, Kürtler ve tüm olası toplumsal muhalefet odakları üzerinde dalga dalga yayılıyor. Bu kesimlerin direniş kapasitelerini yaygınlaştırıp, mücadelelerini birleştirecek, deneyimlerini ortaklaştıracak acil bir eylem programı ve ulusal bir mücadele koordinasyonu kaçınılmaz bir zorunluluk halini alıyor.
Murat Yakın, 9 Ocak 2011
İşçi Sınıfı Mücadelesine Adanmış Bir Hayat: Nahuel Moreno “Ortalama bir işçi ve genel olarak sömürülenler mücadele etmeye pek istekli değildir. Bu, greve çıkarak kıt kanaat geçindiği ücretinin bir parçasını kaybetmek istemeyen, bir gösteriye katılarak fiziksel sağlığını tehlikeye atmaktan çekinen, kapitalizme karşı silahlanarak ölümü
göze alamayan normal bir insanın doğasıdır. Kitleler, kapitalizm onları sefalete mahkûm ettiği için, bu durumdan kurtulmak için, kapitalizm onlara mücadele etmekten başka bir yol bırakmadığı için grev yaparlar. İşçi greve “âşık” değildir, ama kapitalistlerin şiddetine
Uluslararası işçi hareketinin tarihsel önderlerinden biri olan Arjantinli devrimci Nahuel Moreno, 25 Ocak 1987 yılında aramızdan ayrıldı. Moreno, işçi sınıfı içerisinde parti inşası anlayışıyla, Dördüncü Enternasyonal’in inşasına katkılarıyla ve elbette teorik çalışmalarıyla devrimci Marksist geleneğin kendinden sonraki kuşaklara aktarılmasını sağlayan önemli bir devrimci liderdir. 24 Nisan 1924’te Arjantin’de doğan Moreno, ilk gençlik yıllarında devrimci mücadeleye atıldı. 1940’ta Troçkist harekete katılan Moreno, 1944 yılında Marksist İşçi Grubunu (GOM) kurdu. GOM, özellikle Anglo-CIABASA buzdolabı fabrikasının örgütlenmesinde önemli bir rol üstlendi. Böylece Troçkist hareketi sınıf hareketine taşıma başarısını gösterdi. 1955’te Peron’un emperyalizm destekli bir darbeyle devrilmesinin ardından, Moreno diktatörlük karşıtı cephenin kurulmasına önderlik etti. 1956’daki metalürji işçileri grevinde önemli görevler üstlendi. Bu dönemde İşçi Sözü (Palabra Obrera) gazetesiyle devrimci Troçkist programı işçi sınıfına taşıdı. Moreno 1960’da Devrimci İşçi Partisini (PRT)’yi kuranlar arasındaydı. Partinin gerillacı bir sapmaya evrilmesi nedeniyle, 1968’de partiden ayrılarak Sosyalist İşçi Partisi’nin kurulmasına öncülük etti. 1976 yılında gerçekleşen askeri darbenin parti-
yi yasaklaması sonucunda parti yeraltına çekilmek zorunda kaldı. Parti, çok sayıda militanı şehit olmasına ve tutuklanmasına rağmen örgütsel sürekliliğini yeraltında korumayı başardı. 1982’de darbenin geri çekilmesiyle önemli bir saygınlık kazandı ve daha kitlesel bir etki için Sosyalizme Doğru Hareket’ini (MAS) kurdu. Moreno, ayrıca 1960’larda kurulan Ortodoks Troçkizm Latin Amerika Sekreterliği’nin (SLATO) de kurucusu oldu. Birleşik Sekreterlik içersindeki gerillacı ve Avro-Komünist eğilime karşı mücadele etti. Nikaragua’da diktatörlüğe karşı savaşmak üzere uluslararası tugaylar oluşturdu. Ancak Mandel önderliğindeki Birleşik Sekreterlik’in uluslararası tugaylar yerine Sandinistaları desteklemesi üzerine, Birleşik Sekreterlik’ten koparak 1979’da Pierre Lambert’le birlikte Girişim Komitesi’ni kurdu. Lambert’in Fransa’da Mitterand’a verdiği destek üzerine işbirliği bozuldu ve Moreno 1982 yılında Uluslararası İşçi Birliği’ni (LIT-CI) kurdu. Moreno, ömrünü işçi sınıfı mücadelesine adamış Troçkist bir önderdir. Mücadelesi boyunca birçok kez tutuklandı. Arjantin, Brezilya, İran’da cezaevlerinde kaldı. Ancak ulusal ve uluslararası bir partinin inşasını kesintisiz olarak sürdürdü. Onun yöntemi, dünyanın dört bir yanında mücadele eden devrimcilere yol göstermeye devam ediyor. İşçi Cephesi, 9 Ocak 2011
karşı kendini korumak için şiddet kullanmak zorunda kalır. Silaha “âşık” değildir, ne var ki kapitalizm ona karşı silah kullandığında, o da silah kullanmak zorunda kalır.” Nahuel Moreno, Parti ve Devrim, Atölye Yayınları
www.iscicephesi.net