»8 program sorunu Politik durum ve
Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 27 • Mart 2011 • Fiyatı: 2 TL
2011 seçimleri, rejimin yeniden yapılandırılması ve neoliberal saldırıların ilerletilmesi için önemli bir dönüm noktası olacak. Sosyalist solun ise, “aday tartışmaları”nı acilen...
Ortadoğu’da devrim ateşi!
Diktatörler her yerde alaşağı! Tunus’ta başlayan kitle ayaklanması, başta Mısır olmak üzere bir dizi başka Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkesine sıçrayarak, tüm Arap dünyasında devrimci bir durumun ortaya çıkmasına yol açmış durumda. Ürdün, Yemen, Bahreyn, Cezayir ve şimdi de Libya’da kitleler askerpolis rejimlerine karşı seferberlik halindeler. Devrim farklı ülkelerde, farklı dinamiklerle ve farklı aşamalardan geçerek ilerliyor. Emperyalizm yanlısı geçici hükümetler silahlı kuvvetler ve generaller, bir yandan demokrasi tavizleri vaat ederken öte yandan gençlerin evlerine, işçilerin de işyerlerine dönmelerini istiyorlar. Bu gelişmelerin, gündemi zaten rejimin kontrol mekanizmaları üzerindeki denetim savaşları, Kürt sorunu ve yaklaşan seçimler nedeniyle yeterince ısınmış durumdaki Türkiye’yi etkilememesi beklenemez. Şimdiden varil başına 110 doların üstünde seyreden petrol fiyatları, zaten kritik bir önem kazanmış durumdaki cari açık üzerinde dengesizlik yaratmış durumda. Özellikle Mısır ve Libya gibi ülkelerde stratejik yatırımları bulunan Türk sermayesinin kayıpları ise dört milyar doları aştı.
losu da gözler önünde; ülkedeki en zengin yüzde 10’luk gelir grubu ile en alttaki yoksul yüzde 10’luk grubun geliri arasında 100’e 8 olarak açıklanan bir gelir uçurumu söz konusu. Türkiye, gelir adaletsizliğine mahkûm edilmiş bir ülke konumunda. Gerçek işsizlik yüzde 20 dolayında seyrettiği, hasbel kader iş sahibi olabilenlerin yüzde 65’inin ise örgütsüzlük ve güvencesizlik sarmalıyla kuşa çevrilmiş maaşlara talim ettiği bir ülke burası.
çok büyük bir güvenoyu anlamına gelecek. Böylesi bir güvenoyu devletin ve rejimin neoliberal politikalar doğrultusunda yeniden yapılanması önündeki pek çok engelin emekçiler aleyhine ve egemen sınıflar lehine aşılmasını kolaylaştıracaktır.
Bir yanda dünya ekonomik krizinin ürünü olan olumsuz ekonomik ve sosyal sonuçlar (işsizlik, yoksulluk, cari açık, büyüyen devasa dış borç, vb.); bir yanda devletin neoliberal ihtiyaçlar doğrultusunda yeniden yapılandırılması çabalarının yol Sermaye sınıfının önümüzaçtığı rejim içi güç mücadelesi ve deki döneme ilişkin stratejibunun çeşitli ekonomik-sosyal si çok açık; sosyal bir yıkım katmanlar arasında siyasi-külprojesi olan mali kural hayata geçirilecek, uygulanmakta olan türel bir hegemonya oluşturma kavgası olarak tezahürü (yeni önlemlerle uluslararası sermayenin doğrudan yatırımlarının anayasa, yargı reformu, askeülkeye çekilmesine çabalanacak rin yeri-rolü, bir bütün olarak yürütmenin güçlendirilmesi) ve ve böylelikle giderek kabaran cari açığın finanse edilebilmesi diğer yanda toplumu-siyaseti tüm yönlerden kuşatarak onlarca hedeflenecek. Bunun anlamı parçaya bölen Kürt sorunu... ekonominin kaderinin uluslaİşte bu alan ve başlıklar Haziran rarası kapitalizmin gelgitlerine 2011 seçimlerinin de temel eksebırakılmasından başka bir şey değil. Diğer yandan, Torba Yasa nini oluşturmakta. türü yeni saldırı paketleriyle İşçi sınıfının bu çürümüş emekçiler üzerinde güvencesiz- düzeni dönüştürebilecek yegâne leştirmenin ve esnekleşmenin belirleyici güç haline gelebilyaygınlaştırılarak kalıcı hale mesi ve mevcut dağınıklığın getirilmesi, bu stratejinin diğer aşılabilmesi yolunda bu seçim bir hayati noktasını oluşturuyor. döneminde atılacak adımlar bü2011 yazında gerçekleşecek se- yük önem kazanıyor. Emek ve çimler hem AKP açısından hem özgürlük eksenli bir sınıf hattıde rakipleri açısından hayati bir nın adım adım inşa edilebilmesi önem arz etmekte. Zira AKP’nin bu hedefin gerçekleşmesinde elde edebileceği yüzde 40 ve üze- belirleyici bir önem taşıyor.
Genel seçimler arifesinde, AKP hükümetinin çalışan yığınlara karşı yürüttüğü neoliberal politikaların yarattığı yıkım tab- rindeki bir oy oranı, hükümet açısından
İşçi Cephesi, 5 Mart 2011
»3 UPS direnişinden metal grevine
»4 Libya: Halk isyanı mı, komplo mu?
» 10 Kürt “toplumu” mu, Kürt yoksulu mu?
» 14 Ankara Kıbrıs’tan elini çek!
2
İLAN TAHTASI
Rıfat: Sosyalizme kadar daima birlikte... Muhittin Karkın, 1 Mart 2011 rimiz olmuştu. Bu ortaklık
Sosyalizm mücadelesinin yılmaz, yorulmaz neferi Rıfat Ucur yoldaşımızı 1 Mart 2011 günü yitirdik. Henüz gençti ve önünde ailesine, dostlarına, işçi sınıfının ve emekçi halkın mücadelesine hasredebileceği onlarca yıl daha vardı. Üstelik epeyce bir süreden beri bedenini tehdit eden acımasız bir hastalığa karşı amansızca savaşmış ve yaşama tutunma hırsıyla galip bile çıkmıştı. Ama bu kez ölüm onu başka bir yerinden, kalbinden, kalbimizden vurdu, aramızdan çekip aldı. Rıfat’la 1970’lerin ortalarında tanışmıştık. Bizi birbirimize yaklaştıran, devrimci Troçkist mücadelenin proletaryanın bağrına taşınması ihtiyacından kaynaklanan ortak görüşle-
sonucunda 1979 başında İşçi Cephesi’nin kurulmasına ve geliştirilmesine birlikte katıldık. O dönemdeki heyecanını anımsıyorum şimdi. Grubun faaliyetlerinin örgütlenmesi ve gazetenin çıkarılabilmesi için sağa sola koşuşturmalarını, gazetenin ilk –ve 1980 cuntası öncesi tek– sayısı elimize geçtiğindeki sevincini, gizlilik kurallarına ilişkin bizlere verdiği dersleri ve öğütleri, bazı akşamlar Moda’da birlikte yaptığımız yürüyüşler sırasında kurduğumuz, çoğunun gerçekleşmeyeceğini bildiğimiz halde bizi yaşama bağlayan hayalleri...
Görüş, öneri, katkı ve mektuplarınızı bekliyoruz... iscicephesi@gmail.com
SAYI: 27 • MART 2011 Aylık Siyasi İşçi Gazetesi (Aylık Yerel Süreli Yayın)
Sahibi ve yazı işleri müdürü Atakan Çiftçi (Enternasyonal Yayıncılık)
Yönetim yeri Şehit Muhtar Mah. Süslü Saksı Sok. No: 19/6 Beyoğlu - İstanbul 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 25 TL • Yurtdışı: 25 € Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com Baskı Estet Ajans Matbaacılık Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul Fiyatı: 2 TL
Bir yandan da organizmasını sürekli rahatsız eden, nedense “zengin hastalığı” diye bilinip daha çok yoksulları vuran diyabet illetine karşı sürekli mücadele etmek zorundaydı. Kendisine “kod adı” olarak “Şekerim” lakabını uygun görmemize de sadece gülümserdi...
Rıfat’la sadece sınıf mücadelesinde ve politikada birlikte olmadık. Çocuklarımızı da birlikte parka götürdük, onların ergenlik çağı tuhaflıklarından, hayattan ve İstanbul’dan birlikte dert yandık, birlikte nargile içip birlikte uzun uzun sustuk. Kahvelerimizi alıp (o kahveyi sade içmek zorundaydı, benim ise şeker kullanmamam gereken Sonra diktatörlük bir dönemde çayıma kahveme ve cezaevi yılları gir- Sakarin koymama kızar, “bıdi araya. Bütün dev- rak şunu, kanserojen bir ilaç” rimciler gibi onun diye uyarırdı beni) karşılıklı için de zor ve zorlu oturduğumuzda onun Osmanlı yıllardı onlar. Sadece tarihine ilişkin uzun anlatılarımücadeleyi yeniden nı dinlemek ne büyük keyifti. nasıl ve nereden Hayret ederdim bu kadar şeyi geliştirme kaygısıy- nasıl bilebiliyor, hafızasına nasıl la değil, ama aynı kaydedebiliyor diye. İttihat zamanda geçinebil- Terakki’nin saray entrikalarını, me, ayakta kalma ve Teşkilatı Mahsusiye’nin daladirenme savaşlarıyla verelerini, Almanların Osmanlı dolu bir dönemdi. toprakları üzerinde oynadıkları Tekrar birbirimize oyunları, Ermeni komitacıların kavuştuğumuzda İttihatçılarca nasıl aldatıldıkRıfat biraz yorgun, larını, Yahudilerin mallarına ama yine dimdik ve hangi düzmecelerle el konulsosyalizme olan tüm duğunu bir bir anlatır, hatta inancıyla ayaktaydı. ezberletirdi.
Sonra aramıza coğrafi uzaklıklar girdi, ama her telefon görüşmemizde, her buluşmamızda, dostluğumuzdan yoldaşlığımızdan bir şey kaybetmediğimizi bana hissettirirdi. Ayrı örgütsel kulvarlarda yürüyorduk, ama bir gün aynı mücadele meydanında tekrar yan yana geleceğimizden emindik. Ama hain vakit... Buna imkân vermedi. Rıfat önce içine sızan alçak kanser belasına karşı yıllarca mücadele etmek zorunda kaldı. Kendisini, hepimizi hayran bırakacak şekilde biraz toparladığında partisine, İşçi Kardeşliği Partisi’ne gitme, yoldaşlarına el verme isteğiyle yanıp tutuştu, bunu istediği gibi yapamamaktan yakındı. Hep mücadele insanı olarak kaldı. Ve bir sabah, hiç olmayacak bir vakitte telefonun zili çaldı... Oktay ve ardından Şadi, “Rıfat’ı yitirdik, başımız sağ olsun...” Ulan kahpe hayat, sırası mıydı şimdi bunun? Bu yapılır mı Rıfat’a? Rıfat mutlaka bir gece önce Arap devrimine ilişkin son haberleri okuyor, izliyor, ya da partisinin seçim taktiğinin ne olması gerektiği üzerine düşünüyordu. Biraz daha zamana ihtiyacı vardı, ama olmadı. 1 Mart sabahı ölüm bula bula onu buldu Moda’da. Ailesi, yoldaşları, dostları güzel, mert bir insan yitirdiler. Ama onun yetiştirdiği, yetişmesine katkıda bulunduğu fidanlar onu anılarında ve mücadelelerinde yaşatacaklardır. Ben de çok özleyeceğim onu. Rıfat yoldaş, seni yıldızlara emanet ediyoruz.
NE SAVUNUYORUZ? neyi hedefliyoruz? İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Türkiye’de devrimci bir işçi partisinin inşası için mücadele ediyoruz. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Sermayenin baskı ve şiddet rejimine karşı mücadele ediyoruz ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.
EMEK GÜNCESİ
3
Ontex direnişi: Sendikalı olmak yetmiyor! Deniz Koçak, 4 Mart 2011 İşçi Cephesi olarak, işten atılan Ontex işçileri ile direnişlerinin 9. gününde yaptığımız röportajda bir işçi arkadaş, “iki cephede mücadele ettiklerini” söylemişti. Bugün direnişlerinin 16. günü ve 13 işçi gösterdikleri sınıf dayanışması ve kararlılıkla direnişlerine devam ediyorlar. Ontex Fabrikası yaklaşık 20 yıldır sendikalı ve TİS hakkına sahip. Lakin Ontex işçisi yıllardır esnek çalıştırılıyor, açlık sınırının altında ücret alıyor ve sosyal hakları gasp ediliyor. Öte yandan fabrika
Türkiye’de elde ettiği kâr oranında sektöründe ikinci olabiliyor. Elbette bu “başarının” tek mimarı işveren değil! Perdenin arkasında kuzu postuna bürünmüş, patron yanlısı sendikacıların işçileri “ehlileştirme” çabası bulunmaktadır. Ontex işçisi sendikalı olmanın yetmediğinin farkına varıp, kendi
içinde komite kurup sendikaya ve patrona karşı direnç göstermiştir. Bu direniş şu an asıl gayesine ulaşamamıştır ama daha ilk günlerinde patronun yüzde 7 zam teklifini yüzde 15’e çekmeye itmiştir. Öte yandan maalesef öncü işçilerin önemli bir kısmı fabrika dışına çıkarılmış durumda. Şüphesiz, aslı gayeyi sağlayacak olan güç, içeride işçilerin şalteri indirmesi, dışarıda
ise sınıf dayanışmasıdır. Bugün Ontex deneyiminden çıkarılacak ana ders, sendikalı olmanın yetmediğidir. Biz işçiler kendi öz örgütlerimiz olan sendikalarda yönlendirici unsur olabilmek ve bununla birlikte işverene karşı haklarımızı savunabilmek için, işyeri komitelerimizi de kurmalıyız. Fakat bu komiteler, karşı saldırının şafağında değil, kara güne karşı öncesinden oturtulmalıdır. Sendikanın bile köstek olduğu Omtex işçileri direnişlerine devam ediyorlar. Bize düşen ise bu haklı mücadeleye el vermektir.
UPS direnişinden metal grevine Fuat Karahan, 7 Mart 2011 2008 yılının son aylarıydı. Küresel ekonomik kriz tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de emekçileri tehdit ediyordu. Uzun süredir durgunluk içerisinde olan sınıf hareketinin krizle beraber harekete geçeceği beklentisi hâkimdi, çok sayıda işçi çevresinde. Tam da bu döneme denk gelen metal grup sözleşmeleri tüm siyasi çevrelerdeki beklentiyi daha da açığa çıkardı. Greve hazırlanan Birleşik Metal-İş sendikası, “Cuma yürüyüşleri” ile bir yandan tabanını harekete geçirirken, bir yandan da yeni işyerlerinde örgütlenmeye çalışıyordu. İşte o günlerde fabrika işgali ile gündeme gelen Sinter Metal işçileri, bu yeni örgütlenmelerden biriydi. Ancak Tük-İş Konfederasyonu’na bağlı Türk Metal’in ve Hak-İş Konfederasyonu’na bağlı Çelikİş’in apar topar sözleşmeyi imzalamalarının ardından, Birleşik Metal de sözleşmeleri imzaladı. Bu hareketli dönemin ardından sınıf mücadeleleri bir durgunluk içerisine girmiş olsa da tekil mücadeleler hiç durmadı. Ancak mücadeleye yeniden hız veren Tekel işçilerinin Ankara direnişiydi. Tekel’in etkisini kırmak isteyen burjuvazinin yardımına Tek Gıda-İş ve elbette Türk-İş bürokrasileri koştular. Tekel’in geri çekilişi bir moral bozukluğu yaratsa
da, mücadeleler hiç kesilmedi. Bu sendikal mücadelelerden UPS’nin kazanımla sonuçlanmasının sınıfın hanesine yazılmış bir zafer olduğunu birçok kez ifade ettik. Bu yılki MESS ile metal iş kolundaki sendikaların toplu sözleşme görüşmeleri tam da küresel çapta mücadelelerin ve Türkiye’de de UPS ve Sinter Metal gibi kısmi sendikal kazanımların üstüne geldi. Torba yasayla güvencesiz çalışmayı garanti altına alan hükümetin verdiği cesaretle yola çıkan patron sendikası MESS’in dayatmalarını tartışmasız kabul eden Çelik-İş ve Türk Metal bürokrasilerinin aksine, DİSK’e bağlı Birleşik Metal-iş sendikası mevcut sözleşmeyi kabul etmedi ve 10-15 şubat tarihlerinde gerçekleşen 2010–2012 grup toplu iş sözleşmesi görüşmeleri olumsuz sonuçlandı. Ve anlaşmazlığın ardından, 21 yıl sonra Metal işçileri grev kararı aldılar. 15 bin işçiyi ilgilendiren grev kararının sonucunda Birleşik Metal’in örgütlü olduğu 28 işyerinin 21’inde grev kararı asıldı. Beyaz yakalı bazı işçilerin tehdit edilmesi, yani patronların ayak oyunları sonucu grev kararı çıkmayan yedi fabrikaya ise sendika itiraz etmiş durumda. MESS’ten ayrılma kararı alan iki işyerinde, Delphi ve Çemaş’ta ise işverenler Birleşik-Metal’in şartlarını ka-
bul ederek sözleşme imzaladılar. İki yıl önce olduğu gibi, BirElbette MESS de boş durmamak- leşik Metal-İş sendikasının bu tadır. Grev kararını lokavtla boşa yıl da örgütlenmeye devam çıkartmaya çalışmaktadır. ettiğini görüyoruz. Sendikanın çoğunluğu sağladığı, Güney Anlaşmazlık esas olarak üç maddeye dayanmaktadır. Birin- Kore firması D.C.S Otomotiv Koltuk sistemlerinde (Kocaeli) ve cisi, sendika, MESS’in önerisi Casper Bilgisayar’da (Ümraniye, olan yüzde 5,35 zammı kabul etmemektedir. Zira krize rağmen İstanbul) işverenlerin, sendikalı büyüyen metal patronları işçileri işçileri işten çıkarmaları sonucu görmezden gelmekte ve emekçi- direnişler başladı. Bu direnişlerin leri sefalete mahkûm etmektedir- metal grevine güç vereceği açıkler. İkincisi, grup sözleşmelerine tır. rağmen patronlar tarafından her Metal işçilerinin grev kararı işyerinde farklı zam önerilmekte- ‘80 askeri darbesinden sonra dir. Bu toplu sözleşmenin ruhuna neredeyse durma noktasına gelen aykırıdır. Üçüncüsü, sözleşmeye grev mücadelesinin yeniden işçi bir madde koydurmak isteyen sınıfının gündemine sokacaktır. patronlar, sözleşmede yazılan Grev, hak alma mücadelelerinin maddelerin dışında son iş yasası- en önemlilerindendir. İşveren nın maddeleri geçerlidir diyerek, karşısında metal işçilerinin Torba Yasa ve benzeri yasalardan haklarını koruyan sendika, grev kaynaklanacak maddeleri kendi kararını alarak doğru bir görev lehlerine çevirmeye çalışmaktaönüne koymuştur. Görev önce dırlar. Grev kararı, esas olarak bu metal işçilerinindir. Onlar ayüç nedenden dolayı alınmıştır. . lardır bu greve hazırlanıyorlar. Grup Sözleşmesi 100 bine yaOnlar işyerlerinde örgütlü oldukın işçiyi ilgilendirmesine rağmen ğu sürece, arkadaşlarını ailelerini Çelik-İş ve Türk Metal bürokra- haklı mücadelelerine ikna ettiksilerinin ihaneti sonucu Birleşik leri sürece, aynı UPS’de olduğu Metal yalnız kalmış durumdadır. gibi sonuç alabilirler. Ama bu Bu da olası bir grevin kazanımla- da yetmez, tüm sınıf güçlerinin rının ne kadar önemli olduğunu grevin etrafında kenetlenmesi, bir kez daha gösteriyor. Doğal dayanışması ve birleşik bir müolarak Birleşik Metal-İş işçilecadeleye evriltilmesi gerekiyor. ri sektördeki ve ülkedeki tüm Sınıf güçlerini bekleyen görev emekçiler için mücadele etmek- budur. tedirler.
4 »
POLİTİKA
4
Libya:
Halk isyanı mı, komplo mu? Yusuf Barman, 3 Mart 2011 Muammer Kaddafi Libya’daki halk isyanının aslında El Kaide’nin bir kışkırtması ve onun peşinden giden 100 kadar(!) “uyuşturucu müptelası fare”nin eseri olduğunu söylüyor. Küba lideri Fidel Castro ve Venezüella devlet başkanı ise bunun Libya petrolüne konmak için ülkeyi işgal etmek isteyen ABD’nin bir komplosu olduğunu iddia ediyorlar. Belli ki birbirlerini telefonla arayıp aynı gerekçe üzerinde anlaşabilme fırsatı bulamamışlar. Dolayısıyla, Libya’daki diktatörlük rejimi taraftarlarının iddialarının toplamından şöyle bir bileşim çıkıyor: Bin Laden ile Barack Obama, Kaddafi’yi birlikte yıkmak ve sonra da Libya petrolünü ve iktidarını aralarında pay etmek için anlaşmışlar. Türk ve dünya solu içinde, Castro’nun “Çin tipi kapitalist gelişme” politikasına ve Chavez’in kapitalist “21. yüzyıl sosyalizmi” idealine âşık olup bu tip komplo teorilerine sarılanlar yok değil. Küba ve Venezüella’daki Bonapartist diktatörlükleri petrolle beslediği için Kaddafi’nin ve onun zalim rejiminin gitmesini istemiyorlar. Libya’da Kaddafi’nin iddia ettiği gibi iktidar halkın elinde idiyse, kimse halinden şikâyet etmiyor ve liderlerini çok seviyor idiyse, hangi komplo on binlerce, yüz binlerce insanı bu tip bir isyana, ayaklanmaya ve devrime sürükleyebilir? Libya aslında diğer Kuzey Afrika ülkeleri kadar yoksul bir ülke değil. 42 milyar varil civarında petrol rezervine sahip ve günde 1,5 milyon varille Afrika’nın 4. büyük petrol üreticisi. İhracat gelirlerinin hemen tamamı petrolden ve bunun yüzde 85’ini Avrupa ülkeleri-
ne yapıyor. Yani, 6,5 milyonluk bir ülke olarak büyük bir gelire sahip; ticari bilançosu geçen yıl 27 milyar dolar fazla vermiş ve kişi başına yıllık gelir 12 bin dolara yükselmiş (85 milyonluk Mısır’dakinden altı kat daha yüksek). Ama her şey burada bitiyor, zira bu gelir düzeyi herkesin her yıl bu miktarda bir gelire sahip olduğu anlamına gelmiyor. Gerçek durum şu: Libya gıda maddelerinin yüzde 75’ini Avrupalı çokuluslu şirketlerin kontrolündeki pazarlardan ithal ediyor; işsizlik oranı yüzde 30’un üzerinde, her üç kişiden biri yoksulluk sınırının altında yaşamaya çalışıyor ve her beş kişiden birinin okuma yazması yok. Yani devlet gelirlerinin aslan payı Kaddafi ailesinin, onun aşiretinin ileri gelenlerinin, rejimin kodamanlarının, bütün bunların çevresinde kümelenen burjuvaların kasalarına akıtılıyor. Bunun üzerine bir de devlet terörünü ekleyin; itiraz edeni sopayla döven, muhalif kesimleri baskı altında tutan, insanlara işkence eden, onları ifade ve örgütlenme haklarından yoksun kılıp sadece reisin “yeşil kitabını” okumaya mahkûm eden, göstericileri kurşunlayan, olmadı uçaklarla bombalayan; bütün bu işler için askeri, polisi, gizli istihbarat servisi, katil milisleri yetmiyormuş gibi başka Afrika ülkelerinden paralı katil sürüleri kiralayan bir rejim. Bu insanların isyan etmesi için komploya ihtiyaç var mı? Kaddafi’nin, insana “bu adam çıldırmış” dedirtecek kıvamdaki böbürlenmelerine, Castro, Chavez ve Daniel Ortega’nın ve onların hayranlarının iddialarına inanacak olsak, Libya bağımsız bir ülke ve ABD ve AB emperyalizmleri
bu yüzden Kaddafi’yi devirmeye çalışıyorlar. Oysa gerçek bambaşka. 1969’da darbeyle iktidarı aldıktan sonra, komünizm ile kapitalizmin dışında ve “sosyalizm ile İslam’ı birleştirdiğini” iddia eden bir “Üçüncü Yol” icat eden Kaddafi bir süre bağımsız politikalar izledikten sonra 1980’lerin sonlarından itibaren tamamen emperyalizmle işbirliğine yöneldi. Neoliberal ekonomik reçeteler uygulayarak petrol dâhil tüm sektörlerde özelleştirmelere girişti, ülke ekonomisini çokuluslu şirketlerin yağmasına açtı ve IMF’nin denetimi altına soktu. Son on beş yıl içinde emperyalist ülkelerle tam 13 “uyarlanma” anlaşması imzalayarak, BP, Royal Dutch Shell, Total, BSFA, Statoil, Repsol, ENI gibi uluslarötesi şirketlerin ülke kaynaklarına el koymasını olanaklı kıldı.
bir “dış güç” kalıyor mu?
Her paranoyak diktatörlük rejimi gibi Kaddafi iktidarı da kitle isyanını dış güçlerin komplolarına bağlama çabasında. Oysa o “dış güçler”, yani emperyalizm, son ana kadar kendi adamları Kaddafi’yi desteklediler. Obama’sından Merkel’ine ve Berlusconi’sine kadar bütün emperyalist liderler günlerce Kaddafi’nin gösterileri bastırıp durumu “normale” döndürmesini beklediler. Ama sonunda Libyalı emekçi halk kitlelerinin ayaklanmasının devrime dönüştüğünü, devrimin orduyu bölüp dağıtmaya başladığını, çeşitli bölgelerde halk iktidarı organlarının doğduğunu görünce telaşlanarak Libya’daki şirketlerinin ve yatırımlarının geleceği telaşına düştüler. O andan itibaren de Libya’nın bir bütün olarak ellerinden kaçmasını engelleyebilmek için Kaddafi’yi kur2002 yılında verdiği bir demeçte ban etmeye karar verdiler ve yeni ülkesinin “devrimci tavrından vaz- doğacak liderliği “insani ve askeri geçtiğini” ilan eden Kaddafi için, yardım” vaatleriyle denetimleri Bill Clinton “iyiliklerin adamı”ydı. altına almaya yöneldiler. Ertesi yıl ABD Irak’ı işgal ettiğinBu gelişmeler kuşkusuz Libya de, Libya’yı AB’nin ve şirketleridevrimini bastırıp ülkenin kaynaknin stratejik ortağı haline getirdi, larını denetimlerinden kaçırmaBush’un “dünya ölçeğinde teröriz- mak isteyecek olan emperyalizmin me karşı savaşını” destekledi, CIA bir askeri müdahalesine yol açabiile işbirliği içinde Afrika kıtasında lir. Ama sömürgecilik karşıtı bilinç El Kaide’ye karşı savaşa girişti. Libya halkının hafızasından silinBütün bu hizmetleri karşılığında miş değil. Bu nedenle de, isyancı2006’da ABD’nin “terörist devlet- ların savaşını koordine eden Askeri ler” listesinden çıkarıldı, Almanya, Konsey, herhangi bir dış askeri İtalya, İngiltere ve İspanya’dan mil- müdahaleye karşı çıkıyor. Onlayarlarca dolarlık silah ve askeri araç rın bu tutumunu desteklemek, satın almasına izin verildi. Bugün Libya’ya karşı olası bir emperyalist Çin ve Rus şirketleri de Libya’nın müdahaleye karşı durmak, bu olapetrol zengini çöllerine doluşmuş sılığın gerçekleşmesi durumunda durumdalar. Türk şirketler dahi da, gerekirse Kaddafi ile aynı askeri Libya’nın zenginliklerinden yacephede, müdahaleye karşı mücararlanıyorlar. Bu panorama içinde dele etmek devrimci Marksistlerin Kaddafi’yi yıkmak isteyecek başka görevidir.
POLİTİKA
HES’e karşı tek ses,
katliam durdurulsun! de sebep olmaktadır. Bu cinayetler, emekçilerimizin çalışma hayatında Her geçen gün kendi çıkarı uğruna karşılaştığı tüm sorunlar gibi, çalışma çalışan sermaye, şimdi de daha çok güvenliği alınmamış ve işçi sağlığı dürant için Türkiye’nin dört bir yanınşünülmeden yapılan inşaat çalışmaladaki akarsuları beton yığınına çevirir- rından kaynaklanmaktadır. HES’lerin ken, çevresindeki yaşam alanlarını da gündeme geldiği günden bu ana kadar kültürleriyle beraber su altına itiyor ve 70’ten fazla “iş kazası” gerçekleşmişbunun adına temiz enerji için hidrotir, bu kazalarda 63 emekçi hayatını elektrik santralleri (HES) diyor. Bu kaybetti ve yüzlerce işçi yaralandı. vahşi tüketime karşı çıkmaya çalışan Ama basın bu cinayetlerden, kamuyu “bir avuç cesur insan” ise, yaptığı hiçbir şekilde haberdar etmemekte eylemlerle sesini bu katliama karşı çı- ve bu cinayetleri olabildiğince ortağı karmaya çalışırken, zorla susturuluyor olduğu holdinglerin çıkarları uğuruna ve hapse atılıyor. saklamaktadır. Tekin Güven, 6 Mart 2011
Çevre ve Orman Bakanlığı’nca, Çayeli ilçesindeki Senoz ile Çiğdemli HES projeleri için verilen Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) olumlu kararına karşı, bölge idare mahkemesince iki kez yürütmeyi durdurma kararı ve iptali kararı verildi. Ne acıdır ki doğanın tahrip olmasını engellemek ve çevreyi korumakla yükümlü olan Çevre ve Orman Bakanlığı’na karşı bu kararlar alındı. Bu durum açıkça gösteriyor ki, yozlaşmakta olan devlet kurumları, artık sermayenin her türlü kazancı için elindeki bütün olanakları uygulamaktan geri kalmıyor. Daha çok kâr uğruna şirketlerin doğayı katletmesinin adı olan HES’ler, birçok iş kazasına aslında cinayetlere
Bugün Loç Vadisi’nde, Hasankeyf ’te ve yurdun geri kalan dört bir yanında gerçekleşen bu doğa katliamları, aslında iktidarın kendisiyle birlikte hareket eden sermaye dışında hiçbir şeyi düşünmediğinin açık ve net kanıtıdır. HES’lere karşı çözüm olarak, öncelikle yanlış su politikalarından vazgeçilmeli ve HES projeleri derhal durdurulmalıdır. Ayrıca, su çalışma grupları oluşturulmalı, Türkiye’nin uyguladığı yanlış su politikaları terk edilmeli ve suyun oluşturduğu habitat ile çevresindeki yaşam alanlarının bir bütün halinde kullanımı sağlanmalıdır. Eğer suyum yoksa vadim de yok, vadim yoksa ben de yokum, benim dilim, benim kültürüm, benim tarihim de yok.
5
Devrimcilik bir çocukluk hastalığı mıdır? Oktay Benol, 4 Mart 2011 60 yaşında olmak! On yıla yaklaşan bir süre kanser ve getirdiği rahatsızlıklara karşı mücadele vermek! Üstelik neredeyse bir ömür gölgen olmuş şeker hastalığına rağmen bunu yapmak! Evet, 1951 doğumlu yoldaşımız Rıfat Ucur bütün bu belalara karşın yaşadı ve hayata tutundu. Taa ki 1 Mart gününe dek...
vardı, der. Bugün ise 1936’da, Dördüncü Enternasyonal’in kuruluş sürecinde ben olmasam her şey yarım kalabilir, diye ifade eder. Bu yönüyle bugün üzerime düşen tarihsel görev 1917 Ekim Devrimi’nde de, Kızıl Ordu’nun kuruluşunda da üzerime düşenden daha büyük bir görevdir diyen Troçki bu nedenle hayatın kendisine bir 5 yıl daha verSon ana dek dilinde Tunus ve Mısır devrimlerinin, kalbin- mesini diler...” de mücadele ve isyan ateşinin Bu aktarımın ardından olduğunu ise en yakınındaki Rıfat’la aralarında geçen bir yoldaşları tanıklıklarıyla nak- konuşmayı anlatmaya başlıyor letti. Kuşkusuz bu, Şekerim Şadi... Rıfat kendisine, “sen Rıfat’ı bilen, tanıyan yoldaşnecisin?” diye soranlara “ne ları, dostları için asla şaşırtıcı Troçkistim, ne de devrimci değil. Kalbi izin verseydi bir Marksist’im, ben Dördüncü on yirmi yıl daha bu şekilde Enternasyonalciyim” dermiş... yaşayacağını hepimiz biliyoHepimizin gözü Rıfat’ın ruz... taze toprakla örtülü mezarıNitekim mezarı başında ilk nın üzerine serili Dördüncü konuşmayı yapan Hakkı, ko- Enternasyonal’in siyah beyaz nuya tam da bu noktadan baş- bayrağına çevriliyor. Konuşlıyor: “Tam 40 yıllık dostum, masını tamamlayan Şadi gür sesiyle hep birlikte söylenen yoldaşımdı. 1971’in Eylül ayında tanışmıştık. O 20, ben Enternasyonal marşına önderlik ediyor... Muhittin yoldaşı18 yaşındaydım...” Lakin acı nın dediği gibi, Rıfat’ı yıldızlaçok taze ve derin! Kelimeler Hakkı’nın boğazına düğümle- ra emanet ederek mezarlıktan niyor, gözyaşları yanaklarından ayrılıyoruz... süzülüyor... “Ömrümün son on yılı” diyor “mezarı başında Rıfat için böylesi bir konuşma yapmak korkusuyla geçti.” Sonra yakın gözlüğünü çıkarıyor ve cebinden bir kâğıt... Biraz bakıyor ve devam ediyor... Gözü yaşlı dostlar, yoldaşlar dinlemekte. Kelimeler tonlarca ağırlıkta... Öyle ya, 40 yıllık bir dostluk, yoldaşlık bir çırpıda nasıl anlatılır? Sonra sözü Şadi alıyor. Rıfat’ı, dostluğumuzu, yoldaşlığımızı anlatacak bir konuşma yapacak durumda değilim derken kelimler onun da boğazına düğümleniyor. Siyasi şeyler söyleyeceğini ifade ediyor ve anlatmaya başlıyor: “Troçki 1917’de ben olmasaydım da yine devrim olurdu çünkü Lenin vardı, der. Ben olmasaydım da 1920’lerde Kızıl Ordu’yu kuracak yoldaşlar
Ertesi gün TV’de bir tartışma programında “ben devrim sevmiyorum!” diyen bir adamın sesine kulak kabartıyorum. Diğer konuşmacı, “ya Tunus, Mısır?” diyor. Devrim sevmeyen, “onlar başka, onlar halk devrimleri, ben proleter devrimlere karşıyım, onları sevmiyorum” diyor. Aklımda Rıfat! Boşa geçmemiş ömrünü onu tanımayanlara, daha genç yoldaşlara anlatmanın, aktarmanın ne kadar gerekli olduğunu duyumsuyorum. Onlara devrimcilik bir çocukluk hastalığı değildir derken usulca Rıfat’ı örneklemek istiyorum. Ve hayattaki yoldaşlara Troçki’nin görevini tamamlamak için istediği beş yıldan çok daha fazla ömür diliyorum. Sosyalizme dek devam edecek mücadelemiz için daha büyük miraslar bırakabilmeleri için...
6
POLİTİKA
CHP, “sosyal adalet” dağıtabilir mi? Dicle Nadin, 6 Mart 2011 CHP, seçime yönelik ilk ekonomik programını açıkladı. Aslında kurulduğu tarihten bu yana ‘halktan yana, halka rağmen’ politikalarıyla bilinen CHP’nin paketinin bugüne dek açıkladığı nadir ekonomik programlardan biri olduğu söylenebilir. CHP, “Devletin ve cumhuriyetin temel değerlerini koruyoruz” muhalefeti, rejimin baskı siyasetinin bekçisi pozisyonu, emekçilerin hak mücadeleleri karşısında aldığı tutumla yalnızca belli kesimlerin siyasi sözcülüğünü üstlenmiştir. ‘Mağdurları gözetiyorum, Alevilerin yanındayım’ söylemi ise hiçbir zaman gerçek anlamda onların taleplerinin savunucusu olmaya itmemiş ve bu yanılsama CHP’nin varoluşunun kaynağı olagelmiştir. Kemal Kılıçdaroğlu’nun gelişi; AKP’nin 8 yıllık emek düşmanı, cinsiyetçi ve inkârcı politikalarının yanında yoksullar ve sosyalistlerin bir kesimi için bir umut kapısına dönüştü. Bu noktada özellikle temel politikasının yoksullukla mücadele olduğunu açıklaması; bu bağlamda aile sigortası, kayıtdışı ile mücadele, işsizliğin azaltılması, büyüme gibi başlıkları içeren ve “sosyal devlet”i inşa edeceğiz noktalarının altı çizile-
bilir. Lakin bu şiarlarla ortaya çıkan “yeni CHP”nin söyledikleri ne kadar önemli olsa da bugüne dek AKP’nin işçi ve emekçilere yönelik saldırı yasaları -SSGSS, Torba Yasa- karşısında aldığı tutumlar, açıkladığı programı da sorgulamayı zorunlu kılıyor.
sun, istihdamın anlamını bile değiştirmiştir: istihdam ancak güvencesiz, esnek ve taşeron biçimlerde çalışmak yeni çalışma düzenin temel gerekleri olmuştur. AKP döneminde patronları karşısına almayan bu büyüme, istihdamı ancak bu gereklerle sağlamıştır. Soruyoruz, bu çalışma koşullarında Programın en tartışılan konusu işsizliği önlemek yoksulluğa bir çare kuşkusuz ‘aile sigortası’ uygulamasıdır. Bu uygulamayla, söylenilene göre, olabilir mi? Bizce işsizliğin çözümü açıktır: ücretler düşürülmeksizin iş kayıtiçi çalışan, yoksulluk sınırının saatlerinin kısaltılması ve açılan ek altında olan ve belirli kıstasları sağvardiyalara yeni işçilerin alınması. layan her aileye ayda 600 ila 1200 Ama bu uygulama patronları karşına TL arasında değişen aile yardımı yapılacak. İlk soru şu: Öncelikle AKP almayı gerektirir ki; Torba Yasası ile döneminde de kömür ve gıda yardım- uygulamaya sokulacak sendikal örlarıyla vuku bulan ve bu uygulamanın gütlülüğü hedef alan, işsizlik fonunu tam da sadaka siyasetini hak temelin- patronlara aktaran, kıdem tazminatını de gelir paylaşımına dönüştürecek bir kaldırmayı düşünen uygulamalara itiraz etmeyen, bizzat içinde sermauygulama olarak sunulan aile sigoryedarları barındıran CHP patronları tası, asgari bir gelir yaratmayı amaçkarşısına alabilir mi? lıyor mu? Unutmayalım, iktidarların yoksullara yardım projeleri özellikle Burada önyargısız bir şekilde haklı de seçim dönemlerinde hep gündeme olarak vaat edilenin gerçekçi olup gelir. Ayrıca eğer gerçek anlamda hak olmadığını sorgulamak gerekiyor. Bu siyaseti yapılıyorsa, soruyoruz: Neden yüzden, herkesin sorduğunu biz de işsizliği de önlemiyorsunuz? soruyor ve merak ediyoruz. Kaynağı nasıl bulacaksınız? Kılıçdaroğlu, Evet, CHP, işsizliği önlemeyi ve “Kaynak var. Bunun paylaşımı siyasi istihdamı artırmayı hedeflediğini bir tercihtir” diyor, kendisine katılısöylüyor; fakat AKP’nin sıklıkla yoruz, bu siyasi bir tercihtir ve öyle ki övündüğü bir konu olan büyüme rakamları; işsizliği önlemek şöyle dur- emekçiler ve patronlar arasında siyasi
bir tercih yapmayı gerektirir. Kılıçdaroğlu, kaynak sorununu, programda muğlâklıklar olsa da; bütçe açığı vermeden, vergileri artırmadan yalnızca kamu harcamalarını kısarak çözeceğini söylüyor. Kamu harcamaları kabaca özetlersek; eğitime, sağlığa, maaşlara, SGK primlerine ve savunmaya ayrılan bütçelerden oluşuyor. İşte “siyasi tercih” burada ortaya çıkıyor; CHP, ya eğitimden ve sağlıktan daha da kısarak, asgari ücretten biraz daha kırparak ya da emeklilik yaşını -artık ölünce alınabiliyor ibaresi eklemek kaydıyla- yükselterek neoliberal politikaların devamcılığını üstlenecek ya da savunmaya ayrılan bütçeyi kısacak. Sosyal adaleti tesis etmeye soyunan bir partinin birincisini yapması çelişki olacağına göre, geriye savunma kalıyor ki, bu da CHP’nin varoluşunu borçlu olduğu temel politikalarla yüzleşmesini gerektiriyor. Yani basitçe, başta Kürt sorununu çözüp savaşa harcanan ve buradan nemalanan sektörlere dur demesi gerekecek. Kısacası soruyoruz; patronları karşısına almayan bir parti gerçekten işçi ve emekçiden yana bir düzeni, sosyal adaleti sağlayabilir mi?
Ahmet Şık ve Nedim Şener tutuklandı Oktay Benol, 7 Mart 2011 İçişleri Bakanı Beşir Atalay, “2023’te dünyanın en büyük 10 ekonomisi içinde olmayı, işsizliği düşürmeyi, kişi başına milli geliri 25 bin dolara çıkarmayı” hedeflediklerini belirtmiş. Ayrıca araştırma sonuçlarının Haziran 2011 seçimlerinde AK Parti’nin yüzde 50 oy alabileceğini gösterdiğini ifade etmiş. Seçim ortamının en önemli gündeminin ise Anayasa olacağını söylemiş. Ve bu yeni anayasa sivil bir anayasa olacaktır, demiş. Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklandığı bir süreçte Atalay’ın yaptığı bu açıklamalar traji-komik bir manzara oluşturuyor. Öyle ya, muhtemelen Atalay yeni ve sivil bir anayasa derken; 12 Eylül gibi bir askeri darbe anayasası olmayacağını, vesayet içermeyeceğini, ayrımcılığa karşı, hak ve özgürlükleri teminat altına alan bir anayasadan bahsediyor olsa gerekir. Çünkü aksi durumda söylenenin ve yapılanın bir kıymeti harbiyesi olmayacağı açıktır. Unutmadan, hükümetin yüzde 58 oyla kabul edilen kısmi anasaya değişiklik paketiyle artık hiçbir şeyin eskisi gibi
olmayacağını söylemesinin üzerinden de altı ay bile geçmedi. Gelin görün ki iktidarda sekiz yılını geride bırakan Adalet ve Kalkınma Parti’sinin yönetimi altındaki uygulamalar fazlasıyla tersine örnekler içermekte. Ergenekon davası kapsamında gözaltına alınıp tutuklanan Ahmet Şık ve Nedim Şener örneğinde olduğu gibi... İşiçleri Bakanı Atalay bu konu kendisine sorulduğunda soruşturmayı yürüten savcılığın açıklamasını tekrarlamış: ‘’Yapılan işlem basın suçuyla ilgili değil. Kişiler basın mensubu ama yapılan işlem tamamen yasa dışı bir organize suç örgütüyle irtibatlıdır.’’ Tam bu noktada bizzat Cumhurbaşkanı Gül’ün son tutuklamaların ardından kaygı duyduğunu ifade ettiğini hatırlayalım. Bu kaygıyı hükümetin politikalarını benimseyen birçok gazeteci-yazarın dahi paylaştığını belirtelim. Tabii ki tutuklama talebini yapan savcılık makamının aynı görüşte olmadığını, açıklamasından da anlıyoruz. Ama ilginç olan Amet Şık’ın avukatı Akın Atalay’ın, gözaltı sürecinde savcı Öz’ün kendisine, “Ben bu son gözaltı
ve aramalarda kaç kişi ile ve kimlerle ilgili yakalama ve arama istenildiğini bilmiyorum. Ahmet Bey’in de ismi var mı yok mu dikkat etmedim, biliyorsunuz emniyet bizden talep ediyor, biz de imzalayarak mahkemeye havale ediyoruz” dediğini aktarması. Neler oluyor?
terör örgütü varsa onun açığa çıkarılmasına yaptıkları haber ve yazdıkları kitaplarla en fazla katkıda bulunanların başında geliyorlar. Dolayısıyla bu iki gazetecinin Ergenekoncu olarak tutuklanması izahı zor bir durum yaratıyor. Gerçekten, “dava bahane, amaç istenmeyen sesleri susturmak” mı?
Hatırlanacağı üzere Ergenekon soruşturması yaklaşık dört yıl önce 12 Haziran 2007’de Ümraniye Çakmak Mahallesi’nde bir gecekonduda el bombaları, TNT kalıpları ve fünyelerin ele geçirilmesiyle başlamıştı. Burada ele geçen el bombalarının Cumhuriyet Gazetesi’nin bombalanmasında da kullanıldığının anlaşılmasıyla dava derinleşmişti. Gerçekleşen tutuklamalar hükümete karşı darbe hazırlıkları yaptığı iddia olunan ve Ergenekon adıyla anılan bir yapıyı açığa çıkarmıştı. Sonradan Danıştay saldırısının da bu kapsam içinde olduğu ifade edildi. Soruşturma kapsamında bugüne dek 300 civarında insan gözaltına alındı. Ahmet Şık ve Nedim Şener son halka oldu.
Ahmet Şık’ın, “Hazırladığım kitap son 20-25 yılda emniyet teşkilatı içinde cemaat örgütlenmesi sürecini anlatıyor. Yazılanlardan anladığım kadarıyla kitabımın bir kopyası birilerinin eline geçmiş ve orada yazılanlar belli ki birilerini fazlasıyla rahatsız etmiş. Bu nedenle beni Oda TV vasıtasıyla ‘Ergenekon örgütü’yle ilişkilendirmeye çalışıyorlar. Böylece ‘birilerinin’ bana bu kitabı yazdırdığı iddiası dillendirilerek kitabın tarafsızlığı ve objektifliği gölgelenmeye, itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor.” açıklaması bu açıdan çok önemli.
Sorun da burada! Ahmet Şık ve Nedim Şener, eğer ortada bir Ergenekon
Ahmet Şık ve Nedim Şener’in bir an önce serbest bırakılmasını, ifade ve örgütlenme üzerindeki tüm baskı ve engellerin kaldırılmasını, Ergenekon soruşturmasındaki sis perdesinin aralanmasını, davanın şeffaflaşmasını ve sanık sandalyesine gerçek suçluların oturtulmasını talep ediyoruz.
KADIN SAYFASI
7
Erkeği hadım etmek tecavüze çözüm olamaz! de tepkilerin artmasıyla da AKP’li kadınların gündemine girmiş AKP’li kadın milletvekillerinin bulunuyor. Ne var ki, bu meseleyi kadına yönelik şiddete dair hakendi politikaları çerçevesinde zırladığı “Bazı Kanunlarda Desindiriyorlar. Tıpkı “eşcinsellik ğişiklik Yapılmasına Dair Kanun hastalıktır” diye beyan ettikleri ve Teklifi”, TBMM Başkanlığı’na kadına yönelik şiddete karşı aile sunuldu. Aslında teklif edilen yasa imamlığı projesi başlattıkları gibi. bir çok madde içeriyor. Ama biz Yasa teklifi incelendiğinde kadına öncelikle tecavüzde öne sürülen ve çocuğa yönelik cinsel taciz ve hadım etme önerisini tartışacağız. tecavüz uygulayanlar hasta olaTeklif edilen madde, “Cinsel rak kabul ediliyor. Dahası, tedavi saldırı suçundan, çocukların cinsel olarak da kişinin onayı olmadan istismarı suçundan veya reşit olma- bedensel bütünlüğünü bozan ve yanla cinsel ilişki suçunun nitelikli sakat bırakan, ilaçla hadım önerihalinden hapis cezasına mahkum liyor. olanlar, cezanın infazı sırasında ve Aslında bu bir politika biçimi koşullu salıverildikleri takdirde, deolarak tecavüz eylemini, yalnızca netim süresi içinde; testosteron etkikişinin hormonlarına, dürtülerisini önemli ölçüde azaltıcı tedaviye ne ve salt bireyin sorumluluğuna tabi tutulabilecekler, tedavi amaçlı bırakmaktır. Kısasa kısas mantığı programlara katılmakla yükümlü ile cezalandırma, kadının ve çocukılınabilecekler, suçun mağduruğun maduriyetinin üzerini örter nun oturduğu ve çalıştığı yerleşim ve tecavüze engel olmanın yolunu bölgesi dışında başka bir yerde toplumda bir korku yaratmaya ikamet etmekle yükümlü kılınabiindirger, toplum cinsiyetçi uygulecekler. Bu suçların birden fazla lamalarını değiştirmek zorunda işlenmesi halinde, bu kişilerin, söz kalmaz. konusu tedavi ve yükümlülüğe tabi Tecavüz sadece cinsel bir eylem tutulması zorunlu olacak.” değil, kadına yönelik bir iktidar Cinsel şiddet (taciz, tecavüz) kakurma biçimi, onun toplumdaki dına ve çocuğa yönelik en sık göyerine ve mevcudiyetine bir salrülen suçlar arasında. Son dönemRukiye B., 7 Mart 2011
dırıdır. Dahası toplum ve devlet, kadın cinsini ezen uygulamalarıyla tecavüzü fiili olarak meşrulaştırıyor. Bu durumda tecavüz sadece cinsel sapkınlık ya da hastalık olarak alınamaz. Tecavüzlere gerçekçi çözümler bulmamak, kadını ve çocuğu tecavüze uğradığında suçlu görmek, dışlamak, süreci yargı, polis ve hastane arasında uzatmak, hem mağdur tarafından tecavüzün teşhir edilmesinin önünü kapatıyor, hem de tecavüzcüleri haklı çıkartıyor.
mede anıldı. Mahkemeye göre 13 yaşındaki bir çocuk, istese bu tecavüzlere son verebilirmiş! Yine polis gözaltına aldığı kadınlara coplarla, sopalarla tecavüz ediyor. Burada yer veremediğimiz kadar karanlık bir tablo söz konusuyken yargının, medyanın, polisin yani devletin süzgecinden geçmeyi başarmış ve mahkum olmuş birkaç tecavüzcünün hadım edilmesi, toplumun içini rahatlatabilir ama tecavüzü, tacizi engellemez.
Her ne kadar bu durumun erkek egemen bir toplumdan kayMedya ise bu düzenin en önem- naklandığını söylesek de, bu işin öznesi olan erkekleri de aklamali ayaklarından biri. Dizilerde, filmlerde, reklamlarda kadınların mak gerekiyor. Davalarda hiçbir şekilde ceza indirimi söz konutecavüzü arzulayan tavırlarının su olmamalı ve ceza yeterli bir gösterilmesi, gazetelerde habersürede olmalı. Süreçte kadının ve lerin erotikleştirilerek verilmesi çocuğun beyanının esas alınmaen önemli unsurlar. Mesela Defsı yani kadının sürekli sorgulanne Joy’un ölümünden sonra “su maması, erkeğin kendinin tecatestisi su yolunda kırılır” gibi vüzü yapmadığına dair savunma ifadelerin medyada yer alması. yapması gerekmektedir. Tecavüz Devrimci kadınların “öpülerek” dize getirilmesi. Ayn şekilde, yargı ve taciz engellenmek istiyorsa araçlarının kadının aleyhinde so- ilk adım olarak, tecavüz ve taciz nuçlar çıkarması da bu süreçte be- durumunda kadın ve çocuklara lirleyici. Keza 13 yaşındayken 26 psikolojik, hukuki, tıbbı bütün kişinin tecavüzüne uğrayan N.Ç., hizmetleri karşılıksız sunacak, donanımlı ve sayıca yeterli tecavüz fuhuş yapma adı altında mahkekriz merkezleri açılmalıdır.
Eşcinsellik hastalık değildir! Erkek egemen sistemde cinsel tercihleri nedeniyle insanlar hor görülüyor. Sistem eşcinİnsanların yaşamak için bazı gereksinimsellere “hastalıklı” muamelesi yapıyor. Cinsel leri vardır; yemek, içmek ya da barınmak tercihlerinden dolayı aşağılanan, hakarete gibi. Bunları sağlamak için ise paraya ihtiyaç uğrayan hatta öldürülen bu insanlar toplumduyar. Parayı elde edebilmenin çeşitli yolları dan dışlanıyor. Hâlbuki eşcinsellik insanlık vardır. Eğer zengin değilseniz ya da zengin bir tarihi kadar eskidir. Kafalardaki o geri kalmış aileniz yoksa para kazanmak için çalışmalısı- anlayışlar ne yazık ki değişmiyor. nız. Çalışmak, üretmek isteyen eşcinseller, Çalışarak kendi hayatınızı sürdürmeniz transseksüeller ya da travestilerin bir kısmı için ise bir işe ihtiyacınız vardır. Halil İbraiş verilmediği için fuhuş yapmak zorunda him Dinçdağ’ın da bir işe ihtiyacı var ama o kalabiliyor. Eşcinsellik, sapkınlık ya da hasişsiz. Peki, kim mi Halil Dinçdağ? Türkiye talık değildir. Bunu insanların ve Futbol Futbol Ligi’nde hakemlik yapan ama askerlik Federasyonu yetkililerinin anlaması gerekiyor. yapmadığı için 14 yıldır yaptığı hakemlik İnsanları cinsel tercihi ile değil yaptıkları işi görevinden uzaklaştırılan bir insan! Dinçiyi yapıp yapmamaları ile sorgulasınlar. Koca dağ askerlik yapmamasının sağlık nedeniyle koca insanların uğraştığı işler bu olmamalı. değil, cinsel tercihinden kaynaklandığını Tornadan çıkar gibi tek tip insan yaratılmak açıklayınca Futbol Federasyonu’nun hışmına isteniyor. uğrayarak görevden uzaklaştırıldı. Bununla Yaşam hakkı kutsaldır. Halil İbrahim da kalınmadı; 16 yıldır çalıştığı radyodan da Dinçdağ’ın hayatını sürdürmek için işe kovuldu. Kemal Boran, 5 Mart 2011
ihtiyacı var. Federasyon yaptığı hatayı bir an önce düzeltip Dinçdağ’ı işine iade etmeli ve ondan özür dilemelidir. Çalıştığı radyo da aynı şeyi yapmalıdır. Ahlak bekçiliği yapanlar önce insanın kimliğine saygı göstermeyi öğrensinler. Yani insanlaşsınlar, cinsel kimliklerinden dolayı hiç kimse aşağılanamaz! Halil İbrahim Dinçdağ, kendisine yapılanları sineye çekip kenarda oturmak yerine Futbol Federasyonu’nu mahkemeye verdi. Dinçdağ, mesleğini yaptırmayarak kendisini mağdur etmekle suçladığı TFF’nin kendisine 10 bin TL maddi, 100 bin TL de manevi olmak üzere toplam 110 bin TL tazminat ödemesini istedi. Maddi olarak dava masraflarını karşılayacak parası bulunmadığını kaydeden Dinçdağ, mahkemeden “adli müzaherete” (yardım) kararı verilmesi talebinde bulundu Cinsel tercihlerinden dolayı insanların hor görülmediği bir toplum dileğiyle...
8
ARKA PLAN
Seçim sürecine girilirken politik durum
ve program sorunu
2011 seçimleri, rejimin yeniden yapılandırılması ve neoliberal saldırıların ilerletilmesi için önemli bir dönüm noktası olacak. Sosyalist solun ise, “aday tartışmaları”nı acilen bir kenara bırakıp, acil talepler etrafında örülecek bir seçim programını ve hattını gündemine alması gerekiyor Cemre Sava, 10 Mart 2011
Düzen partilerinde seçim umutları
ulaştırmak isteyecek. Bunun için öncelikli hedefi, seçimlerden yeni 2011 Genel Seçimleri’nin 12 anayasa yapmasına imkan tanıyaHaziran’da yapılacağının kesinleşEmperyalizmin ve Türk burjuva- cak (367 milletvekili) bir çoğunmesiyle, seçim sath-ı mailine girzisinin bu beklentileri karşısında luğa ulaşarak çıkmak. AKP’nin miş bulunuyoruz. Ekonomik krizin AKP, CHP ve MHP seçim çalıştek başına yapabileceği otoriter ve henüz sonlanmaktan uzak olduğu malarını hâlihazırda başlatmış du- neoliberal yeni anayasayla, rejim ve de Arap devrimlerinin patlak rumda. Erdoğan’ı, Kılıçdaroğlu’nu, içi güç mücadelelerinin yürütmeyi verdiği şu koşullar altında, 2011 Bahçeli’yi her gün farklı bir şehir- güçlendirerek çözümü, neoliberal seçimleri burjuvazi için kat be kat de arz-ı endam ederken görmek karşıdevrimin tamamlanması süreönemli bir hale gelmiş durumda. mümkün. Ve her gün bir yenisi ci gerçekleşmiş olacak. çıkan kaset skandallarıyla, gide2011’de kurulacak parlamento, Kılıçdaroğlu’nun ‘kaset darbesi’ rek bir muamma haline gelen öncelikle dünyada sesini ve etkisiErgenekon operasyonlarıyla, Kürt sonucunda liderliğe geçmesiyni yükselten seferberlikleri ezmek meselesindeki her yeni gelişmeyle, le, laik ve ulusalcı çizgiden daha için üzerine düşen rolü oynamak popülist bir hatta kaymaya çave de bu seferberliklerin Türkiye’ye seçim sürecinin hayli gergin ve bir o kadar da şenlikli geçeceği ise lışarak CHP, bu seçimlerde oy sıçramasını engellemek gibi ağır oranını yüzde 30’lar düzeyine şimdiden belli. Nasıl olmasın ki? (!) bir yükün altında olacak. Öte çekmek için sıkı bir mücadeleye Dediğimiz gibi, 2011 seçimleri, yandan, Torba Yasa ile son perdepek çok açıdan politik arenada, bir girecek. “Aile sigortası” türünsi açılan emek karşıtı saldırıların den projelerle, söze “yoldaşlarım” dönüm noktası haline gelebilir. sürdürülmesinden de yine bu diye girdiği konuşmalarıyla, Kürt parlamanto sorumlu olacak. Yeni Rejimin yeniden yapılandırılmeselesindeki ‘kısmi açılımlarıyla’ hükümetin ise, Kürt sorununa sö- ması ve neoliberal karşıdevrim Kılıçdaroğlu CHP’si, AKP’den zümona bir çözüm yaratmak ve bu sürecinin ilerletilmesi açısından, bıkan, yorulan kitleler kadar, işçi işi tamamlamak gibi çok önemli 2011 seçimleri önemli bir dönesınıfı ve sosyalist sol üzerinde de bir görevi daha bulunuyor. Bugümeç olacak. AKP’nin yüzde 40 ve dikkate değer bir basınç yaratacak. ne değin Açılım süreci ile doruğa üzerinde alacağı bir oy, özellikle Özellikle, politikasını AKP karulaşan politikaların sürdürülmesi yeni bir anayasa yapımı için geşıtlığı üzerine oturtan sosyalistler ve nihayetine ermesi burjuvazirekli çoğunluğu sağladığı takdirde, için, Kılıçdaroğlu’nun çetin ceviz nin temel beklentisi. Ancak yeni AKP’nin bugüne kadar uyguladıolduğu muhakkak. hükümetin işi bu konuda da, hiç ğı politikaların güvenoyu alması BDP ve ittifak olasılıkları de kolay olmayacak. Demokratik anlamına geleceği gibi, rejimi gericilik yöntemlerini kullanarak yeniden yapılandırma ve neoliberal Kürt ulusal hareketi ise, bu Kürt halkının seferberliklerini karşıdevrim süreçlerinin ilerletil‘hassas’ seçim sürecinde, hüküsonlandırmak ve önderliğini tasfiye mesini de garanti altına alacaktır. met ve rejim üzerindeki basıncını etmek olarak adlandırabileceğimiz Türkiye burjuvazisi için genel birkaç perde artırarak, hükümeti bu çözümün zorlu haritası ve yükü olarak bu sonuç oldukça “hayırlı” daha fazla taviz vermeye zorlaonun üzerinde olacak. Sonuncusu olsa da; egemen kesimler içinde yacağa benziyor. Seçim sürecine ve en önemlisi ise, yeni kurulan bu durumdan zarar görecek frakkadar ilan edilen ateşkesin önce parlamentonun yeni anayasayı siyonların ve AKP’nin bir üçüncü bozulup ardından 21 Mart’a kadar hazırlayacağı artık kimse için bir dönem için daha gelecek seçim uzatılması, bu bağlamda önemmuamma değil. Yeni anayasa ile başarısıyla politik hezimete uğrali bir gelişme. Öte yandan, son devletin yeniden yapılandırılması yacak CHP ve MHP’nin direnci referandumda da görüldüğü üzere, sürecinde nihayete ermek, burjuva- ve motivasyonunun, bu dönemde bölgede oy oranını AKP karşısında zinin artık ertelenemez bir ihtiyacı epey artacağı muhakkak. artıran BDP, bağımsız adaylarla olmuş durumda. Tüm bunlar gireceği seçimlerde milletvekili 8 yıldır uyguladığı politikalarla, düşünüldüğünde, 2011 seçimlerisayısını artırmaya, 30’un üzerine Türkiye burjuvazisinin önderlik nin Türkiye tarihinde bir kırılma çıkartmaya çalışacak. krizine bir alternatif olan AKP, noktasına işaret ettiğini söylemek bu seçimlerle beraber, uyguladığı Bu süreçte 11 ilde kendi adaylahiç de abartılı bir yaklaşım değildir. politikaları mantıki sonuçlarına rını belirleyeceğini söyleyen BDP,
vekil çıkması muhtemel şehirlerden de 5 adet adayı kendisinin belirleyeceğini, geri kalan adaylar için ise “mümkün olan en geniş” ittifak hattını zorlayacağını ilan etmiş durumda. Bu bağlamda BDP’nin politikasının Türkiye solunun seçim tavrı için de belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Daha hiçbir şey net değilken, çoğu sosyalist çevre için Öcalan’ın şu cümleleri büyük bir
umut haline gelmişti: “Koşullar uygunsa çeşitli kesimlerle ittifak söz konusu olabilir. Diğer sol partilerle, demokrasi güçleriyle, azınlıklarla, sendikalarla, çevreci gruplarla, Yeşillerle ortak bir demokratik blok oluşturulabilir. Yani bütün ezilenler, sistemden şikâyetçi olan muhalif güçler ve Kürtler bu blokta yer almalıdır... Batı’daki adaylar tanınmış ve demokrat adaylar olmalı. Öyle adaylar olmalı ki aldıkları Kürt oyu kadar da Türk oyu alabilmeliler...” Bu süreçte, referandum döneminde de olduğu gibi, sosyalistler içinde iki temel eğilim baş göstermiş oldu. Birincisi tamamen AKP karşıtlığı üzerinden bir politika
ARKA PLAN ile ulusalcı ve dar grupçu bir eğilimi sürdürmek iken; ikincisi ise, BDP’nin bu süreçteki ittifak muhattaplarından biri olmak için çaba gösteren sosyalistlerdi. BDP ile seçim ittifakının yaratılması gibi anlamlı bir görev maalesef ki, bir seçim programı üzerinden değil adaylar pazarlığı üzerinden cereyan etti, ediyor. Öcalan’ın yukarıdaki beyanında “bütün ezilenler” vurgusunu ön plana çıkartan pek çok sosyalist çevre kendisini bu ittifakın bir parçası olarak gördü. Ancak seçim programının belirsizliği ve Baskın Oran ve Ufuk Uras gibi adaylar üzerinden yürütülmüş olan seçim çalışmalarının bilançosunun, hem de destekleyenleri tarafından bile hiç de olumlu çıkmaması, bu ittifak projeleri üzerinde kriz etkisi yaratmayı sürdürüyor. Öte yandan, BDP’nin “mümkün olan en geniş” seçim bloğu üzerinde
durması, çizgisi birbirinden taban tabana zıt çevreler ile görüşmesi, seçimler ile beraber sosyalistler ve BDP arasında kurulması önerilen bir cephenin umutlarını da zora sokuyor. Maalesef ki buradaki tartışma da, “daha sosyalist, daha işçi sınıfından yana” figürleri bulup çıkartmak ile (bunu daha kendilerinin adayları olarak okumak da mümkün), “daha kapsayıcı” adayları ön plana çıkarmak üzerine kilitlenmiş durumda. İşte bu nokta ittifak arayışlarının karnının en yumuşak olduğu noktadır. Sadece isimler üzerinden aranan bir ittifak arayışında, adayların açıklandığı dönemde bu ittifakın dev çatırda-
malarla sarsılması hiçbirimiz için bir sürpriz olmayacak. Kaldı ki, böyle olmasa dahi, sadece adaylar üzerinde sağlanan bir mutabakat, bu adaylar meclise girdikten sonra destekleyenleri oldukça zor durumda bırakacak ve seçimlerden geriye aslında hiçbir şey kalmamış olacak. Bunun en belirgin örneğini Ufuk Uras’ta gördük. Sözü geçen isimlerin bir kısmının ise, Ufuk Uras’tan dahi geri olduğunu düşünecek olursak, program değil de “aday” tartışmalarının ne denli tehlikeli olduğunu daha da iyi kavrayabiliriz. Sürecin bu muğlaklığının bir başka olumsuz noktası da, zamanın gittikçe daralması ve bu toz bulutu içerisinde programı net bir sosyalist ittifakların oluşması ihtimalinin zora sokulması oluyor. Ancak hiçbir şey için geç değil. Burjuvazi seçimlere tam bir hazırlık içerisinde girerken, seçimin sonuçları şimdiden onu tatmin edecek gibi görünüyor. Fakat buna karşılık, burjuvazinin odaklandığı saldırı programını gerçek anlamda vuran, seçimlere sınıfın ve ezilen kitlelerin acil ihtiyaçları çerçevesinden bakan bir program ile süreci takip etmek hala mümkün. Bunun için, gelişmeleri değerlendirmemizi ve sürdüreceğimiz politik çalışmayı ifade edebilmesi için taslak bir seçim programını rehber edinmek önümüzdeki başlıca görev olarak duruyor.
yöntemini izliyor. İşçi sınıfından eğitim gibi diğer taleplerle dekesilerek oluşturulan fonlar kapita- mokratik dönüşümlere dair bakış listlere sunuluyor... açımızı ifade etmeliyiz. Diğer tarafta ise işsiz ama işsizlik fonundan yararlanamayanlar... Böylece hükümet aracılığıyla kapitalistler kendi çözümlerini dayatıyorlar, yeni çalışma düzeninin kurallarını (esnek, taşeron, sigortasız, sendikasız..) kendileri koyuyorlar. İş istiyorsan buyur, artık böyle diyorlar...” Geçen sayımızda arka planda böyle yazmıştık. Burjuvazi için güvencesizleştirme ve esnekleşmeyi arttırmak, kendisini sağlama almanın tek yolu olarak durmakta.
“İşçi sınıfı güvencesiz; sürekli ve düzenli iş imkânlarına sahip değil; esnek, taşeron, düşük ücretli, sigortasız ve sendikasız çalışma koşullarına boyun eğiyor. Ekonomik krizin etkisiyle artan işsizlik bu koşulları daha da yaygınlaştırıyor. Türkiye’de olduğu gibi, hükümetlerin istihdam stratejileri, işsizliği esnek ve taşeron çalışma koşullarını yaygınlaştırarak yasallaştırma
Emperyalizmden kopuş Dünya Bankası ve IMF gibi kurumların ön gördüğü reçeteler etrafında işçi ve emekçilere yapılan saldırılar sürdürülüyor, tüm yük işçilerin sırtına bindiriliyor. Bunun yanında dış borç ödemeleri emekçilerden alınan ağır vergi yükleri ile sürdürülüyor.
Bu da yetmezmiş gibi bir de Arap devrimlerine karşı emperyalizmle ortak tavırlar alınarak, bölgedeki karşı devrimci temel unsurlardan biri olarak rol alınıyor. Buna karşılık “Herkes için iş ve Bugün Türkiye’nin Libya’ya olası iş güvencesi” talebini ön planda bir BM müdahalesinin karşısında tutan, “İşten çıkarmaların yasakaskeri müdahalenin bir parçası lanması”, “iş saatlerinin kısaltılarak olması işten bile değil. paylaştırılması” gibi taleplerle de Bu yüzden seçim programımızın desteklenen bir seçim prgramına dış borç ödemelerinin durdusahip olmak en acil ve ayırt edirulması, emperyalizmle yapılmış ci ihtiyacımız olarak önümüzde tüm anlaşmaların iptal edilmesi, duruyor. NATO’dan, BM’den çıkılması gibi Kürt halkının kendi kaderi- taleplere sahip olması, acil gerekliliğini koruyor. ni tayin hakkı Muhatapsızlaştırılmış bir çözüm olarak kendini ifade eden “açılım” süreci, hiçbir suretle kaderini tayin hakkını içermiyor. Rejim çözümü tekeline alarak, tüm tavizleri de kendi elinde tutmak ve dilediğinde geri alabilir bir pozisyonda kalmak konusunda ısrarcı.
Bu yüzden, her şeyden önce ulusların siyasal eşitliğinin tanınİş güvencesi, Kürt halkının kade- ması için inkar ve imha politikalarini tayin hakkı, demokratik dönü- rına son verilmesi ve Kürt ulusuna şümler ve emperyalizmden kopuş kendi kaderini tayin hakkının içeriğinde özetleyebileceğimiz bu tanınmasını içeren bir seçim prgradört odaklı seçim programında di- mına sahip olmak yeri doldurulretmek ve sürdürülen her çalışma- maz bir öneme sahip oluyor. da kendimize bu dört odağı rehber Demokratik dönüşümler etmek, hem parti inşası açısından hem de birleşik bir işçi cephesinin Her şeyden önce yüzde on gibi yaratılması açısından yeri dolduru- yüksek seçim barajının var olduğu lamaz bir önem ifade ediyor. anti-demokratik bir seçim dö-
İş güvencesi
9
nemine girmiş bulunuyoruz. Bu seçim programının demokratik dönüşümlere dair, yüzde onluk seçim barajına karşı söz söylemesi başlıca bir çıkış noktası olacaktır. Bunun yanı sıra işçi sınıfının, Kürt halkının, kadın ve eşcinsellerin her türlü demokratik hak ve özgürlüğünü kısıtlayan onlarca yasal engel mevut. Bunların tamamının çöpe atılması ve sınırsız örgütlenme özgürlüğü, anadilde
*** Burjuvazinin saldırılarını bu denli yoğunlaştırdığı ve AKP’nin burjuvazi için oldukça net bir programa sahip olduğu bu dönemde, seçim tartışmasına bu basit dört odaklı program etrafında bakmak bizler için bir zorunluluk halini almış durumda. Seçimlerdeki ittifak arayışlarından ne çıkacağı sorusu çok zaman geçmeden, hayat tarafından cevaplanacak. Olasılıkların çeşitli olduğu bu süreçte, ne olursa olsun tüm değerlendirmelerimizi ve tüm seçim çalışmalarımızı bu dört madde etrafında sürdürmek bizler için temel görev olacak. Burjuvazi sonucu belli bir seçime girerken işçi sınıfı birlikten ve partisinden yoksun. Bu iki temel eksiğimizi kapatabilmek için, seçim olanağından faydalanmak ve acil talepler (İş güvencesi, Kürt halkının kaderini tayin hakkı, demokratik dönüşümler ve emperyalizmden kopuş) etrafında anlamlı işbirlikleri yakalayarak parti inşasında bir adım daha atmak. İşte Türkiye devrimci marksizminin önündeki mütevazı ama bir o kadar zorunlu olan, yakın dönem görevi budur!
10 » 10
ULUSAL SORUN
ULUSAL SORUN
Kürt “toplumu” mu, Kürt yoksulu mu? B.Turgut, 8 Mart 2011 Hükümetin Kürtlere dönük “demokratik açılım” projesinin, bu hükümetin tıpkı öncüllerinin söylediği gibi bir “milli birlik, beraberlik” projesi haline gelmesinin üzerinden çok fazla zaman geçmedi. Bu milli birlik teranesine bu topraklardaki halklar kadar maruz kalmış başka bir halk yoktur sanırız. Bahsedilen artık nasıl bir kardeşlik ya da birlikse, kardeşliğin bileşenlerinden birinin kendi istekleri, talepleri ya görmezden geliniyor ya da bundan bir şekilde her bahsettiğinde tehdide uğramasına vesile oluyor. Dağdakini ovaya indirmek için geliştirildiği söylenen açılım, ovada Kürt halkının temsilcisi olarak politika yapan insanların KCK operasyonu ile tutuklanmasıyla devam ediyordu. Bu davalar hala sürmekte ve KCK operasyonları ile tutuklanan temsilciler hala tutuklu durumdalar. Referandumun ardından, bölgede 12 Eylül darbesi ve Diyarbakır işkencecileri ile hesaplaşacağı dalgasına yaslanmaya çalışan AKP, bölgede ordu ve işbirlikçi Kürt burjuvazisine yaslanarak bir alternatif olmaya çalışıyordu. Tevekkeli, seçim sonrası AKP nin kendisinin rejim açısından vazgeçilmez olduğunu ispata girişmesi ve yine her seferinde de bölgede BDP yi geriletecek tek Türkiye partisi olduğunu ispata girişmesi bundandır.
için uygulamaya çalıştığı her manevra, Kürt halkının seferberliğine çarparak parçalanıyor. Bu nedenle, kitlesel bir seferberlik koşullarını sağlayacak her hareketten kaçınmaya çalışıyor rejimin bütün bileşenleri. Açılımın, Kandil’den gelen Barış grubuna destek olmak için seferber olan Kürt halkının kitlesel seferberliğinin ardından en uzun durağını vermesi de tam da bu açıdan manidar oldu. Bu nedenle kılıçların karşılıklı olarak çekildiği ve “atmosferin sertleştiği” durumlarda Cumhurbaşkanı bölgeyi ziyaret etmesi gibi, yeni bir iyimserlik dalgası yaratılmaya ihtiyaç duyuluyor. Afrika ve diğer Ortadoğu devrimlerinin Kürt hareketinde uyandırdığı güvene de bakınca, bu sürecin belli benzerlikler taşıyabileceği riski bile rejim açısından oldukça tehlike arzediyor.
Bütün bunların yanında sürece bir ateşkes ile katkı sunacağını düşünen Kürt halk hareketi,bir yandan bu yeni sürecin bir yok etme planı olduğunu tespit ederek açılımın bir şekilde devam etmesini talep Bu senaryonun karşısında ise uzun yıllardır sürekli bir seferberlik etmeye başladı. halinde olan yığınların ve özellikle Bu nedenle “barış” için atılan Kürt yoksullarının hareketi var. her adımın değerli olduğu tespiti Hükümetin ya da ordunun bölge ile Mart başında sonlanan ateşkes
sürecini 21 Mart’a kadar uzatmış durumda. Bu durum; hükümeti aşağı tükürse sakal yukarı tükürse bıyık ikileminde zora sokmaya devam ediyor. Beylik laflarla başlatılan açılım sürecinin büyük oranda fos çıkarak sadece taş atan çocuklara af sürecine dönüşmesi ve rejim açısından “sinir noktalarında” hükümetin öncülleri ile aynı refleks ile cevval birer Türk milliyetçisi gibi davranmaları ise geniş Kürt yığınları nezdinde hükümete açılan kredinin hızla tükenmesine de yol açmış durumda.
diyen TÜSİAD ile dirsek temasında olan ve Kuzey Irak ihalelerinde tuttuğu yer itibari ile de yavaşça palazlanmaya çalışan, bölgedeki ucuz işgücüne yaslanan Kürt burjuvalarının ticari işlemler üzerinde devletin engelleyici rolünün kaldırılmasını öneren odakları, aynı siyasi saflarda birleşiyor. Bölgede yapılacak yatırımların Kürt meselesinin çözümünü sağlayacağına inanan ekonomist yaklaşım en fazla bu kesimlerin dilinde ifade buluyor. “Diyarbakır evinde” oturma odasındaki masada kendi egemenleri ile aynı sofraya oturaDolayısıyla zaman geçtikçe cağı umuduyla bölgede asgari birCumhurbaşkanının tarihi bir takım kültürel hakların tanınması fırsat oluştu diyerek başlattığı sürecin, aslında Kuzey Irak’taki ve ve bununla birlikte kendilerinin muhtemel ortağı olacağı yeni yatOrtadoğu’da rırımların destekleyicisi durumuna oluşan yeni egemenlik iliş- geliyorlar. AKP nin bölgede milletkileri açısından vekillerinden belediye başkanlarına kadar hemen hemen bütün adaylakendi sınırları içindeki proble- rını, Kürt burjuvalarının arasından mi bir demok- seçmesi bu politikaların kimlere yaslanacağını göstermesi açısından ratik gericilik oldukça manidar. manevrası ile bir şekilde hal Ortadoğu’da yaşanan gelişmelere yoluna sokma- paralel olarak bölgede hızlanmaya çalıştığı bir ya başlayan devrimci özgüvenin, süreç olduğu özellikle Kürt yoksullarında yaratgün geçtikçe tığı dönüşümün, ulusal hareket daha da açığa açısından giderek artan bir sınıf çıkmaktadır. çatışmasını yaratacağını ve aynı zamanda bu sürecin belirli anlamGeçen sayılarımızda da bahsettik, bu süreçte aynı zamanda Kürt larda kongrelerde ve öz savunma birliklerinde somutlaşan bir tür hareketi cephesinde merkezde yeralan ve çıkarları gereği GAP vb. ikili iktidar kurumlarını yaratacağı görülüyor. gibi girişimlerle ve aynı zamanda batı illeri ile birtakım ticari ilişkiler yaşayan Kürt burjuvazisi ve egemenlik odakları ile yoksulların siyasi tercihleri giderek ayrışıyor. Bölgede “Diyarbakır evimizdir”
Önümüzde yeralan seçim döneminde de yukarda bahsettiğimiz ayrımların daha da keskinleşeceği bir dönemin yaşanacağını tespit etmek çok ta zor görünmüyor.
GENÇLİK
11
Filistin için öğrenci dayanışması İC - Haber, 6 Mart 2011 Filistin İçin İsrail’e Karşı Boykot Girişimi’nin öncülüğünde İsrail Apartheid’ı Haftası (dünya için 7–20 Mart tarihleri arası) kapsamında bu yıl ilk kez Türkiye’de de etkinlikler düzenlenecek. Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar (BDS) hareketinin bir parçası olarak inşa edilen ve şu ana kadar dünyada 55 şehirde, özellikle de üniversitelerde yapılan paneller, film gösterimleri ve tartışmalarla sürekli hale getirilen İsrail Apartheid Haftası’nın bu yıl 7. senesi. Hafta kapsamında yapılan etkinliklerle, İsrail’in Filistinlilere karşı uyguladığı ırkçı, ayrımcı rejimi (Apartheid rejimi) teşhir edebilmek ve Filistin ile enternasyonal bir dayanışma ağı örebilmek amaçlanıyor ki; bu kapsamda, geçtiğimiz senelerde, Amerika ve Avrupa’da birçok üniversitede yapılan çalışmalar olumlu sonuç vermiş durumda. Birçok alanda bu konu üzerine faaliyet yürütmeye çalışan BDS hareketi, bu hafta ile de İsrail’e karşı, Filistin için üniversite öğrencileri arasında bir dayanışma örmeyi hedefliyor. Türkiye’de bu sene ilk kez düzenlenecek olmasına
Antalya’dan liseli bir İşçi Cephesi okuru Selamlar, 13 yıllık öğretim hayatımı 14. yılına bağlayan şu günlerde, öğrendiklerimi tekrar etmek ve ülkenin eğitim-öğretim programının uygulanışında aklıma kazınan birkaç detayı paylaşmak için size yazıyorum. İlkokul yıllarımda kitaplarımızı parayla kırtasiyelerden aldığımızı hatırlıyorum hayal meyal... Batmanlı çantamı, örümcek adamlı kalemlerimi ve kırtasiye çıkışında annemin yüzünü hatırlıyorum. Annemin bana “hayır” diyememesini ve okul araç gereçlerimi aldıktan sonra ödediği miktar karşısında hayat pahalılığına lanet eden ve kederli yüzünü... Okul günlerimden de birçok anı kazındı hafızama ve kazınmakta. Örneğin müzik öğretmenimin sı-
rağmen, Apartheid haftası şu ana kadar özellikle Avrupa’da önemli bir örgütlenme sağlamış durumda. İsrail’in 2008–2009 yılındaki Gazze saldırısı sırasında İngiltere üniversitelerinde gerçekleştirilen işgal eylemleri, bunun en açık göstergesi.
mekten geçiyor.
Bu noktada, Türkiye’de, hem İsrail Apartheid Haftası’nın sürekliliğini sağlamak hem de akademik boykot çalışmalarını hızlandırabilmek için Boykot Girişimi, siyasi gruplara ve gençlik örgütlerine çağrı yapmış durumda. Mart Bu haftanın, her yıl düzenlenmeayı içerisinde, siyle belli bir örgütİstanbul’da lülük çeşitli üniversidüzeyitelerde yapılne ulaşması düşünümasını len panel ve sağlamaya film gösteçalışan rimleriyle, Boykot bu hafta Girişimi, organize yine Apatedilmeye heid Haftası çalışılıyor. kapsamında Neden üniversitelerle destekbağ kurabilliyoruz? meyi ve “akaBu çağrıya olumlu demik boykot” cevap veren gruplardan biri olarak, çalışmalarını da biz, İşçi Cephesi, emperyalist polihızlandırmayı amaçlıyor. Akadetikaların Ortadoğu coğrafyasında mik boykot ise, Türkiye ve İsrail üniversiteleri arasında imzalanmış en görünür kılındığı alan olan Filistin ile böyle bir dayanışma herhangi bir antlaşmanın ya da ortak çalışmanın tespiti, teşhiri ve ağının örülmesine önem veriyoruz. İsrail’in Filistinlilere karşı izlediği buna karşı bir kampanya örebilırkçı, ayrımcı politikaların ördüğü
Paralı eğitim çilesi
nıfa bağıra bağıra 'Herkes flüt alacak' deyişini; ama öyle sıradan flüt değil bu, Yamaha olacakmış. Aklımızdaki soru 'acaba ondan çok farklı bir ses mi geliyor?' idi. Daha sonra ne yazık ki, farklı olan tek şeyin parası olduğunu anladık. Bazılarımız o flütleri alamadı ve müzik yeteneği olmayan öğrenciler olduğumuzu ilan eden rakamlar yazılıydı yılsonu karnemizde. Aidat paraları da ayrı bir dert tabi! Her yarı dönem azımsanmayacak bir tutar; her şeyi “sosyal devletimiz”den beklemek ve karşı çıkmamak gerekir ki, “Yaşasın sosyal devletimiz”, ne garip...
okul hayatını devam ettirmekmiş. Belki iyi dostluklar bu yüzden lise yıllarında oluyor. Otobüs parası, simit çay parası, kırtasiye ücreti ödeyememenin sonucunda ortaya çıkan paylaşım ve birbirine hemen her konuda destek olma, birlikte hareket etmeye başlamanın samimiyeti, sıcaklığı ve ortaya çıkan dayanışmaydı, bu dostlukları ömürlük kılan belki de. Tabi aşılamayan bazı ekonomik sorunlar da vardı. Kılık kıyafet, okulun aldığı spor parası ve çeşitli aidatlar, kitaplar ve tabi son sınıfların mezuniyet geceleri veya baloları için genelde okul yönetimlerinin sattıkları fahiş fiyattaki biletler...
İnsan büyüdükçe dertleri de büyür derler ya (aslında büyüyen şey Diyeceksiniz dershane parası, kapitalizmin vahşiliğini o insana öğretmen ücreti yok mu? hissettirmesidir), öğrencilik de büyüdükçe daha çok para ödeyerek Dershane, özel öğretmen, etüt
Apartheid Duvarı’nın, Filistinli mültecilerin geçişini engellemesinin, insanca yaşam hakkını gasp edişinin öğrenci-gençlik arasında teşhir edilmesi Ortadoğu’da dengelerin emperyalizm aleyhine bozulduğu günümüzde ayrı bir önem arz ediyor. Özellikle Arap dünyasında yaşanan devrimci durum da düşünüldüğünde, bu çalışma çok daha anlamlı bir hale gelmekte. İsrail politikalarının işbirlikçisi Hüsnü Mübarek ve rejiminin Mısırlı kitleler tarafından devrilmesinin İsrail’in elini zayıflattığı, Filistin için de Mısır tarafından kapatılmış olan Refah Sınır Kapısı’nın yeniden açılabilecek duruma gelmesi gibi gelişmelerin yaşandığı bir dönemden geçiyoruz ve içinde bulunduğumuz durumla birlikte dayanışma da daha fazla önem kazanır hale geliyor. Filistin mücadelesi için Türkiye’deki öğrenci-gençliğin de bilinçlenmesi enternasyonal dayanışmanın büyütülebilmesinde belki ufak, ama gerekli bir adım. Yaşasın enternasyonal dayanışma!
merkezleri vs. onlar günümüzde ultra lükse giriyor. Bir devlet var ama öğrencisine bilgiyi aktaramıyor, ne garip... Paran varsa dershanede, üniversitede gelecek de var sana. Ne olursan ol, yeter ki paralı ol! Peki, parası olmayanlar? İşte o senin kaderin oluyor, sana verilenle yetinmeyi bilmen gerekiyor. Birileri havuzlu villalarda yaşarken, öğretmenleri ayaklarına getirtirken, birileri kitap, kırtasiye parasını bulamadığı gibi aile bütçesine katkı yapmak zorunda olduğu için, okul haricindeki zamanlarında çalışmak zorunluluğundan kurtulamıyor. Ancak “devletimiz” eşitlikçiliğini ve tarafsızlığını gösteriyor: Liseye giriş sınavlarında, üniversiteye giriş sınavlarında eşitsiniz diyor ve bizlere “iyi eğitimli” öğrencilerle aynı sınava girme “kıyağını” geçiyor. Minnettarız...
12
METAL
İŞ YERLERİNDEN
lerle paylaşmak istediğim bir konuyu anlatmak istiyorum...
zı yaptıramayız. Bu sektörde çalışalı 7-8 yıl oluyor ve her yerde gördüğüm Ya hava işçiden yana dönerse! gibi burada da kadınlar, kadın oldukSağlıklı yaşamak için çocuklara Bir zam dönemini daha geride koruyucu aşıların ücretsiz olduğunu ları için daha fazla eziliyor. Patronlar bıraktık. Tabi ki, her zam döneminde kendilerince bir yol bulmuşlar: “Bazı sanıyordum. Çalıştığım işyerinde oldugu gibi zam, beklentimizin çok kadın arkadaşlar erkenden paralarını bir arkadaş anlatıyordu, küçük oğlu altındaydı,yüzde beş. Patron bu dusuçiçeği olmuş. Çocuğun yüzü benek alıyorlar”. Bunu sorduğumdaysa, sen rumu şöyle açıklıyor: “Kriz etkisini de patronun her dediğini yaparsan benek yara halindeyken eşi doksürdürüyor, harcamalarımız çok fazparanı zamanında alabilirsin, dediler. tora götürüyor. Çiçek aşısı olacak. la, ancak bu kadar yapabildik”. Evet Dispanser 75 lira para talep ediyor. Yani bazı kadın arkadaşlarımız harcamalara baktıgımızda patrona Çocuğun annesi aşının ücretsiz patronlarıyla kişisel yakınlık kuruhak vermemek elde degil. olması gerektiğini söyleyince oradaki yorlardı. Bunu duyunca çok şaşırdım Harcamalar gerçekten çok fazla, ama bu harcamalar kimin yararına yapılıyor? Örnegin; bizim fabrikada çifti bir lira olan eldiveni almayıp, bizden eldiveni esirgeyen patron, son birkaç ay içerisinde fabrikamızın kurulu oldugu arazinin yanındaki, arkasındaki ve karşısındaki tüm araziyi satın aldı. Bu da yetmezmiş gibi, Çerkezköy’de hazır kurulu bir fabrika daha satın aldı. Bu hafta da İtalya’ya gitti, yeni makinalar satın almak için.
Benim De söyleyeceklerim
Gördügünüz gibi durum ortada harcamalar gerçekten çok fazla. Milyon dolarlar havada uçuşuyor. Tüm bunlar daha fazla kar elde etmek için yarına dönük yatırımlar. Ama sıra biz işçilerin en temel gereksinimlerine gelince patron kesenin ağzını kapatıyor.Bir liralık eldiveni bile bize çok görüyor. Ama şu gerçegi görmezden geliyor; satın aldıgı arazilerin üzerine fabrikaları inşa eden biz, aldıgı makinaları kuran çalıştıran ve onarımını yapan biz. Ve bugün bu kadar serveti varsa nedeni yine biz. Nasıl gözümüzün içine soka soka bu hamleleri yapabiliyor peki, diye soracak olursak; terazinin iki kesesindeki ağırlığın miktarına göre, inişli çıkışlı bir aşamaya benzer bu süreç. Şu an terazide patronların tarafı ağır basıyor. Çünkü; ulusal ve uluslararası çapta örgütlü ve planlı hareket ediyorlar. Büyük sermayeleri ve onları koruyan askeri, polisi ve hükümeti var. Ama bu hep böyle gidecek değil ya, ne dedik inişli çıkışlı bir aşama bu. Bizim de üretimden gelen gücümüz var. Biz işçiler birlik olduktan sonra önünde duracak hiçbir engel yok. Ne asker, ne polis ne de digerleri. Bunun örneklerini geçmişte gördük ve şimdi de Ortadoğu’da görüyoruz. Ortadoğu halkları biz ezilenlere yol gösteriyor. Yoksulluğa, hayat pahalılığına, işsizliğe ve anti-demokratik uygulamalara karşı başkaldırıyor. Yani havayı işçiden yana döndürüyorlar. Ne dersiniz, bu rüzgâr bu topraklara da ulaşmaz mı?
TEKSTİL Parasız sağlık, parasız aşı yalanı! Merhaba İşçi Cephesi okurları, siz-
VAR ! ▼diyorsanız▼ iscicephesi@gmail.com
görevliler bütün aşıların buna dâhil olmadığını söylüyorlar. Koruyucu aşılar ücretli ise salgın hastalıklar nasıl önlenecek? Başka bir arkadaş da acile gittiklerini ama muayene parası almadan tedaviye başlanmadığını, parası olmadığını söylediğinde de borç senedi imzalatıldığını anlatıyor. Başbakan parası olmayanın hastane kapısından dönmeyeceğini, tedavisinin mutlaka yapılacağını söylüyordu ama görüldüğü üzere gerçekler farklı! Bu durumda ya Başbakan gerçeği söylemiyor ya da hastaneler Başbakanı dinlemiyor. “Koruyucu aşıdan bile para istenirse salgın hastalıklar nasıl önlenecek?” Kuşkusuz sormak biz emekçilerin en doğal hakkıdır. Bir an önce temel sağlık hizmetlerinin parasız olmasını, parası olmayanın hastane kapılarından döndürülmemesini ve keyfi olarak bu kurala uymayanların da en sert şekilde yasal işleme tabii tutulmasını talep ediyoruz...
Merhaba arkadaşlar, Ben tekstil sektöründe çalışan bir kadın işçiyim. Tekstilde çalışan işçiler bilir ki biz paramızı hiçbir zaman zamanında ve tam alamayız, sigortamı-
ve üzüldüm. Onlara her seferinde bu tür şeylere gerek olmadığını söyledim. Ancak bana bu işlerin öyle yürümediğini, paralarını alabilmek için bunu yaptıklarını ya da “erkek” olan patronlarının sözlerine kandıklarını söylediler. Şunu biliyorum ki, bunu yapan arkadaşlarım bilinçsizler ve patronlar da onların bu halinden yararlanıyor. Emeğimizi sömürdükleri yetmiyor, bir de bedenimizi sömürüyorlar. Öyle şeyler oluyor ki, bir süre sonra kadınları bu durumlara mecbur bırakıyorlar. Patronlarla konuşmak istemediklerinde dahi onları işten atmakla tehdit ediyorlar. Biz kadınların omzunda o kadar yük birikmiş ki... Hayatımız boyunca yaşamı yeniden üretiyoruz; ev işlerini yapıyor, çocuklara, yaşlılara, hastalara biz bakıyoruz... Bunların üstüne ev içinde harcadığımız emeği yok sayıyorlar. Sanki sadece kadınlar ev işi yapmak zorundaymış, bir tek kadınlar ev işi yapmayı bilirmiş gibi. Oysa ev işlerini yalnızca biz kadınların yapmasını reddetmeliyiz! Hem dışarıda çalışıp para kazanıp hem de eve bakmak zorunda kalmayı reddetmeliyiz! Evde, sokakta, işyerlerinde erkeklere boyun eğmeyi reddetmeliyiz! Ve bunları bilen kadınlar olarak bilmeyen kadın arkadaşlarımıza anlatmalıyız, onlarla bir araya gelme-
liyiz. Çünkü biz kadınlar ancak bir araya gelirsek güçleniriz.
Patronlar zarar ediyor Ben üç senedir otuz beş kişilik bir tekstil atölyesinde çalışıyorum. İşyerimizde ne yemek ne servis ne de senelik izin var. Yine de patronlar dışarıdaki işsizliği ve yoksulluğu bahane ederek bizim üzerimizde her gün baskı kuruyorlar ve her hafta birimizi yazıhaneye çekip konuşuyorlar. Herkese aynı şeyler söylüyorlar. Geçen hafta benimle konuşmak için çağırdılar. Yaklaşık bir saat konuştuk ve beni neden çağırdınız diye sordum. Patronlar da “ya durumu biliyorsun yoğunuz, işler az çıkıyor ve biz zarar ediyoruz” dediler. Neden işlerin çıkmadığını söylediler ve böyle gitmez, giderse bazılarımızın işten çıkarılacağını söylediler. Bense modellerin zor olduğunu ve istedikleri adetlerin çıktığını söyledim. Onlarsa çıkan adetlerin az olduğunu ve zarar ettiklerini tekrarladı. Böyle giderse işyerini tamamen kapatıp bırakacaklarını söylediler. Aslında patronların söyledikleri her şey yalandan ibaret. Nedeni ise, işe başlarken patronların her birinin sadece bir daireleri vardı, şimdiyse her birinin beşer dairesi ve arabaları var. Evet zarar ediyorlar, her birinin maaşı 70 bin lira geldiği için zarar ediyorlar. Maalesef biz işçiler örgütsüz olduğumuz sürece onlar bunu yapmaya devam edecekler.
HİZMET İşyerinde yaşanan taciz Merhaba, ben emekçi bir kadınım. Mahallemde, otobüste ve işyerinde kadınların karşılaştıkları baskı, şiddet ve ikinci sınıf insan muamelesini gözlemliyor ve bir kadın olarak bizzat yaşıyorum. İşyerinde tanık olduğum bir olayı sizlere anlatmak istiyorum. İşyerimde üç erkek, bir kadın çalışana önce sözlü tacizde bulunup, sonra da kendi aralarında kadın hakkında iddiaya girmişler. Kadın çalışan bu teklifi kabul etmediğinde, daha fazla üzerine gidip taciz etmeye devam etmişler ve gördükleri her yerde üzerine yürümüşler. Kadın, ilkin, bu tacize göz yumarak onları duymazlıktan gelmeye çalışmış. Akşam tam kasa kapatılacak iken kasiyer olarak çalışan kadının yanına gelen iki erkek, satın aldıkları ürünleri geçirmesini istemişler. Kadın da, “bu haksızlık, mesaim bitince bana iş yaptırmaya çalışıyorsunuz” diyerek, ürünleri geçirmeyerek, kasasını kapatmış. Bu olay üzerine iş çıkışında, kadının üzerine yürüyen iki erkek çalışanı çevredekiler engellemeye
çalışmış. Ertesi gün yemekhanede ise, yine aynı olay üzerinden ilkin sözlü tacizde bulunup, sonra da tekrar üzerine yürümüşler. Kadın arkadaşım daha fazla dayanamayıp yemekhanede masaları, sandalyeyi gördüğü ne varsa bu kişilerin üzerine atmış. Bunun üzerine erkeklerden biri kalp krizi geçirmiş, diğeri de havale geçirmiş ve hastaneye götürmüşler. Kadını ise sakinleştirmeye çalışmışlar. Ertesi gün müdür tutanak tutulmamasına ilişkin çalışanları sorgularken, “hak ettiler” yanıtını almış. Çünkü kadın sendikayı arayarak tacize uğradığını bildirmiş ve işyeri sorumluları da kadın çalışanı korumak bir yana, aleyhine tutanak tutmayı düşünürken, çekinmişler. İşyerimde geçen bu olay, aslında birçok kadının yaşamış olduğu bir sorun. Tacize uğrayan kadını patron korumadığı gibi, sessiz kalmadığı takdirde de onu bile cezalandırma yoluna gidebiliyor. Bu yüzden sessiz kalmayıp yasal olarak hakkımızı aramanın yanı sıra, tüm kadınlarla birlikte e lele verip mücadele ederek kendimizi savunabiliriz. güçleniriz.
Merhaba, Ben hizmet sektöründe çalışan bir işçiyim. Biz işçiler patronlara karşı nasıl haklarımızı korumalıyız? Her geçen gün daha da elimizdeki haklar alınıyor. Baskılar daha da artıyor. Özeleştirmeler artıyor. Taşeronlaştırılıyoruz ve emeğimiz çok ucuza geliyor. Biz işçiler gece gündüz demeden, durmadan çalışırken emeğimizin karşılığı 650 TL’dir. Bizim emeğimiz bu kadar ucuz mu?
EMEK GÜNCESİ
vergiye kesildi.” Böyle söylediler ve son olarak vergi kesintileri bitti ama bizim maaşlar yine tam değil. Ben ve arkadaşlarım birlikte müdürün yanına gittik, sorduk: Bizim maaşlar tam değil, diye. O da, tamam arkadaşlar ben bunu halledeceğim dedi. Bize de işimize devam ettik. Sonra müdür bize şunu söyledi, arkadaşlar sizlerin maşlar tammış. Biz de, nasıl tam olur, biz kendi maşlarımızı bilmiyor muyuz dedik. Ama ne fayda ki müdür bize şunu söyledi, arkadaşlar ben görevimi yaptım, şirket sizin maaşınızı tam yatırmıyorsa bu benim işim değil, dedi. Bizi elinin tersiyle itti. Bize, burada siz bizden sorumlusunuz, beni şirketle yüz göz yapmayın, para sonunu için ben şirketi arayamam, dedi. Yani kısacası şirketin yaptığı bu kesintinin üstüne yattı. Biz buna itiraz etmemize rağmen ne müdür ne de şirkettekiler kılını kıpırdatmadı. Yani şurada şunu söylemek istiyorum biz işçiler emeğimize sahip çıkmasak kimseler sahip çıkmaz. Evet, şu da gerçek ki biz işçiler taşeron olarak çalışıyoruz. Hiç bir hakka sahip değiliz. Var olan haklarımız teker teker elimizden gidiyor. Oysaki biz işçi sınıfı olarak hiç sesimiz çıkaramıyoruz. Bizi bir kuru ekmeğe muhtaç ediyorlar. Oysaki ekmek bizim ekmeğimiz. Oysaki bizim ülkemiz sermaye ülkesi olmuş. Yerli-yabancı sermayeler ülkemizde sermaye yatırımı yaparken hiç maliye denetlemesi yok. Vergi ödemesi yok. İşçi çok ucuza çalıştırılıyor ve burada çok kazanıyorlar. Onlar sermayesine sermaye katarken biz işçi ve emekçi kesimler daha da derin bir yoksulluğun içine itiliyoruz.
Bizim taleplerimiz şunlar olsun: Yerli-yabancı sermayeler denetlensin. Ben özel bir şirkette çalışıyorum. Biz bu şirkete çalışan işçi sayısı olarak İşçilerin iş güvencesi, sendika hakları, 8 saat çalışma ve birçok var olan 7 kişiyiz. Bize zam verileli 5 ay oldu ama sadece bir ayı elimize geçebildi. haklarımız geri verilsin. Geriye kalan 4 ay için şirket bize Tek isteğimiz insanca yaşamak! şunu söyledi, “sizin maşlarınız dilim Yaşasın işçilerin birliği!
Konak Belediyesi işçileri iş güvencesi İC Haber İzmir, 5 Mart 2011 için direnişte
İzmir Büyükşehir Belediyesi taşeronu sonandırdığını ilan eder etmez, Buca Belediye işçilerinin ardından, yine taşeron olarak çalışan Konak Beldiyesi temizlik işçileri de iş güvencesi talebi ile direnişe geçti. Basmane Meydanı'nı gece gündüz boş bırakmayan Konak işçilerini, direnişlerinin 9. gününde ziyaret ettik. Direnişçi işçilerle ile yaptığımız röportajı sizlerle paylaşıyoruz. İC: Sizi direnişe iten sebepler nelerdi? Konak işçisi: Biz Konak Belediyesi'nin taşeron işçileriyiz. Hiçbir iş güvencemiz yok. Ayda 700 lira ile hem ev bakıyoruz, hem çocuk okutuyoruz hem de kendimiz yaşıyoruz. Bu paraya yemek ve yol masraflarımız da dahil. Sorunlarımızın çözülmesi için bundan iki buçuk yıl önce Konak Belediye Başkanı Dr. Hakan Tartan'dan söz almıştık, bizler de sendikalı olacaktık. Ancak belediye başkanı sözünü tutmadı ve işler kötüleşti. Bir süredir sigorta pirimlerimiz ödenmiyordu. Son iki buçuk aydır maaşlarımızı da alamayınca “iş güvencesi” ve “sendikalılaşmak” amaçları ile direnişe geçtik. Şu anda 85 kişi direnişteyiz. Gündüzleri çalışmaya gelir gibi burada toplanıyoruz. Geceleri de 15 kişi burada battaniyeye sarılıp nöbet tutuyoruz. İC: Şu anda direnişinizin temel amacı maaş ve priminizi almak mı? İşveren bu isteğinizi kabul ederse işbaşı yapar mısınız? İşçi: İnanın, bizim için maaşın ve pirimin önemi ancak ikincil. Bizim amacımız iş güvencesi ve sendika hakkı. Biz bunun için yol ortasında gece gündüz direnişimizi sürdürüyoruz. Çoluk çocukla, eşlerimizle beraber öncelikle bunun için direniyoruz. İC: İşveren sizi direnişten uzaklaştırmak için neler yaptı? İşçi: Neler yapmadı ki? Para verip bizi dövdürttü bile. Kadın arkadaşlarımıza dahi saldırdılar. Hiç kadına saldırılır mı? Biri hastanelik oldu. Ama esas suç bizde! Size yalan söylemeyeceğim. Ben de oyumu CHP'ye vermiştim. Yani bu kimseleri başı-
mıza getiren yine biziz. Şimdi onlar ne yapıyor? Bizi baskıyla yıldırmaya çalışıyorlar. Belediye başkanı önce belediyenin işçisi olmadığımızı, sorunlarımızı taşeron ile çözmemiz gerektiğini söyledi. Sonra yerimize 40 işçi aldılar. Bu işçileri uyarmaya giderken, belediye yetkilileri de onları bize saldırmak için yönlendirdi. Alsancak Camii'nin önünde bizzat ben duydum: “Buradaki insanların kellesini kopartın! Korkmayın, arkanızda biz varız.” dediler. Sonrasında günlüğü 20 liraya insanlar tutup yine üzerimize saldırttılar. O da yetmedi, baktılar ki bizi bu şekilde yıldıramıyorlar, düzen yanlısı medyayı da sardılar başımıza. Önce iyi niyetliler sandık, röportaj verdik. Sonra baktık ki sürekli yalan haber yapıyorlar. Artık onları yanımıza yaklaştırmıyoruz. İC: Bu baskıların direnişinize etkisi ne oldu? İşçi: Bir keresinde 15 kişi yaralandı. 4'ünün durumu ciddi. Ancak biz haklıyız. Onlar işçiyi işçiye kırdırmayı planlıyorlar. Ama görüyorsunuz ki başaramıyorlar. (Yanımızda oturan kişiyi göstererek) Şuradaki kardeşimiz, bir arkadaşımızın kız kardeşi. Dün ameliyat oldu diye gelemedi, ama bugün burada. İzmir halkına binlerce teşekkür ediyoruz, hep işçinin emekçinin yanındalar. Kimi siyasi partiler de desteğe geldiler. Sizin gibi emek dostları, dergiler, öğrenciler de yanımızda. Daha önemlisi hemen tüm sendikaların bize desteği var. Bizim şu anda bir sendika ile bağımız olmasa da, direniş sürecimizin sonunda biz de bir adım atacağız. İC: Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı? İşçi: Burada bir keresinde kırk tane para ile tutulmuş gözü dönmüş insan iki tane işçiyi pusuya düşürdü, ama bizi yenemedi. Siz düşünün kırk kişi iki kişiyi yenemediyse, biz kesin kazanacağız! Tüm arkadaşlarınıza ve işçilere selamlarımızı iletin. Bu şekilde yanımıza uğramanızı ve destek olmanızı istiyoruz. Sizler gibi direnişimize gelerek bize moral veren kimselere binlerce teşekkür ediyoruz.
Köle değil, postacıyız!
İC - Haber, 6 Mart 2011
Direnişlerinin ilk gününden itibaren taleplerinin tüm Türkiye işçi sınıfının talebi olduğunu söyleyen PTT işçileri direnişlerine 2 aya yakın süredir devam ediyorlar. Yağmur, rüzgâr demeden Topkapı ve Sarıyer AVPİM’in önünde inatla bekleyişlerini sürdürüyorlar. Direnişlerini yalnızca çadırda değil, farklı eylemlerle
ve etkinliklerle de duyurmaya çalışıyorlar. Bu eylemlerden biri geçtiğimiz hafta Sirkeci PTT’nin önünde gerçekleşti. PTT işçileri taleplerinin güncelliğini ve acilliğini duyurmak için topladıkları imzaları Ankara’ya yolladılar. Aynı gün Ontex işçileriyle bir araya gelen direnişçi işçiler yaptıkları basın açıklamasında, “İşten çıkartmalara, taşeron çalışmaya ve güvencesizliğe karşı başlattığımız
direnişimizi farklı eylem ve etkinliklerle güçlendirerek sürdürüyoruz. Ontex işçilerine sonuna kadar destek vereceğiz.” diyerek Ontex işçileriyle sınıf dayanışmasının bir örneğini sergilediler. Öte yandan, direnişlerini yaygınlaştırmak ve diğer PTT işçilerine duyurmak için Postacı isimli direniş bültenlerinin ilkini çıkardılar. Bültenlerinde Nemt-
rans işçilerinin direnip nasıl kazandıklarını anlatan PTT işçileri, kazanmalarının koşulunu birleşmekte görüyor: “Kardeşler eğer bizler birlik olmazsak, komiteler kurup sendikal örgütlülüğümüzü sağlayamazsak bizlere dayatılan insanlık dışı uygulamalara boyun eğmek zorunda kalırız. Güvenceli iş güvenceli gelecek için emeğimiz ve onurumuz için mücadelelerimizi birleştirelim”.
13
14
ULUSLARARASI
Ankara Kıbrıs’tan elini çek!
Kıbrıs’ın gündemindeki “yıkım paketi”; emeklilik yaşının 60’tan 65’e çıkarılması, sendikal hakların budanması, bir kural haline gelen esnek ve güvencesiz çalışmanın yasalaştırılması, emekli maaşına vergi konması gibi, aslında, Türkiye’deki ve dünyadaki neoliberal saldırı dalgasının bir uzantısı olarak okunabilecek düzenlemeler içeriyor
leşme arzusunu ve kitle hareketini, Türkiye’nin ve Rum Kesimi’nin 28 Ocak’taki “Toplumsal VaroAB’ye üyelik süreciyle boğmayı luş” mitinginin talepleri ve sonrasında gelişen olaylar, beklenmedik başaranlar; bugün Kuzey Kıbrıs’taki alanlarda 1960’ta kurulan Kıbrıs bir biçimde, Kıbrıs sorununu Türkiye’nin gündemine yerleştirdi. Cumhuriyeti’nin bayrağı boy gösterince, bunu “Rum işbirlikçiKKTC Cumhurbaşkanı Derviş liği” olarak yorumlamaktan geri Eroğlu ise, “besleme” kriziyle durmuyorlar. Oysaki bu durum, beraber Türk televizyonlarında yeniden boy göstermeye başladı ve mevcut çözümsüzlüğün Kıbrıslı Kıbrıs’taki sorunları bir tür “aile içi kitlelerde yarattığı rahatsızlığı ve birleşik bir Kıbrıs arzusunun kitleöfke patlaması” olarak nitelendiler nezdinde giderek yaygınlaştığırerek üzerini örtmeye gayret etti. nı göstermektedir. Ancak, Annan Oysaki süreç küresel ekonomik Planı gibi Kıbrıs emekçi halkının kriz ve Arap Dünyası’ndaki devrimlerden bağımsız düşünülemeye- inisiyatifinden yoksun bütün plan ve projelerin, Ada’nın emperyalizcek durumda. me teslimiyetini perçinleyeceği de Kıbrıs’ta neoliberal dalga: vurgulanması gereken bir başka “Yıkım Paketi” ve AB Politikaları nokta. Önceleri Kıbrıs’ta çözüm umudu olarak görülen AB’nin, Kıbrıs’ın gündemindeki “yıkım paketi”; emeklilik yaşının 60’tan 65’e çıkarılması, sendikal hakların budanması, bir kural haline gelen esnek ve güvencesiz çalışmanın yasalaştırılması, emekli maaşına vergi koyulması gibi, aslında, Türkiye’deki ve Dünya’daki neoliberal saldırı dalgasının bir uzantısı olarak okunabilecek düzenlemeler içeriyor. KKTC’nin uluslararası alandaki hukuki durumu sebebiyle bu paketin uygulanmasını sağlama görevi fiilen adanın kuzeyini işgal altında tutan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne düşmüş durumda. “Ankara elini yakamızdan çek!” sloganı ise bu sebeple, politik olduğu kadar ekonomik de bir talep.
sinin batacağını iddia etmesi ve yaptığı “Cuma küfrettiler, Pazartesi para yolladık” açıklaması, bir taraftan da Kıbrıs’ta yürürlüğe konmak istenen ekonomik paketin simgesi haline gelen Halil İbrahim Akça’nın Ada’ya büyükelçi olarak atanması, Türkiye hükümeti tarafından takınılan ve Kıbrıslıların taleplerini hiçe sayan sömürgeci tavrın bir göstergesi şeklinde yorumlanabilir...
Eroğlu’nun cumhurbaşkanı seçildikten sonra, “KKTC’yi Akdeniz’in Las Vegas’ı yapma” hedefini açıkça ifade etmesi de Türkiye’de sıkça tekrarlanan “stratejik çıkarların” iç yüzünü gözler önüne seriyor. Bugün Kıbrıs’ta mevcut durumun devamından yana olanlar, Türk tarafında da Rum tarafında da, Ada’nın bir kara para aklama merkezi olmasından çıkar sağlayanlardır. 2000’li yılların başında Türk tarafındaki bir-
kılma eğilimi giderek güç kaybediyor. Bu durum, Türkiye’deki rejim içi hesaplaşmalar ile birleşince ortaya çıkan tablo gösteriyor ki, Kıbrıs’taki rejimin durumu, Türkiye’deki asker-polis rejiminden bağımsız düşünülemez. Dolayısıyla, zamanında bizzat Rauf Denktaş’ın da parçası olduğu ve Türk işçilerine yönelik saldırılar düzenleyerek adayı provoke ettiği bilinen kontrgerilla (Rum tarafında da benzer
Barış Sansar, 3 Mart 2011
krizle beraber, Avrupalı emekçiler için geliştirilen yıkım planlarını hayata geçirirken gösterdiği kararlılık, Kıbrıs’ın Avrupa ile ancak işçi ve emekçilerin denetiminde gerçekleşecek bir birleşmeyle kalıcı barışa ulaşabileceğini göstermektedir. Buna paralel olarak; başbakan yardımcısı Cemil Çiçek’in Kıbrıs’a dayatılan protokollerin uygulanmaması halinde KKTC ekonomi-
Genç Mücahitler’in “Milli Meselesi” Bütün bu olaylarla beraber, 1974’te Türk Ordusu’nun adaya gerçekleştirdiği müdahalenin ardından zirve yapan, Kıbrıs’ı bir “milli mesele” durumuna “yükseltme” ve bu vesileyle de tartışılmaz
örgütlenmelerin varlığı unutulmamalıdır) güç kaybetmekle beraber bugün hala rejim içinden destek bulmaktadır. “Genç Mücahitler” gibi dernek ve yapılanmaların gerek 28 Ocak mitingi sırasında, gerekse sonrasında gerçekleştirdikleri eylemler de Başbakan Erdoğan’ın “gerekli cevabı verin” naraları ışığında ele alındığında, rejim içi desteğin devam ettiği görülecektir.
Birleşik Sosyalist Kıbrıs! Arap Dünyası’ndaki devrimler ve 2 Mart’ta, Kıbrıs’ta gerçekleştirilen ikinci “Toplumsal Varoluş” mitingi gösteriyor ki, küresel ekonomik krizle baş etmekte zorlanan emperyalist güçlerin eli zayıflama eğiliminde. Bütün dünyada olduğu gibi Kıbrıs’ta da yürürlüğe konmaya çalışılan kemer sıkma politikaları, Kıbrıslı işçi ve emekçiler tarafından kitlesel grevlerle karşılandı. Ada’nın kuzeyinde gittikçe kuvvetli bir biçimde dillendirilen birleşme arzusu da bu duruma eklenince, mevcut durum, Ada’nın güneyindeki emekçilerle yürütülme zorunluluğu olan bir mücadeleyi işaret ediyor. Bu kapsamda, Kıbrıslı devrimcilere düşen görev Ada’daki emperyalist hegemonyayı reddeden, işçi sınıfının birleşmesinden yana ve emperyalizmden bağımsız bir sol alternatifin, ortak bir program etrafında inşası için olanakların zorlanması olarak görünüyor. Üsler kapatılsın, tüm yabancı askeri kuvvetler Ada’dan çekilsin! Kara paracı hırsızlar, mafya ve kontr-gerilla tetikçileri Kıbrıs’tan dışarı! Kıbrıs Kıbrıslılarındır! Sanayi ve ekonomi Kıbrıslı emekçilerin denetimine! Yaşasın silahtan arındırılmış, Birleşik Sosyalist Kıbrıs Cumhuriyeti!
ULUSLARARASI
15
Kahrolsun Kaddafi rejimi! Yaşasın Libya devrimi!
Emperyalist müdahaleye hayır! Arap devrimci sürecini durdurmak adına, emperyalistler şimdi askeri müdahale seçeneğini masaya ya21 Şubat’tan bu yana Kaddafi yö- tırdılar. ABD savaş gemileri, Libya netimindeki diktatörlük rejiminin sularına demir atmış durumda alaşağı oluşuna tanıklık ediyoruz. ve Akdeniz’de devriye gezmekte. Libya devrimi ilerliyor ve Tunus ve Somali’de, Haiti’de, Balkanlar’da Mısır’ın muzaffer yolunu izliyor. yaşandığı gibi, şimdi de Libya’da, Uluslararası Birlik Komitesi olarak, “ölümleri durdurma”, “insani diktatörün karşısında ve soykırım- yardım” gibi gerekçelere saklanacı rejimini yerle bir edecek Libya rak, emperyalist askeri müdahahalkının saflarındayız. Arzumuz leye kapı aralanıyor. UBK olarak, Kaddafi ve rejiminin, Bin Ali ve BM’nin veya NATO’nun olası bir Mübarek rejimleriyle aynı kaderi askeri müdahalesinin tamamen paylaşması yönündedir. karşısındayız. Libya’da barışın teminatı, Kaddafi diktatörlüğünün Kaddafi, Libya ve Arap devrimi yıkılması, emperyalist yağmacıların açısından son derece belirleyici ve kapitalist sömürücülerin kovulolan bu aşamada ev ev çarpışarak isyancıları imha edeceği yönündeki masından geçmeksözünü yerine getirmekle meşgul; tedir. çarpışmaların şu ana dek kanlı bilançosu 1000’i aşkın ölüye işaret Bu bağediyor. Buna karşın başta Libya’nın lamda, doğusu olmak üzere, ülkenin bübugün, yük bir kısmı devrimcilerin kontsivillerin rolüne geçmiş durumda ve bunun katliaçok yakında Trablus’ta da gerçekmından, leşeceğini umuyoruz. Katillerin demokradirenişi karşısında yegâne başarı siden söz olanağı mücadelenin zafere dek etmeye sürdürülmesinden geçiyor, ancak başlayan böylelikle Kaddafi ve dünyadaki hükümetlerin Kaddafi rejimiyle diğer benzerlerinin ve ortaklarının suç ortaklığının da altı çizilmek sömürü düzeni son bulabilir. durumunda. İspanya’daki Zapatero
Uluslararası Birlik Komitesi, 2 Mart 2011
Kaddafi, Amerikalı, İtalyan, İspanyol ya da Venezüella kökenli çokuluslu petrol şirketlerinin Libyalı ortağı olduğu için ABD başkanı Obama ve dostları, gelişmeler karşısında, uzunca bir süre suskun kaldılar. Ne zaman ki, Kaddafi’nin ülkeyi daha fazla yönetemeyeceğine emin oldular, bu andan itibaren, Libya’daki katliamın “kabul edilemeyeceğini”, Kaddafi’nin gitme vaktinin geldiğini ilan ettiler. Libya’daki yatırımlarını, çıkarlarını koruma altına almak, Libya ve
hükümeti bunun bir örneğidir. Libya’da kitle katliamlarına yol açan mermiler, İspanyol yapımıdır; Repsol, Sacir, ACS şirketleri Libya’daki rejimle milyonlarca Avroluk petrol ve temel inşaat malzemesi kontratlarına sahiptir. Bu nedenle İspanyol hükümeti, bu diktatörlüğün yıkılma ve petrolün varil fiyatındaki oynama olasılıkları nedeniyle panik yaşayan hükümetlerin başında gelmektedir. Alejandro Agag’ın -eski İspanyol başbakanı Aznar’ın damadı- şirketleri televizyonlara çıkıp, Libyalı
devrimcileri ölümle tehdit eden Kaddafi’nin oğluyla milyonlarca Avroluk kontratlar imzalamıştır. Aynı durum İspanya kralı Juan Carlos’un yakın dostu ve Basklı işadamı Patxi Garmendia için de geçerlidir. Kaddafi İnsan Hakları Ödülü sahibi Erdoğan ve AKP hükümeti de, Kaddafi’nin sıkı bir müttefiki olagelmiştir. AKP döneminde Libya, Türkiye’nin milyarlarca liralık yatırımına sahne olmuştur. Bu yatırımların önemli bir kısmı Erdoğan ve AKP’ye yakın patronlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Libya’daki devrimci süreç ve Kaddafi’nin kıyımı karşısındaki manidar suskunluğuna ise Erdoğan, Libya’daki binlerce Türk işçinin varlığını gerekçe göstererek, bu incelikli yalana inanmamızı beklemiştir. Son olarak Erdoğan, NATO’nun olası bir müdahalesini “saçmalık” olarak değerlendirirken, NATO’nun Irak’ta, Afganistan’daki varlığı ve dahası Türk ordusunun NATO dâhilinde, Afganistan’da, Bosna’da, vs. ne aradığı soruları ortada durmaktadır. İtalyan Berlusconi hükümeti de Kaddafi’nin suç ortağıdır. Bu hükümet Kaddafi yönetimiyle inşaat sektöründen enerji yatırımlarına, askeri alandan güvenlik sektörlerine yıllık dört milyar avroluk bir işbirliği ve dostluk anlaşması imzalamıştır. Avrupa hükümetleri devrimden
korkmaktadırlar zira devrim ticari ilişkilerinin geleceğini belirsizleştirmektedir. Libya halkına yönelik yağmaya son: Libya’da yabancı şirketlere peşkeş çekilmiş enerji kaynakları derhal millileştirilmeli ve denetimi Libya halkının ellerine geçmelidir. Kaddafi rejiminin tüm ekonomik anlaşmaları iptal edilmelidir. Hugo Chavez’in bizzat kendisi 2010 Ekim ayında Libya’ya gerçekleştirdiği ziyarette tam 69 adet anlaşma imzalamıştır. Dahası kendisi milyarlarca dolarlık ortak endüstri ve tarım yatırımlarının finansmanı için Kaddafi’yle yeni bir anlaşma gerçekleştirmeyi hayal etmekteydi. Venezüella lideri tam da bu nedenle, Libya’da olan bitenin henüz tam olarak bilinemediğini ve Libya’nın gerçek sorununun emperyalizme “karşı koymasından” kaynaklandığını söylemektedir. En açık sözlü liderlerin başında Fidel Castro gelmektedir; masaya sürülen oyunun emperyalizme karşı Libya’nın ulusal bağımsızlığı olduğunu ve NATO’nun asıl amacının Libya’yı işgal etmek olduğunu iddia etmektedir Castro. Ne koca bir yalan! Diktatörlerle yapılan kirli pazarlıklara son! Libya’yı işgali altında asıl tutan, dünya burjuvazisinin ve Venezüella ve Castro bürokrasisinin desteğiyle ayakta duran diktatörlük rejimidir. Egemenlerin yaşamakta olduğu karmaşanın asıl kaynağı ise, Libya ve tüm bir Arap halkının kanlı diktatörlüklere yönelik yükselen nefreti ve bu diktatörlüklere son vermek doğrultusunda büyüyen arzusudur. Yaşasın Arap Devrimi! Libya’da Emperyalist Müdahaleye Hayır!
Arap devrimi ilerliyor! Tunus’la başlayan,
Mısır’la ilerleyen Arap demokratik devrimleri, bugün Fas’tan Umman’a, Irak’a dek bütün bölgeyi etkisini almış durumda. Halk ayaklanmaları Tunus’ta Bin Ali’yi, Mısır’da Mübarek’i devirirken, Libya’da Kaddafi’nin ayaklanan kitlelere karşı katliama girişmesiyle, durum bir iç savaşa doğru ilerlemekte. Fakat, son atımlık kurşunlarını kullanan Kaddafi’nin de günleri sayılı.
Devrim cini şişeden
çıktı bir kere! Bütün bir Ortadoğu, kitle hareketlerinin darbeleriyle sarsılıyor. Krallıkla yönetilen Körfez ülkesi Bahreyn’de, 14 Şubat’tan bu yana kitleler hükümetin istifası, rejimin değişmesi ve Şiiler üzerindeki baskı ve ayrımcılığın sonlandırılması için sokaklardalar. Protestolar başladığından bu yana onlarca kişinin öldüğü ülkede, işçiler de düzenledikleri grevlerle sahneye çıkmaya başlıyorlar. Bahreyn’in, ABD’nin 5. Filosu’na ev sahipliği yapması, Körfez’deki petrol trafiği üzerinde bulunması nedeniyle de, yaşanan ayaklanma emperyalistleri fazlasıyla rahatsız ediyor.
40 günden fazla bir
süredir eylemlerin sürdüğü Yemen’de, Devlet Başkanı Salih’e karşı protestolar giderek
yoğunlaşıyor. Son olarak muhalefet koalisyonuna yaptığı ulusal birlik hükümeti çağrısının reddedildiği Salih, şimdi de göstericilere ateş açarak, kitleleri yıldırmaya çalışıyor. Kuzey Yemen’in Amran kentindeki göstericilere Yemen ordusu roketle saldırarak en az iki kişinin ölümüne onlarca insanın yaralanmasına neden oldu. Bu olayın ardındansa, başkent Sanaa’da eylem yapan göstericilerin sayısı 100 bini buldu. Salih’in 32 yıldır demir yumrukla yönettiği Yemen, aynı zamanda Ortadoğu’nun en yoksul ülkesi.
Öte yandan eylemler,
Yemen ve Bahreyn’in komşusu Umman’a da yayılmış durumda. Ve dahası, bütün bu gelişmelerin Suudi Arabistan’ı etkilemesi kaçınılmaz. Seferberlikler Suudi Arabistan’a da sıçrıyor. Arabistan’da gösterilerin başlamasıyla, Suudi Kralı yurtdışındaki tedavisini yarıda keserek apar topar ülkesine dönmüş ve 37 milyar tutan bir ekonomik reform yapacağını ilan etmişti. Fakat diğer ülkelerde olduğu gibi, Suudi Arabistan’da da bu yöntem işe yaramayacak görünüyor. Ülkenin doğusunda Şii muhalefetin gösterileri yoğunlaşırken, rejimin baskısı da artıyor. Öte yandan şimdilik cılız da olsa,
eylem dalgası başkent Riyad’a da ulaşmış durumda. Muhalefet ise, ‘öfke günü’ ilan ettiği 11 Mart’a hazırlık yapıyor. Emperyalizmin bölgedeki en önemli müttefiklerinden, kokuşmuş, zalim bir krallıkla yönetilen Suudi Arabistan, dünya petrol üretiminin onda birini gerçekleştiriyor. Bu nedenle Suudi Arabistan’daki gelişmeler, yalnızca Ortadoğu’yu değil, bütün dünyayı sarsacak öneme sahip.
Komiteleri’nin ve sendika önderliklerinin, perspektiflerini demokratik taleplerle sınırlaması ve ikili iktidar organlarının geliştirilerek bir işçi-emekçi hükümetinin kurulması hedefinden uzak durması. Hükümetin aldığı önlemler, kitle seferberliklerini sonlandırmaya yetecek mi, yoksa devrimci süreç ilerleyerek bir sürekli devrim karakteri alabilecek mi, bunu önümüzdeki dönemde göreceğiz.
Bin Ali’nin gitmesinin
Mübarek’in devrilme-
ardından Tunus’ta da sular durulmuş değil. Kitlelerin baskısı sonucu, son olarak, Bin Ali gittiğinden bu yana ülkeyi yöneten, Bin Ali’nin sağ kolu Muhammed Gannuşi de başbakanlıktan istifa etmek zorunda kaldı ve böylelikle, yeni kurulan kabinede, Bin Ali döneminden kimse kalmamış oldu. Aynı zamanda, yeni anayasanın yapımı için Kurucu Meclis seçim tarihi belirlenerek 24 Temmuz olarak ilan edildi; gizli polisin feshedildiği açıklandı. Ne var ki, eski rejimin ordu ve polis aygıtı, bürokrasisi tümüyle tasfiye edilip rejimin önde gelenleri yargılanmadan, Bin Ali rejiminin artık yıkıldığını söylemek abartılı olur. Ekonomik temelli grevlerin yaygın bir şekilde sürdüğü ülkede, devrimin ilerlemesinin önündeki başlıca engel ise, Devrimi Savunma
sinin ardından yönetime ordunun el koyduğu Mısır’da da devrimci durum devam ediyor. Mübarek’in çekilişinin ardından, orta sınıfın geniş kesimi sokaklardan çekilse de, işçi sınıfı yaygın grevlerle süreci ilerletiyor. Tahrir Meydanı’nda her cuma yapılan gösteriler sonlanmadığı gibi, son olarak kitlelerin, devlet istihbarat birimlerinin binalarına girerek, buradaki belgeleri teşhir ve imha etmesi, rejimi fena halde sarsmış durumda. Mübarek döneminin başbakanı Ahmet Şefik ise, son gelişmelerin ardından istifa etmek zorunda kaldı. Öte yandan, yeni kabineyi El-Baradey ve Müslüman Kardeşler’in onaylaması, burjuva muhalefet ve işçi, emekçi kesimler arasındaki uçurumun derinleşeceğini gösteriyor.
İşçi Cephesi, 8 Mart 2011
www.iscicephesi.net