Yeni Dönem Sayı: 3 Elde kalan tezkere - GÜNDEM Demokrasinin Yolu AB’den Değil, Mücadeleden Geçer! – ARİF BENOL Sendikaların krizi ancak devrimci önderliğin inşasıyla aşılabilir – MAVİ MAYIS Özelleştirmelere karşı işçiler haykırıyor: "Fabrikalar kalemiz" – FUAT KARAN Türkiye ve dünya işçi hareketinden haberler – FUAT KARAN Söyleşi: Seda Giyim’de işçi kıyımı – MÜCAHİT YILMAZ YÖK ve işgale karşı öğrenciler alanlardaydı – NEHİR GÜLEN UİB-DE (LIT-CI) Bolivya Deklerasyonu – UİB-DE Bolivya’yı sarsan ayaklanma – MURAT YAKIN
Elde kalan tezkere! İşçi Cephesi Irak’a asker gönderme tezkeresinin parlamentoda kabulünü isteyen güçlere göre, Irak’a askerin gitmemesi durumunda Türkiye kendisini direk olarak ilgilendiren Irak sürecinin dışında kalacak ve bu durumda Türkiye’nin bölünmesine bile yol açabilecek bir tehlikeye gereken müdahalenin yapılması zorlaşacaktı. Ordu, Genelkurmay Başkanı aracılığıyla birinci elden bu anlayışını sürekli olarak empoze etti. Asker gönderme kararının zorunlu olduğunu iddia eden Hilmi Özkök’e göre birinci tezkerenin parlamentoya takılması Türkiye için büyük bir hata ve kayıp oldu. Çıkarları gereği Irak’ta olması gereken Türkiye eğer ilk tezkereyle ABD’ye olumlu yanıt verse, zahmetsiz şekilde Irak masasında yerini alacaktı. Bu iddianın sahibi Genelkurmay Başkanı Özkök’e göre ilk fırsatı kaçıran Türkiye, hem çıkarları gereği asker gönderme konusunda ABD’ye olumlu yanıt vermek hem de artık “riski” daha fazla olan bir adım atmak noktasına gelmişti. Bu nedenle asker gönderme kararı parlamentoda kabul edildiğinde kimse Türk askerinin ABD istemediği için Irak’a gidemeyeceğini hesaba katmadı. Tezkerenin elde kalışı Oysa gelinen noktada ABD, "müttefik" Türkiye’ye biçtiği yardımcı role bölgenin hassas durumu nedeniyle “bu aşamada” ihtiyaç duymadığını açıkladı. Bu gelişme ordu ve hükümet üzerinde soğuk duş etkisi yaptı. Irak’a göndermek üzere askeri birliklerini hazırlayan Türkiye bir anda yeniden sürecin dışında kalmış oldu. Konuyla ilgili hükümet ve ordu sözcüleri ayrı tellerden çaldı. Abdullah Gül kararı, ABD ile birlikte uyum içinde aldıklarını söylerken Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin Irak’a asker gönderme heveslisi olmadığını açıkladı. Hilmi Özkök ise Türk askerinin Irak’ta olması gerektiği tezine devam etti ve “neler oluyor, bilmiyoruz...” sözleriyle duyduğu kaygıyı dile getirdi. Bu farklı açıklamalar sadece Türk tarafında değil ABD tarafında da kendini gösterdi. Türk askerinin Irak’ta olmaması gerektiğini söyleyenden elinde tezkeresi olan Türkiye’yi Irak’a almamanın rezalet olduğunu söyleyene kadar bi dizi ABD’linin açıklaması basında yer aldı. Ne ABD’nin ne de Türkiye’nin Irak hakkında tek ve berrak bir plan/programa sahip olmadığı ortada. Türkiye’nin Irak başta olmak üzere bölgeye ilişkin politikası bir yana fiili hareket planı ABD’ye göbekten bağlı durumda. ABD’ye rağmen ve ondan bağımsız bir Ortadoğu stratejisine sahip olmayan/olamayan Türkiye’nin, ABD’nin emperyalist işgal ve sömürge politikaları ekseninde hareket edişini İsrail merkezli bir Ortadoğu kavrayışı içinde olduğunu söyleyerek tamamlamak gerekir. Sonuç olarak Türk tarafı kanını dökmekten kendisini alıkoyan nedenleri korku ve endişeyle izliyor ve Sam amcanın şapkasından çıkacak şeyin bir Kürt devleti olmasının kabusunu görüyor... ABD ve Türk tarafında bunlar yaşanırken Irak Geçici Yönetim Konseyi Başkanlığı’nın ve Talabani/Barzani önderliğindeki Kürtlerin kesin karşı duruşu bir yana, Irak halkının yeni bir işgalciye ve özellikle de “komşu” Türkiye’ye sabrının olmadığını haftalardır basın-yayın yoluyla zaten izliyoruz. Bu karşı çıkışlar TBMM’den Irak’a asker gönderme kararı çıkmasından önce başladı ve ABD’nin Türk askerine ihtiyaç olmadığını “ima
etmesi” ve peşinden AKP hükümetinin bu imayı dikkate alarak asker gönderme kararını askıya aldığını açıklaması ile yerini “zafer” şarkılarına bıraktı. Diğer yandan Türk hükümeti ve ordusu Irak tarafından gelen açıklamalara “sert” yanıtlar vermeyi ihmal etmedi. Bu karşılıklı atışmalar neticesinde asker daha kışlasından çıkmadan diplomatik alanda savaş başlamıştı ama sonuç olarak kışlasında kalan Türk askeri oldu... Türkiye’nin ulusal/bölgesel çıkarları Türkiye’nin “ulusal/bölgesel çıkarları” gereği Irak’ın işgaline doğrudan müdahil olmak zorunda olduğu iddiasında şu gerekçeler başrolü oynadı: PKK/KADEK’in -başta Kandil Dağı’nda bulundurduğu 5 bin kişilik silahlı güçle birlikte- bölgedeki varlığı. Başını Talabani ve Barzani güçlerinin çektiği Kürtlerin Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti kurma girişimleri ve bu doğrultuda Irak’taki karışık durumdan ayrıca yararlanma isteğinde oldukları düşüncesi. Musul ve Kerkük başta olmak üzere Irak’ın zengin petrol kaynaklarının üzerinde bulunuyor oluşunun bölge/çevre ülkelerinin ve büyük emperyalist güçlerin Irak’ı direk müdahale alanları içine katma girişimleri. Büyüyen Çin ekonomisinin, bölgede gittikçe güçlenme eğiliminde olan Rusya’nın, AB çerçevesinde Fransa-Almanya ittifakının ve olası diğer güç merkezlerinin gelişim dinamiklerinin önüne askeri, siyasi ve ekonomik bariyerler yerleştirme ve bütün bir Ortadoğu’yu kontrol etme amacında olan ABD’nin bu çerçevede “müttefik” Türkiye’ye biçtiği yardımcı rol. Özellikle bu son gerekçenin "yükselen Türkiye" retoriğinin en önemli argümanını oluşturduğunu unutmamak gerekir. Öyle ki tekelci medya patronlarının gazete ve televizyonlarında boy gösteren “kanaat oluşturucu/gündem yaratıcı köşe yazarlarının/yorumcuların” Ortadoğu başta olmak üzere ABD güçleriyle dünyanın dört bir yanına seferler düzenlemeyi biricik politik strateji olarak sunmalarının temel argümanı bu gerekçeye dayanmaktadır. Bu anlayış 11 Eylül sonrası ABD emperyalizminin yeni saldırgan/işgalci/yayılmacı politikasının ifadesi olan “önleyci vuruş” doktirinin Türk dış politikasına adapte edilişinin bir özetidir. Sömürü ve işgal cephesine karşı Irak direnişiyle bütünleşmek için mücadeleye Bu politik doktrinin ABD emperyalizminin elinde patladığı ve “büyük emperyalist öğütücüyü” dahi bataklığa sürüklediği düşünüldüğünde bu politik doktrini kendine referans alma hevesinde olan Türkiye’nin, figüran olduğu bir filmde başrol oynama hevesini pahalıya ödeyeceğini öngörmek için kahin olmak gerekmiyor. Türkiye’nin “sömürü ve işgal cephesi”ni oluşturan güçlerinin (başını TÜSİAD’ın çektiği büyük sermaye, ordu üst kademesi, hükümet ve asker-sivil bürokratik eliti..) bu nedenle Türkiye işçi sınıfını ve emekçilerini bir intihara doğru sürüklediğini söylüyoruz. Ne yazık ki bu intihar girişimi, siyonist İsrail’in Filistin’i işgaliyle birlikte ele alındığında bütün bir Ortadoğu’yu kendileriyle birlikte uçuruma doğru sürükleme potansiyeli taşıyor... Irak’a asker gönderme kararının şimdilik rafa kalkmış olması herşeye rağmen çok önemli bir gelişme. Ama bir gerçeği görmek zorundayız: asker gönderme kararı gibi, kararın rafa kaldırılmış olması da ABD emperyalizminin isteği doğrultusunda oldu. İşçi ve emekçi kitlelerin yürüttüğü mücadele, sömürü ve işgal cephesine geri adım attırmadı. Ve işgal devam ediyor. Ve Irak’ta bir sömürge yönetimi inşa etmeye çalışan emperyalist güçlerin Ortadoğu’da yeni işgal bölgeleri peşinde olduğunu biliyoruz. Bu durumun Irak’ın işgalinde ve bölgede yaratacağı yıkıcı gelişmeleri hesaba katarak yeni işgal kararlarını beklemeden; işgale ve sömürüye karşı en geniş işçi-emekçi cephesini oluşturma mücadelesine devam etmeli ve bir gerçeği unutmamalıyız: Türk askerinin işgal gücüne katılıp, katılmaması işin sadece bir yanıdır. Asker gönderme kararının askıya alınması ABD emperyalizminin öncülüğünde süren işgal ve sömürgeleştirme saldırısını kesintiye uğratmamıştır. Türkiye işçi sınıfı, emekçileri, devrimcileri, sosyalistleri ve tüm savaş karşıtları, karşıtlıklarını Türkiye ekseninden çıkarmak; milliyetçi, ulusalcı, etnik, bölgeci sınırları aşan bir şekilde enternasyonalist bir temelde, uluslararası birlik ve beraberlik çizgisinde buluşmalıdır. Irak’ta emperyalist işgal güçlerine karşı direniş her geçen gün büyüyerek devam ediyor... Hep birlikte direnişle bütünleşmeye doğru ısrarlı yürüyüşümüze devam edelim...
Demokrasinin yolu AB’den değil, mücadeleden geçer! Arif Benol Avrupa Birliği’ne (AB) tam üyelik müzakerelerine başlayabilmek için Türkiye’nin önüne konulmuş bir çok ödev var. Kamuoyuna, “uyum yasaları” adıyla yansıyan düzenlemelerin arka planında bu “zorunlu ödevler” bulunuyor. Diğer bir deyişle iktisadi, siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda yasal mevzuat AB standartlarına “uygun” hale getiriliyor. Yaygaracı medya borazanları bu “uygunlaştırma” sürecinin memleketin makus talihini yenebilmesinin biricik yolu olduğunu vaaz ediyorlar. Bir yandan Osmanlı’nın son demlerinde başlayan “batılılaşma” hedefi, bir yanda “muasır medeniyetler seviyesine ulaşma” derken bitmeyen bir maratonun hani neredeyse son metrelerine girdik gibi bir havaya sokulmuş durumdayız, topumuz birden... Rejim demokratikleşmiyor aksine askeri vesayet ve otokrasi artıyor
Uygarlık, laiklik, medeniyet, çağdaşlama, Avrupa, Amerika derken postu, moderni artık birbirine karışmış askeri darbeler, muhtıralar, gözaltılar, işkenceler, işsizlik, açlık ve yoksulluklarla dolu kaç nesil yaşayıp geldik bugünlere; hesabını tutmak kimbilir kaç muhasebeci gerektirir. Şimdi, “uyum”
Açıklama [1]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [2]: <!--[endif]-->
içinde olalım diye özelleştirme (eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim, herşey... bir avuç patrona satılıyor); yeni iş yasaları (daha çok çalışma, daha az ücret, daha zor emeklilik üstelik örgütlenme yasak, tatil yasak, iş arkadaşından borç para istemek yasak...); “çok karlı” şekilde satılacak orman arazileri, kızılçam, karaçam derken tümünü yerle bir edecekler; süper modern cezaevleri yapıyorlar (F tipi) her biri yüksek güvenlikli, AB standartlarında ve yüzlerce devrimci katlediliyor ve devam edip gidiyor bu “muasırlaşma” listesi, ama ne gam! Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) asker üyelerinin sayısını azalttık, artık siviller onlardan daha çok. Böylece rejim üzerinde ki askeri vesayet neredeyse kırıldı, kırılacak. Bu aldatmacalara kanmamak gerekir demeye dahi gerek yok... Hilmi Özkök, tüm medyaya tekmili birden hizada iken “talimatlarını” veriyor: Kıbrıs stratejik önemde, bırakmayız; Irak’ta olmalıyız, Kürlere göç açtırmayız; AKP’yi izliyoruz, gerekeni yaparız; laiklikten ödün vermeyiz, türbanla öyle her yere girilmez... “Muasırlaşma” yolunda çok yollar katettik diyende, dinleyen de kendileri. İşçi sınıfının ve yoksul emekçi kitlelerin yaşamları her geçen gün daha da kötüye gidiyor. Devlet İstatistik Enstitüsü’nün son Hane Halkı Araştırması’nın sonuçları milyonlarca aç, yoksul ve işsiz emekçinin Türkiye’de yaşadığını tüm çıplaklığıyla görmeyen gözlere soktu. En zengin yüzde 20 zenginliğin yarısını götürüyor. En fakir yüzde yirmi ise yüzde 5.3 ile yetinmek zorunda. Medya borazanlarına bakarsanız bu bir iyileşme, aradaki fark 11,3’den 9,5 kata inmiş! Bir başka araştırma son Dünya Bankası raporu: Türkiye’de ki sosyo-ekonomik tablonun kaygı verici olduğunu söylüyor (kuşkusuz öncelikle kendi emperyalist-kapitalist çıkarları için). Saldırılar bunlarla da sınırlı değil, boyutları sürekli genişliyor ve yoğunlaşıyor. Ama olsun, nasılsa türbanla her yere girilmiyor, çok sükür! Ne askerin postalı, ne AKP’nin takunyası! Oysa sermayenin gazetelerini okuduğunuzda göreceksiniz ki memleketin en büyük sorunu milyonların işsiz, yoksul, aç-biçare olması değil. En önemli mesele, 29 Ekim Cumhuriyet bayramı vesilesiyle Cumhurbaşkanı Sezer’in vereceği resepsiyona türbanlıların davet edilmemesi. AKP’liler çok üzülmüşler, bize reva mı demişler; ama başta büyük generallerimiz ve iflah olmaz “Atatürkçülerimiz”, size az bile diye cevap vermişler. Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri şimdi tavrını koymak durumunda imiş: 3,5 kilometrelik bayrakların, göklerde uçan dev bayrakların neferi mi olacaklar yoksa dini bütün, müslüman din kardeşiyiz cemaatinde mi yer alacaklar? Devlet erkanının en üstünden, medya yorumcusu geçinen kafa ütüleyicilere kadar tekmili birden şimdi bize bunu soruyor: Cevabımız tereddütsüz; ne askerin postalı, ne AKP’nin takunyası, yaşasın işçi ve emekçilerin birlik ve mücadelesi olacaktır. Bazı yaşanaları unutmayalım: Askeri cuntanın 17 yaşındaki çocukları asmasının üzerinden kaç yıl geçti. Cunta zindanlarında yok edilen, sakat bırakılan insanlar buharlaştı mı? Patronlar örgütü TÜSİAD ile birlikte işçilerin, emekçilerin yüzbinlercesinin grevini, direnişini engelleyerek ekmeğinden eden, boyun eğmek istemeyeni zindanlara taşıyan, emek örgütlerini parçalayan ordu nerede? İlhan Selçuklar bunları unutmuş olabilir ama bizler unutmadık. Bu nedenle orduyu sokakta kalmış beş yaşında, korumasız zavallı yetim çocuk diye bize yutturmaya çalışmasınlar. (İ. Selçuk köşesinde şöyle yazmış: “Türkiye’de Cumhuriyet emperyalizme karşı bir Kurtuluş Savaşı’yla kuruldu; İslam dünyasında tek laik ve demokratik ülkeyiz; asker Kıbrıs karekatında görevini başarıyla yaptı; 1990’lı yıllarda yine emperyalizmin Anadolu’da destek verdiği bölücülüğe dayalı iç savaş girişimine karşı gerekeni yerine getirdi. Asker bu halkın gözbebeğidir. Peki, bu ordunun 312 generali niçin bir dinci gazeteye dava açmak zorunda kalsın?.. Ülkenin askeri, devletin yargıcına başvuruyor; medyanın saldırısından korunmak için sokaktaki adam gibi davranıyor... Mahkemeye sıradan vatandaş gibi başvuran bu asker ‘çamur içindeki medya’da ‘darbe yapacak’ diye her Allahın günü suçlanıyor...” 13/11/2003 Cumhuriyet) İşte bu asker-polis rejiminin, askeri vesayetin, halkı böcek gibi görmenin ve en nihayetinde açık darbe çığırtkanlığının ta kendisidir. Selçuk’un kuşkusu olmasın gösterdiği “öcü”lerden daha az öcü değil kendileri ve “öcü”nün alternatifi de ordu değildir... AKP işçi düşmanıdır!
Diğer yanda AKP hükümetinin işçi ve emekçilerin en büyük düşmanlarından biri olduğunu görmek için 10 aylık hükümet döneminde yaptıkları yeter: özelleştirmelere tam gaz devam, yeni iş yasası, işgale tam katılım, işçiye-memura-emekliye zam yok ama öğrenciler dahil hepsine istemediği kadar dayak... AKP hükümetini şeriatçı olarak tanımlamak ve bu nedenle ona karşı mücadele etmek büyük bir yanılgıdır. AKP kapitalist bir burjuva partisidir. Geleneksel olarak orta ve küçük ölçekli işletme sahipleri, taşra burjuvazisi, Anadolu küçük esnafı ve geleneksel muhafazakar kesimlerin bir kısmı tabanını oluşturmaktadır. Ama 3 Kasımda aldığı oylar bunun ötesindedir. Kitleler düzeyinde, çürüyen geçmiş burjuva partilere ve liderlerine (solunda alternatif olamaması nedeniyle) alternatif
olarak görülmüş ve çaresiz, arayış içindeki geniş yığınlar için bir “umut” olmuştur. Tek başına hükümet olma başarısının ardından hükümet olmanın tüm olanaklarını uzun süre kullanabilmek, burjuva siyasetinin nicedir boşalmış merkezini doldurmak ve “müslüman demokrat” bir anlayışla uzun süreli bir yaşam için yüzünü (Refah Parti, Saadet Partisi ve 28 Şubat süreciyle birlikte edinilen deneyimlerle birlikte) AB’ye, dolayısıyla büyük sermayeye (emperyalist-kapitalist sisteme) tam olarak çevirmiş bir partidir. AKP’nin şeriatçılığı bu saaten sonra ancak çocukları korkutmak için işe yarar... AKP’ye öcü olduğu için değil, işçi-emekçi düşmanı gerici bir hükümet olduğu için karşıyız. AB yolunda ilerleyen Türkiye’nin demokratikleştiğini söyleyenler yalan söylüyor. Bonapartist rejim (asker-polis rejimi) tüm heybetiyle ortada duruyor. Kağıt üzerindeki düzenlemelerle Türkiye’ye demokrasi gelmeyeceğini biliyoruz. Tarih boyunca kimse başındaki ceberrut devleti ve şiddet rejimlerini bu yolla dönüştüremedi. Bugünde patronlar ve bir avuç asker-sivil bürokrat için değil, işçiler, emekçiler ve tüm ezilen-sömürülen kesimler için demokrasinin yolu mücadeleden geçiyor. Kuşkusuz bu mücadele çok zor ve çetrefilli olmaktadır. Günde beş kez kimi zaman Hilmi Özkök, kimi zaman Sezer, kimi zaman Alemdaroğlu kimi zamanda Tayyip Erdoğan ve yarın başkaları aba altından sopa göstermeye devam edeceklerdir. Düne kadar MGK bünyesinde faaliyet gösteren, psikolojik harp yöntemleriyle tüm muhalif kesimlere karşı savaş sürdüren birimlerin yerini bugün toplumla iletişim adı altında (TİB gibi) valilere bağlı çalışacak psikolojik harp daireleri almaktadır. Dün yaptıkları gibi bugünde yıldırma, suçlama, karalama, korkutma, provakosyon dahil her tür yöntemle işçi-emekçi muhalefetini ve sol muhalafeti parçalamaya çalışacaklardır. Şunu unutmamalıyız: Demokrasinin yolu ne ordudan, ne AKP’den ne de AB’den geçmez, sınıf mücadelesinden geçer! Ve Türkiye’de demokrasi için devrim gerekir... Açıklama [3]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [4]: <!--[endif]-->
Sendikaların krizi, ancak devrimci önderliğin inşasıyla aşılabilir “İnsanlığın tarihi sınıf mücadelesinin tarihidir.” K.Marx Mavi Mayıs Sınıflı toplumların çıkmasından bu yana köleler efendilerine, serfler lordlara, proleterler de kapitalistlere karşı mücadele etmişlerdir. Ancak tek farkla, kapitalist toplumdaki sınıflı ayrım tüm bu sınıflı toplumlardakinden çok daha belirgindir. Burjuva sınıfı çok daha örgütlüdür. O sebeple, proleterler sınıfsız, sömürüsüz bir dünyanın kurulması için çok daha örgütlü mücadele etmek zorundadır. İşçi sınıfının çalışma koşullarını, iş saatlerini, ücretlerini, insanca yaşamak için gerekli standartlarını düzeltmeye yönelik mücadeleleri ekonomik olduğu kadar politiktir de aslında. Kaldı ki kapitalist sistemde en doğal haklarımız için bile mücadele etmek ve bu sebeple politik bir zeminde hareket etmek durumundayız. Sendikaların kurulması bu tarihsel süreçte, sermayenin egemenliğinin artması ve işçi sınıfının toplumsal kölelik koşullarının ağırlaşmasının yanı sıra, işçi sınıfının ortak bir çabayla ve örgütlü bir şekilde mücadele verme bilinçlerine denk düşer. Ve sendikal mücadele çizgimiz, işçi sınıfının dünya ölçeğinde yeniden örgütlenme süreçlerinden ve bununla paralel olarak devrimci partinin inşası ve politik hattıyla bütünleştirilmesi mücadelelerinden bağımsız oluşturulamaz. Sendikalar Troçki’nin de ifade etmiş olduğu gibi; kapitalizmin genişleme döneminde işçi sınıfının maddi ve yaşam düzeyini yükseltme ve politik haklarını savunma görevini üstlenirken, kapitalizmin çürüme çağında ise devrimci mücadeleye doğru evrilme ya da işçi sınıfı üzerindeki sömürünün yoğunlaştırılması görevini üstlenme zorunluluğuyla karşı karşıya kalmışlardır. Ancak bu evrede bile, yani işçi sınıfının haklarını savunma işlevini yitirdiğinde bile işçi sınıfı bu aygıtı bırakmamıştır. Çünkü işçi sınıfı bir yenisini bulana kadar kötü de olsa eski aygıtını bir kenara bırakmaz. Bugün dikkate almamız gereken en önemli husus bugün sendikaların sendika bürokrasisinin kontrolünde
Açıklama [5]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [6]: <!--[endif]-->
olmasıdır. Bu nedenle sendikalarda bürokrasiye ve onların statükolarına karşı mücadele hayati önemdedir. Sendikalarda işçi denetimi bürokrasinin panzehiridir. Sendikalarda mücadele ederken net ve açık bir program temelinde hareket etmeliyiz. Bir kısım işçinin taleplerini değil, top yekun işçi sınıfının çıkarlarını savunmalıyız. Sendikalardaki bir diğer talebimiz de devletten tam bağımsızlık olmalıdır. Bugün sendikal hareketin ciddi bir gerileme içinde olduğu açıktır. Ama bu gerilemenin aşılması sendikalarda mücadelenin terk edilmesiyle değil, aksine buralarda örgütlenerek mümkün olabilir. Şunu unutmamalıyız, sendikal krizin aşılması devrimci önderlik sorunundan bağımsız ele alınamaz. Devrimci Troçkistlerin görevi; devrimci önderliğin inşası çalışmalarını, işçi hareketi ve buna bağlı olarak da işçi sınıfının yegane kitle örgütleri olan sendikaların içinde de sabırla sürdürmektir. *Esneklik uygulamasını tümden reddediyoruz. *Herkese kıdem süresi sınırlaması getirmeden, sözleşme ayrımı yapmadan, iş yeri çalışan sayısı gözetmeden ve sektör ayrımı yapmadan iş güvencesi; işten atılmalar yasaklansın, aynı haklar göçmen işçiler içinde eşit şekilde geçerli olsun. *İşler hiçbir ücret ve hak kesintisi olmaksızın tüm çalışanlara paylaştırılsın, haftalık çalışma süresi 35 saatle sınırlandırılsın. *Herkese insanca yaşamaya yetecek düzeyde ücret garantisi; zarar ettiğini öne süren iş yerlerinin defterleri işçi denetimine açılsın. “Kiriz var, para yok” bahanesine karşı “dış borçlar ödenmesin”, bütçe yok açıklamalarına karşı askeri harcamalar kısılsın, batık bankalar için değil, emekçiler için bütçe. *Çalışma süresi işçilerin kendilerine ve ailelerine yeterince zaman ayırmalarına olanak verecek şekilde düzenlensin. *Sigortasız, kayıt dışı çalıştırma ve çocuk emeğinin sömürüsü yasaklansın, tüm işçi ve emekçilere aileleri ile birlikte sigorta ve sosyal güvence sağlansın. *Tüm işçiler ve emekçiler için sendikalaşma hakkı, örgütlenme önündeki engeller kaldırılsın. *Sendikalaşmayı engelleyen ve tüm işçi haklarını gasp eden özelleştirmeler yasaklansın. *Patronun çıkarı lehine keyfi hale getirilen taşeron uygulamasına, yeni mevcut sözleşme türlerine hayır İşçi ve işyeri devrine hayır. *Kazanılmış hakları yok sayan, saldırıyı genelleştirip yoğunlaştırarak hakları daha da geriletip yok etmek isteyen yeni iş yasa tasarısı geri çekilene kadar mücadele. *İşçilerin haklarının düzenlenmesi için mücadele eden ve bu çerçevede birlik ve mücadele çağrısı yapan ve mücadeleyi saldırının mimarları ve işbirlikçileri olan patronlara, hükümete ve sendika bürokrasisine karşı mücadele için birleşmeye... Açıklama [7]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [8]: <!--[endif]-->
Özelleştirmelere karşı işçiler haykırıyor:
Açıklama [9]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [10]: <!--[endif]-->
“Fabrikalar kalemiz” Açıklama [11]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [12]: <!--[endif]-->
Fuat Karan AKP hükümeti, işçi sınıfına ve emekçi halka karşı saldırılarını hergün biraz daha arttırıyor. Sermayenin çıkarları doğrultusunda gerçekleştirilen bu saldırıların bir ayağını da özelleştirmeler oluşturuyor. Hükümet, kısaca KİT adı verilen devlete ait işletmeleri yangından mal kaçırırcasına satıyor. Haraç mezat satılan görece daha küçük işletmelerden sonra, şimdi sıra dev fabrikalara geldi (Tüpraş, Tekel, Petkim, Erdemir vb...). Özelleştirme İdaresi son olarak 24 Ekim tarihinde iki dev şirketi, Tekel ve Tüpraş’ı satışa çıkardı. Tekel’e
British American Tobacco, Japan Tobacco, Philip Morris gibi dev çokuluslu tekeller talip olurken, Tüpraş’a da çoğu yabancı yaklaşık 10 firma talip oldu. Bu rağbet, hükümetlerin zarar ediyorlar yalanlarının aksine, şirketlerin gerçek değerini gözler önüne seriyor. Örneğin Türkiye dünya sigara pazarında 8. sırada yer alıyor. Özelleştirme saldırısına karşı işçilerin mücadelesi de yükseliyor. Fabrikalar bazında başlayan mücadeleler, çeşitli işletmelerdeki işçilerin ve çeşitli sendikaların birlikte mücadelesine doğru ilerliyor. Mücadele hala yeterince güçlü değil. En büyük sorun ise, sendika bürokrasisinin, özellikle de Türk-İş’in, aslında özelleştirmeleri kabul etmiş durumda olması. Bu nedenle Türk-İş yönetimi mücadelelere destek vermiyor ya da günü kurtarmak adına yapılan eylemlerle kitlenin öfkesini boşaltmaya çalışıyor. İşçiler bir yandan hükümetin saldırılarına karşı mücadele ederken diğer yandan sendika bürokrasisiyle de mücadele etmek zorunda kaldılar, kalıyorlar. Bugün mücadelenin yeterince kitleselleşemediği ve hükümetler üzerinde baskı oluşturamadığı açıktır. Özelleştirilen işletmelerdeki işçiler, özellikle Türk-İş üzerinde bir baskı yaratarak işçi sınıfının diğer kesimlerini de harekete geçiren bir birleşik mücadeleyi zorlamalıdırlar. Aksi takdirde kazanımların korunması ve özelleştirmelerin engellenmesi mümkün değildir. Bu nedenle Türk-İş yönetimini “Genel Grev” için zorlamak gerekmektedir. Hükümete geri adım attırmanın yolu genel grevden geçmektedir. Özelleştirilmesi gündemde olan çeşitli fabrikalardaki işçiler, Ekim ayı boyunca özelleştirmelere karşı birçok eylemler gerçekleştirdiler.
Bakırköy Sümerbank işçileri fabrikalarını terketmiyorlar 08 Ekim 2003 tarihinde Bakırköy Sümerbank Fabrikasında toplan işçiler, aileleri ve onlara desteğe gelen Beykoz Deri Kundura Fabrikası, Cevizli Tekel Fabrikası ve Telekom işçileri fabrikanın sahil kapısına kadar yürüdüler. Sık sık “Yaşasın Sınıf Dayanışması” sloganının atıldığı eyleme ayrıca, TEKSİF’in çeşitli şubeleri, Hava-İş, Belediye-İş, Tek Gıda-İş, Deri-İş, Haber-İş ve çeşitli partiler destek verdiler. Yaklaşık 1500 kişilik kitle, özelleştirmelere, hükümete, ABD’nin Irak’ı işgaline ve Türk-İş bürokrasisine karşı öfkeyi çeşitli sloganlarla haykırdı. İşçiler fabrikalarının kaleleri olduğunu söyleyerek ve peşkeş çekilmesine izin vermeyeceklerinin sözünü vererek eyleme son verdiler. 14 Ekim’de 300 işçi arkadaşlarının emekli edilmesine sessiz kalan sendika yönetimini protesto eden Cevizli TEKEL işçileri 16 Ekim’de Tek Gıda-İş Genel Merkezi’ni bastılar ve sendikayı özelleştirmeyi durdurmak için çabalamamakla ve diğer sendikalarla birlik oluşturmaya çalışmamakla suçladılar. 21 Ekim 2003’te Sümer Holding’e bağlı 7 işletmenin satışa sunulacak olması nedeniyle Başta Beykoz Deri Kundura ve Sümerbank Bakırköy Fabrikasının işçileri, Ocak ayından bu yana bilinçli olarak iş verilmeyen fabrikalarında gece gündüz nöbet tutmaya başladılar. 20 Ekim’de Beykoz Deri Fabrikası önünde toplanan işçilere, Tekel İçki Fabrikası ve Sümerbank Bakırköy Fabrikası işçileri ve Deri-İş, Tümtis, Kristal-İş, Petrol-İş, Hava-İş, Teksif, Limter-İş, TMMOB ve çeşitli partiler destek verdiler. Yaklaşık 600 kişiden oluşan kitle, özelleştirmeleri protesto etti. İşçiler, Türk-İş bürokrasisini de yuhaladılar. 21 Ekim günü TEKEL işçileri ve onlara destek veren Bakırköy Sümerbank ve Beykoz Deri Kundura işçileri, Perpa yanındaki AKP il binası önünde kitlesel bir basın açıklaması gerçekleştirdiler. Polis, 16 otobüsle yola çıkan Cevizli TEKEL işçilerinin alana gelişini engelledi. İşçiler, oturma eylemi yaparak bunu protesto ettiler. Alana gelen işçiler ise, “Fabrikalar kalemiz, hırsızlara vermeyiz”, “Şalter inecek, ampül sönecek” sloganlarıylayla hükümeti protesto ettiler. İşçiler ayrıca Türk-İş’i protesto ettikten sonra oturma eylemi yapan Cevizli TEKEL işçilerine desteğe gittiler. 23 Ekim 2003 Petrol-İş ve Tek Gıda-iş özelleştirmeye karşı ortak mücadele etmeye karar verdiler. 24 Ekim 2003’te TÜPRAŞ İşçileri ülke çapında iş bıraktılar. TÜPRAŞ İzmit, Aliağa, Mersin, Batman ve Kırıkkale rafinelerinde gerçekleşen eyleme işçiler kitlesel olarak katıldılar. İzmit’te D-100 Karayolunu trafiğe kapatan işçilere İGSAŞ İşçileri de destek verdiler. İşçiler,
“Hükümet istifa” sloganı ile TÜPRAŞ idare binasına doğru yürüyüşe geçtiler. İzmir Aliağa’da iş bırakan işçilere 3000 PETKİM işçisi de destek verdi. Ürün sevkiyatını durduran işçiler, kitlesel bir basın açıklaması gerçekleştirdiler. Kırıkkale Rafinerisi’nde çalışan Petrol-İş üyesi 750 işçi oturma eylemi gerçekleştirdiler. Batman Rafinerisi’nde ise 550 işçi eylem yaptı. Özelleştirmelere karşı mücadeleler önümüzdeki günlerde daha da yaygınlaşacak. Özelleştirmeler gerçekleşse de gerçekleşmese de sermayenin saldırılarına karşı mücadeleyi sürdürmek gerektiği gerçeğini unutmadan bu mücadelelerde işçilerle birlikte omuz omuza mücadele etmeliyiz.
Açıklama [13]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [14]: <!--[endif]--> Açıklama [15]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Türkiye ve dünya işçi hareketinden...
Açıklama [16]: <!--[endif]--> Açıklama [17]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [18]: <!--[endif]-->
Derleyen: Fuat Karan Eskişehir Paşabahçe işçilerinin direnişi 2. ayında
Daha önce Çimse-İş üyesi olan Eskişehir Paşabahçe Cam Fabrikası işçileri, sendikanın işveren temsilcisi gibi çalışmasından ve Şişecam’ın 15 fabrikasının 13’ünde Kristal-İş Sendikası’nın örgütlü olmasından dolayı 8 Eylül’de Kristal-İş sendikasına üye oldular. Kararın ardından 300’ü taşeron 50’si kadrolu olmak üzere 350 işçi işten atıldı. Yasal hakları olan sendika seçme hakkını kullanamayan işçiler, iki aydır hem patronlara hem de Çimse-İş sendikasına karşı direnişlerini inatla sürdürüyorlar. İşçilerin bazıları kapatılan Beykoz Paşabahçe Fabrikasından Eskişehir’e gönderilmişler. Şimdi ikinci kez direniştiler; yani patron aynı, şehir farklı. Çimse-İş sendikası işverenle birlikte atılacak işçileri belirliyor. Doğal olarak patronlar da Çimse-İş’i örnek sendika olarak gösteriyorlar. Patronlar, Türk-İş’e bağlı iki sendika arasında gerilim yaratarak işçilerin örgütlülüğünü zayıflatmak ve daha da önemlisi taşeronlaştırmayı yaygınlaştırmak istiyorlar. Patronlar, direnişe doğrudan müdahale ediyor ve işçileri ikna etmeye çalışıyorlar. Bunu başaramadıkları noktada jandarmanın teröründen faydalanıyorlar. Bu arada İş Bankası’nın ortaklarından olan CHP, işçilere hiçbir destek vermeyerek patronların partisi olduğunu bir kez daha gösteriyor. Bu tehditin farkındaki diğer cam işçileride Eskişehir Şişecam işçilerini bu mücadelede yalnız bırakmıyorlar. 7 Ekim’de 50 cam işçisi Mersin’den gelerek Eskişehir işçilerine destek verdiler. Şişecam işçileri, 10 Ekim’de tüm Türkiye’de İş Bankası şubelerine giderek çalışmaları yavaşlattılar. 16 Ekim’de İş Bankası’nın Levent’teki genel merkezine yürüdüler ve baskılara boyun eğmeyeceklerini açıkladılar. Eskişehir, Gebze, Lüleburgaz ve Topkapı’daki fabrikalardan gelen yaklaşık 1500 işçi 4.Levent Metro Durağı’nda birleştiler. İşçilere Yalıköy maden işçileri, İşmer işçileri, Bakırköy Sümerbank işçileri ve bazı şube ve sendika merkezleri de destek verdiler. İşçilerin patronla görüşmesi polisler tarafından engellendi. 24 Ekim’de ise, Türk-İş Genel Merkezine geldiler ve Türk-İş yönetiminden direnişi desteklemesini istediler. Sağlık Emekçileri İş Bıraktı Sağlık emekçileri, “sağlık hakkı, iş güvencesi ve insanca yaşayacak ücret” talepleriyle 5 Kasım Çarşamba günü iş bıraktılar. İstanbul Sağlık Platformu oluşturan SES, Tabib Odası, Diş Hekimleri Odası, Eczacılar Odası, Veteriner Hekimler Odası ve Çağdaş Eczacılar Derneği, DİSK, KESK, Türk-İş, Hak-İş, TMMOB ve HAYAD’ın desteklediği eylem tüm ülke çapında gerçekleştirildi. Eylemle ilgili bilgi veren İTO Başkanı Gencay Gürsoy, “Amacımız halkı mağdur etmek değil, halk için yapıyoruz” dedi. Sağlık çalışanlarının ücretlerinin yükseltilmesini ve sağlık alanındaki yanlış politikalardan vazgeçilmesini istediklerini söyleyen Gürsoy, Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın ‘hastayı müşteri’ olarak gören anlayışına karşı olduklarını dile getirdi. Gürsoy, “Biz sağlığın eşit, ulaşılabilir ve ücretsiz olmasını istiyoruz” dedi. KESK’ten başbakana faks Kamu Yönetimi Temel Kanunu’nun Bakanlar Kurulu’nda imzaya açılmasının ardından harekete geçen kamu emekçileri, “Sermayeye köle olmayacağız” diyerek birçok ilde basın açıklamaları yaptılar. Başbakan’a faks çeken kamu emekçileri, Kamu Yönetimi Reformu, Personel Rejimi ve Yerel Yönetimler ile ilgili yasal düzenlemelerin geri çekilmesini istediler. Ankaralı kamu emekçileri, Kızılay Postanesi önünde yaptıkları eylemde sık sık “Kamusal alanın talanına hayır!”, “Tasfiye yasası geri çekilsin!”, “Sermayeye köle olmayacağız!”, “Talana karşı genel grev, genel direniş!” sloganlarını attılar. Tüm-Bel-Sen üyesi belediye işçileri maaşları için yürüdüler KESK’e bağlı Tüm Bel-Sen üyesi kamu emekçileri, ödenmeyen maaşları için Kadıköy’den Ankara’ya yürüdüler. Üzerlerinde “Ödenmeyen maaşlarımız için yürüyoruz” yazılı önlükler giyen yaklaşık 100 Tüm Bel-
Açıklama [19]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [20]: <!--[endif]-->
Sen üyesi, Göztepe’ye kadar yürüdükten sonra burada araçlara binerek Kartal’a hareket ettiler. Eylemlerine Ankara’da devam eden işçiler, hükümetin maaşlarının ödeneceği yönünde garanti vermesi üzerine eylemlerini sona erdirdiler. PTT Bahçelievler işçileri bıraktı PTT Bahçelievler Posta Dağıtım Merkezi’nde çalışan taşeron işçilerin, ücretlerinin yükseltilerek zamanında ödenmesi ve Takım Sözleşmesi imzalanması talepleriyle 18 Ekim’de iş bıraktılar. İşyerinde çalışan 215 taşeron işçinin katıldığı eyleme Haber-İş 1 no’lu şube yönetici ve üyeleri ile Haber-Sen yöneticileri de destek verdi. Yaklaşık 290 milyon lira ücret alan işçiler ayrıca Takım Sözleşmesi’nde yer alan şu talepleri sundular: “Kadrolu işçilere hizmet veren servisler ile yemekhaneyi kullanmak, aylık yol parası ödenmesi, işyeri hekimi uygulamasından faydalanmak, kıdem ve ihbar tazminatının verilmesi, işçinin görev yerinin kendi rızası dışında değiştirilmemesi, hafta ve genel tatillerden yararlanmak, çalışma saatlerinin kadrolu işçilerle aynı olması...” Takım Sözleşmesi nedir? 4857 sayılı İş Yasası / Madde 16: Birden çok işçinin meydana getirdiği bir takımı temsilen bu işçilerden birinin, takım kılavuzu sıfatıyla işverenle yaptığı sözleşmeye takım sözleşmesi denir. Takım sözleşmesinin, oluşturulacak iş sözleşmeleri için hangi süre kararlaştırılmış olursa olsun, yazılı yapılması gerekir. Sözleşmede her işçinin kimliği ve alacağı ücret ayrı ayrı gösterilir. Takım sözleşmesinde isimleri yazılı işçilerden her birinin işe başlamasıyla, o işçi ile işveren arasında takım sözleşmesinde belirlenen şartlarda bir iş sözleşmesi yapılmış sayılır. Ancak takım sözleşmesi hakkında Borçlar Kanunu’nun 110. maddesi hükmü de uygulanır. İşe başlamasıyla iş sözleşmesi kurulan işçilere ücretlerini işveren veya işveren vekili her birine ayrı ayrı ödemek zorundadır. Takım kılavuzu için takıma dahil işçilerin ücretlerinden işe aracılık veya benzeri bir nedenle kesinti yapılamaz. Diyarbakır Özel İdare Müdürlüğü’nde grev
Diyarbakır Valiliği’ne bağlı Özel İdare Müdürlüğü işçileri sıfır zam dayatmasına karşı greve çıktılar. İşçiler, Türk-İş ile hükümet arasında kamu kesimi için kararlaştırılan zam oranını talep ediyor. Çukurova Tekstil’de işçi kıyımı Mehmet Emin Karamemet’e ait Çukurova Tekstil’de çalışan 600 işçiye çıkış verildi. Teksif Sendikası Tarsus Şubesi’nin sessiz kalması üzerine işçiler bir komite kurarak direnişe geçtiler. Sendika Şube Başkanı’nın kardeşinin taşeron sahibi olması nedeniyle direnişe sessiz kalmasına rağmen, işçiler, sendikayı yoketmek ve taşeronlaşmak isteyen işverene karşı, haklarını korumak için mücadele etmeye kararlılar. Teknik Emprime işçileri örgütleniyor Kıraç’ta kurulu Teknik Empirme işçileri, DİSK/Tekstil Sendikası’nda örgütlendiler. Bunu öğrenen patron fabrikada sendikalaşma nedeniyle 22 işçiyi işten çıkardı. Bunun üzerine işçiler fabrika bahçesinde eylem yaptılar. Patron bu olaylar üzerine jandarmayı çağırdı. İşçiler daha önce de baskılara karşı fabrika bahçesinde alkışlarla toplanma, yemek boykotu gibi eylemleri hayata geçirmişlerdi. Sendikaya üye oldular işten atıldılar Çanakkale’nin Eceabat ilçesinde kurulu Alman tekstil firması Ebateks’te çalışan 22 işçi, TEKSİF Sendikası’na üye oldukları için işten atıldılar. Çalışma koşullarının çok kötü olması nedeniyle örgütlenen işçiler, sendikalştıkları için işten atıldılar ve daha da kötüsü ağır baskılara maruz kaldılar. Kıvanç Tekstil sendikalaşma mücadelesi veriyor İşçiler, kötü çalışma koşullarına tepki göstererek DİSK Tekstil Sendikası BOSSA Şubesi’nde örgütlenmeye karar verdiler. Sendikalaşma çalışmasını öğrenen işveren ise, Kıvanç Tekstil’e 16 tane taşeron soktu. Ayrıca yedi işçinin işine son verdi. Baskılara rağmen, işçiler sendikalaşma da kararlı olduklarını yaptıkları eylemlerle gösteriyorlar. Pamuklu dokuma işçileri direnişte TEKSİF Sendikası’na üye oldukları için zorla ücretsiz izne çıkartılan Pamuklu Dokuma Fabrikası işçileri, yaptıkları eylemle patronu protesto ettiler. İşçilerin ailelerinin de katıldığı eylem sendika, siyasi parti ve kitle örgütlerinin desteğiyle mitinge dönüştü. İşçiler, sık sık “Vur vur inlesin Yırcalı dinlesin’”, “Ekmek yoksa barış da yok!” sloganları attılar.
Sendikalaşma mücadelesi veren Tan Kauççuk işçilerine jandarma saldırdı
Sendikalaştıkları için işten atılan ve direnişe geçen Tan Kauççuk işçileri, jandarma tarafından fabrika önünden uzaklaştırılmaya çalışılıyor. İşçiler yasal haklarını kullanırken jandarmanın sert müdahalesiyle karşılaştılar. Patronun koruması gibi davranan jandarmalar birçok işçiyi gözaltına alındılar. Tuzla Yazaki fabrikasında direniş Çoğu bayan 600 işçinin çalıştığı Yazaki Fabrikası, bazen işçilerin 16 saat çalıştığı çalışma koşulları ağır bir fabrika. Fabrikanın Gemlik’e taşınacak olması nedeniyle eğitime gelen 50 işçinin koşulları çok ağır bulup geri dönmesiyle fabrikadaki işçiler iş bıraktılar. Direnişin sonucunda patron ücretlere zam yapmayı ve fazla mesaileri 3 saatle sınırlamayı kabul etti. Tez-Koop İş Sendikası’nda olağanüstü genel kurul yapıldı Tez-Koop-İş sendikası eski genel sekreteri Faruk Üstün, Tez-Koop-İş genel başkanı olmak için başkan Sadık Özben’e karşı seçime girdi ve kaybetti. Bunun ardından Tez-Koop-İş 2. No’lu Şube Başkanı Hulisi Uğurcan, Faruk Üstün’ü yeniden Tez-Koop-İş 2. No’lu şubede başkan seçtirmek için olağanüstü kongreye gitti. Bu olaylar sonucunda, Başkanlar Kurulu’nda Hulisi Uğurcan ve Faruk Üstün ihraç istemiyle Disiplin Kurulu’na sevk edildi. Buna rağmen 25 Ekim’de 2.No’lu şube olağanüstü kongreye gitti. 44 Delegenin katılmadığı genel kurula katılımın düşük olması olağanüstü genel kurulu geçersiz kıldı. Tez-koop-İş şubat 2004 tarihinde olağan genel kurula’a gidecek. İtalya’da genel grev
İtalya’da CGIL, CISL ve UIL sendikalarının çağrısıyla, 11 milyona yakın işçi ve emekçi genel greve çıktı. Emekçiler, Silvio Berlusconi liderliğindeki hükümetin sözde “emeklilik reformu”nu protesto etti. Sabah erken saatlerden itibaren, işletmelerde en az dört saatlik iş durdurma ile gerçekleşen genel grevin etkisi, gün boyunca bütün ülkede hissedildi. Başkent Roma, Napoli, Milan gibi büyük kentlerde ise günlük hayat tam anlamıyla felç oldu. Belediye otobüsleri, tramvaylar, taksiler çalışmadı. Kamu daireleri açılmadı. Öğretmenler greve çıkarak, dersleri boykot etti. Aileler de çocuklarını okula göndermedi. Ülkedeki bütün okullar kapalı kaldı. Çeşitli sendikalara üye 11 milyon işçi ve emekçinin katıldığı, halkın çoğunluğu tarafından desteklenen grev çerçevesinde, ulusal havayolu şirketi olan Alitalia’da sefere çıkmadı. Toplam 150 uçuş iptal edildi ve bundan 25 bin yolcu etkilendi. Ülkenin en büyük tekellerinden biri olan Fiat’ta işçiler işbırakarak gösteri ve yürüyüşlere katıldılar. Grev öncesinde Fiat patronlarının işçileri tehdit etmesi sonuç vermedi. İtalya’da geçtiğimiz nisan ayında da ülke çapında milyonlarca emekçinin katıldığı gösteriler yapılmıştı. 2008 yılından itibaren geçerli olmak üzere yapılmak istenen değişikliklere göre, çalışanların emekli olabilmeleri için, emeklilik sigortasına en az 40 yıl prim ödemeleri isteniyor. Bu süre, şu anda 35 yıl. Bu şartı yerine getiremeyen çalışanların emeklilik yaşının, 57’den 65’e çıkarılması planlanıyor. Hükümet bu yolla, emekçinin cebinden 10 milyar Euro gelir elde etmeyi amaçlıyor. Lübnan’da da grev Ülke çapında yapılan genel greve onbinlerce işçi ve emekçi katıldı. Başkent Beyrut’ta toplanan 5000’e yakın Lübnanlı, hükümetin yoksulluk ve sefalet politikalarını protesto etti. Grev ve gösterilerde; kamu emekçilerinin ücretlerinin artırılması ve vergi yükünün emekçilerin sırtına yıkılmasının önlenmesi talep edildi. Genel greve kamu ve özel okullar, Lübnan Üniversitesi ve bazı özel üniversiteler, bankalar, Beyrut limanı işçileri, havaalanları ve pek çok özel sektör işletmesinden işçiler katıldı. Taksi şoförleri ve sosyal güvenlik emekçileri de, genel greve tam destek verdi. Beyrut sokaklarında düzenlenen protesto eylemine; İlerici Sosyalist Parti, Hizbullah, Lübnan Komünist Partisi, Lübnan İşçi Partisi ve Lübnan Demokratik Partisi destek verdi. Açıklama [21]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [22]: <!--[endif]-->
Söyleşi:
Seda Giyim’de işçi kıyımı
Açıklama [23]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [24]: <!--[endif]-->
Mücahit Yılmaz Seda Giyim, Anadolu yakasında Sultançiftliği Taşdelen bölgesinde bulunan bir tekstil fabrikası. Fabrikada gömlek üretimi yapılıyor. Fason üretim yapan fabrika, üretiminin neredeyse tamamını ihraç ediyor. İşlerin genelde yoğun olmasından dolayı, fabrikada üretim neredeyse 24 saat devam ediyor. İşletme; kesim, dikimhane ve depo bölümlerinden oluşuyor. Temizlik, güvenlik gibi işler ise taşeron şirketlerce yapılıyor. Fabrikada yaklaşık 350 işçi çalışıyor. İşyerinde sigorta ve servis var. Çalışanların büyük bir kısmı Sultanbeyli ve civarında oturuyor. Ortalama ücretler 300-350 milyon civarında. İşçiler işyerindeki mesailerle ücretlerini biraz olsun düzeltebiliyorlar. Patron bazen keyfi olarak bu mesaileri ödemiyor. Örneğin Şubat 2000’deki ekonomik krizin ardından patron mesaileri sabah 08:00-20:00 arasına çekti ve fazla mesaileri ödemeyeceğini söyledi. İşçilerden krizi aşmak bahanesi ile fedakarlık isterken, onların nasıl geçindiklerini hiç umursamayan patronun önerisini kabul etmeyen yaklaşık 80 işçinin işine son verildi. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, bu işyerinin en önemli özelliği çalışma saatlerinin çok uzun olması. Öyle ki, özellikle finish bölümü olmak üzere, işçiler haftada iki gün veya üç gün boyunca fabrikadan hiç çıkmadan çalışıyorlar. Bu öldürücü mesailer aslında Seda Giyim çalışanlarının geçimlerini sağlamalarının yegane aracı. Bu nedenle, nefret de etseler, hayatlarını da tüketseler evlerine biraz daha para getirebilmek için bu sefalet koşulları kabul ediyorlar. Seda Giyim işvereni, sözde işçilerden şikayet olduğu için fazla mesaileri geçen ay kaldırdı. Bunun bir yalan olduğu ortada. İşleri azaldığı için mesaileri kesen patron, yaklaşık 50 işçinin de işine son verdi. Mesailerinin kalkması ile geçinemeyeceklerini anlayan birçok işçi de istifa ettiler. Bizler sefalet ücretleriyle yaşarken, her gün çalışarak zenginliklerine zenginlik kattığımız patronlar, en ufak bir krizde veya işlerinin azalması durumunda bizleri kapının önüne koyuyorlar. Kardan pay vermiyorlar, ama zararın hesabını bize kesiyorlar. Seda Giyim patronunun iki yönlü amacı var. Birincisi, işler düştüğü için maliyetlerini düşürmek ve faturayı çalışanlara çıkarmak. İkincisi ise, işletmeyi parça parça alt işverenlere devrederek, hem sigortasız çalışmayı sağlamak hem de iş güvencesini engellemek. Bu yöntemlerle karlarına kar katmak, biz emekçileri daha fazla bölmek ve daha kolay sömürmek istiyorlar. Zaten işçi düşmanı AKP hükümetinin yaptığı yasalar da onların işini kolaylaştırıyor. Mesailerin kalkması nedeniyle Seda Giyim’den ayrılmak zorunda kalan bir işçi ve Enka Tekstil’den bir işçi ile sohbet ettik: İşçi Cephesi: Neden işten ayrıldın? E.: İşten ayrıldım, çünkü mesailerin kesilmesi ile geçinme şansım kalmadı. Daha önceden geçimimi fazla mesailer sayesinde sağlıyordum. Şimdi fazla mesaileri kestiler; çalışsam da aynı, çalışmasam da aynı. Bari çalışmadan aç kalayım, en azından ezilmemiş olurum. 260 milyon lira maaş alıyorum. 2 çocuğum var, ayda 70 milyon lira sadece kira ödüyorum. Bu maaşla yaşamam mümkün değil. Vasıfsız olduğum için çok zor iş bulabiliyorum, bulduklarımda da ücretler çok düşük. Konfeksiyonda çalışmak istemiyorum, bu yaştan sonra ortacı olamam. Makinacı olunca iş bulmak daha kolay, ücretler de daha iyi ama paketlemedeysen veya ortacıysan vasıfsızsın. Sonuçta çalışma koşulların çok daha ağır. H.: Çuval fabrikalarında koşullar daha iyi. Sabah 08:00’den gece 24:00’e kadar çalışıyoruz. 500 milyon lira ücret alıyoruz. Çuvalda sabah 08:00’den akşam 08:00’e çalışıyorlar 500, milyon alıyorlar.
E.: Kurtköy, Pendik, Dudullu, Samandıra, Gebze civarında büyük fabrikalar var, onlara girmek lazım. Fakat oralara girmek içinde torpil lazım. Örneğin bizim fabrikanın yanında Arçelik fabrikası var, koşulları bizden daha iyi. Fakat eğitim istiyorlar. Bizse ilkokulu zor bitirebildik. Okul mu okuduk, inşaatında mı çalıştık,
bilmiyorum. Körpe bir binada okumaya çalıştık, okul hayatımız o binaya tuğla taşımakla geçti. H.: Konfeksiyonda koşullar çok ağır ve sürekli haklarımıza el koyuyorlar. Mesela Enka Teksil’de çalışıyordum. Patronun iki tane büyük atölyesi var, sürekli de iş alıyor. Fakat para ödemeye gelince sürekli geciktiriyor. Yine paralarımızı 15 gün geciktirdi. Bir arkadaşımız askere gidecekti para istedik. Tamam yarın 50 milyon lira vereceğim dedi. Ertesi gün saat 11:00’de odasına gittik, 12:00’de gelin dedi. Tekrar gittik, kaçmış. Muhasebeciyi sıkıştırınca patrona telefon etti. Önce para yok dedi sonra 30 milyon verdi. Biz odadan çıkmadık, patron gelinceye kadar bekledik. Geldiğinde siz hala gitmediniz mi dedi. Bizde 50 milyon sözü verdin, almadan çıkmayız dedik. Paydosta herkesin gözü önünde tartıştığımız için horozlandı ve ben size gebe miyim dedi? Biz bastırdık ve paramızı aldık. İşten çıktığımızı söyledik, bu sefer peşimizden koşup yalakalık yapmaya başladı. Ama biz işi bıraktık ve o da yetiştirmesi gereken işlerin derdine düştü. E.: Tamam haksızlığa karşı mücadele etmek lazım, ama işsiz kalınca kim bizim çocuklarımıza bakacak? Bize mücadelemizde güç verebilecek bir güç var mı? Bence yok. O yüzden mücadele etmek kolay değil. İşçi Cephesi: Elbette mücadele kolay değil. Ama mücadele etmeden patronların hak verdiği görülmüş mü? Onlar hep açlar, hep daha fazlasını istiyorlar. Ama böyle bir güç var mı diye sorarsan, bizce var. Biz bilmesek de patronlar o gücü biliyor ve ondan korkuyorlar. O da işçi sınıfının gücü. Eğer biz çalışmazsak, patronlar nasıl para kazanabilirler? Örneğin, Bolivya’da madenlerin özelleşmesine karşı madencilerin mücadelesi hükümeti devirdi. İşçiler parlamentoyu işgal ettiler, ordu bile müdahale edemedi. Ama 80’e yakın kardeşimiz bu mücadelelerde şehit oldular. Keza 1989 yılında Zonguldak işçileri yürüdüğünde burjuva hükümeti onbinlerce askeri karşısına dikmek zorunda kaldı, hükümeti koruyabilmek için. Bugün de Türkiye’nin birçok fabrikasında işçiler hakları için örgütleniyor ve mücadele ediyorlar. Mesela Colins’de, Eskişehir Şişecam’da, Beykoz Kundura’da, Tüpraş’da, Bakırköy Sümerbank’da vb... Belki bu mücadeleleri birleştiremiyoruz. Ama birgün bu da gerçekleşecek. Yeter ki sabırla örgütlenelim. H.: Daha önce Hasanpaşa’da Asteks Tekstil’de çalışıyordum. Şerefsiz bir patronumuz vardı. Fabrikada yaklaşık 350 işçi çalışıyordu. Harıl harıl iş yetiştirmeye çalışıyorduk. Bağırıp çağırmaya ve bize hakaret etmeye başladı. Bir anda makina bölümü boşaldı. Tüm işçiler alkışlarla bahçeye çıktık. Bu kez patronun oğulları ve yalaka müdürler işi başlatmamız için yalvarmaya başladılar. Patron gelmeden olmaz dedik. Patron geldi özür diledi ve biz de yeniden makinalarımızın başına döndük... İşçi Cephesi: Türkiye ve dünyanın birçok bölgesinde işçiler işten atılmaya ve sefalete itilmeye devam ediliyor. Örneğin dünyanın en büyük firmalarından Sony 20 bin işçiyi işten çıkarma kararı aldı. Bugün Seda Giyim’den 50 işçi, işten atıldı. Seda Giyim ne bir ilktir ne de son olacaktır. Biz örgütsüz olduğumuz sürece sömürülmeye ve patronların işleri bitince kapının önüne konulmaya devam edeceğiz. Örgütlenir ve sömürüye karşı mücadele edersek ancak bunu engelleyebiliriz... Açıklama [25]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [26]: <!--[endif]--> Açıklama [27]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Yök’e ve işgale karşı öğrenciler alanlardaydı
Açıklama [28]: <!--[endif]--> Açıklama [29]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [30]: <!--[endif]-->
Nehir Gülen Her sene olduğu gibi bu 6 Kasım’da da binlerce öğrenci 12 Eylül cuntasının üniversitelerdeki ayağı YÖK’e, onun uzantısı YEK’e ve de işgale karşı Türkiye’nin birçok bölgesinde alanlardaydı. Bu yıl ki eylemlerde Ankara’da çatışmalar, İstanbul da ise hareketin parçalılığı dikkati çekiyordu. YÖK’ün kuruluşunun 22. yılında başta Ankara ve İstanbul olmak üzere birçok ilde eylemler gerçekleşti.
Açıklama [31]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [32]: <!--[endif]-->
“Polis boş durma çay getir” Kortejin başında Koordinasyon’un yeraldığı yaklaşık 1000 kişilik öğrenci grubu saat 11’de Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsun’ndan Kızılay’a doğru yürüyüşe geçtiler. Yürüyüş sırasında Eğitim-Sen de korteje katıldı. Ziya Gökalp Caddesi’nde barikat kuran polis, kortejin geçişine izin vermedi. Bunun üzerine kitle oturma eylemine geçti. Bu sırada kitle polisin tutumunu eleştiren sloganlar atmaya başladı. Bu sloganlardan biri de “Polis Boş Durma Çay Getir” di. Polisin ortamı terörize etmesiyle kortejin önünde olan ve ana kortejle mesafeyi açmış olan grup polisin müdahalesiyle çatışmaya girdi. Taş ve sopalarla polisle çatışmaya giren öğrenciler, yaklaşık 2 saat boyunca polise karşı direndiler. Çatışmalar sırasında 30 öğrenci ve Çevik Kuvvet Şube Müdürü’nün de aralarında yer aldığı on polis yaralandı. Yüzlerce polisin şuursuzca attığı gaz bombalarından öğrenciler zehirlendi. Birçok polis arabasının camları kırıldı. Daha sonra çatışmalar Sıhhıye’ye kadar yayıldı. Kitle tekrar Ziya Gökalp Caddesi’nde toplanmaya başladı ve yeniden çatışma çıktı. Takviye ekiplerin bölgeye gelmesinin ardından polisler “Allah Allah” nidaları ile öğrencilerin üzerine yürüyerek saldırdılar. Bu sırada bir grup sivil de önce alkışlarla öğrencileri protesto ettiler ardından fiili saldırıya geçtiler. Eğitim-Sen üyelerinin müdahalesi ile bu grup durduruldu. Olayların yatışmasından sonra Eğitim-Sen önünde toplanan kamu emekçileri ve öğretmenler, YÖK’ü ve öğrencilere yönelik polis saldırısını protesto ettiler. TMMOB Başkanı Kaya Güvenç, KESK Başkanı Sami Evren, Eğitim-Sen Genel Sekreteri Emirali Şimşek, Öv-Der Başkanı Enver Önder de polis barikatının önüne geldi. Polisin açıklamayı engellemek istemesi gerginlik yarattı. Bu arada öğrenciler Kolej’de buluşarak oturma eylemine başladılar. Kamu emekçileri, açıklamanın ardından CHP’li milletvekilleriyle birlikte oturma eylemine desteğe gittiler. Polisin uzaktan seyrettiği eylem, kitlenin dağılmasıyla sona erdi. İstanbul’da 6 ayrı eylem Öğrenci hareketindeki dağınıklık ve bir de buna eşlik eden politik gruplar ve partiler arası rekabet nedeniyle böylesi bir tarihsel mücadele günü İstanbul’da soluk geçti. İstanbul’da biri Taksim Meydanı’nda, 5’i polisin ablukaya aldığı Beyazıt Meydanı’nda olmak üzere 6 ayrı eylem gerçekleşti. Koordinasyon kendine eylem alanı olarak Ankara’yı seçmişti; bazı gruplarda tüm güçleriyle Ankaraya gittiler. Bir grup öğrenci de Taksim’de basın açıklaması yaptı. ÖDP İstanbul Üniversitesi içinde kalmayı tercih etti. Meydan’da ilk YÖK protestosunu TKP’li öğrenciler yaptı. Daha sonra Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları Derneği üyesi bir grup sloganlarla YÖK'ü protesto etti. DEHAP İstanbul Gençlik Kolları üyeleri, Özgür Gençlik ve DÖB de Laleli'de toplandılar. Buradan yürüyüşe geçtiler. Beyazıt Meydanı’nda üniversiteden çıkanlarla yaklaşık 1500 kişilik bir kitle toplandı. Bunlara Laleli’den gelen kitle de katıldı. İşçi Cephesi, Marksist Tutum, İşçi Mücadelesi, ESP, Öğrenci Konseyleri, Alınteri, 68’liler Vakfı ve diğer gruplar “İşgali değil, direnişi destekle” pankartının arkasından Meydan’a girdi. Grupların pankart açmama kararı olmasına rağmen birçok grup dövizlerle ortak kararı çiğnemekten geri durmadı. Biz, İşçi Cephesi okurları da alana İstanbul Üniversitesi içinden girdik. Ana taleplerimiz; YÖK’ün tüm sonuçlarıyla birlikte lağvedilmesi, YEK tasarısının geri çekilmesiydi. Eğitim-Sen Genel Başkanı Alaaddin Dinçer’de İstanbul Üniversitesi önünde basın açıklaması yaptı. Günün son eylemini ise Emek Gençliği, Ekim Gençliği, Kaldıraç okuru öğrenciler yaptı. Öğrencileri saldırılara karşı birleştirecek, ortak taleplerle harekete geçirecek bir eylem birliği olmadan öğrencilerin mücadelesinin başarılı olması mümkün değildir. İstanbul’da gerçekleşen eylemlerdeki dağınıklık öğrenci hareketinin gücünü zayıflatmakta hatta demoralize etmektedir. Bu durumun tersine çevirilmesi acil bir görev olarak önümüzde durmaktadır. Diğer illerde de birçok eylem geçekleşti Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi’nde gerçekleştirilen YÖK protestosunda özel güvenlik görevlileri öğrencilere silah çekti. Üniversite idaresinin dış kapıları kapatması üzerine dışarda kalan öğrenciler ile içerde kalan öğrenciler sloganlarla kapıları kırarak buluştular. “Kahrolsun YÖK” sloganlarıyla içeriye giren öğrencilere silah çeken görevliler, havaya ateş açtı. Ateşe sloganlarla karşılık veren öğrenciler, basın açıklaması yaptı. Çukurova Üniversitesi Adana Kampüsü’nde gerçekleşen 6 Kasım eyleminde, YÖK ve YEK protestosunun yanısıra, Rektör Yalçın Kekeç’in istifası talebi ön plana çıktı. Eyleme yaklaşık 1000 öğrenci katıldı. Öğrenciler, saat 12.15’te Fen Edebiyat Fakültesi önünde toplanarak, baskıları protesto ettiler. Kütüphane ve Atatürk Anıt Parkı önünden geçerek Rektörlük’e yürüdüler. Tunceli’de YÖK’e karşı basın açıklaması yapmak isteyen öğrencilere polislerin saldırması sonucu birçok kişi yaralandı ve gözaltına alındı. Tunceli’de Tunceli Gençlik Komisyonu’nun çağrısı ile Yeraltı Çarşısı’nın üstünde yaklaşık 1000 öğrenci bir araya gelerek YÖK’e karşı basın açıklaması yapmak istedi. Sık sık “YÖK’e
hayır” sloganlarını atan öğrencilere polis saldırdı. Coplu saldırı sonucu birçok kişi feci şekilde dövüldü. Dicle Üniversitesi (DÜ) öğrencileri 750 kişinin katılımıyla Fen Edebiyat Fakültesi önünde yaptıkları basın açıklamasıyla YÖK’ü protesto etti. DÜ Öğrenci Derneği’nin yanısıra Eğitim-Sen ve SES Diyarbakır Şubeleri de destek verdiler. İzmir’deki YÖK karşıtı eylem, 13.00’de Konak Meydanı’nda yapıldı. Eyleme KESK’e bağlı sendikalar ve siyasi partiler de destek verdi. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi önünde toplanan yaklaşık 500 öğrenci de, kampüs içindeki fakülteleri gezip, hazırlık sınıfları önünde açıklama yaptılar. Mersin Üniversitesi’nde, “YEK’e, YÖK’e ve işgale hayır” sloganıyla 12.00’de Fen Edebiyat Fakültesi önünde yaklaşık 150 öğrenci toplandı. Antalya Akdeniz Üniversitesi Kampüsü’nde yer alan merkezi derslikler önünde toplanan 200 öğrenci de YÖK’ü ve YEK’i protesto ettiler. Muğla Üniversitesi’nde, rektörlük tarafından üniversitenin dört bir yanına, eyleme katılacaklar hakkında soruşturma başlatılacağı yönünde yazılar asılmasına rağmen, Öğrenci Sarayı Yemekhanesi’nde bir araya gelen 120 öğrenci YÖK’ü protesto etti. Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi’nde yapılan YÖK karşıtı eyleme 100’e yakın öğrenci katıldı. Kocaeli’de Belediye İşhanı önünde toplanan öğrenciler, “Yaşasın parasız, bilimsel, demokratik, anadilde eğitim” pankartı açarak Merkez Kampüs’e yürüdü. Harran Üniversitesi ögrencilerinden oluşan yaklaşık 150 kişi basın açıklaması yaptılar. Açıklamanın ardından öğrenciler, şehir merkezinde kısa bir yürüyüş eylemi gerçekleştirdiler.
Edirne’de öğrenciler ve eğitimciler Ayşekadın Kampüsü önünde yaptıkları eylemle YÖK’ü protesto ettiler. Çanakkale’de 18 Mart Üniversitesi Anafartalar Kampüsü’nde de eylem yapıldı.
Bursa Uludağ Üniversitesi’nde üniversite kütüphanesi önünde toplanan öğrenciler, sendikacılar ve siyasi parti üyeleri Mediko Sosyal binasına yürüdüler. Samsun’da Kurupelit Kampüsü Eğitim Fakültesi önünde toplanan öğrenciler, polis tarafından engellenince toplu olarak Fen-Edebiyat Fakültesi önüne geldiler. Van’da Yüzüncü Yıl Üniversitesi öğrencileri öğle saatlerinde 500 öğrencinin katıldığı bir basın açıklaması ile YÖK’ü protesto ettiler. Van’da bir diğer protesto da lise ve dershane öğrencileri tarafından gerçekleştirildi. Elazığ’da yaklaşık 100 kişi, Postane Meydanı’nda basın açıklaması yaptılar. Sivas’ta ise “Ne AKP, Ne YÖK, Üniversiteler bizimle özgürleşecek” pankartı arkasında toplanan yaklaşık 200 öğrenci bir basın açıklaması gerçekleştirdi.
Adıyaman’da 70 kadar lise üniversite ve dershane öğrencisi YÖK’ü protesto etti. Antep’te yapılan basın açıklamasında YÖK ve AKP politikaları protesto edildi. Antep Üniversitesi içindeki eyleme ise polis müdahale etti. Buna rağmen öğrenciler rektörlüğe kadar yürüdüler. Malatya’da İnönü Üniversitesi öğrencileri Üniversite duraklarında basın açıklaması yaptılar.
Açıklama [33]: <!--[if !supportLineBreakNewLine]--> Açıklama [34]: <!--[endif]--> Açıklama [35]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [36]: <!--[endif]--> Açıklama [37]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [38]: <!--[endif]-->
Uluslararası İşçi Birliği – Dördüncü Enternasyonal (LIT–CI) Bildirisi Açıklama [39]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Bolivyalı emekçilerin emperyalizme ve onun katil ajanlarına karşı mücadelesini sonunda kadar destekliyoruz !
Açıklama [40]: <!--[endif]-->
Açıklama [41]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Bolivya işçi sınıfı ve halkı bir kez daha Latin Amerikalı kardeşlerine izlenmesi gereken yolu gösteriyor. Bolivyalı işçilerin ve köylülerin, emperyalizmin iki yüzlü ajanı olan Goni Lozada hükümetinin ülkenin gaz zenginliğini Amerikan şirketlerine yok pahasına peşkeş çekmesini önleyebilmek için verdikleri kahramanca mücadele bir ayaklanmaya dönüşmüştür. Bolivya'nın gaz zenginliği, dünyanın en büyük ikinci yatağını oluşturmaktadır. Zaten bu güne değin ülkeyi soyup soğana çevirmiş olan emperyalist yağmacılar ve onun, bir süreden beri ülkeye neo–liberalizmi dayatmaya çalışan yerli işbirlikçileri, yağmalarını hiç tepki görmeksizin tamamlayabileceklerini sanıyorlardı. Ama Bolivya işçi sınıfı ve halkı, artık sabrını yitirmiş ve "gringo"ya karşı mücadele için sokaklara dökülmüştür. Önce Altiplano köylüleri bölgenin yollarını kesmiş ve Warisita'daki hükümet birliklerinin baskısıyla karşılaşmışlar, burada en az 5 şehit vermişlerdir. 29 Eylül'den itibaren de Bolivya İşçi Merkezi (COB – Central Obrera Boliviana) sendika konfederasyonuna bağlı işçiler genel greve çıkarak yolları kesmeye başladılar. Hedefleri, ülkenin gaz zenginliğini korumanın yanı sıra emperyalizmin kuklası hükümeti devirmekti. Genel grev, Altiplano'yu tümüle paralize etti, ardından hızla yaygınlaşarak başkent La Paz'ı kuşattı. Bu gerçek ulusal ayaklanmaya Goni, MNR (Movimiento Nacional Revolucionario – Ulusal Devrimci Hareket), MIR (Movimiento Izquierda Revolucionario – Devrimci Sol Hareket), vb koalisyon rejiminin yanıtı, El Alto bölgesinde ve La Paz'ı çevreleyen karayollarında baskı seferberliğine girişerek sivil halkın üzerine kurşun sıkmak, 5 yaşındaki çocuklar dahil 50'nin üzerinde insan öldürmek ve yüzlerce insanı yaralamak oldu. Ayaklanmaya başka kesimler de katılmaktadır: ulaşım işçileri, öğretmenler, başta Cochabamba ve Oruro olmak üzere diğer bölge köylüleri. Bütün bu katılımlar sonucunda hükümet daha da yalnız kalmakta ve yaptığı tek şey "demokrasiyi korumak" adına baskıları yoğunlaştırmak olmaktadır. Geminin batmakta olduğunu gören bazı Bolivyalı burjuva kesimler ve Latin Amerika hükümetleri, "diyalogun yeniden başlatılması"ndan söz etmeye ve demokrasinin korunması adına bir toplumsal uzlaşmaya varılmasından dem vurmaya koyulmuşlardır. Hatta, bir tür "anayasa reformu" ya da Kurucu Meclis aracılığıyla "Bolivya'nın yeniden kurulması"nı gündeme getirenler de bulunmaktadır. Ne yazık ki, Bolivya solu içinde de, Goni'nin iktidardan indirilmesi ya da kendi isteğiyle istifa etmesi karşılığında, sömürge demokrasisi rejimini kurtarmaya yönelik bu tip önerilere yatkınlık duyanlar bulunmaktadır. Birincisi, işçilerin ve halkın mücadelesi Goni hükümeti devrilene kadar desteklenmelidir. İkincisi, arabulucuklara ve oligarşının farklı kesimleri arasındakı pazarlıkların sonunda, başkan yardımcısı Mesa tipinde yeni bir Gori aramaya hiç gerek bulunmamaktadır. Bu kahramanca mücadelenin, burjuva anayasası çerçevesinde bir sona ulaşıp, tıpkı Arjantin'de ve Ekvator'da olduğu gibi, gene IMF ve emperyalizmin planlarının uygulanmaya devam edilmesiyle sonuçlanması kabul edilemez.
Bir işçi hükümeti için… Açlığın, ülkenin satılmasının ve yeniden sömürgeleştirilmesinin önüne geçilebilmesinin yegane yolu bir işçi ve köylü hükümetinin kurulmasıdır. COB'u, köylü ve halk örgütlerini bir araya getirerek Bolivya halkının büyük çoğunluğuna dayalı, yalnızca gaz ve diğer doğal zenginlikleri korumakla kalmayıp aynı zamanda emperyalizmi ülkeden kovacak bir hükümet kurulmalıdır. Bu hükümet, COB tarafından, ve Tarım İşçileri Tek Sendika Konfederasyonu (CSTUCB) ile Evo Morales önderliğindeki MAS (Movimiento al Socialismo – Sosyalizme Doğru Hareket), Felipe Quispe (Malku) önderliğindeki MIP gibi politik güçlerin katılımıyla kurulmalı; gaz ve diğer doğal zenginliklerin korunması,
Açıklama [42]: <!--[endif]-->
bunların Bolivya işçi sınıfının ve halkının çıkarları amacıyla kullanılması, dış borcun ödenmemesi ve ALCA ile IMF'ten çıkılması bayrak edinilmelidir. COB'a genel greve ve ayaklanmaya tam destek. Gaz, emperyalist çok uluslu şirketlerin, değil Bolivya halkınındır! Goni ve IMF, defolun! Emperyalizmin ajanı bu katil hükümet ile diplomatik ilişkiler kesilmelidir! Oligarşiyle anlaşmaya, uzlaşmaya hayır! Solares'li, Evo Morales'li ve Malku'lu bir COB iktidarı için ileri! Bugün Bolivya'da olup bitenler, tüm Latin Amerika işçilerini ve halklarını yakından ilgilendirmektedir. Tıpkı 1952'deki büyük Bolivya devriminin Latin Amerika'da proleter devrimci bir sürecin olabilirliğini kanıtlamış olması gibi, bugün de genel grev ve ayaklanma Kuzeyli efendisine uşaklığıyla ünlü hükümeti sarsmaktadır. Bolivyalı işçilerin zaferi tüm Latin Amerika için işbirlikçi hükümetlere ve Amerikan emperyalizmine karşı büyük bir zafer anlamına gelecektir. Bu, ALCA'ya, IMF'ye, halkları ezen kukla hükümetlere karşı ve emperyalizm karşısında ulusal bağımsızlığın korunması yolunda bir zafer olacaktır. Bu mücadeleyi dayanışmayla sarmalamalı ve, tüm işçi ve halk örgütleri olarak Bolivyalı emekçilerin mücadelesini desteklemeli, hükümetleri katil Goni hükümetiyle ilişkileri koparmaya zorlamalıyız. 15 Ekim 2003 Açıklama [43]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [44]: <!--[endif]-->
Bolivya’yı sarsan ayaklanma
Açıklama [45]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [46]: <!--[endif]--> Açıklama [47]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Murat Yakın Emperyalizmin uzun bir dönemden beri Latin Amerika’da olanca azgınlığıyla uyguladığı Askeri ve neo- liberal ekonomik saldırı politikası, artık Latin Amerika emekçileri ile emperyalizm arasında açık ve belirleyici bir mücadeleye dönüşmüş durumda. İMF aracılığı ile son 20 yıl boyunca uygulanan neo- liberal politikalar, kıtanın devasa ekonomik güçleri olan Arjantin ve Brezilya’da engellenemez bir ekonomik çöküntü ve sefaleti doğurmuşken, emperyalizmin ekonomik kaynaklar üzerinde doğrudan bir kontrol sağlama amacıyla Kolombiya, Peru, Paraguay ve son olarakta Bolivya gibi ülkelerde en gerici hükümetlere ve rejimlere açık politik desteği, kıta emekçilerinin artık kendilerini sakınmaksızın doğrudan emperyalizm ile boy ölçüştükleri kitle seferberliklerine yol açıyor. Bu açık gerçeğin son örneği, geçtiğimiz ay Bolivya’da muazzam işçi seferberlikleriyle yaşanan ve 150’den fazla devrimci işçinin katledildiği işçi ve halk ayaklanması oldu. Kriz ayaklanmaya dönüşüyor Bolivya’da gerçek bir işçi ve halk ayaklanmasına dönüşen son gelişmeler ülkede siyasi, askeri ve ekonomik kurumların tümünü kapsayan derin bir krizin de en açık göstergesi oldu. Önceki seçimlerin galibi olan (oyların % 22.5 ile) ve halk arasında “el Gringo“ olarak tanınan Sanchez de Lozada’nın bütün bu dönem boyunca izlediği politikanın temeli ABD hakimiyetindeki çokuluslu bankaların ülkeye dayatttığı neo-liberal politikalar oldu. Lozada, ABD’de eğitim görmüş, dahası bir çok Bolivya ve Şili şirketinde hissesi bulunan bir “başkan“ sıfatıyla ülkenin petrol ve doğal gaz kaynakları üzerinde kesin bir denetim kurmak isteyen Bush yönetiminin sadık bir uygulayıcısıydı. 2000 yılının Nisan ayında hükümetin yürürlüğe koymak istediği Bolivya su kaynaklarının özelleştirilerek merkezi San Fransisco’da bulunan Bechtel şirketine peşkeş çekilmesi girişimi, yine Bolivya emekçilerinin kararlı mücadelesi ve seferberlikleri nedeniyle bozguna uğratılmış ve bu
Açıklama [48]: <!--[endif]-->
adım Bolivya ve bir bütün olarak Latin Amerika emekçileri için muazzam bir mevzi anlamına gelmişti. Bolivya’yı sarsan üç hafta Ülkedeki Lozada hükümeti ve emperyalizmin kuklası durumundaki gerici rejimi kitlelerle karşı karşıya getiren sürecin fitili, aslında 20 Eylül’de Lozada’nın Ulusal Endüstri ve temel hizmetleri özelleştirmeyi öngören ekonomi paketini açıklamasıyla ateş almıştı. Bu paketin en can alıcı bölümü Şili’nin kuzeyindeki Patillos limanı üzerinden, ABD ve Meksika’ya büyük miktarda Bolivya doğalgazının yok pahasına ihraç edilmesiydi. Söz konusu projeyi İspanyol Repsol, Pan Amerikan Gaz ve British petrolün (BP) yan kuruluşu olan British Gaz’ın dahil olduğu Pasific LNG Konsorsiyumu organize etmekteydi. Yoksul Bolivya halkı açısından hiç bir anlam ifade etmeyen bu talan girişiminden LNG Konsorsiyumu’nun kar hedefi ise yıllık yaklaşık 1.3 Milyar dolardı. Dünyanın en büyük ikinci doğal gaz yataklarına sahip Bolivya’da Lozada’nın sessizce yürütmeye çalıştığı bu talan operasyonu önce başkent La Paz’dan başlayarak ülkenin tüm bölgelerini saran bir işçi ve halk ayaklanması ile yanıtlandı. Ülkenin en büyük işçi sendikası olan COB’un (Bolivya işçi merkezi) çağrısıyla işçi sınıfı üretimi durdurarak ayaklanmanın önderliğini üstlendi. Ardından Cochabamba ve Oruro’da olduğu gibi yoksul köylüler ulaşımı keserek ayaklanmanın etkisini genişlettiler. Lozada hükümetinin başkentte ve kırsal alandaki ayaklanmaya 150’den fazla devrimci işçinin ölümüyle sonuçlanan bir kitle katliamı ile yanıt vermesi bu devrimci yükselişin artık denetlenemez bir aşamaya eriştiğinin açık göstergesiydi. COB’un genel grev çağrısı ve ülke geneline yayılan eylemlilik dalgası ise Lozada açısından sonun başlangıcı oldu. 17 Kasım cuma günü yerel saatle 17:00'de, Bolivya'nın işbirlikçi ve katil devlet başkanı "Goni", Gonzalo Sánchez de Lozada, başkent La Paz'ı saran gösteriler karşısında daha fazla dayanamayarak istifa etti. İstifa mektubunu Ulusal Yasama Meclisi'ne gönderen Goni, başkanlık sarayı bahçesindeki bir helikopterle bilinmeyen bir yöne hareket etti. Bolivya kaynakları, eski başkanın Arjantin, Peru ya da ABD'nin California eyaletine kaçmış olabileceğini belirtmekteler.
Emperyalizm Lozada’ya arka çıkıyor Lozada’nın sömürü ve talan politikaları karşısında patlak veren devrimci seferberlikler ülkedeki rejimi felç eden bir karaktere büründü. Üç hafta boyunca süren ve rejim temsilcilerinin kitlelerden tecrit olmasını sağlayan bu işçi ve halk ayaklanmasına Lozada’nın yanıtı acımasız bir terör ve katliam girişimiydi. Ülkede 1985 yılından beri süre gelen bir şiddet geleneğinin açık örneği olan bu politika geride kanlı bir bilanço bıraktı. 150’den fazla devrimcinin can verdiği olaylar karşısında Katolik kilisesi ve İnsan hakları örgütleri bile durumu “kitle katliamı“ olarak niteleyerek uluslararası yardım çağrısında bulundu. Emperyalizmin gelişmeler karşısındaki tavrı ise, Lozada’nın katliamcı ve meşruluğu tartışılır hale gelmiş yönetimine arka çıkmak oldu. Bush yönetiminin ulusal güvenlik danışmanı Condoleezza Rice, "Bolivya'daki anayasal hükümeti desteklemek zorundayız" diyerek, Bolivya'nın baskıcı devlet başkanına açık bir destek sundu. ABD Dışişleri Bakanlığı’da "demokratik araçlarla ortaya çıkan bu rejimi destekleyeceklerini" söyleyerek Sanchez de Lozada'nın sadakatini ödüllendirdi. İlginç olan şu ki, aynı ABD yönetimi daha 6 ay kadar önce Venezuellanın yine “demokratik yollardan“ seçilmiş devlet başkanı Hugo Chavez’e karşı, ülkedeki emperyalizm yanlısı sermaye gruplarınca girişilen ve halk kitlelerince püskürtülen bir darbeye açık destek sunmakta tereddüt göstermemişti.
Yol ayrımı Yaklaşık bir aylık bir mücadele sürecini kapsayan ve COB’un genel grev çağrısıyla gerçek bir işçi ve halk ayaklanmasına dönüşen gelişmeler, Lozada’nın ülkeden kaçışına ve baskıcı Bolivya rejiminin kitleler nezdinde temellerinden sarsılmasına yol açtı. Kuşkusuz bu yeni dönem emperyalizmin kıta üzerindeki sömürgeleştirme mücadelesinde ağır bir darbe anlamına geldiği gibi, ilerlemekte olan Latin Amerika devrimci süreci açısından da muazzam bir adım. Ne var ki Bolivya devriminin zaafları onu bir işçi ve halk hükümeti ile emperyalizmden kopmak ya da emperyalist “demokratik“ ilüzyonların etkisi altında bir kez daha emperyalizme teslim olmak gibi bir yol ayrımına taşımış durumda. Nitekim, yaklaşık bir aydan beri sürmekte olan ve sonunda bir genel grevle ayaklanmaya dönüşen gösterilerin ve köylü hareketinin önderlerinden, milletvekili Evo Morales (Sosyalizme Doğru Hareket [MAS] lideri), burjuva rejimi çerçevesinde bir çözüme yatkın görünmekte. Morales, "halkın beklentilerine yanıt vermesi, Anayasa değişiklikleri gerçekleştirmesi ve pazar ekonomisi modelini değiştirmesi" koşullarıyla, eski devlet başkanı yardımcısı Mesa'nın başkanlığa getirilmesini destekleyebileceğini belirtti.
Bolivya İşçi Merkezi (COB) yönetimi ise genişletilmiş bir toplantı yaparak, 150 kişinin katledilmesine neden olan Goni'nin mutlaka cezalandırılmasını istedi. COB, "kahraman şehitlerimizin kanı pazarlık konusu değildir, ulusal halk seferberliğinin bu şehitlerine ihanet edemeyiz" diyerek, halkın taleplerini belirten bir talepler listesi yayımladı. Taleplerin başlıcaları
şunlar: – Hidrokarbon yatakları yasasının değiştirilmesi; ülke gazının yurt içinde işlenmesi ve ülke çıkarları doğrultusunda kullanılması yönünde yeni bir yasanın hazırlanması;
– Toprağı ticarileştiren yasaların iptal edilmesi; toprağın toplumsal mülkiyet ve köken temellerine dayalı olarak tekrar dağıtılması;
– Bolivyalı işçilerin toplumsal haklarının yeniden tesisi ve serbest sözleşme uygulamasının derhal iptali; – Serbest ticaretin retedilerek ALCA gibi kuruluşlardan çıkılması ve ulusal üretimin canlandırılması; Halkın katledilmesine onay veren Yurttaş Güvenliği yasasının iptali ve Ekim katillerinin yargılanarak cezalandırılması. Ne var ki, bu taleplerin dile getirilmesine karşın şu ana dek ne COB ne de MAS söz konusu taleplerin arkasında durmuş değiller. Her iki örgütte yükselmiş olan seferberliklere son verip, kitleleri sokaktan çektiler. Bu sayede, daha once Lozada’nın başkan yardımcılığı görevini yüklenmiş olan Mesa şu an “Anayasal yoldan“ Bolivya devlet başkanlığı koltuğuna oturmuş durumda.
Bolivya’da bir işçi ve halk hükümeti için Ayaklanmanın başından itibaren seferberliklerin başını çeken ve bu seferberlikler sırasında başta başkent La Paz ve Cochabamba da çok sayıda militanı yaralanan Uluslararası İşçi Birliği Dördüncü Enternasyonal (LİTCİ) Bolivya seksiyonu olan MST (Sosyalist İşçi Hareketi) ise genel olarak halk hareketinin, özel olarak da COB'un dile getirdiği taleplerin ancak COB'un başını çektiği ve CSTUCB (Tarım işçileri konfederasyonu) ile MAS gibi örgütlerin katılımıyla kurulabilecek bir işçi–halk hükümeti tarafından gerçekleştirilebileceğini, mevcut sömürge demokrasisi rejimi içinde aranacak çözümlerin ülkeyi yeniden emperyalizmin kucağına iteceğini savunuyor.