Ic36

Page 1

Zam sonrasında asgari ücretli geçen yıldan daha fakir! Aralık 2011 zammı ile net asgari ücret 658,95TL’den 701,13TL’ye çıkmış oldu. Temmuz 2012’de ise 739,79TL’ye ulaşacak. Yeter mi? Hayır! TÜFE (Tüketici Fiyatları Endeksi)’deki geçen yılki değişim %10.45 olarak açıklandı. Yani asgari ücretlinin Ocak ayında aldığı maaşın değerinde, hayat pahalılığı karşısında 65 TL’lik bir düşüş söz konusu oldu. Sonuç olarak yapılan

42,17TL’lik zam, asgari ücretlinin geçen yıl fiyat artışı karşısında kaybettiği payı dahi karşılayamıyor! Alınan zam fiyat artışları karşısında çoktan erimiş durumda. Dahası 2012 yılında gelecek zamlara karşı da hiçbir koruma söz konusu değil. Asgari ücret sadece zamlarla erimiyor. Brüt asgari ücret üzerinden yapılan toplam kesinti 178TL iken, bu kesinti 2012 Tem-

muz ayında 200,71TL’ye çıkmış olacak. Her şey bir yana, açlık ve yoksulluk sınırının karşısında asgari ücret, insanca bir yaşam için hiç de umutlu bir düzeyde değil. Gelir düzeyindeki kayıp asgari ücretin bir nebze üzerinde maaş alanlarımız için ise daha da vahim. Yeni vergi yükleri ve ürün zamları karşısında, krizden beri

zamların yapılmaması artık neredeyse bir kural haline getirilmiş durumda. Yapılan sadaka zamlar bize yetmiyor. Peki, patronların kopardıkları onlara yetiyor mu? Yine hayır. Ne diyorlardı, bölgesel asgari ücret ile maaşları daha da baskılamak mı? Açlık ve yoksulluk sınırının yanına bölgesel asgari ücreti koyduğumuzda daha vahim bir tabloyla mı karşılaşacağız?

Çalışmak bir haktır! 2012’de birleşik mücadeleye! Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 36 • Ocak 2012 • Fiyatı: 2 TL

Bir hurafe: Liberal kapitalizm eşittir demokrasi

2011 yılı kötü geçti! Ekmeğimiz küçüldü. Özgürlüklerimiz azaldı. Barış bu yıl da gelmedi. Demokrasi mi? Bir adım ileri, iki adım geri... 2012 yılı daha da kötü geçecekmiş! Neden? Çünkü dünyada ekonomik kriz var ve derinleşiyor, öyle diyorlar... İyi de bir tek işçi sınıfına, emekçi halklara mı kriz var? Madem cumhuriyet tarihinin ihracat rekoru da kırıldı. Hani kişi başına düşen 10 bin dolarımız, nerede? Payımıza düşen züğürt tesellisi mi? 34 dolar milyarderimiz varmış; Japonlardan bile çokmuş! Söz vermişlerdi. Asgari ücret vergiden muaf olacaktı. Onuncu yılına giren hükümetin elini tutan kim?

»4

Suriye’de mücadele derinleşiyor Rejim can çekişiyor

“Biz AB’den daha mı zenginiz?” diye buyurmuş Maliye Bakanı. Asgari ücret 1000 lira olursa firmalar batarmış, Yunanistan olurmuşuz... Batar dediği en büyük 500 büyük firmanın net kârı krizde yüzde 22,2 arttı. Krizi fırsata dönüştürmede ustalar. Bir de konu emek olduğunda bahane üretmekte...

» 15

Ekonomik kriz ve İşçi Cephesi gazetesi ile birlikte dördüncü Ocak ayına girmiş bulunuyoruz. 2012 yılı İşçi Cephesi’nin üç yıl önceki ilk sayısının gündemini bizim önümüze, hem de çok daha yakıcı olarak, yeniden koymakta

Kıdem tazminatı topun ağzında. Emeklilik ancak mezarda mümkün. Güvence mi dediniz? Kısaca... Fedakârlık dedikleri... Firmalarımız batmasın! Tevekkül dedikleri... Kader, kısmet! Tasarruf dedikleri... Kemere bir delik daha! Kısaca... Bana hükümetini söyle sana 2012’nin nasıl geçeceğini söyleyeyim!

»8

halkların daha da yoksullaştırılması olamaz. Krizin sorumluları kimlerse faturayı da onlar ödemeli. Hem krizden kurtulmak hem de tekrar etmemesi için... Dolayısıyla, krizden değil, mücadele etmemekten korkalım!

Ne için, neye karşı, nasıl mücadele edeceğiz? Hükümet, patronlar ve bir kısım Krizin faturasını ödememek için sendikacıların 2012 reçeteleri de açık: mücadele edeceğiz. Güvenceli esneklik! Pekiyi, ne yapacağız? Hem krizi yaratan, hem de krizde Güvence patronlardan, esneklik Garibanlık bir tür lanet mi? kârlarına kâr katanlara karşı mücadele emekçilerden... “Yorgun yatıp, yorgun kalkanlar” edeceğiz. Pekiyi, esnettikleri nedir, güvence gün yüzü görmeyecek mi? Birlik ve dayanışma içinde mücadele bunun neresinde? Sır yok, görünen krize mucize gerek- edeceğiz. Her beş kişiden ikisi işsiz durumda. mez! Biliyoruz ki kılavuz kapitalizm olHer iki kişiden biri kayıt dışı çalışıDünyada kriz var. dukça dünya krizden kurtulamaz. yor. 2011 kötü geçti. Kapitalizme karşı mücadele edeceHer yüz çalışandan sadece altısı 2012 çok daha kötü geçecek. ğiz. sendikalı. Lakin krizin nedeni işçi sınıfı ve Krizden değil, mücadele etmemekHer on çalışandan sadece biri işsizlik emekçi halklar değil. ten korkalım! sigortasından yararlanabiliyor. Çözümü de işçi sınıfının ve emekçi

İşçi Cephesi, 7 Ocak

Krizden değil, mücadele etmemekten korkalım!


2

İLAN TAHTASI

“Marx neden haklıydı?” Dünya ekonomik krizi derinleşerek devam ediyor. Kapitalizm eğer bir ürün olsaydı çoktan raflardan kalkmış, onu üreten fabrika kapanmış olurdu İşçi Cephesi, 7 Ocak Kapitalizm eğer bir kişi olsaydı ne arkadaşı olur, ne de herhangi bir işte dikiş tutturabilirdi. Çünkü bunca başarısızlığı, bu kadar karşılıksız bir kibir ve züppeliği kimse kabul etmezdi. Lakin gelin görün ki o bir evrensel egemen sitem olarak yaşamaya devam ediyor. Üstelik dünyayı krizlerden krizlere sürüklemesine rağmen, sanki hiç sorumluluğu yokmuş gibi, suçu sürekli başkalarına çıkarabiliyor. Nitekim dünya şu günlerde tarihinin en büyük ekonomik, sosyal ve kuşkusuz politik krizini yaşarken kapitalist müminler Marx ve Marksizmi bir kez daha lanetlemek için sahneye itmekten çekinmiyor. Tabii ki bunun bir şeytan taşlamadan çok daha öte bir anlamı var. Esas mesele kapitalist imparatorluğun sahiplerinin Marx ve Marksizmden duydukları bitmek bilmez büyük korkuları. Bu sebepsiz bir korku değil. Çünkü kapitalizmi bugüne dek Marx ve Marksizm kadar çözümleyen ve değiştirmek isteyen olmadı. Terry Eagleton, “Marx Neden Haklıydı?” kitabında işte

bu konuya değiniyor. Bugüne dek Marx ve Marksizme yöneltilmiş 10 temel suçlamayı sırasıyla yanıtlıyor. Bu suçlamalar içinde Marksizm’in bittiği iddiasından pratik olarak canavarca olduğuna, ütopya olduğundan her şeyi ekonomi olarak gören ruhsuz bir sitem olmasına, hayalci olmasından şiddeti kutsadığına, feminizm, çevre, eşcinsellik ve etnik-kültürel sorunları umursamadığına dek birçok başlık yer alıyor. Yordam Kitap’tan çıkan bu kitap mutlak okunmalı… “Marksizmin bittiği muhtemelen her yerde Marksistlerin kulağına çalınan bir müziktir. Onlar yürüyüşleri ve grev sözcülüğü yapmayı bırakabilirler; akşam saatlerinde bir başka sıkıcı komite toplantısına katılmak yerine kederli ailelerinin bağrına dönmenin zevkini tadabilirler. Marksistler her şeyden çok Marksist olmaya gerek kalmamasını isterler. Bu bakımdan Marksist olmak Budist ya da milyarder olmaya benzemez. Marksist olmak daha çok doktor olmaya benzer. Doktorlar inatçı, kendi kuyularını kazan yaratıklardır; hastaları iyileştirip kendilerine ihtiyaç kalma-

yınca işsiz kalırlar. Benzer biçimde siyasi radikallerin amacı da görevlerini başardıktan sonra artık onlara ihtiyaç kalmamasıdır. Bundan sonra sahneden çekilmekte, Guevera afişlerini yakmakta, uzun zamandır ihmal ettikleri çellolarını ellerine almakta ve Asya Üretim Biçimi yerine daha çekici şeyler konuşmakta özgür olabilirler. Eğer yirmi yıl sonra hala Marksistler ya da feministler varsa bu üzücü bir manzara olacaktır. Marksiz-

min kesinlikle duruma bağlı, geçici bir anlamı vardır; bu nedenle bütün kimliğini ona bağlayan birisi temeli kavrayamamış demektir. Marksizm’den sonra bir hayat olduğu, Marksizmin en önemli noktasıdır…” (Terry Eagleton, Marx Neden Haklıydı, Yordam Kitap, Mayıs 2011)

Ne savunuyoruz? Neyi hedefliyoruz? İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Türkiye’de devrimci bir işçi partisinin inşası için mücadele ediyoruz. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş

veriyoruz. Sermayenin baskı ve şiddet rejimine karşı mücadele ediyoruz ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.


EMEK GÜNCESİ

3

KESK’in g(ö)revi! Bahadır B., 7 Ocak

21 Aralık 2011 günü Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) ve Türk Tabipler Birliği (TBB) öncülüğünde emekçiler, ülke genelinde, son aylarda çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) sağlık sisteminin sermayenin kâr kapısı haline getirilmesine, kamu emekçilerinin her geçen gün güvencesiz çalışmasının yaygınlaştırılmasına karşı bir günlüğüne greve ya da KESK’in tabiriyle “uyarı” grevine çıktı.

memiz gerekir.

2009’dan günümüze ekonomik krizin derinleşmesi ve artan neoliberal saldırılarla beraber emekçilerin yaşam standartlarının daha da düştüğü düşünüldüğünde kitlelerin çok daha fazla radikalleşmesi beklenirken, tam tersine 21 Aralık grevi, yine uyarı niteliği taşıyan 25 Kasım grevinden bile her anlamda sönük geçti. 25 Kasım grevine Kamu-Sen’in de katılımı ve grev boyunca demir yolu işçilerinin ulaşımı Elbette memurların en büyük felç etmesi ve bu grevin verdiği güvenle sınıf mücadelesine güç mücadelelerinden biri de kakatması –grev ardından İstanmuda toplu iş sözleşme hakbul İtfaiye, Esenyurt ve TEKEL kının elde edilmesiydi. Kamu direnişlerinin başlaması- düşüemekçilerinin toplu iş sözleşmesi elde etme mücadelesi yeni nüldüğünde sönük kelimesinin anlamı netleşebilir. değil. Daha önce yine KESK öncülüğünde 25 Kasım 2009 Eğer sınıf mücadelesini ileriye ve 19–20 Nisan 2011 olmak taşımak istiyorsak bu grevin üzere iki kez daha “uyarı” grevi eksikliğini tespit etmemiz ve en yapılmıştı. 21 Aralık grevinin büyük tehlikenin sendikal büen büyük farkı ise, neoliberal rokrasiden geldiğini emekçilere saldırılara karşı atılan taleplerin anlatmamız gerekir. yanı sıra, son günlerde artan Öncelikle KESK, greve hazırKESK’e yönelik baskı ve KCK lık sürecinde diğer kamu sendikapsamındaki tutuklamalardan kalarının tabanlarına ulaşmaya kaynaklanan hoşnutsuzluğun çalışmadığı gibi kendi içinde de da talepler içinde fazlasıyla yer ciddi bir taban çalışması yapalmasıydı. Şüphesiz sağlık sekmadı. 2000’lerden bu yana üye törünün de greve katılımının sayısı hızla düşse de KESK’in önceki grevlere oranla çok daha Aralık 2011 üye sayısının 232 fazla olmasını göz ardı etmebin 83 olarak belirlendiğini

göz önüne alırsak kamu işçilerinin greve katılımının düşük olduğunu görebiliriz. KESK, TBB, Sağlık-İş ve diğer sağlık örgütleri katıldığı halde sadece İstanbul’da greve çıkan emekçi sayısı 20 bini geçmedi. Şunu da belirtmemiz gerekir ki tüm Türkiye’de “sendikalı” memur sayısı 1 milyon 195 bin. Eğer, toplu iş sözleşmesi ve grev gibi önemli taleplerle sokağa çıkıyorsanız, bir günlük uyarı yürüyüşlerinden ziyade, birkaç ay öncesinden ciddi hazırlıklar yapıp, tüm örgütlü iş kollarında bir grevler silsilesini başlatmanız gerekmektedir. Çünkü ancak bu şekilde üretimden gelen güç kullanılarak kamuda ki tüm işler durdurulabilir. Kendi sınıfına güvenmeyen hatta ondan korkan, bürokratik çıkarını sınıfın çıkarından üstün tutan bu bürokratlara karşı, kamu emekçileri olarak sendikaları-

mıza sahip çıkarak mücadele edebiliriz. Bugün KESK, görece daha mücadeleci bir sendikaysa, kuşkusuz bunda tabanının payı çok büyüktür. Burada Memur-Sen, Türk Kamu-Sen ve KESK emekçilerinin çıkarlarının aynı olduğunu unutmamak gerekiyor. Tüm kamu emekçilerinin ortak taleplerle hareket edip gerçek anlamda greve gittiği gün, hükümete geri adım attırılabilir. Tüm bunların yanında 21 Aralık’a dönecek olursak, bu eylemde KESK bürokrasisinin grevi ve görevi, atanamayan öğretmenlerin, sözleşmeli doktorların, grev hakkı arayan büro emekçilerinin kısacası kitlerin gazını almaktan öteye geçemedi.


4

POLİTİKA

Bir hurafe;

liberal kapitalizm eşittir demokrasi “Liberal kapitalizm eşittir demokrasi” hurafesi, kriz gerçeği karşısında bir kez daha alenen iflas ediyor. Bugün İtalya ve Yunanistan’da yaşananlar, kapitalizmin krizinin sadece ekonomik değil, aynı zamanda ve kaçınılmaz olarak toplumsal ve siyasi bir kriz olduğunu da kanıtlıyor Hakkı Yükselen, 29 Kasım 2011 İflas eden, küreselleşme ideolojisinin yaydığı neoliberal hayallerin yanı sıra burjuva demokrasisinin kendisidir. İtalya ve Yunanistan’da (yarın muhtemelen başka yerlerde de) kapitalist krizin, emperyalizm ve mali sermaye yanlısı da olsalar seçilmiş hükümetlerle ve siyasi kadrolarla çözülemeyeceği gerçeği bir kez daha ortaya dökülmüştür. Adı geçen ülkelerde “liberal demokrasi” görüntüsü altında, “kötü politikacıların” temsili demokrasisinden bürokrasi ve teknokrasi eliyle yürürlüğe konulan “olağanüstü hal” uygulamasına geçilmiştir. Bir zamanlar sadece “bizlere” has olduğu zannedilen ve bir “uygarlık projesi” olarak Avrupa Birliği’ne duhulümüz halinde ebediyen kurtulacağımız söylenilen “olağanüstü hal” düzeni şimdi Avrupa’da da hükmünü icra etmeye başlıyor.

Malum, 2002 seçimleri bu memleketin dönüm noktalarından biridir. Hiç hesapta yokken AKP’ye adeta altın bir tepside sunulan iktidarın ekonomik ve hukuki altyapısını, IMF şartı gereği “on beş günde” kurmayı başaran Derviş, hazırladığı yasaların parlamento onayından geçmesinin ardından, yasaları onaylatan koalisyon hükümetine ve onaylayan parlamentoya hiç güvenmediğinden, yapılacak bir erken seçimin tarihinin belirlenmesi konusunda ısrar etmeye başlamıştı. Üstat, programın uygulanabilmesi için bir nöbet değişiminin uluslararası ve yerli büyük sermayenin âli menfaatleri açısından zorunlu olduğunun farkındaydı. Sermayenin hizmetinde güçlü bir hükümete ihtiyaç vardı. Zaten “zikir” her ne kadar Derviş’in zikriyse de fikrin elbette çok daha yukarılardaki “pir”e ait olduğu biliniyordu…

Seçim, normal şartlarda oyunun Senet karşılığı demokrasi veya kuralıydı, ama artık onun da uluslaseçimlere siyaset karıştırmararası finans kuruluşları tarafından mak! konulmuş kuralları vardı. Bu ku-

ruluşlar, kredi-reçete verme işinin yanı sıra bir “yüksek seçim kurulu” işlevini de yerine getiriyorlardı. Öyle canınızın istediği gibi seçim olamazdı. Öncelikle “program”a bağlı kalınacaktı. Sonra “seçim kampanyalarına ağırlık verilmeyecek,” yani “siyasetsiz” bir seçim yapılacaktı. Adamlar seçime siyaset karışmasını istemiyorlardı! Hikâyenin gerisini herkes biliyor; “yapısal uyum” taahhüt mektubu imzalamaya falan gerek kalmadan ittifakla sağlanmıştı, hem de programı parlamentodan geçiren, dönemin bütün siyasi yapılarını da silip süpürerek! Demek ki, “Derviş Modeli” bir “marka değeri” kazanmış, yani milli sınırlarımızın ötesinde evrensel bir model haline gelmiş! Bugün yine gündemde. Bu defa sırada Yunanistan ve diğerleri var. AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, Yunanlı liderlerden “Daha az siyaset, daha fazla taahhüt” talep ediyor. Gerekçesi muhteşem: “Bu çabanın sürdürülebilir olduğunu, sadece

bugün ve yarın için olmadığını görmeye ihtiyacımız var.” Yani üstat neredeyse “ebedi” bir programdan söz ediyor! “Siyasetin sonu” veya toplumu “demokrasi” yoluyla “atomize” etmek! Siyaset sorununda (neo)liberalizmin tutumu elbette ne Türkiye ile, ne de Yunanistan, İtalya ve sıradakilerle sınırlı. Bu aslında evrensel bir tutum. 1929 krizindeki açık iflasını takip eden uzun “yeraltı” döneminin ardından 1974 kriziyle birlikte yeniden zuhur eden “saf ve militan” liberalizm, 80’li yıllardan itibaren “siyaset” karşıtı tutumunu açıkça ortaya koymaya başladı. Ekonominin “her şey” olduğu ilkesi, kimilerinin zannettiği gibi Marksizm’e değil, liberalizme aittir. Yıllar boyu birçoklarının inandığı “tarihin sonu” tezi, esas olarak “siyasetin sonu” iddiasının ideolojik temelini oluşturuyordu. Tarih ve siyaset, ancak sınıfların ve sınıflar mücadelesinin var olduğu bir dönemin


eserleri olabilirdi. Ancak, sınıflar olmasa bile sınıflar mücadelesi komünizmin bir icadıydı ve “komünizmin çöküşüyle” birlikte sona ermişti. Toplumsal sınıflara gelince, “değişen dünyada” artık onlara yer yoktu. Sınıf mücadelesinin, hatta sınıfların sonu iddiasının doğal sonucu, bireyin ve bireyciliğin mutlaklaştırılması ve toplumsal olanın reddi oldu. Bu aynı zamanda özellikle emeğin örgütlü güçlerine yönelik bir “atomizasyon” hedefine de işaret ediyordu; yani tarihte faşizmin yapmaya çalıştığı şeyi bu defa burjuva demokrasisi yoluyla başarmak!

va demokrasisinin, çoğu zaman “yürütmenin güçlendirilmesi” biçiminde zuhur eden kadim otoriterleşme eğilimi büyük bir dünya ekonomik kriziyle birlikte açık ve yaygın bir siyasi gerçekliğe dönüşmektedir.

Neoliberal dönemde İngiltere’de Madenciler Grevi’ni polis zoruyla ezen “Demir Leydi” Thatcher’la ilk uygulamalarını gördüğümüz, sonraki dönemlerde Türkiye de dahil bir dizi ülkede daha da güçlenen bu “reel” ve otoriter demokrasi, muhtemelen önümüzdeki dönemde krizdeki bir dizi Avrupa ülkesinde de yürürlüğe girecektir. Ancak iş (Neo) liberalizm, sadece kamu bununla sınırlı kalmayabilir. Krihizmetlerinin değil, siyasetin de zin şiddetini artırması, toplumsal özelleşmesini istiyor. Hani serbest muhalefetin gücünü büyütmesi piyasayla serbest siyaset ve deve burjuva toplumunun, çelişmokrasi arasındaki doğal ve zokilerini asker, polis ve bürokrasi runlu bağ? Aslında öyle doğal ve desteğindeki “sivil” otoriteler zorunlu bir bağ falan yok. Serbest eliyle aşma becerisini gösteremepiyasa demokrasiyle de “birlikte mesi ölçüsünde, bu otoriterliğin olur”, ama bu her zaman zorunlu yerini giderek totaliterliğe terk bir şart değildir. Serbest piyasa etme ihtimali asla küçümsenmekimi zaman sopayı eline alır. Demokrasinin çeşitli halleri vardır, ama öyle doBurjuva demokrasiğal hali yoktur. Haklar müsinin, çoğu zaman cadeleyle kazanılır. Batı’nın “yürütmenin güçlensiyasi demokrasisi işçi sınıfı ve yoksullar açısından çoğu dirilmesi” biçiminde zaman barikatlarda kazazuhur eden kadim nıldı, kimi zaman binlerce otoriterleşme eğiliölü pahasına… Sadece “bizde” mi?

mi büyük bir dünya ekonomik kriziyle birlikte açık ve yaygın bir siyasi gerçekliğe dönüşmektedir

Otoriterleşmenin, otoriter rejimlerin, ilk anda sadece azgelişmişlere, üçüncü dünyaya, “çevre” ülkelere has bir durum olduğu inancı yerleşmiştir. Oysa kapitalizme, yani burjuvazinin egemenliğine içkin bu eğilimin, artık kapitalizmin “merkezçekirdek” ülkelerine doğru hızla yayıldığını görmekteyiz. Otoriterleşmenin, ülkelerin ekonomik krizden “kurtarılmalarını” müteakiben veya ona paralel güçlenen bir eğilim olduğu açıkça ortadadır. Ekonomiyi “batıran” eski siyasi kadroların “istikrar programlarını” imzalayıp çökmesinin veya teknokratlar denetimindeki kısa bir “ara rejimin” ardından genellikle büyük seçim zaferleri kazanarak gelen “yeniler” bu “istikrarın” rantını, krizlerden yılmış kitlelerin “istikrar” arzusunu da arkalarına alarak, bir “otoriter demokrasi” biçiminde yemektedirler. Burju-

melidir. Sürecin sonunu tayin edecek olan hem ulusal, hem de uluslararası ölçekte sınıflar mücadelesi ve toplumsal güç dengelerinden başka bir şey değildir. Aynı bizimkiler! Daha önceki örneklerin (Türkiye dahil) yanı sıra yeniden Yunanistan, İtalya ve zincirin muhtemel diğer halkaları konusuna dönecek olursak, AB ve IMF’nin, yani emperyalizmin dayatmalarının, “ulusalcı-yurtsever” bir bakış açısıyla kavranamayacağı açıktır. Bu bakış açısıyla Yunanistan’ın yanı sıra İtalya ve onları izleme ihtimali olan bazı “merkez” ülkelerin” bile birer “sömürge” veya “yarı

sömürge”ye dönüşeceklerini öne sürmek mümkündür! Ancak, son gelişmeler ve ortaya çıkan olgular, meselenin sistemin bütününe ilişkin olduğunu ve temelinde kapitalist üretim ilişkilerinin yattığını bir kez daha kanıtlıyor. Yunanistan’da, İtalya’da, Mısır’da, İsrail’de, “hatta” ABD’de emekçiler, ezilenler, isyancılar, bilinçleri ölçüsünde dışsal, şeytani, gayri milli ve soyut bir güce (çünkü böyle bir emperyalizm türü vardır!) karşı değil, emperyalist sistemin somutlaşmış ve evrensel bir ifadesi olarak mali sermayeye, (yerli-yabancı; tabii sadece bize yabancı!) kapitalist sömürüye ve egemen sınıflara karşı mücadele etmektedirler. Üstelik eylemlerde öne çıkan sloganlar, çoğunlukla toplumsal adalet ve eşitlik taleplerini temel almaktadır. Unutulmaması gereken husus, uluslararası mali sermaye tarafından krizdeki ülkelere dayatılan “istikrar programları”, onun bir parçası olan yerli burjuvaziler tarafından hararetle desteklenmektedir; yani “ulusun egemenliğini” elinde tutan asıl toplumsal güçler tarafından! Siyasetin ve devrimin güncelliği Neoliberalizmin iflas sürecine paralel olarak önce Latin Amerika’da başlayan toplumsal mücadeleler, büyük bir dünya krizinin etkisiyle kısa süre öncesine kadar hayal edilemeyecek bir hızla Kuzey Afrika, Ortadoğu, Avrupa ve ABD’ye yayılmaya başladı. Hem de giderek kitleselleşen, devrimcileşen biçimlerde ve yaklaşık otuz yıldır süren “kovalama” ve “inkâr” çabalarına rağmen. Elbette her şey düz bir çizgiyi takip etmeyecektir, ancak devrimci sosyalistler “devrimin güncelliği” bilincini, “bir gün mutlaka” beklentisinin de ötesinde yeniden yaratmak zorundalar. Bu aynı zamanda geçmiş bütün devrimlerin başarı ve yenilgilerinin bilgisini de bilince çıkarmayı zorunlu kılmaktadır. Unutulmaması gereken, kapitalizmin dünya çapındaki krizinin tarihsel olarak umulmadık bir hızla “işçi sınıfının önderlik krizine” dönüşebileceğidir; çünkü, dün olduğu gibi bugün de tarih sahnesine girip çıkan çok çeşit ve renkteki güçlere rağmen kapitalizmi yıkabilecek gerçek öznenin, işçi sınıfı olduğu gerçeği hâlâ geçerlidir.

POLİTİKA

Adalet? Paran varsa!

5

Tekin Güven, 12 Ocak Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK), geçtiğimiz 1 Ekim’de Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Bu kanunla birlikte Hukuk, Aile, Ticaret, Kadastro, Tüketici, Fikri ve Sınaî Haklar mahkemelerinde açılacak ve görülecek davalarla ilgili giderler de “Gider Avansı” başlığı altında düzenlendi. Bu kanunun 120. maddesine dayanılarak alınmaya başlanan gider avansı tarifesine göre, daha önce 30-40 TL’ye açılan davalar bundan sonra dosyanın içeriğine göre onlarca kat arttırıldı. Bu yüzden, başta sosyal güvenceden yoksun bir biçimde çalışan işçi ve emekçiler olmak üzere, asgari koşullarda yaşamaya çalışan toplumun geneli için adalet ihtiyaçtan çok bir lükse dönüşmüş durumda. Yeni HMK’nın yol açacağı ekonomik zorluklara bir örnekte geçenlerde yaşandı. Havva Kaya “sözde” bir gün mazeretsiz bir biçimde işe gelmediği için işten çıkartıldı ve işini geri almak için dava açmak istedi, fakat dava için hesaplanan “gider avansı” 617 TL olduğu için dava açmaktan vazgeçerek evraklarını geri çekti. Bu kanun yüzünden artık aile mahkemelerinde boşanmak isteyen veya korunma talep eden kadınlar da “gider avansını” ödemek zorunda. Şiddetten korunmak için dava açan kadınların önüne toplumsal ve hukuki baskılar çıkması yetmezmiş gibi artık yeni HMK’dan kaynaklanan ekonomik engellerde başvurmayı engelleyici nitelikte. Masrafların arttırılarak yargının işleyişini kolaylaştıracağını sanan bir adalet mekanizması ise aslında “adalet’in mülkün temeli” olduğunu hatırlatıyor! Halkın hak arayışının önüne geçilmek isteniyor ve bu her anlamda bizleri etkiliyor. Tabloya bakacak olursak, adliyeler alışveriş merkezine dönüştürülüyor ve bağımsız çalışan avukatların önü tıkanıyor, ayrıca hak arama hakkı artık mağdurun cüzdanının kalınlığına bakıyor. Torba yasa, kıdem tazminatı, güvencesiz çalışma derken bu yeni HMK ile saldırılara bir yenisi eklendi, artık hak aramamız da ticarileştirilmiş bir durumda. Bunu engellemek için adaletin ücretsiz olmasını ve eşit bir biçimde herkes tarafından ulaşılabilmesini savunmalıyız.


6

POLİTİKA

Türkiye iyiye mi, kötüye mi gidiyor? İçinde bulunduğumuz süreci nasıl değerlendirmeliyiz? Türkiye iyiye mi, yoksa kötüye mi gitmekte? Karar neye ve kime göre verilecek? Ölçüt ne olacak? Oktay Benol, 14 Ocak Mucize mi, aç tavuk rüyası mı? AKP ve onu destekleyen çevrelere göre Türkiye, cumhuriyet tarihinin gördüğü en demokratik dönemde. Askerin; yasama, yürütme, yargı üzerindeki yetkilerinin kısıtlanması en önemli kanıt olarak gösterilmekte. Hükümetin AB perspektifi ve Ergenekon, Balyoz, 12 Eylül gibi yargılamalar demokratikleşme ve sivilleşme sürecinin devam edeceğinin göstergesi sayılmakta. Yine bu kesimlere göre Kürt sorunundaki inişli-çıkışlı seyir hükümetten çok karşıtlarının tutumlarından kaynaklanmakta. Bir anlamda çözüm talep edenler çözecek iradenin (AKP) bileğini tutarak iş yapmasını engelliyor denmekte. Başbakanın Dersim katliamı “özrü”, hükümetin çözme irade ve samimiyetinin bir göstergesi olarak sunulmakta. Kısacası bu kesimlere göre AKP, cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye toplumunun başına gelmiş en demokratik, en icraatçı siyasal akım ve Türkiye çok iyiye gitmekte... Kâbus mu, meyve veren ağacı taşlama mı? Karşıtlarına göre ise AKP ile Türkiye en karanlık dönemini yaşamakta. Bu görüş sahiplerine göre: AKP eliyle sivil bir diktatörlük kurulmakta. Başta Fethullah Gülen cemaati olmak üzere Türkiye, AKP tarafından cemaatlerin egemenliği altına sokulmakta. Dini muhafazakâr/otoriter bir rejim inşa edilmekte. Polis ve MİT ile başlayan, TSK ile devam eden ve son olarak yargıya ulaşan bu ele geçirme süreci artık son aşamasında. Son darbe yeni anayasa ve başkanlık sistemi olacak denmekte. AKP karşıtlarının bu görüşleri kuşkusuz daha da ayrıntılandırabilir. Lakin daha fazla ayrıntı işin özünü değiştirmeyecek. Bu görüşe göre Türkiye çok kötüye gitmekte... Bu noktada şu sorunun cevabına ihtiyaç var: AKP özel ve sinsi bir projenin ürünü müdür? Bu soruyu cevaplamak için bir burjuva siyasal akım olarak AKP ve hükümetleri-

nin hangi politik-programatik hatta oturduğu açıklığa kavuşturulmalı. Karmaşa! AKP’nin ilk döneminde temel karşı söylem onun şeriat kurma gizli ajandası olan bir parti olduğu idi. Bir askeri darbe ile AKP’nin durdurulması gerektiğini açıkça yazan-çizenler dahi oldu. Sonradan ifşa olan belge-bilgilerden bu konuda hayli hazırlık yapıldığı da ortaya çıktı (Ergenekon ve Balyoz davaları)... Toplum şeriat ve askeri darbe tehditlerine nasıl tepki verdi? Hangisini daha fazla ciddiye aldı ya da sorun etti? Yüzde 50’lilere varan AKP seçim zaferleri ve yüzde 58’lik 12 Eylül referandumu eldeki somut veriler. O dönemlerde ortada bir şeriat tehlikesi olmadığını (ki bugün

mını başarıyla uyguladı. Dolayısıyla hükümeti olsa olsa güçlendirecek, ayakları havada bir karşı söylemin (şeriat tehlikesi) anlamı neydi? Aslında bu sorular bugün de güncelliğini ve önemini korumakta. Netlik! AKP, neoliberal ekonomik-politik karşı devrim saldırısını burjuvazinin genel çıkarları adına uygulayan bir hükümet. Bu neoliberal program dünyada olduğu gibi Türkiye’de de burjuvazinin düşen kâr oranlarını yükseltme amacını taşımakta. İşçi sınıfının ve emekçi yoksulların büyük oranda 2. Dünya Savaşı sonrasına dayanan kazanımlarının gasp edilmesi bu neoliberal saldırı programının özünü oluşturmakta. Politik düzlemde bunun anlamı

AKP, neoliberal ekonomik-politik karşı devrim saldırısını burjuvazinin genel çıkarları adına uygulayan bir hükümet. Bu neoliberal program dünyada olduğu gibi Türkiye’de de burjuvazinin düşen kâr oranlarını yükseltme amacını taşımakta

de yok) ve olası girişimler bir yana uygulanabilir bir askeri darbe için iç-dış koşulların bulunmadığını belirtmek gerekir. Öyleyse bu şeriat-darbe ikilemi nereden çıktı? Patronlar, ABD/ AB emperyalizmleri, NATO, IMF, Dünya Bankası gibi emperyalistkapitalist örgütler Türkiye için neoliberalizm eksenli bir başka rota (demokratik-gericilik) çizdi. Sağ-sol liberaller bu rotayı destekledi. AKP (bir nevi Özal-ANAP’ın devamı ve yarım kalan işi tamamlamak üzere) bu neoliberal karşı devrim progra-

geri kalan alanda hükümeti (yürütmeyi) çok daha etkin hale getirme anlayışı hatırlanmalı. Bu çerçevede AKP hükümetine karşı “dinci” diyerek mücadele etmek, meseleyi yerel/ulusal düzeyde Doğucu-İslamcılar (“dinciler” – AKP, MÜSİAD, Cemaatler...) ile Batıcı-Laikler (“statükocular” – CHP, TÜSİAD, TSK...) arasında 100 yıllık “ölümcül” bir hesaplaşma olarak görmek son derece yüzeysel bir yaklaşım. Bütün bu sosyo ekonomik/politik yapı ve güçlerin –güç ve iktidar temelinde- sürekli bir değişim ve dönüşüm içinde olduğu, karşıtlıkların ve ittifakların sürekli güncellendiği gerçeği de bunu göstermekte. Neoliberal AKP hükümetini şeriatçı, Bonapartist rejimi faşist olarak “abartılı” şekilde tanımlamak bu anlamda sistemin ekmeğine yağ sürmektir. Mevcut haliyle (neoliberal ve Bonapartist) işçi sınıfı ve emekçi yoksul halklara yönelik; hak ve özgürlük gaspları ve baskı ve şiddet saldırıları yeterince köklü ve sarsıcı sonuçlar yaratmakta. “Abartı” bunları görünmez ve/ veya anlaşılmaz kılabilmekte. Görünen köy!

yasama ve yargı karşısında yürütmenin güçlendirilmesi. Yürütme (hükümet) lehine bu güçlenme devlet aygıtının yüksek maliyetli kabul edilen tüm “yüklerinden” kurtarılması ve bürokratik yapının esnekleştirilmesi anlamına gelmekte. Rejimin “Kemalist” niteliğinin yeniden tanımlanması da bu sürecin bir ürünü. Yeni anayasa, başkanlık/ yarı başkanlık sistemi, Kürt sorunun burjuva çözümü vb. birçok konusorun bu ana başlık altında yer almakta. Kemal Derviş’in, politika ile ekonomiyi birbirinden ayırma, tüm ekonomik unsurları özelleştirme,

AKP hükümeti sosyo-kültürel muhafazakârlığı her alanda, sonuna kadar kullanmakta. Başka ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de din ve gelenek kaynaklı muhafazakârlığı AKP hükümeti –aynı kendisinden önceki hükümetler gibi- sonuna kadar istismar etmekte. Lakin bundan muradı dini bir yönetim kurmak değil, neoliberal saldırı politikalarını uygulanabilir kılmak. Diğer bir ifadeyle neoliberal politikalar için dini motifler kullanılmakta, tersi değil... Baştaki soruya dönersek; Türkiye iyiye değil, kötüye gitmekte ama bunun nedeni/anlamı “dincileşmek” değil. Kötüye gitmekte çünkü neoliberal karşı devrim sınıf hareketini parçalayıp geriletmeyi becerdi. AKP hükümeti demokratik-gericilik politikalarıyla bunu demokrasi, özgürlük, adalet ve kalkınma adına yaptığı yanılsamasını yaratabildi... Henüz bu aşamadayız...


KADIN

Erkek şiddeti = Devlet şiddeti

7

Hayatımızın her karesine işlemiş, her gün farklı farklı türlerine maruz kaldığımız ‘şiddet’ kavramı, son zamanlarda karşımıza en çok ‘kadına karşı uygulanan erkek şiddeti’ şeklinde çıkmaya başladı Çiçek N., 7 Ocak Türkiye bu şiddet türünü artık tanıyor ve sorguluyor. Erkek kadına karşı her zaman şiddet uyguluyordu fakat bu şiddetin görünür kılınması, son dönemlerde niceliksel olarak artış gösteren kadına karşı şiddet olayları yüzünden ve bu alanda artan kadın mücadelesi sebebiyle gerçekleşti. Tacize, tecavüze ve her çeşit erkek şiddetine maruz kalan güçlü kadınların mücadelesi ve ortak noktalar belirleyip buralardan hareket etmeyi gerçekleştirebilen örgütlü kadın hareketi bu ‘şiddet’ sorununa karşı çözüm önerileri üretmeye başladı. TBMM’ye sunulan yasa taslağı önerileri, devletten istenen ve sürekli denetlenmesi gereken korunma ve şiddete karşı mücadele talepleri biz kadınlar için büyük kazanımların temellerini atmaya yönelik girişimler. Ataerkil toplum içinde yetişen ağabeylerimiz, babalarımız, kocalarımız ya da sevgililerimiz tarafından şiddet görüyoruz, öldürülüyoruz. Fakat biz bu olayları (çoğu medya kuruluşunun haber olarak bize aktarmaya çalıştığı şekliyle) psikolojik bozuklukları olan erkekler tarafından gerçekleştirilmiş suçlar olarak görmüyoruz ve kadın cinayetleri politiktir diyoruz. Çünkü

ataerkiyi tekrar tekrar kendi içinde üreten kurumlarıyla (aile, askeriye gibi), işlenen suçları kendi eril zihniyeti içinde değerlendirip çoğu zaman örtbas etmeye veya failleri korumaya çalışan yargı sistemiyle devlet yapılanması var karşımızda. Polislere kimliğini göstermediği için Fevziye Cengiz’in başına gelenler bu gerçekliği yeniden bize hatırlattı.

Asker-polis rejiminde kadın ve erkeklerin nedensiz yere şiddet görmesi hep karşılaştığımız bir durum. Bu sebepten İzmir’de Fevziye Cengiz’in iki polis tarafından karakolda şiddet gördüğünün görüntüleri medyaya yansıdığında -her ne kadar içimiz ürpererek izlesek de- çok şaşırmadık.

Diğer polisler odaya girip çıkıyor ve olaya hiçbir şekilde müdahale etmiyorlar çünkü bu polisin normal bir ‘olayı halletme’ yöntemi. Cengiz gördüğü şiddetten şikâyetçi oluyor ve video görüntülerinin medyaya yansımasından ancak iki gün sonra (olayın yaşanmasından beş ay sonra) polisler görevlerinden uzaklaştırılıyorlar. Videolardaki şiddet görüntülerinin hiçbir şekilde açıklaması olamayacağından emniyet müdürlüğü ve valilik özür dilemek zorunda kalıyor. Bunlardan sonra yaşananlar ise organize bir şekilde işleyen şiddeti meşrulaştırma çabaları. Ne kadar muhteşem bir yargı sistemimiz var ki şiddeti uygulayan polislere “basit yaralama”dan dava açılırken şiddet gören kadına “görev başındaki memura küfür ve darp”tan 6,5 yıla kadar hapis istemiyle dava açılması söz konusu olabiliyor. Ve ne kadar ‘ahlaklı’ sosyal medyamız var ki emniyetin Cengiz’in kavga çıkan eğlence mekânında konsomatris olarak çalıştığını iddia edişini bize bu şiddetin meşru temelleri olabileceğini göstermek için kullanabiliyor. Çünkü eğer bir kadın konsomatris ise tabii ki her tür şiddeti de hak ediyordur! Eh, bu ülke değil mi ki daha 21 yıl öncesine kadar ceza kanununun 438. maddesinde ‘eğer tecavüze uğrayan

bir kadın vesikalı ise failin suçunun 2/3 oranında azaltılması’ hükmünü barındıran. Şu anda Cengiz ve eşi aldıkları tehditler ve komşularının baskısı yüzünden evlerinden çıkmak zorunda bırakıldılar ve İçişleri Bakanı hala bu olayı münferit görüp yapılan haberlerin abartıldığını iddia edebiliyor. Bizim gözümüzde şiddet uygulayan erkek kadar onu koruyan devlet de aynı derecede şiddetin ve suçun failidir. 438. madde nasıl kadınların mücadelesi ile değiştirildiyse şiddeti meşrulaştırmaya çalışan her kurum, kuruluş, zihniyet ortak mücadele ile dönüştürülecektir!

Ne kadar muhteşem bir yargı sistemimiz var ki şiddeti uygulayan polislere “basit yaralama”dan dava açılırken şiddet gören kadına “görev başındaki memura küfür ve darp”tan 6,5 yıla kadar hapis istemiyle dava açılması söz konusu olabiliyor

Üç çocuk ısrarı açılıyor, bu eğriyi hane başına kaç çocukla düzeltebiliriz, 65 yaş üstü Kutsal analık halesi başımızda bir kişiler yüzde 7 artıyor” demesini taç misali. Yaşamanın her geçen gün nasıl izah edebiliriz? Bunca telaşıgüçleştiği bu ülkede, ‘kendin doğur, nı, son yirmi yılda genç nüfusun azalması, milletinin yaşlanmasıyla kendin bak’ türünden bir üç çocuk açıklayan; bunun, “muhafazakâr bir söylemi basit bir nüfus politikaerkek anlayışı değil, bilimsel bir posı olmanın da ötesinde bir anlam litikayı” yansıttığını bizleri ikna etifade ediyor. Başbakan katıldığı meye çabalayan bir kadın bakan. Bu düğünlerde yeni çiftlere bilhassa kez de vatan için kuluçkaya yatmada ‘dişi kuş’lara ‘üç çocuk diyorum’ mız, bedenlerimizi bir makine gibi talimatını verirken, bir yandan da Aile Bakanı Fatma Şahin bu talimatı üç çocuğa programlayarak seferber olmamız bekleniyor: Doğurmak, bilimsel verilerle meşrulaştırma çadoğurmak ve doğurmak için. basında. Bir kadın bakan düşünün ki, meclisteki bütçe görüşmelerinde Öncelikle çocuk yapmayı teşvik elindeki tabloyla bizlere mühendis ederek ekonomiyi canlandırma siyaolduğunu da hatırlatarak -bilimseti özel olarak kadın bedeni üzerinselliğinin göstergesi (!)- “Bu eğri deki otoriter-denetimci siyasal bir Canan Y., 7 Ocak

anlayışın tezahürü. Evinde oturup çocuk doğurması beklenen kadın yoksullaşmaya karşı Erdoğan’ın sadakalarına razı olacak; eve kapandıkça daha çok kocasına, ailesine bağlı kalacak. Ayrıca, beş kişilik bir aile için yoksulluk sınırının 3 bin 750 lira olduğu bu ülkede, 701 lira asgari ücret alan bir kişinin üç çocuğuna nasıl bakacağını umursamadan. Bütçe görüşmelerinde “üç çocuk çok bilimsel” diye bağırırken insanın biraz olsun yüzünün kızarması gerekmez mi? Bakan Şahin o çocuklara kendi bakacakmış gibi “bakanlık bütçemi açacağım, gelin bu eğriyi düzeltelim” diye atlıyor. Daha önce de şiddet gören kadınlara ilk maddi yardımı kendi bakan-

lığının bütçesinden vereceğini de söylemişti. Ayrıca nüfusun yaşlanmasını önlemek adına meşrulaştırılan üç çocuk siyaseti aslında ucuz emeğe dayalı sömürü düzenini garanti altına almaktan başka bir anlama gelmiyor. AKP hükümetinin üç çocuk gibi bir nüfus politikasına ihtiyacı var. Çünkü ancak bu sayede yedek işsizlerle bugünkü ağırlığını koruyabilir. Kadınların düşük ücretle, hem de ailelerini ihmal etmeden çalışmalarını bu şekilde sağlayabilir. Ücretlerin yükselmemesi için işi daha düşük bir ücretle yapacak başka kişilere ihtiyaç var. İşte üç çocuk bunu sağlayacak.


8

ARKA PLAN

Çalışmak bir haktır!

2012’de birleşik mücade

Ekonomik kriz ve İşçi Cephesi gazetesi ile birlikte dördüncü Ocak ayına girmiş bulunuyoruz. 2 üç yıl önceki ilk sayısının gündemini bizim önümüze, hem de çok daha yakıcı olak, yenide Sedat Durel, 6 Ocak Her yılın ilk ayı, sınıf mücadelesini değerlendirmek için oldukça manidar bir aydır. Ocak ayı içerisinde geçmiş dönemin bir bilançosunu çıkarmak kolaydır. Çünkü patronların yeni yıl için sundukları plana bir programla karşı koymayı kolaylaştıracak verilerin arttığı, hafızamızın da tazelendiği bir dönemdir. Ancak Ocak ayının bizler için kimi başka önemleri de var. İşçi Cephesi gazetesinin, ilk çıktığı tarih Şubat 1980’dir. Ayrıca ilk kez 1980’de çıkmış olan gazetemizin geleneğinin devamcısı olan bir grup işçi ve sınıf devrimcisi için, 2009 yılının Ocak ayı ikinci kez bir anlam ifade etmiştir. 2008 krizinin hemen ardından Birleşik Metal-İş’e bağlı kimi sendikaların greve geçişi ile hazırlıklarımızı hızlandırmıştık. Krizin derinleşecek olan etkilerine karşı daha fazla işçiye ulaşmak ve kriz karşısında mevzilerimizi kaybetmemek adına “Mücadeleleri Birleştirmek” amacıyla, İşçi Cephesi’nin elinizde tuttuğunuz formatı ile çıkması için bu kez 2009 yılının Ocak ayında, “Yeniden Merhaba” demiştik. İşçi Cephesi’nin çıkışı oldukça anlamlı bir döneme denk gelmişti. Geçen üç yıl içerisinde gündemler birbirini hızlı şekilde kovaladı. Hükümet gücünü arttırıp, rejim çatışmasında inisiyatifi ele geçirdi. Kürt sorunu ve demokratikleşme konularında ise, koca bir makyaj malzemesi harcandı ancak bir arpa boyu yol kat edilmedi. Süreç hep hükümetin tekelinde ve muhatap kabul etmeksizin gelişti, ya da gelişiyor gösterildi. Ancak politik arenadaki saymakla bitmez gelişimlerin dışında (bu gelişmeleri takip etmek isteyenler Mesafe’nin 7., Rejim dosyalı sayısını inceleyebilirler), krizin keskin izleri üç yıl boyunca kesintisizce sürdü. Kriz ilk etapta, yoğun bir işten çıkarma ve ücretsiz izinler dalgası başlattı.

Sonrasında bu dalgayı, işsizlik fonunun patronlara açılması, kısa çalışma ödeneği, dahası esnek çalışma gibi ayrı saldırı dalgaları takip etti. Derken her nasılsa hükümet krizin geçtiğini ilan etti. Ancak kriz koşullarında yaşam, kalıcı hale getirilmişti. Ücretlere yapılmayan zamlar, ücret kesintileri ve yitirilen iş ve haklar karşısında daha düşük ücretlere razı olmak bizim bilançomuz olmuş, sağlık ve eğitimin ücretli hale gelişi ise patronlara yeni kâr alanı açmıştı. Bunun karşısında; Birleşik Metal, İtfaiye, Marmaray, Tekel, PTT, UPS, Sağlık Emekçileri, Mersin Limanı, Ontex,... gibi işçi sektörleri ise saldırılara karşı savunma mevzilerindeki yerlerini almış ve kimileri kazanmışken kimileri ise yenilmişti. Sınıf mücadelesi açısından kısaca bu şekilde özetleyebileceğimiz bir üç yılı geride bıraktık. Bu süreç içerisinde de gazetemizin üç temel gündeminden biri ve en ağırlıklısı da hep sınıf mücadelesi oldu. Bizler işçi sınıfı bir yerde mevzi kazandıkça geleceğe dair umutlandık ve işçi dostlarımızın bu kazanımda mevzilenip diğer direnişler ile birleşmesi için elimizden geleni yaptık. Yitirdiğimiz her direnişte ve kaybettiğimiz her hakta ise yeni görevlerimizi kestirmeye çalıştık. 2009, 2010 ve 2011 yıllarının Ocak ayları bu ruh halleri ile geçmişti. Ekonomik kriz ve İşçi Cephesi gazetesi ile birlikte dördüncü Ocak ayına girmiş bulunuyoruz. 2012 yılı İşçi Cephesi’nin üç yıl önceki ilk sayısının gündemini bizim önümüze, hem de çok daha yakıcı olak, yeniden koymakta. Bizden daha iyi bir yaşam hakkımızı halihazırda almış olan kriz, şimdi hiç de tamamlanmadığını ve kolayca da tamamlanmayacağını gösteriyor. Bu kez de bizi, çalışma koşullarımız ve çalışma hakkımız ile tehdit ediyor. Tehlikeli bir ağız birliği Başbakan Erdoğan, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, patron sendikaları,

bankalar ve hatta emperyalist burjuva basın bir konuda tam bir ağız birliği halindeler: 2012 zor geçecek! Biz işçiler için, zor geçen bir mesai; ya ağır iş temposu, ya da iş yerindeki anlaşmazlıklar-organizasyonsuzluklar anlamına gelmektedir. Ancak patronlar için durum hiç de öyle değil. Patronlar için işler kötüye gidiyor demek, kendi saçma düzenleri içerisinde batağa saplandıkları ve de buradan çıkarmak için de daha çok işsizlik daha büyük sefalet yaratacakları anlamına gelir. Bir anımsatma: 2011’deki hak gaspları 2012 zor geçecek derken ne demek istediklerini daha iyi anlamak için, kendilerinin zor zamanlarında neler yaptıklarını anımsamakta fayda var. AKP hükümeti 12 Eylül Referandumu ile rüzgârı sırtına almıştı. Referandum’un demokrasi yanılsaması ve işçi düşmanı içerikleri, maalesef ki onun tek zararı olarak kalmadı. Referandum’un gücü ile AKP 2011’in hemen başında Torba Yasa ile emeğin elinde kalan son birkaç hakkı da gasp etme girişiminde bulundu. Şu anda da sıra kıdem tazminatına geldi. Eğer sadece sendikaların göstermelik “genel eylemleri” ve yitirmekte olduğumuz kitlesel eylem ve grev bilincine bakacak olursak, hükümetin bu hakkı gasp etme ihtimali oldukça yüksek görünmektedir. Ancak bu tablodan umutsuzluk fikrinin çıkması gerektiğini düşünmüyoruz. Yapabilecek çok şey var! Sınıflar mücadelesinde yeni perde: 2012 Öncelikle şunu aklımızdan çıkarmamamız gerekmektedir ki, sınıf mücadelesi bütünleşik bir seyir izler. Arap devrimlerinin hemen ardından, başta Yunanistan, İspanya, İtalya ve Fransa’da seferberliklere girişen Avrupa işçi sınıfının içerisinden geçtiği süreç bizlere de

çok şey anlatmaktadır. Öncelikle Avrupa’daki hükümet değişikliklerini ele alacak olursak, Avrupa burjuvazisinin, yıpranmış burjuva politikacılarının yerine, teknokratlar (Kemal Derviş’ler) aracılığı ile,- Avrupa’daki kesintileri tam gaz sürdürme planı içerisinde olduğu açık. Ancak Avrupa işçi sınıfı bu kesintileri hiç de sessizce karşılayacağa benzemiyor. Seferberliğin Türkiye işçi sınıfına yansıması ihtimalinin yanı sıra, olumlu bir gerçeklik daha var. Türkiye burjuvazisinin AB’den, onun derinleşen krizinden ötürü yeterince destek alamayacağı bir döneme doğru ilerliyoruz. Türkiye’nin yaşayacağı herhangi bir mali krizde Avrupa bankaları hiç de yardıma koşabilecek halde görünmüyorlar. Türkiye’deki büyük döviz çıktısı (cari açık) ve Avrupa’ya yapılan ihracatın sürece etkisini de hesaba katarsak, Avrupa’daki seferberliklerin Türk burjuvazisi ile de mücadele ettiğini ve bizim için de vurduğunu görmüş oluruz. İşçi sınıfının mücadelesinin enternasyonal bir nitelik taşımasının bir sebebi de budur. Dahası açığa çıkıp politik bir muhteva da kazanması olası olan bu krizde; doğru çözüm önerilerini sunan işçi sınıfının Türkiye’de büyük değişimleri başlatması, yakın olmasa da orta vadede, ihtimal dahilindedir. Hazırlık için Öncelikle bulunduğumuz sektör üzerinde mümkün olan en geniş işçi birliğini sağlayacak çalışmaya şimdiden girişmeliyiz. Çünkü 2012 krizi bizi hazırlıksız yakalayabilir. Hükümet, tüm iş güvencemizi elimizden almaya çalışıyor. Ancak bizim için çalışmak bir haktır. Onlarca şeye ihtiyacımız varken, işsiz kalmamız kadar saçma bir durum söz konusu olamaz. Öncelikle işsizliğin yok edilmesi ve krize karşı ilk önlem olarak, İşten Çıkartılmaların Yasaklanmasını istiyoruz. Krizin ilk perde-


ARKA PLAN

9

Türk-İş Genel Kurulu üzerine Sedat Durel, 5 Ocak

eleye!

2012 yılı İşçi Cephesi’nin en koymakta sinde tüm önlemler patronlar içindi. Onlar sıralarını savdılar ve krizi bitiremediler. Şimdi önlem sırası bizde. İşsizliğin azaltılabilmesi için, 6 saat, 4 vardiya! Burjuvalar her daim zarar ettikleri, ya da krizden etkilendikleri gerekçesi ile hareket ediyorlar. Hükümet de onları doğrudan doğruya destekliyor. Madem ki o kadar beceriksizler, onların hatalarının sonucunu biz yaşamamalıyız. Krizde zarar eden işletmeler derhal kamulaştırılmalıdır. Yaşadığımız krizin kökenlerinden biri de bankalardır. Avrupa’daki kriz kapımızda ve bu ülkelerde krizler hep soyguncu bankların çöküşü ile başladı. Bankaların nasıl da soyguncu merkezleri olduğunu, “hortumlama” hikayelerinden ve bu soyguncular için yıllarca ödediğimiz vergilerden ötürü biz de iyi biliyoruz. Bu yüzden hem bankaların bizim üzerimizdeki soygunculuğuna son vermek, hem de kaçınılmaz mali çöküşü engellemek için, bankaların birleştirilip kamulaştırılmasından yanayız! İşçi sınıfının devrimci partisini kurmak amacı ile yayın hayatına başlayan gazetemizin 3. yılını geride bırakırken, hala korkmuyoruz ve daha umutluyuz. 2012’nin başlangıcında işçi arkadaşlarımız bizi yeterince dinlemeyebilir. Sonrasında kimi yerlerde hazırlıksız direnişler başlayabilir. Ancak bunlar sadece bizim daha sıkı çalışmamız için bir sebep olacaktır. Görünen o ki, hükümet eli ile patronların sürdürdüğü saldırı durmayacak. Fakat zaman geçip yeni Ocak aylarına girerken; sabırla ve insanlık dışı kapitalizme duyduğumuz öfke ile çalışılıp önerilerimizi geliştirip yaydıkça, işçilerin bizi anladığını ve bir araya gelebildiğimizi göreceğiz. 2012 zor geçecek diyenler düşünsünler: Biz kapitalizmin krizinden korkmuyoruz ve sabırlıyız! İş kollarımızda şimdiden yürüttüğümüz her çalışma, her hazırlık bizlere önümüzdeki dönemde çok daha fazlasını kazandıracak. “İnsanca çalışmak bir haktır!” diyerek bir araya geleceğiz. Ve işçi sınıfın içerisinde çözüm önerilerimizle büyürken, devrimci bir işçi partisi için bir adım daha atmış olacağız.

İşçi sınıfının 2012 kaderinin bir etkileyeni, 2011’in son ayında, Türkiye’nin en büyük konfederasyonu olan Türk-İş’in genel kurulu ile belirlenmiş oldu. Türk-İş genel kurulu, mevcut bürokrasinin ve ona karşı gelen Sendikal Güç Birliği Platformu’nun adaylığı ile Aralık ayında gerçekleşti. Pek çok gözlemcinin bugüne değin yaşanan en heyecansız Türk-İş kongresi olarak nitelediği kongre, mevcut bürokrasinin seçimleri 223 oyla kazanışı ile sonuçlandı. Sendikal Güç Birliği ise 127 oy alabilmişti. Türk-İş’in kapsayıcılığı Türk-İş genel kurulunu incelemeye başlamadan önce Türkİş’in kapsayıcılığı ve de ülke genelindeki konumunu sentetik olarak da olsa açımlamakta fayda var. TÜİK’in Eylül 2011 verilerine göre Türkiye’deki toplam istihdamın 25 milyon olduğu belirtilmekte. Bu durumda 35 sendikanın bağlı bulunduğu ve üye sayısının 470 bin dolayında olduğu tahmin edilen Türk-İş’in ülkedeki tüm çalışanların ancak yüzde 1,9’unu kapsadığını görebiliriz. Bu hale nasıl gelindi? 2001’den günümüze kadar 450 bin işçi sendika üyeliğini kaybetti. Buna karşılık, yine son 10 yılda 4 milyon kişi emek piyasasına katıldı. Yani buradaki basit rakamlara bakacak olursak, Türkiye işçi sınıfı son 10 yıl içerisinde rakamsal olarak oldukça büyümüş, ancak örgütlülüğünden bir Türk-İş kadar işçiyi yitirmiştir. Peki, bu durumun nasıl bir açıklaması olabilir? İşçi sınıfını merkez olarak görmeyen ve onu ancak bir destekçi, ittifakın (halkın) bir parçası olarak görenler bu süreci 1980 askeri darbesi ile açıklayabilirler. Bu açıklamanın haklı noktaları olsa da, sınıfı önemsemeyenler 89–91 eylemleri ile Türk-İş’in yeni bir yükselişe geçtiği dönemi gözden kaçırmaktadır, yahut unutmaktan hoşlanmaktadır. 89–91 sürecinde yeniden ayağa kalkan işçi sınıfının karşısında, Türkİş’in başkanlığındaki bürokrasi yeniden hükümet devirmeyi öğrenmiş işçilere ihanet ederek, se-

ferberliğin önünün kesilmesinde ciddi bir rol oynamıştı. Bu rol, sınıf uzlaşmacılığı olarak tanımlanabilirdi. Seferberlikler 90’ların sonlarına doğru ezilip görev tamamlanınca Türk-İş bürokrasisi burjuvazi ile uzlaşmadan tam bir işbirliğine doğru yönelerek işçi sınıfı üzerinde oldukça ağır bir tahribata yol açacaktı. Yoğunlukla kamu sektöründe örgütlü olan Türk-İş, özelleştirmeler karşısında sınıf birliğinin kurulmasına engel olarak burjuvaziye hizmet etmişti ve de bunun diyetini de bizler yitirdiğimiz örgütlülüğümüz ile halen ödemekteyiz. Bu yıllarda Türk-İş bürokrasisinin sol kanadı milletvekilliğine terfi ederken, sendika gün geçtikçe daha da çok sağa kaymaya başlamıştı. Konfederasyonun sağ bürokrasisinin ne denli burjuva işbirlikçi politika izlediğini açıklayan bir örnek, burada paylaşılmaya değer. Hükümeti henüz kurmuş olan Tayyip Erdoğan’ın bir Rusya gezisinde yanında bir dizi iş adamının yanı sıra bir de eski Türk-İş başkanı Salih Kılıç vardır. Ziyarete niçin katıldığı sorulduğunda ise Kılıç’ın verdiği cevap ufuk açıcıdır: “Sınıf dayanışması için katılıyorum”! Türk-İş Genel Kurulu’nun sonuçları Türk-İş’in bu kısacık yakın geçmişi, bugün yaşanan sıkıntıyı daha rahat tanımlamamızı sağlayabilir. Öncelikli olarak “zafer” kazanan mevcut sağ bürokrasinin eylem programı işçi sınıfının haklarını hükümetten ricacı olarak savunmaktan ibarettir. Mustafa Kumlu yönetimi bunu geçmişte de her fırsatta göstermiştir. Özellikle kıdem tazminatları üzerindeki saldırının keskinleştiği bu süreçte takındıkları tavır, tam da bu durumu doğrulamaktadır. Böylesi karakter taşıyan bürokrasinin önümüzdeki süreçte de sınıf mücadelesinin önündeki engellerden biri olacağını söyleyebiliriz. Öte yandan, Türk-İş içerisindeki muhalefetin niteliği de maalesef ki mevcut bürokrasinin tam karşıtını veren olumlu bir tablo değildir. Türk-İş’in en mücadeleci şubelerinin başını çektiği bu muhalefet ne yazık ki neredeyse aynı şubelerin yaklaşık 20 yıldır başkanlığını sürdüren ekiplerden oluşmaktadır. Bu

durum, işçilerin topluca muhalefete güven duymasının önünde bir engeldir. Kaldı ki, muhalefetin programı da, ne yazık ki, 90’lı yılların sol bürokrasisinin programını andırmaktadır. Son olarak da, muhalefetin ardında kitleselleşmiş bir direnişin kalkındırıcı gücü, henüz yoktur. Türk-İş penceresinden 2012 Buraya kadar umutsuz bir tablo çizdiğimiz sanılabilir. Ancak bizlerin öncelikli işi, sınıf mücadelesi içerisindeki uzlaşmacı ve işbirlikçileri tespit etmek ve mücadeleye buna göre dahil olmaktır. Bu çerçevede bakacak olursak, sendika bürokrasisinin burjuvaziye verebileceği tavizler neredeyse tamamlanmak üzeredir. Buna karşılık bürokrasinin ricacılığının, hiçbir surette patronlar üzerinde bir durdurucu etkisi olmayacaktır. Biz işçiler için ise, krizin yeni dalgası ile beraber son tutunduğumuz dallar da elimizden alınmakta. Güvencesiz çalışmayı derinleştiren hükümete karşılık, bizler çalışmanın bir hak olduğunu düşünüyoruz. Çare, iş kollarımızda iş hakkımızı savunmak için bir araya gelmekte! Çalışmak bir haktır ve sendikal bürokrasiden yardım alsa da, hiçbir burjuva kalkınma programı bu hakkı bizim elimizden alamaz! Sendikal bürokrasinin verebileceği tavizler sonlanmak üzeredir. Bizler ise, derinleşen saldırılar altında çalışma hakkımızı savunarak yeniden sendikalarımıza dönecek ve gerçek bir muhalefetin, bir işçi muhalefetinin oluşturulabilmesini sağlayacağız. Bunun için de şimdiden iş kollarımız içerisinde bir araya gelerek, işçi olmaktan kaynaklı sıkıntılarımız etrafında birleşmeliyiz. Patronların saldırıları yakındır. Buna karşılık şimdiden iş hakkımızı savunan, işten çıkarmaların yasaklanmasından yana olan, çalışma saatlerinin azaltılması ve yeni vardiyaların oluşturulması ile işsizliğin azaltılmasını talep eden bir birlik oluşturmalı ve sendikalarımızı bu talepler etrafında yeniden kazanmalıyız.


10

ULUSAL SORUN

Filistin değil Şırnak, Hama değil Uludere! Heronların aldığı istihbaratın değerlendirilmesi ile Uludere’de neredeyse nokta atışları ile 35 insan öldürüldü B. Turgut, Aralık 2011 Uludere’de 35 insanın F16’larla bombalanarak öldürülmesi tarihte yaşanan diğer katliamlar gibi yerini alacaktır. Katliamın, uluslararası haber bültenlerinde geçmeye başlamasına rağmen Türkiye’de hiçbir basın kuruluşunun yayın planına almaması, olayın duyulmasının ardından ise katliama bir kılıf uydurmaya çalışmaları tarihe not olarak düşülmeli. “Gidenlerin yasadışı iş yapan, silahlı olduğu düşünülen, üstelik teröristlerle aynı güzergâhı kullanan, Haftinan kampının dibinden geçen talihsiz insanlardı. Elbette böyle olsun istenmezdi ancak daha önce yaşanan karakol baskınlarında da kaçakçı kılığında giren teröristlerin rol alması bu yanlışlığa neden olmuştu. Hem PKK komutanlarının kaçakçı olarak sınırdan geçeceğine dair bir duyum da vardı vs. vs.” kılıfın en liberalinden milliyetçisine, ulusalcısından iktidar yandaşına katliamı meşrulaştırma çabası haline geldi. Hesaplaşılan “askeri vesayetin” aslında ne olduğu olay hakkında 24 saat tek laf etmeden Genelkurmay’ın açıklamasını bekleyen hükümetin tavrında gizli. Söylediği laflarla katliamın bir basit tahkikat konusu olduğunu söyleyen, çağdaş demokrasi lafını dillerinden düşürmeyen, bakan ve Genelkurmay’ın ağzından çıkması gereken tek laf istifadır. Katliamın sorumluluğunun arkasına saklanılmaya çalışılan PKK’lilerin sınırı kaçakçı kılığında geçecekleri istihbaratı da tel tel dökülüyor. İnsanların zorunlu olarak yaptığı kaçakçılığın konuşulmasını bir yana bırakırsak, bölgede alınan istihbarata rağmen diyelim kaçakçı girişleri engellenmeye çalışılmamış, tam tersine özellikle son dönem biz-

zat askeri kaynaklarca teşvik de edilmiş. Sınırdan geçerken kendilerini belli bir koordinatta tutmaya çalıştığı belli olan askerlerle karşılaşmış bu 35 kişinin olduğu konvoy. Onları belli bir süre o koordinatta tutan ve konvoyun kimlerden oluştuğunu bilen askeri birliğin çekilmesinin hemen ardından da F16’larla saldırı başlamış ve 35 kişi F16’lardan atılan bombalarla öldürülmüştür.

başına gelene ses çıkarmayan, hatta sevinen evin, kendine de hayrı olmuyor. Bugün batıda örgütlenmelerin önündeki engeller, hayat pahalılığı, sıradanlaşan şiddet, enflasyon vb nedenler doğudaki savaştan bağımsız düşünülemeyecek durumdadır. Maraş katliamı vesair katliamlarla yüzleşme

durumda. İşçi sınıfı sahneye çıkmalıdır... Hafızamızı çok fazla zorlamaya gerek yok, Maraş katliamının yaşandığı dönemde DİSK tüm ülkede iş bırakma eylemleri ve grevler düzenlemişti. Ecevit hükümeti Maraş katliamı ile yüzleşmeyi bir kenara bırakıp alelacele DİSK’in grevlerinin yasadışı olduğunu ilan etmiş ve bu grevlere karşı Maraş’ta harekete geçiremediği polisiye tedbirlere başvurulacağını söylemişti. Hem burjuvazinin hem de faşistlerin provokasyonlarını durdurmada büyük önem arz eden bu grevler işçi sınıfının yaşanılan çağa müdahil olduğunu da göstermişti.

Özellikle son dönem, hükümetin Dersim katliamı vesilesiyle tartışmaya açtığı gibi tarihte yaşanılan diğer katliamlarla yüzleşmenin popülerleştiği bir dönem yaşanıyor. Dersim’le yüzleşmeye çağıran hükümetin, Celal Bayar, Fevzi Çakmak, Bütün bunlar ve soğukkanlılıkla Menderes gibi fikir muadillerinin katliamı aklama girişimleri, katlibu katliamlardaki payını amın bir tür kaza değil, bölgeden unutarak sadece rejimin Bugün batıda örgütlenmelegiren PKK’li gerillaların sızmasının tarifini CHP vesayeti ile rin önündeki engeller, hayat engellenmesi için, kaçakçılar da tarif etmek çabası çok açık dahil bölgeden yapılacak bütün sınır görünüyor. pahalılığı, sıradanlaşan şiddet, giriş çıkışlarının engellenmesi gibi Katliamların inkârını suç enflasyon vb nedenler doğudaki bir nedenle, bizzat bilerek ve isteye- sayan yasa tasarısının kabul savaştan bağımsız düşünülemerek “sivil” insanların hedef alındığı edildiği Fransa’yı, düşünce ve böylece kaçakçıların sınırı kullan- özgürlüğüne engel olur sayecek durumdadır masının, sınırda PKK’liler dışında vıyla topa tutan hükümet ve herhangi bir hareket olmamasının rejimin diğer bileşenleri, kendi sağlanmaya çalışıldığını gösteriyor. ülkesinde diyelim “Ermeni katliaSon 1 Mayıs’ta meydanlarda işçi Genelkurmay’ın açıkladığı güzergâhın Haftanin kampına yakın olduğu savı da başlı başına yalan. Güzergah bölgede bulunan askeri tesislere 2–3 km iken Haftanin bölgesine 35–40 km uzaklıkta.

Sağır olan çürür!

Savaşa harcanan milyarlarca dolar Kürt kardeşlerimizin üzerine bomba olup düşüyor. Kürt halkı onlarca yıldır buna rağmen kaderlerini tayin için mücadelesini sürdürüyor ve hala barıştan bahsederken bu tarafta yaşanan şovenizmin bilinçleri, zihinleri zehirlediği de aşikâr. Bugün siyasi demokrasi talebi Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının biçimlendirilmesinde yatıyor. Savaşın yarattığı çürüme, yozlaşma ve her türden katliam ve onun meşrulaştırılması için medya eliyle yaratılan yanıltma haber çalışmaları toplumsal olarak topyekün çürüme noktasına getiriyor. Komşusunun

mı vardır” demenin suç olduğunu, cezaevlerinin dünyada en yüksek ortalamaları ile “düşünce suçundan” tutuklu insanlarla dolu olduğunu unutuyor, unutturmak istiyor. “Düşünce suçlusu” sınıfında tutuklanan insanlara savcılık mütalaasında hayır onlar örgüt üyesi demesi bu noktada en fazla ve sadece bir yanıltma haber anlamına geliyor. Katliamlarla yüzleşmenin, aynı zamanda ve kaçınılmaz olarak rejim tartışmasına dönüşmesinin zorunlu olduğu görülürken tarihin bütün yükü o dönem memurluk eden bir iki kötü niyetli insanın yaptıklarına indirgenirken, bu katliamlarla bu surette yüzleşilemeyeceği aşikâr

sınıfı ile Kürt halkının dayanışması ile övünen, en devrimci söylevler veren sendikacılara hatırlatmak gerekir; mücadele, dayanışma meydanda sadece yan yana ”durmakla” olmaz. Kürt halkının mücadelesinin yanında ve Kürt halkına karşı yönelen şovenizme karşı durulmaz, “Zonguldak Botan Hattı” sloganı hatırlanmaz ise, yaratılan karşı dalganın altında işçi sınıfı mücadelesi de kalacaktır. Buna karşı da mitinglerde elde Türk bayrakları ile katılmak çare olmaz. Bugün “demokrasi!” ve “çağdaş medeniyetin!” gerektirdiği de budur...


GENÇLİK

Tutuklama terörü sürerken...

11

Canan Y., 4 Ocak

Y

eni bir yıla Uludere’de “terörist” sanılarak insansız hava uçaklarıyla 35 insanın katledilmesi haberiyle girdik. Orada öldürülenlerin çoğunun yaşları 14–18 arası değişen, harçlığını çıkarmak için çalışan lise öğrencileri olduğunu çok geçmeden öğrendik. Böylelikle, hükümetin muhalif veya Kürt diye yüzlerce öğrenciye dair “terörist” ya da “örgüt üyesi” oldukları gerekçesiyle bazen bir poşuyu, bazense bir ders notunu delil göstererek uyguladığı tutuklama terörü bir katliamla da taçlanmış oldu. Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyatifi’nin tuttuğu çetele geçtiğimiz yıldan bu yana 600’ü aşkın öğrencinin tutuklu olduğunu gösteriyor. Yeni yılın ilk günlerinde de hükümetin öğrencilere dönük saldırısı hız kesmiş değil. Bu yazı yazılırken İstanbul Üniversitesi’nde çoğu Kürt 23 öğrencinin okuldan yaka paça çıkarılıp gözaltına alındığını duyuyoruz. Sorguları tamamlanınca kaç tanesi dışarı çıkabilecek ve eğitimine devam edecek bilemiyoruz. Zira katıldıkları basın açıklamaları, siyasal eylemlerine “terör” damgası vurarak tutuklanan öğrencilerin, alternatif bir

cezalandırma yöntemi olarak uzun süren yargılama sürecinin mağduru olduklarının ve sonu belli olmayan yargılama süreçlerinde eğitim ve birçok temel haklarından mahrum bırakılarak gözden kaybedilmeye çalışıldığının farkındayız. Hükümetin yapılan her türlü protesto eylemini “terör” olarak nitelemesinin kendince pek çok sebebi var. Öncelikle Kürt halkının haklı mücadelesini okul sıralarından, çocuk akıllardan başlayarak silme çabası

mevcut. İkinci olarak, eğitim politikalarının asimile etmeyi başaramadığı bu gençler üzerinde “başka tür yollarla” bir tür sindirme ve bunu da “terör olayları” diyerek kamu nezdinde bir meşrulaştırma çabası olduğu çok açık. Zira tutuklanmayı gerektirecek bir delil olmadan, delil karartma kaçma şüphesi de olamayacağını, tutuklamaların referandum sonrası başlayan bir sindirme operasyonu olduğunun ve daha da tamamlanmadığının farkındayız.

Öte yandan Kuzey Afrika ve Arap ülkelerinde yaşanan gençlik isyanlarının devrimleri beraberinde getiren kıvılcımlar olduğunun hükümet de en az bizler kadar farkında. Hatta, Avrupa’daki kamu kesintileriyle geleceksizliğe itilen gençlik hareketinin yükselişini göz önünde bulundurursak, güvencesizlik ve esnek çalışmanın kural haline geldiği Türkiye için de yeni yılda ekonomik kriz çanlarının en çok da diplomalı genç işçiler ve yeni mezunlar için çalacağını söylemek herhalde abartı olmayacaktır. Özetle, AKP hükümetinin gerek büyük şehirlerdeki geleceksiz gençliğin, gerek Kürt illerindeki gençliğin dinamizmini tutuklama terörüyle bastırmaya çalışmasını rüzgâr girecek delikleri tıkamaya çalışması gibi okuyabiliriz. Böylesi bir panoramada, tutuklanan tüm öğrencilerin derhal salınmasını istiyoruz. Bu tutuklama terörüne karşı arkadaşlarımızı dışarı çıkaracak gücü yaratamazsak, sıranın teker teker hepimize geleceğinden eminiz. Bu sebeple sesimizi duruşma salonlarına duyurmak için sokakta mücadelemizi vermemiz gerekiyor. Sıra hepimizde...

Boğaziçi Üniversitesi’nde Starbucks işgali Okur mektubu, 13 Aralık 2011

S

ponsorlu eğitim programları, kariyer günleri, sertifikalı dersler ve özelleşmiş kantinlerle sermayenin üniversiteyi işgaline karşı kendi kamusal alanlarını savunmak üzerine karşı-işgale geçen Boğaziçi Üniversiteli bir okurumuzun sürece dair mektubunu yayınlıyoruz. Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri olarak yeni döneme, yaz ayları boyunca süren restorasyon sürecinin ardından Çarşı kantinin kapatılıp yerine Starbucks’ın açılması sürpriziyle başladık. Eski Çarşı kantindeki tüm yemek alanlarının kapatılmasına, onların yerine Starbucks ve Wonderland (fast-food mekânı) gibi mekânların açılmasına bir tepki olarak karşı-işgal olarak bizler de Starbucks’ı işgal ettik. Çarşı kantinin kapatılması ve var olan teras kantinin de küçültülmesiyle Güney Kampüs’te ucuz yemek yiyebilecek dahası rahatça oturup ödev yapabilecek, sohbet edebilecek yer kalmamış oldu. Var olan Orta Kantin ise yaklaşık iki sene önce el değiştirerek şu an en ucuz tostun 6 liraya satıldığı bir yer. Karşı-işgal gerçekleşmeden önce beş

haftalık süreçte Starbucks’ta toplantılar alındı, film gösterileri düzenlendi ancak bu süreçte Starbucks’ın özel güvenlik görevlilerinin müdahalesiyle karşı karşıya kalıp engellendikten sonra daha radikal bir karar alma yoluna gidildi. Böylelikle 6 Aralık’ta Starbucks karşı işgalini gerçekleştirdik. 6 Aralık’tan beri kendi yemeğini kendi pişiren, açık dersler, söyleşiler ve atölyeler düzenleyen, film gösterimleri yapan öğrenciler olarak geceleri de Starbucks’ta kalıyoruz. Starbucks işgalinde her gün akademisyenlerin yaptığı açık derslerin yanında çeşitli söyleşiler ve atölyeler düzenleniyor. Başka ülkelerden öğrencilerin deneyim aktarımları, Arap devrimleri, Yunanistan’ın durumu, Evrimsel Psikoloji, Ezilenlerin Tiyatrosu, seks işçiliği, edebiyat ve politika gibi niceler dersler, söyleşiler yapıldı ve yapılmakta. Ve 6 Aralık’tan beri Starbucks’ın o nezih ortamı tamamen öğrencilerin ihtiyaçları doğrultusunda yepyeni bir yaşam alanını dönüştürülmüş halde. Süs kitaplarının

yerini gerçek kitaplar aldı, panolar; haberlerle, destek yazılarıyla, başka üniversitelerdeki öğrenci hareketlerinden gelen mesajlarla donatıldı. Yere halı serildi, Starbucks logoları öğrencilerin şallarıyla, film afişleriyle kamufle edildi. Sosyal-medyada yankı bulan, akademisyenlerin ve diğer üniversitelerden öğrencilerin desteğiyle görünür kılınabilen bu karşı-işgal süreci de böylelikle rektörün onu daha fazla görmezden gelmesine engel oldu. Daha önce bu süreci görmezden gelerek sönümlenmesini bekleyen rektör, 29 Aralık’ta öğrencilere “nötr’’ bir alanda toplantı yapmayı teklif etti. 5 saat süren toplantıda yaklaşık 250 öğrenci rektöre tekrar tekrar taleplerini sundu. Bu talepler şöyle özetlenebilir: Starbucks kapatılacak ve Wonderland açılmayacak. Öğrencilere öğrenci merkezi olarak kullanılabilecek bir salon verilecek, öğrenci kooperatifi kurulmasına izin verilecek ve bunun için okul tarafından bir alan tahsis edilecek,

yemekhane fiyatları ucuzlaştırılacak ve yemeklerin kalitesi artırılacak, okulda tüm ihaleler okulun mail sistemi vasıtasıyla öğrencilere, akademisyenlere ve emekçilere duyurulacak, bu süreçte bilgilendirmeyle kısıtlı kalınmayacak, kurulan çalışma gruplarının tanınması ve oy hakkı verilmesiyle öğrenciler tüm bu süreçlerde aktif rol oynayacak karar alma süreçlerinin dışında bırakılmayacak, okulda benzer süreçler yaşanmaması için kampüslerle ilgili alınan kararlar şeffaflık ilkesine dayandırılacak. Yazılı olarak sunduğumuz bu taleplere bir hafta içinde yazılı bir cevap almak istediğimizi vurguladık (...) Karşı-işgalin geleceğini belirleyecek olan da gelecek bu cevap ve cevabın karşısında öğrencilerin ortak belirleyeceği tutum... 6 Aralık’tan beri karşı-işgalde olan öğrenciler olarak ODTÜ ve Trakya Üniversitesi’nde kantin boykotu yapan arkadaşlarımızın, başta Şeyma Özcan, tutuklanan tüm öğrencilerin, Uludere’de katledilenlerin, geçtiğimiz gün İstanbul Üniversitesi’nde gözaltına alınan tüm öğrencilerin yanındayız.


12

İŞ YERLERİNDEN

HİZMET

hane ederek iki yıl boyunca zam yapmadan çalıştırıp sonrasında da periyodunu tek sefere düşürdü. Aynı süreçte iş yükümüz ve Biz halka açılıyoruz… sorumluluklarımız şirketin büyüMerhaba arkadaşlar, ben bilişim mesiyle -ve doğal olarak yeni işçi sektöründe “beyaz yakalı” olarak alınmadığından- iki katına çıktı. tabir edilen, aslında son derece Ben de mezun olmaya yakın asgüvencesiz, çalışma saatlerinin kerlik meselesi ile işten ayrılırken esnek olduğu, vardiyalı bir işte tazminatımı almayı düşünüyorçalışmaktayım. Teknik destek dum. Hatta düşünmüştüm ki bir olarak adlandırılan bölümde çalışan aynı zamanda okuyan bir iki ay erken çıkıp biraz dinlenip, öğrenciyim. Üniversite ile beraber ardından da “vatani borcumu” ödeyip yoluma devam ederim. Ne çalışmak zorunda olduğumdan var ki bir iki ay kadarlık bir erken yaklaşık 4,5 yıldır aynı işi yaçıkış için genel müdür ile görüşpıyorum. Oysa ne vaatlerle işe mem gerekiyordu. Görüşmek için almışlardı... Yok efendim genel de ayrı bir çaba gerekiyormuş. müdür yardımcısı da bu bölümden gelmeymiş de, bu bölüm bir Görüşebilmek bile bir ay kadar nevi okulmuş da, buradan yetişip sürdü ve sonunda müsait olduüst seviye bölüme geçiyormuşsun ğunu söyleyerek görüştüm. Uzun da, kariyer yapmak istiyorsan bu- süredir çalıştığımı, okuldan merası tam sana göreymiş de... Eğer zun olacağımı ve askere gideceöyleyse çift diploma sahibi oldum ğimi açıkladım, bununla beraber bir iki ay kadar erken çıkış yapıp herhalde... dinlenmek istediğimi belirttim; Ancak her şey mezuniyet yakfakat bana verdiği cevap karşısınlaştığında anlaşılıyor. 4,5 yıllık bir da önce şaka yaptığını sandım, çalışmanın sonunda aslında hiçbir fakat benle ciddi ciddi konuştuşey değişmedi, aksine işler daha ğunu fark edince anladım. Bana da kötüleşti. Senede iki kez zam şirketin borsada halka açıldığınyapan şirket, ekonomik krizi ba-

dan, bu nedenle böyle bir şey yapılamayacağından bahsediyordu. Hatta konuşmasında ki laubali tavırlar, beni çok sinirlendirmişti. Müdürün düşüncesi belliydi, beni askerlik gününe kadar çalıştırıp ancak o güne kadar işten kendi rızamla ayrılmazsam tazminat vermeyi planlıyordu. Tabii sevk kâğıdı almadan tazminat hakkı kazanamadığım için bir şey söyleyemedim. Bugün kıdem tazminatının kaldırılmasının planlandığı şu günlerde bu hakkımıza sonuna kadar sahip çıkmamız gerektiğini bir kez daha anladım...

İşçi / Öğrenci

TEKSTİL Merhaba arkadaşlar, Tekstil sektöründe çalışıyorum. Bazı günler sabahlıyoruz ve bu mesailer 36 saati buluyor. Haftanın 7 günü ve günde 14 saat çalışıyoruz. 18 yaşındaki bir arkadaşımız geçen hafta 115 saat çalışmıştı mesela. Vücudumuzda

rahatsızlıklar oluşmaya başladı! Dün sabahlamak zorunda olduğumuz bu fazla mesailerden rahatsızlığını bireysel olarak patrona ileten bir arkadaşımızı patron işten attı! 35 kişinin çalıştığı bu atölyede bazı arkadaşlarımızın sigortası bile yok. Fakat çalışmaya gelince iş acil diyerek kölece çalıştırılıyoruz. Bazı geceler kadın arkadaşlar evlerine gönderiliyor ve yerlerine dışarıdan yevmiye ile işçiler getiriliyor. Dışarıdan getirilen bu gündelikçi arkadaşların da doğal olarak güvenceleri yok. Geçen gün bu fazla mesailer yüzünde bir arkadaşımız iş kazası geçirdi. Patron bu olayı gülerek karşılayıp, arkadaşımızı eczaneye gönderdi. Tabi ki arkadaşımız eczaneden döndükten sonra çalışmaya devam etmek zorunda kaldı. Bütün bu olanlara karşı 4 arkadaş kendi aramızda anlaşıp patron ile konuşmaya gittik. Patron daha sözümüz bitmeden bize kapıyı gösterdi ve bir arkadaşımız bunun üzerine direk işi bıraktı. Üçümüz işe devam ettik. Son olarak bu olayın ardından

Yıllardır tekstilde çalışıp da hakkını alamayan arkadaşlarıma sesleniyorum;

MEKTUPLARINIZI

BEKLİYORUZ ISCICEPHESI@

G M A I L . C O M

Gelin tek ses, tek bilek, tek yürek olalım. Hakkımızı alalım. Küçük atölyelerde merdiven altında gece yarılarına kadar çalışıp ne mesai ücreti alabilen ne de sigortası olan; patronların parasına para katan arkadaşlarıma sesleniyorum! Artık buna bir dur

diyelim. Sırtımızdan yiyip, içip gününü gün eden, bizi ise yokluğa ve köleliğe sürükleyen patronlardan hakkımızı alalım. Gelin bir olalım, bu düzeni bozalım. Tekstil mücadelesi için bütün tekstilci arkadaşlarıma sesleniyorum! Gelin birleşelim.


İŞ YERLERİNDEN ben de arkadaşlara birlik olmamız gerektiğini söyledim. Sonuçta patron bizi sürekli işten atmakla korkutmaya çalışıyor. Eğer birlik olursak patronun hepimizi kovamayacağını, işlerin durmasını göze alamayacağını, bize ihtiyacı olduğunu söyledim. Birlik olup bu koşullara karşı çıkmalıyız çünkü bir gün işten kovulan biz olabiliriz!

İC okuru bir işçi Çocuk işçilere dinlenmek yasak! Sevgili İşçi Cephesi okurları,

işyerinden mektuplar sayfasına daha önce de mektuplar yazmıştım. Bir tekstil atölyesinde çalışıyorum. Çalıştığım işyeri yoğun sömürüye açık. İşyerinde çocuk işçiler de çalıştırılıyor. Yaşları 13–17 arası üç çocuk çıraklık yapıyor Aslında pek çıraklık da denmez. Ortadaki her işe yetişmeye çalışıyorlar. Bayram öncesi gece saat 11,12’lere kadar çalışıyorlardı. Şimdi işler çok yoğun değil ama onlar için pek fark etmiyor. Herkes paydos etse de onlar

patron gidin diyene kadar çalışmak zorunda kalıyor. Bu yetmez gibi mesai ücreti de yok. Aslında makine bölümüne iki işçi bakması lazım ama bir işçi bakıyor. Öğle yemeklerinde herkes dinlenirken o çalışmaya devam ediyor. Geçen gün sordum, yemek molasında neden çalışıyorsun diye, ne yapayım abi, yetişemiyorum, iş birikiyor, diye cevap verdi. Kendini suçluyor. Yavaş çalıştığını düşünüyor ama daha önce onun yaptığı işi iki kişiye yaptırıyorlardı yani aslında yavaş çalışmıyor. İş yükü fazlaydı. Ayaklarımın altı ağrıyor, ayakta duracak halim yok deyince ben de kendine haksızlık yapma, otur dinlen, dedim ama laf işitirim korkusuyla çalışmaya devam etti. Birde öyle durumlar oluyor ki kendilerini yetersiz görüp suçluluk duyuyorlar, çünkü patron öyle bir baskı yapıyor ki çocuklara aslında işe yaramıyorsunuz ama sokaklarda gezmeyin diye çalıştırıyorum havası veriyor. Tabii ki öyle değil gerçekten çok çalışıyor ve çok eziliyorlar. Bir şey söylediğimde ise sanki yorulan ezilen onlar değilmiş gibi patronu savun-

Direne direne kazandılar: UPS'de toplu sözleşme imzalandı! Rukiye B., 12 Ocak

Bundan 11 ay önce UPS işçileri sendikalı olarak işlerini geri aldıklarında, direniş kazanıldı şimdi sıra toplu sözleşmede demiştik! Şimdilerde 07.01.2012’de ise toplu sözleşme imzalandı. Bu sadece Türkiye çapında binlerce işçinin sendikal kazanımı değil, sistemin krizi altında iyice ezilen Türkiye işçi sınıfının da kazanımıdır. TÜMTİS’e (Türkiye Motorlu Taşıt İşçileri Sendikası) üye oldukları için işten çıkartılan 163 UPS işçisi 272 gün süren direnişlerini 01.02.2011’de başarı ile sonuçlandırmışlardı. İlk günden beri yanlarında olmaya çalıştığımız UPS işçilerinin bu haklı kazanımı, onlar kadar bizi de mutlu etmişti. Bu mutluluk sadece karamsar

bir ortamda 153 işçinin direnerek işlerini geri almasında değil uzun zaman sonra taşımacılık gibi önemli bir sektöre sendikanın girmiş olmasından da kaynaklanıyordu. Mücadele uluslararası federasyonlar sayesinde büyümüş, birbirlerini hiç görmeyen Brezilya’dan, ABD’den, Avrupa’dan işçiler Türkiye’deki direnişe destek için iş durdurmuşlardı. Kadrolu ve taşeron işçiler beraber mücadele etmiş, birbirini kollamıştı. Sendika direniş boyunca işçilerin yanında durmuş, tüm eksiklerini karşılamıştı. İşte tam da bu deneyimler yeni direnişlerin umudunu arttırıyor. Bizi krizin bedelini ödememek için mücadeleye çağırıyor!

ma durumuna geçiyorlar. Sanırım ezile ezile anlayacaklar patronun onları hayrına çalıştırmadığını... İC okuru bir işçi

METAL Merhaba arkadaşlar, Ben metal sektöründe çalışan bir işçiyim. Geçirmiş olduğum iş kazasını ve sonrasını paylaşmak istiyorum sizinle. İşyerinde aracımıza malları yüklemiştik. Müdür, akşam bizi arayarak beklediğini söyledi ve yanına gittik. Normalde tırdaki mallara biz karışmıyoruz, bunun için özel araçlar var. O gün iş alanımı bırakıp, arkadaşlarımla müdürün çağırdığı yere gitmek zorunda kaldım. Müdür, malları bizim yükleyeceğimizi söyledi. Normalde ben depocuyum, yapmamızı istediği iş, bizim alanımız dışında bir iş. Mecburen bilmediğimiz işi yapmak zorunda kaldık ve ben tırın kasasındaki ağırlığı 30 kg olan kolileri düzenliyordum. Sonra koliler üzerime düştü. Ben de dengemi kaybedip tırdan aşağı düştüm, düşerken

13

de kafamı kasaya çarptım. Yaklaşık 500 kg’lık yük de üzerime düşmeye başladı! İlk başta ağrım azdı ama sonraya doğru ağrılarım artmaya başladı, hastaneye gittik. İş yerinde doktor yoktu çünkü iş kanununa göre 50 kişi olması gerekiyordu bir işyerinde. Bizim orda 36 kişi çalışıyoruz. Eskiden sendikalı olan bir yerde şu an patron kaygısından dolayı doktora, merdivenden düştüğümü söylemek zorunda kaldım. Doktor 2 günlük rapor verdi. Şu an ağrılarım var ve o gün tutanak tutulmadı. İş kazası geçirmiştim, bu gibi işleri düşünebilecek durumda değildim. Metal sektöründe iş kazaları çok olduğu için sayıya bakmadan iş yerinde doktor zorunluluğu getirilmelidir! Normalde paletlerle yapılan işi, bize taşıttılar. Fakat bu benim işim değildi. İşçiler, alanları dışındaki işlerde çalıştırılmamalıdır! İş yerlerindeki işçi güvenliği denetlenmelidir! Yeni iş kazalarının olmaması için arkdaşlarımızla işyerlerinde neler yapabileceğimizi konuşmalıyız.

İC okuru bir işçi


14

ULUSLARARASI

ABD’nin Irak işgali ardından kalanlar… Kemal Boran, 2 Ocak ABD, askerlerini Irak’tan tamamen çekti. ABD’nin Irak’taki işgali tam 9 yıl sürdü. Peki, neydi işgalin bahanesi? Kitle imha silahları yani nükleer silahlar! Peki, buldular mı? Hayır! İstediklerini aldılar mı? Evet! Neydi istediği? Petrol! Peki, ikinci bahaneleri neydi? Irak’a özgürlük ve demokrasi getirmek! Peki, ne oldu? Demokrasi ve özgürlük geldi mi? Hayır! Peki, Irak’taki ABD işgali Irak halkına ne getirdi? Kan, göz yaşı ve ölüm! Bu savaşın bilançosu Irak halkına neye mal oldu?

Bilanço aşağı yukarı şu şekilde: Resmi rakamlara göre ölü sayısı 300 bin ama bu ölü sayısı gerçekleri yansıtmıyor. ABD’nin Irak işgalinde öldürülen insan sayısı 1 milyondan fazla. 14 bin de kayıp var; ne ölüsü ne de dirisi olmayan 14 bin insan kayıp, yani yok. İşgal Irak’ta derin yaralar açtı. Mezhep çatışmaları iyice kızışmış durumda. Irak fiili olarak üçe bölünmüş görünüyor. ABD emperyalizmi Irak’ta daha kolay bir zafer bekliyordu. Direnişin uzun sürmesi parasal açıdan ABD ekonomisine ağır yük getirirken asker ölümleri de umduklarından fazla oldu. Irak’ta resmi rakamlara göre 4 bin 474 ABD askeri öldü. İşgal Irak’taki alt yapıyı tamamen çökertirken çok uluslu petrol şirket-

leri bu işgalden kazançlı çıktı. ABD Irak’tan çekilirken ülkedeki kaosu Irak’a miras olarak bıraktı. Irak işgalden sonra daha mı özgür oldu? Hayır! ABD’nin özgürlük anlayışı işgal etmek. Ekonomik yapıya el koymak. Yerle bir olan tesisler ise çok uluslu inşaat şirketlerinin savaştan pay kapmasının yolunu açmış durumda. Emperyalizm ekonomik dar boğazları için çoğu zaman savaşlar çıkartıp dünyadaki enerji kaynaklarını ve yer altındaki madenleri kendi çıkarları için kullanarak ekonomik problemleri çözmeye çalışmıştır. Paylaşım savaşlarının en acımasızına sahne olan Irak’ta yaşam Irak’lılar için eskisinden de kötü durumda. Iraklı kadınlar da savaştan kendi-

lerine düşen payı aldılar. Irak’ta kadınlar tecavüze uğradı. Bu tecavüzü ABD askerlerinin yanı sıra Irak’taki diğer kesimlerden erkekler de gerçekleştirdi. Tecavüzü bir aşağılama, kişiliksizleştirme aracı olarak kullandılar. Savaşlar her zaman bu türden olaylara tanıklık etmiştir. Emperyalizmin acımasız çarkları insanlığı hedef almış, ölenleri sadece matematik sayılar olarak görmüştür. Bu işgal ne ilk ne de son olacaktır. Ortadoğu’da yeni bir düzen kurmak isteyen ABD kendi çıkarları doğrultusunda yeni iktidarlar kurmanın peşinde. Sırada Suriye ve İran var. İran’a nükleer silah bahanesiyle tıpkı Irak’a yaptığı gibi bir saldırı yapmanın alt yapısını hazırlıyor. ABD Ortadoğu’da istediği dizaynı yapmak için daha çok kan dökecek. Durum bunu gösteriyor.

Lucha Internacionalista 8. Konferansı’nı gerçekleştirdi İşçi Cephesi ile beraber, Uluslararası Birlik Komitesi’nin bir diğer bileşeni olan İspanyol Lucha Internacionalista (LI) partisi 8. Konferansı’nı 17-18 Aralık tarihlerinde Barselona’da başarıyla gerçekleştirdi İşçi Cephesi, Ocak 2012 Lucha’nın konferansına Türkiye’den İşçi Cephesi, Fransa’dan GSI’nin katılımının yanı sıra, İspanya’dan farklı mücadele sektörleri ve başka devrimci Marksist partiler de katıldı. Öte yandan Latin Amerika’da etkili bir enternasyonal inşa örgütü konumundaki UIT-CI (İşçilerin Uluslararası Birliği-Dördüncü Enternasyonal), Filistin Bağımsız İşçi Komiteleri Birliği ve Tunus Regueb kentindeki devrimciler, konferansı selamlayan mesajlarını ilettiler. Yoldaşlarımızın konferansı iki temel öneme sahipti. Yoldaşlarımız hem Arap devrimci sürecine ilişkin olarak, hem de kendi ülkelerindeki seferberliklere dair pek çok önemli soruyu yanıtlamak ve inşa çizgisini belirlemek gibi birinci derecede öneme sahip bir görevle karşılaştılar. Bu görev karşısında konferansa “öfkeliler hareketi”nin kimi temsilcilerinin katılımı da oldukça moral vericiydi.

Başlangıcında, partilerden arındırılmış bir isyandan yana olduğunu söyleyen öfkeliler, yoldaşlarımızın yoğun çabası ile, sendikaların içerisinde kimi önemli sektörlerin nabzını tutan LI’ye karşı tavrını değiştirmeye

başlamış, dahası LI’nin bu sektördeki etki imkanları da genişlemiştir. Konferans, bundan öncekilerden farklı bir görevi, uluslararası inşaya dair yoldaşça kaynaşma görevini de

üstlenmiştir. Konferansta İC’nin sözcüsü, Arap devrimleri sürecinde Türkiye hükümetinin karşıdevrimci rolünü teşhir eden ve UBK’nın artan önemini vurgulayan bir konuşma yaptı. Fransız partisi GSI ise, 4’ün ye-

Troçkizmin yeniden inşası konusunda en geniş türden işbirliği imkanları aranması gerektiği ifade ediliyordu. UBK’nın, bir yanda Arap devrimci sürecine ilişkin, öte yanda ise, Avrupa’da krizin etkileri ve seferberliklere ilişkin, doğru bir programın etrafında 4’ün yeniden inşasına katkı sunma görevi tüm sıcaklığı ile önümüzde duruyor. İspanyol yoldaşlarımızın 8. Konferansı bizlere moral ve güç veren, önemli bir adımı işaret etmektedir. 8. Konferans yalnızca ulusal inşa açısından değil, uluslarası inşa açısından da, yeni bir başlangıç ve yeni yoldaşlıkların konferansı olacaktır. LI’nin 8. Konferansı’nı selamlıyoruz;

niden inşası büyük görevi karşısında UBK ile sürdürülen yoldaşça ilişkiYaşasın 4. Enternasyonal’in yeniden lerde kararlı adımlar atmaktan yana inşası ve ona güç veren UBK! olduklarını söylediler. UIT’in gönYaşasın LI, yaşasın İspanya ve dünderdiği mesajda ise, LI’nin çalışmalaya devrimi! rını yakından takip ettikleri, devrimci


ULUSLARARASI

15

Suriye’de mücadele derinleşiyor, Rejim can çekişiyor Atakan Çiftçi, 8 Ocak Suriye halkının Baas diktatörlüğüne karşı kahramanca mücadelesi ve rejimin devrimi kanla bastırma çabası, durmaksızın sürüyor. Her gün ölüm haberlerinin geldiği ve son dönemde bu sayının giderek tırmandığı ülkede, Mart ayından bu yana hayatını kaybedenlerin sayısının 5 bini aştığı tahmin ediliyor. Rejimin bütün bastırma girişimlerine karşın, mücadele yeni biçimlere bürünerek yaygınlaşıyor; devrim rejimi yıkma noktasına ulaşamamış olsa da, diktatörlüğün temellerini her geçen gün biraz daha zayıflatıyor. Aralık ayı içerisinde Yerel Koordinasyon Komiteleri’nin yaptığı genel grev çağrısı, mücadelenin büründüğü yeni biçimlerden biriydi. Genel grev çağrısı sonucunda, sokaklar boşalır ve dükkanlar kepenk kapatırken, okullarda ders yapılamadı, ulaşım araçları çalışmadı ve birçok atölyede işbaşı yapılmadı. Grev çağrısı sanayinin kilit sektörlerini ve büyük fabrikalardaki isçileri kapsamaktan aciz kalsa da, çağrının Şam ve Halep’te de yankı bulması devrim adına önemli bir ilerlemeyi gösteriyor. Devrim başladığından bu yana süreçten kısmen yalıtık kalan

ülkenin iki belirleyici kenti Şam ve Halep’in devrim surecine dahil olması, devrimin kaderi acısından belirleyici bir önem taşıyor. Öte yandan, ordudan firarların giderek artması ve ordudan ayrılan askerlerin kurduğu Özgür Suriye Ordusu ile sıradan insanların silahlanarak oluşturduğu milislerin giderek güçlenmesi, bir diğer önemli noktayı oluşturuyor. Silahlı milisler, mahallelerini rejimin çetelerine (Şabiha) ve güvenlik güçlerine karsı korumak için daha fazla inisiyatif alıyor ve rejimin güvenlik birimlerine karşı, giderek daha cüretkar eylemlere girişiyor. Silahlı milislerin varlığı, kitlelerin öz-savunmasını gerçekleştirebilmesi adına hayati önem taşırken, bu kesimlerin sekter ve kitlelerden yalıtık eylemlere girişmesi devrimi yozlaştıracak bir etkene de dönüşebilir. Özellikle, Sünni eksenli, mezhepçi bir damar barındırdığı bilinen Özgür Suriye Ordusu’nun izleyeceği çizgi, bu noktada kilit bir önem taşıyor. İsçi sınıfının kendi yöntemleriyle (grevler, fabrika işgalleri) sahneye çıkmadığı ve bu nedenle devrimin rejimi henüz devirme kapasitesine

ulaşamadığı noktada ise, emperyalizm sürece giderek daha fazla müdahil olmaya çalışıyor. Emperyalizmin, Suriye’ye yönelik bir askeri müdahale kapasitesinin oldukça sınırlı olduğu bu dönemde, en çok tartışılan ihtimallerden biri ise, Türkiye sınırında bir ‘tampon bölge’ oluşturmak. Arap devrimci sürecini ‘fırsata’ çevirme noktasında oldukça hevesli davranan AKP hükümeti, bir yandan son Şırnak örneğinde olduğu gibi, kendi halkını katletmekte beis görmezken, bir yandan da büyük bir pişkinlikle, Suriye’deki sürece, demokrasi ve insan hakları söylemiyle müdahil olmakta. Türkiye’nin bölgedeki nüfuzunu artırmak adına emperyalizmle işbirliği içerisinde Suriye’ye yönelik olası bir müdahalesini engelleme görevi ise, Türkiye devrimcilerinin ve isçi sınıfının omuzlarında duruyor. İsçi sınıfının ‘kendisi için’ henüz sahneye çıkmadığı, devrimci önderlik boşluğunun bulunduğu, devrimin rejimi henüz yıkmayı başaramadığı ve her gün onlarca ölünün verildiği bir dönemde, “akan kanın durdurulması” adına, emperyalist müdahale yanlısı sesler Suriye’de

giderek daha fazla yankı buluyor. Emperyalizm-yanlısı ve burjuva karakterli Suriye Ulusal Konseyi, askeri müdahale talebini açıkça dile getiremese de, Birleşmiş Milletler’den ‘güvenli bölge’ oluşturulmasını ve Suriye hava sahasının kapatılmasını talep ediyor. Suriye Devrimi’nin önünde Baas diktatörlüğü kadar bü-

Türkiye’nin bölgedeki nüfusunu artırmak adına emperyalizmle işbirliği içerisinde Suriye’ye yönelik olası bir müdahalesini engelleme görevi ise, Türkiye devrimcilerinin ve isçi sınıfının omuzlarında duruyor yük bir tehlike oluşturan emperyalist müdahale ihtimaline karşı, enternasyonalistlerin görevi, Suriye devrimcileri ve isçi sınıfıyla dayanışmanın yollarını aramak olmalı.


Nahuel Moreno’suz 25 yıl!

Şunu kafamıza iyi yerleştirmeliyiz ki, bizim politikamızın temel hedefi proletaryayı, kendi kaderini tayin etmek, demokratik olmak ve emekçi kitlelerin başında bir devrimle iktidarı almak zorunda olduğuna ikna etmektir.

Dördüncü Enternasyonal’in (DE) İkinci Dünya Savaşı sonrası başlıca liderlerinden, Arjantinli devrimci Nahuel Moreno’yu (24 Nisan 1924 – 25 Ocak 1987) vakitsizce kaybedişimizin üzerinden 25 yıl geçti. Nahuel Moreno 40 yıla yayılan mücadele hayatının ürünü olarak, dünya çapında sayısız devrimci partinin inşasına katkıda bulunmanın yanı sıra, aynı zamanda sınıf mücadeleci bir temelde yüzlerce kadronun oluşturulmasında başı çekti. Geride birçok devrimci işçi partisi, uluslararası bir politik eğilim ve zengin bir külliyat bıraktı. Öte yandan, devrimci programın sınıf mücadelesinin çetrefilli sorunları karşısında sürekli güncellenerek sınanmasına yönelik çizginin ısrarlı bir savunucusu olarak, sayısız işçi mücadelesinin bizzat önderliğini üstlenmesi, onu dönemi içinde özgün bir konumda ele almayı gerektirmekte. Moreno, en elverişsiz koşullarda Leninist metodolojiyi sahiplenmekle kalmadı ama aynı zamanda bu metodolojiyi sınıf mücadelesinin değişken ihtiyaçları bağlamında güncelleyip zenginleştirme gayretinin de önde gelen temsilcisi oldu. Moreno’nun saflarında mücadele ettiği ve örgütsel bir bütünleşmeye sahip olmamakla birlikte, bürokratik aparatlardan bağımsız bir devrimci akım ya da hareket olarak tanımladığı uluslararası Troçkist hareket, artık bu biçimiyle mevcut değil. Geride kalan 20 yıl boyunca gerçek bir oportünizm dalgası bu hareketin pek çok önemli sektörünü tozu dumana katarak barikatın diğer tarafına attı. Devrimci kampı çoktan terk eden bu kesimler, burjuva demokrasisinin ve parlamentarizmin, devlet ve sivil toplum fonlarının ya da sendikal bürokrasi aygıtlarının arasında yitip, ayırt edilemez hale geldiler. Öte yandan DE’nin yeniden inşası mücadelesi boyunca Moreno’nun haklı uyarılarının muhatabı olmuş bir dizi “Ulusal Troçkist” örgütlenme ve tarikatlaşmış yapı, şaşmaz doğrucular olarak sekter ve steril bir deli gömleğinin içinde varlıklarını sürdürmekteler. Moreno’nun liderliğini üstlendiği Ortodoks Troçkist akım ise, uzun ve sarsıntılı bir dönemin parçalanmışlıklarını bizzat Moreno’nun tavsiyesine uyarak, her zamankinden fazla işçi sınıfına yönelmek, her zamankinden fazla Marksist olmak ve her zamankinden fazla Enternasyonalist olmak doğrultusunda aşma çabasıyla güçlü adımlar atıyor. Yeni ve tayin edici bir mücadele evresinin eşiğinde büyük ustamız Nahuel Moreno’dan öğrenmeye devam ediyor, onu hiç dinmeyen bir özlem ve sevgiyle anıyoruz. Yoldaş Nahuel Moreno, Sosyalizme dek daima!..

IV. Enternasyonal’in tarihsel rolü ... Konuşmamızın sonuna gelmiş bulunuyoruz. Geriye açıklık kazandırılması gerekli tek bir şey kaldı. İşçi sınıfının dünya devrimci partisinin inşası, daha önce de vurguladığımız üzere insan uygarlığının bugüne dek önüne koymuş olduğu görevlerin en büyüğü. Gerek çapının büyüklüğü, gerekse yüzleştiği düşmanların devasa gücü nedeniyle, uzun soluklu ve bir hayli zorlu bir görev bu. Bizler yegâne ahlaki silahı işçi sınıfına ve kitle hareketine koşulsuz ve gözü kapalı güven beslemek olan bir avuç militan olarak, insanlığın kaderini ellerinde tutan bir sınıfa ve bir kasta karşı çarpışmaktayız; yani emperyalizme ve bürokrasiye karşı. Daha önceki sert ve şiddetli mücadelelerin bir sonucu olan iki fraksiyon arasındaki yeni bir sert ve şiddetli tartışmanın ortasında kalan, bugün yeni bir krizin eşiğinde olduğumuzu fark eden, son 25 yıl boyunca Dördüncü Enternasyonal’in hayata geçirmiş olduğu devasa hataları görmekte olan genç yoldaşların tümü bize öyleyse neden bu enternasyonalin saflarında mücadeleye devam etmeli ki diye sorma hakkına sahiptirler ve bir çoğu da bunu soruyor zaten. Onlara yanıtımız şu olacak; Şu ana dek işçilerin dünya devrimci partisi olarak tarih öncesi çağlarda yaşamaktaydık. Tüm hatalarına karşın bu enternasyonal bugüne dek muazzam bir işlev gördü; burjuvazinin ve Stalinist bürokrasinin en korkunç imha çabalarının ortasında, bir yüzyıla yayılmış tüm mücadele deneyimini kitleler ve işçi sınıfı adına muhafaza etti. Muhafaza edilen bu deneyim öylesine büyük bir hazineydi ki, kaybı halinde Sosyalist Devrimin gelişimi onlarca yıl gecikmeye uğrayabilirdi. Bu deneyim, bir teoride -Sürekli Devrim Teorisinde-, bir programda -Geçiş Programında - ve bir örgüt anlayışında- Leninist -Troçkist Parti- sentezlenmekteydi. Yalnızca işçi ve kitle hareketinin bu hayati araçlarının muhafazası nedeniyle bile, tarih öncesi olarak nitelendirdiğimiz bu etap, insanlık uygarlığının tarihine şimdiden geçmiş durumdadır. Ama artık tarih öncesi dönemleri arkamızda bırakıyor ve Dördüncü Enternasyonal’in tarih çağlarına giriyoruz. Kitle hareketleri daha önce tanık olunmamış ölçekte bir yükseliş gösteriyor. Dünya kapitalist sistemi ve emperyalizm, gerçekte çürüyüşünün ve çöküşünün bir yansıması olan ve giderek derinleşen dramatik bir kriz üzerine tartışıp duruyor. Kitleler, Stalinizm ve reformizm ile yaşadıkları onlarca yıllık tecrübenin ardından, her geçen gün daha fazla bu sektörlerden nihai kopuşa doğru yaklaşıyor. Artık Dördüncü Enternasyonal ile kitleler arasında hiçbir tarihsel engel söz konusu değil. 1968 yılından bu yana, dünyanın herhangi bir köşesinde, kitlesel Troçkist partilerin inşasına girişmenin koşullarına sahibiz. İşçilerin dünya devrimci partisi, yalnızca bu geçiş döneminin tarihsel bir gerekliliği değil, zira onu inşa etmek için gerekli objektif faktörler zaten mevcut. Ve geçmişte ve günümüzde yaşadığımız tüm bu hatalar, bölünmeler ve sert tartışmalar, gerçekte bu kitlesel dünya partisinin yaklaşan doğum sancılarından başka bir şey değil. Bizim saflarında bulunduğumuz Dördüncü Enternasyonal, esasen bu partinin embriyonu ve doğumunun bir müjdecisi. Bu yüzden onun sancağı altındayız ve bu yüzden onun sancağı altında savaşmaya devam edeceğiz.

İşçi Cephesi, Ocak 2012

Nahuel Moreno

www.iscicephesi.net Aylık Siyasi İşçi Gazetesi (Aylık Yerel Süreli Yayın) • Sahibi ve yazı işleri müdürü Atakan Çiftçi (Enternasyonal Yayıncılık) • Yönetim yeri Şehit Muhtar Mah. Süslü Saksı Sok. No: 19/6 Beyoğlu - İstanbul • 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 25 TL • Yurtdışı: 25 € Baskı Estet Ajans Matbaacılık, Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul • Fiyatı 2 TL • Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.