»8
Seçimler: Emek,
Demokrasi ve Özgürlük Bloku
Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 28 • Nisan 2011 • Fiyatı: 2 TL
Bugün güçlü bir partimiz yok. İşçi sınıfı ise, artan yoksulluk ve tarihe gömülmek üzere olan iş güvencesi hakkının karşısında hoşnutsuz, ancak çözümü hâlâ düzen partilerinin içerisinde aramakta...
Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku:
Bir adım ileri!
Ortadoğu’yu bir uçtan diğerine sarsan Arap devrimci süreci, yaygınlaşmayı sürdürüyor. Devrim dalgası, şimdi de Suriye’deki Baas diktatörlüğünün kapısını çalmış durumda. AKP hükümetinin de sıkı müttefiki olan Beşar Esad rejimi, kitleleri yatıştırmak için bir yandan reform vaat ederken, diğer yandan her tür şiddet yöntemini kullanarak, seferberlikleri bastırmaya çalışıyor. Türkiye hükümeti ise, bölgede düzen ve istikrarın temsilcisi olarak, diktatörlüklerin ve emperyalizmin saflarında var gücüyle çalışıyor. Türkiye, Meclis’ten çıkarılan tezkereyle Libya’daki emperyalist müdaheleye aktif bir şekilde katılıyor; Suriye’de, Bahreyn’de diktatörlük rejimlerine arka çıkarken, onlara ‘reform’ telkin etmeyi de ihmal etmiyor. Ortadoğu’ya ‘demokrasi modeli’ olarak sunulan Türkiye, Arap devrimi sürecinde, bölgenin karşıdevrim üssü olarak parıldıyor. Ortadoğu’da seferberlikler sürerken, Avrupa’da da mali çöküş giderek inkâr edilemez bir hale geliyor. İrlanda ve Yunanistan’ın ardından Portekiz de borç krizi sonucunda, AB ve IMF’den yardım almayı kabul etti. Bunun anlamı, kemer sıkma politikalarının ilerletilmesi ve yeni bir sosyal yıkımın yaratılması. Dahası, Portekiz’in ardından İspanya’nın da iflas bayrağını çekmesi an meselesi ve bu durum, Türkiye’yi de derinden etkileyecek şekilde bütün bir avro bölgesini krize sokabilir. Ortadoğu’nun politik devrim-
lerle sarsıldığı, Avrupa’nın derin bir ekonomik bunalımdan geçtiği ve sınıf mücadelesinin sertleşmeye başladığı bir dönemde; Türkiye’den gelen 2010 yılı için yüzde 8.9’luk büyüme rakamı, bölgenin “ekonomik ve siyasi istikrar adası Türkiye” söylemini biraz daha güçlendirmiş oldu. Ne var ki, gerçeklerin bu söylem kadar ‘iyimser’ olmadığı apaçık ortada. Ekonomik büyümenin, borç oranlarının ve cari açığın dramatik bir şekilde yükselmesi ve dolayısıyla ekonominin daha da kırılgan bir hale gelmesi pahasına gerçekleşmesi, işlerin pek o kadar yolunda olmadığının açık göstergesi.
züncü yıldönümü için 500 milyar dolar ihracat hedefi koyuyor. AKP ve CHP cömert vaatlerini bir seçim dönemiyle sınırlamıyor, ‘2023 vizyonları’nı açıklıyor. Tartışma mevzuları da epey ‘derin’: 2023’te ihracatı 500 milyar dolar mı yaparız (AKP), 650 milyar dolar mı (CHP)?
Bizler, bu kara mizahın ortasında bir başka olayın yüzüncü yıldönümünü hatırlatmak istiyoruz. Patronların, 2023 hedeflerine varabilmek için önce 2017 mayınını, Ekim Devrimi’nin yüzüncü yıldönümünü atlatmaları gerekiyor. Dünya ekonomik krizinin ortasında, toplumsal mücadelelerin şiddetlenmeye başTürkiye’nin ekonomik büyüladığı bir dünyada, burjuvazinin mesini sürdürmesi, uluslararası ‘2023 vizyonu’nun yerini, ‘2017 kapitalizmin gelgitlerine tamamen paranoyası’na bırakması, bizler bağımlı hale geldiği ve dünya için şaşırtıcı bir gelişme olmayaekonomik krizinden çıkışın henüz cak. epey uzak olduğu bir dönemde, Burjuvazinin bu denli rahat ve uluslararası ekonomik konjonkkendinden emin göründüğü bir türde herhangi bir olumsuzluk seçim döneminde, sosyalistlerin ve yaşanmaması gibi mucizevi bir Kürt hareketinin Emek, Demokihtimale dayanıyor! Dahası, gelir rasi ve Özgürlük Bloku’nu kurmaadaletsizliğinin korkunç boyutlara sı ise, ileri doğru atılmış önemli vardığı, yüksek düzeyde kronik bir adım anlamına geliyor. Fakat bir işsizlik ve yoksulluğun olBlok’un önündeki asıl zorlu görev duğu bir ülkede, “ekonomik ve şimdi başlıyor. Neoliberal saldırısiyasi istikrar”ın bekasından, öyle lara karşı taleplerin, demokratik zannederiz, o denli emin olmamak hak ve özgürlüklerin, Kürt halkıgerekiyor. nın ulusal taleplerinin ve emperFakat patronlar ve düzen partileri, neoliberal karşıdevrim sürecinin zafer sarhoşluğu içinde, özgüven ve iyimserliklerinden hiçbir şey yitirmiş değiller. Türkiye İhracatçılar Meclisi, 2023 yılı hedeflerini ilan ederek, Cumhuriyet’in yü-
yalizmden kopuş perspektifinin bayraktarlığını yapacak bir alternatif olmak! İşçi Cephesi seçim döneminde, Blok’un içerisinde yer alarak bu programatik hattın propagandası için mücadele edecek.
İşçi Cephesi, 7 Nisan 2011
»3 Sınıf gündemi: Metal grevi
»4 TÜSİAD’ın anayasa raporu
» 10 Bask çözümsüzlüğü
» 14 Domino değil Sürekli Devrim!
2
İLAN TAHTASI
İstanbul Film Festivali başladı Nisan 2011, İC - Haber
17 Nisan’a kadar sürecek İstanbul Film Festivali başladı. 30 yıldır İstanbullu sinemaseverleri dünya sinemasının en seçkin filmleri, yıldız oyuncuları ve usta yönetmenleri ile buluşturan İstanbul Film Festivali yine sinemayla dolu iki hafta vaat ediyor. Yine de unutmayalım, Altyazı dergisinden Fırat Yücel’in yazdığı gibi: “Bu yıl, bizim kuşağımız için festivalin 30. yılı değil, Emek Sineması’nın olmadığı bir İstanbul Film Festivali’nin 2. yılı.” Hafta içi gündüz seansları 4 TL. (Biletlerin tükendiği filan da yok, istediğiniz filmin gösterim saatinde gişe kapısında muhakkak ki bilet bulabilirsiniz.) 2011 yılının ilk sekiz haftasından sinemalarda gösterilen otuz yedi
filmin 11.394.506 bilet satışı ger- “prestij”i için de.) çekleştirerek gişelere 106.392.795 Festivalin dikkat çeken bölümTL hâsılat bıraktığı düşünülürse, leri ise, “Mayınlı Bölge”, bu yılın bu fiyatlar ve bu seçkin program özel bölümü “Film Gibi 30 Yıl”
AMADOR | Yönetmen: Fernando León De Aranoa / Oyuncular: Magaly Solier, Celso Bugallo, Pietro Sibille / İspanya / 2010 / 35 mm / Renkli / 112’ / İspanyolca; İngilizce ve Türkçe altyazılı
sinemaseverler için önem taşıyor. (Elbette kapitalizmin her daim yeniden üretmek zorunda olduğu
Mesafe
7. sayı
çıktı!
Görüş, öneri, katkı ve mektuplarınızı bekliyoruz... iscicephesi@gmail.com
SAYI: 28 • NİSAN 2011 Aylık Siyasi İşçi Gazetesi (Aylık Yerel Süreli Yayın)
Sahibi ve yazı işleri müdürü Atakan Çiftçi (Enternasyonal Yayıncılık)
Yönetim yeri Şehit Muhtar Mah. Süslü Saksı Sok. No: 19/6 Beyoğlu - İstanbul 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 25 TL • Yurtdışı: 25 € Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com Baskı Estet Ajans Matbaacılık Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul Fiyatı: 2 TL
ve kuşkusuz her yıl dikkat çeken “Dünya Festivallerinden” (bu kısımda Kırgız yönetmen Aktab
Kubat’ın Işık Hırsızı, Türkiye’de Güneşli Pazartesiler ile bilinen İspanyol yönetmen Aranoa’nın Amador ve kuşkusuz yapımları ve yaklaşımları ile çağdaş bağımsız sinemacıları yakından etkileyen Béla Tarr’ın Torino Atı adlı filmleri dikkat çekici). Festivalin, Sinemada İnsan Hakları Yarışması dâhilinde gösterilen, Sedat Yılmaz’ın Press filmi (sinemasal açıdan olmasa dahi), Özgür Gündem Gazetesi dâhilinde yaşananları anlatması bakımından konuşulmaya değer. DİSK’e bağlı Sinema Emekçileri Sendikası’nın 2009 yılı sektör raporunda ortaya konan düşünsel ve sanatsal alandaki özgürlüklerin kısıtlanması başlığı altındaki vurgular düşünülürse kardeş sektöre bu belgeselvari bakışın taşıdığı önem de anlaşılabilir.
Yordam Kitap’tan özenli bir Lenin derlemesi Nisan 2011, İC - Haber Yordam Kitap’ın Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar gibi ciltli olarak basılan Lenin’in Seçme Yazıları, Paul Le Blanc’in özenli derlemesi ve Sungur Savran’ın İngilizceden çevirisiyle sunulmakta. Kitabın sunuşunda şu ifadelere yer verilmiş: Yakınlarının sevgiyle ‘İlyiç’ olarak hitap ettikleri, dünyanın ise “Lenin” kod adıyla tanıdığı Vladimir İlyiç Ulyanov, Rus sosyalist hareketinin Bolşevik kanadının önderiydi. Bu kanat 1917’de bir devrimle iktidara geçtikten sonra, Lenin adı tüm dünyada dalga dalga yayıldı. Batılı kapitalist çevrelerde adı nefretle anılan, gaddarlığın ve baskının
uygulayıcısı olarak damgalanan Lenin, on milyonlarca işçinin ve yoksulun gözünde ise bir kurtarıcıydı. Ne var ki,
1991 yılında Sovyetler Birliği çözüldükten sonra köpürtülen anti-komünist dalgada,
en büyük hedeflerden biri de Lenin’in adı ve eseri oldu. Sol ve akademik çevrelerde de bu kampanyanın etkileri görüldü. Oynadığı tarihsel rolün kabul edildiği durumlarda bile, teorisyenliği ihmal edilebilir bir eylemci olarak takdim edildi. Bu derleme, Lenin’in, eşsiz bir taktisyen ve örgütçü olmanın yanında büyük bir teorisyen olarak önemini vurguluyor; düşüncelerinin günümüz dünyası için de aydınlatıcı olduğu kanaatini paylaşıyor.” Daha geniş bir Lenin külliyatına ulaşmak isteyenler ise, Agora Kitaplığı’nın Düşünce-Felsefe dizisinden çıkan Lenin kitaplığına bakabilirler...
NE SAVUNUYORUZ? neyi hedefliyoruz? İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Türkiye’de devrimci bir işçi partisinin inşası için mücadele ediyoruz. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Sermayenin baskı ve şiddet rejimine karşı mücadele ediyoruz ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.
EMEK GÜNCESİ
3
Sermayenin güvencesiz çalışma
dayatmalarına karşı 1 Mayıs’ta alanlara! Rukiye B., 4 Nisan 2011
Geçen yıl ısrarla mücadeleleri birleştirmenin öneminden bahsettik. 1 Mayıs’ta da temel vurgumuz bu oldu. Bu yıl, bu talep güncelliğini koruduğu gibi daha da büyük bir öneme sahip. Kriz derinleşirken mücadeleler de artıyor. Geçen yıl iş güvencesi için mücadele ederken bu yıl torba yasa ile daha fazla hak kaybına uğradık. Torbaya koyamadıkları ise yolda, ulusal istihdam strateji planı ile çoktan hazırlanmış durumda.
bekliyorlar. Aslında Türkiye’de esnek çalışma fazlasıyla yaygın. Geçen yasalarla, sadece işi kanuna uygun hale getiriyorlar. Mesela, iş güvencesi ile ilgili yasa: Önceden 10 kişi ve üstü işçi çalıştıran her işletme iş güvenliği yasasına uymak zorundayken bunu 30’a çıkardılar. Dahası 50 kişi yapmak için uğraşıyorlar. Bu durumda işletmeler kendilerini 29’ar kişilik gruplara bölerek bu yasadan kurtuluyor. Ya da, artık ana işte de taşeron çalıştırmak serbest olduğundan aynı binada 3-4 farklı işverenin işçisi aynı işi yapıyor.
fından ödeneceğinin duyurulması, yeni işsizleri ve yeni köleişçileri gündeme getiriyor. Torba yasa ile işverene yardım paketleri 2015’e kadar uzatılmış durumda. İşverenin payına düşen yüzde 15’lik vergi primini devlet kendi ödeyecek.
Biz işçilerin temsilcisi olan sendikacılar daha önce SSGSS yasası geçerse sokaklara dökülürüz diyorlardı. Şimdi torba yasa meclisten geçerse sokağa dökülürüz dediler. Ne yazık ki ertesi güne yine hiçbir şey kalmadı. Zaten Sendikaların ve işçilerin tepki“yasa geçerse sokağa dökülürüz” sini çeken deneme süresinin dört mantığı en baştan yanlış. Açık ki, aya çıkarılması ve uzaktan çalıştabanını harekete geçirerek yasa mayı düzenleyen esneklikle alakalı Geçen yıl, işten çıkarmalar yamadde, son dakikada torbadan saklansın, diyorduk. Bu yıl da bu geçmeden sokaklara dökülürsen çıkarılmış olsa da yine de çalışma talebin ne kadar önemli olduğunu yasayı geri çevirebilirsin. Oysa bizim sendika bürokratlarımız hayatımızı derinden değiştirecek görüyoruz. İşsizlik azalmadı ve koşa koşa meclise gidip müzakebir ok madde yasalaştı. Ertelenen hâlâ işten çıkarılma korkusuyla reler yaptılar. Birçok işçi halen bu maddeler ise AKP seçimlerde yaşıyoruz. Dahası stajyerlik süne ile karşı karşıya olduğundan referandumdaki gibi bir başarı resinin uzatılması, genç ve kadın habersiz. Söylediklerinde samimi elde ederse yasalaşmak için rafta işçilerin sigortasının devlet tara-
olsaydılar gerçekte kendi tabanlarını harekete geçirirlerdi, meclise gidip şu yasayı veya bu yasayı geçirmeyin demezlerdi ve bunun pazarlığını yapmazlardı. Zaten samimi olmadıklarının en büyük kanıtı istifa edip sözüm ona karşı oldukları yasaları geçiren sermaye partilerınden aday olmaları... Dünya çapında artan işsizlik ve yoksulluk Ortadoğu’da devrimlerin olmasını ve diktatörlerin alaşağı edilmesini sağladı. Derinleşen kriz koşuları sadece Türkiye’yi değil, tüm dünyayı sarmış durumda. Yoksullaşan halklar ayaklanmaya başladılar, özelikle isyan dalgası Arap ülkelerini sarmış durumda. Bize yönelen saldırıların arttığı ama aynı zamanda mücadelenin de yükseldiği bu dönemde Türkiye işçi sınıfı olarak 1 Mayıs’ta alanlara! Bize dayatılanları kabul etmediğimizi yüksek sesle haykırmaya!
Sınıf mücadelesinin gündemi: Metal grevi Görkem Duru, 4 Nisan 2011 DİSK’e bağlı Birleşik Metalİş Sendikası 2010-2012 grup toplu iş sözleşmeleri görüşmelerinden olumsuz sonuç alınca taban basıncının da etkisiyle, örgütlü olduğu 28 işyerinin 21’inde grev kararı almıştı. Türk-İş Konfederasyonu’na bağlı Türk Metal’in ve Hakİş Konfederasyonu’na bağlı Çelik-İş’in işbirlikçi tutumları nedeniyle Birleşik Metal’in grev mücadelesinde yalnız kalması ve patron sendikası MESS’in artan baskılarına rağmen Mart ayının sonlarında grev kararı uygulamaya geçti. İlk olarak 22 Mart günü Eskişehir’deki Süsler Doruk’ta başlatılan grev, ilerleyen süreçte diğer işyerlerinde de uygulanmaya başlandı ve birçok işyeri de sırada bekliyor. Grev sürecinin başlamasının hemen ardından ise işyerlerinin önemli bir bölümünde ek
protokol imzalanarak patronla anlaşma sağlandı ve greve çıkan ya da çıkmaya hazırlanan işçiler işbaşı yaptı. Bekaert, Areva ve ÇİMSATAŞ gibi işyerlerinde greve çıkılmadan, Süsler Doruk’ta grevin 12., Standard Depo’da ise grevin altıncı gününde ek protokol imzalanmış durumda. Kroman Çelik’te ise MESS’in grev oylamasına yaptığı itirazın yargı tarafından kabul edilmesi sonucunda grev durduruldu. Şu ana kadar grev sürecindeki gelişmeler bu yönde. Peki, grevlerin başlangıcını izleyen anlaşmalar serisini ne şekilde okumak gerekiyor ve metal sektöründe mücadele nereye doğru evriliyor? Grev kararının alınmasında ücretlerde öngörülen artışın oldukça az olması ve çıkartılan yeni iş yasalarıyla güvencesizliğin dayatılması en ön sırada geliyordu. Buna bir de taban basıncını eklemek gerekiyor ki, metal işçileri
aylardır grev dönemine hazırlanmaktaydılar. Şu ana kadar yapılan ek protokollerle ilgili ise sendika cephesinden henüz doyurucu bir açıklama gelmedi. Yapılan anlaşmalarla, Türk Metal ile MESS arasındaki uzlaşıdan çıkan zam oranının daha üzerinde bir artış elde edildiği bilgisi verilirken, sosyal haklarda da kısmi yükselmelerin olduğu belirtildi. Ayrıca işyerleri grup toplu iş sözleşmesi (TİS) kapsamında olduğu için ek protokollerin uygulanmasına ancak TİS imzalandıktan sonra başlanacak.
sendika bürokrasileri tarafından boğulmaya mahkûm edildiği bir dönemde, tabii ki de kısmi kazanımları savunmak ve bunları işçi sınıfının hanesine eklemek gerekiyor. Aynı zamanda, Birleşik Metal-İş’in TİS döneminde, metal sektöründe örgütlü olan diğer sendikalar tarafından yalnız bırakıldığını da atlamamak lazım. Ancak yine de, tabanın grev kararında diretmesi sonucunda gelişen bu mücadelede, yapılan ve yapılacak olan anlaşmaların tüm işçiler nezdinde onay görmesi ve olabildiğine şeffaf olması gibi noktaları da vurgulamak gerekiTüm bu bilgiler ışığında, grev yor. Türkiye’de sınıf mücadelekararı alınmış ve önümüzdeki dönemde greve çıkması beklenen sinin seyri açısından mücadeleci sendikacılık önemli bir gerekişyerlerinde de benzer nitelikte anlaşmalara varılabileceği görülü- sinim; fakat mücadele etmenin yor. Güvencesiz çalışmanın kural yolu sendikayı işçi sınıfın önüne geçirmekten değil, tam tersine, haline geldiği, işçi sınıfı mevzilerine sürekli bir saldırının gün- kazanımlar yoluyla sınıfa mevziler açarak onu bir adım daha ileri demde olduğu, var olan mücadelelerin önemli bir bölümünün taşımaktan geçiyor.
4 »
POLİTİKA
4
TÜSİAD’ın anayasa raporu üzerine Sedat Durel, 2 Nisan 2011 TÜSİAD 22 Mart günü, belki de bugüne değin bir hükümete önerilmiş en demokrat anayasa kavrayışlarından birini, “Yeni Anayasa-Yuvarlak Masa Toplantıları Dizisi: Yeni Anayasanın Beş Temel Boyutu” adlı bir rapor halinde sundu. 11 toplantı sonucunda 22 akademisyen ve kanaat önderinin hazırladığı metinde, yok yok. Sol liberaller içerisinde şimdiden büyük bir heyecan yaratan rapor, Bonapartizm diye adlandırdığımız baskıcı rejimin lağvedilmesi ve neredeyse en burjuva demokratik anayasanın en burjuva demokratik koşullar altında hazırlanmasını öneriyor.
Rapora yönelik tepkiler ve patronlar kulübü Rapora ilk tepki düzen partilerinden geldi. Kılıçdaroğlu: “Değiştirilemez maddeler değiştirilemez” diyerek rapora tepkisini gösterdi. Geri planda kalmayan MHP, TÜSİAD’ı “Haddini bilsin ve İzmir Marşı’nı okusun” diyerek azarladı. AKP’nin içerisindeki bir kanat bu raporun kendi işlerini kolaylaştıracağını düşünürken, AKP Grup Başkan vekili Suat Kılıcı: “İlk 3 maddenin tartışmaya açılmaması gerektiği görüşündeyiz” diyerek ağırlıklı görüşü özetlemiş oldu. Rapora tek destek BDP’den geldi.
Rapora saldırılar bu raddedeyken, TÜSİAD da geri adım atmadan duramadı. Daha raporun Birinci başlık olan Yeni Anayailanının ertesi günü TÜSİAD sanın Yapım Yöntemi’nde meşru Yüksek İstişare Kurulu Başkanı bir anayasa hazırlayabilmek için, seçim barajını düşürmek, hatta sı- Erkut Yücaoğlu’nun araya girişi ile fıra indirmekten tutun, bir kurucu raporun YK’nın onayından geçmeclis toplamaya kadar, İşçi Cephe- mediği ve TÜSİAD’ın görüşlerini ifade etmediği ilan edildi. “Dernesi dahil pek çok sosyalist çevrenin ğin ne geçmişte ne bugün anayade sıkça dile getirdiği çeşitli yönsanın değiştirilemez maddelerinin temler öneriliyor. değiştirilmesi yönünde bir görüş İki, üç ve dördüncü başlıklarda ve önerisi olmamıştır” şeklinde bir ise, rejimin temel dayanağı olan açıklama dahi yapıldı. değiştirilemez ilk üç maddenin Buna karşılık TÜSİAD YİK dahi değişebilmesi, yasaların bireyi toplantısında bu kez Cem Boyner korumayı ön plana çıkarması, rapora göndermeler yaparak “Türbu doğrultuda eşitlik, temel hak kiye’deki insanların özgürlüğü, ve özgürlükler, parti kapatmalaonuru, hakları ülkenin bölünmerı zorlaştırma, dini ayrımcılığın sinden, devletin kendisinden daha önlenmesi, anadilde eğitim, yeönemli” diyerek şok bir açıklama rel yönetim reformu vb. açıktan yaptı. Boyner’in konuşması her desteklenirken seçilmişlerin geri şeyden önce patronlar kulübünde çağırılabilmesi (görevden geri kimi burjuvaların gidişattan hiç alma) gibi yöntemlere dahi göz memnun olmadığını göstermiş kırpılıyor. oldu. Bugüne değin TÜSİAD’a Beşinci ve son başlıkta ise, burju- sayısız hizmetler yaparak va demokrasisinin temel ilkesi olan TÜSİAD’ın hızla büyümesini sağgüçler ayrılığının katı bir savunusu layan hükümet, mağrur demokrat yapılıyor.
rolünü tek başına oynamaktaydı. 41. Genel Kurulu’nda AKP’den yana memnuniyetlerini ifade eden patronlar, şimdi de iki seçim üst üste zafer kazanmış ve yaklaşan seçimlerde de zaferine garanti gözü ile bakılan bir partiye karşı alternatifsiz kalmak istemiyor. Rapor ne kadar demokrat? Pek de şaşırtıcı olmayan bir şekilde burjuvazinin bir kesimi ciddi burjuva demokratik öğeler taşıyan bir önerme sunmuş oldu. Burjuvaların huyudur; tıpkı Rusya’da olduğu gibi liberal burjuvalar devrimci bir durumun olmadığı anlarda en özgürlükçü çizgileri savunmuş, ancak her keskin anda bizzat Çarı desteklemekten çekinmemişlerdir. Bizim burjuvalarımızın da farklı tavır takınmayacağı açıktır. Hatta o keskin günlere gelmeden dahi mağrur patronlar kulübümüz şimdiden geri adımlarını sıklaştırmaktalar. Şimdi patronların iki yüzlülüklerini bir kenara bırakalım ve raporun gerçekten ne kadar demokrat olduğuna bir bakalım. Raporun üzerinde en güçlü şekilde durduğu nokta güçler ayrılığı ilkesinin benimsenmesi. Bu sayede hem karşılıklı denetim, hem de parlamento üzerindeki basınç azaltılarak bugüne kıyasla yürütmenin güçlendirilmesi hedefleniyor. Ancak bunlar yapılırken demokrasi üzerindeki en büyük basıncı oluşturan kurumlardan MGK’ya ve onun niteliğine dair hiçbir söz söylenmiyor. YÖK ve Genel Kurmay’a ilişkin de tek söz yok. İş güvencesi, yoksulluk sorunu, sosyal devlet gibi hususların da yine esamesi okunmuyor. Kurucu meclis önermesi de, salt AKP üzerinde bir basınç oluşturmak ve artık kesin
bir ihtiyaç haline gelmiş olan yeni anayasaya karşı doğabilecek tepkileri azaltmaya yönelik bir hamle olarak karşımızda duruyor. Kürt sorununa dair onlarca söz söyleyen taslak, yine burjuva demokratik bir hak olan kendi kaderini tayin hakkını içermiyor. Bir bütün olarak bakıldığında ise, bu raporun hayata geçirilmesi için önerilmediği de kabul ediliyor. Tek amaç her hususu tartışmakmış! Bir kez daha patronun demokratlığının sınırlarına dayandık. Patronlar kulübünün hemen hemen tamamı, bu önerilerin hayata geçeceğine inanmıyor. Ancak yapmaya çalıştıkları şey, bu konuları şimdiden tartışmaya açmak ve AKP’nin alternatifini bulmak için yarattıkları dış basıncın yanı sıra AKP içerisindeki çok sesliliğe yönelerek oradan da bir iç basınç yaratmak. Ya demokrasi sorununun çözümü? Tüm bu ikiyüzlü önermelere karşın, demokrasi ihtiyacımız yerli yerinde duruyor. Şık ve Şener tutuklamaları hâlâ gündemimizde. Kürt halkına yapılan baskıların yanında, pek çok grev hukuki olarak sonlandırılabiliyor ve iş güvencesi hakkımız tarihe gömülmek üzere. Patronların bu sorunları çözmek niyetinde olmadığı ortada. Buna karşın, sorunun çözümü de ancak biz işçilerin eliyle mümkün. İşçilerden yana bağımsız adayların da olduğu bir seçim döneminden geçiyoruz. Burjuvaların eksik bıraktığı ve yarım yamalak halinin dahi arkasında duramadığı bu talepleri sahiplenerek bir seçim çalışması yürütmek ve ihtiyaç duyduğumuz partinin inşasını seçim döneminde daha hızlı ilerletmek! İşte üzerimize düşen sorumluluk bu.
POLİTİKA
5
“Ne olur beni de dinle!” Oktay Benol, 4 Nisan 2011
Ergenekon’dan
Erkenkondu’ya... Fuat Karahan, 3 Nisan 2011
Malum cemaatin TV kanallarından biri Samanyolu TV. Kanalın en gözde dizilerinden biri “Kollama”. Dizinin ana teması ise Ergenekon davası. Davanın dizideki ismi “Erkenkondu”. Ülkeyi karıştıran gizli bir örgüt olan Erkenkondu’nun lideri “Baron the bir numara” ve Kaya Minik (Yalçın Küçük). Erkenkondu’ya göz açtırmayan idealist savcı Zeki Yahya (Zekeriya Öz) ve kahraman polisler dizinin diğer kahramanları. Dizi, tarihsel temellerinden arındırılmış konusu ile, Ergenekon davasının politik içeriğinden bağımsızlaştırma işlevi de görüyor. Yakın tarihin neredeyse en önemli siyasi davası, hükümet, HSYK ve emniyet ortaklığıyla, böylesi bir trajikomik diziye dönmek üzere. Özellikle son gözaltı dalgasıyla, davanın seyri değişmeye başlamış ve hükümetin ve yargının taraflı tutumları tepkilere neden olmuş durumda.
karar aslında davanın geldiği noktada Ergenekon’u yargılamanın ötesine geçildiğini gösteriyor. Her ne kadar Fetullah Gülen’in avukatı bu uygulamayı kendilerinin istemediğini söylese de, cemaat bağlantılı polislerin işin içinde olduğu tartışılıyor. Gerekçe ne olursa olsun, bu uygulamanın kabul edilebilir yanı yoktur. Böylesi kararlar, Ergenekon davasını Erkenkondu davasına dönüştürmektedir. Şu ana kadar 100 bine yakın insanın kitabın kopyasını indirmesi de protestoların arttığını göstermektedir. Gelişen tepkilerin ardından özel yetkili savcı Zekeriya Öz, bu görevden alındı. Öz’ün görevden alınması Hükümetin ve HSYK’nın (Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu) gelişmelerden kaygı duyduğunu göstermekte.
Hükümet Kürt sorunundaki baskıcı tutumuyla, muhaliflere dönük antidemokratik uygulamalarıyla, basını sindirmeye dönük çabalarıyla, rejimi demokratikleştirmek bir yana, rejimin koruyucusu haline gelmiştir. Öte Hâlâ gerekçesi açıklanmasa da, Yazar yandan yargıya hükümetin ve çeşitli Ahmet Şık ve gazeteci Nedim Şener’in cemaatlerin müdahalesi, davanın içini keyfi tutuklamaları 3 Mart’tan beri de boşaltma tehdidi barındırıyor. sürüyor. Keyfi diyoruz, çünkü hiçAnayasa tartışmaları sırasında, bir elle tutulur delil yokken, yazarlar gazetemizde değişenin rejim olmacezaevine konulmuş durumdalar. dığını birçok kez söylemiş, rejimin Tutuklamaların yarattığı tepki yetmakyajlandığını ifade etmiş ve “hayır” mezmiş gibi, İstanbul 12. Ağır Ceza demiştik. Yine birçok kez yürütmenin Mahkemesi tartışmalı bir karara daha güçlendirildiğini ifade etmiştik. Tüm imza attı ve Ahmet Şık’ın Fetullah yaşananlar bu söylediklerimizi doğrucemaatini konu alan kitabı İmam’ın lamaktadır. Ordusu’nun kopyalarının toplatılmaBiz emekçiler, emekçi halka karşı sına karar verdi. 12 Eylül dönemini suç işleyenlerin yargılanmasını talep hatırlatan bu anti-demokratik kararın ediyoruz. Ergenekon davası bir an ardından, Radikal gazetesi, İthaki önce sonuçlandırılmalı, gerçek suçluYayınevi ve Şık’ın evi basıldı. Kopyalar tutuklanmalı ve daha da önemlisi lar imha edildi. Kitaba Ergenekon’u her türden anti-demokratik uyguladesteklemek gibi bir suç atfedildi. malara son verilmelidir. Şık ve Şener Deliller nereden gelirse gelsin, bir an önce serbest bırakılmalı ve bu kitabın kopyalarının imha edilmesi keyfi uygulama sonlandırılmalıdır. kararının kabul edilebilir bir yanı Aksi halde Ergenekon davası, maalesef olmadığı açık. Daha yayınlanmamış “Erkenkondu”ya dönme riski ile karşı bir kitabın kopyalarının imha edilkarşıya kalabilir. mesinin amacı ne olabilir? Böylesi bir
“Ne olur beni de dinle! 60 yıl babam ırgatlık yapıp borçlu öldü. 50 yıldır ben de ekmek bulamıyorum. Para kazanamıyorum. Beni dinleyen olsa da bir iş bulup çalışsam!”
İyi de o zaman AKP, nasıl oluyor da sürekli seçim kazanıyor? AKP’yi hükümet yapan, belediye yönetimlerinin başına geçiren de yine bu halkın büyükçe bir kesimi değil mi?
Milliyet gazetesi internet sitesinde yer alan “Türkiye’de dinlenmeyen kimse yok!” başlıklı habere (1 Nisan) bir okurun yorumu bu sözler.
Soru haklı ama cevap için kolaya kaçmayalım. Sen eşek olursan semer vuran çok olur çözümlerinden uzak duralım. Neden? Çünkü...
Koyun can derdinde, kasap et derdinde bu olsa gerek.
Halk arasında “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” diye Sahi bu memlekette gücü-ik- bir söz vardır. Seçimi iyi ile tidarı elinde bulunduranların kötü, güzel ile çirkin, doğru yaralı parmağa işediğini gören ile yanlış arasında yapıyorsan seçmek zor olmaz. İşin kolayvar mı? dır. Lakin karşına iki kötü, iki Lafa geldi mi tekmili birden çirkin, iki yanlış çıkarılmışsa kendimiz için bir şey istiyorsak o vakit seçmek kolay olmaz, namerdiz pozunda. Merak et- zor olur. Bu durumda kendine meyin, öyle olduğunuza zaten göre kötünün iyisini, çirkinin şüphe yok! güzelini, yanlışın daha az beter olanını seçmeye çalışırsın. İşte Aslına bakarsanız insanın gücüne giden aç bi aç kalmak- AKP halkın büyükçe bir kesimi için budur! tan ziyade böyle salak yerine konulmak. Dolayısıyla AKP’nin sekiz yılNasıl mı? Yine Milliyet’ten (4 Nisan) bir haber spotu: Mart ayı itibarıyla yıllık enflasyon TÜFE’de 41 yıl sonra ilk kez yüzde 4’ün altına geriledi ve yüzde 3,99 seviyesinde gerçekleşti. Yani? Alım gücü bir yıl içinde maaşlara yapılan zamları(!) da düşünürsek neredeyse arttı!
lık saltanatından öyle derin tarihsel-sosyolojik anlamlar çıkarmanın, Erdoğan’dan yüzyılın lideri icat etmeye kalkmanın da âlemi yok. Malzeme ortada! Evet, halkın büyükçe bir kesimi AKP’ye oy vermektedir, çünkü denize düşen yılana sarılır!
Evet, halkın büyükçe bir kesimi AKP’ye oy vermektedir, çünkü hiçkimse ayakkabısının Kim inanır? altı delik de olsa daha sağlamını Haberin hemen altında yabulmadan çürük olanı atmaz. pılan onlarca okuyucu yoruDelik ayakkabı çıplak ayaktan muna bakınca -ki hemen hepsi daha iyidir. Halk böyle bakar, aynı minvalde- hiç kimse! Biri idealist değil gerçekçidir. aynen şöyle demiş: Gerçi, “bu halk her şeye “Kandıran Kandırana. İşte müstahak; her halk hak ettiği buna vatandaşla kafayı bulma şekilde yönetilir” diyenlerin de denir. Emekliler, işçiler, meaz olmadığı bir hakikat. Kuşmurlar vs. geniş halk kesimleri kusuz böyle düşünenlere, ne bu acem rakamlarına güler ekersen onu biçersin demekten geçerler. Yapmayın, doğru öte de söylenecek söz çok. Ladürüst verilerle bu enflasyonu kin yerimiz sınırlı. Sözümüzü hesaplayın. Öyle hale geldik şöyle bağlayalım: Yeni bir genel ki, sanki her gün 1 Nisan. seçime yaklaşık iki ay bir zaKandıran kandırana...” man kaldı. Şu günlerde sorunu Görüldüğü üzere bu mada, çözümü de karşındakine sallara inanan yok. Evet yok, yüklemesen, önce kendinden ama... başlasan...
6 » 6
POLİTİKA
POLİTİKA
Kapitalizmin kâr hırsı insanlığı yok ediyor! Kemal Boran, 4 Nisan 2011 Sanayi devrimi gerçekleştikten sonra üretimin fabrikalara kayması, bu fabrikalarda kullanılan ve buhar gücüyle çalışan motorlar sanayi devriminin başlangıcıydı. Zamanla makineler gelişti, fabrikalar çoğaldı. Kapitalizmin kâr hırsı giderek arttı ve buna paralel olarak enerji ihtiyacı da arttı. Aslında doğada yenilenebilir enerji kaynakları bol miktarda var. Bunlar rüzgâr, güneş, jeotermal, ve biyoenerji gibi enerji çeşitleridir ve doğaya da uyumlu ve çevre dostu enerji sağlarlar. Son dönemde Türkiye, atom santrallerini tartışırken tam da bugünlerde Japonya’daki deprem ve tsunami gündeme atom santrallerini getirdi. Japonya gibi bir ülkede bile bu kadar tehlike saçan santraller, ülkeyi yönetenlere ders olacağı yerde Mersin-Akkuyu’da yapılacak nükleer santralin yapımı için çalışmaları hızlandırma kararı aldılar. Japonya’nın Fukuşima bölgesindeki Daiiçhi Nükleer Santrali’ndeki reaktörlerden çevreye halkın sağlığını tehlikeye sokacak boyutlarda radyasyon yayılmaya başladı. Santralın altı reaktöründen dördü geri dönülmez şekilde sızıntı veriyor, diğer iki reaktöründe akıbeti aynı olacak gibi görünüyor. Soğutma çalışmaları her iki reaktörde de devam ediyor. Suya karışan radyoaktif iyot, normalden tam üç bin beş yüz kat fazla! Bu iyot suya, havaya ve gıdalara karışmış durumda. Japonya ne yazık ki bir felaketin eşiğinde! Doğaya uyumlu olmayan, do-
ğada barınamaz Doğa, insanlıktan intikam alıyor. Çünkü doğaya uyumlu olmayan, doğada barınamaz. Nükleer santraller doğaya uygun değil. Japonya’da bunlar yaşanırken santralin işletmecisi Tepko’nun Japon halkına doğruları söylemediği de anlaşılmış durumda. Tepko, gerçekleri saklayarak tehlikenin halktan gizlenmesi yolunu tercih etti. Ama son durum gerçek tehlikeyi göz önüne serdi. Tehlike büyüktü. Radyoaktif sızıntı suya ve havaya karışmış durumda...
gelmesini engeller diyerek ne kadar zeki olduğunu da kanıtlamış oldu. Gerçi radyasyon bulutları Avrupa’nın kapısına dayandı ama Çevre Bakanı belki de bulutların önüne set çekecek, bu kadar emin konuştuğuna göre bir bildiği vardır...
Sinop’ta santral yapılması düşünülüyor. Dünya var olan santralleri kapatmaya çalışırken AKP iktidarı çevreyi düşünmeden tehlikeli oyunlar peşinde. Bunun altında nükleer bomba elde etme sevdası yatıyor. Bunu halka açıkça söyleyemiyorlar.
Şimdi Japonya Fukuşima Santrali’ni kapatmaya çalışıyor ama bu o kadar kolay değil. Bu Radyasyonun sağlık üzerindeki santraller tam bir baş belası. Santetkilerini anlatan İstanbul Bilim Üniversitesi’nden Radyasyon On- rallerin kapatılması için kamikaze koloğu Doç. Dr. Şefik İğdem, rad- denilen insanlar kendilerini feda ediyorlar. Gazeteler methiyeler yoaktif maddelerin vücuttaki en düzerek onların kahramanlığını temel hedefinin DNA olduğunu anlatıyor ama asıl sorumlular evBir tanıdık görüntü de gazetelere belirtti. Doç. İğdem, radyasyonun lerinde rahat döşeklerinde yatıyansıdı. Tokyo valisi Shintora Isihi- insan vücudundaki seyri, kısa ve yor. Olan yine emekçilere oluyor. ara musluktan su içip, “Bakın hiç- uzun vadedeki sonuçları hakkında Kapitalistler ve onların uşakları bir tehlike yok” diyerek poz verdi. şunları söyledi: kasalarını dolduruyor. İnsanların “Tanıdık” dedik, çünkü 1986’daki “Radyasyon, DNA üzerinde taölmesi, gelecek nesillerin sakatlanÇernobil nükleer kazasında biz miri zor kırıklar meydana getirerek ması pahasına dünyayı kirletmeye de böyle görüntülere tanık olDNA’nın replikasyonunu yani çift devam ediyorlar. Bu oyunlara karşı muştuk. Dönemin bakanlarından sarmallı DNA’nın kendini kopya- koymamız gerek. Kimsenin dünCahit Aral radyasyonsuz olduğunu laması işlemini engelliyor. Böylece yamızı ve hayatımızı kirletmeye ispatlamak için çay içmişti. Ama hücre bölünemiyor veya bölünhakkı yok! ne acıdır ki, Karadeniz’de kanmeye çalıştığı zaman ölüme doğru Enerji ihtiyacımız yenilenebilir ser vakalarında o dönemlerden yönlendiriliyor. Bu konudaki bir sonra patlama olmuş, çok sayıda başka senaryo ise hücrede meydana kaynaklarla sağlanabilir. Nükleer insan kanser dolayısıyla hayatını gelen DNA kırığının, bir hata ola- tehlikeyi gelecek nesillerin korkulu kaybetmişti. Tarih bu tür olayları rak bir sonraki nesle aktarılmasıdır. rüyası haline getirmeye kimsenin hakkı yok. Çernobil uzak tarih güncesine yazıyor ve insanlık bunu Bu aktarılma sonucunda mutant, değil, 1986 yılında meydana gelen unutmuyor. yani bozulmuş ve hasarlı hücreler bir şekilde diğer hücrelerin kontro- nükleer santral kazası insanların Bütün dünyanın ayağa kalktığı lünden kurtularak yeni bir kanseri- genleri üzerinde de etkili oluyor. Fukuşima Nükleer Santrali’nden Çernobil kazasından sonra bölgede zasyona yol açar.” yayılan radyasyon için Çevre ve sakat ve genetik bozukluklar iki Orman Bakanı Veysel Eroğlu’ndan Dünya ölüm saçmaya hazır kat arttı. ilginç bir yanıt geldi. Çevre ve santrallerle dolu Almanya nükleer santrallerini Orman Bakanı Veysel Eroğlu, Dünyada halen 30 ülkede faal geçici olarak kapattı ama AKP hala Japonya’nın Fukuşima Nükleer durumda 438 nükleer santral var. ısrarlı. İzin vermeyeceğiz! Santrali’ndeki sızıntının Türkiye’ye Yani her yanımız ölüm saçmaya ulaşma ihtimaline karşı iyimÇocuklarımızın geleceği ile oynahazır reaktörlerle dolu. Bu yetser konuşarak dağlar ve akımlar mezmiş gibi Mersin-Akkuyu’ya bir yamazlar! Temiz enerji mümkün! radyasyon bulutlarının Türkiye’ye nükleer santral yapılacak, bir de Nükleer santrallere hayır! Gelecek nesiller de tehlike altında
KADIN SAYFASI
7
AKP’nin “namus” meselesi: Kadın erkek eşitliği Dicle Nadin, 2 Nisan 2011 Referandumda oylanacak kadın erkek eşitliği maddesini, Başbakan daha iyi ‘anlaşılması’ için şöyle izah etmişti: “Kadın kadındır, erkek erkektir. Bunların eşit olması mümkün mü? Bunlar birbirinin tamamlayıcısıdır.” Eşitliğe oy isterken bu sözleri sarfetmek yaman bir çelişki gibi gözükse de, bu aslında erkek egemen malumun ilanıydı. Bu konuşmanın kendisi de bir milat değildi elbette. Referandum bitti, seçimler yaklaşıyor şimdi. Biz kadınların hafızaları daha güçlü olmalı, iktidarlara ve onların uygulamalarına karşı. Çünkü seçimlerin yaklaşması, referandum dönemleri, ekonominin büyümesi, savaşa ilişkin konuşmalarda dökülen sahte gözyaşları hep kadınları anmayı gerektiriyor. Kadın lafının geçmesi duyarlılığın kendisi oluyor adeta, o kadar yokuz ki adımız yetiyor. Görüntüsü, varlığı ise, haklarımızın teminatı addediliyor. Geçtiğimiz günlerde de, bu kez
Emine Erdoğan karşımıza çıkıp, “kadın- erkek eşitliği bizim için ölüm kalım meselesidir” diyor. Şaka yapmıyor, AKP’nin yedi yıllık iktidarında kadınlara getirdiklerini sıralıyor. İlk olarak, töre cinayetlerine ağır ceza getirdiklerini, bunun kadını korumaya yönelik önemli bir adım olduğunu söylüyor. Gerçekten de söz konusu yasayla töre cinayetleri önemli ölçüde azalmıştır. Yani hükümet istediğinde, yasal yollarla da bu sorunu çözebilmektedir. Ne var ki bu cezalar namus cinayetlerinde uygulanmıyor; hatta katillere büyük ölçüde cezai indirimler sağlanmaktadır. Mesele kadın yaşamıysa, yasaların tüm durumlarda uygulanması gerekirken; hükümet kadın katillerini “haklı-haksız” diye cinayet nedenine bakarak ayırmış oluyor. Ayrıca Adalet Bakanlığı yedi yılda kadın cinayetlerinin yüzde 1400 arttığını açıklarken, Aile Bakanlığı şiddetle mücadele için din
görevlilerinin eğitilmesi projesini geliştiriyor. Yasal erki elinde tutan hükümet sadece törede değil, tüm cinayet türlerinde var olan yasaları uygulamalı ve kendisine başvuran kadınları hemen korumaya almalı ki, ölümle yaşam arasında kalan kadın, gerçekten var olabilsin. İkinci olarak, Erdoğan, kadın istihdamındaki gelişmelere değiniyor. Evde üretimi vergiden muaf tutmalarından ve parasal teşvikler ile kadınlara ‘iş kadını olma’ gibi fırsatlar sağladıklarından bahsediyor. Oysa ev eksenli çalışma ve onu vergiden muaf tutmak, kadınların değil, işverenlerin lehinedir. Çünkü daha fazla iş, evlerde güvencesiz, sigortasız ve ucuza yapılmaktadır. Parasal teşvik ise, borç vererek sömürmenin başka bir adı değil midir? Konuşmanın devamında ise, kadın temsili konusunda Türkiye’de il genel meclislerinde kadın sayısının ve temsilinin arttığından bahsediyor. Oysa 81 ilin 39 il
genel meclisinde hiç kadın yoktur. Diğer illerde ise 60 erkeğe karşın bir ya da iki kadın bulunmaktadır. Yani siyasette kadın temsilinin, bir görüntüden ibaret olduğunu söylemek dahi zor. Hükümetin eşitlik masalları, kadınları artık uyutmaya yetmiyor. İşsizlik, hayat pahalılığı, şiddet ve evde harcanan emek hayatlarımızı yaşanmaz kılıyor. Ve bir iktidar, bu koşullarda karşımıza geçip bize bahşettiklerini sıralıyor ki, lehimize olan en az bir hikâyesi olsun... Biz kadınlar, emekçilerin de emekçisiyiz. Eşit olmak, var olabilmek, emeğimiz üzerindeki sömürüye dur diyebilmek... Haklarımız bize iktidarlar tarafından verilmeyecektir. Bu yüzden biz, 1 Mayıs işçi sınıfının birlik ve dayanışma gününde kendi sözümüzü söylemek ve hatta değiştirmeye talip olduğumuzu haykırmak için alanlarda olmalıyız.
Kadın kotası ve kadınların meclisteki temsili Canan Yılmaz, Nisan 2011 Birleşmiş Milletler verilerine göre dünya parlamentolarının yalnızca yüzde 15’i kadınlardan oluşuyor. Parlamentolararası Birlik’in raporuna göre Türkiye, mecliste kadın temsilinde 107., hükümette kadın temsilindeyse 74. sırada. TBMM’de 549 meclis üyesinden yalnızca 50’si kadın. Kadınların siyasetten, iş yaşamından kısaca birçok kamusal alandan dışlanmış olduğu aşikar. “Kadın-erkek eşit değildir, birbirinin tamamlayıcısıdır” türünden anlayışlar adeta erkeğe tüm kamusal alanları, kadına ise evin yolunu gösteriyor. Birkaç haftadır, her seçim döneminde olduğu gibi büyük siyasi partiler, kadın adaylar üzerinde konuşmaya başladılar. Adeta vitrin olsun diye bazı tanınmış kadınların veya kadın kurumlarının desteğini almaya çalışıyorlar. Hatta AKP ve CHP, biraz daha ileri giderek, daha çok kadının meclise girmesi için aday adaylığı başvuru ücretlerini indirdiler. AKP’de aday adayı olabilmek için erkekler 3000, kadınlar 1500 lira
ödedi. CHP ise erkeklerden 3000, kadınlardan ve gençlerden 2000 lira aldı. Kadınların siyasete katılmasını teşvik etmek için bu rakamlar pek makul gözükmese de; kadınların evden siyasete geçişinde bir takım pozitif uygulamalara ihtiyaç olduğunu fark etmeleri de şaşırtıcı. Kadınların mecliste olması neden önemlidir? Bu soruya cevap olarak akla ilk şu fikir gelir: Toplumda kadınlarla erkeklerin sayısı hemen hemen denktir, sırf bu bile kadınların parlamentoda eşit temsilini gerektirir. Bu bakış açısı oldukça eksiktir. Zira gerçek demokrasilerde bir grubun sayısal değerine veyahut azınlık- çoğunluk olmasına bakılmaksızın herkesin; kendileri hakkında alınan karar mekanizmalarına katılması gerekir. Bugünlerde AKP ve CHP kadın kollarından çokça duyduğumuz ikinci bir cevap ise; kadınların barışçıl, sorumluluk sahibi ve çözüme yatkın bireyler olduğu, bu sebeple meclise girmelerinin ülkenin atmosferini değiştireceği yönündedir. Bu yanıtsa, kadının payına bir kez daha sakin-
leştirici, şefkatli, sevgi dolu olmayı düşürür. Mevcut kadınlık rollerinin bir kez daha pekiştirilmesi anlamına gelen bu anlayış eşitliği değil, eşitsizliği pekiştirmeye devam eder. Biz, kadınların ne sayıca çoklukları için ne de egemen anlayışın kurguladığı kimlikleri yeniden üretmesinin bir aracı olması için meclise girmesini savunmuyoruz. Bizce, kadın tam da bu kadınlık rolleriyle ezilen bir cins olduğu için ve ezilmesinin yasal bütün dayanaklarını kırmak için orada olmalıdır. Kadın kotası neden gereklidir? Ezilen toplumsal gruplara kota uygulanması fikri yalnızca kadınlar için çıkmadı. Örneğin Güney Afrika’daki ırkçı rejimin tüm pratiklerinin son bulması için, şirketlerin yönetim kadrolarında ve yönetim kurullarında en az yüzde 50 siyah kotası uygulanmıştı. Şimdilerde kadınların meclisin yarısını doldurduğu Norveç, Rwanda gibi ülkelerde de bu değişim kendiliğinden olmadı. Kadın kotası uygulaması, kadınların sendika, parti ve diğer tüm siyasi- kamusal alanlarda var olabilmesini teşvik edecek
gerekli bir uygulama olarak karşımızda duruyor. Salt kadın kotası yeterli mi? Salt kadın kotası talebi, mecliste şu kadar sayıda kadın görmek istemiyle yola çıkan bütün çabalar; yalnız başına soyut ve içeriksiz. Özellikle kadın başbakan da görmüş bir ülke olarak; ve yalnızca kadın olmanın, kadın sorunları üzerine politika yapılacağı garantisini vermediğini herhalde hepimiz görmüş bulunuyoruz. Bunu görmüyorsak da hali hazırda meclisteki 50 kadın milletvekili; kadın cinayetlerini durdurmak, kadına yönelik şiddeti önlemek adına bugüne kadar ne yaptıklarını soralım. Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Aliye Kavaf, her gün kocaları tarafından öldürülen 5 kadın cinayetini hala münferit olaylar olarak ilan edebiliyor. Bu sebeple, kadınların meclisi doldurmasının yanında en önemli talebimiz, erkek egemen sisteme karşı durmak onun tüm pratiklerini değiştirmek amacıyla hazırlanan bir program dâhilinde meclise girmek.
8
ARKA PLAN
Sedat Durel, 6 Nisan 2011 İşçi Cephesi’nin Mart sayısında, içerisinden geçmekte olduğumuz dönemin ne denli kritik olduğunu seçim vesilesi ile bir kez daha gündeme getirmiştik. Bir yandan burjuvazinin iş güvencesine yönelik saldırıları derinleşiyor ve iş güvencesinin adı tarihe gömülüyor; diğer yandan “açılım” süreci ile beraber Kürt halkının önderliği tasfiye edilmeye çalışılıp seferberlikleri boğulmaya çalışılıyor. Bu iki süreci bir arada yürütebilmek için de devletin burjuvalar lehine yeniden yapılandırılışı süratle ilerliyor. Tüm bunlar olup biterken, Arap halkları baskıcı rejimlerine karşı seferber oluyor ve AKP hükümeti yine bu seferberliklerin ezilmesinde önemli bir rol oynuyor.
Seçimlerde düzen
Emek, Demokrasi v
rasi ve Özgürlük Bloku seçimlerde ortak adayları desteklemek üzere bir araya geldi ve kendisini 6 Nisan günü basın açıklaması ile ilan etti.
nin olduğunu biliyoruz. Öncelikle bu Blok, maalesef ki, seçimlere dair yapılmış programatik tartışmalar ve onun sonucunda oluşmuş bir kümelenme ile oluşmadı. Yani Blok, seçimlerde savunulacak Barış ve Demokrasi Partisi, olan şeylerin tartışılıp netleşmeEmek Partisi, Eşitlik ve Demoksi ve bunun üzerinden bir birlik rasi Partisi, Sosyalist Demokrasi oluşturulması ile vücut bulmadı. Partisi, İşçilerin Sosyalist Partisi, Hatta ittifakları şekillendiren, bir Sosyalist Gelecek Parti Hareketi, Sosyalist Birlik Hareketi, Toplum- seçim programı üzerindeki anlaşma değil, bizzat adaylar üzerindeki sal Özgürlük Platformu, Sosyaanlaşmalar Burjuvazi bu süreçte, yine işçi ve list Dayanışma Platformu, İşçi oldu. Durum emekçilerin faydasını gözetmeyen Cephesi, Demokrasi ve Özgürlük böyle olunHareketi, Devrimci İşçi Partisi, yeni tartışmalar açıyor. Öte yanca Blok’un İşçi Kardeşliği Partisi, Devrimci dan da kritik metal sektöründe kendisini pek çok iş yerinde grev, patronlara Sosyalist İşçi Partisi, Türkiye Gerçeği ve Emekçi Hareket Partisi’nin ilan ettiği ve onlarca başka zorluğa rağmen bileşenleri olduğu Emek, Demok- metinde dahi sürüyor. rasi ve Özgürlük Bloku, Haziran her ne kadar Düzen partilerinin hattında da 2011 seçimlerinde düzen partileri- her çevrenin bir yenilik yok! Onlar birbirleri ile nin karşısında bir alternatif olmak, uzlaşabileceği dalaşırken, sözüm ona demokratlık emek düşmanı yasaları lağvetmek, Kürt sorunu, yarışı yapılıyor; motosiklet sevdademokratikyüzde onluk seçim barajı engelini lılarının sesini meclise taşıyacağını delerek meclise vekiller göndermek leşme sorusöyleyen aday adaylarından, Ermeve Kürt halkının taleplerini dillen- nu, emeğe ni, Kürt, Alevi ve kadın adaylara saldırılar vs. direrek bir çözüm bulmak amacı kadar göstermelik adımlarla şov doğrudan yer ile bir araya gelmiş bulunuyor. yapılıyor. Dahası AKP, CHP ve alsa da, bu İşçi Cephesi gazetesi olarak biz MHP gibi partiler, işçilerin tüm sorunların de, içinden geçmekte olduğumuz hoşnutsuzluklarına rağmen hâl+a nasıl çözübu süreçte mümkün olan en geniş, işçi sınıfı içerisinde ciddi bir bilinç leceği işaret sınıf perspektifli çalışmayı birlik yanılsamasına yol açabiliyorlar. edilmemiştir. içerisinde yürütebilmek gerekİşte bu sorun, AKP, kararlı adımlarla bir sonraliliğine inanmıştık, inanıyoruz. içerisinde ki parlamentoda da ağırlığını koBizim de bir bileşeni olduğumuz bulunduğuruma hesapları yaparken, gözünü Emek, Demokrasi ve Özgürlük muz Blok’un işçi sınıfı ve Kürt halkının geriye Bloku tam da bu noktada birlik yumuşak kalmış haklarına dikiyor. ihtiyacımızı karşılayabilmemiz için karnını işaret oldukça önemli bir fırsat sunuyor. etmektedir. Emek, Demokrasi ve Burjuvazinin sonlanmamış saldırı Öte yandan Özgürlük Bloku’nun dalgasına karşı bazı mevziler edinmek ve işçi sınıfının içerisine daha bu bloğun Önemi yekpare fazla nüfuz edebilmek için, Blok İşte tam bu koşullar altında, ile beraber sürdürdüğümüz çalışma olmadığı da başka bir bilinen seçimlerden bir hayli zaman önce, gerçektir. Bir seçim birliği olarak bizlere parti inşamız açısından da işçi sınıfının ve Kürt halkının tanımladığımız bu blok, oldukça kritik bir dönem içerisine girdiğidüzen partilerinin dışında bir geniş bir yelpazeyi kapsamakta. mizi gösteriyor. alternatifi olduğunu gösterebilmek Bunun dışında biz sosyalistler ve için çeşitli sosyalist çevreler ve Önümüzdeki zorluklar emek güçleri, programın netleşmeBDP arasında sabırla birlik çalışsi ve adayların belirlenmesi süreEmek, Demokrasi ve Özgürlük maları yürütüldü. Nihayetinde son cinde de maalesef yeterince aktif Bloku’nun tüm stratejik önemine derecede yakıcı bir ihtiyaca cevap olabilmiş değiliz. Son seçimleri vermek amacı ile Emek, Demok- rağmen hâlen pek çok ciddi eksiği- anımsayacak olursak, Kürt oylarını
saymadığımız durumda tüm sosyalistlerin oyu, en iyimser tahminlere göre yüzde 1’i dahi bulamıyor. İşte bu gerçek, Blok’un programatik hedeflerine ve adaylarına da yansıyan bir hal alıyor. Kıymetli pek çok ortak adayın dışında pek çok sosyalist partinin önderleri ve direnişçi işçiler, maalesef ki bu güçsüzlükten ötürü listeler içerisindeki yerlerini alamamış durumdalar. Bu güçsüzlüğün sonucu olarak, ortak
adayların belirlenişi büyük ölçüde BDP’nin inisiyatifine kalmış durumda. Yürütülecek seçim çalışmasının da bu doğrultuda, aynı tablonun bir yansıması olacağını söyleyebiliriz. Ancak tüm bu zorluklara rağmen platformun içerisinde bulunmak iş güvencesi, emperyalizmden kopuş, demokratik dönüşümler
n partilerine karşı
ARKA PLAN
ve Özgürlük Bloku ve kaderini tayin hakkı başlığı ile özetleyebileceğimiz dört temel ilke etrafında bir seçim çalışması yürütebilmenin önünü açması adına oldukça önemli.. Hatta saydığımız tüm bu zorluklar, sınıfın birliğine acil ihtiyaç duyduğumuz şu dönemde bizim için tam da çözülmesine katkı sunmamız gereken ve de Blok’un içerisinde var olmamızı gerektiren sebepler haline geliyor.
Politik bunalımın sebebi Yukarıda özetlemeye çabaladığımız tüm zorlukların temelinde, mücadele halindeki işçi sınıfı içerisinde örgütlü olan ve kitlelere yön verme yetisine sahip olan bir partinin eksikliği yatmaktadır. Böylesi bir devrimci işçi partisinin varlığı Blok’un programatik ve
pratik ayağının örülmesine netlik getirip, en gerçekçi anlamda iş güvencesi, emperyalizmden kopuş, demokratik dönüşümler ve kaderini tayin hakkı sorunlarına yönelik net adımların atılmasını sağlayabilirdi.
Ancak elimizde bugün bu denli güçlü bir parti yok ve bu partinin eksikliği referandumda olduğu gibi, seçimlerde de sınıf siyaseti adına oluşan politik bunalıma damgasını vuran temel eksiklik oluyor. Bu durumda düzen partilerine karşı bir Blok oluşturmak daha da anlamlı bir hale gelirken, bloktaki eksiklikler de, adına yakışır ve kitlesel bir partiye duyulan ihtiyacı iyice gözler önüne seriyor. Bu yüzden İşçi Cephesi’nin ve tüm diğer devrimci güçlerin üzerindeki sorumluluk kat be kat artıyor. Dahası, işçi sınıfı böylesi bir siyasi güce sahip olmadığı gibi, sendikalarımız da, başlarında bulunan bürokrasiden ötürü hiç de emekten yana bir çizgi izlemiyorlar. Eski DİSK Başkanı Süleyman Çelebi, CHP’den aday olduğunu ilan etti ve DİSK bürokrasisinin topyekün desteğini aldı bile. Böylece DİSK işçi düşmanı yasaları sahiplenen CHP’nin işçi sınıfının bilincinde daha güçlü bir
gerileme yaratılması için elinden geleni yapıyor. Hatta bu sebeple DİSK, 1 Mayıs’ı da şimdiden işçiden yana adayların desteklenmesi için önemli bir gün haline gelmesini engelleyerek, bir düzen partisi olan CHP’nin günü haline getirmeye çabalıyor. Bu durumun havasını koklayan Hak-iş bürokratları ise, AKP’nin kanını yerde bırakmayarak 1 Mayıs’a katılmayacağını açıkladı bile! Türk-iş ise, süreci sürüncemede bırakıp seçim öncesi tabanının politize olmasını engellemek adına 1 Mayıs’a dair bir görüş ifade etmeye dahi tenezzül etmiyor. İşte ihtiyaç duyduğumuz partinin eksikliğinin can alıcılığını gözler önüne seren bir örnek daha!
Seçim çalışmasının önemi ve parti inşası için ileri! Parti, sınıf mücadelesinin araçlarından biridir. Hem de yeri doldurulamayacak kadar önemli bir araçtır. Seçim dönemleri ise, işçi sınıfının yoğunluklu olarak politikayı tartıştığı, var olan hükümetin kritiğini yaptığı ve dertlerine çözümler aradığı bir dönemdir. Bugün güçlü bir partimiz yok. İşçi sınıfı ise, artan yoksulluk ve tarihe gömülmek üzere olan iş güvencesi hakkının karşısında hoşnutsuz, ancak çözümü hâlâ düzen partilerinin içerisinde aramakta. Tam da bu noktada, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun ortak adayları, çevremizdeki işçi ve emekçilere sunabileceğimiz makul ve gerçekçi bir alternatif olarak önümüzde duruyor. Bizler de, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun adaylarını destekleyip çevremizdeki işçilere düzen partilerinin dışında bir alternatifimizin olduğunu göstereceğiz. Ancak bunu yaparken de, halen var olan eksikliklerimizi de işaret ederek, bu eksikliğimizi çözmenin yolunun adına yakışır
9
bir partiyi inşa etmekten geçtiğini söyleyeceğiz. Ve seçim çalışması ile çevremizdeki işçileri ve gençleri sadece bir oya değil, kalıcı bir çözüm ve güç olabilmek için devrimci bir işçi partisinin inşasına da davet edeceğiz. İmkanlarımız son derecede kısıtlı ve engeller sayılamayacak kadar çok. Ancak burjuvazinin saldırısı öylesine her yere işlemiş ve AKP ve diğer düzen partileri bizler için daha iyi bir hayat vaat edemeyeceğini öyle güzel ispatlamış durumda ki, gerekli çalışmayı yapabilmek için de olağanca malzememiz var. İşçi Cephesi olarak, seçim çalışmamızla gücümüzün yettiği her yerde Emek, Barış ve Demokrasi adaylarını, yine iş güvencesi, emperyalizmden kopuş, demokratik dönüşümler ve kaderini tayin hakkını savunabilmek ve yüzde onluk seçim barajını anlamsızlaştırmak için destekleyeceğiz. Ve bunu yaparken de herkes için iş ve onurlu yaşam koşulları, baskı rejiminin sonlanması, Kürt halkına kaderini tayin hakkının tanınması, cinsiyetçi uygulamaların sonlanması, doğanın tahribinin durdurulması ve emperyalizmle iş birliğinin sonlandırılmasını savunan bir işçi partisinin ve bir enternasyonalin inşasının zorunluluğun bu fırsatla daha güçlü bir şekilde dile getireceğiz. Bu çaba içerisinde olan tek çevrenin de biz olmadığımızı biliyoruz. İşçi Cephesi bunca zamandır birlikten ve partiye duyulan ihtiyaçtan bahsediyor. Biz bu partiyi tek başımıza kurmayacağımızın inancını taşıyoruz. Bu bağlamda seçim sürecinde ortak kampanya sürdürdüğümüz diğer sosyalist çevrelerle daha sıkı bağların yakalanması yine bize sunulmuş bir başka olanak olarak önümüzde duruyor. Tek yapmamız gereken, güçlü bir işçi partisine duyduğumuz ihtiyacın samimiyetiyle, sekter olmamak ve asgari düzeydeki programatik anlaşmalara açık olmak. Burjuvazinin krizden kârla ayrıldığı ve işleri yoluna koyma hesapları yaptığı bu dönemde sorumluluğumuz büyük: Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun içerisinde, ortak adayları desteklemek ve asgari devrimci programımızı yayarak parti inşasını bir üst aşamaya sıçratmak!
10 » 10
ULUSAL SORUN ULUSAL SORUN ULUSAL SORUN
Bask çözümsüzlüğü Yusuf Barman, 5 Nisan 2011 Kürt yurtsever çevrelerinde Bask (ya da Katalonya) “çözümü” diye adlandırılan özerklik modelinin Türkiye’deki ulusal sorunun hallinde iyi bir çare olacağı yolundaki inancın yaygınlık kazandığı bir dönemde, İspanya’da Sortu (Doğuş) adlı partinin başına gelenler, bu kanaatin gerçekçiliğini tekrardan gözden geçirmek için iyi bir örnek. Özellikle de Kürt hareketinin 12 Haziran seçimlerinde yüzde 10 barajını aşıp Meclis’e girmenin ve grup oluşturmanın yollarını aradığı bir dönemde, İspanya’daki 22 Mayıs yerel seçimlerine ilişkin Sortu deneyiminin farkında olmakta yarar var. İspanya devletinde Bask bölgesi (Euskadi), belirli bir özerklik (otonomi) ilişkisi içinde yönetilmekte. “Belirli” sözcüğünü kullanmamın nedeni, bu özerkliğin sınırlarının Anayasa’da çizilmiş olan çerçevede özerk yönetim ile merkezi hükümetinin arasındaki pazarlıklarla belirleniyor olması. Bask özerk yönetiminin yetkileri, tüm özerk bölgeler içinde en ileri ve en geniş olanları. Bölgede vergileri bile özerk yönetim topluyor ve kendi istediği gibi harcıyor. Ama bu yetkilerin sınırı, Anayasa uyarınca tek bir noktaya gelip dayanıyor: Kendi kaderlerini tayin hakkı. Basklıların, ne de bir başka özerk bölgenin böyle bir hakkı yok. Yani İspanya devletinden bağımsızlaşmaya karar verme yetkileri bulunmuyor. Türkiye’den bakınca şöyle düşünülebilir: Böyle bir hakları olmamasına rağmen, kendi dillerini kullanabilmeleri, kendi ulusal kimliklerini ifade edebilmeleri, ulusal kültürlerini geliştirme hakkına sahip olmaları başlı başına bir kazanım; bağımsızlık hakkı daha sonra da gelebilir. Yalın, düz bir muhakemeyle bu iddia mantıklı görünebilir, ama yaşamın gerçekliği öyle değil. İspanyol emperyalizmine sıkı sıkıya bağlı olan Bask burjuvazisi, bütün bu kimlik ve kültür haklarını folklorik ifadelere indirgemeyi; idari ve ekonomik özerklik haklarını da İspanyol
burjuvazisinin yağmasına katılabilmenin aracı ve pastadan pay alma rekabetinde pazarlık unsuru haline dönüştürmeyi başarmış durumda. Euskadi’de “saf kan” Bask burjuvazisinin partisi olan PNV’nin (Bask Ulusalcı Partisi) programında İspanya’dan bağımsızlık talebi yer almıyor; “yurtseverlikleri”, kitlelerin ulusal özlemlerini Madrid burjuvazisi karşısında pazarlık kozu olarak kullanmanın ötesine geçmiyor. PNV özerk bölge parlamentosunda en büyük parti ol-
terörizmle ilişkilendirilebilecek birini üye yapan, seçimlerde aday gösteren, göstermeyi düşünen herhangi bir partinin kurulması yasak. Batasuna’nın yasaklanmasından sonra yurtsever solun kurmaya çalıştığı pek çok parti girişimi de bu yasanın duvarlarına çarptı. Sortu ise son örnek oldu.
karara Anayasa Mahkemesi nezdinde itiraz hakkı bulunuyor, ama aday gösterme süresi dolduğundan artık seçimlere parti olarak katılma imkânı yok.
Şimdi yurtsever sol farklı formüller altında (bağımsız adaylık, başka partilerle cephe birliği, vs.) seçimlere katılabilmenin yolunu arıyor. Üstelik Sortu, 22 Mayıs’taki Ama hükümet de bir yandan “onözerk bölge parlamentoları ve bele- ların her B veya C planına karşılık, diye seçimlerine katılabilmek için, kendilerinin de bir planının buPartiler Yasası’nın talep ettiği her lunduğunu” belirtiyor. Yani, Bask koşulu yerine getirmiş, sadece ifade ülkesinde yüzde 20’nin üzerinde oy potansiyeline sahip bir politik oluşum “demokrasi maçına” katılmaktan men ediliyor. Basklı yurtseverlere demokratik haklarını tanımayı reddeden tüm politik çevreler artık Partiler Yasası’nın sınırlamalarıyla da yetinmek istemiyorlar: ETA kendini feshetmediği sürece yurtsever solun partileşemeyeceğini ifade ediyorlar. Üstelik bu sol kesimin ETA’dan kopmuş olduğunu bildikleri halde baskılarını yoğunlaştırıyorlar. Terörizm bahanesiyle tüm Bask solunu silip tasfiye etmek istiyorlar.
Türkiye’de de adını ve kurulma sırasını aklımızda tutmamızı bile imkânsız kılacak çoklukta Kürt partisi yasaklandı, takibe uğradı, önderleri ve taraftarları zindanlamakla birlikte iktidarda değil; yerel özgürlüğü çerçevesinde Bask ülke- ra atıldı. Şu anda BDP “sadece” hükümeti, “İspanya’nın birliğini” sinin bağımsızlığını savunduğunu yüzde 10 engelini aşmanın arayışı savunan Sosyalist Parti ile “saf ilan etmişti. Hükümetin –ve diğer içinde, ama kendi öncüllerinin kan” Kastilya burjuvazisinin partisi tüm “demokratik” partilerin- isteği ve Sortu’nun kaderi her an kendi olan sağcı Halkçı Parti koalisyonu üzerine devlet Başsavcısı Yüksek başına gelebilir. Ne de olsa Türkioluşturuyor. “Bask modelinin” Mahkeme nezdinde Sortu’nun ye, İspanya’daki anti-demokratik ana gövdesi bu. Ulusal sorunun kapatılması isteğiyle dava açtı. Ve Partiler Yasası’na iznin veren, hatta çözümünde pek de özenilecek Mahkeme, Sortu’nun “demokonu üyelerine örnek gösteren Avgibi olmayan bu “modelin” temel rasi, hukuk devleti ve tüm diğer rupa Birliği kriterlerini esas alıyor sütunları, Basklıların kendi kader- yurttaşların temel hakları için bir kendisine... Özetle: “Bask modeli”, lerini belirleme hakkının önündeki tehdit oluşturduğu” sonucuna va- ulusların kendi kaderlerini tayin en büyük engeller. rarak, partinin kapatılmasına karar hakkı için bir çözüm değil; tam verdi. Karar, Partiler Yasası’nın Pekiyi, “hakiki” yurtseverler ne tersine bu hakkın önünü kesmek anti-demokratik karakterini o dendurumda? Kendisini “yurtsever için icat edilmiş bir yöntem. Asıl li açığa vuruyordu ki, Mahkeme sol” olarak tanımlayan bu kesim çözüm kitlelerin devrimci seferberüyelerinden yedisi (toplam 16 üye) ise, “terörizm ve terörist örgüt” ile liğinde yatıyor. karara çekince koydu. Bu üyeler (tabii ETA kast ediliyor) ilişkilenNot: İspanya’daki ulusal sorunu dirilebilecek hiçbir partinin kurul- çekincelerinde Mahkeme çoğunlu- daha yakından incelemek isteğunun kapatma kararını ETA’nın masına izin vermeyen ünlü Parbir buçuk yıl önce yayımladığı bir yenlere, Murat Yakın’ın Mesafe tiler Yasası’nın kapanına sıkışmış dergisinin 7. sayısında yayımlanan vaziyette. Bu yasaya göre terörizmi bildiriye ve “kanıtlanamayan kısmi “İspanya Modeli ve Kürt Sorunu” alıntılara ve tahminlere dayandırve ETA’yı “lanetlemeyen” (bu başlıklı yazısını öneririm. sözcüğe dikkat; “desteklememek”, mış” olmasının kabul edilemez olduğu belirtiliyorlardı. Sortu’nun “kınamak”, vs. yetmiyor) ve/veya
GENÇLİK
11
Yaklaşan 1 Mayıs ve gençlik Görkem Duru, 5 Nisan 2011
Türkiye’de 1 Mayıs yaklaşırken gündemin en önemli parçasını seçim tartışmaları doldurmakta. AKP’nin yüksek bir oy oranıyla iktidardaki konumunu perçinlemesi olasılığı da bu gündemin ilk alt başlığı olarak karşımıza çıkıyor. Ve böyle bir sürecin devletin yeniden yapılandırılmasında AKP’nin elini oldukça güçlendireceği aşikâr. Özellikle öğrenciler nezdinde de, bu yapılandırma döneminin eğitim kurumlarından bağımsız olmayacağının bilinciyle bir duruş sergilemek günün gereklerinden. Neoliberal yapılandırmanın, eğitimde ticarileşmenin ve Bologna sürecinin işletilmesinin seçimlerden sonra hız kazanacağını ve buna paralel olarak da öğrenciler üzerindeki baskının azalmak şöyle dursun, giderek artacağını söyleyebiliriz. Bir yandan hızlanan ticarileşmeyle eğitim hakkının gasp edilmesi ve sınıfsal olarak eşitsiz bir düzlemde akan eğitim
sürecinin daha da eşitsizleşmesi, öte taraftan da bu süreçte olası bir öğrenci muhalefetinin gelişmesini engelleyebilmek adına, özellikle üniversitelerde, soruşturma ve okuldan uzaklaştırma gibi baskılarla öğrencilerin örgütlene-
liğin gündemlerinden bir tanesi. Eğitimin ticari bir nitelik almasıyla, bir kısım öğrencinin, masraflarını karşılayabilmek için yarı zamanlı işçilik yapmaları, önemli bir bölümün de eğitim dönemlerini sonlandırdıktan sonra “dip-
bilmesinin önüne set çekilmeye çalışılması 1 Mayıs’ta öğrencilerin taleplerinin ana eksenini oluşturacak gibi.
lomalı işsiz” sıfatına erişmeleri, hızlı bir proleterleşmenin ve sınıf uzlaşmazlıklarının keskinleşmesinin önünü açıyor. Özellikle Arap devrimci sürecinde gençliğin oynadığı rol, neoliberal politikaların kitleler üzerinde patlama
Tüm bunlara paralel olarak, krizle birlikte sürekli hale gelen işsizlik ve gelecek kaygısı da genç-
etkisi yaratabilecek düzeye ulaştığını göstermesi açısından önemli dersler barındırıyor. Son olarak, geçtiğimiz aylarda görece yükselen öğrenci hareketi, şu an bir durgunluk dönemine girmiş bulunmakta. Ağırlıkla AKP karşıtlığından yola çıkan, kitlelere dönük, ortak taleplerle hareket etmeyi politik olarak benimsemeyen bir hareketliliğin sönümlenmesi şaşırtıcı değil. Öğrenci politikası oluştururken, genel çerçeveyi göz ardı etmeden, sağlam bir politik arka plan oluşturabilmek gençliğin önemli ihtiyaçlarından. Kitleselleşebilmek için ortak talepler altında bir araya gelmenin ve sürekliliği sağlayabilmek adına da sınıf mücadelesiyle bağ kurmanın gerekliliğinin bilincinde, politik bir hat oluşturmak mücadelenin olmazsa olmazlarından. Artan proleterleşme, güvencesizlik ve işsizlik gibi olguların bu bağın kurulmasının yolunu açtığı bir dönemden geçerken, gençliğin görevi, 1 Mayıs’ta emekçi sınıfların yanında, alanlarda olmaktır.
ÖSYM’den yeni bir skandal!
İC - Haber, 5 Nisan 2011
İşsizliği ertelemenin neoliberal çözümlerinden olan sınavlar yüz binlerce öğrenciyi geleceğinden mahrum etmekle kalmayıp, KPSS skandalının ardından bu kez de YGS’deki kodlu cevaplarla, başta ÖSYM olmak üzere kapitalist kurumların çürümüşlüğünü bir kez daha gözler önüne sermiştir. 27 Mart sabahı öğrenciler sınava girecekleri okulların önünde polisler tarafından didik didik arandılar. Sınavda gerekli olacak bütün malzemeler -kalem, silgi, su, şeker vs.kopya çekilmesini engellemek amacıyla, sınav görevlileri tarafından öğrencilere dağıtıldı.
Ancak tüm bunların göstermelik olduğunu anlamamız fazla zaman almadı. Cevapların kodlanmış olduğu ve basit
kitapçık olmadığı ve basına tatmin etmekten öteye gidedağıtılanların diğerlerinden medi. farklı olduğu belirtildi. ÖSYM Cumhurbaşkanı Abdullah başkanlığından yapılan açıkGül, Başbakan Erdoğan’la yaptığı görüşme sonrasında Esenboğa Havalimanı’nda yaptığı açıklamada ÖSYM’ye destek verdi. Şüphesiz ki, bu durum neoliberal politikaların üretilmesi ve uygulanması sırasında gördüğümüz sayısız işbirliğinden ve kurumsallaşmadan biridir. Adil ve zorunlu bir yöntem olarak sunulan sınavların kimin elinde ve çıkarına bir eleme sistemi olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. bir yöntemle doğru cevabın lama her ne kadar bu iddiayı Skandalın sorumluları bulunabildiği iddiası bir anda çürütmüş gibi görünse de, ÖSYM başkanı ve Milli Eğikamuoyuna bomba gibi düştü. aslında bu kendi oyunlarına Yapılan açıklamada tek tip bir kılıf bulmaktan ve hükümeti tim Bakanı istifa!
12
İŞ YERLERİNDEN
PETROKİMYA İş güvencesi için 1 Mayıs’a! Merhaba arkadaşlar ben petrokimya sektörüne bağlı bir fabrikada çalışıyorum. Diğer sektörlerde olduğu gibi benim çalıştığım fabrikada da baskılar devam ediyor. Yaklaşık iki yıldır zam alamıyoruz. Yönetimin bize söylediğine göre Mart ayı zamlı çalışıyor olmamız lazımdı. Ama pek zam verilecekmiş gibi görünmüyor.
seçimlerde bizlerden oy isteyip vaatler veren uşakları da önce patrona paketler çıkarır. Dışarıdaki milyonlarca işsizin evine ekmek götürüp götüremediği onların umurunda bile değil. Çünkü bizi sadece seçim zamanı hatırlıyorlar.
onurlu ayaklanmasıyla diktatörleri devirdiği gibi bizim de onları devireceğimizi göstermemiz gerektiğini düşünüyorum. Korkması gereken patronlar çünkü bizim kaybedecek bir şeyimiz kalmadı.
Bizim de artık seçim zamanı TEKSTİL gelince sandıkta onları unutmaBirlik olursak... mız ve gerçekten işçi sınıfının Merhaba ben tekstil işçisiyim. taleplerini karşılayan, patronları değil biz işçileri sahiplenen partiyi Yaklaşık dört aydır mümessil bir hatırlamamız yeterli olacaktır. Biz firmada çalışıyorum. İşe başladıİşin kötü tarafı çalışan arkadaşişçilerin taleplerini İşçi Cephesi’nin ğımda patronumuz cumartesi çalarımın da buna karşı hiçbir tepki her sayısında okuyorum ve sonuna lışılmadığını, hafta içi ise saat 6’ya kadar çalışıldığını söyledi. Ama göstermemesi... Bu patronun elini kadar destekliyorum. Bu talepleri daha da güçlendiriyor ve bizlere işyerimdeki arkadaşlarımla da pay- öyle olmadı. Cumartesi günleri de dahil bazen gece 5’lere kadar çalıdaha çok baskı yapmasına neden laşıyorum ve gerçeğin bu olduğuşıyorum. oluyor. Başbakanımız ne kadar nu çalışan Mesai pakriz bizi teğet geçti dese de, aslında arkadaşlarası almak biz işçileri teğet geçtiği yok, krizin rıma anlayerine bol daha da derinleşerek devam ettitıyorum. bol azar ğini görüyoruz. Çünkü hâlâ kriz İşçi Cephesi işitiyoruz. koşullarında çalıştırılıyoruz. Patron ne yazıMaaşlarısıkıştığında kriz kelimesini kulyor; işten mıza zam lanıyor, dışarıda ekmek bekleyen çıkarmalar isteyebinlerce işsiz var diyor, ayağınızı yasaklanmiyoruz, ona göre denk alın! Evet, arkadaş- sın, insanpatron bu lar dışarıda işsizler ordusu var ve ca yaşam konuda yabu işsizler ordusunu da yaratan için iş nına dahi yine patronlar değil mi? Emeğigüvencesi iscicephesi@gmail.com yaklaştırmizi sömürmek ve bizleri daha da diyor. Ben mıyor. ucuza çalıştırmak istedikleri için bunun bu işsizler ordusunu yarattılar. bütün işçilerin hakkı olduğunu Ofiste 10 kişiyiz fakat yaptığımız iş 20 kişinin yapabileceği kadar zor Bizler iş bulamadıkça daha ucuza düşünüyorum ve bunun gibi talepler doğrultusunda 1 Mayıs ve sorumluluk istiyor. Biz her türlü emeğimizi satmak zorunda kalaçalışmasını örgütleyelim diyorum. sorumluluğu alıyoruz eve kaçta cağız. Patronlara karşı örgütlenip mücadele edeceğimize, birbirimiz- Daha kitlesel bir şekilde patronlara gittiğimizi umursamıyoruz sadece karşı işçi sınıfının burada olduemeğimizin karşılığını istiyoruz. le rekabete giriyoruz. Patronlar ve ğunu göstermemiz gerektiğini ve Bütün ısrarlarımız karşılığında onların uşakları da bunu istiyorlar onlara boyun eğmeyeceğimizi, tıpzam yapmayı ancak yemek için zaten. Dikkat edersek, kriz çıktığı kı Ortadoğu’daki yoksul halkların verilen yemek fişlerini iptal ederek anda patronlar önce işçi çıkarır,
Benim De söyleyeceklerim
VAR ! ▼diyorsanız▼
yaptı. Kurnaz patronumuz yemek fişlerini iptal ettiğinde “bunu zam adına yaptım,” dedi. Biz 10 kişi patronumuza senede 6 trilyon para kazandırıyoruz ve bunun çeyreğinin çeyreğini bile alamıyoruz. Şu anda ne yol ne yemek parası veriliyor; sadece ucuza gecelere kadar çalışıp sorumluluk almamız isteniyor. İşten ayrılamıyoruz çünkü başka bir yerde de aynı sorunların olacağını biliyoruz. Kaderci değiliz fakat buna zorlanıyoruz. Umudunu kesen çalışma arkadaşlarım bu duruma alışkın oldukları için artık eskisi gibi patronun karşısına çıkmıyor. Aslında hep beraber toplanıp konuşmayı da henüz denemedik; çünkü bazı arkadaşlarımız patronumuzun gözüne batmak ve işten atılmak istemiyor. Bu da toplanıp konuşmamızı bile zorlaştırırken patronumuzun da işini kolaylaştırıyor, bir süre daha zamı erteleyebiliyor. Halbuki bu o kadar da zor değil. Eğer bizler ısrarcı olursak ve mücadele edersek arkadaşlarımız tarafından imkansız görünen bu durumun aslında mücadeleyle imkansız olmadığını ve belki de birçok kişiye anlatarak örnek olunabileceğini gösterebiliriz. Benim önerim ilk başta iş yavaşlatmak oldu. Böylece bizler olmadığımızda patronun aslında bir hiç olduğunu kanıtlamış olabiliriz. Ancak birlik olursak bu durumun üstesinden gelebileceğimize inanıyorum. Bizler hakkımız olan emeğimizin karşılığını istiyoruz ve alacağız.
MEB’in Kılık-Kıyafet Yönetmeliği’ni inceledeniz mi? Merhaba, ben devlet okullarında okuyan öğrencilerden biriyim. Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’nun her fırsatta dile getirdiği, “okula gitmemiz ve okumamız için” elinden geleni yapacağı gençlerden biri. Ama belirli nedenlerle birçok sabah okulun kapısından evine gönderilenlerden de biri. Bakan bu açıklamaları yaparken, öğrenciler ayakkabı rengi, saç-sakal uzunluğu, makyaj, kravat, gömlek, pantolon, hatta aidat parası vermemek gibi nedenlerden okullara alınmıyor. Biz de elbet soruyoruz, “Neden?” diye. Bize MEB Kılık-Kıyafet Yönetmeliği böyle istiyor, deniliyor. Eve gelip baktım ve gerçekten öyle yazıyor. Aşırı cinsiyetçi, aşırı kuralcı ve
aşırı yasakla dolu. Bizim birer devlet memuru olduğumuzu düşünen kılıkkıyafet yönetmeliği. İsteyen herkes internetten ulaşabilir. Kadınların kaş alması yasak (erkeklerde öyle bir şey geçerli değil, isteyen erkek kaş alabilir), makyaj, açık saç… Erkeklerde kadınlar kadar yasak olmasa da, yine de aşırı derecede var. Ensenin şekli bile belli. Peki bu tek tipleştirmek niye? Öğrencilerin bu kadar tek tip yetiştirme amacı neden olabilir ki? Bunu birçok insana sordum ve aldığım cevaplar genelde benzerdi. Ya saygı, ya düzen, ya da rahat emir verebilmek… Ama aslında hepsi ve bu kadar tek tiplilik “sistem” için. Biz en ufak yaşımızdan itibaren
herkes ile aynı olunca, bize her şey çok doğruymuş gibi geliyor ve herhangi bir durumun yanlış olma ihtimalinde ses çıkaramıyoruz. Herkesle aynı büyünce bir yerden sonra aynı düşünmeye hatta düşünmemeye, düzenin doğrulundan şüphe etmemeye başlıyoruz. Hatta şüphe duyanlara “Tek akıllı sen misin?” diyip ona karşı çıkıyoruz. Böylece sistemi korumayı ve o sistemde en iyi yere varmayı kendimize görev belirliyoruz. Ve sistem, böylece, kendini bizimle sağlama alıyor. Kıyafetin serbest kalmasını isteyen bir liberal değilim. Ama kravat takmak zorunda olmayabiliriz. Ayakkabı renginin de makyajın da bir yasak olmasına gerek yok. Saçlar uzun, açık, kişinin istediği renkte olabilir. Birkaç farklı
renkte kıyafet belirlenebilir ve öğrenci istediğini seçer. Bir şekilde bu yasaklar kaldırılabilir. Elbette bunlar bu sistemde uygulanacak değişiklikler. Bu durumda bile insanlar sistemin bekçiliğini yapacak. Ve belki o insanlar yine şifrelerle sınava girecekler (şu an da öyle zaten). Bu sadece birkaç tane insanın daha düşünmesini sağlayabilir. Bu konudan bahsettiğim insanlardan biri çok güzel bir laf etti: “Bu buzdağının görünen kısmı, asıl büyük olan ve orayı tutan altı. Orayı görmek ve değiştirmek lazım”. Gerçekten de bunun başka çaresi yok. Buz dağını tamamen ortadan kaldırmak için yaşamalı, uğraşmalı ve birleşmeliyiz.
ULUSLARARASI
13
Libya’da barış ancak Kaddafi’nin ve emperyalist
yağmacıların kovulmasıyla mümkündür Libyalı devrimcilere kendi devrimlerini savunmak için silah sağlamayı amaçlamayan hiçbir politika, hangi iddiayla olursa olsun, bölgede statükoyu, yani emperyalist egemenlik düzenini korumaktan başka bir anlam taşımaz. Bu iddiaların başında müdahalenin “insani amaçlarla” yapıldığı yalanı gelmektedir. Uçuş yasağı konusunun görüşülmeye başlandığı daha ilk andan itibaren, bizzat Pentagon yetkilileri böyle bir yasağın uygulanabilmesi için Libya hava savunma sisteminin çökertilmesi gerektiğini ve bunun da hava bombardımanlarının gerçekleştirilmesini zorunlu kıldığını, yani kaçınılmaz olarak sivillerin ölmesine neden olunacağını söylemişlerdi. Şimdi bu uygulanıyor ve “sivilleri korumak” adına sivil insanlar katlediliyor. Kaldı ki daha iki gün önce Yemen’de Ali Abdullah Salih’in canileri silahsız kitlenin üzerine ateş açıp elli kişiyi katlettiler; Bahreyn’de monarşi sivil insanların kanını akıtmaya devam ediyor; ya Bin Ali ve Mübarek’in eşkıyaları sivilleri öldürürken emperyalistler neredeydi? İsrailli Siyonistler on yıllardan beri Filistinli sivilleri katletmekle meşguller, neden Obama, Sarkozy veya Cameron İsrail üzerinde uçuş yasağı uygulamayı düşünmüyorlar? (...)
Uluslararası Birlik Komitesi, 26 Mart 2011
Kaddafi’nin Libya’da oynadığı –ve bunun bir sonucu olarak emperyalizmin müdahalesine yol açan- en belirleyici rol, Bin Ali ve Mübarek’in düşürülmesinin ardından, onların hepsinin de uygulamış olduğu ayrımsız baskıları devrime karşı bir iç savaşa dönüştürmeyi tercih eden ilk diktatör olmasıdır. Bölgede emperyalizm yanlısı düzeni korumaktaki azmi; ne Tunus’ta Bin Ali’ye uygulamakta olduğu baskılara yardım teklif etmekle, ne de tıpkı 15 yıl önce Abu Salim cezaevinde 1,200 kişiyi katletmesine benzer biçimde başlattığı acımasız baskıyla sınırlı kalmış, bölgedeki demokratik devrimlerin önüne ateşten bir duvar örmeye kalkışmaya kadar varmıştır. Kaddafi sadece iktidarda kalmaya değil, ama aynı zamanda gelecekteki bölge devrimleri için de bir örnek olmaya çalışmaktadır. Onun bu karşı devrimci rolünde başarıya ulaşabilmesi için emperyalizm haftalarca Kaddafi’nin ağır silahlarla donatılmış kara ve hava birliklerinin, paralı milislerinin devrim kampını hırpalamasını, devrim güçlerini telef etmesini bekledi. 1990’ların ortalarından beri terörizm, göçmen sorunu ve petrol ticareti konularında emperyalizmle tam bir işbirliği yapan Kaddafi’nin, onun adına üstlendiği yeni görev budur. Emperyalizm askeri müdahale kararını, 1) Kaddafi Bingazi’ye “tıpkı Franko’nun Madrid’e girdiği gibi” girme tehditinde bulunduğu; 2) devrimin isyanın başkentine sıkışmasıyla durumun sürüncemeli bir hal almaya başladığı –Kaddafi bir haftadan beri Misrata’yı bombardıman etmekle birlikte henüz zapt edemiyordu-; ve 3) hareketin yaygınlaşmaya ve radikalleşmeye başladığı anda aldı: Bahreyn emirliği İnci Meydanı’ndaki katliamını gerçekleştirebilmek için Suudi birliklerini çağırmış, Yemen’de durum iyiden iyiye gerginleşmiş, Fas, Ürdün ve Suriye’de de seferberlikler başlamıştı... Emperyalizm durumun kontrolünü doğrudan kendi ellerine almak, yani Kaddafi’yi frenlemek ve zayıflatmak, bu arada uyguladığı silah ambargosuyla da devrimin rejimin birliklerini yenilgiye uğratmasını engellemek için müdahale etmeye karar vermiştir. Emperyalizm bu yolla, kendi çıkarlarının koruyucusu olan rejimi yeniden biçimlendirebilmek ve bölgede kendi adına istikrar temin etmek amacıyla taraflara görüşmeler yoluyla anlaşmaya varma politikasını dayatmaya çalışmaktadır.
şını çektikleri ALBA grubu “21. yüzyıl sosyalistlerinin” daha başından itibaren devrim karşısında Kaddafi’nin diktatörlük rejimini desteklemiş olmaları daha da utanç verici bir durum. Bu grubun tutumu, farklı partilerin ve grupların dilinde farklı gerekçeler almakta: • Savaşın, emperyalizmin “petrol için kan” saldırısı olduğunu söyleyenler var. Emperyalizmin Kaddafi’ye saldırısı onun bir anti-emperyalist olmasından ya da –Saddam’a yönelik politikasında olduğu gibi- petrol kaynakları üzerinde doğrudan denetim elde etmek istediğinden değil, onun emperyalizm adına bölgedeki ekonomik ve politik istikrarı sağlamayı güvence altına alamamasından kaynaklanmaktadır. Kaddafi ve emperyalizm karşı-devrimci saldırının iki yüzüdür. Birincisi, 17 Şubat’ta Kaddafi’nin Bingazi’deki göstericileri katletmesiyle, ikincisi ise 18 Mart’ta emperyalist müdahaleyle başlamıştır.
• Libya’da bir devrim olmadığını iddia edenler de var; bunlardan bazıları emperyalizmin desteğindeki bazı muhaliflerin darbe girişiminden, diğerleri ise, gene emperyalizm yanlısı olarak tanımladıkları aşiretler arasındaki bir savaştan söz etmekteler. Oysa tam tersine, ordunun içinde bölünmelere yol açan ve bazı kesimlerinin devrimcilerin BM Güvenlik Konseyi’nde Libya üze- safına geçmesine neden olan, Trablus rinde uçuşa yasak bölge oluşturulması- ve Bingazi gibi kentlerde göstericilerin na yönelik 1973 sayılı kararın oylanma- katledilmesi olmuştur. Öte yandan, sında Çin, Rusya, Almanya, Brezilya ve eğer Bingazi bölgesindeki aşiretler Hindistan’ın çekimser oy kullanmaları, açıkça emperyalizm yanlısıysa, neden üstelik daimi üyeler Çin ve Rusya’nın emperyalizm tüm gücüyle Kaddafi’yi kararı veto etmemeleri de tamamen bir tamamen yıkıp iktidarın bunların eline ikiyüzlülük. Yeni pazarlara ve petrol geçmesini sağlamamakta? Sonuçta emkaynaklarına ulaşabilmek için Arap peryalizm yanlısı kesimlerin durumun halklarının tepkisini çekmemek amacıy- denetimini ellerine geçirebilmeleri olala ABD, İngiltere ve Fransa’nın arkasına sılığı bir gerçekliktir, ama durum henüz gizlenen bu ülkelerin hiç biri devrim bu noktaya gelmemiştir ve emperyalizm dalgası Libya’ya ulaştığında Libya direnişin hırpalanmasına bu nedenle halkının yanında yer almamıştı. Üstelik izin vermektedir. Libya’nın bölünmesi ve Kaddafi’nin Emperyalizmin müdahalesine karşı olası bir “Trablusya”nın başında kalması çıkan, ama Kaddafi’ye karşı çıkmahalinde onun denetimine bırakılacak yanlar emperyalizmin sol kanadıdır; petrol yataklarından uzakta kalmaktan korkuyorlar ve ellerindeki “çekimserlik diktatörün manevralar yapmasını meşrulaştıran bu tutuma karşı mücadele faturası” ile Kaddafi’yle çektirdikleri boy boy resimleri muhafaza etmek isti- edilmelidir. yorlar. Aynı ikiyüzlülük Türk hükümeti Burjuva hükümetlerin askeri müdaiçin de geçerli: Kaddafi’ye telefonda ik- halesini destekleyen, Kaddafi’ye arka tidardan çekil ricasında bulunmak ya da çıkan, her iki tarafa da silah ambargosu NATO’nun Libya’ya müdahalesi konu- uygulanmasını kabul eden ve tarafların sunda başlangıçta çekimser kalmak –ve karşılıklı görüşmeler yoluyla anlaşmaya sonradan onaylamak- yerine Bingazi’ye varmasını hedefleyen her türlü anlayış, yeni bir militan “Mavi Marmara” gönLibyalı devrimcilerin daha başından dermesi Kaddafi’nin düşürülmesinde beri savundukları bir talebe karşı çıkçok daha etkili olurdu. mak anlamını taşır: devrimin savunması için silah. Zapatero hükümetinin Fidel Castro ve Hugo Chavez’in ba-
yaptığı gibi, kendisinden silah talebinde bulunulmasına karşılık BM kararının her iki tarafa da silah ambargosu uygulanmasını öngördüğü yanıtını veren hükümetlerin bu tutumu teşhir edilmelidir. “Libya devrimine silah yardımı” talebi uğruna mücadele edilmelidir. Kendisini solda tanımlayan tüm partilerin bu doğrultuda başlatacakları bir kampanya sadece Avrupa işçi sınıfını harekete geçirmekle kalmaz, ama aynı zamanda hükümetler üzerinde oluşturacağı basınçla etkili ve somut sonuçlar da verirdi. Şimdi emperyalistler Libya’nın geleceğini kendi aralarında ve Libya’daki Ulusal Geçici Konsey (UGK) ile tartışıyorlar, pazarlıklar yapıyorlar. Kaddafi ile mi, onsuz mu? Tek bir Libya mı, yoksa iki parça mı? Hangi yataklar hangi kesimde kalacak? Bu kesimlerin emperyalist hamileri kimler olacak? Gerçekleştirdikleri bombardımanlarla Libya’nın kaderi Libya devriminin elinden alınıyor ve gizli diplomasiye havale ediliyor. Emperyalizmin hakemliğinde yapılan bu pazarlıklar Kaddafi rejimine son vermeye değil, demokratik bir dönüşüm olmaksızın devlet aygıtının kısmi reformlarla ayakta tutmaya yöneliktir. UGK’nin emperyalist müdahaleyi talep eden kesimlerinin, rejimi yıkmadan bir anlaşmaya varılmasını talep etmeleri çok muhtemeldir; nitekim UGK’nin bir kesimini rejimin eski kadroları oluşturmaktadır. Sınırlar, bir kez daha emperyalist politikacıların ve generallerin masasında ve cetvelle çizilecek ve “insani yardım” olarak Libya halkının önüne sunulacak. Dünya halkları, özellikle de Arap emekçiler ve işçi sınıfı bu oyunu görmeli ve bozmalıdır. Libya’nın kaderini tayin hakkı sadece ve sadece Libya halkına, demokratik hedeflerini başından beri ilan etmiş olan Libya devrimine aittir. Bütün gücümüzle emperyalizmin Libya’ya her türlü askeri müdahalesini, bu yolla Arap halkların devrim sürecini frenlemesini engellemeliyiz. Bugün Libya, yarın Yemen, öbür gün Suriye... Sıra hepsine gelecek.
Kaddafi defol! Libya devrimine silah yardımı! Emperyalist müdahaleye hayır! Ne pazarlık, ne Libya’nın bölünmesi! Yaşasın Libya devrimi! Yaşasın Arap devrimi!
14
ULUSLARARASI
Domino değil Sürekli Devrim! kapatılması diye tarif edilebilecek bir ekonomik yapılanmaya sahip Tunus’ta adını tarihin onurlu Suriye, özellikle bu tarihten itibasayfalarına yazdıran Muhammed ren gümrük duvarlarını açmaya ve Bouazizi’nin kendini feda eylemi diğer devletler ile birtakım ticari ile tetiklenen devrimci dalganın, antlaşmalar imzalamaya başladı. bütün Ortadoğu’da asker-polis rejimlerine yaslanan diktatörlükle- Özellikle bu dönemde Suriye hükümeti gittikçe artan dış borçrin devrilmesine yol açan bir dizi politik devrime neden olması, bize ları ödemek için temel tüketim çağımızın devrimler çağı olduğunu mallarındaki fiyat arttırmalarına başvurarak, giderek enflasyonist bir kez daha gösteriyor. politikalara girmesine neden oldu. Bu politik devrim kuşağının son Bu dönemde özellikle genç nüfus halkası ise, hemen güneyimizarasında gittikçe büyüyen işsizlik de yer alan Suriye ve Beşar Esad ise yüzde 20’nin üzerinde seyredirejimi. yordu. Ocak ayında Tunus’ta patlayan İşsizliğin devrimci dalganın kendi ülkesini merkez şehirde etkilemesinden çekinen bir dizi lerden çevre Ortadoğu diktatörü, dış borçlarla illere gittikçe -Cezayir- hazinenin kasasından daha da arttıbesin maddelerini ucuzlatacak ğı görünüyor. “yardımlar” ile temel tüketim Ayaklanmamaddelerinin fiyatlarını aşağıya ların başlaçekmişler, Yemen’de, Ürdün’de ve dığı Dera Suriye’de ise ayrıca diktatörler bir kenti de bu takım demokratik açılımlar yapaanlamda bir caklarından dem vurmuşlardı. çevre kent; ve işsizliğin burada merkezdeki Suriye’de 1960’lardan bu yana iktidarda olan Baas Partisi, aslında, oranlardan bir hayli yüksek olduğu biliniyor. bölgedeki tüm Arap ülkelerinin bir devlet halinde yönetilmesi BM kalkınma programının hedefiyle kurulan bir küçük burverilerine göre Suriye nüfusunun juva milliyetçi parti idi. Soğuk yüzde 12’si açlık sınırının, yüzde savaş döneminde bölgedeki diğer 34’ü de yoksulluk sınırının altında Arap devletlerinin aksine Sovyetler yaşıyor. Nüfusunun yarısının açlık Birliği’ne yakınlaşmış, bu dönem veya yoksulluk sınırının altında boyunca İsrail ile sürekli bir çatış- yaşadığı ülkede, özellikle kırsal ma hali hüküm sürmüş idi. Sovkesimlerde açlık sınırında yaşayan yetler Birliği’nin 90’ların başında insan sayısı merkezdekilerden iki dağılması ile tüm dünyaya egemen kat daha fazla. olan küresel kapitalizm Suriye’yi Özellikle kuraklık vb. durumde etkisine almış, Suriye’nin dışa lardan fazlasıyla etkilenen kırsal açılma politikaları bu döneme bölgeler dış göç veriyor. Bu da yön vermiş idi. Dışa açılma polişehirlerin etrafında büyük proletikası aslında Suriye’nin kapitalist ter kesimlerin oluşmasına neden pazara tam entegrasyonu olarak oluyor. okunabilir. Özellikle 11 Eylül ile 48 yıllık sıkıyönetim ve istihgelişen ABD terörünün ülkenin barat terörü dış ilişkilerinde de belirleyici bir milat olduğunu tespit etmemiz Baas Partisi iktidara geldiğingerekiyor. den bu yana ülkede sıkıyönetim B. Turgut, 4 Nisan 2011
Nüfusun yarısı açlık ve yoksulluk sınırında Bu dönemde kısmi olarak ithal ikameci denilen, ithal malların ülke içerisinde üretilmesinin sağlanması ve sınırların dış alıma
hâkim. Özellikle bütün muhalefet susturulmuş durumda ve her tür muhalefet “İsrail ajanlığı” kisvesi ile cezalandırılıyor. Baas rejimi göç ile büyüyen büyük şehirlerde gizli polis örgütü Muhaberat ve askerpolis diktatörlüğüne yaslanıyor.
Bu nedenle, Dera ve Lazkiye kentlerinde ayaklanan kalabalığa ateş açan polis 100’den fazla göstericinin ölümüne yol açtı. Tunus ve Mısır’da olduğu gibi, devlet teröründen yılmayan kitle eylemi ise bu kez hükümetin devrilmesine yol açtı.
pazarlamak istiyordu.
AKP hükümetinin Esad rejiminin devamından yana olmasında tek neden bu değil elbette. Suriye’de nüfusun yaklaşık yüzde 10’unu Kürt nüfus oluşturuyor. Yasalara göre Suriye vatandaşı sayılmayan bu nüfusun ekonomik Esad, parlamentoda yaptığı entegrasyona girmesi de mümkün konuşmada, ayaklanmanın dış değil. Bu kesim de giderek ayakmihraklar tarafından çıkarıldığını; lanmalara sempati ile yaklaşıyor ve bu süreci ulusal kenetlenmeyle aşa- bölgede yer alan diğer ülkelerdeki caklarını söylese de ayaklanmaların Kürt hareketlerinin durumu göz dineceği görünmüyor. önüne alınırsa, bu patlamaların bölge rejimleri için ciddi bir tehdit oluşturması bekleniyor. Bütün bunlara bakınca Ortadoğu’da aslında küresel hegemonyanın izlerine karşı yaşanacak patlamaların 2011 boyunca süreceği görünüyor. Ayaklanmaların seyrine bakılırsa da, bölgede egemenlerin istediği istikrarın uzun bir süre oluşmayacağı bir gerçek.
MİT’in Suriye’de ne işi var? Suriye’de ayaklanmaların patlamasının ardından AKP hükümeti önce Beşar Esad ile görüşerek desteğini ifade etti, ardından bakanlık ve MİT nezdinde de Suriye hükümetine sunduğu desteği ve Suriye hükümetine krizden çıkış önerilerini ilettiğini açıkladı. AKP hükümetinin Ortadoğu’da diktatörlerin devrilmesi sürecinde ayaklanmaların muhatap alınması gerekliliğini ifade ettiği açıklamalarında yaratmaya çalıştığı hava, bu vesileyle yine tuzla buz oluyor. Aslında hükümetin yaptığı, tıpkı Sudan diktatörü El Beşir’in AKP tarafından desteklenmesi gibi, işine gelen diktatörün desteklenmesinden ibaret. Nitekim, Suriye’ye yapılan ihracat hacmi, 2000 yılında 184 milyon dolardan, 2005 yılında 547 milyon dolara, 2010 yılında ise 1 milyar 841 milyon dolara yükseldi. Bu süre boyunca “komşuları ile sıfır sorun” politikası gereği Suriye ile özel antlaşmalar imzalayan AKP hükümeti, aynı zamanda bölgede bir denge faktörü olduğu inancını bu vesile ile
Ortadoğu’da asker-polis diktatörlüklerine yaslanan hükümetlerin reform çabaları ise nihai hesaplaşmaların sadece süresini uzatır nitelikte. AKP hükümeti Beşar Esad ile bütün ilişkilerini kesmeli ve Suriye’deki asker-polis devletine desteğini vermekten vazgeçmelidir. Esad’dan çıkarı olanlar; Türkiye ve Suriye halkları değil, Türk ve Suriye burjuvalarıdır. Türkiye burjuvazininin çıkarları gereğince, Suriye’de yüzlerce ayaklanmacıyı katleden Esad rejiminin desteklenmesi, Libya’ya petrol-enerji hatlarındaki kontrollerini tahsis etmek için müdahale eden emperyalist çıkarlardan farklı değildir. Esad rejimi derhal istifa etmeli ve katliamda parmağı olan bütün hükümet üyeleri yargılanmalı ve mallarına el konulmalıdır. Komşu Suriye işçi sınıfı ve ezilenlerinin isyanının desteklemesi ve hükümetlerin, komşu diktatörlerin desteklenmesinden vazgeçmesi için mücadele örmek zorundayız. Diktatör Esad’a değil, Suriye ezilenlerinin devrimci mücadelesine destek!
ULUSLARARASI
ULUSLARARASI
» 15 15
Avrupa’da krizin derinleşen yüzü Salih Şimşek, 7 Nisan 2011 Avrupa’da krizle gündeme gelen kemer sıkma politikaları, ücret kesintileri ve işten çıkarmalar devam ediyor. Bir yanda bütün faturayı ödeyen emekçiler, diğer yanda kârlarını katlayan patronlar. Peki yakın zamanda neler yaşandı? Protestolar dinmiyor İngiltere’de, uzun bir aradan sonra Mart ayı sonundaki gösterilerde 200 binden fazla kişi hükümeti protesto etti. Olaylar sırasında çok sayıda kişi yaralandı ve gözaltına alındı. Sendikaların organize ettiği eylem, kamu sektöründe yapılacak kesintilere ve işsizliğe bir tepkiydi. Yunanistan ise aylardır arka arkaya yapılan genel grevlerle gündemde. Sonuncusu 7 Nisan’da gazetecilerin çalışma koşullarını, ücret kesintilerini ve işten çıkarmaları protesto için yaptıkları dört günlük grev. Grev çerçevesinde tüm kamu ve özel radyo televizyon kanalları yayını kesti ve hiçbir gazete basılmadı.
aşırı sağcı Ulusal Cephe (FN) yüzde 15 oy alarak büyük bir tırmanış gerçekleştirdi. Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin merkez sağdaki partisi Halk Hareketi Birliği ise yüzde 17’de kaldı. Fransız basını, yüzde 50’nin altında kalan katılımı ve yükselen aşırı sağcı FN’yi konuşuyor. Almanya’da ise iktidardaki Hıristiyan Demokrat Parti (CDU), Baden-Württemberg eyaletindeki seçimlerde başarısızlığa uğradı. CDU’nun kalesi Baden-Württemberg’in önemi, Almanya’nın işsizlik oranı en düşük, büyüme oranı ise en yüksek eyaleti olması. Ayrıca Almanya’daki 17 nükleer reaktörden 4’ü BadenWürttemberg’de. Japonya’daki nükleer sızıntı vesilesiyle, bu reaktörlerin geleceği seçimlerdeki en önemli konuydu. Almanya’da geçen ay yapılan nükleer enerji karşıtı gösterilere yaklaşık 200 bin kişi katılmıştı. Gösteriler, ülkede nükleer enerjiyle ilgili olarak bugüne kadar düzenlenenlerin en büyüğüydü. Bu sebeplerin de etkisiyle Sosyal Demokratlar ve nükleer enerji karşıtı Yeşiller Partisi seçimden zaferle çıktı. Başbakan Merkel’in reaktörlerin ömrünün 30 yıldan 40 yıla uzatılmasına ilişkin yasayı savunması seçim yenilgisinde rol oynadı.
Hatırlatmak gerekir ki, Yunan ekonomisinin kırılganlığı sürüyor ve kamu borçlarının ödenememesinden korkuluyor. Hatırlanacağı gibi, Avrupa Birliği ve IMF ile 3 yıl için 110 milyar avroluk kurtarma paketi için anlaşma imzalayan Ekonomik istikrarsızlık hükümet, kemer sıkma programıyla kamu sektöründe ve maaşlarda Portekiz Başbakanı Jose Sockesinti yapmış, büyük tepki topla- rates, mali açığı kapatmak için mıştı. hazırladığı kesinti paketi mecliste reddedilince istifa etmek zorunSandıklarda değişiklik da kaldı. Hükümet şimdiye dek Ekonomiler sallantıda dururken kesinti, vergi artırımı ve ücretlerin meclislerde de değişim gözleniyor. düşürülmesini içeren üç paket Fransa’daki bölgesel seçimlerde uygulamaya koydu. Ancak bütçe
açığının hedeflendiği gibi yüzde 4,6’ya indirilmesi mümkün olmadı. Aksine 2010 açığının da yüzde 8,6 olacağı ortaya çıktı. Beklendiği gibi Portekiz, ay başında Avrupa Birliği’nden acil mali yardım talebinde bulundu. Yunanistan ve İrlanda’nın ardından AB’den mali yardım talep eden Portekiz’in 80 milyar avroyu aşkın kaynağa gereksinim duyabileceğini belirtiyor. Bununla birlikte mali yardım isteyen Yunanistan’da durum ortada ve İrlanda da düze çıkabilmiş değil. İrlanda’da bankalar hakkında yapılan güvenilirlik araştırmaları, borçların temizlenebilmesi için 24 milyar avroya daha ihtiyaç olduğunu gösteriyor. Yani, İrlanda ekonomisi için gereken yardım miktarı 70 milyar avroyu geçiyor. Ülkede mali kriz sonrası bankacılık sektörünün neredeyse tamamı kamulaştırılmış, vergi mükellefleri ülkenin beş büyük bankasının kurtarılması için yaklaşık 46 milyar avro ödenmişti. Buna rağmen bankalardan gelen haberler hiç de iç açıcı değil. Daha önce kamulaştırılan Anglo Irish Bank, 2010 yılında 17,7 milyar avro zarar ettiğini açıkladı. İrlanda’nın tarihinde ilk kez bir banka bir yılda bu kadar zarar ediyor. Anglo Irish Bank, İrlanda’nın mevcut mali sorunlarının önemli oranda sorumlusu olarak görülüyor. Hükümet, mevduatları diğer bankalara aktarılan Anglo Irish Bank’ı kapatmayı düşünüyor.
met baskısıyla toparlanmaya çalışıyor. İtalyan beşinci büyük bankası UBI Banca sürpriz bir şekilde 1 milyar avro sermaye arttıracağını açıkladı. Sıkılan kemerler bizim olmayan fonları dolduruyor Mart sonunda Belçika’nın Brüksel kentinde toplanan Avrupa Birliği liderleri, Avrupa Mali İstikrar Fonu’nun kapasitesini 250 milyar avrodan 440 milyar avroya yükseltme kararı aldı. Zirvesi öncesi, binlerce kişi kemer sıkma politikalarını protesto etti. Almanya ve İspanya ile ortaklaşa yapılan eylemlerde, şehirdeki AB kurumlarına “Rekabetçilik Paktı’na HAYIR. Kemer Sıkma Paktı’na HAYIR. Dayanışma Paktı’na EVET!” pankartları asıldı. Biz ne yapmalıyız?
Kriz bahanesiyle uygulanan ekonomik tedbirler yalnız patronların ve onların uşaklığını yapan hükümetlerin yararına. Sonuçta hiçbir emekçi spekülasyonlardan servet edinmedi, bizler hep veren taraf olduk. Bu yüzden zararların sırıtmıza yıkılmasına da göz yummamalıyız. Krizin faturasını patronlar ödemeli. Bugün bunun için uğraşan Avrupa işçi sınıfının her kazanımı ve yoksullaştırma politikalarına her dur deyişi, aynı politikaları kolaylıkla uygulayan Türkiye burjuvazisine de geri adım attıracaktır. Buradan hareketle öncelikli hedefimiz, dünya işçi sınıfındaki gelişmeleri sıkı takip etmek ve yoksullaştırıcı ekonomi politikalarına İtalya’da ise bankalar sermaye ar- karşı işçilerin uluslararası dayanıştırma çabasında. Kriz bahanesiyle ma ve birliğini bulunduğumuz her devlet yardımlarından nemalanan alanda savunmaktır. bankacılık sistemi, şimdi de hükü-
1 Mayıs 2011:
Dayanışma ve Birlik İçin! Avrupa’dan Ortadoğu’ya emekçiler, bir yandan krizin sonuçları ile yüzleşiyor, diğer yandan baskı rejimleriyle hesaplaşıyor.
Egemen sınıf ise iğdiş edilmiş sosyal ve ekonomik haklarımıza yönelik son saldırılarını uygulama çabasında. Son diyoruz; çünkü 30 yıldır ve şimdi de kriz karşısında sistemli olarak sürdürdüğü ekonomi politikaları sonucunda, yeni çalışma düzeni olarak adlandırdığımız, güvencesiz, sigortasız, esnek, düşük ücretli çalıştırmanın önündeki son yasal engeller bunlar... Güvenceli çalışma, sendikalı çalışma, emeklilik hakkı vb. tüm bunlar egemen sınıfın işçi ve emekçilere dayattığı bu yeni çalışma düzeninde artık fiilen yoklar… Taşeron ve esnek çalışma ise yasa-
laştırılmaya başladı bile. Diğer yandan, artan işsizlik ve yoksullaşma emekçileri yıllardır bu koşullara boyun eğmeye mecbur bırakıyor; en küçük hak mücadelelerinde ise rejimler sınıf karakterlerini emekçi kesimler üzerindeki kırbacı ile gösteriyor. Türkiye işçi sınıfı da bu sürecin bedelini en ağır şekilde ödüyor. 1980’den bu yana uygulanan özelleştirmeye ve sendikasızlaştırmaya dayalı yoksullaştırıcı politikalar, AKP’nin sekiz yıllık iktidarı boyunca da ağırlaşarak sürdü ve bugün –son olarak, Torba Yasa paketinde gördüğümüz gibi- istihdam arttırıcı politikalar nitelemesiyle, patronlar üzerindeki yükü azaltırken, emekçilere kölelik koşullarını dayatmaya çalışıyor. Bölgesel asgari
ücret, kıdem tazminatının kaldırılması, özel istihdam bürolarının kurulması planları ise uygulama için uygun koşulları bekliyor. Böylece, ‘büyüyen orta sınıf ’ hayalinin yerini, ayrıcalıklı kesimlerini de yitirmeye başlamış; büyüyen ve daha da yoksullaşan bir işçi sınıfı gerçeği çoktan almışken, dünyanın her yerinde sokağa dökülen insanların tepkileri ve talepleri kesişmeye başlıyor: Onurlu bir iş ve
emekçilerinin de mücadelesinin temelini oluşturuyor. Ve bu mücadeleyi büyütmeye çalışan işçi ve emekçiler sokaklarda, meydanlarda, tek güçlerini, ilk kaybettiklerini, yeniden fark ediyorlar:
Dayanışma ve birlik!
1 Mayıs 2011, bize, bu dayanışma ve birliği, onurlu bir iş ve onurlu bir yaşam talebi etrafında örebileceğimiz bir fırsat sunuyor.
Bu nedenle, 1 Mayıs İşçi Sınıfının Uluslararası Bu talep, Bonapartist Birlik, Dayanışma ve Mürejimlerine başkaldıran cadele Günü’nde yalnızca Arap kitlelerin de, kriz meydanları değil, işçi sıkarşısında silkinen Avrupa nıfının birliği önündeki işçi sınıfının da, bugün engelleri de aşmak için: AKP eliyle uygulanan işçi Birleşik ve kitlesel 1 düşmanı ve baskıcı politiMayıs! kalara direnmeye çalışan Türk ve Kürt
onurlu bir yaşam!
İşçi Cephesi, 9 Nisan 2011
www.iscicephesi.net