Dünyaya meydan okuyoruz: 35.117’de 12.897! Bugüne değin dünyadaki bor rezervinin yüzde 67’sine sahip olmakla övünen Türkiye, bir rekoru daha elinde tutuyor. Tüm dünyada terörist olmakla suçlanan kişi sayısı 35.117 iken, dünya nüfüsunun yüzde 1,1’ine den düşen Türkiye tüm bu sayının 12.897’ine, yani yüzde 37’sine tek başına sahip.
Çok değil daha 2005 yılında Türkiye’de terör suçundan tutuklu bulunan kimselerin sayısı 273 idi. Sadece 6 yıl içerisinde Ergenekon davasının sulandırılışı ve KCK operasyonları yoluyla İran, İsrail ve ABD gibi ceberrut ülkeler hızla sollanarak, Türkiye’nin terörist sayısı 47 kat arttırıldı! AKP’nin bu
abuk sayıya katkısındaki rolünü görmekle beraber, başbakanın ileri demokrasiden kastının ne olduğunu bir kez daha görmüş bulunuyoruz. Gazetecilerden, puşi takan gençlere ve basit bir suçtan yakalanan hatta suçu bile
bulunmayan ilgisiz kişilere kadar herkes terör kapsamında tutuklanırken, AKP referandumun ardından bir de anayasa ile demokrasiyi geliştireceğini vaad ediyor. Doğrudur, zenginlerin demokrasisini geliştirmek için yoksulları ve farklı olanı terörist ilan edip susturmakta tereddüt edilmiyor.
Rejimle hesaplaşmadan Dersim Katliamı’nın yarası kapanır mı?
Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 35 • Aralık 2011 • Fiyatı: 2 TL
AKP’nin depremle imtihanı
İspanya genel seçimleri
Araba farına yakalanan tavşanın hikâyesi...
İşçiler Sosyalist Parti’ye sırtını döndü
»4
» 14
Dersim’de, bugünkü adıyla Tunceli’de, 1937-38 yıllarında binlerce kadın, erkek ve çocuk katledildi, evlerinden zorla göçertildi devlet
eliyle. Atatürk’ün emriyle gerçekleşen bu zulüm kapatıldı, unutturulmaya çalışıldı, sorumluları gizlendi.
»8
Kapitalizmin sınırları belirginleşiyor!
Peki ya AKP’nin? Son 40 yıldır katı olan ne varsa çözülmeye başladı. Ekonomik ve jeopolitik durumda radikal çalkantıların yaşandığı bu dönemde hâkimiyetlerini ezeli görenler için gelecek günler endişeyi beraberinde getiriyor.
gulanan mali ve para politikaları krize çözüm olmadı; gelir dağılımı eşitsizliğine ve işsizliğe karşı eylemler artıyor.
Özetle, 1970’lerde, 45’lerden beri süren uzlaşmacı devlet politikalarının yerini alan neoliberal politikalar, Sorunlar gittikçe aynılaşır ve yaybugün devletleri iflasın eşiğine getirgınlaşırken, işçi ve emekçi kitleler miş durumda. Gündemlerinde ise işçi koşullarının daha fazla sürdürülemez hakları ve sosyal güvenceler anlamında olduğunun, burjuvazi ise artık hiçbir elde ne kaldıysa almaya yönelik “yapışeyin eskisi gibi olmayacağının farkın- sal reformlar” var. da; çünkü yalanlanan, üstü kapatılan, AKP’nin yanılsaması ve ötelenen gerçek artık gün gibi açık: Kapitalizmin en ciddi krizlerinden –mış gibi yapmak biriyle karşı karşıyayız, sistem yapısal AKP hükümeti ise gemisini kurtaran bir kriz içinde. kaptan edasıyla, kendi yönetim beceriOrtadoğu ve Kuzey Afrika’da kitleler leri ve tedbirleri sayesinde Türkiye’nin bonapartist rejimlerine karşı seferber- krizden etkilenmediğine, her şeyin yoliklerini sürdürürken; krize çare getir- lunda gittiğine inandırmaya çalışıyor meyen ekonomik ve finansal tedbirler bizleri. Nerdeyse bu sürecin bizlere Avrupa’yı biçimsel demokrasisinden yaradığına, Türkiye’nin bu süreçten bile feragate itiyor. Yunanistan ve güçlenerek çıktığına inandırılacağız: İtalya ile birlikte Avrupa’da seçilmiş“Ortadoğu karıştı, Türkiye’nin böllerin yerini teknokrat hükümetler gedeki rolü önem kazandı,” “Avrupa almaya başladı ve Avrupa, yapısal kriz batıyor, ama Türkiye’nin ekonomisi derinleştikçe bonapartist eğilimlerini büyüyor”. derinleştiriyor. Fakat bu söylemlerin örtemediği ABD ise 2012 Başkanlık Seçiminin bir gerçek mevcut. AKP’nin elde startını verdiği bugünlerde başarısız ettiği ekonomik büyümenin ardında ekonomi politikalarının sonuçları ile üç önemli kaynak var: Artan gelir yüz yüze. 2009 yılından bu yana uyuçurumu, işsizlik, örgütsüz ve güven-
cesiz çalışma. Üstelik bu ekonomik büyüme ithalata dayalı, sıcak paraya bağımlı bir modelle sürdürülüyor ve Türkiye ekonomisi için ciddi bir risk anlamına gelen yüksek bir cari açık söz konusu.
nüyor. Oysa geçtiğimiz aylarda acı olarak tecrübe ettiğimiz Van gerçeği bile AKP’nin sınırlarını ve –mış gibi politikalarını açığa vuruyor. Suriye’ye diklenen, AB’yi uyaran hükümet, Van’da deprem sonrası yaşanan sefalet ve yoksulluk için bile bir çare olamıDiğer yandan, gerçeklerden uzak, bu kendi dünyasına hapsolmuş bir tür yor; Van’ın yerle bir olmasına seyirci kalan ve çocukları açlık ve soğuğun şizofrenik düşünüş öyle bir raddeye merhametine terk eden hükümet için ulaştı ki, en sonunda AB’ye demokdaha öncelikli olan, şimdi Van’ın nasıl rasi dersi bile vermeye başlandı. AB Bakanı Egemen Bağış, AB’nin Yuna- yenileneceği sorusu. nistan ve İtalya’ya yönelik teknokrat Sorulması gereken hükümetler uygulamasını, “ekonomik Bizim içinse soru açık: Kapitalizmin krizin üstesinden gelmenin yegane krizi derinleşiyor; hükümetler için demeşru ve etkili aracı gerçek demokrasidir. Bu çerçevede Türkiye’nin dokuz mokrasi gittikçe daha maliyetli bir hal yıllık tecrübesi ilham vericidir” sözle- almaya başlarken, baskıcı politikalar güçleniyor; emekçi kesimlerin önüne riyle eleştirdi! ağır faturalar koyuluyor; peki, işçi İşte AKP’nin dokuz yıllık demokrasi sınıfı bunlar karşısında kendi çözümütecrübesinin sonuçlarından birkaçı: nü koyabilecek mi? Yargı ve yasama güçlerinin yürütmeUnutmamamız gereken, kapitanin elinde güçlenmesi ve Türkiye’nin lizmin sınırlarını belirginleştiren bu bir tür Kanun Hükmünde Kararnasürecin, ülkeler arasına çizilen sınırlameler yönetimine dönüşmesi; Kürt rı, ortaklaşan taleplerle birlikte uzun halkına ve Kürt siyasi hareketine yönelik baskılar ve KCK operasyonları; zamandır olmadığı kadar silikleştirdiği. Bu talepler etrafında ortak mücaişçi ve emekçilerin haklarına yönelik deleyi örebilmek, artık hiç olmadığı gasplar... kadar zorunlu. AKP sürdürdüğü ikiyüzlü politikalara en azından kendi inanmış görüİşçi Cephesi, 3 Aralık
»2
2
İLAN TAHTASI
Alibeyköy’de kıdem tazminatı etkinliği İşçi Cephesi gazetesi okurları 13 Kasım Pazar günü neoliberal saldırıların devamı niteliğinde olan, kıdem tazminatı hakkımızın alınması ve yerine getirelecek olan fon ile ilgili tartışmak üzere Alibeyköy’de bir araya geldiler İC - Haber, 30 Kasım
Etkinliğin ilk kısmında kıdem tazminatının ne olduğu, Türkiye işçi sınıfının hangi mücadeleleri sonucu şimdiki haline geldiği ve bizim için ne anlam ifade ettiği tartışılırken, ikinci kısımda ise fonun bize ne getireceği ve patronlar ile hükümetin bu fonu nasıl pazarladıkları konuşuldu.
sunda herkes mutabık kaldı. Ardından ne yapmalı sorusu üzerine tartışma geliştirildi. Birkaç kişi işyerinden hiçbir arkadaşına güvenemediğini söylese de, deneyim paylaşımları sonucu yan makinemizde çalışan işçi arkadaşımıza güvenmekten başka çıkar yolumuzun olmadığı konusunda hemfikirdik.
İşçilerin ağırlıklı olduğu toplantıda kıdem tazminatının bizim için öncelikle iş güvencesi anlamına geldiği ve bu hakkın alınmasıyla işten çıkarmaların önünde bir engel kalmayacağı husu-
Etkinlik, bu tartışmaları ve paylaşımları tek bir toplantıya bırakmamak gerektiğinin altını çizen arkadaşlarla 11 Aralık Pazar günü yeni bir konuyla, yeniden bir araya gelme dileğiyle son buldu.
Karanlık çökerken İC - Haber, 1 Aralık
Yayın hayatına yeni başlayan H2O yayınevi, toplumsal hareketler ve siyaset dizisinin ilk kitabı olan Karanlık Çökerken - Bürokrasinin Yükselişi Bolşevizm’in Yenilgisi’ni Kasım ayı içerisinde bastı. Halil Çelik’in derlediği kitap, 1917 Ekim Devrimi’nin ardından tarihte kurulan ilk işçi devletinin bürokratikleşmesine ve çürümesine karşı Bolşeviklerin verdiği mücadeleyi belgelerinden, mektuplarından ve konuşmalarından yola çıkarak aktarmakta. Kitabın ilk bölümünde yer alan, Lenin’in ölmeden önce yazdığı son mektupları önemli birer tarihsel belge olmasının yanında, o dönem
parti içi tartışmaları anlamak adına da anlamlı bir kaynak. Kitapta ayrıca, Troçki önderliğinde kurulan Uluslararası Sol Muhalefet’in belgelerini ve yazışmalarını bulmak da mümkün. Kitap, ilk işçi devletinin bürokratik yozlaşma sürecinin nedenleri üzerine bir perspektif çizmekte ve önemli dersleri de içinde barındırmakta. “Bir devrimi zafere ulaştıranların başına gelebilecek en beklenmedik, en korkunç şeydir devrim sonrasında muhalefete düşmek. Karanlık önce insanın ruhunda belirir.” (Arka kapaktan) Karanlık Çökerken’i kitapçılardan temin edebilirsiniz.
MEKTUPLARINIZI
BEKLİYORUZ ISCICEPHESI@
G M A I L . C O M
Ne savunuyoruz? Neyi hedefliyoruz? İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Türkiye’de devrimci bir işçi partisinin inşası için mücadele ediyoruz. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş
veriyoruz. Sermayenin baskı ve şiddet rejimine karşı mücadele ediyoruz ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.
POLİTİKA
3
HES’e karşı tek ses, katliam durdurulsun! - 2 Tekin Güven, 30 Kasım Geçtiğimiz günlerde burjuva haber ajansları Trabzon, Solaklı’daki HES inşaatına karşı olan direnişi terör eylemi olarak yansıttı. Ama direnenlerin ne istediğini, doğanın nasıl tahrip edildiğini ya da HES’leri sermayeye peşkeş çeken hükümetten, ya da HES kapasitelerinin %70 daha arttırılması için yapılan gizli çalışmalardan bahsetmediler. HES’lerle ilgili önceki yazılarımızda, HES’lerin nerelere kurulmak istendiğini, göz göre göre ölümüne çalıştırılan emekçilerden ve inşaatların durdurulması için verilen mücadeleden bahsetmiştik. Geçen bu süreçte derinleşmekte olan ekonomik krize karşı sermaye çıkışı enerji sektörüne yapılacak yeni yatırımlar da görmekte. HES projeleri de bu oyunda başrolü üstleniyor. Çeşitli mühendis odalarının ve dürüst enerji analistlerinin hazırladığı raporlar, yapılan yatırımların Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu enerjiden çok daha fazlasını hedeflediğini gösteriyor. Bu durum gelişmişlik olarak sergileniyor olsa da, esasında kişi başına düşen enerji miktarının artması demek bir az gelişmişlik göstergesidir. Çünkü bu durum enerjinin verimli kullanılamadığını işaret eder. Halen Avrupa ülkelerinden yüksek olan kişi başına düşen elektrik enerjisi miktarını
daha da arttırma hedefinin şu anlama geldiğini düşünebiliriz: Avrupa’nın kazan dairesi olmak ve inşaat şirketlerine yeni talan alanları açmak. Hedef bu denli net olunca, mevcut hukuksal düzenlemeleri dahi, polis desteği ile aşmak patronlar için bir kural haline geliyor. Trabzon’un Solaklı Vadisi’ne inşa edilmesi planlanan HES’e karşı açılan yürütmeyi durdurma davalarını hiçe sayarak çalışma-
larına devam etmeye çalışan Bugato şirketi 3 Kasım Perşembe günü kolluk güçlerinin desteğini alarak vadiye girmek istedi. Fakat direnişle karşılaşarak vadiye giremedi. 2 gün sonra 5 Kasım sabahı şansını bir kez daha denedi. Bu durumu fark eden köylüler yaşam sularını savunmak için tekrar direnişe geçtiler ve Bugato şirketine kaçmaktan başka bir şans bırakmadılar. Ancak bu durum zaferin kesin olduğu anlamına
HES nedir? Sermayenin daha çok kazanç uğruna, küçük-büyük her akar su üzerine elektrik santrali kurarak, çevresindeki doğayı ve kültürü tahrip etmesi, yaşam alanlarını hiçe saymasıdır. İlkokuldan beri çevre dostu enerji olarak tanıtılan HES’ler, öncelikle santralin kurulduğu bölgede devasa bir orman katliamı yaratıyor. Dereler ve ırmaklardaki balık ve diğer canlıların yaşamını sonlandırıyor ve sulama kaynaklarının verimini azaltarak bir çevre katliamı yaratıyor.
HES’ten önce Uzundere
HES’ten sonra Uzundere
gelmiyor. Bir gecede ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) olumlu raporları çıkartan ve mahkemelerce bunların iptalini yok sayan (bir başka örneği Rize’nin Çağlayan vadisinde yaşanmakta) Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu HES’in sadece fazla olan suyun enerjisini aldığını iddia ediyor. Resimlerde göründüğü gibi sadece fazla suyu değil derelerin can suyunu, yaşamı da türbinlerden geçirerek metalaştırıyor. HES’ler aracılığı ile sermayenin kâr oranlarını arttırmak ve faaliyet alanını genişletmek için doğanın yok edildiğini görüyoruz. Dün Hopa, bugün Solaklı Vadisi, yarın yanı başımızdaki bir akarsu olabilir mücadele alanı, HES’lerin verdiği zararı görerek mücadelemizi doğanın ve kültürün tahribatına karşı, yaşam alanlarını koruma talepleri üzerine kurmalıyız. Enerji patronlarının, daha faza kar için doğayı yok etmekte tereddüt etmediklerini görüyoruz. Bu sebeple, enerji sektörünün derhal kamulaştırılmasından yanayız. Çevre bakanı Eroğlu, HES’lere karşı çıkmanın vatan hainliği olduğunu buyurdular. HES’lerin tahribatını anlatan “Sudaki Suretler” belgeselinde Murat Sarı’nın Nazım Hikmet’ten alıntı yaparak dediği gibi: “HES’lere karşı olmak vatan hainliğiyse, ben vatan hainiyim.”
Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu:
Koşulsuz atama, kadrolu-güvenceli iş Deniz Koçak, 1 Aralık 300 bin öğretmenin atama beklediği bir ülkede 11 bin atama yapılıyor, öğretmen ihtiyacı ücretli öğretmenlik ile giderilmeye çalışılıyor, öğretmenler neyi test ettiği belli olmayan KPSS denen bir sınava tabi tutuluyor, Milli Eğitim Bakanı Dinçer kabiliyetlerine göre özel sektörde iş bulsunlar diyor ve sonuç: Eğitimde verimin düşmesi, her geçen gün sayıları artan işsiz öğretmen ordusu ve 27 intihar! AYÖP çatısı altında birleşen ataması yapılmayan öğretmenler yukarıdaki sonuçları doğuran eğitim politikasına karşı mücadele veriyorlar. En son ülkenin çeşitli illerinden yola çıkan öğretmenler, 24 Kasım öğretmeler günü haftasında, 19 Kasım’da Ankara’da bir eylem gerçekleştirip şu talepleri dile getirdiler: • Nitelikli eğitim için ücretli öğretmenlik kaldırılsın!
• Verilen sözler tutularak 2011 sonuna kadar 44 bin atama yapılsın! • Öğretmenlerin kadrolu ve güvenceli bir şekilde ataması için planlama yapılarak acilen uygulamaya geçilsin! • Bu taleplerin yerine getirilebilmesi için 2012 bütçesinde eğitime ayrılan bütçe arttırılmalı ve eğitime hak ettiği bütçe verilmelidir. Bu taleplere karşı Milli Eğitim Bakanı 60 bin öğretmene ihtiyaç olduğunu, onun da ücretli öğretmenler ile karşılanacağını savunuyor. Peki, ücretli öğretmenlik nedir ve uygulanan bu çözümün sonuçları nelerdir? Atanamayan, ücretli öğretmenlik yapmaya mecbur bırakılan bir öğret-
men ayda 300 ile 500 TL kadar bir gelir elde edebiliyor ve sigortası 12 gün üzerinden yatırılıyor! Açlık sınırının 900 TL olduğu bir ülkede bu maaş ile geçinmek mümkün müdür? Cevabı, atanamayan öğretmenlerin günlük hayatında buluyoruz. Ücretli öğretmenlik yapmaya mecbur bırakılan tüm öğretmenler ek iş yapmak zorunda kalıyor ve önemli bir kısmı dershanecilik denen “eğitim piyasasında” alabildiğine tırpanlanan sosyal haklar ve çok düşük ücretler karşılığında çalışmak zorunda kalıyor. İnsanların sevdiklerine, sevdiği uğraşlara zaman ayırdığı, dinlendiği tatil zamanları onlar için büyük bir kaygıyı ifade ediyor çünkü tatil zamanları ücretleri kesintiye uğruyor! Fiziksel ve psikolojik olarak yorgun olan bu öğretmen
haliyle de öğrencilerine ne kadar isterse istesin gerçek potansiyelini aktaramıyor. İşte öğretmenlerimize, öğrencilere ve ailelerine sunulan çözümün gerçek yüzü bu! Tüm bunlara karşı AYÖP, her geçen gün sayısı artan üyeleri ve sürekli hale getirdiği eylemleri ile hükümet üzerinde baskı oluşturmaktadır. Kıdem tazminatını sermayenin çıkarları doğrultusunda tırpanlamayı düşünen AKP hükümeti, 300 bin atama bekleyen öğretmen varken 55 bin atama sözü verip, 11 bin atama yaparak yine işçi sınıfının taleplerini yerine getiremeyeceğini göstermiştir. Çeşitli sendikaların da destek vermeye başladığı bu platform, gücünü örgütlülüğünden aldığını ve sorunlarını da kendilerinden başkasının çözemeyeceğinin bilincinde. Öğretmenlerimizin verdiği bu sınıf mücadelesinde biz de bir tarafız ve kendimize bu mücadelede bir yer bulmalıyız.
4
POLİTİKA
AKP’nin depremle imtihanı ya da
araba farına yakalanan tavşan İktidarın motivasyonu, söylediklerinin aksine, insan odaklı değil. Tüccarlık gerektiren işlerdeki cevvalliği, diyelim devletin stoklarında ne kadar çadır olduğu sorusunun cevabını bilmekte işlemiyor B. Turgut, 29 Kasım 23 Ekim’de Van’da yaşanan depremin üzerinden iki aya yakın zaman geçti. Ancak Van halkı hâlâ her türlü yoksunlukla, sefaletle başetmeye çalışıyor. İlk ayın sonlarına doğru, Van il merkezinden ve/veya bağlı yerleşim yerlerinden göç edenlerin sayısının 400 bin’i aştığı tahmin ediliyor. Van şehir merkezinin toplam nüfusunun bu sayıdan daha az olduğu düşünüldüğünde oluşan göçün nasıl önemli bir seviyeye ulaştığı görülebilir. Bölgeden aktarılanlar ve bizzat kendi gözlemlerimiz Van’ın adeta hayali kente dönüştüğü yönünde. Çadır yangınları, çocuk ölümleri, salgın hastalıklar başlamış durumda. 400’den fazla çocuğa zatürre teşhisinin konması başlıbaşına durumun vehametini özetler nitelikte. Hükümet; Yardım istemeyecek kadar gururlu, İran çadırları kadar dandik! Depremin hemen ertesinde hükümetin ilk icraatı; çeşitli ülkelerden arama kurtarma çalışmalarına katılmak isteyen ekiplerin yardım tekliflerini reddetmesi, hatta bir şekilde gelebilenlerin bölgeye ulaşmasını engellemek oldu. Özellikle depremin ilk günlerinde enkaz altından kurtarılacak hayatlara kilitlenen kamuoyunun tepkisi, bir süre sonra İçişleri Bakanı’nın ağzından hükümetin hatasını utangaç bir şekilde kabul etme-
sine neden oldu. Gerekçe ise ilginçti; hükümet kendi performansını görmek için yardımları reddetmişti. Performans, perfor”ma”mans Kızılay’ın ya da diğer bütün diğer devlet kurumlarının elinde bulunan barınılacak çadır miktarının Van gibi nispeten küçük bir şehirde bile ihtiyacı karşılayacak düzeyde olmadığı “tespitinin” ardından, bu kez de gelebilecek her yerden çadır teminine başlandı. Deprem bölgesinde İsrail çadırlarından, İran’dan alınan pejmurde çadırlara kadar değişik çadırlar toplanmaya başlandı. Valilik ise bu arada, daha çok depremin ilk günlerinde bölgede çalışmasına müsaade etmeyeceğini açıklayacağı sivil toplum kuruluşlarının (STK) listesiyle meşguldü. Ülkenin dört bir yanından toplanmış olan yardımların ancak valilik eliyle dağıtılacağı açıklamasının ardından gelen yardımlara da şehir girişlerinde polisjandarma denetimi ile el konularak gelen tonlarca yardımın çoğu dağıtılamıyor, depolanıyordu. Depremden sonra bütün insanların ağzına pelesenk olan o kelimenin türeyişi tam da bundan sonradır; “koordinasyonsuzluk”. Valilik kriz merkezi değil, basın açıklamaları merkezi Valilik bünyesinde oluşturulan afet koordinasyon merkezi daha ilk günden itibaren bakanların, milletvekilleri ve TOKİ müteahhitlerinin krize kendilerince müdahale merkezi haline dönüştü. Valiliğin koordinasyonu, daha ziyade bakanların, iktidar partisi milletvekillerinin lojistik sorunlarının giderilmesi amacına hizmet ediyordu. Bu arada, merkezi hükümet sandıklarından bir türlü ortaya çıkaramadığı çadırların neden alınmadığını, hatta bu paranın nerede olduğunu açıklıyordu. Vergiler yola düştü, yol dağa kaçtı 1999 depreminden bu yana toplanagelen ve yaklaşık 30 milyar dolara ulaştığı sanılan vergilerin ne olduğu sorusuna Maliye Bakanı Ankara’dan cevap vererek, malumu açıklıyordu; “bu
paralar duble yolların ihalelerine harcandı.” Halktan topladığı AKP’li müteahhite Ülkenin dört yanından çok büyük bir seferberlikle, depremin hemen ertesinde oluşan ırkçı-faşist tutuma tepki ile de doruğa ulaşan yardım kampanyaları ile toplanan malzemeler Van’da depolanıyor ama ya dağıtılamıyor ya da AKP tandaslı çeşitli kuruluşların elinde yardım edilecek insan, köy seçilerek dağıtılıyordu. Başından beri valiliğin Van’ın BDP’li belediyeye karşı uyguladığı tecrit, yetkisizleştirme ve itibarsızlaştırma çalışması tam bu dönemde doruğa ulaşıyordu. Belediye görevlilerinin kriz merkezine ulaşması engelleniyor, Van’da belediye başkanının istifa ettiği söylentileri yayılıyordu. Bununla birlikte BDP kanalıyla dağıtılan yardımların PKK’li gerillalara gönderildiği yönündeki akıl yoksunu kara propaganda, iktidar yandaşı basın kuruluşlarında tekrarlanıyordu. Gerillaların çadırlarda kaldığını sanan beyinsizlerin ikinci icraatları da Van’da eylem yapmadan yakalandığını iddia ettikleri PKK’lilerin görüntülerinin “yardım götüren ve depremle meşgul olan polise saldıracaklardı” başlıkları ile basına servis edilmesi idi. Bu arada içişleri bakanını protesto eden ya da çadır isteyen depremzedeler, valiliğin kesin talimatı ile, provakatör oldukları yaftasıyla coplanmakta beis görülmüyordu. Ercişteki AKP belediyeciliği; “doğa intikam almaya devam ediyor!” Bir önceki genel seçimlerde AKP milletvekili seçilerek TBMM’ye giren eski Erciş belediye başkanı döneminde yapılan imar değişikliği ile Urartular zamanında bile yerleşim yapılmamış Erciş ovası ticari arsa statüsüne sokuluyordu. Gölcük depremindeki görüntülere benzer görüntülerin olduğu Erciş’te yıkılan binaların büyük kısmının da bu imar değişiklikleri sonunda yapılan nispeten yeni yapılar olduğu düşünüldüğünde bu değişikliğin “önemi” anlaşılır. Tevekkeli deprem sırasında bile Erciş’te bilboardlarda reklamı yapılan; AKP’li belediyenin aşevi, yoksullara gıda yardımı, kaldırım yenileme, sahil yolu projeleri de AKP’nin belediyecilik anlayışının mikro kopyası görünümünde idi. İstanbul’daki sel sonrası “doğa intikamını alır” diyen Başbakan’ın sözlerine bakılırsa Erciş’te doğanın kimden intikam aldığını düşünmeden edemiyor insan.
Köyler AKP’li kardeş belediyelere Hasarın fazla olduğu köylere depremin üzerinden iki hafta geçmesine rağmen ulaşamayan AKP’li iktidar, bu kez bu köylerin ıslahını AKP’li diğer belediyelere bırakmıştı. Her köy bir AKP’li belediye tarafından sahiplenilerek, koordinasyon artık “AKP’li belediyenin gereken ne ise yapacağı” düzeyine iniyordu. Yemek, dağıtım vb. gibi gerekenler ise AKP destekli sivil toplum “gönüllülerinin” “Van herşeyiyle yenilenecek; yararlı, devletine sadık, bağlı” şiarına teslim edilmiş durumda. İkinci depremin altında kalan AKP Geceler boyunca sürekli artçı ve/veya bağımsız depremlerle sarsılan Van ve çevresinde AFAD eliyle sürdürülen ve İnşaat Mühendisleri Odası’nın katılımını reddettikleri hasar tespit çalışmalarında “sağlam” raporu verilen ve hatta valinin bir TV programında, şehircilik bakanı ile yarışırcasına “Van’ın deprem açısından en güvenli il olduğu”nu ispata girişmek için örnek olarak verdiği otellerin yıkılması bir fiyaskoya daha neden oldu. Şimdi, yeni bir Van’ın inşa edileceği lafı ile müteahhitlerle birlikte arsa bakan Şehircilik Bakanı dışında Deprem ile ilgilenen pek yok. Depremzedeler ise “sivil toplum” gönüllülerinin örgütleme, hizaya sokma, “allah devletten razı olsun” lafını duyana kadar el uzatmama insafına terkedilmiş durumda. Sağlam polis devleti, dandik sosyal devlet Polis soruşturmalarında, telefon dinlemelerinde tıkır tıkır işletilen devlet mekanizmalarının, konu insan hayatı, değeri olduğunda reflekslerinin çalışmadığı, çalışan reflekslerinin ise her türden gerici, şoven ve kâr odaklı olduğu gerçeğini bir kez daha söylemek gerek. İktidarın motivasyonu, söylediklerinin aksine, insan odaklı değil. Tüccarlık gerektiren işlerdeki cevvalliği, diyelim devletin stoklarında ne kadar çadır olduğu sorusunun cevabını bilmekte işlemiyor. Sormak lazım; Van depreminde yüzlerce insanın ölümünden sonra İstanbul’da çadır kurulacak alanların bile imara açıldığını keşfeden hükümetin, olası bir felaketin olmaması için dua etmesine mi teslim olacağız yoksa kendi yazgımızı kendimiz mi çizeceğiz? Soru bugün de bu.
POLİTİKA
5
Kanun hükmünde kararname rejimi Türkiye 3 Mayıs 2011 tarihinden beri Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) yönetilmekte. AKP hükümetinin KHK yapma yetkisini parlamentodan aldığı bu tarihten beri, ilk olarak 12 Mart 1971 darbesiyle gündeme gelen ve esas olarak 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle en geniş kapsamına ulaşan “KHK kanunu” bu kez devasa ölçüde bir kullanım alanı kazanmış oldu Murat Yakın, 28 Kasım
AKP hükümeti şu ana dek çıkartılmış 30’a yakın KHK ile bir yandan neoliberal saldırı politikaları önünde engel teşkil edebilecek tüm odakları tek bir mermi ile bertaraf etme kartını kullanıma açarken, diğer yandan da söz konusu demokrasi dışı yöntemi arsızca kullanarak sırtını askeri cunta anayasasına ve ruhuna ne denli yaslamış olduğunu ortaya koyuyor.
-Türkiye Bilimler Akademisiyönetim ve üye seçimi bağlamında doğrudan başbakanlık ve hükümet denetimine alınıyor. AB bakanlığıyla ilgili KHK ise, gerçekte kendi uzun iktidar dönemi boyunca 46 milyar liralık özelleştirme gerçekleştiren AKP’nin özellikle bankacılık ve enerji alanlarında yarım kalan işlerini tamamlama arzusunu ifade
Ülkenin kanun ve parlamento işleyişiyle değil de KHK’lar aracılığıyla yönetilir hale gelmesi ise başlı başına iki eğilime işaret ediyor; ilki kuvvetler ayrılığı ilkesinin devre dışında kalması ve ikincisi hükümetin giderek elverişsizleşen koşullar altında eksiksiz uygulamakta olduğu yıkım politikalarını tüm muhalefet odaklarının ve anayasanın denetimi dışına çıkartmış olması. KHK mevzuatının içine birbiriyle ilişkisizmiş gibi görünen pek çok şey girebilmekte; bilimsel kurulların üye seçiminden tam gün yasasına, hazine ve SİT alanlarından meslek örgütlerine her şey bu mevzuatlar aracılığıyla parlamento adına hükümete, hükümet adına ise birkaç yetkilinin ellerine bırakılıveriyor. Şekli demokrasinin bile askıya alınması anlamına gelen bu yeni KHK rejimi modeliyle, Ali Ağaoğlu’nun bana bıraksalar kapısına kilit vururdum dediği TMOBB, ilgili bakanlığın evcilleştirilmesi hedeflenen bir alt kuruluşu konumuna indiriliyor. Sözde Gıda Tarım ve Hayvancılık bakanlığıyla ilgili KHK aracılığıyla TÜBİTAK ve TÜBA
AKP hükümetinin mutlak bir parlamenter çoğunluğa sahipken, meclisi kullanmak yerine biçimsel demokrasi işlerliklerini bile hiçe sayan ve ülke tarihinde yalnızca baskıcı, sağcı ve işçi düşmanı yönetimlerce uygulamaya sokulan bir yönteme bir kez daha sarılmasını nasıl okumak gerekiyor?
KHK uygulamaları, bir dekordan ibaret hale gelmiş bir parlamentoyla ve kendini anayasal yargı denetiminin dışında konumlandırmış, yıkım politikaları konusunda son derece kararlı bir hükümetle karşı karşıya olduğumuzu ortaya koyuyor
ediyor. Öte yandan Milli Emlak Genel Müdürlüğü’ne tüm hazine arazileri hakkında plan yapma yetkisi verilmiş durumda. Kamu çıkarını doğrudan ilgilendiren bu alan tartışmaya bile açılmaksızın, yerli ve çok uluslu şirketlerin kâr hırsına peşkeş çekilmekte.
Öncelikle bu yeni eğilimin, ekonomik krizin dünya düzeyinde aldığı yeni görünümün Türkiye’ye dönük bir yansıması olduğunu vurgulamak gerekli. Kapitalizmin mevcut krizi o denli yapısal ve derin ki, bu ölçekteki bir altüst oluşa, kapitaHem sağcı, hem muhafazakâr, lizme özgü ekonomik ve finansal hem neoliberal tedbirlerle, hele kitlelerin rızasını KHK uygulamaları, aslında bir alarak çözüm getirmek mümkün değil. Zira sorun, neoliberal dekordan ibaret hale gelmiş bir parlamentoyla ve kendini anaya- politikaları en uç noktalarına dek uygulamaya kararlı kapisal yargı denetimlerinin dışında talizmin, yıkımın tüm bedelini konumlandırmış ve yıkım podünya emekçi halklarına ödetme litikaları konusunda son derece kararlı bir hükümetle karşı karşı- çizgisiyle yeni bir politik düzeye sıçramış durumda. Bu nedenle ya olduğumuzu ortaya koyuyor.
dünya ölçeğinde burjuva iktidarlarının “biçimsel demokrasiden” yüz geri ederek baskıcı eğilimler kazanmaya başladığını göz önünde bulundurmak gerekiyor. Yunanistan ve İtalya’da seçilmiş hükümetlerin AB baskısıyla yerlerini krizin bedelini emekçi yığınlara ödettirmeye yeminli “Teknokrat” hükümetlerine bırakması bu eğilimin son örnekleri. AKP kurmayları okyanustaki dev dalgaların yavaş yavaş “güvenli” kıyılarımıza yaklaşmakta olduğunun bilincinde elbet. Çalışanlarının yüzde 43,4’ünün hiçbir sosyal güvenceye sahip olmadığı, gerçek işsizlik oranlarının yüzde 20’ye ulaştığı, 5 milyona yakın asgari ücretlinin, ülkenin en büyük 90 şirketi kadar vergi ödemekte olduğu ve krizden en çok etkilenen 31. ülke mertebesine ulaşan bu ülkenin dünya düzeyinde “terör suçlamasıyla” tutuklu bulunanların yaklaşık yarısını barındırması “yeni anayasa” tartışmaları arifesinde, gerçek gidişat hakkında önemli bir gösterge. AKP hükümeti, hararetle savunmakta olduğu neoliberal saldırı politikalarının, kitlelerin rızasına dayalı biçimsel demokrasi ölçütleriyle dahi sürdürülemez bir noktaya geldiğinin farkında. Dünya pazarlarında esen şiddetli fırtına, ülkenin emperyalizmin politikalarına yedeklenmesini, AB’nin köle emeğine dayalı “Çin”i haline gelmesini, kıdem tazminatı, güvenceli çalışma koşulları, ranta dönüştürülmedik toprak parçası, ifade ve örgütlenme özgürlüğü ve benzerlerinden geriye ne kaldıysa hunharca yağmalanmasını dayatıyor.
6
POLİTİKA
Odatv ve Ergenekon davasında son durum 2007’de başlayan süreçte yüzlerce insan mahkemelik oldu, onlarca operasyon yapıldı. Fakat net suçlamalar ve deliller hâlâ ortada yok, yüzlerce sanık neyle suçlandıklarını bile bilmeden hapiste tutuluyor; davanın derinleştirilmesi yerine içi boşaltılıyor. Hükümet elindeki gücü yargıyı şeffaflaştırmak için kullanmıyor Salih Şimşek, 26 Kasım Odatv davası görülmeye başladı
Ergenekon’un medya ayağı olduğu iddia edilen Odatv’ye ilişkin 11’i tutuklu 14 sanığın yargılandığı dava geçtiğimiz ay görülmeye başlandı. Yalçın Küçük, gazeteciler Soner Yalçın, Ahmet Şık, Nedim Şener, eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı ve Silivri Cezaevi’nde ölen eski MİT’çi Kaşif Kozinoğlu hariç tüm sanıklar, 8 ay sonra ilk kez hâkim karşısına çıktı. Sanık avukatları, reddi hâkim talebinde bulundu. Gerekçe olarak Odatv sitesinde yayınlanan, mahkeme başkanı Resul Çakır’ın da aralarında bulunduğu hâkimlerin
ve Ergenekon savcılarının, emniyetin iftar yemeğinde çekilmiş fotoğrafları gösterildi (Bu arada hatırlatalım, bahsi geçen fotoğrafların haberini yapan Barış Terkoğlu da tutuklandı ve sanıklar arasında). Mahkeme heyeti talebin üst mahkemeye gönderilmesini kararlaştırdı. Duruşma 26 Aralık’a ertelendi. Ergenekon davası uzadıkça uzuyor Ergenekon davası başlayalı 3 yıl geçti. Hükümeti eleştiren veya hakkını savunan pek çok kişi veya kuruma Ergenekoncu denilerek dava açıldı. Derinleşmesi gereken operasyonun içi boşaltıldı. 12 Eylül’le ve derin devletle hesapla-
şacağız diyen hükümet, 12 Eylül referandumunun üzerinden 1 yıl, seçimlerin üzerinden 6 ay geçmesine rağmen ne yargı ne de Ergenekon konusunda somut bir adım atmadı. Hatta aksine, Hizbullah davasında tutuklu yargılananların serbest bırakılmasını yargının hızlandırılması diyerek savundu. Ergenekon davasının ağır işlemesine ve sanıkların sebebi bile söylenmeden tutuklu kalmalarına ise göz yumuyor. Bu ve tüm davaların sağlıklı işletilmesini sağlamak hükümetin ve başbakanın görevi değil mi? Referandumla birlikte yargı ve yürütmeyi daha eşgüdümlü hale getiren hükümet, elindeki gücü yargıyı şeffaflaştırmak için kullan-
mıyor. Onun yerine Avrupa hükümetlerini örnek alarak havuç-sopa politikasından taş-sopa politikasına kayıyor. Erdoğan 23 Nisan’da “egemenlik duvarda değil, milletin kendisinde olacaktır” dedi ama kendinden ve patronlardan başka kimseyi kâle almıyor.
Bu ve tüm davaların sağlıklı işletilmesini sağlamak hükümetin ve başbakanın görevi değil mi?
Van depremi ve yine bir rantsal dönüşüm hikâyesi Van depremi ertesinde “Senin binanın enkaz bedeli budur ve gel buraya gir, 20 yıl vadeyle de gel ve burada otur” diyen Başbakan, emekçi kitlelerin barınma hakkını da serbest piyasanın mutlak hâkimiyeti adına alacağını açıklıyor Dilçem Sarin, 30 Kasım 23 Ekim 2011’de Van’da yaşanan depremle 600’ün üzerinde insan hayatını kaybetti. Yaklaşık 20 yıldır yerel yönetimde, 9 yılı aşkın bir süredir de merkezi iktidarda bulunan ve bu süreç boyunca da depremden korunmaya yönelik hiçbir adım atmamış olan başbakan Recep Tayyip Erdoğan deprem sonrası “Çevre ve Şehircilik Bakanlığımızla bir çalışma içine gireceğiz ve şehirlerimizde kaçak yapı, gecekondu konusunda gerekirse yetkiyi bakanlığımıza alacağız, bu tür binaları değiştirmeyen, yıkmayanların binasını gerekirse biz yıkacağız.” diye bir açıklamada bulundu. Krizleri “teğet geçirten” başbakan şimdi de deprem krizini fırsata dönüştürmeye çalışıyor ve kentsel dönüşüm
Van depremi ile yeniden gündeme getirdikleri kentsel dönüşüm projelerine deprem üzerinden bir meşruiyet inşasına girişiyorlar
projesiyle yeniden karşımıza çıkıyor. Bir zamanlar kent merkezlerinin çeper mahalleleri olan emekçi mahalleleri, genişleyen kentlerin değerli arazilerine dönüştüklerinden sermaye için potansiyel yatırım alanları haline geldi. Yani yeni rant ve bu rant üzerinden yeni kâr alanları. Kapitalizmin kâr hadlerinin azalması eğilimine karşı daha yüksek kârlılık sağlayacak alanlar yıkılacak ve yeniden yapılandırılacak. Bu yeniden yapılandırma ile doğayı, tarihi dokuyu, yaşam alanlarını metalaştırarak satışa açmak patronların yeni kâr kapıları. Şimdiyse Van depremi ile yeniden gündeme getirdikleri kentsel dönüşüm projelerine deprem üzerinden bir meşruiyet inşasına girişiyorlar. Başbakan’ın da dediği gibi yıkmayanların binasını gerekirse -yani zorlayıkacaklar. Bunu yaparken de emekçilerin yoğunlukla yaşadığı gecekondu mahallelerini kriminalize ederek yıkımlara bir meşruiyet kazandırmaya çalışıyorlar. Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar gecekondu mahallelerini, “terörün, uyuşturucunun,
devlete çarpık bakmanın, psikolojik olumsuzlukların merkezi” sözleri ile suç üreticisi olarak damgalıyor. AKP’li Belediye Başkanı Aziz Yeniay’a göre ise Küçükçekmece Ayazma mevkii gibi “uluslararası alanda prestij olan Olimpiyat Stadyumu’nun yanı başında TEM otoyolundan hemen görülebilecek bir noktada” olan emekçilerin mesken tuttuğu mahalleler ise sadece görünümlerinden dolayı suç teşkil ediyorlar ve bu yüzden yıkılmaları gerekiyor! Yoksulluğu yaratan mekanizmalar sorgulanacağına yoksulluğun ve yoksulun kendisi suçlu görülüyor ve tecrit ediliyor. Van depreminden “ders alarak” bunları yapacağını söyleyenler, ‘99 depreminden de ders almışlardı. Oysaki Van’da yıkılan çoğu bina ‘99 depremi sonrasında inşa edilmişti. Bugüne kadar toplanan 30 milyar liralık deprem vergisi sorulduğunda ise depremden başka her şey için kullanılmış; daha sonra yine sermayenin hizmetine sunulmak üzere hastane ve yol yapımına harcandığı söylendi. Böylesi bir
durumda şimdi ki kentsel dönüşüm projesiyle yapılmak istenen depreme dayanıklı binalar yapmak mı, yoksa “Çılgın Kanal” ve “İki Yeni Kent” projeleri mi? Deprem sonrası yerle bir olan Gedikbulak Köyü İlköğretim Okulu, Van Merkez’ de ağır hasar gören 15 okul ve daha kullanılamayacak halde pek çok kamu binası var Van’da. Kendi yapıları depremde yıkılan bir devlet büyükşehirleri nasıl yeniden yapılandıracak? Van depremi ertesinde “Senin binanın enkaz bedeli budur ve gel buraya gir, 20 yıl vadeyle de gel ve burada otur“ diyen Başbakan emekçi kitlelerin barınma hakkını da serbest piyasanın mutlak hâkimiyeti adına alacağını açıklıyor. 648 sayılı KHK ile yerel bölgelerin önemli bir kısmını yapı denetim alanından çıkaran hükümet bununla eksikliği gidermekten çok sorunu büyütüyor. Amaç kentsel dönüşüm projesi ile kapitalizmin çarklarını bir süre daha döndürebilmek, ancak bu depremden korunmayı getirmeyecektir.
KADIN
7
Kadın cinayetlerine karşı örgütlü mücadele! Kadınların sıkıca takip ettiği ve kamuoyuna duyurdukları davalar hiçbir cezai indirim yapılmadan ağırlaştırılmış müebbet cezası ile sonuçlandı. Yani kadınların örgütlü bir biçimde birlikteliği hayati önemde! Dicle Nadin, 28 Kasım Kadın cinayetleri, yakın zamana kadar gazetelerin “üçüncü sayfa malzemesi” olan münferit ve adli vakalar olarak anılıyordu. Fakat cinayetlerin sistematik bir biçimde artmasının yanında kadınların tepkilerini daha güçlü bir biçimde ortaya koymaları; bu konuya daha farklı bir görünürlük kazandırdı. Birden, herkes ne kadar duyarlı olduğunu gösterme yarışına girdi. Kadın erkeğin eşit olmadığını söyleyen Başbakan’ın partisi bir dizi panel düzenlemeye başladı, 25 Kasım’da Taksim’de ‘kadına yönelik şiddete hayır’ standı açtı. İki sene önce aynı alanda kadınların yürümesine bile izin verilmemişken... Medya ise, haberleri artık birinci sayfadan vermeye başladı, tiraj kaygısıyla birleşen pornografik bir dil ve teşhirci bir anlayışla. Konunun çarpık bir biçimde de olsa dizilerde, haberlerde ele alınıyor olması kadınların bilinç kazanması açısından önemli fakat meselenin bu kadar kadın katledildikten sonra başta hükümet tarafından sahiplenil-
mesi, üstelik yasal bir düzenleme ya da ciddi koruma önlemleri almadan, ne kadar samimi bunu sorgulamak gerekiyor. Krizin, neoliberal politikaların toplu bir yoksullaşma ve yoksunlaşma yarattığı, bunun da toplum üzerinde sosyal bir yıkıma yol açtığı ortada. Krizin faturasını patronlar nasıl ki işçilerden çıkarmaya yelteniyorsa, erkekler de kaybettikleri ayrıcalıklarını, üzerinde denetim sahibi oldukları kadınlara yönelterek kazanmak derdinde. Şiddetin, cinayetlerin bu denli artışının temel sebebi ise, kadınların bu tahakküme karşı direnmeye başlamaları, kadın dayanışmasından ve bu görünürlükten etkilenip itiraz etmeleri... Erkeklerse, kadınların ‘hayır!’ deyişlerine öldürerek cevap vermeye devam ediyor. Kamuoyunda gelişen ve hükümetin kayıtsız kalamadığı bu duyarlılığı yaratansa yine kadınların mücadelesi oldu. Kadınların yasal haklarını aramaya yöneldiği, eylemliliklerini ve dayanışmayı arttırdığı, erkek tahakkümüne daha güçlü bir
biçimde itiraz etmeye başlamaları hükümeti zorlayan bir etmen oldu. Geçen sene kadınların 25 Kasım’da meclise gitmesi, ardından Sebahat Tuncel aracılığıyla sunulan kanun teklifi, takip edilen davalar, örgütlenen eylemlerle kadınlar kısaca şunu dedi: “Hiçbir kadın erkek şiddetinden muaf değildir; hepimizin can güvenliği tehlikede, devlet, yargı bizi korumuyor!”
Münevver Karabulut, Satı Korkmak, Demet Eygi davalarında hiçbir cezai indirim yapılmadı, ağırlaştırılmış müebbet cezası ile sonuçlandı. Yani kadınların örgütlü bir biçimde birlikteliği hayati önemde! Yalnızca davalarda değil bu birlikteliği sürekli kılmak gerçekten de yaşamsal önemde. Çünkü kadın cinayetleri politik ve sürekliliğini erkek egemen sistemden alıyor. Bu yüzden başta hükümetin neoliberal ve muhafazakar politikalarını hedef almak, medyanın, yargının cinsiyetçi yapısıyla mücadele etmek, kadınların sosyoekonomik açıdan güçlenmelerini talep etmek, sisteme karşı durabilmek birlikteliğimizden geçiyor.
Nitekim de öyle. 2005 yılında değiştirilen TCK ile birlikte haksız tahrik fiili ile gerçekleşen ceza indirimleriyle tanıştık. Bildiğiniz gibi birçok kadın katili, saçmalık derecesindeki beyanlarla bu indirimlerden yararlanabiliyor. Yargının erkekegemen yapısından ötürü kadının aleyhine verdiği kararlar yeni cinaKrizin faturasını patronlar yetlerin önünü açıyor. Örneğin, Ayşe nasıl ki işçilerden çıkarmaya Paşalı’nın katili İstikbal Yetkin’in yelteniyorsa, erkekler de internetten kaç yıl alacağını hesap kaybettikleri ayrıcalıklarını, ettikten sonra karısını öldürmesi, üzerinde denetim sahibi olbunun en somut örneğidir. Ancak kadınların sıkıca takip ettiği ve kamuoyuna duyurdukları Ayşe Yılbaş, Sevim Zarif, Pippa Bacca,
dukları kadınlara yönelterek kazanmak derdinde
AKP’nin kadına yönelik şiddete son balonu! Armağan Balzamin, 29 Kasım 25 Kasım’da Taksim meydanını dolduran kadınların aklında bir balon kalmış olsa gerek: AKP’nin altına yığdığı polislerle koruduğu ve alanı dolduran yüzlerce kadının gözünde defalarca patlatılmış olan ‘kadına karşı şiddete son’ balonu... Aynı gün hükümet, Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesiyle İlgili Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nin altına imza atan ilk ülke oldu. Böylece semboller ve gerçeklik arasındaki mesafe biraz daha derinleşmiş oldu zihnimizde. Kolay değil; bir tarafta koskoca balonumuz ve yeni sözleşmemiz var; diğer tarafta Türkiye’de son yedi yılda yüzde 1400 artan kadın cinayetleri, taciz ve tecavüzdeki yüzde 38 artış, 26000 kadının maruz kaldığı yaralama, saldırı ve tehdit, 78488 kadına yönelik şiddet vakası, günde 138 olay, saatte 6 olay… 2011’in ilk sekiz ayında 143 kadın öldürüldü. 76 kadın cana kasteden saldırı sonucu yaralandı ve 82 tecavüz vakası yaşandı. Üstelik bunlar sadece mahkemelere intikal etmiş olan vakalar! Ve her
10 saniyede bir, kadına yönelik şiddet tekrarlanıyor. Bizi kim öldürüyor peki? Medyadan okuduğumuz gibi psikopat erkekler, cahil babalar, kıskanç sevgililer, “eğitimsiz” Kürtler mi; yoksa erkek egemenliğini her türlü kanalıyla, baskı aygıtıyla meşrulaştırmaya çalışan, bundan kâr eden, daha vahimi bizim değer yargılarımızı belirleyen sistemin ideolojik ve somut varlığı mı? ‘Eğitim şart’ diye başlayıp yine aynı çözümle biten argümanların içi boşluğunu kim bilir kaçıncı kez yaşıyoruz hayatımızda. Kadına yönelik şiddet bunun en yoğun biçimiyle somutlandığı gerçekliklerden biri. Zira, üniversite mezunu kadınlar da medyadaki söylemlerin aksine erkek şiddetinden ve erkek egemen sistemin “adalet” anlayışından muaf olamıyor. Üniversite mezunu kadınlar, erkeklerden yüzde 20 daha az para kazanıyor, 10 yıl içerisinde bu fark yüzde 31’e çıkıyor. Yine bu eğitimli kadınların, yüzde 28.7’si şiddete maruz kalıyor. Gerçek nedenleri göz ardı ederek üstü-
nü kapatan cinsiyetçi burjuva hukuku, kadın cinayeti davalarında makarna pişirmek, cinsel ilişkiye girmeyi reddetmek, fazla banyo yapıyor olmak gibi gülünç nedenleri haksız tahrik indirimine gerekçe sayıyor. Yıllardır inkar ve imha politikalarını sürdürdüğü Kürt halkını bu meselede de ötekileştirip, Kürt kadınların maruz kaldığı şiddeti eğitimsizliğe, cehalete bağlarken, bunun ekonomik nedenlerinin üstünü de örtüyor. Burjuva adaletinin eksikliği, bireylerin eksikliğine indirgenmekle kalmayıp, şiddete gerekçe olarak sunuluyor. Dünyada olanlar da ne bizim yaşadıklarımızdan farklı, ne de erkek egemen zihniyetin ve düzenin yaptırımlarından uzak. Dünyada her 3 kadından biri hayatının bir döneminde şiddete, 5 kadından biri tecavüze maruz kalıyor. Özgürlükler ülkesi Amerika’da her yıl 5 milyondan fazla kadın erkekler tarafından şiddete uğruyor, her gün 3 kadın öldürülüyor, her 90 saniyede bir kadın tecavüze uğruyor. Ekonomik gerekçeleri görmek açısından, istatistiklere bakmak da önemli. Çünkü dünyadaki tapuların
sadece yüzde 1’i kadınlara ait, çünkü okuma yazma bilmeyen ve eğitim hakkından mahrum yetişkinlerin üçte ikisi kadın, çünkü mültecilerin yüzde 80’i kadın... Hepimiz duvarların arasında kendimizi yalnız hissetmekle, erkek egemen sistemin ürettiği normlara uyum sağlayabilmek için uğraşmakla, emeğimizin değersizleştirilmesinerağmen sömürülmeye devam ediyoruz.; Erkek egemen sistem, kapitalizmin can damarlarından biridir bu yüzden çözüm kadının özne olduğu örgütlü mücadeleden geçiyor. Aksi takdirde, aşkı kıskançlık, cinayeti bireysel akli sorun, şiddeti aile içi bir meseleolarak gösteren sistemde öldürülmeye, şiddet görmeye ve tecavüze uğramaya devam edeceğiz. Daha da ötesinde her an öldürülme, şiddet görme ve tecavüze uğrama korkusuyla yaşarken, sistemin sembollerine de geçit vermiş olacağız. Bu yüzden, balonlar, imzalar değil; sığınma evlerini, haksız ceza indiriminin kaldırılmasını, eşit işe eşit ücret almayı talep ediyoruz!
8
ARKA PLAN
Rejimle hesaplaşmad
Dersim Katliamı’nın yarası kapa
Dersim’de, bugünkü adıyla Tunceli’de, 1937-38 yıllarında binlerce kad cuk katledildi, evlerinden zorla göçertildi devlet eliyle. Atatürk’ün emr bu zulüm kapatıldı, unutturulmaya çalışıldı, sorumluları gizlendi Fuat Karahan, 30 Ekim Ve 73 yıldır resmi olarak kabul edilmeyen bu kıyım, hükümetle CHP asında bir polemiğin sonucunda tüm ülkede konuşulur hale geldi. CHP Tunceli milletvekilinin Dersim çıkışı AKP için bir iç siyaset malzemesine dönüştü. Dersim Katliamı’nın arşivlerini açmaktan bahseden Başbakan Erdoğan, gerekirse devlet adına özür bile dileyebileceğini söyleyerek CHP’yi köşeye sıkıştırırken, CHP, tarihiyle yüzleşmekten bir kez daha geri durdu ve iç krizlerine bir yenisini ekledi. Hükümet, bu gündemle muhalefeti sindirirken, Van depremindeki yetersizliğini de kapatmış oldu. AKP’nin ikiyüzlülüğü bir yana bırakılırsa, Dersim halkının acılarının konuşulur hale gelmesi bile başlangıç olarak anlamlıdır. Belgeselinin bile yasak olduğu Dersim Katliamı, devletin en yetkili ağızlarınca kabul edilmiş oldu böylece. Bu başlangıç yakın tarihin onlarca katliamının tartışmaya açılmasını ve Türkiye emekçilerinin bu konuda duyarlı hale gelmesini sağlayabilir. Ancak burjuvazinin bunun da içerisini boşaltarak bir tür şov malzemesi haline getirmesi de mümkün… Resmi bir özrün başlangıç için anlamlı olduğunu söylerken, Başbakan’ın ya da herhangi bir devlet kurumunun özrünü, bir politik çözüm olarak görmemiz de bir hata olur. Zira tüm bu katliamların arkasındaki politik düşünceyle, örgütlenmeyle hesaplaşmayan hiçbir özür ve onun arkasındaki siyasi hareket sorunun çözümünün bir parçası olamayacaktır. Burada sadece CHP’yle değil, asker-polis rejiminin katliamcı anlayışıyla da bir siyasi hesaplaşmanın gerektiği açıktır. Zira Dersim, ne ilkti, ne de sonuncu oldu. Ve bugün aynı anlayış biçimsel değişikliklerle AKP ile sürdürülüyor. Dersim münferit değildir Saltanatı yıkarak Cumhuriyeti kuran Kemalist kadrolar, tepeden bir ulus yaratmak için Anadolu’nun zorla Türkleştirmesine giriştiler. Bu girişim birçok
ayaklanmanın yaşanmasına neden oldu. Dersim’de 1937-38 yıllarında gerçekleşen devlet katliamı Anadolu’nun zorunlu Türkleştirilmesi politikasının devamıdır. Kemalist rejim, çıbanbaşı olarak gördüğü Alevi-Kürt halkını bu katliamla sindirmeyi denemiştir. Bu bağlamıyla, İttihat Terakki’nin gerçekleştirdiği 1915 Ermeni soykırımıyla, 1934 Trakya’da gerçekleşen Yahudilere dönük saldırılarla ve 1941’te çıkarılan Varlık Vergisi ve gayrimüslimlerin mallarına el konulmasıyla benzer bir amacı
çocuğu katletmiştir. Bir tek Alevi sağ bırakılmayacak diyerek askerler halka ateş etmiştir ve hatta zehirli gazlar kullanılmıştır. İşkence, tecavüz ve her türlü zorbalık yaşanmıştır.
minin kurbanlarıdır. Bunca can katledilirken devlet ortada olmamış ve hatta birçoğunda failleri bizzat saklamıştır.
Bu katliam geleneği 1938’den sonra da sürmüştür. Farklı olanın yaşam hakkı ortadan kaldırılmış, kimi zaman açıkça, kimi zaman faşist çeteler kullanılarak Aleviler, Kürtler ve sosyalistler imha edilmiştir. 1978’te Maraş’ta faşistlerin kışkırtmasıyla Alevi ve solcu mahallelerine saldırılmış, devlet kontrolünde bir
1960, 1971, 1980 askeri darbelerinin sorumluları,1 Mayıs 1977 katliamının failleri, Ankara Balgat katliamının katilleri, Beyazıt katliamının bombacıları, hayata dönüş operasyonunun sorumluları, köyleri yakıp yıkanlar, kaçırıp sokaklarda infaz edenler, gözaltında kaybedenler hâlâ aramızda… Ve asker-polis rejimi aynı ceberutluğuyla Kürt siyasileri bir bir toplarken ve Türkiye cezaevleri düzmece mahkemelerle tutsak edilmiş binlerce siyasi tutsakla doluyken, dünyadaki siyasi tutsakların neredeyse yarısı Türkiye mahpuslarındayken, Dersim özrü hangi yaraya merhem olur?
Seyit Rıza, bir Alevi halk kahramanı “Evladi Kervaleyme, be gunayime, Ayvo zulumo, cinayeto” (Evlad-i Kerbelayız, günahsızız, ayıptır, zulümdür, cinayettir) diyordu Seyit Rıza idam sehpasına yürürken…
sözcülüğünü almış hem de diğer aşiretlerin güvenini kazanmıştı. Seyid Rıza Dersim’in “özerkliğini” sağlayan bir lider konumundaydı ve halk tarafından bu nedenle de seviliyordu. İsyanın sonucunda 11 arkadaşı ve küçük oğluyla birlikte idam edildi.
Seyid Rıza Dersim’de doğmuştur ve Dersim’in önderlerinden Şeyh Hasana aşiretinde Seyid İbrahim’in oğluŞöyle diyordu dur. Seyid ismi dini yakalanmadan önce açıdan rehber seviyeAtatürk’e: “Ben sizin sinde geldiğinden dolayı yalan ve hilelerinizle kendine verilmiştir. Gerek 1862 Dersim - 1937 Elazığ baş edemedim, bu bana dini bilgisi, gerek zekâsı dert oldu ama ben de sizin önüile diğer kardeşlerinin önüne nüzde eğilmedim bu da size dert geçerek hem kendi aşiretinin olsun”... taşımaktadır. Dersim’de gelişen tepki, bu Türkleştirme politikasına karşı yerel halkın isyanıydı. Dersim halkının isyanı da, Cumhuriyet kurulurken verilen sözlerin tutulmamasına isyan eden Kürtlerin, 1921 Koçgiri, 1925 Şeyh Said, 192630 Ağrı İsyanları’nın bir devamıdır. Ve diğer isyanlar gibi kanla bastırılmıştır. Bu ayaklanmayı hazırlayan devlet on binlerce Dersimli kadın, erkek ve
kıyım gerçekleşmiştir. Yine Çorum’da Temmuz 1980’de benzeri bir katliam yaşandı. Faşist çetelerin kışkırttığı halk Alevi mahallelerine saldırdı. İnsanlar linç edildi, tecavüze uğradı, işkence gördü… Sivas’ta 1993’de bu kez İslamcı ve faşistlerin işbirliğiyle Madımak Otel’de yakılanlar da, 1995’te Gazi Mahallesi’nde taranan kahvede ve sokaklarda öldürülenlerin de failleri henüz açığa çıkmasa da onlar asker-polis reji-
AKP’nin ikiyüzlülüğü, CHP’nin günahları…
Üstelik ileri demokrasiye varacağız derken Hükümet, bunca zulüm yaşanmaktadır. AKP demokratikleşme bir yana, eski rejimle hesaplaşmak bir yana, her gün rejimle daha fazla bütünleşmekte ve baskı aygıtlarını kendi kontrolüne almaktadır. Bu anlamıyla özrü de ikiyüzlüdür. Hükümeti boyunca binlerce kişiyi gözaltına alan, Van’daki depremzedeyi döven, parasız eğitim isteyene, hakkını arayana, suyunu, ekmeğini koruyana zulüm eden, Alevileri açıkça her alanda geriye iten bir Hükümet rejimde neyi değiştirebilir? Bugünkü özür siyasi bir hesaplaşmadan başka nedir? Ve tüm bu katliamlarda şu ya da bu düzeyde parmağı olan sağlı sollu tüm burjuva partileri nasıl cellattan, kurban rolüne geçmiştir. Başta da CHP… Kemalizmin devlet partisi, yakın tarihin bütün bu kıyımlarının ya örgütleyicisi ya da en azından suskunu değil midir? Hepsi asker-polis rejiminin ve onun ideolojisi Kemalizmin savunucusudurlar. Başta CHP olmak üzere tüm bu burjuva partilerin sorumluluğu vardır bu katliamlarda. Ve bu nedenle başta Aleviler olmak üzere Türkiye emekçileri Kemalizmle ve CHP ile olan bağlarını
dan
anır mı?
dın, erkek ve çoriyle gerçekleşen
koparmadıkları sürece bu katliamların failleri hep gizli kalacaktır. Sonuç olarak, tüm katliamların arkasındaki baskı rejimi ve onun inkarcı, ırkçı anlayışı tasfiye edilmedikten sonra hiçbir özür yeterli olmayacaktır. Bu anlamıyla Dersim Katliamı’nın belgelerinin açılması anlamlı bir başlangıç olacaktır. Sadece Dersim değil, cumhuriyet tarihinin tüm karanlık dosyaları açığa çıkarılmalı ve sorumluları cezalandırılmalıdır. Tüm ezilen kesimlerin dilleri, dinleri güvence altına alınmalıdır. Rejimin demokratik dönüşümü için, işçi emekçilerin öncülüğünde yeni bir anayasa oluşturulmalıdır.
Dersim Katliamı: Bir Türkleştirme trajedisi Dersim İsyanı, zorunlu iskân politikalarıyla Dersim’in zorunlu Türkleştirmesine halkın bir başkaldırısıdır. Dersim’in özel olarak seçilmesinin nedeni bölgenin bir Kürt-Alevi bölgesi olması, arazinin de dağlık olmasından dolayı hükümetin bölgede otorite kurmakta zorlanmasıdır. Ayrıca Dersim halkının cezalandırılmasının nedenlerinden bir diğeri de 1915 Ermeni kıyımı sırasında 20 binin üzerinde Ermeni’yi Osmanlı’ya teslim etmemeleridir. Bu anlamıyla devlet nezdinde “Dersim bir çıbanbaşıdır”. Atatürk 1930 yılında kurdurduğu Türk Tarih Kurumu’na, Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi’ni hazırlatır ve bu tezlerle Türkiye’de yaşayan herkesin Türk olduğunu kanıtlatmaya girişir. Bu anlayışın bir sonucu olarak 13 Haziran 1934’de çıkan iskân kanunuyla Türk olmayanların Türklerin olduğu bölgelere zorunlu göçü gündeme getirilir. 1935’te Tunceli Kanunu ile bölge valisinin ve komutanının yetkileri üst düzeye çıkarılır. 4 Ocak 1936’da Dersim vilayetinin ismi Tunçeli manasında Tunceli olarak değiştirilir. Bölgenin başına Koramiral Abdullah
Maraş Katliamı Maraş Katliamı 23-24 Aralık 1978’de gerçekleştirildi. Olaydan aylar önce, nüfus memurları araştırma yapıyor bahanesi ile bölgeye geldiler. Alevi ve solcu evlerini tespit ettikten sonra bu evleri kırmızı ile işaretlediler. Katliamın hazırlık süreci 8 ay öncesine kadar gitmektedir. 19 Aralık 1978’de Ülkücülerin getirdiği “Güneş Ne Zaman Doğacak?” filminde patlayan bomba sonucunda başlar olaylar. Ülkücülerin kışkırttığı halk galeyana gelir. Oysa patlamanın ardında ülkücüler vardır, Ökkeş Kenger olayın içerisindedir.
layacak propagandası ile sağcı kitle toplanır. “Komünistler Moskova’ya” sloganı ile kitleye saldırırlar. Alevilerin evlerine 23 Aralık günü saldırılar başlar. Vahşi cinayetler ve tecavüzler yaşanır. Korkunç bir katliam yaşanır devletin koruması altında...
Olayı provoke edenlerin arasında sadece faşistler değil bazı imamlar da vardır. İmam Mustafa Yıldız şöyle diyordu Cuma hutbesinde: “Oruç ve namazla hacı olunmaz, bir Alevi öldüren beş sefer hacca gitmiş gibi sevap kazanır.” Halkı tahrik etmeye çalışan diğer faşist ve dinciler ise, “Allah için Alevileri, gavurları Ancak patlamaların, saldırılavurun, evlerini yakın. Solcuları rın, ölümlerin arkası kesilmez. öldürün. Polis ve asker durduSağdan ve soldan ölümler devam rursa dönün onları da vurun” dieder. Öldürülen iki solcu öğyorlardı. Sonuç kanlı bir katliam retmenin (Hacı Çolak, Mustafa olarak tarihe yazıldı ve failleri Yüzbaşıoğlu) cenazesi sırasında bilinse de hâlâ meçhul… komünistler camileri bomba-
Alpdoğan getirilir. Bu değişikliğin ardından bölgede yollar ve köprüler yapılmaya başlanır, medeniyet götürmek, feodalizmi bitirmek gibi gerekçelerle yapılıyor dense de esas neden askeri harekâtları kolaylaştırmaktır. Hasanan aşiretinden Seyit Rıza ve Koçgir aşiretinden Aliser bu duruma karşı çıkarak bölge halkının sesine tercüman olurlar. Bölge 1936’dan itibaren asker tarafından ablukaya alınır. 21 Mart 1937 Nevrozu’nda Harçik Çayı üzerindeki köprünün yıkılmasıyla isyan başlar. İsyanı bastırmak isteyen hükümet aşiretlere kanın fazla dökülmemesi için Seyit Rıza’yı teslim etmelerini ister. Bu durum Seyit Rıza’ya iletilir, o da oğlunu görüşmeye gönderir, ancak dönüşte oğlu Bra İbrahim kaldığı evde öldürülür. Bunun üzerine çatışmalar şiddetlenir. 50 bine yakın asker bölgeye girer. Onların yetmediği yerde Sabiha Gökçen’in de pilotu olduğu uçaklar halkı bombalarla ve kimi görgü tanıklarına göre zehirli gazlarla katlederler. Mağaralara sığınan aileler kimi zaman ateş yakılarak dumanla,
9
kimi zaman mağaraların ağızları çimentolarla kapatılarak katledilir. Korkunç bir katliamdır gerçekleşen… Kadın, çocuk demeden her cana kıyılır, işkence edilir, tecavüz edilir. İnsanlar yakalanmaktansa uçurumlardan atarlar kendilerini… Bu kıyımların sonucunda hükümete teslim olmak ve katliamı durdurmak üzere Erzurum’a gelen Seyit Rıza tutuklanır, 16 yaşındaki küçük oğlu ve diğer 9 isyancıyla birlikte 18 Kasım 1937’de Elazığ meydanında idam edilir. Ölüleri sokaklarda gezdirildikten sonra gizli bir yere gömülürler. Devlet, ölülerinin bir türbe olmasından korkar. Bu katliama rağmen Dersim halkı teslim olmadığı için 2. Harekat Celal Bayar komutasında 2 Ocak-7 ağustos 1938’de ve 3. Harekat Eylül 1938’de gerçekleştirilir. Katliam sırasında 50 bine yakın insanın öldüğü tahmin edilmekte, on binlercesinin de sürgün edildiği bilinmektedir. Katliamda bölgede tüm devlet yöneticilerinin yanı sıra Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Celal Bayar ve Fevzi Çakmak’ın bizzat emir ve yönlendiriciliği vardır.
Çorum Katliamı
Sivas Katliamı
Olaylar 27 Mayıs’ta ülkücü Gün Sazak’ın öldürülmesiyle başladı. Ancak bir türlü durmadı. 4 Temmuz 1980’de tam da 12 Eylül darbesine giden yolda ülkücü faşistler Çorum’da sahneye çıktılar. Solcu ve Alevi mahallesi olan Milönü’nde cami bombalandı diyerek halkı galeyana getirenler, Cuma namazı çıkışında azgınca saldırıya geçtiler. Devletin resmi televizyonu TRT “Çorum’da Aladdin Cami’sine patlayıcı madde atıldı” diyerek katliamı kışkırttı. Maraş’tan tecrübeli olan devrimciler mahalleleri savunmasa çok daha büyük bir katliam yaşanabilirdi. Buna rağmen 27 Mayıs - 5 Temmuz arasında 57 kişi hayatını kaybetti. Çok sayıda insan Çorum’u terk etmek zorunda kaldı.
Sivas Madımak Katliamı 2 Temmuz 1993’te Pir Sultan Abdal şenliklerinde gerçekleşti. Olayların tehlikeli boyuta geleceği günler öncesinden bellidir. Yerel gazeteler halkı kışkırtırken, İslamcı ve faşistler kara propagandayla halkı provoke ederler. 2 Temmuz günü başta Aziz Nesin olmak üzere, inançsız olduklarını düşündükleri aydınların kente gelmesini protesto eden sağcılar, önce dikilen anıtı yıktılar. Ardından Hükümet Konağı’na ilerlediler ve oradaki Madımak Oteli’nde toplandılar. Sayıları 20 bine varan kitle önce Madımak otelin önündeki araçları yaktı. Ardından yangın binaya sıçradı. Olaylar sırasında 35 kişi yanarak ya da dumandan boğularak can verdi. Aziz Nesin linç olmaktan zor kurtuldu. Sanıkların avukatlığını bugünkü AKP’nin de öncülü olan Refah Partisi’nden Şevket Kazan yaptı.
10
ULUSAL SORUN
Hükümetin KCK rotası Hükümet bir yandan, dağı silahsızlandırmaya yönelik bir barış planına yönelirken, bir yandan da KCK operasyonları ile, kendi kafasındaki barışın ceberrut krokisini çizmekte Sedat Durel, 25 Kasım Kamuoyunda “avukatlara yönelik operasyon”olarak bilinen son dalganın ardından 14 Nisan 2009 tarihinde başlayan KCK operasyonları uyarınca gözaltına alınan kişi sayısı 8 bin dolayına ulaşmış, tutuklanan kişi sayısı ise 4 bin civarına gelmiş bulunuyor. Neyi bildirir sayılar? KCK operasyonlarının bilançosunu salt sayılar üzerinden yapmak, meseleyi oldukça daraltmak anlamına gelse de, tutuklu bulunan BDP’lilerin yanı sıra pek çok yazar, akademisyen, avukat ve öğrencinin varlığını görmek de davanın niyetini bir nebze olsun açığa vurmakta. Kürt açılımı politikalarının, son iki buçuk yıldır hemen yanında at başı koşan KCK operasyonları hükümetin nasıl bir çözümden yana olduğunu bir kez daha göstermekte. Her ne kadar bağımsız yargının yürüttüğü bir dava gibi lanse edilse de, Erdoğan’ın “KCK operasyonlarını destekliyorum” diyerek yaptığı açıklama, yargıdaki dönüşüm ve kadrolaşma süreci davanın hiç de bağımsız yürüyemeyeceğinin bir ispatı. Çoğu tutuklama gerekçesinin abukluğu ve mevcut hukuk düzenine dahi uygun olmayışı ise bize daha da fazla fikir verebilir. Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Birimler Fakültesi Profesörü Büşra Ersanlı’nın tutuklanma gerekçesi çok şeyi özetliyor. Ersanlı’nın dinlenen telefon konuşmalarında Roj TV’den bir programa katılımcı olmak için teklif alıp yoğunluğundan ötürü reddettiğinin “tespit edilmesi”kendisinin KCK ile arasındaki bağı ispatlarmış! Geçmişte AKP’den vekillik ve hatta bakanlık yapmış kimselerin Roj TV’ye telefon ile bağlandıkları bilinirken,
böylesi bir delilin ciddiye alınması oldukça gülünç ya da trajik. Dahası, İrfan Dündar’ın Kandil’de çekildiği iddia edilen bir fotoğrafı da kendisi gözaltına alınır alınmaz kaynağı bilinmeyen (siz onu malum olarak okuyun) basına servis edilmesi, ardından fotoğrafın piknikte çekildiğinin ortaya çıkması, Belge Yayınları’nın sahibi Ragıp Zarakoğlu’nun sebepsizce gözaltında olması, milletvekili konumundaki tutuklular ve daha pek çok akla uymayan örneği sıralamak mümkün. Peki, nedir operasyonlar ile hedeflenen? Hükümet kozu olarak KCK Meselenin abesliğini göz önüne koyan pek çok ayrıntıyı atlayacak olursak, hükümetin niçin böylesine geniş çaplı bir operasyona giriştiği sorusunu cevaplamak bir çıkış yolu bulabilmemiz için oldukça önemlidir.
liği bölerek sonlandırma projesidir. Dava ve süren askeri operasyonların amacı, devletin PKK ile yaptığı pazarlık sürerken hem bir terör havası ile Kürt halkının taleplerini destekleyen tüm çevrelerin sesini kısmak, hem de PKK’yi daha kısa sürede anlaşmaya zorlayarak yeni anayasa sürecinde bu sorunu bir aşama ileri taşımaktır.
ve bu doğrultuda emperyalizmin taşeronluğunu üstlenmesidir.
Taraf gazetesinde Yıldıray Oğur’un yazdıklarına göre Kandil ile devlet arasındaki anlaşma yakın dönem içerisinde gerçekleşmiş, ancak devlet bu meseleyi Kandil’in yenilgisi olarak servis etmek niyeti ile diretmekte, açıklamasını ertelemekteymiş. Hükümetin yahut bir devlet yetkilisinin bu yazıyı yalanlamamış olması yazının doğru olduğu anlamına gelmese de, süresiz ateşkes ve “barış” ihtimalinin düşünülmesinin hükümetin işine geldiği açık.
Hükümetin bir pazarlık kozu ve yalıtma projesi olarak her uzlaşma anında daha da derinleştirdiği KCK operasyonları bir yandan tüm yoksul Kürtlerin ve mücadele halindeki Türkiye işçi sınıfının karşı çıkması gereken bir dava konumundadır. Davanın burjuva hukukuna dahi uygun olmayan yöntemleri hiç kuşkusuz ki en ufak bir direnişinde dahi işçi sınıfının karşısına çıkacaktır. Ve bu operasyonların tamamı işçi sınıfının aleyhinedir.
Ya emperyalizm?
Tam da bu somut duruma paralel olarak, ABD ve AB’nin (kimi ufak ayrıntılara dair düştükleri şerh dışında) KCK operasyonlarını destekledikleri ve mutlulukla takip ettikleri her fırsatta dile getirilmektedir. Yaşlı Lenin soruyor: Ne yapmalı?
Güvenilir ve kalıcı bir barış Sol ve kimi sol-liberaller içerisindeki bir yanılgı Kürt için kaderini tayin hakkı, sorununun çözümünün operasyonların kalıcı olabizzat emperyalizm tarafından dayatıldığından ötürü rak sonlanabilmesi için de hükümetin ne pahasına yegâne anahtarı bize işaret olursa olsun bu sorunu etmektedir çözerek Kürt bölgesini emperyalizme servis etme niyetinde olduğu yönünde. Buna Bir başka husus ise barış ve uzlaşı bel bağlayan, nice sulanmış liberal umutlarının, “ne olursa olsun barış” ve samimi devrimcilerin gözden haykırışı ile mümkün olmadığının kaçırdıkları o koca dağ yine KCK görülmesidir. Olası bir uzlaşma davası ile kör göze parmak sokuanında asker-polis devleti KCK yor. Türkiye gibi bir yarı sömürge operasyonunu gevşettiği yerden ülkenin böylesi bir sorunu kendi iç alıp, aynı ya da farklı isim altında iradesi ile çözemeyeceği bir gerçek kullanarak kendisine muhalefet olsa da, emperyalizmin Erdoğan edebilecek olan tüm odakları hedef hükümetinin aleyhine olarak böyle tahtasına yerleştirmekte tereddüt etbir görev talep ettiği savı oldukça Daha öncesinde söylediğimiz gibi yanlıştır. Zira emperyalizmin çıkarı meyecektir. Bunun karşısında güvenilir ve kalıcı bir barış için kaderini hem barış görüşmeleri hem de açıbölgede güçlü bir devlet geleneğine tayin hakkı, bu operasyonların kalıcı lım uyarınca atılan adımlar net bir sahip olan Türkiye’nin Ortadoğu ve olarak sonlanabilmesi için de yegane biçimde PKK’nin tasfiyesi ve kısmi Mağriplerdeki seferberliklere karşı, anahtarı bize işaret etmektedir. ödünler ile Kürt sorununu, seferber- restorasyoncu güçlere örnek olması KCK operasyonlarının başladığı tarihe bakacak olursak, hükümet adına açılım sürecinin ve anayasa değişikliklerinin tartışıldığı bir dönemi görmüş oluruz. Oldukça çelişkili gibi görünen bu durumu daha da netleştiren bir husus da, basına sızan haberlerden öğrendiğimiz MİT ile PKK arasında yapılan “barış görüşmelerinin” hem de oldukça sıcak bir ses tonu ile gerçekleşmekte olduğu; tarihin de yine aynı operasyon dönemine denk düşmesidir. Yani hükümet bir yandan, dağı silahsızlandırmaya yönelik bir barış planına yönelirken, bir yandan da KCK operasyonları ile kendi kafasındaki barışın ceberut krokisini çizmekte.
Dünya öğrenci hareketleri:
GENÇLİK
11
Deneyimler ve talepler Görkem Duru, 1 Aralık
K
uzey Afrika, Latin Amerika, Ortadoğu ve Avrupa coğrafyalarında, derinleşen dünya ekonomik krizinin yol açtığı toplumsal çöküntüye karşı kitle seferberlikleri hız kazanırken, bu seferberlikler içerisinde öğrenci-gençlik hareketinin konumu da oldukça kritik bir yere oturuyor. Öğrenci-gençlik hareketini bu seferberlikler içerisinde yer almaya ya da bizzat kitlelere öncülük etmeye iten, birbirinden ayrı olarak düşünülemeyecek, birbirine sıkı sıkıya bağlı iki temel faktör öne çıkmakta. Bunlardan ilkini, neoliberal saldırı politikalarının eğitim alanını her gün biraz daha kıstırmaya çalışması ve buna bağlı olarak ticarileşen ve daha fazla kâra güdümlü hale getirilmeye çalışılan üniversitelerin, tüm bileşenleriyle birlikte esnek ve güvencesiz çalışma koşulları altına sokulmaya çalışılması ve öğrencilerin emek piyasasına öğrencilik dönemleri sırasında girmesi oluşturmakta. Bunun yanında, derinleşen kapitalist krizle birlikte dünya genç nüfusunun işsizlik oranlarında önü kesilemeyen bir yükselme söz konusu. Bu da bir yandan “diplomalı işsizlik” ve “geleceksizlik” gibi kaygıların önünü açarken, öğrenci-gençlik içerisinde hızlı bir proleterleşmenin de belirleyeni olmakta. Bu koşullar altında gelişen mücadeleler ise önemli deneyimler barındırmakta.
mücadelenin süreklilik kazanmasında en etkin faktörlerden birisi oldu. Altı aydır süren seferberliklerde öğrenciler; devletin eğitime daha fazla bütçe ayırması, yoksul öğrencilere kredi yerine karşılıksız burs sağlanması, eğitim alanında kâr amaçlayan kurumlara izin verilmemesi ve eğitimin parasız olması talepleri etrafında bir araya geldiler. Nereye doğru?
Yunanistan: “Şirketler için değil, toplum için üniversite!” Krizle birlikte en büyük darbeye maruz kalan Yunanistan’da 2000’li yılların ortalarından beri öğrenci hareketinin dönem dönem etkin olduğu söylenebilir. Yakın zamanlarda ise hükümetten düşen PASOK’un eğitim bakanının adıyla anılan “Diamandopulu Yasa Tasarısına” (üniversitelerde neoliberal dönüşümü sağlamak amaçlı bir yasa tasarısı ) karşı eylemlilikler görüldü. Öğrencileri seferber eden talepleri ise şu şekilde sıralayabiliriz; yasanın geri çekilmesi ve iptal edilmesi, eğitimin ücretsiz hale getirilmesi,
üniversitelere sınavsız giriş hakkı ve güvencesiz çalışmaya ve işsizliğe karşı talepler. PASOK hükümetinin yerine gelen teknokratlar hükümetinin işlevi düşünüldüğünde önümüzdeki dönemde mücadelenin sürmesi öngörülebilir. Şili: “Eğitim alanında kâr amaçlayan kurumlara izin yok!” 1990’lardan beri neoliberal dönüşümün yoğun bir şekilde yaşandığı Şili’de ise seferberlikler eğitimin ticarileşmesine karşı geçtiğimiz Mayıs ayında başladı ve gelişerek devam etmekte. Burada öğrencilerin sınıf mücadelesiyle bağ kurabilmeleri
Bu iki örnek dışında İspanya, İtalya, Fransa ve Portekiz gibi ülkelerde eğitimin ticarileşmesine karşı eylemler dönemlik yükselişler göstermekte. Buna ek olarak, genç nüfus arasında artan işsizlik oranları ve derinleşen ekonomik krizin faturasını tüm ezilen kesimlere yüklemeye dönük olarak hükümetler eliyle uygulanmaya çalışılan “kesinti programları” önümüzdeki dönemde muhalefetin daha geniş bir tabana yayılabilmesinin belirleyeni olacağını söyleyebiliriz. Tunus ve Mısır devrimlerinde yüksek işsizlik oranlarına karşı seferber olan gençliğin öncü rolü kendisini net bir biçimde gösterdi. Kapitalist krizin sınıf uzlaşmazlıklarını keskinleştirdiği bu günlerde sınıf dayanışmasının ve enternasyonal dayanışmanın elle tutulur hale gelmesi var olan mücadelelerin seyri açısından önemli bir yere oturmakta.
Cihan Kırmızıgül davası sürüyor Aslı Göymen, 1 Aralık
G
azetemizin önceki sayılarına bakanlar, Cihan Kırmızıgül hakkında yaptığımız haberleri hatırlayacaklardır. Şimdiye kadar, 500 öğrencinin tutukluluğu altında Cihan olayı özelinden, Yargı sürecinin tutukluğunu teşhir etmeye, davalara katılım çağrısı yapmaya ve bu sürecin sona erip Cihan’ın kaybettiklerinin tazmin edilmesini talep etmeye önem verdik. 14 Eylül’deki 5. duruşmanın savcısının “şüpheden uzak, kesin ve inandırıcı bir delilin bulunmaması” kararının ardından 16 Kasım’da Cihan’ın salıverilmesini bekleyen yakınlarının, duruşma günü adeta ‘suçluluğu ispat edilene kadar herkes suçludur’ tavrı ile yazılı olmayan bir hukukun işlediğini görmesi var olan işleyişin adalet taleplerimizi karşılayamadığını göstermiştir. Evet, Cihan hâlâ tutuklu! Ve daha da kötüsü polis memurlarının, tutanaklarda bulunmayan iddiaları ile bir önceki duruşmanın tahliye kararından vazgeçilmesi oldu. Tutuklu Öğrenciler İnisiyatifi’nin Cihan ile ilgili yazdığı metin şöyle
diyor: “İfade veren polis memurlarından biri ise, Cihan Kırmızıgül’ü molotof atarken gördüğünü ve kesintisiz takip yaptığını, yakalama sırasında ise arabada beklemekte olduğunu belirtti. ‘Kesintisiz takip’ gibi önemli bir ayrıntının nasıl olup da tutanağa girmediği sorulduğunda ise, ‘olayın sıcaklığı ile tutanağa geçmemiş olabileceğini’ ekledi.” Seyrin bu yönde değişmesini ve 45 yıla varan hapis cezası isteğini 6. duruşmadaki savcı değişikliğinden azade tutmak oldukça iyimser bir tavır olur. Takip edenler hatırlar, gizli tanığın geçen duruşmada teşhis ettiği kişinin Kırmızıgül olmadığını söylemesi üzerine beraat ve tahliye isteyen savcı Mustafa Çavuşoğlu’nun görevden alınmasının üzerine Hrant Dink Davası’nda da görev alan Hikmet Usta, Cihan’ın terör örgütüne üyeliği, mala zarar verme ve patlayıcı madde bulundurma gibi suçlardan 15 yıldan
45 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılmasını istedi. Biz baştaki tavrımıza ve taleplerimize sahip çıkmaya devam ediyoruz. Bu sebeple 9 Aralık 2011 günü İstanbul Beşiktaş 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde olarak desteğimize devam edeceğiz.
12
İŞ YERLERİNDEN
TEKSTİL Canımızın bile kıymeti yok Merhaba arkadaşlar ben tekstil işçisi bir kadınım. Günde 15 saat çalıştırılıyoruz. Üstelik bunu yaparken, yorulmaya, hasta olmaya bile hakkımız yok. Yine 15 saat çalıştığım ve hastalığım yüzünden izin istediğim günlerin birinde patron bana eve gidince dinlenebileceğimi söyledi. Sanki günden geriye kalan 9 saat, uyumak, iyileşmek ve yeni iş gününe hazırlanmak için yeterli bir zamanmış gibi. Mesai dolduğunda patron kendi kullandığı servisiyle beni her zamanki yerde indirirken, inmemi beklemeden gaza bastı, ben de artık dayanamayacak halde olduğumdan düştüm, bayılmışım. Uyandığımda evdeydim ve çenem kırık bir halde yatıyordum, doğru dürüst konuşamıyordum bile. Ne olduğunu ben de tam anlayamıyordum, nasıl düştüğümü, neden evde olduğumu. Beni hastaneye ablam götürdü. Olay rapora iş kazası olarak yansımadı ama ablam durumu öğrendiğinde patronla konuşup maruz kaldığım muamelenin bir insana yapılamayacağını ve şikayetçi olacağını söyledi. İş yerindeki arkadaşlarım da bana destek oldular. Tazminat alamadım, o halde kapının önüne bırakılmış olmanın ağırlığını üzerimden atamadım ama istirahat süremde sigortam kesilmedi ve maaşımı tam olarak aldım. Görüyorum ki, mesele canımız bile olsa, patronların umurunda değil ve biz sesimizi yükseltmedikçe bizi sömürmeye devam edecekler. İC okuru bir işçi
Deprem patrona yaradı Merhaba, ben çadır üretimi ve kurulumu yapan bir firmada çalışıyorum. Patron kısa bir süre önce işlerin az olmasından kaynaklı işçi çıkarmaktan bahsederken, Van depreminin ardından çadır siparişleri beklenmedik derecede artınca, her şeyi unutup siparişleri yetiştirmek için çırpınmaya başladı. Öyle ki, bize imzalamamız için sundukları “belirsiz süreli iş sözleşmesi” bile şimdilik rafa kalktı. İşler durgunken işçi çıkarmayı düşünen patron nedense işler artınca işçi almayı düşünmüyor. Çünkü mevcut çalışanları uzun saatler çalıştırmak daha kârlı olsa gerek. Bunu da şu şekilde sağlıyor: Her gün normal çalışma saatimizden 4-5 saat daha fazla çalıştığımız yetmiyormuş gibi, bir de haftasonları çalışmak zorunda bırakıldık. Çünkü, siparişlerin yetişmesi gerekiyormuş. Tabii mesai saatleri uzadıkça patronun cebinden çıkacak para artacağı için, patron bunu da kitabına uydurdu ve cumartesi normal çalışma saatimiz 4 saat artırıldı
ve mesai saatlerimizin, saatlik çalışma ücretleri yarı yarıya düşürüldü. Biz işçiler bu kesintilere bir tepki gösteremeyince patron bununla da sınırlı kalmayıp normal mesai saatlerimizden çalmaya başladı. Örneğin, geçen ay benim 20 saatlik mesai kaybım vardı, ve bu genel bir sorun. Mutlaka her işçinin mesai saatlerinden kesinti yapılıyor. Geçen ay ben bu duruma tepki gösterdiğimde beni ilk yatıştırmaya çalışan bizden görece daha fazla maaş alan işçiler olmuştu. Bu arkadaşlarımız maaşlarının iyi olduğunu düşünerek kesilen 3-5 saat mesainin peşine düşmenin gereksiz olduğunu düşünüyor, zaten yöneticilerin de bu işçilere telkini bu yönde oluyor. Bu durum da bireysel hak arama yöntemlerini doğuruyor, kişisel olarak müdürle, patronla veya muhasebeciyle tartışmak ve haklı olduğumuzu ispatlamaya çalışmak zorunda kalıyoruz. Ama birlikte hareket edemediğimiz için genelde sonuç alamıyoruz. Biz işçiler aynı ortamda çalışıp aynı sorunları yaşıyoruz, birimizin maaşının diğerinden yüksek olması bizim önümüzde engel olmamalı. Sorunlarımız aynı ise çözümü de ortak aramalı, bu tür hak gasplarına sessiz kalmamalı, birlikte tepki verebilmeliyiz. Ancak bu şekilde hak gasplarına engel olabiliriz. İC okuru bir işçi
Açlığın dini yoksulluğun vatanı olmaz Merhaba ben daha önce, birçok farklı işyerinde ve çeşitli sektörlerde çalışmıştım. Bir süre işsiz kaldıktan sonra geçen ay bir tekstil atölyesine ütücü olarak işbaşı yaptım. İşyerinin bodrumda, havasız bir ortamda olması, yoğun çalışma saatleri bir yana dursun sizlere başka bir olaydan bahsetmek istiyorum. İşe ilk başladığım günlerde iki kadın arkadaş arasında şöyle bir diyaloğa tanık oldum. Arkadaşların biri Tokat’lı biri de Sivas’lıydı. Bu arkadaşlar şaka yollu birbirine takılırken Tokat’lı olan Sivas’lı arkadaşa, “size güven olmaz, siz değil miydiniz canlı canlı insanları yakan?” (2 Temmuz 1993’te olan Sivas Katliamını kastediyor) deyince, Sivas’lı arkadaş da övünerek “biz uslu durmayanları yakıyoruz” deyince, ben de bir Alevi olarak böyle utanç verici bir olayı sahiplenmesine sinirlenerek arkadaşla tartıştım. Bu tartışmaya atölyedeki herkes şahit oldu haliyle. Bu olaydan sonra, haklı olan ben olduğum halde, şefler ve ustalar bu çıkışımdan rahatsız olmuş olsa gerek, üzerimde müthiş bir psikolojik baskı kurmaya başladılar. İşimle alakası olmayan her şeyi bana yaptırmaktan tutun da, önüme işleri yığıp dakika tutarak, şu kadar dakikada bu işler ütülenecek diye baskılar devam etti.
Amaçları psikolojik baskı yaparak (mobing) işi kendi isteğimle bırakmamı sağlamaktı. Ben de genel anlamda iş koşullarından zaten memnun olmadığım için, üzerine bir de bu baskılar eklenince işi bıraktım. Ama paramı alamamıştım, paramı almak için yaklaşık bir ay sonra gittiğimde müdür paramı verdikten sonra, “senin burada çalışmaya devam etmeni istiyorum” dedi. Meğer ben işten ayrıldıktan sonra bizim tartışmamız patrona kadar yansımış ve müdür bunun üzerine işçileri toplayarak, “biz burada bir aile gibiyiz bu tür konular hakkında tartışmak doğru değil, bir daha böyle şeylerle karşılaşmak istemiyorum” diye uyarmış. Ben de işe geri dönmeyi kabul ettim. Tabii patron ve müdürün kaygısının farklı olduğunu bilerek, onlar bizim aramızdaki sürtüşmelerin üretime yansıyacağını ve üretimi düşürecegini düşündükleri için kaygı duyuyorlar, tüm çırpınışları bu yüzden. Çünkü aynı patron, biz hakkımızı aramak için biraraya geldiğimizde, bizleri Kürt-Türk, Alevi-Sünni gibi kimliğimiz, dinimiz, mezhebimiz üzerinden bizi bölerek hakkımızı almamızın önüne geçmeye çalışıyor. Umarım bu olaydan sonra atölyedeki tüm işçi arkadaşlar, bu tür olayların patronun ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramayacağını anlamıştır. Dinimizkimliğimiz farklı bile olsa aynı çatı altında çalışıp, aynı sorunları paylaştığımız unutulmamalı. Biz işçiler için din ve kimliğin üzerinde bizi saran ve aynı kılan bir şey var; o da aynı sınıfın üyeleri olmamız, yani işçi sınıfının. İC okuru bir işçi
METAL Avans isteyenler işten atılıyor Merhaba, ben büyük bir kilit firmasında çalışıyorum. Fabrikada ortalama 60 kişi çalışıyor. Hem üretim hem montaj yapıyoruz. Çalışanların büyük bir çoğunluğu asgari ücretle çalışıyor. Tabii asgari ücretle çalışıp ay sonunu getirmek çok zor. Bu nedenle ay ortalarında avans istemek zorunda kalıyoruz, fakat patron avans vermemek için para isteyen arkadaşlara “siz benim paramın düşmanı mısınız?” diye çıkışıp, işten çıkartıyor. Bu diğer işçiler üzerinde çok büyük bir tehdit oluyor haliyle. Bu da yetmezmiş gibi özellikle uzun süredir çalışan kıdemli işçilere zam yapılmıyor, bunun nedenini de anlamak zor değil. Bu işçilere kıdem tazminatı ödememek için kendi istekleriyle işi bırakmaları için bilinçli yapılan bir taktik bu. Patron bizim çalışarak hak ettiğimiz parayı vermek yerine, bu parayı faizle bankada işletmeyi tercih ediyor. Paradan para kazanmak varken, işçinin mağduriyeti patronun umurunda olur mu hiç! Arada arkadaşlarla bu tür sorunları konuştuğumuzda ise birilerinin konuştuklarımızı patrona ilettiğini anlıyoruz. Böylece aramızdaki güven ilişkisi de kırılmış oluyor. Biz işçilerin sorunları ortak, bu nedenle küçük çıkarlar uğruna bu tür şeyler yapmak doğru değil. Doğru olan biz işçilerin safımızı bilerek, birlikte patrona karşı mücadele etmemiz. Bu ortam şimdilik mevcut değil ama başta güvendiğimiz arkadaşlarla biraraya gelerek bu ortamı yaratmaya çalışmalıyız. İC okuru bir işçi
Gerze’de “Yaşam hakkımızı koruyalım” mitingi gerçekleşti İC okuru bir öğrenci
vicdansızlığında buluyordu. Ama orada olmak bunun için önemliy26 Kasım günü, termik santrale kar- di; mücadelenin farklı boyutlarını şı mücadele veren pek çok kurum ve görebilmek ve paylaşabilmek için. kişi Yeşil Gerze Çevre Platformu’nun Orada olabilmek bir şey için daha düzenlediği ve çağrısını yaptığı önemliydi: Yeşil Gerze Çevre Platfor“Yaşam hakkımızı koruyalım” mitin- mu Sözcüsü Şengül Şahin’in “Termik ginde, Gerze’de buluştu. Sokaklara, santrale hayır diye sokağa inmeyenmeydanlara, insanların yüzlerine, ler; bugün sokaktan kaçarsan yarın dükkanlara direnişin kokusu sinmişti. sokağa inemeyeceksin.” sözünden yola Tüm binalarda, dükkanların camların- çıkarak, yarın yine sokağa inebilmek da termik santral karşıtı pankartlar ve için önemliydi. yazılamalar dikkat çekiyordu. Miting Miting bitiminde bir grup insan beklediğimiz kadar kalabalık olmasa olarak termik santral kurulması da; Gerze halkı, birçok ilden gelen diplanlanan alanın yakınındaki direniş reniş destekçilerini coşkuyla karşıladı. çadırına gittik. Gerze’de olmak bana “Hayır” demek için sebepler farklıy- göre en çok da, direniş çadırında dı belki; kimi bunu doğanın kirletil- mücadele veren Gerze’li yaşlı amcanın mesi olarak görüyor, kimi doğanın ağzından şu cümleyi duyabildiğim ticarileştirilmesine karşı duruyor, kimi için önemliydi: “Özilhan değil, o ise kürsüden seslenirken sorunu Ana- gelsin bu gelsin fark etmez; bu kıyım dolu Grubu sahibi Tuncay Özilhan’ın devletin işidir.”
POLİTİKA
Yeterince bedel ödenmedi mi? Sedat Durel, 2 Aralık Hükümetin bedelli adımının ardından, hem zorunlu askerlik hem de bedellinin getirdiği eşitsiz durum çokça tartışılır oldu.
ancak kaçarı olmayan bir biçimde, hem de “hak” denerek ifadesini bulmaktadır.
Bedelli askerlik tartışması karşısında, “aslanlar gibi askerliğini yapmak” ya da, Lenin’in cümlelerine sığınmak Anayasanın 72. maddesine göre: “Va- oldukça kolay ve kulağa alışıldık gelen tan hizmeti, her Türkün hakkı ve ödevi- huzur verici refleksler olacaktır. Ancak gelin görün ki, böylesi refleksler bizlerin dir. Bu hizmetin Silahlı Kuvvetlerde veya kamu kesiminde ne şekilde yerine hayatına dair bir kolaylık sağlamadığı gibi bizlere somut bir olumluluk da getirileceği veya getirilmiş sayılacağı kanunla düzenlenir.” denmektedir. Yani getirememektedir. “Her Türk asker doğar” tanımlamasının Genç yaşta yaşama veda eden erlerin temeli anayasa içerisinde böyle esnek, ardından, geride kalan ailelerinin yok-
13
sulluk içerisindeki yaşamlarını unutamıyoruz. 3000 liraya dayanan yoksulluk sınırının askerlik yaşına gelmiş pek çok emekçiye kesintisizce çalışma zorunluluğu yüklediğini düşünecek olursak, “zorunlu askerlik uygulamasının” emekçileri zora sokan bir durum olduğu gerçektir. Bedelli uygulaması ise bu zorluğa karşı daha da derin bir eşitsizlik katmakta.
uygulamasının kapsamı ve sürekliliğine ilişkin tartışmalar, profesyonel orduya geçiş sürecini de işaret etmektedir. Tüm bu işçi dostu olmayan ihtimallere karşı uyanık olup, savaşa ayrılan paraların eğitim ve sağlık gibi hizmetlere yatırılmasından ve emekçilerin çıkarına kullanılmasından yanayız. Ayrıca yıllarca süren bu savaş içerisinde yeterince bedel ödemedik mi?
Öte yandan, askerliğin, rejimin temel eğitim kurumlarından biri olduğunu da unutmamalıyız. Buna ek olarak, bedelli
Tüm bu sebeplerle, askerliğin bedelsizce zorunlu olmaktan çıkmasından yanayız.
Doğanın talanına karşı halkın seferberliği Elektrik zamlarını konu alan daha önceki yazımızda da gelişen ve uluslararasılaşan sermayenin artan enerji Bu yazı yazıldığında binlerce insan ihtiyacı nedeniyle enerji üretimini ve Gerze’de termik santrale karşı yürüyüş dağıtımını tekeline alıp maliyetini ise gerçekleştiriyordu. Anadolu Grubu toplumsallaştıracağından bahsetmiştarafından yapılacak termik santrali tik. istemediklerini ve yaşam alanlarından Devlet eliyle gerçekleşiyor olmayacaklarını belirten Gerze’li ve
Rukiye B., 29 Kasım
milli park unvanlarını HES yanlısı bakanlıklarına bağlayarak talanın önünü açıyor. Dönecek köyümüz kalmayabilir
Hidroelektrik Santralleri ile ilgili tartışmalar ilk olarak Çamlıhemşin Fırtına Vadisi üzerinde kurulması planlanan ve BM Holding tarafından muhalif örgütlerden insanlar “ölmek Fuat Ercan’ın analizine göre “Türgeliştirilen Dilek-Güroluk Regülatörvar, dönmek yok!” dediler. kiyede kapitalist modernleşmenin son leri ve HES projesi ile başladı. 1990’lı dönemde gerçekleştirdiği hızlı dönüşüm yılların başında başlayan bu süreç Peki, son dönem sık sık duyduğuve bu dönüşümde kural-yasa, hak-insaf aslında daha da eskilere dayanır. Devmuz, Anadolu’yu çalkalayan HES bilmeyen bir ittifak özel olarak HES let Su İşleri tarafından 1965 yılında, karşıtı protestolar ya da genel olarak ama genelde doğayı hızla kapitalist tüm havza genelinde 6 adet regülator, enerji elde etmek adına doğanın ilişkilere çekecek yıkım sürecini başlattı. 5 adet baraj ve 10 adet HES olmak talan edilmesine karşı yerli halkın ve örgütlerin eylemlerini nasıl açıklamak Daha önceki yasalar ve yerel-toplumsal üzere çeşitli büyüklüklerde toplam 21 muhalefet kendisini gösterdiği ölçüde adet enerji üretim amaçlı yapının ingerekir. Aslında sorulması gereken AKP iktidarı ABnin zorunlulukları şasını öngören “Fırtına Havzası Hiddevlet eliyle gerçekleştirilen bu sübahane ederek düzenlemelere yöneldi. roelektrik Potansiyeli Mastır Planı” recin kimin ya da kimlerin çıkarına Böylece doğanın sermaye olarak dönüşhazırlanması ile başlar süreç. Ancak olduğu. türülmesi Türkiye’de AKP’nin politika- bu tarihten 24 Haziran 1986’ya kadar Kuşku yok ki HES’ler savunulanın larıyla hızlandı.” (Sendika.org) herhangi bir çalışma yapılmaz. Daha aksine kuruldukları derelere ve çevresonra çalışmalar başladığında muhaÇevre ve Orman Bakanı ve DSİ sinde ondan beslenen bütün bir doğal gibi kamusal işleyişe sahip yapılar söy- lefetle karşılaşan holding ile halk arasisteme zarar veriyor. Bunu sadece sında davalaşmalar başlar. Bakanlıklar lendiği gibi güç kaybetmiyorlar, tam muhaliflerin araştırmalar sonucunda bütün haksızlığa rağmen holdingin belirttikleri (TMMOB, Elektrik Mü- tersine bazen düzenleyici ama geneltarafını tutarlar yine de mahkeme en likle de neredeyse piyasada sermaye hendisleri Odası vs.) verilerle ya da sonunda HES’e iptal kararı verir. açılan davalardaki bilirkişi raporların- gibi hareket eden öznelere, aktörlere Bunun yanında HES projesi olan dan yola çıkarak değil, aynı zamanda dönüşüyorlar. Yap-işlet-devret manyerler Rize, Zonguldak, Amasya, Tunceli’deki Munzur Vadisi Milli Par- tığı ile kamunun kaynağı doğrudan özel sermayeye aktarılıyor. Bu gelişArtvin, Muğla, Ordu, Giresun, Trabkı içinde yer alan Mercan Deresi’ne vurulan altın kelepçenin nasıl binlerce meler sadece kamu ve özel arasındaki zon, Gümüşhane, Bayburt, Erzurum, Samsun, Sinop, Sakarya, Düzce, yıllık dere ile birlikte çevresini tahrip ilişkileri belirlemiyor aynı zamanda ettiğini gözlerimizle gördüğümüz için hükümet eliyle çıkan yasalarla, bakan- Bolu, Isparta, Malatya, Tunceli, Barlıkların kamulaştırmalarıyla daha do- tın, Çorum, Kayseri, Mersin, Denizli, söyleyebiliyoruz. nanımlı bir saldırı anlamına geliyor. Kastamonu ve sayısı giderek artıyor. HES’lerin ürettiği enerjiden fayBu gelişmelere bir de suyu koruma Sadece Karadeniz Bölgesi’nde dere dalanacak olanlar bizler değiliz. adı altında hızla biçimlenen sivil top- ve vadiler üzerinde, şu ana kadar elde Fuat Ercan’ın değişiyle “Bütün yasa lum kuruluşları ya da proje yönelimli edilen resmi verilere göre bin 700 maddelerinde Türkiye’nin kalkınması ulusal ve uluslararası yapılanmaları civarında HES yapılması planlanıyor. deniliyor ama yaşayan insanlar kaleklediğimizde durumun vahameti Bunlardan 400’e yakınının projelenkınmıyor. SANKO, Zorlu, Çalık belki daha da açığa çıkıyor. dirilerek çalışma aşamasına geldiği, 80 krize girerdi Hidro Elektrik Santraller Son dönem istediği zaman Kanun dolayında projenin çalışma izni aldığı, (HES) olmasaydı ama biz değil. Biz o Hükmünde Kararname çıkaran hükü20 proje hakkında mahkemelerce, yükadar enerji ihtiyacı duymuyoruz. Bizi tüketmeye zorladıkları şeyleri ayrıca dü- met kazanılmış HES davalarını tekrar rütmeyi durdurma ve iptal kararı verildiği, bütün bunların dışında 2 bin şünürsek bizim ihtiyacımız olan enerji gündeme getiriyor. Hiçbir kuruma, kuruluşa danışmadan sit alanlarını, de mikro HES projesi geliştirildiği çok az bir miktar” (Birgün)
biliniyor. Ayrıca Metin Lokumcu’nun polis tarafından gaz bombası ile öldürüldüğü Hopa’da halkın direnişinden çekinen Eva Holding HES yapımını durdurduğunu açıkladı. Özellikle Doğu Karadeniz Bölgesinin birçok vadisi, dünyada eşi benzeri bulunmayan doğal güzellikleri, endemik bitki örtüsü ve jeolojik yapısı, fauna ve florası ile bütünleşik bir yapıda; tarihi ve coğrafi konumu gereği dünya genelinde koruma öncelikli 200 ekolojik alan arasında yer almaktadır. Vadilerden bazıları Turizm Bölgesi ilan edilirken, birçoğu ise SİT Alanı ilan edilmiş, bir kısmı ise Milli Park sınırları içerisinde yer almakta, çoğunluğu ise SİT Alanı olma özelliği taşımaktadır. Ne yapmalı? Mevcut hareketlilikte umut vadeden birçok yan var. Bunun yanında problemler de... Öncelikle meselenin sınıfsal olarak algılanması gerekiyor. Tabii ki bu, katı bir biçimde, işçi olmayanı dışlayan bir anlayışla değil. Direnen kitlenin içinde homojen bir sınıf yapısı yok. Köylüler, esnaf, bürokrat, öğrenci vs.ler var. Dahası siyasi partiler, kurumlar ve gazete çevreleri, bağımsız akademisyenler, TMMOB’a bağlı mühendisler derken liste uzun... Fakat bu kitlenin farkında olduğu şey sorunlarının sermaye grupları ile olduğunu bilmeleri ve militan bir tavır takınmaları. Herkesin kullanım hakkı olan doğanın-suyun ranta çevrilmesi ezen ezilen ilişkisinin bir yönü. Yerellerdeki eylemlilikler derelerin kardeşliği platformu ile bir arada dursa da eylemlerde de birlik olunmalı. Özelleştirilen kurumlar tekrar kamulaştırılmalıdır. Doğa kapitalizmin insafına terk edilemez.
14
ULUSLARARASI
İspanya genel seçimleri: İşçiler Sosyalist Parti’ye sırtını döndü Yusuf Barman, 26 Kasım
İki dönemdir iktidarda olan İspanyol Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) 20 Kasım genel seçimlerinde tarihinin en büyük yenilgisini aldı: 2008 seçimlerine oranla yüzde 38 (4,3 milyon) oy ve 59 milletvekilliği yitirdi, 52 ilin ikisi dışında (Barselona ve Sevilla) her yerde birinciliği başka partilere kaptırdı, 17 özerk bölgeden “sosyalizmin kaleleri” ve oy deposu olarak anılanları (Katalonya, Endülüs ve Ekstremadura) sağ partilerin denetimine terk etti. Franco sonrası 34 yıllık dönemin 22 yılını iktidarda geçiren Sosyalistler, aldıkları yüzde 28,7 oy oranıyla 1977’nin bile gerisine düşerek ciddi bir politik krize doğru sürüklendiler. Seçimlerin “galibi” olarak ise liberal-muhafazakâr Halk Partisi (PP) ilan edildi. 2003 Irak işgali sırasında Bush’un yakın dostu José Maria Aznar’ın partisi olan PP, bu kez Mariano Rajoy’un önderliğinde, oylarını 2008’e oranla sadece 500 bin (%5,3) artırdı, ama seçim sisteminin yardımıyla milletvekili sayısını 154’ten 186’ya çıkartarak (%20) parlamentoda mutlak çoğunluk elde etti. İspanyol milliyetçisi İlerleme ve Demokrasi İçin Birlik Partisi’nin (UPD) oy oranını yüzde 272 oranında arttırarak 5 milletvekilliği elde etmesini ve Katalan Liberal Hıristiyan Demokratları’nın (CiU) kendi bölgelerinde birinci parti olup Madrid’e 16 vekil yollamaları da birlikte düşünüldüğünde İspanyol seçmenlerinde bariz bir sağa kayıştan söz edilebilir. Ama her şey göründüğü gibi değil.
Antikapitalist ve devrimci sol güçlerin önündeki en önemli görev ise, seçim ittifaklarını kalıcı mücadele cephelerine dönüştürüp sağlamlaştırarak, sınıf mücadelesi içinde devrimci partinin inşasını hızlandırmak PSOE 2008 sonunda patlak veren dünya ekonomik krizi karşısında uyguladığı neoliberal politikaların kurbanı oldu: kamu parasıyla banka kurtarma operasyonları, mali sektörde liberalleştirme politikaları, ücret kesintileri, toplu işten çıkarmalar, iş yasalarında esneklik uygulamaları, emeklilik yaşının uzatılması vb. Sonuç: 5,5 milyon işsiz (toplam istihdam gücünün yüzde 21’i), herhangi bir gelirden yoksun 1 milyon hane, ipoteklerini ödeyemeyip sokakta kalan 300 bini aşkın aile, daralan bir ekonomi, büyüyen dış borç yükü, yüzde 7 düzeyine fırlayan devlet bonosu faizleri, kısacası tam bir ekonomik ve toplumsal çöküntü. Zapatero hükümetinin aldığı yegâne önlem olan işsizlik ödemelerinin sürdürülmesi, onu iktidarda tutan İspanyol emekçilerini tatmin etmedi ve yaklaşık 10 milyon seçmen (%28,1) sandık başına gitmedi,
318 bin seçmen (%1,3) geçersiz, 333 bin seçmen de (%1,4) beyaz oy kullandı. Bütün bu seçmenlerin geri durması Sosyalistlere ağır bir darbe indirmekle birlikte, parlamentodaki partilere yönelik güvensizliklerinin de bir işareti oldu. Sadece bu değil: Sosyalistlerin yitirdikleri oyların yaklaşık dörtte biri (özellikle “kızıl kuşak” olarak anılan sanayi bölgelerinde), PSOE’nin solunda bir seçeneğe, Sol Birlik’e (IU) kaydı. Oylarını yüzde 73,3 oranında artıran IU parlamentodaki temsilci sayısını 2’den 11’e çıkardı (1,7 milyon oy). İspanyol Komünist Partisi’nin (PCE) önderliğindeki Sol Birlik, “kapitalizmin insancıllaştırılması” çerçevesindeki reformist programına karşın, PSOE’den kopan emekçiler ve bir bölüm “öfkeliler” için “yararlı oy” seçeneği oluşturdu. IU’nun solundaki partilerin oylarıyla birlikte hesaplandığında sol sosyalist oyların seçmenler arasında yüzde 8 dolayında bir ağırlığa sahip olduğu görüldü. Seçimlerin bir ilginç ve umutlandırıcı gelişmesi de, Bask ülkesinde yurtsever sol platform Amaiur’un 333 bin oyla kendisini birinci politik güç haline dönüştürmesi oldu. Ayrıca Madrid’deki ulusal parlamentoya 7 milletvekili yollayan Amaiur’un, monarşi rejimine karşı ulusal haklar ve toplumsal talepler çerçevesinde IU ile birlikte bir parlamenter mücadele grubu oluşturması şaşırtıcı olmayacak. Dolayısıyla, ülke düzeyinde bir sağa kayıştan çok politik bir kutuplaşmadan söz etmek, önümüzdeki dönemde sınıf mücadelesi sorunlarına daha gerçekçi yaklaşımın temelini oluşturacak.
Antikapitalist Sol Devrimci sol seçimlere “Antikapitalistler” listesiyle katıldı. “Antikapitalist Sol” (Birleşik Sekreterlik) grubunun çevresinde ve “Mücadelede” (Uluslararası Sosyalizm akımı) ile “Enternasyonalist Mücadele” (Uluslararası Birlik Komitesi) çevrelerinin yanı sıra pek çok bağımsız aktivistin katılımıyla oluşan Antikapitalistler platformu, liste sunduğu 13 ilde toplam 24.456 oy (%0,1) topladı. Bu oldukça düşük bir oran olmakla birlikte, devrimci seçeneğin önceki seçimlerdeki oy miktarı ve dağılımıyla karşılaştırıldığında, Antikapitalist solun sistematik bir gelişme içinde olduğu ve emekçi yığınlar arasında gelişmekte olan bir eğilimi temsil ettiği görülebilir. Antikapitalistler seçim çalışmalarını belirli birkaç eksen üzerinde kurdular. Ekonomik krize karşı,
“krizin faturasını kapitalistler ödesin” sloganı çerçevesinde, dış borcun ödenmemesi, bankaların ve temel sanayi kuruluşlarının işçilerin denetiminde devletleştirilmesi, işten çıkarmaların durdurulması ve işlerin tüm çalışanlar arasında dağıtılması talepleri yer alıyordu. Toplumsal krizin yoğunlaştığı sektörlere yönelik olarak ise, ailelerin banka borçlarının iptal edilmesi; evden çıkarmaların durdurulması ve evsiz ailelerin boş binalara ve sosyal konutlara yerleştirilmesi; asgari, genel ve süresiz işsizlik ücretinin tespiti; göçmen işçi haklarının kabulü talepleri öne çıkıyordu. Politik düzeyde ise, monarşi sistemine son verilmesi, ulusal toplulukların kendi kaderlerini tayin hakkının kabulü, merkeziyetçi partiler yasasının ilgası şiarları ağırlıktaydı. Krizin başından itibaren bu eksenler doğrultusunda sınıf mücadelesine müdahale eden devrimci sol/antikapitalist gruplar, yerel, bölgesel ve genel seçimlere çeşitli başlıklar altında kurdukları ittifaklarla katılmışlardı. 2009 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde IZAN-RG (Antikapitalist Sol-Küresel İsyan) 52 ilde 25 bin, Enternasyonalist Girişim ise 24 bin oy almıştı (şimdi Antikapitalistler 13 ilde 24,456). 2010’daki otonom bölge seçimlerinde ise Katalonya’da Des de Baix (Tabandan) koalisyonunun 7 bin oyuna karşılık Antikapitalist platform 20 Kasım’da 13.829 oy toplamayı başardı. Bu rakamlar devrimci sol akımların sınıf mücadelesinin öncü kesimlerinde giderek ağırlık kazanmakta olduğuna işaret etmekte. Şimdi mücadele sokakta, üniversitelerde ve işyerlerinde sürüyor. Yunanistan ve İtalya’daki seferberliklerin yanı sıra Portekiz’de patlak veren genel grev dalgası, İspanya’nın da önündeki günlerin dinamiğine işaret etmekte. Antikapitalist ve devrimci sol güçlerin önündeki en önemli görev ise, seçim ittifaklarını kalıcı mücadele cephelerine dönüştürüp sağlamlaştırarak, sınıf mücadelesi içinde devrimci partinin inşasını hızlandırmak. Kriz karşısında proletaryanın direnişi ve mücadele yolu, devrimci programın örgütsel biçimlere kavuşmasından geçiyor.
ULUSLARARASI
15
Mısır Devriminde yeni bir aşama İC - Haber, 27 Kasım
M
ısır’da kitlelerin 17 Kasım’da başlattıkları yeni bir mücadele dalgasıyla, Mısır Devrimi yeni bir aşamaya girmiş bulunuyor. Yönetimi elinde bulunduran Yüksek Askeri Konsey’in, yeni anayasa tasarısında ordu ve ordu bütçesinin sivil denetime kapalı olması ve yeni anayasada ordunun “Anayasanın koruyucusu” olarak tanımlanmasını talep etmesi, bu sürecin tetikleyicisi oldu.
cak olması, oluşan güvensizliği daha da artırdı.
Askeri Konsey’e karşı ilk büyük gösteriler Temmuz ayında başlamıştı. Yüz binlerce insanın meydanları doldurduğu gösterilerde, binlerce devrimcinin katledilmesinden sorumlu yöneticilerin yargılanması, Mübarek ve rejiminin diğer önemli isimlerinin yargılanma süreçlerinin hızlandırılarak cezalandırılması talep edilmişti. Bu dönemde halkın Mübarek’in devrilmesinin ardından iktidarı ele geçiren Askeri Konsey döne- nefretini kazanmış yüzlerce komiser ve minde, kitlelerin yaşam standartlarında yargıç emekli edilerek ve İçişleri Bakanı görevden alınarak, kitleler yatıştırılmaya hiçbir değişim olmadığı gibi, Mübarek çalışılmıştı. Rejimin bu manevralarıdönemini aratmayacak şekilde baskı, na, eylemcilerin çoğunluğunun “son tutuklamalar ve işkence, bu dönemde bir şans” vermesiyle sokak gösterileri de devam etti. Şubat ayında kitleler sönümlenirken, bu dönemden itibaren tarafından büyük sevgi gösterisiyle karşılanan orduya olan güven bu süreçte ekonomik temelli mücadeleler ön plana giderek düşerken, ordunun Olağanüstü çıkmaya başlamış, yüz binlerce işçi grev Hal Yönetimi’ni halen sürdürmesi ve ge- mücadelesine girişmişti. lecek hafta yapılacak seçimlerden sonra Fakat “son bir şans”ın verildiği Ağusda, gerçekte iktidarı elinde bulunduratos ayından bu yana hiçbir şeyin değiş-
mediğini gören ve seçimlerin ardından da iktidarı gerçekte Askeri Konsey’in temsil edeceğinin bilincinde olan kitleler, yeniden ve bu kez daha kararlı bir biçimde, askeri rejimin devrilmesi için mücadeleye giriştiler. Ordunun yönetimini kalıcılaştırma girişimlerine karşı kitleler 17 Kasım’da sokaklara döküldü. 18 Kasım Cuma günü ise yüz binden fazla kişi Tahrir Meydanı’ndaydı. Bu görkemli gösteri aynı gün, Tahrir Meydanı’nın tekrar işgal edilmesiyle taçlandı. Bunun ardından güvenlik güçlerinin Meydan’ı kitlelerden geri almak için, bugüne kadarki en şiddetli saldırısı gerçekleşti. Güvenlik güçlerinin saldırısı sonucunda onlarca insan yaşamını yitirirken, binlerce kişi yaralandı. Fakat,kitlelerin kahramanca direnişi bu saldırıyı boşa çıkardı ve Mısır’ı yeni bir politik krizin içine soktu. Kitlelerin bu kararlı tutumu sonucun-
da Geçici Hükümet istifa etti, Askeri Konsey’in başkanı Mareşal Tantavi, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 2012 Temmuz’undan önce yapılacağını ve bu seçimlerin ardından Konsey’in yönetimden çekileceğini açıklamak zorunda kaldı. Fakat yaklaşık bir yıldır devrim sürecinin içinde bulunan Mısır emekçi halkı için bu manevralar artık olağanlaşmış ve anlamını yitirmiş durumda. Kitleler, Askeri Konsey devrilmeden sokakları terk etmemekte kararlılar. Askeri rejimin devrilebilmesi için politik bir genel grevin gerektiğinin farkında olan Mısır’ın öncü işçileri ve devrimcileri ise, şimdi bunun hazırlığı içindeler. Devrimin ardından kurulan ve giderek daha fazla işçiyi kapsayan Mısır Bağımsız Sendikaları Federasyonu, bir genel grev çağrısı yapmış durumda. Diktatörlük rejiminden gerçek bir kopuşun sağlanması görevi Mısır işçi sınıfının omuzlarında duruyor.
Yunanistan için; ne yapmalı? Bahadır B., 29 Kasım
I
MF ve AB’nin, özel bankalara Yunan devlet tahvillerinden yüzde 50 zararı kabul ettirmesiyle birlikte hazırlanan, içinde Yunanistan’a yardım paketi barındıran anlaşmayı Papandreu, kasım başında sürpriz bir kararla referanduma götüreceğini açıklayarak başta Avrupa emperyalizmi olmak üzere tüm Yunan burjuvazisini karşısına aldı. Emperyalizmin Papandreu’yu gözden çıkarmasıyla birlikte, kendi partisinden de muhaliflerin belirmesiyle istifa eden Papandreu’nun ardından hükümet düştü. Bu andan itibaren, o güne kadar birbirlerini yiyen, iktidardaki Panhelenik Sosyalist Hareket (PASOK) Partisi ile ana muhalefet partisi olan Yeni Demokrasi (ND) Partisi, bir günde ağız birliği yaparak,19 Şubat 2012’de yapılacak olan genel seçimlere kadar ülkeyi yönetmek için yeni milli birlik hükümetinin kurulmasında anlaşmaya vardıklarını AB’ye bildirdiler. Bu tabloyu fırsat bilen, daha önce hiçbir hükümette bulunamamış, faşist Halkçı Ortodoks Cephe (LAOS) Partisi, kendisinin olmadığı bir hükümetin kabul edilemeyeceğini söyleyerek koalisyon hükümetine girmek istedi. Siyasi ve ekonomik olarak sallanan Yunan
burjuvazisi, vakit kaybetmeden Laos’u hükümete aldı. Böylece parlamentonun da güvenoyu verdiği, başında eski Avrupa Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Lucas Papadimos’un bulunduğu teknokrat hükümet kurulmuş oldu. Hiçbir şekilde halkın seçmediği bu partiler ve kişiler, emperyalizm tarafından referanduma bile gidilmeden teknokrat hükümeti adı altında atandı. İşte Avrupa demokrasisi! İşte kriz döneminde demokrasi maskesi düşen, kapitalizm!
Yunanistan Komünist Partisinin Tutumu Kendi yarattıkları krizi işçi sınıfına yüklemeleri yetmezmiş gibi, doğabilecek, hatta sistemi devirebilecek toplumsal olaylara karşı, kendi “demokrasi”lerini bir kenara koyup son derece anti-demokratik yöntemlerle faşizan partileri sivrilterek bu krizi çözmeye çalışıyorlar. İçinde bulundukları çıkmaz ve var olan, tabiri caizse ayyuka çıkmış sınıf hareketliliği düşünüldüğünde Yunan burjuvazisinin korkusu daha iyi anlaşılabilir. Neyse ki onların içine su serpecek “komünist” partiler var. 19 Şubat’taki seçimlerin sonucu
belirsizliğini korusa da, kesin olan Yunanistan’daki radikal solun tabanının yüzde 30’a vardığıdır. Chrysi Avyi ve Laos gibi küçümsenmeyecek faşist Yunan örgütleri de düşünüldüğünde, seçimler için devrimci partiler arasında bir seçim ittifakının oluşturulması önemini korumaktadır. Böyle bir tabloda Yunanistan Komünist Partisi’nin (YKP) herhangi bir ittifaka yanaşmaması, faşistler arasında bir memnuniyet yarattı. Öyle ki parlamentodaki Laos milletvekili Adonis Georgiadis, “Çok şükür YKP Genel Sekreteri Aleka Papariga, sol partilerin toplam oylarının %30’larda seyrettiği şu günlerde, diğerleriyle işbirliğine gitmiyor da, ülkenin anarşiye ve uçuruma sürüklenmesi kaygılarımız azalıyor” diyerek, YKP’ye teşekkür etti. Belirtmemiz gerekir ki YKP dışındaki devrimci partiler de sütten çıkmış ak kaşık değil. Kökeni YKP’ye dayanan SyRiza (radikal sol koalisyon) Partisi ve kendini Troçkist olarak tanımlayan Antarsya bir araya gelse de seçim için ortak talepler oluşturamadıkları gibi taktiksel ayrılıklara düşerek birleşmeyi de sonuçsuz bıraktılar. Elbette bu durum, Yunan parlamentosunda 21 milletvekili bulunan ve Yunanistan’ın üçüncü büyük
partisi olan YKP’nin tutumu kadar sola zarar vermiyor.
Ne yapmalı? Yunanistan’ın başbakanlığına atanan, ülkesinin Avro’ya girmesinde en çok pay sahibi olan ve borç kriziyle ilgili çarkların nasıl döndüğünü çok iyi bilen “teknokrat” Papadimos, anti-demokratik bir şekilde koltuğa oturduğu ilk gün AB ve IMF’nin istediği reformları gerçekleştireceğine söz vererek yeni bir vergilendirme sistemi kurulması gerektiğini söyledi. Papadimos’un Papandreu’nun bıraktığı yerden kemer sıkma politikalarına daha da şiddetli devam edeceği çok açık. İtalya ve Yunanistan’da atanan teknokratların daha önceleri çalıştıkları bankaların borç krizinin en büyük sorumluları olduklarını ve bu insanların çalıştıkları dönem büyük bankalar adına milyonlarca Avroluk vergi kaçırdıklarını, Yunan işçi sınıfının bilmesi gerekmektedir. İşte böyle seçime giderken, burjuvazinin çırpındığı bir ortamda, devrimci sol partilerin işçi sınıfının beklentileri doğrultusunda ortak paydalarla bir araya gelip gerçekleştireceği politika, Yunan işçi sınıfının önünde önemli bir yol açabilir.
GENEL GREV IÇIN! EMEKÇILERDEN YANA BIR IŞÇI HÜKÜMETI IÇIN! “Biz, Oscar-Grant Meydanı işgalcileri, 2 Kasım 2011 günü Oakland’ı özgürleştirmeyi ve %1’in egemenliğini durdurmayı öneriyoruz. Tüm şehri genel greve ve tüm öğrencileri de ders bırakma eylemine çağırıyoruz. İşe ve okula gitmek yerine
hep birlikte hayatı durdurmak için şehrin merkezinde toplanacağız. Bütün bankalar ve büyük şirketler belirtilen günde kapalı olmalıdırlar, yoksa üzerlerine gideceğimizi bilsinler.” (Oakland öfkeliler hareketinin genel grev çağrısından)
Emperyalizmin kalbinde, ABD’nin güçlü işçi sınıfı gençlik hareketleriyle birlikte hareket ederek radikalleşiyor ve mücadelede yerini alıyor. Irak savaşı gazileri de onlara katılarak Vietnam savaşına karşı verilen tarihsel mücadeleyi hatırlatıyorlar. 27 Ekim günü Oakland eylemlerini değerlendiren New York Times şöyle yazıyor: “Kendimizi 1960’lı yıllarda Vietnam savaşına karşı yapılan eylemlerden birindeymiş gibi hissettik.” İşte bu, bizim gibi emperyalist savaşlara ve onları yöneten hükümetlere karşı mücadele veren herkes için iyi bir haber; çünkü bizim emeğimizden çalınan paranın halkları ezmek ve bombalamak için askeri harcamalara dönüşmesi, özellikle bu kriz döneminde her geçen gün daha dayanılmaz hale geliyor!
bize 2012 seçimlerini beklememizi çünkü işçilerin mücadeleye hazır olmadığını söylemekten de çekinmiyorlar. Oysa devrim, isyan ve genel grev rüzgârı tüm Avrupa’da esiyor ve kapitalist sistem tarafından korkutulmuş, sindirilmiş ve sistemle bütünleşmiş olanlar durumun ciddiyetini görmüyorlar.
Dünyada… Şili’de, Yunanistan’da, Mısır’da, Suriye’de, İsrail’de, Bolivya’da, Portekiz’de, İspanya’da… Dünyada hiçbir yer yok ki sınıf savaşımından, halkların ve işçilerin direnişinden uzak olsun. Bürokratları, mevcut iktidarları, düzen partilerini ve hatta kimi radikal sol örgütleri dahi korkutan genel grev düşüncesi şekillenmeye başlıyor ve mücadeleye hazır olan işçilerin fikirlerinde genel grev gittikçe daha çok yer kazanıyor. Yunanistan işçi sınıfı bunu kanıtladı zira Troyka’nin planını (Av-
rupa Birliği, IMF, Avrupa Merkez Bankası) uygulamaya çalışan Papandreu’yu eninde sonunda halk referandumuna gitmeye zorladılar. …Fransa’da ve Avrupa’da Fransa’da sendikal ve politik bürokratlar tarafından öne sürülen bitmek bilmez “eylem günleri” artık kimseyi inandırmıyor. Herkes artık hem fikir ki; bu “cumartesi gezileri” yenilgiyi hazırlamaktan başka bir işe yaramıyor, bunun örneğini emeklilik reformuna karşı mücadele sürecinde gördük. Devamı olmayan bu eylem günlerinin sendikal bürokratlar açısından nihai hedefi işçileri yormak ve onların mücadele isteklerini yok etmek. Bugün Avrupa’nın her yerinde olduğu gibi Fransa’da da şu açık ki; yukarıdakiler krizden önceki gibi yönetmeye, aşağıdakiler de bu şekilde yaşamaya devam edemiyorlar. Evet, genel grev sloganı hemen şimdi geçerlidir! Mücadeleler, grevler, işgaller katlanarak artıyor. Ancak 2012 seçimlerine ve seçimlerde kazanacakları koltuklara odaklanan sendikal ve politik bürokratlarca bu artış küçümseniyor, görmezden geliniyor. Bürokratlar, kurumsal sol (Sosyalist Parti ve Sol Cephe) ve sözde radikal sol partiler (örneğin Yeni Antikapitalist Parti)
Bizi “aşırı” sol olmakla suçlayanlara ise şunu hatırlatmak isteriz: “Ajitasyon yalnızca kitlelere ulaşmak, onları eyleme çağırmak için kullanılan herhangi bir slogan değildir. Parti için ajitasyon, aynı zamanda kitlelere kulak vermek, mevcut durumu ve kitlelerin düşüncelerini gözlemlemek ve bunlardan yola çıkarak pratikteki kararlarını almak için de bir araçtır. Ancak Stalinistler ajitasyonu çığırtkanların monologuna dönüştürmüşlerdir. Marksistler ve Leninistler için ise ajitasyon her zaman kitleyle kurulan diyalogdur.” (Troçki) Genel grev sloganını reddeden herkesin aksine biz işçilerle ve gençlerle diyalog kurmak ve onlara gerçek bir antikapitalist politik perspektif sunmak istiyoruz. Peki, genel grev nedir? Troçki genel grevi şöyle tanımlıyor: “Genel grevin temel önemi, kısmı başarılarla yahut başarısızlıkla sonuçlanmasına bakılmaksızın, eylemin iktidar sorusunu
devrimci bir biçimde sormasından gelir. Fabrikaları, ulaşımı ve iletişimi, elektrik üretimini vs. durdurarak proletarya yalnızca üretimi değil, yönetimi de durdurmuş olur. Devlet gücü havada asılı kalır. Egemenler ya açlık ve şiddetle proletaryayı ehlileştirecek ve onu burjuva devlet aygıtının eskisi gibi işlemesi için zorlayacaktır ya da proletarya karşısında yerinden vazgeçecektir.” “Hangi sloganla ve sebeple olursa olsun, eğer ki genel grev ortaya çıktıysa ve kitleler tarafından kucaklandıysa ve bu kitleler mücadele etmeye kararlıysa, genel grev ulusun tüm sınıflarına şu kaçınılmaz soruyu soracaktır: Evin şefi kim olacak?” Genel grev işçilerin ve gençlerin sürekli ve birleşik mücadelesini, sendikal ve politik bürokratlara rağmen sonuna kadar gidebilmek adına kurulan grev ve eylem komitelerini içerir. Yani genel grev “basit bir eylem, bir saatlik ya da bir günlük sembolik bir grev değil, rakibi vazgeçmeye mecbur bırakmak için yapılan bir mücadeledir.”
(Fransız devrimci Marksist grup Enternasyonalist Sosyalist Birlik’in (GSI) Kasım 2011 tarihli gündem yazısı – İC)
www.iscicephesi.net Aylık Siyasi İşçi Gazetesi (Aylık Yerel Süreli Yayın) • Sahibi ve yazı işleri müdürü Atakan Çiftçi (Enternasyonal Yayıncılık) • Yönetim yeri Şehit Muhtar Mah. Süslü Saksı Sok. No: 19/6 Beyoğlu - İstanbul • 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 25 TL • Yurtdışı: 25 € Baskı Estet Ajans Matbaacılık, Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul • Fiyatı 2 TL • Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com