Blok ve Çatı Partisi üzerine
Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 31 • Temmuz - Ağustos 2011 • Fiyatı: 2 TL
Başlangıcından itibaren ilerilikleri ve zayıflıkları olan Blok’un kalıcılaşması, birlikteliğe zayıflıkların egemen olmasına mı, yoksa ileriliklerinin kalıcılaş8 masına mı sebep olacaktır?
»
Foto: Meridith Kohut, Plight of the Warao
Yaptılar, yapıyorlar...
61. Hükümet Programı da ekmeğimizden ve özgürlüğümüzden alıyor Yaptıklarını yapacaklarına teminat gösteren Başbakan Erdoğan, 61. Hükümet Programı’nı da “yaptık, yapıyoruz, yapacağız” sözleriyle geçtiğimiz günlerde ilan etti. Bu ilanın hemen ardından emekçilerin elinde kalan son kazanımlardan biri olan kıdem tazminatının fona dönüştürülmek üzere kaldırılacağı gündemimize yerleşti. Başbakan doğruyu söylemişti, yaptıkları yapacaklarının garantisiydi. Üstelik de bu ustalık döneminde... O zaman bizi bekleyenleri anlayabilmek için şöyle çok uzakta kalmamış geçmişe bir göz atmalı. 58. 59. ve 60. Erdoğan hükümetlerinin ana vurgusu hep ekonomik istikrar, toplumsal uzlaşma ve demokrasi oldu. Emekçiler ve Kürt Halkı içinse bunun karşılığı yoksullaşma, güvencesizleşme, baskı ve muhatapsızlaştırılmaydı… Bugün, 2023 vizyonlu programın ana vurgusu yeniden ekonomik istikrar, toplumsal uzlaşma ve ileri demokrasi, o zaman hükümetin ilk icraatlarından birinin işçi haklarına saldırı ve terörle mücadele kapsamında olması da şaşırtıcı olmuyor elbette. Nitekim hükümetin lügatinde ekonomik istikrarın anlamı, “işçinin elinden patronun cebine” iken; ileri demokrasi de güçlü güvenlik sistemi ve tam asayiş olarak yer etmiş durumda. Üstelik, daha öncekilere olduğu gibi bu programa da üç stratejik mesele kaynaklık ediyor: Avrupa Birliği’ne tam entegrasyon, ABD
ile stratejik ortaklığın geliştirilmesi ve Ortadoğu’da etkin bir Türkiye. Ve dikkatimizden kaçmaması gereken, Türkiye’nin yeni dönemde bu üçayaklı stratejisini Avrupa’yı sarsan krizin ve Ortadoğu’daki devrimci sürecin ortasında gerçekleştirmek zorunda olacak olması. Türkiye’nin ikisinden de etkilenmediğini ve etkilenmeyeceğini iddia eden Başbakan’ın “Bu sefer teğet bile geçmeyecek” açıklamasının ardından dile getirdiği “israf ” “önlem” gibi sözcükleri göz ardı etmezsek, yeni dönemde de tedbir paketlerinin biz işçi ve emekçilere çıkarılacağını anlamak zor değil. Zaten açık açık ne diyor Başbakan Erdoğan: Geçmiş dönemi sorunsuz atlattık, çünkü kamu harcamalarımızı kıstık… Yani, eğitimi, sağlığı, belediye hizmetlerini teker teker hepsini özelleştirdik ve özelleştirmeye devam edeceğiz, diyor...
Yeni Hükümet Programı’nın değinir gibi yapıp etrafından dolaştığı bir diğer konu da sosyal politikalar konusu… Sosyal politika anlayışı aileyi özne alır, “aile için aileye yardım” mantığına dayanırsa ne olur? Kadın ve çocuk mağdur olmaya devam eder. Kadın cinayetlerinin ve kadına yönelik şiddetin bu denli arttığı bir dönemde böylesine bir anlayış elbette soruna çözüm getirmekten uzak kalacaktır.
Program hakkında daha çok fazlası söylenebilir, ama bu kadarı bile AKP’nin yol haritasını göstermeye yetmez mi? Sermayenin hizmetinde, emekçi kesimlere ve ezilenlere -ölümü gösterip sıtmaya razı eden bir anlayışla- yalnızca büyük bir girdap vaat ediyor, bu program. Açıkça meydan okuyor; yaptık, yapıyoruz ve yapacağız, diyor. Peki, ya bizler? Emekçi kesimler, ezilenler, onurlu bir Bu kadarla da kalmıyor, yere iş ve onurlu bir yaşam talebiyle göğe sığdıramadığı İstihdam programlarını örenler ne yapıyor Paketlerini ileriki dönemde de ve ne yapacak? Yeni bir anayasa önümüze çıkaracağını söylüyor. mı? Yoksa, emekçiden yana, Hatırlarsanız, bu paketler işverene özgürlükçü, eşitlikçi bir anayasa prim indirimi teşvikleri uygular- mı? İş mi? Yoksa, güvenceli bir ken, işçiler için esnek, taşeron ve iş mi? Özgürlük için güvenlik mi? kuralsız çalışmayı yeni bir model Yoksa, özgürlük için demokrasi olarak sunan, güvencesiz, düşük mi? Bedel ödeyen işçi sınıfı mı? ücretli, sözleşmeli ve kısmi süreli Hakkını savunan işçi sınıfı mı?.. çalışmanın yolunu açan düzenYarını belirleyecek, bunlara verilemeler içeriyordu. Bunlar göz len cevaplar olacak. İşçi sınıfı önönünde tutulduğunda emekçiler cülüğünde ezilen tüm kesimlerin için “onurlu bir yaşam, onurlu bir seferberliği bu cevaplar etrafında iş” talebinin güncelliğini ve acili- örülecek birlik ve mücadeleden yetini korumaya devam edeceği geçecek. açık.
İşçi Cephesi, 27 Temmuz 2011
»4 “Hasta Adam” Avrupa
»6 Kıdem tazminatı kalkıyor
» 10 Silvan:
Acıların son bulması için...
» 15 Mısır’da “ikinci devrim” sesleri
2 » 2
İLAN TAHTASI
İLAN TAHTASI
İşçi Cephesi pikniğinin ardından İC - Haber, 25 Temmuz 2011
Geleneksel olarak her yıl gerçekleştirdiğimiz pikniğimiz için Temmuz ayının ilk hafta sonu bir araya geldik. Gün boyunca devam eden pikniğimizde bizleri yalnız bırakmayan sınıf kardeşlerimizle, ailelerimizle ve dostlarımızla hem eğlendik hem de birliğimizi güçlendirmek için sohbetler ettik, dertlerimizi dinledik.
UPS işçilerinin, çoğunluğu sağlayarak sendikayı işyerine soktuğu iyi haberi ile başladı. Takiben PTT direnişçisi Cafer arkadaşımızın direnişinden çıkardığı dersleri içeren konuşması da pek çok işçi arkadaşımız için moral kaynağı oldu.
Partisi’nden katılan yoldaşımızın İran’da yakın zamanda gerçekleşen seferberliği değerlendirerek, “Kalıcı dönüşümler bir mahşer kalabalığı ile olmuyor. İşte bu yüzden bir partiye ihtiyacımız var” vurgusu ile görüşlerini paylaştı.
Ardından başlayan serbest kürsü direnişlerini zaferle sonuçlandıran
Pikniğimize İspanya’dan ve Fransa’dan katılan genç yoldaşlarımız ülkelerindeki durumu aktarıp ve enternasyonalist birliğin önemini vurgulayan konuşmalar yaptılar. Serbest kürsüde söz alan onca işçi ve öğrenci yoldaşın yanı sıra, pikniğimize İran Komünist İşçi
Serbest kürsünün ardından, önceki pikniklerimizde de olduğu gibi Doğan Güneş müzik grubuyla beraber halaylar çektik, türküler söyledik. Müziğin ardından, oyunlar ve bilgi yarışması vardı. Grup oyunları bizi zorlasa da, beraber adım atmadan ya da zor anlarda tek bir vücutmuş gibi hareket etmeden kazanılamayacağının küçük bir provasıydı.
SAYI: 31 • TEM-AĞU 2011 Aylık Siyasi İşçi Gazetesi (Aylık Yerel Süreli Yayın) Sahibi ve yazı işleri müdürü Atakan Çiftçi (Enternasyonal Yayıncılık) Yönetim yeri Şehit Muhtar Mah. Süslü Saksı Sok. No: 19/6 Beyoğlu - İstanbul 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 25 TL • Yurtdışı: 25 € Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com Baskı Estet Ajans Matbaacılık Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul Fiyatı: 2 TL
Öğle yemeğinin ardından, her yıl olduğu gibi bizi yalnız bırakmayan dostlarımız Ayavala sahneye çıktı. İşçi ve öğrenci arkadaşlarımızdan oluşan tiyatromuz, seçimlerle ilgili bir oyun sahneye koydu ve beğeniyle izlendi. Yoldaşlarımızın yoğun emekleri ile hazırlanmış olan ve foruma temel sağlayan tiyatronun hemen ardından, forumumuz başladı.
Pikniğimizin bu yılki teması geçtiğimiz seçim süreciydi. Seçim sürecinde yaşananlar, seçimden beklentilerimiz ve bunların ne kadarının gerçekleşebildiği, hem sohbetlerimizde hem de işçi ve öğrenci arkadaşlarımız tarafından ortak kürsüde dile getirildi. Sabahın erken saatlerinde İstanbul’un çeşitli semtlerinden kalkan otobüslerimiz, piknik alanına geldiğinde çaylarımız sofraya konulmaya başlamıştı bile. Kahvaltıdan sonra, İşçi Cephesi adına bir yoldaşımız seçimlerin ardından işçerisinde bulunduğumuz durum özetleyen ve birlikteliğimizin önemini vurgulayan bir konuşma yaptı.
etkilese de, piknik sürecinde birlikte hareket etmek ve sorunlara ortaklaşa çözüm bulmak bizim için önemli bir deneyim oldu.
Görüş, öneri, katkı ve mektuplarınızı bekliyoruz... iscicephesi@gmail.com
Öğle yemeğimizi gelenekselleşmiş bir biçimde ortak sofrada yedik. Bu sene piknik yaptığımız sırada, çeşitli kurum ve derneklerinde pikniklerinin olması ve alanın ortak kullanımından kaynaklanan sorunlar bizi
Forumumuzda bir yoldaş, içinden geçtiğimiz dönemin sıkıntılarını sayısal veriler eşliğinde yaptı. Geçtiğimiz bir yıl içerisinde yaşanmış olan direnişlerin her birini tek tek saydı, hatırlattı. Artan yoksulluğa karşı dolar milyarderlerinin artan servetlerinin sayısal verilerini anlaşılır bir biçimde sundu. Sonrasında, bir partiye duyduğumuz ihtiyacı vurgulayarak, “biz niçin işçi sınıfı diyoruz?”, “bir parti olmaksızın mücadele verilmez mi?”, “niye dünya işçi sınıfından bahsediyoruz?” sorularını sorarak, konuşmasını sonlandırdı. Foruma çok sayıda yoldaş katkılarını sundular. Yorucu bir günün ardından, pikniği Heyula’nın güzel şarkılarıyla bitirdik. Birlikte çalışmanın bizlere verdiği güven ve dostlarımızın yanımızda bulunmasıyla, yoğun geçen bir günü büyük bir mutlulukla ve doygunlukla tamamlandık. Tüm sınıf kardeşlerimizle, daha kitlesel ve daha örgütlü bir piknikte buluşabilmek dileğiyle...
Ne savunuyoruz? Neyi hedefliyoruz?
İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Türkiye’de devrimci bir işçi partisinin inşası için mücadele ediyoruz. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve
gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Sermayenin baskı ve şiddet rejimine karşı mücadele ediyoruz ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını
destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.
EMEK GÜNCESİ
3
Türk-İş’te genel kurul öncesi “Güç Birliği” Deniz Koçak, 24 Temmuz 2011 nıf çıkarlarına ters düşen uzlaşmacı tutumlarının tabanda yarattığı Ülkenin en büyük sendikal rahatsızlığın kısmi yansımaları olakonfederasyonu olan Türk-İş’te rak okunabilir. Son olarak Türk-İş on muhalif sendika; Basın-İş, yöneticilerinin kamuda çalışan 235 Belediye-İş, Deri-İş, Hava-İş, bin emekçiyi ilgilendiren ama 235 Kristal-İş, Petrol-İş, Tek Gıda-İş, bin emekçiyi yok sayarak hükümet Tez-Koop-İş, TGS ve TÜMTİS ile kapalı kapılar ardında sessizce ortak bir basın açıklaması yayın2011 zammı için 4+4’e imza atlayıp, demokratik, mücadeleci ve ması, Türk-İş yöneticilerinin genel güçlü yeni bir sendikal hareket için “Güç Birliği” oluşturduklarını eğiliminin somut bir göstergesidir. Bu noktada netleştirilmesi gereken duyurdu. Fakat işçi denetimi ve yönetiminin olmadığı, haliyle sen- konu “muhalif ” girişimlerin niteliklerini ortaya koymak olacaktır. dikal bürokrasinin hakim olduğu Türk-İş bünyesinde, yıllardır kendine yer bulabilen sendika yöneticilerinin, Türk-İş genel kuruluna birkaç ay kala böyle bir girişimde bulunmaları şüphe uyandırmaktadır.
Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz!
Güç birliğini oluşturan sendika yöneticilerinin ortak yayınladıkları bildirgede “işçiye dönük bir Türkİş yaratmak” istediklerini ve mücaEsasen tüm bu “muhalif ” gideleye koyulduklarını ifade etmişrişimler, Türk-İş bürokratlarının sı- lerdir. Hakkını vermek gerekir ki
Güç Birliği’nin bu bildirgesindeki maddelerin her biri Türk-İş bürokrasisini yıkıp yerine sendikal demokrasiyi getirmeyi amaçlayan bir görüntü çizmektedir. İşte bu noktada biz işçiler geçmişteki tecrübelerimize dönecek olursak, kâğıt üzerindeki maddelerin hayata geçirilmesi için bir girişimde bulunulmaması, o bildirgeyi hazırlayanların samimiyetsizliğini gösterecektir.
fa Türkel’in, 4-C’ye zorla geçirilen işçilerin mücadelesinde hükümet yanında tavır almış olması gibi olaylar, aslında Güç Birliği’nin gerçek profilini çizmektedir. Çünkü ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz!
Sonuç olarak, işçiye dönük, şeffaf ve yolsuzluklar ve usulsüzlüklerden arındırılmış bir sendikacılığı Türk-İş’e kazandıracaklarını ifade eden “muhalifler”den ilk beklenti, kendi yönetimlerindeki sendikalarGüç Birliği’nin bir parçası olan da sendikal demokrasinin işler hale Tez-Koop-İş yöneticilerinin, getirilmesi olacaktır. Aksi halde bu işçilerden ve mücadeleci sendikacı- girişimin, sözleri ile eylemlerindeki lardan oluşan Teez-Koop-İş 2 nolu tutarsızlıklar ana gayenin, tabanşubeyi usulsüzlükler ve yolsuzdaki rahatsızlığı genel kurul seçimluklar ile tasfiye etmeye çalışması, lerini kazanmak için kullanmaya Hava-İş içerisindeki kadın çalıçalışan, diğer bir “sendika bürokşanlara yönelik mobbing ve taciz ratlarının güç birliği” anlamına vakalarının basına yansımış olması, gelecektir. Tek Gıda-İş Genel Başkanı Musta-
Direnişlerden notlar ğiz” dedi. “Taşeron kadrolu el ele, güvenli geleceğe” ve “Sedat Yaylacı Bilindiği üzere Ocak ayında, derhal işe iade edilsin” yazılı panSamsun Gazi Devlet Hastanesi’nde kartlar açarak bir yürüyüş gerçekleşişten atılan Dev Sağlık-İş Sendikası tirdiler. üyeleri, işe geri alınmaları talebiyle Uludağ Üniversitesi’nde Sosyal-İş hastane önünde direniş başlatmışüyesi yaklaşık 200 işçi, yıllık ücretli tı. İşe dönmek için 176 gündür izinlerinin tam olarak verilmesini direnen 2 işçiye, 4 Temmuz günü ve üniversite rektörlüğünce kadrolu işten atılan üç işçi daha katıldı. 21 işçi olduklarını tescil eden mahkeTemmuz günü, DİSK, Türk-İş ve me kararının uygulanmasını istedi. KESK’e bağlı sendikaların ve demokratik kitle örgütlerinin Samsun Temmuz ayında rektörlük önünde yapılan eylemde, Uludağ Üniverşube başkanları ve yöneticileri ile birlikte hastane bahçesinde yapacağı sitesi ile taşeron şirket arasındaki taşeronluk ilişkisinin hukuka aykırı basın açıklamasına hastane yöneolduğunun tescillendiğini belirtildi, timinin talimatıyla Özel Güvenlik işçilerin kadrolu olduğunu söylendi. Birimi (ÖGB) saldırısı gerçekleşti. İşçiler bu saldırıya rağmen alanı terk Ancak üniversite yönetiminin kararı etmedi ve basın açıklamasını gerçek- 3,5 aydır uygulamadığına dikkat çeken Sosyal-İş, “Yaklaşık 680 işçi leştirdiler. 5 taşeron işçinin yürüttüğü direniş, Gazi Devlet Hastanesi kâğıt üzerinde hâlâ taşeron şirketin işçisiymiş gibi gözükmektedir” dedi. bahçesinde devam ediyor. İC - Haber, 24 Temmuz 2011
Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi’ndeki taşeron şirkette çalışırken hukuka aykırı bir biçimde işten çıkarılan Sosyal-İş Sendikası üyesi Sedat Yaylacı için bir dayanışma eylemi yapıldı. Sosyal-İş Sendikası Örgütlenme Dairesi Başkanı, “Taşeronlaştırma başta olmak üzere işçi sınıfının içine sokulmuş bütün Truva Atlarını söküp atacağız. Sedat Yaylacı işe geri dönene kadar bu mücadeleyi hep birlikte sürdürece-
Bu direnişler şüphesiz ki neo-liberal saldırıların taşeronlaştırmayı yaygınlaştırması, üniversite çalışanlarının -asistanlar da dahil – güvencesizleştirilmelerine dönük politikaların sonucudur. Bir başka direniş ise Yeşil Kundura işçilerinden. Türk-İş’e bağlı Deri-İş Sendikası’nın örgütlenmeye çalıştığı Çorlu’daki Yeşil Kundura ayakkabı fabrikasında, 17 Temmuz
günü toplu işten çıkarma yaşandı. Fabrikada aralarında Deri-İş Sendikası üyelerinin bulunduğu 183 işçi işten çıkarıldı. Sendika üyesi 10 işçi 19 Temmuz’dan bu yana fabrika önünde direnişte. Sendikanın yaptığı açıklamada “İşçilere, hakları olan kıdem ve ihbar tazminatlarını 5 senetle ödeme dayatılmaktadır. Son 2 yıldır maaşlarını düzensiz alan ve son 2 aydır maaş alamayan işçilerin çoğunluğu ise yaşadıkları ekonomik sıkıntılardan kaynaklı bu dayatmayı kabul etmek zorunda kalmıştır” denildi.
Gazetemizin daha önceki sayılarında, direnişlerini ayrıntılı bir biçimde aktardığımız taşeron PTT işçileri ise son olarak temmuz ortalarında, TBMM önünde yaptıkları oturma eyleminde gözaltına alındı. 200 gün önce işten atılan ve direnişe geçen işçiler, taşeron sistemine karşı meclisteki siyasi partilerin harekete geçmesini talep ederek grup toplantılarına katılmak istediler.
Ve son olarak, yine Petrol-İş sendikasının örgütlü olduğu, 25 Aralık 2010’da başlayan Bericap direnişi Temmuz ayı içerisinde kıdem ve Petrol-İş’in örgütlü olduğu ihbar tazminatlarının ödenmesi üzePetkim’de süren toplu sözleşme rine kazanımla sona erdi. 209 gün görüşmelerinde patronun anlaşmaya süren eylemin, işverenin işçilerin kıyanaşmaması üzerine işçiler fabridem tazminatlarıyla ihbar tazminatı kayı terk etmeme eylemi başlattı. yerine geçecek 2,5 maaş tutarında Petrol-İş Sendikası’nın aldığı kararla, ücret ödemesiyle sona erdiği bildiri16.00 vardiyasıyla başlayan eylem, len bir açıklama yayınlandı. diğer vardiyaları da kapsayacak ve Bu direnişlerden de anlaşılacağı işçiler fabrikayı terk etmeyecek. üzere, işten atmalara karşı, sendika Petrol-İş Sendikası Aliağa Şube Baş- ve güvenceli iş taleplerimizi sonukanı İsmail Doğan, “Kendi kurduk- na kadar savunmayılız. Özellikle ları bozuk sistemin devam etmesini yaklaşan ekonomik krizle birlikte istiyorlar. 2100 işçi ile işyerine önümüzdeki günlerde daha fazla kapanmayı düşünüyoruz. İşyerinde işten atmaların olacağı ve yapılmak ne kadar kalacağımız da tamamen istenen yeni anayasayla bu neo-libeonlara bağlı. Burası bizim işyerimiz ral saldırıların daha da meşrulaşacağı sonuçta” diye konuştu. Tek Gıda-İş bir dönemde bu talepler fazlaca de hala devam eden eyleme destek önem kazanıyor. Mücadeleleri birverdiklerini açıkladı. leştirelim!
4 » 4
POLİTİKA
POLİTİKA
“Hasta Adam” Avrupa Yusuf Barman, 23 Temmuz 2011
19. yüzyılda Avrupa’nın “hasta adamı” Osmanlı İmparatorluğu idi. Batıda hızla gelişen kapitalizm karşısında onunla rekabet ederek ayakta kalabilecek bir üretim kapasitesi ve çağdaş sanayi geliştiremeyen Saltanat, devasa askeri, bürokratik ve dinsel aygıtını besleyebilmek için sürekli iç ve dış bankerlere –tefeci demek daha doğru olur- borçlanmış, borçlarını ödeyemez hale gelince Avrupalı emperyalistlerin denetimindeki Düyun-u Umumiye’ye teslim olmuş ve sonuçta yıkılıp dağılmaya mahkûm edilmişti. Hasta adamın bu can çekişmesi ve topraklarını parça parça emperyalizme yitirmesi sırasında Yunan halkı da hak ettiği özgürlüğü ve bağımsızlığı kazanmaya başlamış, I. Dünya Savaşı sonrasında da bugüne değin uzanan devlet yapısına ulaşmıştı. Aradan 150 yıl geçti ve bugün Yunanistan Avrupa’nın “hasta adamı” durumunda, üstelik tüm “avro” kıtasını kendisiyle birlikte ekonomik felakete sürüklemekle tehdit ediyor. Bugünlerde haberlerde sürekli izlediğimiz “Yunanistan battı batıyor” durumunun sorumlusu Yunan halkı, emekçileri değil; asıl sorumlu, onları soyarak ve devleti yağmalayarak ülkeyi bu duruma sürükleyen Yunan burjuvazisi ve Avrupa mali sermayesi ile onların politik temsilcileri. Soygunu görmek basit: Başta Alman ve Fransız tekelci burjuvazisi olmak üzere emperyalist sermayenin müttefiki
Yunan burjuvazisi, “Avrupa uygarlığının beşiği” sayılan Yunanistan’ı Avrupa Birliği’nin üyesi yapıyorlar, para birimi drahmi’yi terk edip avroyu kendi paraları haline getiriyorlar. Hemen ardından, Avrupalı bankerlerle (spekülatörler, tefeciler, simsarlar) birlikte Avrupa Merkez Bankası’ndan %1,5 faizle kredi alıyorlar ve bu paralarla %6 faizli Yunan devlet bonolarını topluyorlar. Hesap açık: aradaki %4,5, yani milyarlarca avroluk kazanç bir anda cebe indiriliyor. Bu milyarlar elbette Yunan emekçilerinin ödediği vergiler. Bu yağma, devlet artık borçlarını ödeyemeyecek hale gelene kadar sürüyor. Yunan devleti neden borçlarını ödeyemiyor! Zira borçlarının yekûnu ulusal gelirinin %147’sine ulaşmış durumda. Yani Yunan hükümeti devlet dairelerini, kamu işletmelerini, okulları, hastaneleri, vb. kapatsa, emekliler ve politikacılar dâhil kimseye tek kuruş ödemese bile iki seneden önce ödeyemez borçlarını. Kaldı ki devletin gelirleri de sürekli düşmekte: Krizle birlikte Yunan burjuvazisi, devlet gelirlerinin neredeyse üç katı parayı (560 milyar avro) yurt dışına kaçırıp Avrupa bankalarına gizlemiş durumda. Sadece ünlü Latsis ailesinin ülke dışındaki servetinin 3,4 milyar avro civarında olduğu hesaplanıyor. Şirketler sistematik olarak vergi kaçırıyor, yüzde 20 dolayında olması gereken gelir vergilerini “yasal” hilelerle %4 oranında tutuyorlar. Onların yardımcıları da iktidarı kendi aralarında alıp veren
Yeni Demokrasi ve PASOK partile- hatta şimdi bunlara Belçika’yı da rinin temsilcileri. eklemek gerekecek) birbiri ardına sarsılıyor, bazıları “kurtarma Bu durum karşısında ne yapıoperasyonları” talep ediyor. Eğer labilir? Her şeyden önce avrodan Türkiye, burjuvazisinin o denli çıkmak, devleti soyup soğana ısrarı sonucunda AB’ye dâhil edilçeviren bankaları millileştirmek, miş olsaydı bu grubun adı PIIGST yağmacı mali sermayeyi mülksüzolacaktı. Türkiye’nin şu andaki leştirmek, dışa kaçırılan paraları yegâne avantajı avro dışında kalmış geri istemek ve nihayet dış borç olması, zira parasını “serbest piyaödemesini reddedip bu duruma neden olan tefecileri, spekülatörleri sada dalgalanmaya bırakarak”, yani yargılamak doğru olmaz mı? Evet, sürekli olarak devalüe ederek tarım ama iktidardakiler aynı politikacı- ve kısmen sanayi malları ihracatını ayakta tutabiliyor. Ama bunun solar. Bunu yapmak yerine “borçlanucu da kaçınılmaz olarak enflasrını” ödeyebilmek için halkı daha fazla soymaya girişiyorlar. Ücretleri yon, fiyatların yükselmesi, gelirlerin düşmesi ve ardından gelecek %15 düşürüyorlar, çalışma saatleolan mal kıtlıkları. Bu yüzden AKP rini haftalık 40 saate çıkarıyorlar, hükümeti “önlemlerini” daha şimdul-yetim yardımını kaldırıyorlar, sağlık ve eğitim sisteminde milyar- diden alıyor: Krizle sarsılan ve hızla larca avroluk kesinti yapıyorlar, on yoksullaşan Avrupa ülkelerinde uygulanan karşıdevrimci “reformlabinlerce insanı kapıya koyuyorlar, rı” bir bir Türkiye’ye uyarlıyor. vb; özetle Avrupalı ve yerli tefecilerin yağmasını bu tip “reformlarla” halka ödetmeye girişiyorlar. Bir yandan da Avrupa Birliği Yunanistan’ı “kurtarmak” adına onu daha fazla borçlandırıyor ve hükümetten “reformları” daha da hızlandırıp yaygınlaştırmasını, yani emekçiler üzerine daha fazla çullanmasını talep ediyor. İnsan buna isyan etmez mi? Ve Yunan halkı isyan ediyor... Ana sorun sadece Yunanistan’la bitmiyor. Mali sermayeleri ve sanayileri Avrupa’nın en güçlü (özellikle Alman ve Fransız) bankaları ve şirketleri karşısında daha zayıf olan ülkeler (bunlara PIIGS deniyor, yani Portekiz, İrlanda, İtalya, Yunanistan ve ispanya,
Yunanistan Avrupa’nın hasta adamı, ama hastalık tüm Avrupa’ya yayılmış durumda. Yunan emekçileri dişe diş mücadele ediyor; İspanyollar, Portekizliler ve İtalyanlar da öyle. Fransız emekçileri ikinci mücadele dalgasına hazırlanıyorlar… AKP yeni döneme yönelik önlemlerini şimdiden almaya başladıysa, Türkiyeli emekçilerin de hazırlıklarını hızla tamamlaması, örgütlenmesini ve mücadelesini şimdiden derinleştirmesi gerekmez mi? Küçük İzlanda’nın büyük emekçi halkının gösterdiği bir yol var: Dış borç ödemesine hayır! Bankalar millileştirilsin! Soyguncular yargılansın! AB’ye hayır!
POLİTİKA
5
Kürt sorunu: “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” Oktay Benol, 19 Temmuz 2011 olan bir şey yok, başladığımız noktaya geliverdik ya da zaten hep “Her şeyin geçip gittiğine, yaaynı noktada patinaj yapmaktayşadıklarımızın geçmişte kaldığına dık; daha önce de defalarca olduğu kim inandırabilir bizi? Anılarımızı gibi... Her biri birbirinin tekrarı avuç dolusu su gibi her sabah yükarabasanlarmış yaşadıklarımız; zümüze çapmanın işe yaramayaca- sadece, ne kadar yazık... ğına kim inandırabilir? Tanıklarla, Farklı olabilir miydi? Oğuz kanıtlarla, uygun adım yürümek Atay’ın unutulmaz ironisini ödünç için ikide bir ayak değiştirme alarak söylerimkânı veren gerçeklerle ne kadar sek, “üç tarafı üstümüze gelseler, boşuna! İnandenizler, dört mayız. ‘Geçen bir şey yok!’ diye bağırırız. ‘Her şey tam şimdi yaşa- tarafı düşmannıyor!’” Barış Bıçakçı nefis roma- larla çevrili” nı Bizim Büyük Çaresizliğimiz’e Türkiye’nin bu anıt sözlerle başlıyor. Kuşkusuz yaşadığı karabasanlardan Bıçakçı romanında bizlere bir kurtulup, mutbaşka hikâye anlatıyor. Lakin bu luluk rüyaları sözler, içinden geçtiğimiz süreçte bizlerin halet-i ruhiyesini anlatma- görmeye başlaya öylesine denk geliyor ki, kayıtsız ması mümkün müydü? Şimdiden tarihin altın sayfalarına adını kazıkalamıyoruz: “Geçen bir şey yok! dığı söylenen, şanlı Türk tarihinin Her şey tam şimdi yaşanıyor!” modern dönem devrimcileri olarak Evet, her birinin farklı bir gün, işaret edilen Mustafa Kemal ve farklı bir yıl olduğunu düşünerek Turgut Özal’ın yanına yerleştirilen uzun bir zamanı geride bıraktık; Recep Tayyip Erdoğan’a göre evet, daha doğrusu öyle olduğunu söyle- mümkündü. Hatta ötesi, “hayaldi diler muktedirlerimiz. Oysa farklı gerçek oldu”. Sizin de kulağınıza
geliyor, değil mi? “Dünyanın 16. büyük ekonomisi olan ülkemiz kişi başına düşen şu kadar bin dolarlık gsmh ile tez zamanda...” Tabii gerçek, şakadan pek anlamaz; birilerinin dillerinde tüy bitti, insani gelişmişlik, demokrasi-özgürlük endekslerinde en altlarda sürünüyoruz demekten; ve siz bunları hep elinizin tersiyle iterek 2023 hedefleri koyarken bir de bakarsınız ki gencecik fidanlar toprağa düşüvermiş...
olduğu üzere, “bizden artık iyi niyet beklemeyin” buyruğunuzla, inceldiği yerden koparmaya meylinizle aslında dokuz yılınızın bir özetini de biz tebaaya ifşa etmiş oldunuz. Evet, ne bekliyorduk ki? Kurtulduğumuzu sandığımız, “sözde vatandaş”ı ilelebet cumhuriyetin düşmanı ilan eden dilin, “kadın da olsalar, çoçuk da olsalar güvenlik güçleri gereğini yapacak...” diyen dil ile harmanlayarak yeniden hortlamasıyla ortaya barış nasıl çıkabilirdi ki?
Severken, gözyaşı dökerken “müslüman mı değil mi?” diyerek Adını koyvicdanını teraziye koyanlardan, maktan çebizler için de bir “one minute” kinmeyelim. demelerini, görünen o ki daha çok Aslolan kasaları bekleriz. Cellâdın, “merak etme, doldurmak ise hiç kimseler size herşey yolunda gidecek” sözü başarısız diyemez, eyvallah! Çokarşısında, “ben de ondan korkuğunluğumuz nasiplenememiş hatta yorum” diyen kurban gibi karmabiraz da yoksullaşmış ve şapşalşık duygular içinde, hakkımızdaki laşmış olsa da eyvallah, cüzdan hükmü beklerken, ustalık döneşişirmede üstünüze yok. Konu minin daha nelere gebe olduğu çıinsanlara (tüm doğaya demek daha karmaya çalışıyoruz. “Bizim büyük doğru ya, konuyu uzatmayalım) çaresizliğimiz” de ne yazık ki bu! geldiğinde ise, Silvan’ın ardından Umutsuzca umuyor ve bekliyoruz!
Sıradan faşizm; “Orman değiliz artık milli parkız!” Oktay Benol, 22 Temmuz 2011 kaldırmış bir Jeday gibi duran kişi ise ilginç şekilde öndeki süpermeni Bir fotoğraf. Zeytinburnu’ndan. tamamlıyor. Malum Silvan’ın ardından memleFotografın bütünü de ilginç. ket hudutları dahilinde hassasiyet Orta kümedeki şortlular grubu tavan yaptı. Gerekçenin beklenkılık-kıyafetleriyle sosyo-ekonomendiği, ihtiyaç hasıl olduğu an mik olarak sanki diğerlerinden hemen oracıkta icat edildiği zamanlardan geçiyoruz. İşte fotoğraf bu nümayişlerden birinden bir enstantane. Ortada beyaz tişörtü, renkli şortuyla bir kişi hemen göze çarpıyor; galiba ayağında da terlikleri var. Hemencecik yanında benzer bir kişi daha. Kısa kollu açık renk gömleği, kumaş şortu ve beyaz çorap beyaz spor ayakkabısıyla arkadaşını tamamlıyor. Bu halleriyle tatil için geldikleri sahil kasabasında akşam yürüyüşe çıkmış iki kişiyi andırıyorlar. Hemen iki yanlarında süpermen tişörtüyle biri daha göze çarpıyor. Kaldırdığı sağ eliyle sanki birazdan havalanacak gibi duruyor. Bir adım arkasında ışın kılıcını
ayrılmışlar. Orta sınıf bir halleri var. Yanlara doğru gidildikçe sanki ekonomik durum kötüleşiyor. Yan cenahta renkli şortlar yok. Tişör-
tün yerini bağrı açık gömlekler, askılı beyaz atletler alıyor. Hatta biri üstünü çıkarmış; yatmaya ya da denize girmeye hazırlanır gibi.
şoven ruh halleriyle bu fotoğrafa yansıyan görüntüleri arasındaki tezat tek kelimeyle korkutucu. Bakkala ekmek almaya çıkar gibi lince çıkan sıradan insanlar bunlar.
Ne dediklerini duyamıyoruz. Fotoğrafın konu olduğu habere Tabii ki sıradan olmaları mabakarsak, “Kana kan intikam” tarzı sum oldukları anlamına gelmiyor. Kurumsal faşizmin bir saatin zembereği gibi kurduğu ve ihtiyaç hasıl olduğunda bir tıkla boşalttığı bu şovenizm oyununun figüranları olarak fazlasıyla suçlular. Lakin bilindiği üzere suç eninde sonunda bireysel bir konudur; “normal” zamanlarda birileri cinayet işliyor diye herkes cinayet işlemez. Ama suç toplumsallaşıp sıradanlaştıkça, kitlesel saldırı ve katliamlara dönüşmesi de normalleşebilir. Kuşkusuz şovenizm zehiri burada da iş başındadır. Kendinden olmayan herkesin yaşam hakkının kısıtlanması meşruiyet kazanmaya sloganlar atıyorlar. Sinkaflı sözlegörsün. O vakit bir şarkının şu rinin merkezinde tabii ki olağan sözleri herşeyi anlatmaya yeter de şüpheli Kürtler var. Her daim artar; “orman değiliz artık milli durumdan görev çıkarmaya teşne parkız!”...
6 » 6
POLİTİKA
POLİTİKA
Ustalık döneminin ilk icraatı:
Kıdem tazminatının kaldırılması Dilçem Sarin, 25 Temmuz 2011 12 Haziran seçimlerinin ardından AKP hükümeti neoliberal saldırılarına kaldığı yerden devam ediyor. Patronların omzundan büyük bir yükü daha kaldırmaya, Türkiye işçi sınıfının ise kazanılmış en önemli haklarından birini daha almaya hazırlanıyor; kıdem tazminatını.
uygulamaya giren kıdem tazminatı, Türkiye işçi sınıfının mücadelesi ile 1973 yılında 1 yıl çalışma ile ve 30 gün üzerinden hesaplanmaya başlanmıştır.
Yani şu anki uygulamada 20 yıl süreyle çalışan bir işçi bu koşullarda işten ayrılması suretiyle 20 brüt maaşlık tazminat almaya hak kazanır. Fakat hükümetin iş güvencesini Kıdem tazminatı nedir? ortadan tamaKıdem tazminatı iş sözleşmesinin men kaldırsona ermesi sonucunda işçinin yıp- mak amacıyla ranması karşılığı geleceğini güven- gündeme ce altına almak amacıyla ödenen getirdiği Kıtazminattır. Bir yıldan fazla süre dem Tazmibir işyerinde çalıştığını ispat eden natı Fonu işçi, kadın işçinin evlendikten son- Yasa Tasarısı ra bir yıl içinde işten ayrılması, as- ile 20 yıla kerlik, emeklilik ve İş Kanunu’nun 20 aylık brüt 24. maddesinde belirtilen işçinin maaş değil haklı nedenlere dayalı tek taraflı 6 aylık brüt fesih hakkını kullanmaktan dolayı maaş ödeneayrılması halinde; çalıştığı her yıl cektir. Böylece için 30 günlük brüt ücret tutarınca emekçiler tazmikıdem tazminatı almaya hak kaza- nat hakkının % 60’a nır. Ölen işçinin kıdem tazminatı varan kısmını kaybedecek. ise yasal mirasçılarına ödenir. 1936 Yeni düzenlemede işveren kıdem yılında 5 yıl çalışma koşulu ve 15 gün üzerinden hesaplanarak ilk kez tazminatı için gerekli parayı bu fona yatıracak, devlet de bunu
denetleyecek! Daha önce de TTF (Tasarrufu Teşvik Fonu), KEY (Konut Edindirme Fonu) ve İşsizlik Sigortası Fonu gibi fonların nasıl da işlevsizleştirilip sermayeye hibe edildiğine şahit olmuştuk. Dahası, kayıtdışı çalışmanın bu kadar yoğun olduğu bir ülkede Kıdem Tazminatı Fonu ile bu çalışanlar, muhattapları fon olduğu ve resmiyette çalışan olarak gözükmedikleri için tek kuruş alamayacaklar. Ayrıca bu fon uygulamaya girecek olursa, kıdem tazminatı alma halleri de azalacak. Mesela askere giden, 10 yılı tamamlamayan, evlenen veya işten çıkartılsa bile kanunun öngördüğü gereklilikleri taşımayan işçi kıdem
tazminatı alamayacak. Bu durumda ya öldüğümüzde ya da emekli olduğumuzda tazminat alabileceğiz gibi görünüyor. Hepsinin ötesinde, kıdem tazminatı gibi toplu bir ücret ödemesi işverenin işçi çıkartması önündeki en büyük engel. Yani şu anki uygulamada kıdem tazminatı işçiler için iş güvencesi anlamına gelip toplu işten çıkartmalarda caydırıcı bir etken. Fakat bu yeni düzenleme yürürlüğe girerse işçi kıyımları tekrar gündeme gelecek ve bununla birlikte iş güvencesi ortadan kalkacağı için zaten kısıtlı olan örgütlenmemizin önüne bir ket daha vurulmuş olacak. Kıdem tazminatı ödeme zorunluluğu ortadan kalkınca işçi çıkartma yönündeki son engellerden birini de aşacak olan patronlar ücretlerde de istediği gibi oynama yapabilecek olup, ücretini beğenmeyene rahatlıkla kapıyı gösterebilecektir. Görünen tablo her ne kadar karamsar olsa da bizim iş güvencemiz ve onurlu bir gelecek için mücadele etmekten başka çıkış yolumuz yok.
Durmak yok, talana devam!
Kemal Boran, 24 Temmuz 2011 çalışılıyor. Burası, Şavşat ilçesinin sınırları içerisinde bulunan PaKaradeniz, çevresi ve doğal part Vadisi. Buradaki HES projesi yapısı açısından Türkiye’de ayrı bir öneme sahiptir. Ülkemizin her inşaatını üstlenen firma Ebara köşesi gerçekten bir cennet! Fakat AŞ’ye daha önce inşaat izni verilpatronların HES (Hidro Elektrik mişti. Fakat yöre halkı mahkemeye Santralleri) projeleri ile bu cennet başvurdu. Bilirkişi olarak atanan doğayı, çıkarları uğruna acımadan KTÜ (Karadeniz Teknik Üniversitesi) bölgenin birinci derecede SİT yok etmeyi kafasına taktığını görüyoruz. Lakin, emekçi halklar da alanı olduğu kararına vardı.
net olduğunu belirterek Papart Vadisi’nin SİT alanı olduğu, korunması gerektiği kararına vardı. Ama projeyi yüklenen şirket pek de memnun değil.
Artvin’de Papart Vadisi’ne benzer durumda olan Hopa’nın Kemalpaşa beldesi de direniyor. Yine Rize’nin İkizderesi de buna benzer durumda. Fakat iyi şeyler de onlara pabuç bırakmamaya kararlı. Gizli cennet olmuyor değil. Mahkeme kararları neticesinde iktidar bazı projeleri Son dönemde birçok mahkeme Papart Vadisi adeta gizli kalmış kararı çevreye duyarlı yöre halkıbir cennet. Barındırdığı çok önem- şimdilik durdurdu, ama sona erdirmedi. Zamana bırakarak halkın nın mücadelesini yanıtsız bırakli kuş alanı ve yöreye özgü bitki ve çevrecilerin tepkisinin azalmasımadı. Ve birçok HES projesini örtüsü, kırmızı benekli alabalığı, nı bekliyor. İlk fırsatta bu projeler durdurdu. Rize İkizdere de buneşsiz doğası ve yaban hayatıyla lardan. Adı az duyulan bir proje eko-turizme uygun eşsiz bir vadi. kaldığı yerden tüm hızıyla devam edecek, yani durmak yok talana de Hopa’da hayata geçirilmeye Bilirkişi raporu buranın bir cendevam. Ülkenin doğusunda da
Dersim’in o güzelim Munzur yaylasına göz diktiler. Munzur gözelerine de baraj yapılmak isteniyor. Nerede doğanın tahrip edilmediğini soracaksanız, vazgeçin. Moraliniz bozulmasın, çünkü tahribat her yerde. Sermayenin kâr hırsı doğanın katledilmesi sonucunu doğuruyor. İktidarlar sermayenin isteklerini yerine getirdikleri sürece iktidarlarını sürdürebilir. Patronlar ister, iktidar emir telakki ederek yerine getirir. Oy verdik, biz seçtik, bizim istediğimizi yapmak zorundalar diye düşünüyorsanız bu sevdadan vazgeçin derim, çünkü oylar verildi ve sizlerle işleri kalmadı. Temiz doğa, temiz su ve düzenli yaşanabilir kentler hakkımız.
KADIN SAYFASI
7
Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı kaldırıldı! Canan Yılmaz, 24 Temmuz 2011 Aile meclisi kararlarıyla, işkenceyle, dayakla... Onlarca kadın her gün öldürülmeye devam ederken; seçimlerden üç gün önce Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın kaldırıldığını biliyor muydunuz? 1990 yılında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na bağlı olarak kurulan (ve o dönemki adı, Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü (KSSGM) olan) müdürlük, kadın örgütlerinin talebi ve mücadelesi sonucunda, Çalışma Bakanlığı altında bir “alt kurum” olmaktan çıkarılarak doğrudan Başbakanlığa bağlanmıştı. Yine kadın hareketinin çabaları ve taleplerine cevaben ancak 14 yıl sonra, 2004 yılında bir teşkilat yasasına sahip olmuştu.
Alelacele yapılan bu değişiklik Mayıs ayında kadın örgütleri tarafından duyulmuş, ancak toplanan imzalara, kampanyalara rağmen hükümetten bir açıklama gelmemişti. Seçilecek yeni meclisin de iradesini yok sayarak alınan bu karar, kadınların kazanılmış haklarının gaspı anlamına geliyor. “Biz muhafazakar demokrat bir partiyiz öyleyse aile yapımızı güçlendirmemiz lazım...” Yerine kurulan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ise Başbakan’a ait bu cümleyle kamuoyuyla paylaşıldı. Kadının adı yalnızca bakanlığın isminden çıkmadı. Bakanlığın asli görevi; aileler, engelliler, şehit yakınları, yaşlılar gibi kesimlerin ihtiyaç duyduğu sosyal yardımların tek çatı altında toplanarak ve koruyucu,
önleyici tedbirlerin artırılması olarak tarif edildi. Kabinenin tek kadın bakanı olarak atanan Fatma Şahin ise “Parçalanmış ailelerle toplumda huzurun ve barışın zedelendiğini görüyoruz. Koruyucu ve önleyici tedbirler çok önemlidir diye düşünüyorum. (...) o ailenin neye ihtiyacı varsa, yalnızca ekonomik destek değil, çok küçük bir hukuki, psikolojik ve sosyolojik destekle o ailenin sosyal devlet olarak yanında olmak çok önemli bir şey.” ifadesiyle kadına yönelik şiddet gibi meseleleri de aile içi problemlerden sayarak aileye yapılacak ekonomik, psikolojik yardımlarla bunun da aşılabileceği düşüncesinde olduğunu gösterdi. Böylelikle kadınların toplumda bir
bütün olarak ezilmesi, sömürülmesi basit bir sosyal yardım projesine indirgenmiş oldu. Kadın-erkek eşitliğini sağlayacak mekanizmaları yaratmakla görevli olması gereken Bakanlık; kadının bir birey olarak değil, ailenin bir unsuru olarak konumlandırıyor. Engelliler, yaşlılar gibi dezavantajlı kesimlerin arkasından kadınların sayılması da, kadınların yaşadıkları ezilmeyi mücadele edilecek bir mesele değil de sanki bir kadermişçesine doğallaştırıyor. Hükümetin bu bakış açısı; kadının aile içine veyahut kamusal alanlara da tam ve eşit katılımının önünde en büyük engel. Günde en az 5 kadının öldürüldüğü bu karanlık tabloda bu değişiklik, kadın haklarının da kadınların da yok sayıldığından başkaca bir şey ifade etmiyor.
Büyük Kadın Yürüyüşü gerçekleşti Rukiye B., 24 Temmuz 2011
İşçi Cephesi’nin de destekleyicisi olduğu Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun organize ettiği Büyük Kadın Yürüyüşü, 24 Temmuz saat 14.00’te Tünel Meydanı’nda başladı. Kadın kortejinin en önünde, 19 Temmuz gecesi baba evinde diz çöktürülüp, göğsüne ve karnına tabancayla ateş edilerek öldürülen Ceylan Soysal’ın fotoğrafı yer aldı. Kortejde ayrıca kadın cinayetlerini temsilen siyah renkli kumaşa sarınan bir tabut, kadınlar tarafından taşındı. İkinci tabutu ise, Şefkat-Der sığınma evinde yaşayan, fiili olarak ölüm tehdidi altındaki kadınlar taşıdı; kadınlar kanlı beyaz kefene sarılmıştı ve yüzlerinde öldürülen Ayşe Paşalı’nın maskesi vardı.
Yürüyüşte atılan sloganlarda ka- kucağı olan evlerine geri yollayan dın cinayetlerinin politik niteliğine polis ve jandarma kadın cinayetledikkat çekildi ve basın metninde, rinden sorumludur.” denildi.
“Koruma talebiyle başvuran kadınlara koruma vermeyen savcılık ve mahkemeler kadın cinayetlerinin sorumlusudur. Koruma kararı alınan kadınları korumayan, şikâyet için gelen kadınları katillerinin
Kadın Bakanlığı’nın, kadınların bizzat ezildiği ve öldürüldüğü ‘aile’ye havale edilerek Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olarak değiştirilmesini eleştiren kadınlar,
Bakan Fatma Şahin’in öne sürdüğü kelepçe yönteminin kadınları korumaya yetmeyeceğini, öncelikle yasaların değişmesi gerektiğini vurguladılar.
Talepler şu şekilde dile getirildi ; “Kadınların talepleri oldukça açık ve nettir: Öldürülmeden önce ve gerçek koruma istiyoruz. Kadın cinayetlerinin önüne geçecek bir kadın bakanlığı istiyoruz. Kadın katillerine indirim değil, ağır ceza verilmesini sağlayan mücadelemizi, şimdi de bu taleplerimizin yerine getirilmesini sağlamak üzere yürütüyoruz. Toplumun her kesiminden kadınları bir araya getirmeyi başaran yürüyüşümüzün, kadın cinayetlerini durduracak taleplerimizin yerine getirilmesini de sağlayacağına inancımız tamdır.”
Kadına yönelik şiddet için bahane bitmiyor! Küçükken yaşadığım köyde hatırladığım bir kadın var. Tel örgülerle ve ağaçlarla çevrili bir evde yaşıyordu. Kocasının kıskançlığı yüzünden evden çıkamıyordu ve bizden su istiyordu. O zamanlar bunun nedenini anlamazdım. Şimdi erkek egemen kapitalist sistem içinde kadınların sosyal hayattan koparılmışlığını, aile ve koca baskısı yüzünden yaşadıkla-
rını ve sırf kadın oldukları için iki kez sömürüldüklerini düşününce, Medine’nin yalnız olmadığını biliyorum.
Akrabaları ise hem olayı örtbas etmek için hem de davadan vazgeçmek için 12 bin lira fiyat biçmişler hayatına. Bir insanın Yıllar sonra kocasının akraba- hayatı 12 bin lira mı eder? Jandarmanın olaydan haberdar olmasına ları bizim evimize para istemek için geldiğinde onun ölüm haberi- rağmen, bu alışverişe göz yummani aldım. Medine, kocasının onun sı ise sistemin tipik özelliği aslıncami hocasıyla birlikte olduğunu da. Çünkü, kapitalist sistem erkek düşünmesi nedeniyle öldürüldü. egemen düzeni güçlendirmekle kalmayıp aynı zamanda onun
savunuculuğunu da yapıyor. Yapmamız gereken kadınların özne olduğu kadın mücadelesini örgütlülük esasıyla sürdürmek. Yoksa devletin de, bu hukukun da, sistemin eşitlik sözlerinin de hiçbir faydası yok. Yaşama hakkımız bile kıskançlık bahanesiyle her an tehlikeye girebilir.
8
ARKA PLAN
Blok ve Çatı Partisi üzerine Sedat Durel, 25 Temmuz 2011
12 Haziran seçimlerinin ardından Yüksek Seçim Kurulu hiç vakit kaybetmeden Blok vekili Hatip Dicle için veto kararı verdi. Bunun ardından, CHP’nin göstermelik şovunu saymazsak parlamentonun yaşadığı en büyük kriz Blok vekillerinin meclisi boykot etmeleri oldu. Meclisin tatile girmesi, operasyonların başlaması ve çatışmaların sürmesi ile beraber bu sorun halen çözülebilmiş durumda değil. Veto kararı, rejimin Blok vekillerinden ne denli korktuğunu ve Blok’un gücünü yeni anaysa tartışmaları döneminde azaltmak için elinden geleni yapacağını yeniden berrak bir biçimde gösterdi. Buna ek olarak Zeytinburnu olayları da, Kürt sorununa dair kana susamışlığın dinmediğini sergiliyor.
Ayrıca seçim süreci, iş güvencesi talebi ile bir araya getirebildiğimiz Türk işçilerinin mücadeleleri ile, Kürt halkının haklı mücadelesi arasındaki birleşmenin temel unsuru olabileceğini de bizlere göstermiş oldu.
Bu yönü ile Blok yalnızca oy verecek olan işçilerin ve Kürtlerin değil, oyunu MHP’ye, AKP’ye yönelten ve de CHP’yi umut olarak gören işçiler üzerinde dahi bir ilgi yaratabildi. Bu içerikteki bir çalışma onlar üzerinde oylarını alsak da alamasak da geleceğe dair bir umut ve takip isteği yarattı. Yani üzerimizdeki sorumluluk oy veren kitlelerle sınırlı değildir, ilgilerini çektiğimiz ve merakla izlemeye koyulan kitleleri de kapsamaktadır.
ihtiyaçlara cevap veren bir adım olacaktır.
Ancak başlangıcından itibaren ilerilikleri ve zayıflıkları olan Blok’un kalıcılaşması, birlikteliğe zayıflıkların egemen olmasına mı, yoksa ileriliklerinin kalıcılaşmasına mı sebep olacaktır? Bizim umudumuz bu ileriliklerin kalıcılaşması yönündedir. Çatı ya da çadırın, ayrılıkların değil, birliklerin somutlaşması olabilmesi için de bazı konularda kesin bir netliğe gereklilik vardır. Bir kez daha “dört temel nokta” üzerine BDP çatı partisi önerisini, “Yeniden kurulmak üzere olan Türkiye’nin” demokratik bir
Bu somut durum ve Blok’un zayıf yanları, Blok’un geleceğini tayin edecek olan iki temel belirleyen haline gelmiş durumda. Bugün de Blok’un geleceğine ve Çatı Partisi tartışmlarına en sağlıklı yaklaşımı geliştirebilmek için bu iki hususu incelemek gerekiyor. Blok’un niteliği hakkında bir anımsama İşçi Cephesi’nin Blok içerisinde yer almasının dört temel sebebi vardı. Bunlar; iş güvencesi (neoliberal saldırılar), ulusların kaderini tayin hakkı, emperyalizmden kopuş ve demokratik dönüşümlere ilişkin temel yaklaşımlarımızdı. Daha öncesinde de söylediğimiz gibi Blok programı esasında bu dört temel talebimizi dışarıda bırakabilecek çeşitli zaaflara sahipti. Ancak, seçim öncesindeki YSK’nın Blok vekillerine veto kararı alması rejim karşısında her şeye rağmen Blok’un önemini bir kez daha göstermişti. Öte yandan, Blok vekillerinin, özellikle İstanbul ve Mersin gibi şehirlerde gidilmedik bir işçi direnişi, uğranmadık bir yoksul mahallesi bırakmaksızın iş güvencesi vurgusuyla yürüttükleri çalışma, bizlerin bu dört temel talebimizi daha da rahat ifade edebilmemizi sağlamıştı.
Çatı Partisi tartışması BDP önderliğinin önerisi ve pek çok başka Blok bileşeninin desteği ile bir seçim birliği olan Blok’un kalıcılaşması ve muhalefet odağı olabilmesi için çatı partisi haline dönüştürülmesi gündemde. Kulağa çok sıcak gelen bu önerinin, bir parti mi, yoksa her bileşenin kendi varlığını koruyabileceği bir “çadır” mı olacağı hususunda halen çeşitli öneriler mevcut. Buna rağmen, lokal olarak mücadele halindeki işçi sınıfını birleştirmek ve derinleşen kriz karşısında mevzilenmek, bunun yanında Kürt halkının seferberliği ile sınıf mücadelesi arasında bir bağ kurabilmek adına Blok ittifakının kalıcılaşması için çabalamak gerçekten de somut
parçası olmak niyeti ve gerçek ana muhalefet olma hedefi ile önermektedir. Bu betimlemenin kendisi pek çok zaafa sahiptir. Çünkü, “Demokratik Türkiye’nin parçası olmak” daha insani bir kapitalizm şiarı ve birkaç kısmi demokratik talebin mücadelesi ile sınırlıdır. Tam da bu noktada, demokratik Türkiye’nin bir parçası olabilmek adına öne sürülen en temel çözüm özerklik talebi haline gelmekte, hatta demokratik özerklik talebi Kürt illeri için değil, tüm Türkiye için önerilmekte ve de istihdam yaratacağı gerekçesi ile işsizliğe de çare olarak sunulmaktadır. Ki bu durum da iş güvencesi talebini özerkliğe indirgeyen bir hale
getirmektedir. Bunun yanı sıra demokratik dönüşümlere dair ise yeni anayasa tartışma sürecinde AKP’nin demokratik gericilik basıncına da açık kalınmaktadır.
Öte yandan, doğrudan doğruya kaderini tayin hakkını savunmaksızın, kimi kısmi demokratik talepleri dile getirmek, yine rejimin Kürt önderliğini tasfiye ederek kısmi demokratik taleplerle hem seferberliği sonlandırmak hem de operasyonları sürdürmek amacına bir koz sunabilecektir. Bu sebeple, Kürt sorununun çözümü için AKP üzerinden rejimle uzlaşı yollarının bu açık sonucuna karşı, kaderini tayin hakkını doğrudan savunmak yakıcı bir gerekliliktir. Buna ek olarak Blok programının içerdiği AB sempatizanı nüveler, AB’deki göçmenlik karşıtı ırkçı yasaların ve emek düşmanı yasaların da hızla entegre olmasını sağlayacak bir tehlikeye sahiptir. Bu sebep emperyalizmden kopuş talebinin belirginlik kazanması adına bir başka önemli konudur. Son olarak da, Blok’un gerçek anlamda devrimci bir birlik yaratması ve işçi sınıfının çıkarına sonuçlar doğurabilmesi için de, kıdem tazmninatının ve esnek çalışmanın da masaya yatırıldığı şu dönemde çok somut bir biçimde, işten çıkarılmaların yasaklanması, mevcut hakların korunumu, 6 saat 4 vardiya gibi somut taleplerle iş güvencesi talebinin dile getirilmesi ve bu doğrultuda işçi sınfının mücadele halindeki sektörlerinin mücadesini birleştirme amacı gütmesi stratejik bir öneme sahiptir. İşçi sınıfı ve yoksul Kürt halkı arasındaki kalıcı bir birliğin ihtiyacı her zamanki gibi kendisini hissettiriyor. Bu yüzden, daha güçlü ve daha büyük bir birlikteliğe ulaşmak için elimizden gelen tüm çabayı sarf etmek hepimizin görevidir ve bizler de bu konuda üzerimize düşeni yapacağız. Ancak daha büyük bir birlikteliğe zaafların değil, ileriliklerin hakim olabilmesi için kat edilmesi gereken mesafe, yine bu dört temel ilkeden geçmektedir.
ARKA PLAN
9
Yurttan ve cihandan kriz manzaraları Murat Yakın, 27 Temmuz 2011 Önceleri ufak bir yol kazası dediler, ardından türbülans serbest piyasa ekonomisinin doğal salınımları olarak adlandırıldı. Çıkış mümkündü yalnız, acı reçetenin tadına bakmak gerekiyordu ve neoliberal reformlar kararlı bir biçimde, sızlanmadan uygulanmalıydı.
bankalarının alacaklarının –en azından önemli bir miktarının– kurtarılması.
Gelişmelerin sınıf mücadelesi düzeyinde bir incelemesi, izlenen “kurtarma” politikalarının neoliberal “reformların” başarısına endekslendiği gerçeği düşünüldüğünde, emekçi halkların daha da derinleşen bir yoksulluğun pençesine düşmesi, Oysa Yunanistan’ı yepyeni ve taekonomik durgunluğun kalıcılaşmasavvur edilmez bir sefalet sarmalına sı, işsizliğin habis bir ur gibi yaygınsürükleyen kriz dalgası şimdi İrlanlaşması eğilimine işaret ediyor. Yani, da, Portekiz ve İspanya üzerinden yükselen seferberlikler söz konusu İtalya’ya da sıçramış durumda. 2008 neoliberal hükümranlığı yenilgiye yılında patlak veren kriz dalgası, uğratmadıkça, kurtarma politikaABD’de FED’in –Federal Rezerv larının başarısı da başarısızlığı da Bankası– ve AB içinde türlü neolibe- kaçınılmaz olarak derin bir ekonoral hükümetin çöküş yaşayan finans mik depresyonu ve sosyal yıkımı kuruluşlarına ve çok uluslu şirketlere tetikleyecek. trilyonlarca dolarlık kamu kaynağını Kriz var, kriz var, bunalım var! transfer etmesiyle yatışır gibi oldu. Gelin görün ki, 2009 yılından itiDünyayı sarsan ekonomik krizin baren manzara daha da dehşet verici Türkiye’yi “teğet geçtiğini”, ekobir görüntü kazanmıştı; derin bütçe nomik gücümüzün diğer ülkelerle açıkları, kabaran kamu ve devlet kıyaslanamayacak kadar sağlam olborçları, iflas eden sosyal güvenlik duğunu böbürlenerek savunan AKP fonları ve dahası devletlerin borçlakurmaylarından, Temmuz ayında nabilme kapasitelerindeki daralma peş peşe gelen açıklamalar soğuk duş krizin şiddetini arttırmaktaydı. Bu etkisi yaptı. AK Parti Genel Başkan kriz kapitalizmin alışıldık krizlerinYardımcısı Bülent Gedikli, dünya den farklılaşmış, büyük emperyalist ekonomisi üzerinde kara bulutların metropolleri sarsar hale gelmişti. gözükmeye başladığını ifade ederek, Şimdi borç sarmalı içindeki ülkeler kötü haberi veriyorum, Türkiye’ye olumsuz etkileri olacaktır. O yüzden dizisine yasal borçlanma sınırlarına tedbirli olun. Ne varsa onu tutun. çoktan dayanmış durumdaki ABD Fazla harcamayın,” uyarısında bude ekleniyor. ABD Başkanı Barack Obama’nın yasal borçlanma sınırla- lunuyordu. İronik olansa daha bir rını yukarıya çekmek amacıyla Cum- yıl önce aynı hükümetin “Alın satın huriyetçilerle giriştiği pazarlıklardan ekonomiyi canlandırın” kampanyasına sırtını yaslamış olmasıydı. AKP henüz bir sonuç çıkmış değil. Obama, bütçe açığını azaltmak amacıyla hükümeti, 2008 yılına kadar gözü eğitim, sağlık ve kamu harcamaların- kara şekilde uyguladığı neoliberal da eşi benzeri görülmemiş kesintilere karşıdevrim politikalarıyla muazzam bir sosyal eşitsizliğe yol açmış gitmeyi önerirken toplumsal eşitolmasına karşın, lehteki faktörler sizliği daha da derinleştirmeyi göze 2008 yılına dek bu durumun sonuçalmış görünüyor. larını katlanılabilir kıldı. Bir yandan AB ülkelerinde gündeme gelen 2000’li yıllar boyunca süren olumlu kesinti ve kemer sıkma politikaları, dünya konjonktürü, diğer yandan İrlanda, İspanya, Yunanistan gibi 2008 kriziyle birlikte iç tüketimi ülkelerde toplumsal kutuplaşmayı canlandırma siyaseti AKP’ye seçim yoğunlaştırırken, bir yandan bu zaferini getirse de yolun sonu gelmiş ülkelerin borç yükünü arttırdı diğer görünüyor. Dünya krizinin dehşetli yandan ise, söz konusu ülkelerdeki dalgaları AKP hükümetinin “güvenekonomik durgunluğu derinleştirli” limanına vurdukça cila dökülüdi. İtalya’dan gelen alarm sinyalleri yor, gerçekler gizlenemez oluyor. nedeniyle Brüksel’de bir araya gelen Türkiye artık dış gelişmelere açık AB yetkililerinin almış oldukları ve korunaksız bir görüntü arz ediyor. yeni “kurtarma” politikalarının tek Cari açık sorununu dengeleyebilecek bir anlamı var: Ne pahasına olursa tek faktör, stratejik ihracat pazarı olsun, özellikle Alman ve Fransız
olan AB ülkelerine ihracatın fazlalaşması. Oysa AB ülkelerindeki mali çöküş bu ülkelerin talep gücünü süratle daraltmakta. Bunun anlamı Türk sanayisinde kapasite daralmaları, daha da yaygınlaşacak işten çıkarmalar, aile gelirlerinde düşüş, artan icra ve iflas dalgaları. Bu nedenle işten çıkarmalara, ücret kesintilerine karşı verilecek mücadele ve çalışan işçilerle işsizler arasında bir mücadele birliğinin kurulması, önümüzdeki sürecin tayin edici görevlerinden olacaktır. Dünya krizinin önümüzdeki dönemde Türkiye gündemini belirleyecek alanlarının şifreleri burada yatıyor: Yabancı sermayenin süratle çekilmesi, iç ve dış talepteki daralma, devlet borcu son 5 yıl içinde 2 kat, iç borcu 2.5 kat, özel sektöre ait dış borcu 4 kat artmış bir ülkede bir borç sorununu gündeme getirebilir. Öte yandan ülkede en yüksek gelir dilimine sahip yüzde 20, toplam gelirden yüzde 47,6 pay alırken en düşük, en alttaki yüzde 20’lik dilim milli gelirden sadece yüzde 5.6 pay almakta oluşu, olası bir sosyal yıkımın ölçeğini gözler önüne sermekte. Olası bir kriz şokunun doğrudan etkilerine maruz kalacak emekçi yığınların, iflas, kredi borcu batağı, işsizlik ve evsizlik karşısında en ufak bir sosyal korumadan yoksun kalacak olmasının ciddi sonuçlarına hazırlanmak gerekli. Unutmamak gerekir ki, iş gücü piyasasının yapısal ölçekte dönüştürülmesi AKP’nin birincil önceliklerinden. 2010 yılında ilan edilen Orta Vadeli Program bunu açıkça ortaya koyuyor. Torba Yasa ve bölgesel asgari ücret politikalarından sonra 61. Hükümet programı, tam da bu nedenle işçi sınıfına yönelik iki ana eksen üzerinde yükselen cepheden bir mücadele çizgisine girişiyor; kıdem tazminatı gibi işçiye sosyal riskler karşısında dayanma güvencesi sağlayan bir hakkın imha edilmesi ve işgücü piyasasının “daha fazla” esnekleştirilmesi. Bu cephe saldırıları dünya krizinden işçi ve emekçilerin payına düşecek “sosyal bedellerden” sadece birkaçı olacak. Sınıfı bağımsızlaştırmak, talepleri ortaklaştırmak 2008 yılında ilk kriz dalgasının yol açtığı kitle seferberlikleri, Avru-
pa genelinde mevcut sendikaların sınıf işbirlikçi tutumları ve neoliberal politikaların sadık taraftarı “sol partilerin” çabalarıyla yatıştırılır gibi oldu. AB’nin ve Euro bölgesinin her ne pahasına olursa olsun savunulması çizgisi, yalnızca sınıf hareketinin yükselen seferberliklerde öncü bir pozisyon üstlenmesini kesintiye uğratmadı, ama aynı zamanda krizin etkilerini geri dönüşsüz şekilde derinleştirmiş oldu. Etkileri Avrupa’nın merkezinden başlayarak Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya sıçrayan mevcut kriz, bir yandan belirsizlikler, diğer yandan ise fırsatlarla yüklü. Emperyalist kapitalist sistemin yenilgiye uğratılamayacağı, olsa olsa insanileştirilebileceği umudu sönerken, milyonlarca insan şimdi derin bir güvensizlik duygusunun pençesinde kıvranıyor. Sefalet özellikle de en çok sömürülen kesimlerden başlayarak her alanda yaygınlaşmakta. İşçi sınıfı, gençlik, kadınlar ve kapitalist krizin tüm öncelikli mağdurları, Kahire’den Atina’ya kendilerine dayatılan acı reçeteleri reddediyor, kendilerini sakınmaksızın mücadeleye atıyor, geleneksel kurumlardan koparak kendi seferberlik ve özyönetim organlarını inşa arayışına girişiyorlar. Kuşkusuz her ülkedeki mücadelenin seyri farklı ritimler içerse de, mevcut seferberliklerde mücadeleleri ortaklaştıracak siyasal bir önderlik ve talepler bütünü oluşturabilmek hayati bir önem kazanıyor. Başta Yunanistan olmak üzere çöküşün kıyısında dolaşan ülkelerin mevcut neoliberal sistemin içinde kalmaya devam ederek kurtulma olanakları yok. Tek çare, AB’den koparak dış borç ödemelerine son vermek, yol açtıkları çöküşün sosyal ve ekonomik faturasını emekçi halklara yıkmaya çalışan kan emici banka ve finans kuruluşlarının, stratejik endüstri kuruluşlarıyla birlikte tazminatsız ve emekçi halkın denetimi altında devletleştirilmesi. Bu sürece, habis bir ur gibi yaygınlaşan işsizlik ve sosyal yıkım tehdidi karşısında, ücretler düşürülmeksizin çalışma saatlerinin kısaltılması suretiyle, milyonlarca işsize iş olanağı sağlayacak, sağlık, eğitim ve barınma haklarını temel alan sosyal güvenlik politikalarının egemen olduğu bir program eşlik etmeli.
10 » 10
ULUSAL SORUN ULUSAL SORUN ULUSAL SORUN
Silvan: Acıların son bulması için... edebilmekte. Böylece toplumun her Yeni Şafak yazarı Resul Tosun, Sil- bir ferdine kendini potansiyel bir van olayından hareketle esas sorunu asayiş sorunu olarak görme paronaÖzel Harekât birimlerinin sıcak ça- yası aşılanabilmekte. Bu ise kaçınıltışma bölgelerinden çekilmiş olması- maz şekilde iktidarın etekleri altınna bağlıyor (Yeni Şafak, 20 Temmuz daki safların daha da sıklaştığı trajik bir görünüm yaratabilmekte. Sonuç: 2011). Nitekim Tosun yazısında sorgulamayan, şüphe etmeyen, hak1990’lı yıllarda bu yöntemin “teözgürlük kısıtları karşısında sinen, rörü” bitirdiğini iddia ediyor. Oysa bir anlamda demokratik refleksleri bu ve benzeri yöntemlerin bir işe yaramadığı, hatta tam tersi sonuçlar çalışamaz hale getirilip demokratik olarak kötürüm kılınmış bir toplum! doğurduğu ve daha da ötesi bizzat Dizayn edilmek istenen de bu mu? bu önermenin kendisinin mevcut Bu çerçevede “güçlü polis eşittir sorunu tarihsel olarak doğurup daha çok demokrasi” önermesiyle büyüttüğü ve sürekli güncel kıldığı çoktan doğrulanmış durumda. Bu- AKP hükümetinin “ileri demokrasi” gün Silvan üzerine konuşuluyor ol- vaadinin akrabalığını görmemek ması da bu gerçeği göstermekte. Ve mümkün değil. Hükümetin “Kürt Açılımı”na değişik isimler vererek Silvan, resmi kayıtlara göre 42 bini aşan insan kaybının üzerine eklenen, faili meçhullerle 60 bine ulaşan 27 yıllık korkunç bir insani bilançonun kahredici bir parçası sadece. Lakin Resul Tosun’un yazısına esas değinme nedenimiz bu değil; yazısının muradını da ifade eden şu son satırı: “...unutmayalım ki ülkemizde polis ne kadar güçlü olursa demokrasimiz de o kadar güçlü olacaktır.” Bir bakıma yabancısı olmadığımız bir düşünce bu; ama her seferinde sindirmek için yine de biraz soluklanmak gerekiyor... Oktay Benol, 21 Temmuz 2011
“eşkiya başı” olarak anabilir, anmakta. Bütün bunlar tartışmaya açık konulardır. Sorunun taraftarları ve muhatapları kendi siyasi-ideolojik durumlarına göre pozisyonlarını zaten almaktalar. Bu noktada isteseniz de olduramayacağınız şey “güçlü polis eşittir güçlü demokrasi” gibi oksimoron bir formül icat etmektir. Bu herhangi birinin ben söyledim oldu diyerek geçerli kılabileceği birşey değildir. Yanlış anlaşılmasın güç ile belli bir süre bunu idame ettirebilirsiniz; ama bunun adı ”demokrasi” olmaz. Kimseyi inandıramazsınız, sadece durumu idare edersiniz ve çoğunlukla da ancak arkanızda devasa bir mezarlık bırakarak yapabilirsiniz.
germenin faturası her yerde, her zaman büyük olmuştur. Şovenizm gerçekten çok tehlikeli bir oyundur.
Lakin Medya bu tehlikeli oyunun borazancı başı olmaktan geri durmadığı gibi çarpıtma ve yalanlarına en aleni şekilde devam ediyor. Öcalan’ın 18 Temmuz’da avukatlarıyla yaptğı görüşmenin medya tarafından kamuoyuna yansıtılma biçimi de bu durumun taze örneklerinden.”Öcalan tehdit etti!”, “Öcalan’dan U dönüşü!” gibi başlıklar atan gazetelerin haber metinleri okunduğunda aslında Öcalan’ın Silvan olayından üzüntü duyduğu, tekrarlanmasını istemediği, bunun için barış görüşmelerinin devam etmesi gerektiğini dile getirdiği görülmekte. Açıklamayı ayrıntılı veren haberlere bakıldığında da Öcalan’ın Silvan olayını hükümetin barış görüşmelerinde ayak sürümesine bağladığı, genel seçimler öncesi ve sonrasında BDP ve Blok üzerinde uygulanan baskılara gönderme yaptığı ve seçilmiş tüm milletvekillerinin meclise girmesi önündeki engellerin kaldırılması gerektiğini söylediğini görüyoruz. Öcalan’ın, “Başbakan bir çağrı yapabilir; ‘biz bu işin silahlarla çözülmeyeceğine inanıyoruz. Bu meseleyi demokratik anayasal yöntemlerle çözeceğiz’ derse, bir haftada Polis gücü demokrasi gücü hallederiz.” açıklaması ise görüşlerimüdür? sonunda Milli Birlik ve Beraberlik Silvan olayı ve medyanın savaş nin bir özeti niteliğinde. Öcalan’ın, Kürt sorunu ve onun son yansıma- Projesi’nde karar kılmasını ve Başba- dili “Böyle olmazsa ne olur?” sorusuna kan Erdoğan’ın Kürt sorununun larından biri olan Silvan olayı üzeMedya birkaç istisna dışında savaş cevabı ise, “...Sorun sürüncemede rine düşünürken, “güçlü polis eşittir çözümünü dönüp dolaşıp terör bırakılırsa, demokratik çözüme getaraftarı bir ana yayın politikasına eksenine yerleştirmesini hatırlayagüçlü demokrasi!” algısının aslında sahip. Gerçekleri çarpıtmak sıradan linmez, silahların susturulması için lım; ve tam bu noktada, “Silvan’da marjinal bir düşünce olmadığını, bize gerekli olanaklar tanınmazsa ne bir yazı işleri faaliyeti, ve teşvik götersine değişik vehçeleriyle oldukça ne oldu, neden oldu, kimin işine yazık ki bu çatışmalar devam eder.” yaygın olduğunu görüyoruz. MHP yaradı, kim kaybetti?” sorularını bir rüyor. Çoğunlukla, gazetecilik mes- şeklinde. Görüldüğü üzere basının leği bir devlet memuriyeti gibi algıde bu bağlamda düşünelim. vari zihniyetlerle sınırlı olmayan, manşete taşıdığı başlıkların aksine lanıyor. Özellikle Kürt sorununda içine AKP ve CHP’yi de alan ama Kuşkusuz ne kadar polis (buna asne tehdit ne de benzer bir vurgu var, daha da geniş-derin bir devlet-rejim keri de eklemeliyiz) o kadar demok- bu zihniyetin ve ihlallerin katlanarak sadece bir durum değerlendirmesi tavan yaptığını görüyoruz. Silvan kurumsallığı söz konusu. Nitekim rasi anlayışının iler tutar yanı yok. yapılmakta... rejim, doğrudan bu zihniyet üzerine Bu memleketin bir Kürt sorunu var, olayının medya tarafından sunumu bu durumun son örneklerinden. Netice itibariyle artık akan kan inşa olmuş durumda. Bu nedengüneş balçıkla sıvanmaz ama birileri Birçok gazete ve tv kanalının Sildursun, çekilen acılar, dökülen gözle devlet kaynaklı baskı ve şiddet bunu terör sorunu olarak görebilir, van olayını, devletin ve hükümetin yaşları bitsin, kanı kanla temizleme olagan bir yöntem/uygulama olarak görmekte. PKK, Kürt sorununun açıklamalarını dahi geride bırakacak politikalarına son verilsin istiyoruz. sürekli gündemde kalabilmekte. ayrılmaz bir parçası durumunda şekilde sunuşu da bunu göstermek- Tutuklu milletvekillerinin ve siyaDevleti için varolan millet anlayıama birileri onu terör örgütü olate. Nitekim Silvan olayının ardınsilerin serbest bırakılması, askeri ve şıyla da kolluk kuvvetinin bu baskı rak tanımlayabilir, tanımlamakta. dan BDP ve Kürtlere yönelik devam siyasi operasyonlara son verilmesi, ve şiddet uygulamaları toplumsal Öcalan -bizzat kendisinin İmralı’da eden saldırılarda medyanın işte bu Kürtlere ve kurumlarına yönelik bir meşruiyet zemini bulabilmekte. devletle yaptığını söylediği görüşkışkırtıcı, düşmanlaştırıcı şovenist saldırıların engellenmesi/kışkırtılma“Güvenlik ve istikrar” adına herşeyi melerden de aktardığı üzere, devlet dil ve habercilik anlayışının payı en ması, özgürlükleri kısıtlayan/engelmübah hale getiren bir kara düzen, tarafından da- PKK’nin ve Kürt üstte yer almakta. leyen yasaların demokratikleştiriltoplumun akli melekelerini ele gesiyasi hareketinin tartışmasız önderi mesi doğru ve olumlu bir başlangıç çirecek ölçüde tüm hücrelere nüfuz olarak görülmekte ama birileri onu İnsanların sinirlerini bir yay gibi olacaktır...
KAVRAM ATÖLYESİ
Sınıf Bilinci Nedir?
1. Sınıf bilinci kavramını, belirli bir programatik çerçeveyle tanımlanmış bir bilinç düzeyi olarak değil, proletaryanın, kendini ayrı bir toplumsal sınıf olarak kavramaya başlamasından, iktidarın devrimci fethi ve sosyalizmin dünya ölçeğinde kurulması düşüncesine kadar farklı düzeyleri kapsayan bir çerçeve olarak tanımlamak gerekir. Dolayısıyla, sınıf bilinci, zaman ve mekan içinde tariflenmek zorunda olan bir kavramdır. 2. Sınıf bilincinin en alt düzeyinde, makinelerin kırılması vb. gibi eylemleri içeren ilk kendiliğinden girişimler yatar. Bu mücadeleler zaman içinde bir sendikal bilincin doğmasına neden oldu. Proletarya, bu bilinç düzeyine de kendiliğinden mücadeleler içinde ulaştı. Sendikal bilinç esas olarak ekonomik mücadelelere tekabül ediyordu.
3. Proletarya, sendikaları ve yeni doğan politik ve devrimci örgütlerinin aracılığıyla, ekonomik mücadelelerle yetinmeyip, politik arenada da kazanımların elde edilmesi gerektiğini kavradıkça, politik bilincini geliştirmeye başladı. 4. İlk politik eylemlerin yaygınlaşması ve derinleşmesiyle birlikte, bu “politik” olanın ne olduğuna bağlı olarak reformist, devrimci, sosyalist vb. bilinç düzeyleri var olmaya başladı. Bununla birlikte iş giderek karmaşıklaştı. 5. Bugün, işçi sınıfının devrimci sosyalist tarihsel bilinci ona dışarıdan mı taşınır, yoksa zaten kendisinde vardır ve onu açığa çıkarmak mı gerekir gibi bir ikilem oldukça arkaik kalmıştır. Çünkü bu tartışma, 20.yüzyılın başlarında, proletaryanın ve sendikal ve politik örgütlerinin yeni gelişmekte olduğu bir dönemde patlak vermişti. Oysa bugün hemen hemen bütün ülkelerde oluşmuş ve on yıllarca mücadele deneyimine sahip proletaryalarla ve köklü sendikal ve politik örgütlenmelerle karşı karşıyayız. Bugün herhangi bir işçi, işçilik yaşamına, bir örgütler ormanında gözünü açmakta. Dolayısıyla sendikal ve siyasal örgütlerin uzağında bir proletaryadan ve proleter mücadeleden söz etmek olanaksızdır. Tanımlarımızı bu ormanın içinde geliştirmek zorundayız.
6. Bugün kitlelerin kendiliğinden mücadelesi kavramını, sınıfın tarihsel koşulları ve var olan sendikal ve politik örgütlenmelerin etkileri dikkate alınarak tanımlamamız gerekir. Bu açıdan 19. yy sonu ve 20. yy başında olduğu gibi yalın bir kendiliğindenlikten söz edemeyiz. Dolayısıyla, kendiliğinden mücadeleyi; hain, bürokratik, reformist ve Stalinist önderliklerin olumsuz etkilerine rağmen ve hatta ona karşı, ama belirli bir önderlikten yoksun mücadeleler olarak kavramalıyız. 7. Bugün bir kendiliğinden mücadeleler içinde belirli bir
ve öz-örgütlenmeler karşısındaki görevi ve gerekliliği de buradan kaynaklanıyor. 8. Şu ya da bu düzeyde sistemle bütünleşmiş ya da hükümete muhalif bir bürokratik bir sendikanın ya da reformist ya da Stalinist bir partinin örgütlediği bir grevi, genel grevi ya da bir başka seferberliği kendiliğinden mücadele olarak tanımlayamayız. Dolayısıyla, kendiliğindenliğin merkezi tanım öğesi biz, yani Devrimci Markasist program değil, sınıfın kendi tarihi ve var olan örgütler karşısındaki tutumu ve mücadelenin merkezi olup olmadığıdır.
11
ve onlara karşı gelişen kendiliğinden mücadelelerde çeşitli sendikal, politik ve devrimci bilinç düzeyleri içerebilir. Hatta, bürokratik önderliklerin sınırlayıcı, durdurucu baskısına rağmen gelişen kendiliğinden mücadeleler, tam da bu nedenle çok daha gelişkin politik ve devrimci düzeylere ulaşabilir. Bu bizim en çok önemseyeceğimiz eylemlilikler olmalıdır. 11. Bilincin eylem içinde oluştuğunu bir an için unutmamamız gerekir. Marksist diyalektik düşünce ve bilincin ne var olanın basit bir yansıması olduğuna ne de zihinsel çabalar içinde var olanı tanımlayabilecek ve dönüştürülebilecek salt bir güç olduğuna indirgenebilir. Düşünce ve bilinç, zihin ile maddenin, teori ve pratiğin karşılıklı etkileşiminin eşsiz bir ürünüdür. Ve madde de öyle. İnsan zihni olmasaydı, insan için madde de var olmayacaktı (ve maddenin bizim dışımızda evrensel olarak var olup olmadığını da bilemeyecektik). 12. Bu gerçek sadece Devrimci Marksist sınıf bilinci açısından değil, reformist ve bürokratik önderliklerde ifadesini bulan sendikal ve politik bilinç biçimleri için de geçerlidir. Hatta, bir an için bunları dışlasak bile, sınıfın toplum içindeki varlığını tanımlayış biçimi için de doğrudur. 13. Bir toplumda hakim olan ideoloji, yani hakim olan yanılsamalı bilinç, burjuva ve küçük burjuva ideolojisidir. Reformist, bürokratik ve Stalinist önderliklerde ifadesini bulan bilinç kategorilerini de, bu hakim ideolojinin çeşitli öğeleri olarak kavramamız gerekir.
14. Sosyalist tarihsel sınıf bilincini, proletaryanın, sınıfsız ve sömü9. Bu böyle kabul edildiğinde, rüsüz toplumu kurma, yani bizzat önderlik söz konusudur. Bu açıdan sınıf bilincinin ve mücadelesinin kendini yok etme bilinci olarak kendiliğinden mücadele, belirli kazanabileceği farklı düzeyler antanımlamalıyız. Bu salt bir politik bir önderlik ve program ekseninlaşılabilir olur. Şöyle ki: Reformist bilinç olmanın ötesinde, onu da de merkezileşmemiş mücadele ve bürokratik önderliklerin yönkapsayan tarihsel bir çerçevedir. demektir. Bu kendiliğindenliğin lendirmesi altındaki bir mücadele Ancak kapitalizm koşulları altında kendi içinde çeşitli düzeyleri ola(ki kendiliğinden değildir) çeşitli sınıfın bütünü için bu bilinç olabileceğini unutmamamız gerekir. sendikal, politik ve devrimci bilinç naklı değildir. Çünkü kapitalizm İşçilerin kendiliğinden biçimde düzeylerinin tüm iç öğeleri ve içinde sosyalist üretim tarzı ve kuracakları öz-örgütlülüklerin de, bağlantıları (bütün yanılsamalarla mülkiyet ilişkileri gelişmez, dolayıbu kendiliğindenliğin aşılması birlikte) ayrıca tanımlanmalıdır. sıyla sınıf bu bilinci edinebileceği çabası olduğunu kavramalıyız. Par10. Bu tip önderliklerin dışında pratikten mahrum kalır. tinin, kendiliğinden mücadeleler
İŞ YERLERİNDEN
12
METAL Eğitim şart ama kime? Kısa bir süredir fabrikamızda, Milli Eğitim Bakanlığı’nca gönderilen iki öğretmen tarafından İşkolu ve İş Güvenliği ile ilgili eğitim verilmeye başlandı. Yaklaşık 40–45 gün sürecek bu eğitimlerin ardından, sınav yapılacak ve sınavda başarılı olanlar sertifika almaya hak kazanacaklarmış. Evet, ilk bakışta iyi bir uygulama gibi gözüküyor, ama derslere girince işin teknik kısmından ziyade asıl amaç anlaşılıyor. Örneğin; İş Güvenliği öğretmeni ilk derste, “Türkiye İkinci Dünya Savaşı’na katılmamasına rağmen, sanayi olarak savaşa katılan ülkelerden neden geride kalmıştır?” diye sordu. Sonra kendi cevapladı, “Çünkü; biz iş kazalarında dünyada ilk sıralardayız, iş kazalarında verdiğimiz kayıplar, diğer ülkelerin dünya savaşında verdiği kayıplar kadar var. Ama bu ülkelerde sanayinin kalkınmasının en büyük nedeni, üretimin hiç durmamasıdır. Bunu da şöyle sağlıyorlar; işveren, büro çalışanı veya işçi diye ayrım yapmaksızın herkesi her işte çalıştırıyor. Örneğin işçiler işe gelmediğinde bürodaki tüm çalışanları muhasebeci, müdür, sekreter kim
varsa üretim sahasında çalıştırıyor. Bir mühendis işbaşı mı yaptı, onu hemen üretim sahasında görevlendirmiyor, önce dış kapıya bekçi olarak koyuyor, sonra orta kapıya, sonra içeriye geliyor. Bu sayede ortamı tanımış oluyor ve kaza yapma riski azalıyor.” dedi. Bunun üzerine dayanamayıp sordum; “Burada bir çelişki yok mu? Bir işçinin eğitimini almadığı yerde çalışması kaza riskini arttırmaz mı?” diye. Öğretmen gevelerken, yanında oturan ve daha önce iş kazasında üç parmağını kaybetmiş olan arkadaşım takıldı gözüne, hemen ona sordu, “Sen neden iş kazası geçirdin?”, diye. Arkadaşım da, “Ustabaşı beni görevim olmayan bir yerde çalıştırdı, ondan kaza geçirdim” deyince, söyleyecek sözü kalmadı. Diğer bir arkadaşım da, “İş kazalarında neden hep yüzde 76 işçiler suçlu oluyor, işverenin suçu yok mu?” diye sorunca, öğretmen dersi bitirdi.
Sertifika almak iyi gibi görünse de, sertifikayı aldıktan sonra geçireceğimiz herhangi bir kazada tamamen suç bizim olacak, çünkü patron hiçbir güvenlik önlemi almamasına rağmen ve işçileri görevi olmayan yerlerde çalıştırmasına rağmen, bu işçiler iş güvenliği eğitimi aldılar deyip işin içinden sıyrılabilecek. Bu tür eğitim faaliyetleri, başta olumlu görünse de çok geçmeden asıl amacı ortaya çıkıyor. Zira patronlar çıkarı olmayan hiçbir şeye yatırım yapmazlar. Bu durumda sormak lazım: EGİTİME İHTİYACI OLAN KİM ACABA?
TEKSTİL Parça başı çalışma sistemi çözüm değil!
Tekstil atölyelerinde çalışanlar bilirler. Parça başı çalışma sistemi 12 Haziran seçimlerinden sonra işyerlerimizde daha fazla uygulanmaya başlandı. Bu sisteme göre Bu durum da açıkça gösteriyor ki, eğitim adı altında patrona itaat işçiler yemek ve yol masraflarını dersi veriliyor, yani patron ne derse kendi ceplerinden karşılıyorlar ve sigortasız çalışmalarına rağmen o! Patron nerede isterse orada çalışacaksın. Önemli olan üretimin tüm sosyal haklarından mahrum oluyorlar. devam etmesi, işçinin kaza geçirmesinin önemi yok, zira biri gider Aslında seçimlerden sonra hüdiğeri gelir, ama değirmen hep kümetin de desteklediği bu esnek döner.
çalışma koşullarının hayata geçmiş olması şaşırtıcı değil. Eskiden az da olsa birkaç işyerinde sigortalı çalışabiliyorduk. Ama bu yeni liberal saldırılar karşısında ve bu sistem içinde sigortalı çalışmak artık neredeyse hayal! Üstelik sigortalı çalışabilenlerin de tüm sosyal hakları kırpılmış oluyor. (İşçi Cephesi okurları olarak) Biz birkaç arkadaş, atölyemizdeki bu sistemin bizi ne kadar sömürdüğünü tartıştık ve patronla bu konuyu konuşmaya karar verdik. İlk bakışta, yani insanca şartları bir kenara bırakınca, bu sistem de daha kârlı gözüküyoruz ama parça başına aldığımız paranın üçte ikisi patronun cebine gidiyor ve hiçbir güvencemiz yok. Patronun cevabı ise konuştuğu diğer atölye sahiplerinin de bu sisteme geçmiş olduğu ve bunun herkes için daha iyi olacağıydı. Patronların kendi çıkarları için örgütlü bir biçimde hayatlarımıza dair kararlar aldığını görüyoruz ve biz de bunun için, kendi hayatlarımız için örgütlü olarak mücadele etmeliyiz. Biz kendi işyerimizde bir arada durarak parça başı sistemini değiştirdik ve biliyoruz ki, işçilerin bilinçli mücadelesi tüm sistemi değiştirecek tek güçtür.
Mücadelemiz kararlılıkla sürüyor İşten atılan PTT işçileri İşçi Cephesi bürosunu ziyaret eden PTT direnişçisi arkadaşlar, Ankara’da yaşadıkları eylem ve gözaltı sürecini okurlarımıza iletmek istediler. Yaşadıklarını onların ağzından aktarıyoruz; Devam eden direnişimizi bir kez daha duyurmak amacıyla önce Ankara’da PTT genel müdürlüğü önüne ulaştık. Saat 11.30 sıralarında PTT genel müdürü ile görüşmek istediğimizi iletmemize rağmen, PTT müdürünün binada olmadığı belirtilerek bu talebimiz reddedildi. Polis bu noktada direniş çadırımızı kurmamıza izin vermeyeceğini ve kurduğumuz takdirde de zor kullanacağını bildirdi. Bunun üze-
rine biz basın açıklaması yaparak PTT genel müdürlüğü önünde 24 saat sürecek oturma eylemi yaptık. Bu sırada binada olmadığı bildirilen PTT genel müdürü Osman Tural’ın da binadan ayrıldığını gördük.
ardından kaldırımda oturmamıza dahi izin verilmeyerek açıklamamızın ardından 5 dakika gibi bir süre içerisinde zorla gözaltına alındık.
Adliye önünde yaptığımız basın açıklamamızın ardından demokratik kitle örgütlerini ziyaret etmek amacıyla oradan ayrıldık.
SES, Yapı Yol-Sen, Tüm BelGözaltına alındığımız araçta, Sen, BTS sendikalarını ziyaretimiemniyet mü- zin ve destek talebimizin ardından dürlüğünde İstanbul’da direnişi sürdürdüğüve üst aramüz yere döndük. Buraya ulaşması esnatığımızda da direniş çadırımızın sında polis söküldüğünü ve gasp edildiğini tarafından öğrenmiş durumdayız. kaba şiddet Sizler aracılığı ile tüm İşçi Cepkullanıldı. hesi okurlarına ve işçi sınıfına Darp edilen bildirmek isteriz ki; taşeron işçiler arkadaşlarıişlerine iade edilene kadar direnimız oldu. şimiz sürecektir. İşyerinin taşınma
Bu noktada oturma eylemimiz 24 saat sürdü. Ertesi gün saat 10.30 sıralarında TBMM önüne gidildi. Burada parti görevlileri ile görüşmek istediGözaltında kaldığımız 24 saat ğimizi dile getirdik. Ancak polis sonra Çarşamba günü ifademiz müdürü bize burada sadece bir alınarak savcılıktan serbest bırabasın açıklama izni vereceğini ilet- kıldık. ti. Bizim yaptığımız açıklamanın
ihtimaline karşı da hazırlıklı olduğumuzu bildirmek isteriz. Çadırımızın yıkılması da direncimizi kırmayacaktır.
İŞ YERLERİNDEN
13
Kıdem tazminatının kaldırılmasına, esnekgüvencesiz çalışmaya karşı birleşik mücadeleye! İC - Haber , 23 Temmuz 2011
3 Kasım 2002’deki seçimlerden beri her sandık sürecinden güçlenerek çıkan AKP, küresel ekonomik krizle beraber sertleşen neoliberal saldırı dalgasının Türkiye’deki ayağını yürütme görevini itinayla yerine getirmeye devam ediyor. Bu amaçla “ustalık döneminin” ilk icraatları da, tıpkı daha önceki dönemlerde gördüğümüz gibi, doğrudan işçi sınıfının kazanılmış haklarına saldırı biçiminde ortaya çıkıyor. Kıdem tazminatının kaldırılması ve esnek çalışma ile ilgili yasa taslakları; işçi sınıfının, yaklaştığı neredeyse herkes tarafından kabul edilen küresel ekonomik krizin “ikinci dibi” öncesi, burjuvazinin elini güçlendirmeye yönelik saldırılara maruz kalmaya devam edeceğinin de en açık göstergesi. Herkese Sağlık ve Güvenli Gelecek Platformu (HSGGP) ile Belediye-İş İstanbul Şubelerinin çağrısıyla, Taksim Meydanı’nda bu
saldırıya karşı bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Saat 19.00’da Galatasaray Meydanı’ndan başlayan yürüyüşe içlerinde BDSP, BDP, EMEP, EHP, DİP, İşçi Cephesi gibi siyasi çevrelerin ve Hava-İş
üyelerinin de bulunduğu yaklaşık 400 kişilik bir kalabalık katıldı. Yürüyüş sırasında “Hak verilmez alınır, zafer sokakta kazanılır”, “Kıdeme uzanan eller kırılsın”, “Sen-
dikalar göreve, genel greve” gibi sloganlar atıldı. Taksim Tramvay Durağı’nda son bulan yürüyüşün ardından Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku milletvekillerinden Levent Tüzel ve Sırrı Süreyya Ön-
der söz alarak, sendikaların süreci baltalayacı rolüne dikkat çektiler ve direnişleri birleştirme ve genel grev silahını kuşanma çağrısında bulundular.
Konuşmaların ardından yapılan basın açıklamasında ise şu ifadeler yer aldı: “Kıdem Tazminatı Fonu buzdağının görünen yüzüdür. Patronlar ‘Kıdem tazminatınız devlet fonunda birikiyor’ diyerek işçileri istedikleri sürelerde, istedikleri gibi çalıştırıcaklardır. Sermaye ‘Git tazminatını devletten al’ diyecek, aradan kendini sıyıracaktır. Çalışma hayatının bütününde kuralsızlık, güvencesizlik hâkim olacaktır. İşten çıkarmalar kolaylaşacak, yarı- zamanlı çalışma, kiralık işçilik yaygınlaşacak, bölgesel asgari ücret gündeme gelecektir.” Kıdem tazminatının kaldırılmasını “genel grev nedeni” sayan Türk-İş’in bile bu konuyla ilgili sadece basın toplantısı yapmakla yetindiği ve hükümet karşısında kararlı bir tutum almadığının da belirtildiği açıklama, sık sık “Kahrolsun sendika ağaları” sloganları ile kesildi ve haklarımız, iş güvencemiz, güvenli geleceğimiz için birleşik mücadeleyi örgütleme çağrısıyla son buldu.
Yeni mezun ve işsiz sundular da ben mi yapmadım? Son yılımın son zamanları dıMerhabalar, ben yeni mezun bir işsizim. Üniversitede sosyoloji şında, bütün üniversite boyunca okudum. Ama bölümümle ilgisi çalışmak durumunda kaldım. olmayan garsonluk, reklam gibi Hem de devletten burs almama hizmet sektöründe düşük ücretli rağmen! Harçlığına katkı için işler bulabiliyorum. Başta diğer- çalışan arkadaşlarımdan ziyade lerinden kötü olduğum için böyle ev geçindirmem gerekiyordu ki, işler bulduğuma inanmıştım. Ne de olsa yurt dışında okumadım, yabancı dilim yok, büyük şirketlerde staj yapmadım. Şimdi bu meselenin benimle ilgli olmadığını düşünüyorum. İC okuru bir işsiz
Tatlıses’i çok sevmem ama (şu an büyük bir para babası, ilk sesi keşfedildiğinde inşaat işçisiydi) ona neden üniversite mezunu olmadığı sorulduğunda, Urfa’da Oxford vardı da biz mi okumadık demişti. Şimdi benimkisi de o hesap, bana bütün olanakları
bunu yapan öğrenci sayısıda az değildir. Yıllarca koca kentte, nerede geçiçi iş varsa, nerede boşluk varsa el birliği ile öğrenciler olarak doldurduk. Anca işverenler kazandı parayı, biz karnımızı zor doyurduk. Yabancı dil kursları iki yıllık kiram kadar olduğundan
yanına yaklaşamadım. Kendim çalışsam, o da ayrı bir zaman yani yine para gerektiriyor. Zaten senden istedikleri sınavlar da, kendi başına çalışarak girilecek gibi değil. Büyük şirketler özel üniversitelerden patron çocuklarını staja alırdı, kim demişti aristokrasi yıkıldı diye? Daha bunun gibi bir çok şey vardı benim (bizim) önümde. Hadi düzenli, sigortalı işe başlamayayım da eğitimime devam edeyim dedim, haşa! Bologna süreciyle iyice ticarethaneye dönen okullarda sınavlar, kurslar, dersler paralı. Zaten verilen eğitimin de kalitesi iyice düşüyor. Akademi büyük büyük kitapların ezberlenmesi ve bilgilerin aralarında hiçbir bağlantının kurulmadığı yerler oluyor. Belki de sadece işsizliğimi gizlemek için birkaç yıl daha okumam gerek.
14 »
ULUSLARARASI
ULUSLARARASI
Avrupa’da kriz ve grevler: “Çanlar kimin için çalıyor?” Dicle Nadin, 23 Temmuz 2011
Küresel mali krizin 2008’de patlak vermesiyle Avrupa’daki birçok ülke, yaşanan durgunluğu (resesyon) borçlanarak atlatmaya çalıştı. Krizi yaratan borç zinciri, yaşanan krizi ertelemenin bir aracı haline gelince, bu durum daha büyük sarsıntılara kapı araladı. Şu an Euro bölgesinde ülke ülke yayılan bunalım Türkiye’nin de bu süreçle alarm veriyor olması, borçlanma ve vurgunculuğa (spekülasyon) dayalı ülke ekonomilerinin içine girdiği fasit dairenin trajik bir yansıması. Ülkelerin iflas eşiğine geldiği şu günlerde Avrupalı emekçiler, hükümetlerin kemer sıkma politikalarına grev ve protestolarla tepki gösteriyor. Grevler dalga dalga... Krizin ilk halkaları Yunanistan, İrlanda ve Portekiz olmuştu. Şimdi ise, topun ağzında ülkeler olarak İtalya ve İspanya gösteriliyor. ‘Zayıf halka’ ilan edilerek istisnai bir felaket gibi sunulan Yunan krizinin Yunanistan’dan ibaret olmadığı anlaşıldı. Öte yandan, İtalya’nın Avrupa’nın üçüncü, İspanya’nın ise beşinci ekonomik gücü olması, bu ülkelerdeki olası bir iflasın Avrupa emperyalizmini derinden sarsacağını gösteriyor. Özellikle Yunan bankalarının tahvillerini elinde bulunduran Almanya ve Fransa alarm vererek, iflasın eşiğine gelen Yunanistan’ı kurtarmaya koyuldular. Bu sürece IMF de dâhil oldu. Yüklü miktarda teklif edilen kredi anlaşmalarının tek şartı, kamuda tasarruf paketlerinin yani kemer sıkma politikalarının acil olarak devreye girmesiydi. Kemer sıkma
politikaları krizin faturasının bir kez daha Avrupalı emekçi halklara ödetilmesi anlamına geliyor. Bu paketlerde emeklilik yaşının yükseltilmesi, kamudaki işgücünde daralma, maaş kesintisi gibi yaptırımlar yer alıyor.
saatlik genel grev ilan edildi ve binlerce insan sokağa dökülerek yasayı protesto etti. Bunun dışında ülkede Blackpool bisküvi fabrikasında 300 işçi, yakın bir zamanda da British Airways çalışanları greve çıktı.
teriyor. Ancak, Yunanistan başta olmak üzere bu ülkelerde yönetimlerin sınıf üzerindeki kontrollerini yitirmeye başladıklarını söylemek henüz pek mümkün değil. Yani Avrupalı hükümetler, şu an koltuklarının değil de, banka tahvillerinin derdinde. Başından beri çok AB ülke hükümetlerinin IMF’yi İtalya: sayıda genel grevle sallanan, binde yanlarına alarak uygulamaya Berlusconi hükümetinin aldığı lerce işçinin parlamento binalarına koyacakları yaptırımlar, Avrupa 40 milyar avroluk tasarruf tedbiri- yürüdüğü Yunanistan’da bile, senişçi sınıfına yönelik bir karşı-devne karşı bir günlük genel grev ilan dikal bürokrasinin gücü, anarşizan rim programı niteliğindedir. Bu edildi. Greve havayolu, demiryolu eğilimli ‘öfkeliler’ hareketi, parti duruma ülke halkları tepkilerini çalışanları da katıldı. Sendikalar, karşıtı unsurların çoğunluk üzeringrevlerle, eylemlerle ortaya koyuhükümetin ücretli çalışanlara deki etkisi, kitle üzerinde frenleyici yor. yönelik vergileri hafifletmesini ve bir etki yaratıyor. PASOK hüküYunanistan: istihdam yaratmasını talep ediyor. metinin yakında düşeceği söylenAB üyesi ülkelerin liderleri Bu ülkelerin dışında Polonya’da tilerinin güçlendiği bir dönemde, iktidarın yerini doldurabilecek ya Yunanistan için 109 milyar avro sosyal hakların gasp edilmesine da var olan iktidara alternatif bir büyüklüğünde yeni bir borç paketi yönelik 80 bin kişilik kitlesel bir sınıf örgütlenmesi olmayışı kritik üzerinde uzlaşmaya vardı. Papand- gösteri düzenlendi. Fransa’da ise bir zorluk. Diğer zorluklar ise kriz reu, ‘’Bu sadece bir fon programı ilk kez, özel bir havayolu şirketi dönemlerine özgü işçilerin birbideğil, Yunan halkı üzerindeki borç olan EasyJet’e bağlı olarak çalışan yükünün de hafifletilmesi anlaişçiler greve gidiyor. Aynı havayolu rini suçlamasına yönelik yaygın mına gelecek’’ dese de Yunan işçi firması çalışanları yakın bir zaman- propaganda: Yunan halkının eylemleri üzerine Türk basınında da sınıfı, sene başından beri ülkedeki da Almanya’da da greve gitmişti. geniş yer verilen “rahatına düşkün dördüncü genel grevini gerçekleşÖte yandan BBC çalışanları işten Akdeniz insanı ekonomiyi batırdı” tirerek borç paketini protesto etti. çıkarmalara karşı grev kararı aldı, konulu haberler, bunların örnekÇünkü bu fatura, Yunan işçilerinin Avrupa Komisyonu işçileri ise leri. Ayrıca, Avrupa’daki göçmen neredeyse birkaç nesil boyunca işgücünün yüzde 5 azaltılması işçi nüfusu üzerinde artan milliyetmaaşlarından, emeklilik haklakararı üzerine, greve gideceklerini çilik, mücadeleleri bölen bir araç rından kesilen ödentilerle, işten bildirdi. olduğundan, muhafazakâr iktidarçıkarılmalarıyla ödenecek. Genel İhtimaller, ihtiyaçlar: ların elinde bir koz niteliğinde. grevde bütün hayatın durduğu “Görünmez el”in Avrupa’yı ülkede, on binlerce işçi parlamento Genel ya da tekil grevlerle ülbinasına yürüyerek milletvekillerin kapitalizmin yıkıcı etkilerinden keleri sarsan, güçlü bir sendikal girişini engelledi. Ayrıca taksiciler korumakta güçlük çektiği, grevle- örgütlenmeye sahip Avrupa işçi rin, kitlesel eylemliliklerin artışıyla de 48 saat iş bırakarak hayatı felç sınıfı, ne yazık ki Avrupa ve dünya etti. Uzun süre sokaklarda çatışma- berraklık kazandı. Yunanistan’daki burjuvazisinin sahip olduğu türiflas, İrlanda ve Portekiz’deki gelişlar yaşandı. den siyasal örgütlenme ve entermeler, İtalya ve İspanya’daki mali nasyonal birlikten yoksun. Bunun İngiltere: kriz, İngiltere ve Polonya’nın grev ötesinde, Avrupa’daki eylemlilikleİngiltere’de 2020’ye kadar ve eylemliliklerle durumu protesrin koordineli yürütülmesi önüemeklilik yaşının 60’tan 66’ya to etmesi önümüzdeki günlerde müzdeki günlerdeki en acil ihtiyaç çıkarılması ve emeklilik maaşlarısınıflar mücadelesinin Avrupa olma özelliğini koruyacak. nın azaltılması paketine karşı 24 düzleminde şiddetleneceğini gös-
ULUSLARARASI
» 15
Mısır’da “ikinci devrim” sesleri ULUSLARARASI
İC - Haber, 25 Temmuz 2011
Mısır’da Mübarek rejimini deviren kitleler, “ikinci devrim” sloganlarıyla yeniden meydanlarda. Mübarek’in devrilmesinin ardından Yüksek Askeri Konsey’in iktidarı gasp etmesiyle, kitlesel seferberlikler, tedirgin bir bekleyiş içerisinde geri çekilmişti. Fakat geçen zaman içerisinde, “hiçbir şeyin değişmediğini” gören kitleler, devrime sahip çıkmak için yeniden meydanları doldurmaya, eylemleri yaygınlaştırmaya başladı. Süveyş kentinde yedi devrimcinin katili polislerin salıverilmesi, Mübarek ve eski rejimin diğer yöneticilerinin yargılanma süreçlerinin ağırdan alınması, kitlelerin yeniden sokağa dökülmesine neden oldu. Özellikle, devrim sürecinde hayatını kaybeden yaklaşık on bin kişinin yakınlarının Mübarek rejiminin yöneticilerinin yargılanma süreçlerinin hızlandırılması ve devrimcilerin katleden polis memurlarının görevden alınması talebiyle başlattıkları eylemler, Mısır devriminde yeni bir sürecin tetikleyicisi oldu.
28 Mayıs’ta devrim şehidi yakınlarının öncülük ettiği ve on binlerce kişinin katıldığı Tahrir Meydanı’ndaki eyleme Askeri Konsey’in yanıtı, polis şiddeti ve baskının artırılması oldu. Bu süreçten iti-
metin istifasına dönüşmesine neden oldu. 8, 12 ve 15 Temmuz’da düzenlenen “milyonluk yürüyüş günleri”nde Mübarek’in devrilmesinin ardından en kitlesel gösteriler gerçekleşti.
polis memuru ile Mübarek yanlısı olduğu bilinen yargıçlar emekli edildi, rejimin “iyi polisi” Başbakan İsam Şeref, kabinesinde birçok ismi tasfiye ederek, kitlelerin öfkesini yatıştırmaya çalıştı.
Fakat alınan bu önlemlerin “işlevsel” olmaktan uzak olduğu ortada. Hükümetin yeni önlemlerinin ardından, kitlelerin Askeri Konsey’in ve hükümetin tamamının istifası yönündeki eylemleri hız kesmeden sürüyor. Öte yandan, asgari ücretin artırılması, çalışma saatlerinin azaltılması gibi taleplerle gerçekleşen grevler yaygınlığını koruyor.
baren, devrim sürecinde herkesin nefretini kazanan polisin tekrar sahneye çıkması, kitlelerin ekonomik ve demokratik haklarında kayda değer herhangi bir değişikliğin sağlanmamış olması, meydanların giderek daha fazla kişi tarafından doldurulmasına ve sloganların Yüksek Askeri Konsey’in ve hükü-
Bu gelişmelere Yüksek Askeri Konsey’in ve hükümetin tepkisi ise, bir yandan kitleleri evlerine dönmeleri adına tehdit etmek ve baskıyı artırmak, diğer yandan da kitleleri yatıştırmak için yeni tavizler vermek oldu. Bu süreçte yüzlerce işkenceci ve/veya katil
Mısır’da yaşanan süreç iki gerçeği ortaya koymuş durumda. Birincisi, diktatörlükten demokrasiye “düzenli bir geçişin” imkansızlığı, yaşanan mücadelenin devrim ile karşı-devrim arasında olduğu. İkincisi ise, nasıl Mübarek’in devrilmesinde belirleyici an işçi sınıfının grev ve eylemleriyle sahneye çıkması olmuşsa, Askeri Konsey’in diktatörlüğünün yıkılması için de işçi sınıfının politik genel grevine ihtiyaç olduğu.
Katliamlara rağmen Suriye’de devrim büyüyor! İC - Haber, 26 Temmuz 2011 Suriye’de seferberliklerin başlamasından bu yana yaklaşık 4 ay geçti. Bu zaman zarfında, ayaklanmayı bastırabilmek için Baas rejimi, ağır bir devlet terörü uygulamasına rağmen devrimci sürecin yayılmasını engelleyemedi. 4 aylık süreçte, binlerce kişi devlet tarafından katledildi, on binlerce kişi tutuklandı ve bir o kadar kişi de işkenceden geçirildi. Bu yoğun teröre rağmen, geçtiğimiz haftalardaki “Cuma gösterileri” ayaklanma başladığından bu yana en kalabalık eylemler oldu. 15 Temmuz günü, ülke çapında seferberliklere bir milyondan fazla kişinin katıldığı tahmin ediliyor. Ordunun kuşatması altında olmasına rağmen Hama ve Humus kentlerinde yüz binlerce kişilik gösteriler düzenleniyor. Baas rejimi sistematik devlet terörünü sürdürürken, bir yandan
da yeni “taviz”lerle devrimci seferberlikleri sündürme politikasına devam ediyor. Geçtiğimiz aylarda Olağanüstü Hal Yasası’nı kaldıran (kuşkusuz, uygulamada hiçbir şey değişmedi), Kürtlere vatandaşlık haklarını tanıyan rejim, geçtiği-
miz haftalarda bir reform paketi açıklayarak, “çok partili, demokratik” bir sisteme geçileceğini ilan etti. “Ulusal diyalog” toplantıları düzenleyerek, “resmi” muhalefetle
görüşmelere başladı. Geçtiğimiz günlerde ise, yeni siyasi partilerin kurulmasına izin verileceği açıklandı. Halkın rejimden tüm umudunu yitirdiği ve rejim yıkılana kadar sokakları terk etmeyeceğini hay-
kırdığı bir dönemde, rejimin bu manevralarının bir sonuç alması ise, şüphesiz imkânsız. Öte yandan, ABD emperyalizmi ve Türkiye hükümeti, Esad rejiminden hâlâ umudunu kesmiş değil. ABD
ve Türkiye, Baas diktatörlüğünün yıkılmasıyla devrimci dalganın kontrol edilemez bir noktaya geleceğinden endişelenerek, Esad yönetimi altında, demokrasiye “düzenli geçiş” sürecinin sağlanmasını temenni ediyor. Ekonomik problemlerle boğuşan ve yeni bir cephe açmaya gönülsüz durumdaki ABD, Suriye’deki “düzenli geçiş”in koordinatörlüğünü Türkiye’ye bırakmış durumda. AKP hükümeti ise, birkaç ay öncesine dek Erdoğan’ın “kardeşim” diye hitap ettiği Esad’a bir yandan “demokratik reform”ların yararları konusunda vaaz veriyor, bir yandan Suriyeli muhaliflere ev sahipliği yaparak, Esad rejimini sıkıştırmaya çalışıyor. Suriye’deki devrim sürecinin kaderini ise, işçi sınıfının sürece katılımı ve Arap devriminin, özellikle de Mısır’daki sürecin gidişatı belirleyecek, görünüyor.
Katlinin 71. yılında Troçki daha da güncel “Avrupa’yı birleştirmek için her şeyden önce iktidarı sizin elinizden çekip almak gerekir”
rakibi haline getirmeye koyuldu.
Bu basitçe Alman burjuvazisinin bir egemenlik kaprisinden ibaret değildi. İhtiyaç, üretici güçlerin ulusal sınırları, ulusal gümrük duvarlarını zorlamasından kayAvrupa derin bir ekonomik naklanıyordu. Bunu Troçki de ve politik krizle sarsılıyor. Başta görüyor ve üretici güçlerin özgürYunanistan, Portekiz ve İrlanda leşmesinin yolunun Avrupa’nın olmak üzere pek çok devlet deproletarya iktidarı altında birleşvasa dış borçlarını ödeyemeyemesinden geçtiğini söylüyordu: cek durumda. İspanya, İtalya ve “Artık kurtuluş yolunu daha somut Belçika’nın hazine bonoları mali olarak göstermek, adını koyalım, spekülasyon dünyasında alıcı kıtamızın ekonomik çöküşten ve bulamamanın eşiğinde. Sırada İngiltere var. Burjuvazi şaşkın, işin güçlü Amerikan kapitalizmine köle içinden nasıl çıkacağını bilemiyor; olmaktan kurtuluş yolunun yalnızca Avrupa halklarının en sıkı yaptığı tek şey proletaryaya ve ekonomik işbirliğinde yattığını ileri emekçi halkın haklarına ve kazasürmek zorunlu hale gelmiştir… nımlarına saldırmak. Avrupa’nın Avrupa coğrafi bir terim değildir; Düyun-u Umumiye’sini oluştuAvrupa ekonomik bir terimdir, ran Almanya ve Fransa, borçlu ülkelerin başlıca kreditörleri olan kendi bankalarını korumanın ve kurtarmanın derdinde, birbirleriyle çekişiyorlar. Bu arada kitleler alanları dolduruyorlar, bankalara, hükümetlere karşı isyan ediyorlar. Avrupa Birliği, ekonomik ve politik bir bütün olmadığını, ulusal burjuvazilerin çekişme ve mücadele alanına dönüştüğünü, dağılmanın eşiğinde sürüklendiğini belli ediyor. Bu noktaya nereden gelindi? Daha I. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, Rus devriminin mimarlarından Lev Troçki, “Almanya, daha sonra dünya iktidarı için İngiltere’yle ciddi olarak mücadeleye başlamak üzere, Avrupa’yı ‘organize etmeyi’, yani Avrupa kıtasını kendi kontrolü altında ekonomik olarak birleştirmeyi kendisine görev biçti” (1923, “Avrupa Birleşik Devletleri” Sloganı İçin Uygun Zaman mı?”; bak.: http://www. marxists.org/turkce/trocki/1923/ haziran/30.htm) diyerek ardından gelecek koca bir yüzyılın genel eğilimine işaret etmişti. Almanya bu “görevini” önce Nazi işgaliyle denedi, ama olmadı, dünya egemenliğini yavaş yavaş eline geçiren ABD karşısında yenildi. 1950’lerin sonlarından itibaren, Fransa’yı da desteğine alarak daha “barışçıl” bir birleşme yolu seçti ve kıtayı kendi egemenliği altında ABD’nin
devriminin yenilmesi, ardından 1926’dan itibaren SSCB’de Troçki önderliğindeki devrimci proletaryanın Stalinist bürokrasi tarafından ezilmesi, emperyalist tekelci burjuvazinin yolunu temizledi. Yüzyılın ikinci yarısında iyice güçlenen Almanya ve Fransa Avrupa’yı kapitalizm altında “birleştirmenin” yollarını aramaya koyuldular. Ama bu, ulusal sermayelerin güçlü devletlere ihtiyaç duyduğu kapitalizmin kendi doğasıyla çelişik bir süreçti. Troçki, bu tip bir kapitalist birleşme olasılığının çelişkilerine daha 1926’da değinmişti: “İç gümrük duvarlarının kaldırılması durumunda kapitalist Avrupa’nın, belirli bir yeniden kümelenme ve yeniden uyarlanma
Almanya ve Fransa’nın (Troçki’nin benzetmesiyle “büyük şirketler”), AB’nin çevre ülkeleri olarak tabir edilen Yunanistan, Portekiz, İrlanda, hatta AB’nin “üçüncü ve dördüncü büyük ekonomileri olarak tanımlanan, ama “büyükler” karşısında “küçük şirket” olmanın ötesine geçemeyen İtalya ve İspanya üzerindeki denetimi ve baskıları, “birliğin” yolunun ulusal burjuvaziler arasındaki çatışmalarla ve tahribatlarla dolu olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. “…Amerika’nın baskısı altında Avrupa devletleri güçlerini koordine etmeye gayret edeceklerdir. Briand’ın (Aristide Birand [18621932], Avrupa birliğinin savunucusu Fransız burjuva politikacıç.n.) Avrupa Birleşik Devletleri programının ana kaynağı budur. Ama hangi gelişme aşamalarından geçilecek olursa olsun, bir şey çok açık: Dünya dengesinin sürekli olarak Amerika lehine kesintilere uğraması, önümüzdeki bütün bir dönem boyunca Avrupa’da patlak verecek olan krizlerin ve devrimci çalkalanmaların ana kaynağı olacaktır. Avrupa’da on yıllarca sürecek bir istikrarın sağlanmış olduğunu savunanlar dünya durumundan hiçbir şey anlamıyorlar demektir ve kaçınılmaz olarak reformizm bataklığına saplanacaklardır.
“…şu soruya net bir yanıt vermek gerekiyor: Avrupa ekonomisi bugünkü dağınıklığından nasıl dünya pazarıyla –özellikle mevcut döneminin ardından, üretici güçle- kurtarılabilir ve Avrupalı halk savaş sonrası koşullarda– karşılaşrin yeni dağılımı temelinde yüksek kitleleri çürümeden ve köleleşmeden tırılamayacak ölçüde daha somutbir düzeye ulaşacağından kuşku nasıl korunabilir?.. Sol Muhalefet tur… Dünya çapında devrimin duyulmamalı. Bu tıpkı, gerekli aracılığıyla Avrupa proletaryasının gecikmiş gelişiminin sebeplerinden ekonomik koşullar altında daha bü- öncüsü mevcut yöneticilere şöyle biri, aşağılanmış Avrupa’nın, yük ölçekli işletmelerin daha küçük diyor: Avrupa’yı birleştirmek için zengin Amerikalı amcasına olan olanlar üzerinde üstünlük sağlaması her şeyden önce iktidarı sizin elinizbağımlılığıdır” (ibid). kadar tartışmasız bir gerçektir. Ama den çekip almak gerekir. Biz bunu küçük yatırımcıların kendi işlerini yapacağız. Onu düşman kapitalist Ne var ki, Lenin ve Troçki’nin gönüllü bir biçimde terk etmeleri önderliğindeki proleter Sovyetler dünyanın karşısında birleştirecebeklenmemeli. Piyasayı eline geçireBirliği’nin Avrupa’yı sosyalizm ğiz. Onu mücadeleci sosyalizmin bilmek için büyük kapitalistin önce bayrağı altında birleştirme politigüçlü bir mevzisi haline dönüşküçük olanı tahrip etmesi gerekası (Sürekli Devrim) ile Almanya türeceğiz. Onu Dünya Sosyalist kir. Devletler ölçeğinde de durum ve Fransa’nın Avrupa devletlerini Federasyonu’nun temel taşı haline bunun aynısıdır” (1929, Disarkendi kapitalist egemenlikleri getireceğiz.” (ibid.) mement and the United States of altında köleleştirme çizgisi, birbiTroçki’nin tahlilleri ve programı rine hızla yaklaşan iki tren gibiydi. Europe, bak.: http://www.margünümüzde hâlâ tüm geçerliğini Çarpışma kaçınılmazdı ve nitekim xists.org/archive/trotsky/1929/10/ ve yakıcılığını koruyor. Avrupa’da devrimci ayaklanmalar disarm.htm). patlak verdi. Ama 1923’te Alman Günümüzde
Yusuf Barman, 24 Temmuz 2011
www.iscicephesi.net