Ic37

Page 1

Hrant Dink davası kararı: Cinayeti devlet üstlendi! Hrant Dink davası sonuçlandı. Mahkeme, Yasin Hayal’e “tasarlayarak öldürmeye azmettirmek” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verdi. Erhan Tuncel’e, Dink cinayetinden değil, Yasin Hayal’in Trabzon’da McDonald’s’a koyduğu bombayı imal etmekten 10 yıl 6 ay hapis cezası verdi; sonra hapis cezasını

ve tutuklu kaldığı süreyi göz önüne alarak sanığın tahliyesine hükmetti. Tuncel cezaevinden salıverildi. Bütün sanıkların, silahlı terör örgütüne üye olmak suçundan beraatına hükmeden mahkeme, Ersin Yolcu ve Ahmet İskender’i, Ogün Samast’a Dink’i öldürmesine yardım ettikleri için ayrı ayrı ağır-

laştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırdı. Sonra indirim uygulayarak 12’şer yıl 6ay hapse çevirdi. Tutuksuz sanıklardan Salih Hacısalihoğlu da ruhsatsız mermi bulundurmaktan 2 ay 15 gün hapisle cezalandırılırken, Yasin Hayal’in ağabeyi Osman Hayal’in de aralarında bulunduğu 13 kişi beraat etti. Diğer yandan

mahkeme tutuksuz sanık Coşkun İğci’ye hüküm vermeyi unuttu!? Dink’i öldüren Ogün Samast ise Temmuz 2011’de Dink’i öldürmekten 21 yıl 6 ay, silah taşımaktan 1 yıl 4 ay hapse mahkum edilmişti. Dava sonucunda örgüt bağlantısı bulamayan mahkeme, bir anlamda bütün dava sürecini ve tartışılanları çöpe attı.

BAK KOÇUM, BİZ ÖRGÜT DEĞİLİZ. KONTRGERİLLA FİLAN YOK. MUHALEFETİ SİNDİRMEKLE, FAİLİ MEÇHULLERLE İŞİMİZ OLMAZ. ÖZÜNDE BİZ BİLE MEÇHULÜZ. SÖYLE BAKALIM, KİMMİŞİZ BİZ?

BİZ DERKEN?

AFFERİM, AKILLI OL.

EYVALLAH.

Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 37 • Şubat 2012 • Fiyatı: 2 TL

Güvencesiz çalışmak yazgımız değil

Ulusal birlik değil, sınıfın birliği!

Sermayeye değil, emekçilere özgürlük

Sarkozy: Kriz Fransa için şans!

»8

» 14

İş güvencesi ve insanca yaşayacak ücret! Türkiye’nin en büyük dördüncü şehri Bursa’nın nüfusu kadar işsiz insanı olan bir hükümet neden övünür?

Bursa nüfusu kadar işsiz var! AKP Hükümetine göre ise ortada büyük bir başarı var. Dediklerine göre kriz koşullarında tek haneli işsizlik oranı övünülecek bir sonuçmuş. Türkiye’nin en büyük dördüncü şehri Bursa’nın nüfusu kadar işsiz insanı olan bir hükümet neden övünür? Hü-

kümet dünya ekonomik krizi koşullarında bunun başarı olduğu görüşünde. Neden? Çünkü işler kötü gidiyormuş. İyi de maharet iyi zamanlarda kötü günlere hazırlık yapmak değil midir? Kriz olduğunda işçiyi, emekçiyi kapının önüne koymanın, vergileri arttırmanın, eğitimden sağlıktan kesmenin neresinde maharet var? Hükümet işler iyi giderken ücretleri yükseltti, vergileri azalttı, eğitimi sağlığı herkes için ulaşılabilir hale getirdi de şimdi kriz var diye bunlardan feragat mi ediyor ki? Tutturmuşlar bir AKP Mucizesi. Hükümetin kerameti sadece kendinden menkuldür. Üstelik yalan söylüyorlar. Türkiye’de hükümetin açıkladığı işsizlik rakamının, enflasyon oranının, sendikalı sayısının doğru olduğuna kaç kişi inanıyor? Gerçek işsizlik, hükümetin açıkladığının iki katı! Nüfusun yarısının her tür sosyal güvenlik hakkından mahrum şekilde kayıt dışı çalıştığını

sağır sultan bile biliyor. Enflasyon gerçeği yansıtmıyor. En iyimser tahminlere göre sendikalılık oranı yüzde altı civarında. Bütün bunlara rağmen hükümet ve patronlar halen pembe tablo çiziyorsa bu sadece onların gerçeği gizleme çabalarının bir ifadesidir.

asgari ücret uygular. Güvencesiz çalışmayı temel çalışma kuralı yapar.

Pekiyi, bütün ufku-hayali yerli otomobil yapmak olan bir hükümet ne iş yapar? Kıdem tazminatına göz koyar. Özel istihdam büroları açar. Bölgesel

Bütün bunlara rağmen hükümet yine de samimiyse, millet-hizmet diyor ve övünecek iş arıyorsa önce bir milyon...

Pekiyi, bir hükümet bunları neden yapar? Onuncu büyük ekonomi olmak için. Otuz dört olan milyarder sayısını ikiye katlamak için. Türkiye’yi dünyanın ucuz emek cenneti yapmak için. Asgari ücret açlık sınırının Tabii hükümete sorarsanız bunların altında! hepsi kalkınmak için. Kendileri için İşsizlerin durumu bu şekilde de çalı- bir şey istiyorlarsa namert olsunlar. şanlar çok mu farklı durumda? Asgari Her şey memleket sevdalarından kaynaklanıyor. Her şey bu ülke için. ücret 701 lira. Açlık sınırı 958 lira. Milyonlarcamız açlık sınırının altında Pekiyi, her şey bu kadar iyi güzel de bir asgari ücretle yaşamak zorundayız. bu ülkede en zengin yüzde yirmi ile Büyük çoğunluğumuz çalışmak zorun- en fakir yüzde yirmi arasında sekiz dayız. Eğer çalış(a)mazsak aç ve açıkta kat fark nereden geliyor? Bu ülkenin her üç ferdinden biri neden yoksulluk kalırız. Lakin görüldüğü üzere artık çalışmak da yetmiyor, yoksulluğumuzu içinde yaşıyor? yenmeye. Yeni saldırılar yolda!

»2

Struggling with gravity, David Mor

AKP, Kasım 2002’de hükümet olduğunda işsiz sayısı 2 milyon 636 bin ve işsizlik oranı da yüzde 11,4 idi. Hükümetin birinci yılı sonunda, 2003 yılı tamamlandığında işsizlik oranı 10,3 ve işsiz sayısı 2 milyon 396 bin olarak gerçekleşti. Aradan on yıl geçti. En son açıklanan rakamlara göre işsiz sayımız 2 milyon 554 bin ve işsizlik oranı da yüzde 9,1 oldu. Hükümetin ilan ettiği Orta Vadeli Program’a göre de önümüzdeki üç yıl boyunca işsizlik oranı yüzde on civarında olacak. Kısaca AKP ile; az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik. On senede gide gide ancak bir arpa boyu yol gittik...


2

İLAN TAHTASI

Hukuk seminerleri devam ediyor

İş güvencesi Kapak sayfasından devam ...çocuk işçiyi sömürüden kurtarsın.

Kıdem tazminatına uzanan ellerini geri çeksin. Özel İstihdam büroları değil, güvenceli-sigortalı-örgütlü bir iş hayatı kursun. Bölgesel asgari ücreti değil insanca yaşayacak ücreti uygulasın. Eğitimi, sağlığı, belediye hizmetlerini ticarileştirmekten vazgeçsin. Hükümet bunları yapar mı? On yıllık icraatı ortada, yapmadı. Bundan sonra yapar mı? Sorun da burada! Hükümetin insafına kaldı ise hiçbir değişmeyecektir. Dün olduğu gibi bugün de hak ve özgürlükleri babasının çiftliğinin mahsulü sananlar hizmeti de tabii ki sadaka sanacaktır. Lakin ne bizler dilenciyiz ne de bu ülke birilerinin babasının çiftliğidir. Yaşadığımız hayat alın yazımız hiç değildir. İşçiler, emekçiler, bu ülkenin alınteri döken, üreten, düşünen tüm insanları olarak ancak kenetlenip birlik olur, örgütlenir isek sorunlarımızı hep birlikte aşabiliriz, çözebiliriz. İstenen de makuldür! İş istiyoruz. İş güvencesi istiyoruz. İnsanca yaşayacak ücret istiyoruz. Hak ve özgürlüklerimiz için siyasi demokrasi istiyoruz. Bu hepimizin hakkı... Hak verilmez alınır, onu da biliyoruz...

İşçi Cephesi, 1 Şubat

Ocak ayının son pazar günü ikincisini düzenlediğimiz hukuk semineri Alibeyköy’de gerçekleşti. Alibeyköy’deki işçilerin katılımı ve sorulan sorular sendikal örgütlülükle hiç tanışmamış işçilerin haklarını arama konusunda ne kadar yoksun kaldığını gösterdi İC - Haber, 2 Şubat Genellikle iş için doğudan göçen işçilerden, evde çalışan kadınlara, hızla yükselen hizmet sektöründeki taşeronlardan beyaz yakalılara kadar her kesimden işçinin katılımı mevcuttu. Hatta aramızda UPS’de yeni örgütlenmiş işçiler de vardı.

lar • Güvencesiz çalışmaya rağmen sahip olunan haklar • İşyerinde baskı ve denetim mekanizmaları ve bunlarla mücadele • Ücret kesme, ücret azaltma

• Çalışma koşulu değişikliSeminer iş hukuku alanında ği, işyerinin değiştirilmesi, uzman olan İzzet Otru’nun iş çalışma koşullarının ağırlaşhukukunun belli kurallarına ması ve sahip olunan haklar dair özeti ile başladı. • Performans değerlendirEğitimin genel başlıkları:

• İş ilişkisinin kurulması esnasında sözleşme yapılırken dikkat edilecek hususlar • İş ilişkisinin kurulması ile sahip olunan haklar • İş güvencesi • Alt işveren ilişkileri (Taşeronluk) ve yaşanan sıkıntı-

mesine dayanan baskılar ve mücadele

• Yıldırma politikaları ve mobbingin hukuksal niteliği ve sahip olunan haklar • Kıdem, ihbar tazminatları, yıllık izin, ücretsiz izin gibi konularda haklara ilişkin bilgilendirmeler

Ne savunuyoruz? Neyi hedefliyoruz? İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Türkiye’de devrimci bir işçi partisinin inşası için mücadele ediyoruz. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş

veriyoruz. Sermayenin baskı ve şiddet rejimine karşı mücadele ediyoruz ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.

MEKTUPLARINIZI

BEKLİYORUZ

ISCICEPHESI@

GMAIL.COM

• İş sağlığı ve güvenliği hukukuna ilişkin bilgilendirmeler Seminer genel olarak karşılıklı soru cevap şeklinde yürüdü. İş yerlerindeki sorunları paylaşan işçiler hem hukuki olarak neler yapabileceklerini gördüler hem de iş hukukunda uzman olan avukatlarla irtibata geçtiler. Seminer boyunca en çok vurgulanan nokta ise; tek tek dava açarak işverene karşı haklarımızı elde etsek de genel olarak hak gasplarını ortadan kaldıramadığımız için hep beraber hareket etmenin önemiydi. Bir iki seminere sığmayacak kadar çok konuşulacak şey olduğu için üçüncü bir seminer hedefi koyarak toplantıyı bitirdik.


EMEK GÜNCESİ

Kaynayan kazanın adı PTT Kaynayan bir kazan halindeki PTT’de kapağı kaldıran direnişteki PTT işçileri olmuştu. Yolsuzlukların ve hak gasplarını son hız devam ettiği PTT’deki son süreci hayatı boyunca emekten yana tavır koymuş HaberSen’li bir işçi dostumuz ile değerlendirdik. Şimdi kendisi ile yaptığımız röportajı yayınlıyoruz. İC: Sizinle direnişteki PTT işçilerinin çadırında tanışmıştık. Kadrolu bir işçi olarak süreci yakında takip edip direnişe olabildiğince destek olmuştunuz. Direniş şuan hukuksal mücadele şeklinde devam ediyor. Gelinen son nokta nedir?

şahit olarak ifade verdim. İki şaidin daha dinleneceği dava 8 Mayıs’a ertelendi. Şuan ki hukuksal süreç bu şekilde. İC: Direnişteki işçilerin yargı süreci bu şekilde devam ederken içerdeki durum sizin açınızdan nasıl işliyor? Şuan önünüzdeki en güncel sorun nedir?

İşçi: PTT’de kadrolu ve taşeron işçileri var. Taşeron işçiler köle gibi 11 ay çalıştırıldıktan sonra hiçbir hak iddia edemeden işten atılabiliyor! Meslek hastalıkları hiç dile dahi alınmıyor. Onun dışında PTT’nin özelleştirilmesi gibi bir İşçi: İşçiler taşeron altında çalıçalışma var önümüzde. Bir PTT şıyorlardı ama sonuçta PTT’nin kalmıştı özelleştirilmeyen! Ulaştırişlerini yapıyorlardı. Bu nedenle de ma Bakanlığı MemurSen ile işbirPTT’ye dava açmışlardı ama Bakır- liğinde bu çalışmayı hazırlıyor. Biz köy 2 Nolu İş Mahkemesi, muHaberSen olarak defalarca başvurhatabın PTT değil taşeron firma mamıza rağmen bir sonuç alaolduğu gerekçesi ile davayı reddet- madık, genelgeler gizli tutuluyor. mişti. Sonrasında işçiler bu karara Aldığımız duyumlara göre güya itiraz ettiler ve Yargıtay da davanın PTT’nin özelleştirilmesi yaza kadar PTT ile ilgili olduğu sonucuna rafa kaldırılmış. “Önce batır sonra vardı. 31 Ocak’taki son davada ben sat” mantığı ile aslında çalışmalar

devam ediyor. Mesela önceden bir postacı mahalleye gittiği zaman vatandaşın APS’sini, kargosunu, normal mektubunu, taahhütlü mektubunu vs. birlikte dağıtırdı. Şuan bunların hepsi ayrı işlermiş gibi gruplandırılıp bir mahalleye 6 postacı gönderiliyor! Bu yüzden vatandaşın mektubu gecikiyor ve PTT’nin vatandaşın gözünden düşürülmesi sağlanıyor. Vatandaş ile biz röportaj yaptığımızda PTT’nin şuan ki halinden memnun olmadıklarını söylüyorlar. Tabi vatandaş şuan işin aslını bilmiyor! Ayrıca bunların hepsi ekonomik olarak büyük bir maliyet anlamına geliyor. Biz HaberSen olarak vatandaşa hizmet etmek istiyoruz ve özelleştirmelere karşı çıkıyoruz. İC: Peki bu özelleştirmelerle birlikte ne gibi sorunlarla karşılaşılacak? HaberSen olarak buna karşı neler yapmayı düşünüyorsunuz? İşçi: Mesela 2004’de Telekom özelleştirilirken havuz sistemi kurulmuş ve memurlar ihtiyaçlara

3

göre yeniden görevlendirilmişti. En azından çalışanlar mağdur edilmemişti. Şuan ki özelleştirmede havuz sistemi yok! Muğlak bir durum var, bize ne olacağı belli değil! Buna karşı bir eylem planları hazırlıyoruz. İşte stand açmak, çadır kurmak, Ankara’da eylem yapmak gibi planlarımız var. Bu sayede Bakanlık’ın ve MemurSen’in bu ortak çalışmasını vatandaşa ifşa edeceğiz. İC: Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? İşçi: Süreç PTT’de bu şekilde işliyor ama dışarıda da bundan farklı değil! 2012’nin zor geçeceği söyleniyor biz işçilere. Bu saldırılara karşı tüm kitle örgütleri, emek dostları emek merkezinde birleşmelidir. Söyleyeceklerim bu kadar, teşekkür ediyorum. İC: PTT’deki süreci takip etmeye ve ihtiyaç dahilinde verdiğiniz mücadeleye destek olamaya devam edeceğiz. Vakit ayırdığınız için biz teşekkür ederiz.

Maltepe Belediyesi taşeron işçileri direnişte! İC - Haber, 6 Şubat 12 Haziran seçimlerinin öncesinde, CHP’li belediyeler birer birer taşeronluk sistemine geçerken CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da meydanlardan dalga geçercesine taşeronluk 21. yüzyılın ayıbıdır ve kaldırılmalıdır diye sesleniyordu. Taşeron uygulamasına geçen CHP’li belediyelerden birisi de Maltepe Belediyesi.

açıklaması düzenleyerek direnişe başlamışlar. Bunun üzerine belediye başkanı Mustafa Zengin işçilere taleplerinde haklı olduklarını ve isteklerinin karşılanacağını söyleyerek direnişi sonlandırmak istemiş. Ertesi gün ise, basın açıklamasını yapan 9 işçinin atıldığı haberi gelmiş. Belediyenin tüm çabalarına rağmen direnişi sürdüren işçiler, 30 Maltepe Belediyesi’nde çalışan taşeron işçiler, hak gasplarına, işten Ocak günü yani direnişin atılmalara ve taşeronlaşmaya karşı 41. gününde belediye zabıtalarının saldırısına bir süredir direnişte. Her şey geçuğramış. Pankartlara, tiğimiz 1 Mayıs’a topluca katılma kararı almalarıyla başlamış. Miting afişlere, bildirilere, hatta işçilerin kişisel eşyalarına dönüşü sohbet ederken, birbirleel konulmuş. Bu saldırinin sorunlarını paylaşmışlar ve aslında hepsinin benzer durumlar- rı sırasında zabıtaların dan şikayetçi olduğunu fark etmiş- kullandığı orantısız güç nedeniyle ler. Bunun üzerine hemen harekete 1 işçi kalp krizi geçirerek hastageçerek taleplerini belirlemişler ve neye kaldırılmış. Bütün bu süreç boyunca belediyenin kendilerini belediye çalışanlarından 400’ün kötülemek için her yolu denediğiüzerinde imza toplayarak başkanni ancak esnaf ve bölge sakinlerilığa iletmişler. Belediye başkanlığından cevap alamayınca bir basın nin desteklerini hiç esirgemediğini belirten işçiler, en çok kendilerine

ihanet eden sendika bürokrasisinden şikayetçi. Genel-İş 2 nolu şube ve belediye-iş 6 nolu şube belediye başkanıyla birlikte işçileri savcılığa şikayet ederek tarafını açıkça belli etmiş ve işçilere karşı belediyeye destek olmuş. İşçilere destek olan genel iş 1 nolu şube başkanı konuyu bunun bir sendikacılık sınavı

olduğu ve diğer sendikaların bu sınavı geçemediği şeklinde değerlendiriyor. Tüm baskılara, hava şartlarına, belediyenin karalama ve kimi zaman şiddet içeren mücadelesine, sendikaların ihanetine rağmen bu güne kadar direnişi sürdüren işçiler devam etmekte

de kararlı, önümüzdeki günlerde Ankara’ya giderek seslerini duyurmaya çalışmayı planladıklarını da 4 Şubat Cumartesi günü gerçekleştirdikleri dayanışma gecesinde ilan ettiler. İşçilere destek olmak için gelen ailelerin, siyasi parti ve gazetelerin ve diğer belediyelerin direnişteki işçilerinin de katılımıyla gerçekleştirilen gecede işçiler, esnek ve güvencesiz çalışmaya son verilmesi, işten atılan işçiler işlerine geri alınması, taşeron çalışmaya son verilmesi, kadrolu işçilerin yararlandığı fazla mesai, ikramiye, aile, çocuk, giyim ve yakacak yardımı gibi sosyal yardımların taşeron işçilere de verilmesi, sendikal örgütlenme hakkının tanınması gibi taleplerini bir kez daha dile getirdi. Gecede konuşmalar sık sık sloganlarla kesilirken işçilerinin moralinin yüksek olduğu görüldü. Ataşehir ve Kartaldaki direnişçi işçilerden gelen destek mesajları ise, sınıf dayanışmasının önemini göstermesi açısından önemliydi.


4

POLİTİKA

JİTEM, Ergenekon ve İnternet Andıcı Oktay Benol, 28 Ocak Önce Ahmet Şık ve Nedim Şener, Oda TV Davası kapsamında tutuklandı. Ardından Hrant Dink davası “örgüt yok, cinayet bireysel” kararı verilerek sonuçlandı. Böylece bu davalarla doğrudan bağlı olan Ergenekon davası üzerindeki kara bulutlar daha da yoğunlaşmış oldu. Bu çerçevede Ergenekon davasına bakışta üç farklı görüş olduğu söylenebilir: 1) Ergenekon davası fasa fisodur. Gelişmeler bunu doğrulamaktadır. 2) Dava başlangıç olarak doğrudur ama sulandırılmaya çalışılmaktadır. 3) Davaya konu olan her şey başından sonuna kadar doğrudur...

man”, Yalçın Küçük’ün “hazret” diye andığı bu kişilerin yönettiği JİTEM neden kuruldu? İddianameye konu olan itiraf ve ifadelere göre, PKK’ye karşı “etkin mücadele” sürdürebilmek için! Bir bakıma “devlet” hak-hukuk meselelerinin ayak bağı olduğuna kanaat getirip “durumdan görev çıkararak” devlet otoritesini tesis etmek amacıyla kolları sıvamış. İddianameye göre JİTEM’in karnesi; Kürt işadamlarının öldürülmesinden Türk Hizbullah’ının kurulmasına, gazete bombalamaktan yargısız infazlara kadar nice korkunç eylemleri kapsıyor.

Kuşku yok ki bu görüşlerin hepsinin birden doğru olma ihtimali yok. Ayrıca ortaya çıkan Balyoz Eylem Planı ve İnternet Andıcı gibi gelişmeleri de bu çerçevede dikkate almak gerekiyor. Pekiyi, öyleyse bu görüşlerden hangisi gerçeğe daha yakın? Tutumumuz ne olacak? Cevap için hafızalarımızı biraz yoklamak gerekiyor.

JİTEM itirafçısı Abdülkadir Aygan’ın bir kısmına katıldığını söylediği 29 cinayetin bazıları şöyle: Musa Anter, Vedat Aydın, Musa

JİTEM “Kahramanları intihar eden bir millet ayakta kalamaz. Kahramanları intihar eden bir ordu savaşma yeteneğini kaybeder.” Bu açıklama halen Ergenekon davası tutuklusu olan İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’e ait. Andığı kişi, hakkında çeşitli yargısız infaz iddiaları bulunan ve bu yüzden intihar ettiği söylenen eski JİTEM Diyarbakır Grup Komutanı Binbaşı Abdülkerim Kırca!

Ergenekon davasının sulandığını ve/veya sonuç vermeyeceğini ya da hükümetin gerekli siyasi iradeye sahip olmadığını düşünmek ayrı bir tutum; bu davanın konusu olan yukarıda zikrettiğimiz örgüt ve cinayetlerin aslında düzmece olduğunu daha da beteri gerekli olduğunu söylemek ise apayrı bir tutum

kan Erdoğan’ın, “onlar gazetecilik faaliyetinden dolayı tutuklu değil” ya da “bir kitap bir bomba kadar tehlikelidir” yönlü açıklamaları da bu kafa karışıklığını besleyen unsurlar. Hatırlanacağı üzere Deniz Baykal’ın kendisini Ergenekon zanlılarının avukatı olarak ilan etmesine karşılık Başbakan Erdoğan da “Ergenekon’un savcısıyım” demişti. Bu anlamıyla ortada bir davadan daha fazlasının, tam ifadeyle bir hesaplaşmanın olduğunu söylemek sanırız abartı olmaz. Lakin tam da bu nedenle bu kakofoni ve kafa karışıklığının bolca tuzak barındırdığını da görmek gerekir. Bir yandan çok açık ki Ahmet Şık ve Nedim Şener’e isnat edilen suçlamalar zaten neredeyse kimseyi tatmin etmiyor. Bu

karışıklığı eğer bu cinayetlerin varlığının toptan inkârına dönüşürse işte o vakit faso fiso aşamasına tam bir geri dönüş yapmış oluruz. İnternet Andıcı Oysa İnternet Andıcı davası kapsamında tutuklanan Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ örneği de göstermekte ki faso fiso aşamasına dönmenin bir bedeli var. Genelkurmay saklamıyor. İnternet sitelerinin bilgileri dâhilinde kurulduğunu, halkı bilgilendirmek dışında bir amaç taşımadığını ifade ediyor. On yıl önceden değil birkaç yıllık geçmişten bahsediyoruz. Benzerlerinin mevcut olup olmadığı da şüphe götürür. Bu tablo rejimin çok başlılığının, rejim içi güç ve iktidar mücadelesinin devam ettiğinin de bir göstergesi. Dolayısıyla İnternet Andıcı, İrtica ile Eylem Planı kapsamında anılsa da büyük tabloda amacın sadece AKP hükümeti ya da Fethullah Gülen ile sınırlığı olmadığı ortada. Söz konusu internet sitelerinin Kürt, Ermeni, Kıbrıs sorunu gibi “kırmızı çizgi” konulara yoğunlaşmış olması aslında asker-polis rejiminin ayak izlerini takip etmeye olanak veriyor.

JİTEM, Ergenekon, Balyoz, İnternet Andıcı ve diğerleri arasındaki bağı kurmak bu açıdan çok önemli. Sapla samanı ayırmak zorundayız! Ne diyor Doğu Perinçek?: “İki tür cenaze kalkıyor Türkiye’de. Biri ‘Hepimiz Ermeni’yiz.’ Bu bir cenaze, Toprak, Mehmet Şen, Talat Akyıldız, insanların bu davayla ne ilgisi var so- neyin cenazesi? ...düşman parmağını Zahit Turan, Necati Aydın, Ramarusu çok geniş bir çevrede yine -haklı sokmuş, Ermeni’yiz diye yürütüyor... JİTEM! Susurluk Raporu’na Bir de başka bir cenaze. Abdülkerim zan Keskin, Mehmet Ay, Murat olarak- dillendiriliyor. Bu konudaki göre 1981–1985’de, Soner Yalçın’a Aslan, İdris Yıldırım...” (Ahmet Şık, haklı kaygı ve şüpheleri bizde taşıyo- Kırca’nın cenazesi... Türk Ordusu kengöre 1987’de Jandarma Genel ruz. Diğer yandan Ahmet ve Nedim dini savunmayacak mı? KahramanlaKomutanlığı’na bağlı olarak, Jandar- 3 Şubat 2005 – Radikal) Kuşkusuz rını korumayacak mı? ...Önümüzdeki bunlar özellikle sosyalistler için bieşittir Ergenekon davası olmadığı ma İstihbarat ve Terörle Mücadele dönem her şey silahla çözülecek. Ve linenlerin doğrulanması. JİTEM’in da ortada. Yani onlar masum öyGrup Komutanlığı adıyla kurulmuş Türkiye’de bir iç savaş, kavga yaşancinayetleri Ergenekon davasının da leyse Ergenekon faso fiso sonucuna bir devlet örgütlenmesi. Emnimaktadır. ...Bugün Ordu ve emniyet konusu durumunda. Dolayısıyla ulaşmak için bir neden yok. Aynı, yet Müdürü Hanefi Avcı’ya göre Türkiye için birinci meseledir. Onun Ergenekon davasına konu olan bu Hrant davası bir sonuç vermedi, JİTEM’in varlığı resmi düzeyde kaiçin TSK’ya yönelik bu psikolojik savaş demek ki Ergenekon düzmece bir bul görmekte. Kurucusu olan Emekli olay ve kişilerin sosyalistler taradava, sonucuna ulaşılamayacağı gibi. karşısında kimse tarafsız kalamaz...” Binbaşı Arif Doğan, JİTEM’i sonra- fından görmezden gelinmesi, hatta dan emekli Tuğgeneral Veli Küçük’e kahraman-hazret vs ilan edilmesi söz Bu anlamda Ergenekon davasının Biz de tarafsız kalmıyoruz; Ergenekonusu olamaz. sulandığını ve/veya sonuç vermeyedevrettiğini söylüyor. Veli Küçük, kon davasının sulandırılmasına karşıceğini ya da hükümetin gerekli siyasi Yalçın Küçük’ün Silivri’yi kastedeyız ve tüm cinayetler açıklanıncaya Ergenekon iradeye sahip olmadığını düşünmek kadar da davanın takipçiyiz. Bütün rek, “İçerdeki herkes dimdik ayakta, Lakin Ahmet Şık ve Nedim Şener ayrı bir tutum; bu davanın konusu hepsi cumhuriyet için savaşıyor...” bu davalar bağlamında ve Kürt gibi Ergenekon ile isminin anılolan yukarıda zikrettiğimiz örgüt ve sorunu, Arap devrimleri ve dünya açıklamasında “Veli Küçük Paşa ması ihtimal dışı görünen bir dizi cinayetlerin aslında düzmece olduğu- ekonomik krizi ışığında da yerimiz Hazretleri de...” diyerek andığı kişi. kişinin davaya eklenmesi -haklı nu daha da beteri gerekli olduğunu daima işçi sınıfının ve emekçi yoksul Pekiyi, Doğu Perinçek’in “kahraolarak- kafaları karıştırıyor. Başbasöylemek ise apayrı bir tutum. Kafa halkların bağrıdır.


POLİTİKA

5

Hükümet artık Van’da hayat normale dönüyor dese de, gerçek tablo bize tam tersini söylüyor. Depremin üzerinden 3 ay geçti, sormak istiyoruz eğer her şey normale döndüyse insanlar neden hâlâ çadırlardalar? Bu kadar mı zor prefabriklerin inşası?

Van’da normale dönen ne? Derya Deniz, 1 Şubat 23 Ekim ve 9 Kasım 2011’de Van’da yaşanan depremlerin üzerinden üç aya yakın zaman geçmiş olmasına rağmen bölgedeki sorunlar çözülebilmiş değil. Ne barınma, ne sağlık ne de beslenme ile ilgili sorunlara kalıcı bir çözüm bulunmuş değil.

ölen ya da kalıcı hasarlarla yaşamak zorunda olanları da eklemeliyiz.

Böylesi bir deprem ülkesinde, en acil sorunları çözemeyen “ustalık dönemi” hükümeti yaşanan acılardan sorumlu değil midir? Öte yandan, Hükümet’in deprem karşısındaki acizliği tüm açıklığıyla ortaya çıkmışken, bölgeye yardıma giden gönüllü kuruluş ve bireyleri Aslında Van halkı için, depremin çalıştırmamasının mantığı ne olabiardından yaşananlar neredeyse lir? Yerel yönetimler güçlenmeli didepremin şiddeti kadar yıkıcı oldu. yenlerin aslında buna kendilerinin Parası olanların göç ettiği kentte, inanmadığı açığa çıkıyor. Ama daha yoksul halk ise soğuk ve açlıkla mü- da önemlisi emekçilerin dayanışmacadele etmek zorunda kaldı. Bu süre sını kesinlikle istemedikleri bir kez boyunca sobalar nedeniyle yanan daha ortaya çıkıyor. Yoksa hükümet çadırlarda ölen çocuklar belki de yanlısı kurumlar bölgede rahatça en çok canımızı acıtan oldu. Buna çalışmalarını sürdürebiliyor. hastalık ve bakımsızlıklardan dolayı

Bölgede sorunlar devam ediyor kırılan çocukların sorumlusu kim? Bizlerden topladığı deprem vergiHükümet artık Van’da hayat leriyle yol yapan “ustalık dönemi” normale dönüyor dese de, gerçek hükümeti olmasın? tablo bize tam tersini söylüyor. Devletin yetmediği yerde emekçiDepremin üzerinden üç ay geçnin yardımına emekçi koşuyor. Hüti, sormak istiyoruz eğer her şey kümet onlara da “izin vermezük” normale döndüyse insanlar neden hâlâ çadırlardalar? Bu kadar mı zor diyor. Dayanışmaya gelen doktora prefabriklerin inşası? Peki, toplanan “git” diyor, gençleri kovuyor. “Sivil toplum” dediğin sadece güzel bir yardımlar ne oldu? Deprem dönenida olarak kalıyor devletin “güminde reklam için televizyonlara venlik” konseptinin yanında... Ve çıkan zenginler neredeler? Vaat ettikleri yardımlar ne oldu? Güzel bir hükümet “hayat normale dönüyor” diyor, herkesin gözünün içine baka televizyon reklamı olarak mı kaldılar? Sağlık sistemi neden düzgün baka... işlemiyor? Van’da binlerce hasta ve Devletin işi de zor, emekçiyi tek yataklı bir hastane var. Yiyecek dövmek için cop, bayıltmak için bulmak neden bu kadar zor? gaz lazım. Ne acelesi var ki Van Yangınlarda ölen, hastalıklardan

halkının...

Cezaevleri doldu, taştı! Kemal Boran, 30 Ocak Türkiye adeta cezaevine döndü. Cezaevleri tutuklu ve hükümlülerle dolu. Adeta tuttuklarını cezaevine atıyorlar. Cezaevlerinde kapasitesinin çok üstünde tutuklu ve hükümlü var. Bir örnek vermek gerekirse; Gaziantep cezaevinin kapasitesi 450 iken cezaevinde yatan tutuklu ve hükümlü sayısı 1650, yani kapasitesinin neredeyse dört katı. Aralık 2011 verilerine göre yaklaşık yedi bini siyasi olmak üzere 128 bin kişi cezaevlerinde bulunuyor. Mevcut kapasite ise yaklaşık 117 bin kişi. Halihazırda farklı tip ve özelliklerde tam 370 adet cezaevi mevcut. Hükümet bu yıl 20 adet daha cezaevi yapmayı planlıyor. Bir yandan KCK operasyonları da hız kesmeden devam ediyor. Yargılamalar da uzayıp gidiyor. Tutukluluk sürelerinin uzunluğu nedeniyle cezaevlerinde tutuklu sayısı hükümlü sayısını aşıyor. Tutukluluk infaza dönmüş durumda.

Cezaevleri ölüm saçıyor! Cezaevlerinde sağlıksız koşullarda kalan tutuklu ve hükümlüler sağlıklarını kaybediyor. Cezaevinde ölümün eşiğine gelmiş çok sayıda hasta mahkum var. İçlerinde kanser olan, şeker hastası olan, şizofren olan, hatta felçli olup kendi ihtiyaçlarını karşılayamayan mahkumlar var.

için acilen cezaevinden çıkarılması gerekiyor.

Ceza ölüme yol açmamalı, asıl olan yaşatmak olmalıdır. Mahkumlar ve tutukluların sağlığı devletin sorumluluğu altındadır. Baskıcı rejimler muhaliflere tahammülsüzdür, eleştirilmek hoşlarına gitmez. Medyanın gerçekleri örtmesini ve iktidarın istediği çizgide yayın yapBu mahkumlardan olan Özgür masını isterler. Görsel ve yazılı medUygun’un cezaevine girmesine neden olan suç polise mukavemet ve yanın ipini sürekli ellerinde tutarlar ve kontrolleri dışına çıkmasına engel hakime hakaret. Bu suçlardan Özolurlar. Bunu yapmak için bazen gür Uygun tam 17 yıl cezaya çarpyargıyı bazen de ekonomik gücü koz tırıldı. Çarptırıldığı 17 yıllık hapis olarak kullanırlar. Bunun en yakın cezasını çekmek üzere konulduğu ve yakıcı örneği Uludere katliamıIsparta E Tipi Kapalı Cezaevi’nde dır. Uludere’de köylüler uçaklardan geçen yıl Haziran ayında merdiven atılan bombalarla katledilirken katliboşluğuna düşmesi sonucu felç oldu. Nefes alma dışında hiçbir işini am Türk medyasına on saat sonra kendisi yapamayan hükümlü 24 ya- yansıdı. şındaki Özgür Uygun’a, üç ay önce Muhalifler cezaevinde cezaevine gönüllü olarak izinli giren İktidar hoşuna gitmeyen yazılar ağabeyi 26 yaşındaki Soner Uygun yazan gazetecileri cezaevine atarak bakıyor. Yani gönüllü mahkum! Bu terbiye etmeye çalışıyor. Türkiye siderecede hasta olanların tedavisi

yasi tutuklu-hükümlü sayısında diktatörlükle yönetilen ülkelerle yarışır durumda. Örneğin KCK adı altında Kürt muhalif hareketine göz açtırılmıyor. Çok sayıda gözaltına alınan var. KCK’dan tutuklu sayısı 4 binin üzerinde. BDP’nin siyasi kadroları cezaevlerinde ömür tüketiyor. İktidarın baskısı öğrencileri de mağdur ediyor. Cezaevinde parasız eğitim istediği ve bunu pankarta yazarak dile getirdiği için terör örgütü üyeliğinden yargılanan gençler var. Kısacası dört bir yandan kuşatılmış durumdayız. Rejim muhalif istemiyor. Evinizde oturun, tevekkül edin diyor. Öyle yağma yok. Adı “Adalet” olan bu anti-demokratik iktidarın karşısında hak ve özgürlükler için durmak demokratik bir gerekliliktir. Adalet ve kalkınma palavraları ne yoksulluğu, ne işsizliği ne de siyasi baskıları örtmeye yetmiyor...


6

POLİTİKA

“Türkiye ihracat rekoru kırdı” ya da “istatistiksel jimnastik” Hemen her gün televizyonlarda ya da hükümet sözcülerinin dilinde Türkiye’nin adeta şahlanmış bir şekilde kırdığı bir dizi rekor sunuluyor B. Turgut, 31 Ocak

Ya büyüme ya da ihracatta rekorlar birbiri ardına kırılıyor. Kimsenin aklına “ya madem bu kadar rekorla ilerliyoruz, her şey iyi güzel de, neden bizim gelirlere, hayat standartlarımıza yansımıyor bu durum?” sorusunun gelmeyeceğini düşünüyor olmalılar. Nitekim her geçen gün daha fazla çalışmasına rağmen, hem borcu hem de ücretlerinin değişim değeri yıllar içinde eriyen insanların da sayısı artıyor. İşsizlik oranları son 30 yılın en yüksek düzeyinde seyrediyor. AKP Hükümeti’nin baktığı yerden her şey çok açık; Avrupa ülkeleri kriz içinde debelenip dururken biz ekonomimizin gücü ile yeni rekorlar kırıyoruz. Ekonomik istikrar ve ekonomi yönetimi işte budur! AKP Hükümeti’nin kullandığı istatistik bilimini bir de biz kullanmayı deneyelim ve bakalım durum gerçekten öyle midir? Cari açık, yani kabaca, gelirlerimiz (ihracat) ile giderlerimiz (ithalat) arasındaki fark, 2011 yılı 11 aylık döneminde bir önceki yıla göre yüzde 77 artarak 70 milyar 241 milyon dolar olmuş durumda. Ve evet bu da bir rekor. Mesela ABD’de cari açığın (467 milyar dolar) milli gelire (15 trilyon dolar) oranı yüzde 3 iken, şu aralar “batma” tehlikesinde olduğu ve Avrupa’nın en kritik ekonomileri olduğu söylenen Yunanistan ve Portekiz’ de yüzde 8 olmuş. Türkiye’de ise bu oran yüzde 10’dan fazla. Ve üstelik bu ikinci rekoru dünya üzerinde bizden başka kıran bir ülke de yok görünüyor. Yani, dünyada cari açığın; yani kasasındaki açığın, gelirine oranı en yüksek olduğu ülkeyiz. Sermaye hesabı denilen borç değil mi? Peki, bu fark nasıl karşılana-

cak? Yani gelir ile gider arasında fark nasıl kapanacak? O soruya AKP ve kapitalist ideologların verdiği cevap da basit. Bu aradaki farkı gideren bir takım önlemler almanız, deyim yerindeyse evdeki eşyaları satışa çıkarmanız gerekiyor. Buna “iktisat” dilinde sermaye hesabı deniyor. Yani dışarıdan bu açığı finanse edebilmek için aldığınız paraların hesabına verilen ad bu.

na giren paralardan başka bir şey değil. Madem, dış yatırımcıya güven verecek bir ekonomiye sahipsin; bu tekeller neden doğrudan yatırım alanlarına girip, nispeten daha kalıcı olmak yerine, dönemsel faizlerle paralar kazanarak çıkmaya çalışıyorlar? Verecekleri cevap yoktur. Kapitalist “büyüme”

Bu cari hesabın denkleşmesi için daha fazla büyümeden Peki, bu sermaye hesabı nasıl bahsedenler, başka deyişle ekobüyütülür? Yani cari açığın kapa- nomik büyümenin bu durumun tılması için dışarıdan nasıl para ilacı olacağını söyleyenler ise toplanır? Cevap, gazetelerin eko- en azından cahillikleriyle nefes nomi sayfalarında adlarına sıkça almaktadır. rastlanılan terimlerde gizli. Bu Kapitalist büyüme denilen para toplama işi borsa, tahvil ya şey aslında tam da açığı daha da hisse senedi alımıyla finanse da derinleştiren bir duruma yol

Cari açık, yani kabaca, gelirlerimiz (ihracat) ile giderlerimiz (ithalat) arasındaki fark, 2011 yılı 11 aylık döneminde bir önceki yıla göre yüzde 77 artarak 70 milyar 241 milyon dolar olmuş durumda. Ve evet bu da bir rekor

edilmekte. Peki, hisse senedi ya da devlet tahvili alınmasını nasıl sağlayacaksınız? Cevap; daha fazla faiz vererek olacaktır. Başka bir ifadeyle de cari açığı daha da büyüterek. Tevekkeli, ekonominin kurtuluşu için bel bağlanan dış yatırımcılar, bizim okumamızla emperyalist tekeller, dışarıdan getirdikleri parayı doğrudan yatırım denilen sanayi, fabrika vb. alanlara yönlendiren değil, onlar için çok daha basit ve işlevsel olan para ya da faiz politikaları-

Çözümleri aslında bildik Ekonomi, bugün birbirinden karmaşık görünen terimlerin arkasında ancak uzmanların anlayacağı bir hale bürünerek gizlenmiş görünüyor. İstedikleri; malum olanın, sıradan insanın, halkın gözünde gizlenmesidir. Rekor diyerek duyurulan ve aslında sıradan insana yutturulmaya çalışılan onca büyüme oranının, ihracat değerinin ardındaki tek gerçek şey, bu rakamların aslında işlerin neden sarpa sardığını gizlemesi için sunulduğudur. Her şey, gerçekte, çözüme değil, bir algı mistifikasyonuna hizmet etmektedir. Tıpkı kar yağışına karşı yolları bir türlü açamayan belediyenin son 30 yılın en büyük kar yağışıydı, dolayısıyla elimizden geleni yaptık ama her şey bizim dışımızdaydı demesi gibi, olan biten aslında sadece algıyı yönetmektir. Algı ise istatistiği eğip bükmekle ve aynı kesik cümlelerini sürekli tekrar etmeleri ile sağlanmaya çalışılmaktadır. Gerçekte tüm dünyadaki burjuva hükümetleri gibi AKP hükümetinin de, krizden çıkmak için çalışanlara, emekçilere ve geniş halk kesimlerine yıkım dışında söyleyeceği yoktur.

açıyor oysaki. Örneğin siz 80 liralık mal satarken 100 liralık mal alıyorsanız, cari açığınız 20 lira iken; ham madde bağımlılıklarınız gereği 160 liralık mal satarken de 200 liralık mal alacaksınız ve açığınız da 40 liraya çıkacak ve açığınızın oranı da büyüyecek demektir. Yani eğer ihracatınız yüzde yüz büyüyorsa, ithalatınız da o kadar büyüyordur. Yani ihracat rekoru kırmış iseniz aslında aynı zamanda ithalat rekoru da kırmış oluyorsunuz. Ama bunu duyurmak işlerine pek gelmiyor.

Bu yıkımın yolu da yıllardır vatandaşa dünyanın en pahalı benzinini, türlü türlü özel tüketim vergilerini ödetmekten, bugüne kadar kazanılmış bütün hakların, kıdem tazminatlarının, sosyal güvence sistemlerinin tarumar edilmesinden geçmekte. Ucunu bir kez daha yeni sigorta sistemi ile göstermiş bulunan çözüme karşı geliştirilecek olan mücadeleler bu reçetenin Yunanistan’da olduğu gibi emekçilere ödetilmesinin zor olacağı gösterilmelidir. Dış borçları patronlar ödesin! Borsa yasaklansın!


KADIN

7

İkiyüzlü kadın politikalarına hayır! Canan Yılmaz, 31 Ocak Bir süre önce Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, kadın örgütleriyle beraber çalışarak “Ailenin” Korunmasına İlişkin Dair Kanunda bazı düzenlemeler yapacaklarını ilan etmişlerdi. Gerçekten de onlarca kadın örgütü, mevcut kanunun eksikliklerine dair ve şiddete karşı gerçekten çözüm olabilecek önerilerini Bakanlık’a göndermişti. Ancak taslağın son halinde Bakanlık tarafından, kadın örgütlerinin önerisiyle kanuna girmesi amaçlanan pek çok husus kaldırıldı. Hatta var olan yasanın bile gerisine düşülerek taslak aleyhimize çevrilmiş durumda, bu da bizlere Bakanlığın gerçek niyetinin kadını korumak olup olmadığını sorgulatıyor. Kanunda neler var Kadının Statüsü Genel Müdürlüğünün yayınladığı son taslakta, İlk olarak, yasanın koruma kapsamından “yakın ilişki içinde yaşayan kadınlar” çıkarılarak, şiddet gördüğü erkekle arasında resmi nikahı olmayan kadınlar görmezden geliniyor. Oysa kadınlar yalnızca resmi nikahlı kocalarından şiddet görmemektedir, bir çok kadın baba, abi, akraba olan diğer erkeklerden, nişanlı ya da sevgili olduğu erkeklerden, imam nikahlı olduğu eşlerinden şiddet görüyor. Üstelik, zorla evlendirilen genç kadınları, resmi nikah yapmaya yanaşmayan kocaları düşünürsek, şiddet gördüğü erkekle nikahlı ya da nikahsız yaşamayı seçme hakkı kadına ait olmuyor. Bu durumda devlet nikahlanmadan herhangi bir erkekle “yakın ilişki içinde yaşayan kadınları” bir kez de kendi cezalandırıyor. Nikahsız kadınlara şiddeti meşru hale getiriyor. Yasadaki bir değişiklik de; şiddet uygulayan erkeklerin cezalarının indirilmesine ilişkin. Daha önce şiddet uyguladığı için koruma kararı çıkarılan bir erkeğin bunu ihlal etmesi halinde mevcut yasaya göre daha az ceza öngörülüyor. Daha da vahimi, bir daha şiddet uygulamayacağını beyan eden erkeğin ceza almayacak olması. Oysaki hepimiz biliyoruz ki,

hakkında koruma kararı verilen Ayşe Paşalı gibi birçok kadın eşleri onlarca kez “bir daha yapmayacağım” demesine rağmen öldürüldü. Bu haliyle devlet adeta şiddet uygulayan erkekle dayanışma yapıyor. Bir hayati değişiklik de, önleyici tedbir kararlarını veren kurumlara ilişkin. Yürürlükteki kanunda kadınlar için önleyici koruma kararları veren yetkili kurum, mahkemelerdi, ancak hükümet, taslağında bu yetkiyi Vali ve Kaymakamlara vermiş durumda. Kadının insan olmaktan gelen haklarının korunmasını hukuki bir süreçten çıkararak yetkiyi hükümetin atadığı bir takım adamla-

lemeyi içeriyor. Bakanlık kadına yönelik şiddeti ve cinayetleri önleyeceğim diye koşulları daha da kötüleştiriyor. Kadın cinayetlerinin her geçen gün arttığı ve var olan yasaların dahi bunu önleme de yetersiz kaldığı aşikarken, hükümetin bu taslağı gerçek niyetini de gözler önüne seriyor. Öncelikle bu taslak gösteriyor ki, hükümetin kadın örgütlerine söz hakkı tanımak, kadına yönelik şiddetle “etkin şekilde mücadele yürütmek” lafları birer reklamdan ibaret. Oysa gerçek iradesi, kadını değil aileyi korumak ve şiddet uygulayan erkeklerle de bu yolda dayanışma ağları kurmak... Öte yandan böylesi bir dönemde aileyi

Bakanlık kadına yönelik şiddeti ve cinayetleri önleyeceğim diye koşulları daha da kötüleştiriyor. Kadın cinayetlerinin her geçen gün arttığı ve varolan yasaların dahi bunu önleme de yetersiz kaldığı aşikarken, hükümetin bu taslağı gerçek niyetini de gözler önüne seriyor

ra devretmesi, kadın cinayetlerini polisiye vakalara çevirmektir. Ve böylesi bir durum bir haktan doğan korumanın, valinin iki dudağı arasına bakacağı anlamına gelir. Biliyoruz ki, birçok şiddet ve cinsel saldırı olaylarının failleri zaten bizzat bölgenin nüfuslu kişileri, kamu çalışanları, valinin çok yakınları hatta bazen kendisi... Bu durumda validen koruma kararı beklemek abesle iştigal olacaktır. Biz şiddetin suç sayılmasını ve dolayısıyla cezalandırılmasını istiyoruz. Korunan bizim bedenimiz, maddi ve manevi bütünlüğümüzdür ve bunun tesisi valinin keyfiyetine bırakılamaz. Taslak daha burada geçiremediğimiz aleyhte pek çok düzen-

koruma çabası da çok iyi niyetli gözükmüyor. Zira 2012 gibi dünyanın her yerinde büyük kriz beklentisinin olduğu bir yılda, mevcut işsizliğe ve güvencesizliğe karşı insanca bir yaşam arayışını mücadeleden ziyade diğer aile bireylerine, “sıcak aile” ortamına yönlenmesi hükümet için oldukça güvenli bir yol olacak. İkinci olarak yedek işgücünün üretilmesi için ‘üç çocuk’ gibi nüfus politikalarının uygulanması da aynı “sıcak aile” ortamının oluşmasına bağlı. Bunun için de hükümete göre şiddetin dahi bu aile tarafından örtbas edilmeye

ihtiyacı var… Öte yandan bu taslaktaki değişiklikleri, AKP’nin mevcut rejimde elini güçlendirmek için yaptığı kumpaslardan biri olarak da görmek mümkün. Zira yetkiyi mahkemelerden alarak mülki amirlere vermek, kadınları korumaktan çok yargının yetkilerini daraltmak ve yürütmeyi güçlendirmek niyetini taşıyor. İhtiyadi tedbir kararlarını uygulamayı valiye, kaymakama vermek meselenin çözümüyle hiç ilişkili bir süreç değil. AKP halihazırda hukuki hizmetini faiş fiyatlarla alınabilen bir meta haline getirmişken bir kez de mahkemeleri devreden çıkarıyor... Ne yazık ki kadınların hayatları kimilerinin nüfuz pazarlıklarına feda edilmiş oluyor. Bu aleyhte değişikliklerin kadınlar için hayat memat meselesi olduğu görülmelidir. Kadınların hayatları birer pazarlık alanı değildir. Bizler, kadın örgütlerinin önerilerini hiçe sayan, mevcut mağduriyetleri gözardı eden bu değişikliklerin hiçbirini kabul etmiyoruz. Failiyle arasında nasıl bir ilişki olduğuna bakmaksızın şiddet gören kadınları koruyacak düzenlemeler istiyoruz. Cinsel taciz, şiddet vakalarında kadının beyanının esas alınmasını, kendini aklamak zorunda olanın şiddet uygulayan erkek olmasını istiyoruz. Bakanlık kadınların taleplerini gerçekten dikkate almalı ve ikiyüzlü kadın politikalarına son vermelidir!


ARKA Daha önce dePLAN gördüğümüz gibi, şimdiye kadar bütün toplum biçimleri ezen ve ezilen sınıflar arasındaki karşıtlıklar üzerine kuru var ki, bir sınıfı ezebilmek için bile, o sınıfa hiç değilse köle hayatını sürdürmesini mümkün kılacak belli koşulları sağlamak gerekir neminde serf kendini komün üyeliğine yükseltebilmişti; küçük burjuva, feodal istibdat altında burjuvalaşmayı başarmıştı. Modern e sanayinin ilerlemesiyle durumunu düzelteceği yerde, aksine kendi sınıfının hayat koşullarının gitgide daha altına düşmektedir; sada olacak ölçüde yoksullaşmaktadır ve bu yoksullaşma nüfustan da, servetten de daha hızlı gelişmektedir. İşte burjuvazinin kendi varolu nı topluma zorla, mutlak bir kanun olarak benimsetmesinin artık mümkün olmadığı, toplumun hakim sınıfı olma yeteneğini kaybe açıkça ortaya çıkıyor. Burjuvazi hüküm sürebilecek halde değildir; çünkü kölesine köleliği içinde dahi yaşama imkanı sağlayamamak kölesi onu besleyeceği yerde, o kölesini beslemek zorunda kalacak kadar kölesinin sefalete sürüklenmesinin önünü alamamaktadır. To bu burjuvazinin hakimiyeti altında yaşayamaz; bir başka ifadeyle, burjuvazinin varlığı toplumla artık bağdaşmamaktadır. K.Mar

Sermayeye değil, emekçilere öz

Güvencesiz, örgütsüz, geleceksiz çalışmak yaz Fuat Karahan, 1 Şubat Dünyanın dört bir yanında milyonlarca işçi her sabah dökülürüz yollara. Her sabah bugün daha iyi olur umuduyla fabrikalara, ofislere, hastanelere, tarlalara doğru akarız. Kıtalar değişir, ülkeler değişir, saatler değişir, mevsimler değişir ama biz işçilerin yazgısı gibidir her akşam daha umutsuz olarak geri dönmek. Her gün yeniden hesaplarız bekleyen borçları, kredi kartlarını, kredileri, okul masraflarını, hastane masraflarını, kirayı, elektriği, suyu... Kabulleniriz milyonlarcamızın açlığı uğruna bir avuç insanın zenginliğini. Kabulleniriz haksızlığı, ezilmişliği, sömürüyü... Yeter ki işimiz olsun, yeter ki aybaşında az da olsa bir maaşımız olsun. Gerekirse az tüketiriz, gerekirse iki kişi çalışırız, gerekirse çocuklarımızı da çalıştırırız. Yetmezse hasta olmayız, okula gitmeyiz, yetmezse az yeriz... Yeter ki bir işimiz olsun. Bir de sigortamız oldu mu, yoktur bizden mutlusu... Zengin daha zengin olmuş, sistem adaletsizmiş görürüz, hükümet patronların hükümetiymiş biliriz. Kimimiz aybaşında bir maaş aldığımız için “şükür” deriz, kimimiz yumruğumuzu sıkar susarız, pek azımız da hakkımızı ararız.

patronlar sınıfından yanadır. Bize şükredin diyen patronlar, şükür etmeyi bilmezler ve kriz gelip kapıyı çaldığında kârları düşürmemenin yolunun, bizim suyumuzu biraz daha sıkmaktan geçtiğini bilirler. Bir patronun ağzına en yakışan kelimedir “giderleri kısmamız lazım”. Bütün müdürler, şefler ve hatta dalkavuk işçiler aynı cümleyi tekrar ederler, sanki hiç duymamışız gibi. Sanki kısacak bir şeyimiz kalmış gibi. Böylece bir şey isteyecek yüzümüz de kalmaz. Baktılar sesimiz çıkıyor, kapıdaki milyonlarca işsizle bizi tehdit ederler: “Senin yarı maaşınla çalışacak kaç kişi var biliyor musun?” Bir korkudur alır işçileri. “Ya aybaşında işsiz kalırsam, borçlarımı, kiramı ödeyemezsem...” Tükettirip bizi borçlandıranlar şimdi işsizlik, geleceksizlik kaygısıyla bizleri daha fazla biat etmeye, onların sömürü çarklarına daha fazla boyun eğmeye zorlarlar. Böylece güvencesiz çalışmaya bizi mahkum etmeye çalışırlar. Güvencesiz çalışma yaygınlaşıyor

Örneğin, mevsimlik çalışanlar, okullarda sözleşmeli çalışan ve yıl sonunda işten çıkartılan öğretmenler, devlette Ama patronlar böyle düşünmezler. 4A/4B/4C/50D kadrosunda çalışan Onlar hep daha kârlı olmanın, daha fazla büyümenin hesabını yaparlar. Bir işçiler güvencesiz çalışan kesimlerdir. patron iş kurar, alın terimiz üzerinden Evde üç kuruşa, sigortasız gece gündüz çalışan, ya da ek iş olduğunda para kazanır, ev alır, araba alır, arsa alır... İkinci işi kurar, alır da alır. “Dişi- komik paralara fabrikalara, ya da evnizi sıkın işçi kardeşler, üçüncüden son- lere temizliğe, çocuk bakımına giden kadınlar da güvencesizliğin mağdurra düze çıkacağız” der. “Hepimiz aynı larıdır. İşte bu çalışma tarzını tüm işçi gemideyiz, hepimizin işi, sahip çıkın” sınıfına yaygınlaştırmak istiyor patder. İş hepimizindir, kâr ise onların. ronlar ve hükümeti AKP. İşler büyür, patron ortadan kaybolur, sonra müdürler, şefler gelir unutulur Öğrencilerde de durum pek farklı sözler. Ve bu çark böylece sürer. İşdeğildir. Kimi zaman harç parası, yerleri değişir ama zihniyet değişmez. kimi zaman kalacak yer parası için Çünkü kapitalizm denen “işçi öğüten çalışmak zorunda kalır öğrenci, ya da sistem”in kuralı budur. Uymayan da yeni mezun. Öğrenciysen ya da yeni oyunu kaybeder. Ve bu sistemde hümezunsan, iş bulmak bile bir lütufsa, kümet de, yargı da, polis de, ordu da part-time ya da stajyer olarak çalışmak

bile bir şanssa, boyun eğmeyi daha genç yaşında öğrenirsin. Örneğin İngilizce öğretmenlik mezunu olup, öğretmenlik sınavları için ocakta çalışıyorsan, matematik bölümünü bitirip kadro beklerken ömrün sokaklarda geçiyorsa, öğrenciler de güvencesiz çalışmanın, geleceksizliğin mağduru değil midir? Genç mezunlara sinen umutsuzluk ve acizlik duygusu bu güvencesizliğin bir sonucu değil midir?

düzenlemeler güvencesizlik, geleceksizlik, daha fazla örgütsüzlük anlamına geliyor. Hükümet, bizi kandırmak için bu yasaya emeğin özgürleşmesi diyor, “istihdam paketi” diyor. Oysa bu paketle ne emek özgürleşir, ne de istihdam artar. Özgürleşen bir şey varsa o da sermayedir, emek ise daha fazla köleleşmektedir.

Sözün özeti, patronlar bu derin krizin farkında ancak kârlarını düşürmek istemiyorlar, hatta daha da büyüyerek çıkmak istiyorlar bu krizden. Ancak bizlerin emeği olmadan, bizler daha fazla sömürülmeden bu mümkün değil. Bunu bilen patronlar da en büyük korkumuzu kullanarak bizi güvence-

Kapitalizm altında kuşkusuz mutlak bir iş güvencesi yoktur. Ancak patronların bize layık gördüğü çalışma koşulları, bizim daha önce sahip olduklarımızdan daha geri haklara sahip olmamız anlamına geliyorsa mevcut hakları korumak ve daha da geliştirmek için mücadele etmemiz gerekir.

Hükümet, bizi kandırmak için bu yasaya emeğin özgürleşmesi diyor, “istihdam paketi” diyor. Oysa bu paketle ne emek özgürleşir, ne de istihdam artar. Özgürleşen bir şey varsa o da sermayedir, emek ise daha fazla köleleşmektedir.

Peki, patronlar sınıfı neden güvencesiz çalışmamızı ister? Cevap basittir, güvenceli çalışma işçi lehinedir ve bu durumun patronlar sınıfına bir maliyeti var. Biz işçilerin birliğinin, örgütlülüğünün zayıfladığını gören patronlar, krizi fırsat bilerek bu maliyetlerden kurtulmak istiyorlar. Bugün patronlar, işçi sınıfının ve onun politik örgütlerinin güçlü olduğu dönemlerde verdikleri tavizleri, örgütsüzlüğümüzü fırsat bilerek birer birer geri almaya çalışıyorlar.

Güvencesizlik kuralsız, korumasız çalışmaktır

Bu saldırı dalgası artık sadece geri kapitalist ülkelerin işçi sınıfını değil, gelişmiş kapitalist ülkelerin emekçileTürkiye’de patron örgütleri TÜSİAD’ın, MÜSİAD’ın, TOBB’un rini de etkilemektedir. Bugün sadece Türkiye emekçileri değil, Afrika’dan istediği güvencesizliktir. AKP hüküAsya’ya, Avrupa’dan Amerika’ya bütün meti de, patronların istekleri doğrultusunda, güvencesiz çalışmayı yasalarla işçiler ve gençlik aynı tehdidin altındadır ve bu nedenle de İspanya’dan garanti altına almaya çalışıyor. “Mini Yunanistan’a ve ABD’ye neredeyse istihdam paketi” adı altında, kıdem tüm kıtalarda kapitalizm karşıtı göstetazminatını kaldırmayı, esnek çalışriler mevcuttur. mayı yasallaştırmayı, özel istihdam bürolarının açılmasını serbest bırakKısacası güvencesizlik yaşadığımız mayı ve bölgesel asgari ücrete geçmeyi krizle birlikte gelen bir vaka değildir, planlıyor. Hükümetin planladığı yasal sistemin genel işleyiş biçimi haline siz, çalışmaya zorluyorlar.


ARKA PLAN

ulmuştur. Ne r. Serflik döemekçi ise, akaya muhtaç uş koşullarıettiği burada ktadır; çünkü oplum artık rx

9

zgürlük

zgımız değil gelmiştir. Güvencesiz çalışma düzeninde ister fabrika işçisi, ister plaza çalışanı, memur, doktor ya da öğretmen olalım, performansa dayalı, esnek yani güvencesiz çalışmak zorunda bırakılıyoruz. Oysa güvencesiz çalışmak; 1. İstihdam garantisi olmadan yaşamaktır. Güvencesiz çalışmanın kuralı patronun ön bildirim yapmaksızın işten çıkarma hakkına sahip olmasıdır. Güvencesiz çalıştırma, “Bugün git, yarın gel” diyebilme, hiçbir bedel ödemeksizin bir işçiyi çıkarabilme özgürlüğüdür patronun. Deneme süresi adı altında emeğimizin değersizleşmesidir. Çağrı üzerine, günlük, kısmi süreli çalışmak zorunda kalmamızdır. Buna patronlar “esneklik” diyorlar, bizse “modern kölelik”. 2. Örgütsüz, savunmasız, sendikasız çalışmaktır. İşçi sınıfının gücü üretimden gelir, ama birliği yoksa bu gücü işçi sınıfı kullanamaz. İş sözleşmelerinin ortadan kalkmasıyla, her şey patronun insafına kalır. Birlikte çalışma olanakları azaldığı için ortak örgütlenmenin de zorlaşması anlamına gelir. Türkiye’de sendikalı işçi sayısı zaten yüzde 6 civarındayken, yeni çalışma düzeniyle sendikalılık oranı daha da düşürecektir. Türkiye OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü) üyesi ülkeler arasında sendikalılaşma oranında sonuncu durumdadır. 3. Düşük ücretlerle ya da düzensiz ücretlerle çalışmaktır. İşsizlik korkusu ücretleri düşürür. Yine esnek çalışma nedeniyle, ne zaman iş varsa çalışacağımız için, düzensiz bir ücrete sahip oluruz. 4. Daha ağır çalışma koşulları demektir. Esnek, uzun çalışma saatleridir. Çalışma süresini sadece işverenin

belirleyebilmesidir. Gece yarısına kadar sürebilen çalışma düzenidir. Bir çok işyeri 12 saatlik iki vardiyaya geçme hazırlığındadır. 5. Sosyal hakların tırpanlanması ya da yok edilmesidir. Esnek çalıştığımız için yemeğimizi evden getiririz, çayı parayla alırız, yıllık iznimiz, mazeret iznimiz, hastalık, doğum iznimiz yoktur. 6. İş sağlığı ve iş güvenliği olmadan çalışmaktır. Uzun saatler ve düzensiz çalışmaktan dolayı iş kazaları artar.İşçiler köleleştikçe, hayatları da daha değersiz hale gelir. Bugün Türkiye’de olan tam da budur. Sadece ölümler değil, ağır yaralanmalar, küçük kazalar gündelik hayatın bir parçasıdır. Çoğu kaza bir haber niteliği bile kazanmaz. Ve patronlar sessizce kapatırlar bu kazaları. Ga-

Bize şükredin diyen patronlar, şükür etmeyi bilmezler ve kriz gelip kapıyı çaldığında karları düşürmemenin yolunun, bizim suyumuzu biraz daha sıkmaktan geçtiğini bilirler. Baktılar sesimiz çıkıyor, kapıdaki milyonlarca işsizle bizi tehdit ederler: “Senin yarı maaşınla çalışacak kaç kişi var biliyor musun?”

zetemize de birçok kez haber olan metal fabrikaları, tersaneler özellikle ağır kazaların yaşandığı yerlerdir. Türkiye zaten iş kazalarında dünya ikincisi, ve yeni düzenlemelerle iş kazalarının daha da artacağını şimdiden öngörebiliriz. 7. Özel istihdam bürolarına bağlı

olarak, köle işçi olarak çalışmaktır. Geçici iş sözleşmeleri yaygınlaşır, işçiler kiralanır. Örneğin hizmet sektöründe bir temizlik şirketi adına bir işyerini temizleyen işçi, çalıştığı okulun değil, onu kiralayan taşeronun işçisidir. Taşeronun sözleşmesi bittiği anda o da kapının önünde kalır. Bu zaten kötü bir çalışma düzeniyken, şimdi bir de tazminat hakkımız olmayacak. Eskiden o işçinin taşeronundan tazminat hakkı vardı ama özel istihdam bürosu “işim bitti, seni çıkardım “diyecek ve hiçbir güvence olmadan iş akdi sona erecek. 8. Esnek ve güvencesiz çalışanlar düzenli sigorta primi yatırmadıkları için emeklilik prim gün sayısına ulaşamazlar. 9. Güvencesizlik geleceksizlik korkusudur demiştik. Bu korkuyu yaşayan birçok arkadaşımız intihar etmektedir. Ataması yapılmayan 20’nin üzerinde öğretmen geçtiğimiz yıllarda intihar etmiştir. Özelleştirme ve 4/C mağduru 13 TEKEL işçisi intihar edenler arasındadır. Sonuç olarak; Bizlere dayatılan güvencesiz, esnek, kıdem tazminatsız çalışmaya karşı, ya bize dayatılanları kabul edeceğiz, ya da ekmeğimiz ve geleceğimiz için mücadele edeceğiz. Biz işçilerin bu kölelik düzeninden başka bir seçeneğimiz daha var: birlikte mücadele etmek ve ezilenden, emekçiden, yoksuldan yana bir düzeni kurmak. Bizim için gerçek seçenek budur. Bu nedenle hükümetin ve patronların yalanlarına karşı, istihdam paketi denen saldırı paketine karşı, yani kıdem tazminatının gaspına, esnek çalışmaya, bölgesel asgari ücrete ve özel istihdam bürolarına karşı

tüm işçi arkadaşlarımızı uyarmalıyız. Sendikalarımızda örgütlenerek patronların karşısına örgütlü olarak çıkmalıyız. İş kazalarında sinmek yerine iş ve sendika avukatlarıyla birlikte hakkımızı aramalıyız. İşçi arkadaşlarımızla, sendikalarımızla ve devrimci işçi çevreleriyle birlikte bu yasanın durdurulması için çalışmalara katılmalı ve birliğimizi güçlendirmeliyiz. Saldırı çok yönlüdür birlikte mücadele olmadığı sürece büyük bir yıkımla karşılaşırız ve yarın daha da kötü koşullarda çalışmaya mahkum oluruz. • Kıdem tazminatı haktır, gasp edilemez. • Kıdem tazminatı değil, işten çıkarmalar yasaklansın. • Tüm işyerlerinde iş sağlığı ve iş güvenliği önlemleri alınsın. İş sağlığını tehdit eden işverenler tutuklasın. • 4B, 4C, 50D statüsünde çalışanlar kadroya geçirilsin. Özelleştirme mağduru işçiler işlerine geri döndürülsün. • Sözleşmeli, geçici, mevsimlik çalışma sonlandırmalı ve işçiler kadroya alınsın. • Taşeronluk sistemine son verilsin. Taşeronda çalışan tüm işçiler ücretleri ve sosyal hakları eşitlenerek kadroya alınsın. • Parasız sağlık ve eğitim garanti altına alınsın. Öğrencilere iş garantisi sağlansın. • Evde çalışan kadınlar sigorta kapsamına alınsın. • Keyfi mesailere son verilsin. Çalışma saatleri 6 saate çekilsin. • İşsizliği önlemek için, ücretler ve sosyal haklar tırpanlanmaksızın mesai saatleri düşürülün, mevcut işler çalışanlar arasında paylaştırılsın.


10

ULUSAL SORUN

Diyarbakır’da JİTEM kemikleri Sedat Durel, 31 Ocak Tayip Erdoğan bugün (31.01) partisinin genişletilmiş il başkanları ile yaptığı toplantısında, CHP’yi Kürt sorununa dair eleştirmekteydi. Erdoğan: “‘Aman diyeyim Kürt sorununu çözme!’ diyen bir zihniyetle karşı karşıyayız.” diyerek Kürt sorunundaki sözüm ona demokratlığını yine ifade etti. Oysa ki Uludere’nin sorumlularının kim olduğu dahi olaydan bir ayı aşkın zaman geçmesine rağmen ifade edilmedi. Derken dahası da yaşandı, Diyarbakır’da Saraykapı Mevkii’nde bir restorasyon çalışması sırasında bulunan insana ait kemik sayısı 23’e yükseldi. Kemiklerin bulunduğu Saraykapı’nın Diyarbakır’da bir dönem Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele Merkezi binası (JİTEM) ile Diyarbakır Kapalı Cezaevi ile Adliye Sarayı’nın bulunduğu bölgede olduğu biliniyor. Bulunan kemik sayısının henüz altı olduğu anda eski bir PKK itirafçısı ve JİTEM’ci olan Abdülkadir Aygan’ın Radikal gazetesine verdiği ropörtaj konu ile ilgili

oldukça açıklayıcı başlıklara sahipti. “[JİTEM] MİT Bölge Başkanlığı [ile] takıştı. Kafalarına göre iş yapamaz oldular. Belki bu dönemde oraya ceset gömmek zorunda kalmış olabilirler” diye başlayan Aygan; Saraykapı’da surlar, cezaevi ve koğuşlar arasında boşlukların aranması sonucunda daha fazla cesede de ulaşılabileceğini ifade etti. Arandı ve ulaşıldı. Aynı söyleşide Aygan yine; “JİTEM’in öldürüp araziye atma, kanala bırakma veya üstün körü gömme gibi yöntemler kullandığını” belirtirken cinayetlerden “yalnızca JİTEM’in sorumlu tutulmasının hata olacağını” ifade etmişti. Sonuç olarak, bu basit ifadeden dahi anlaşılan oydu ki, cinayetlerden sadece bir kurum değil, başta JİTEM olmak üzere kurumlar arası bir organizasyon sorumluydu. Kimilerine göre devletin içerisindeki derin devlet olarak tanımlanan bu organizasyon, bize göre devletin ruhu, yani rejimidir. Cinayetlerin ardında da bu rejimin olduğu açıkça ortadadır. Pekiyi, Kürt sorununu çözme heveslisi ve rejim içi çatışmada “dar-

beci-statükocu” rakibinin boğazına sarılmış görünen AKP, bu gerçek karşısında ne yapıyor? Tabii ki meseleyi hasır altı etme çalışmalarına girişmiş bulunuyor. Öyle ki, AKP’li milletvekili Oya Eronat, “Kemikleri gördüm, üst üst yığılmış, toprak kayması olabilir”, diyerek meseleye bambaşka bir açıklama getirirken, Ertuğrul Günay ise biraz daha temkinli davranarak, cesetlerin 12 Eylül döneminden kalmış olduğunu ifade ediyor ve 12 Eylül’de bölgenin ne kadar kötü durumda olduğunu anlatıyor da anlatıyor... Diyarbakır’da açığa çıkan kemikler rejimin bir zamanlar ne denli kanlı yöntemler kullandığının yeni

bir ispatı olarak kalmıyor. Dahası rejim içi çatışmada AKP’nin hiç de rejimin tüm diğer kurumlarını yok etme yanlısı olmadığını, hatta kimi kurumlarına da yaşamak için ihtiyaç duyduğundan ötürü koruyup kolladığını; dolayısıyla da AKP’nin dönüşümlerinin rejimde köklü ve bir demokratikleşme haline asla gelemeyeceğini de bir kez daha görmüş bulunuyoruz. Oysa ki, gerçek çözüm devlet içerisindeki tüm katliamcı yapılanmaların açığa çıkartılması ve katliamların hakikat komisyonlarınca incelenmesidir. Bu basit işi yapmak, rejime ihtiyaç duyan AKP için ise oldukça güç görünüyor.

Suriye ve Irak sürecinde Kürt sorununda yeni eğilim Sedat Durel, 31 Ocak

maya başlandı.

İki ülke Kürtlerinin böyle bir ihtimal ile karşılaşması kuşkususz ki Türkiye’nin iç politikadaki tavrını etkileme potansiyeli taşıyor. Turgut Özal döneminde Irak Kürdistanı’na göz dikme çabası sonrasında ağır bir ders veren rejim, hükümetlere kendi Kürdistan’ından olmamak için elin Kürdistan’ına Irak için ise, ABD’nin Irak’tan göz dikmemeyi çekilişinin ardından, yeni bir dööğretmişti. Netineme girildiği söylenebilir. Bugüne ce itibari ile de, değin emperyalizm ülkenin toprak Türk dışişleri bu bütünlüğünden yana projeler geliş- tehlikeden ötürü tirirken, ABD ordusunun Irak’tan komşu Suriye çekilişinin, Amerikan enerji tekeli ve Irak’ın toprak bütünlüğünden Exxon Mobile’ın yatırımlarını ne yana tavrını daima korudu. Şimdi şekilde etkileyeceği ve anlaşmalara de bu tavrından ödün vermeyen uyulup uyulamayacağı bir tartışma bir çizgiye sahip. konusu. Bu tartışma karşısında Irak ve Suriye’deki gelişmeler, da, petrol şirketleri lehine, Güney AKP hükümetinin tavrında şimKürdistan’ın bir referandum ile dilik bir değişikliğe sebep olmayı ülkeden ayrılması gerekliliği kimi gerektirmese de Kürt politikacıları burjuva kalemşörlerince savunulve Türkiye sosyalistleri içerisinde Suriye’deki devrimci seferberliğin emperyalizm tarafından ne denli kontrol edilebileceği ve ülkenin yapılanmasının ne şekilde değişeceği hala meçhul. Ortadaki çok sayıda ihtimal içerisinde Suriye’nin toprak bütünlüğünün bozulması ve Suriye Kürtlerinin ayrılması ihtimali (şimdilik çok güçlü bir ihtimal olmasa da) gündemde.

şimdiden yankı buldu ve unutulmuş kaderini tayin hakkı formülü yeniden dile gelmeye başladı. Uluslararası kümelenmede bir Kürt bağımsızlık rüzgarını sezen kimi Kürt kanaat önderleri, şimdiden hazırlıklara girişmiş bulunuyor. Masada duransa Türkiye için kaderini tayin hakkı formülü. Ulusal sorunun kalıcı ve gerçekçi tek çözümü olan kaderini tayin hakkını ele alış biçimi maalesef ki o kadar da olumlu bir içeriğe sahip değil. Çünkü tasarlanan tayin hakkı biçimi, salt uluslararası kümelenmeden ötürü dile getirilmekte ve emperyalizmin bölgeye sunacağı çözüme kilitlenilmekte. Buna paralel olarak da, kaderini tayin hakkının işçi sınıfı ile hiçbir surette ilişkili olmaması gerektiği ve hatta “sosyalistlerin ve işçi sını-

fının Kürtler üzerinde epeyce bir zamandır yük olduğu” dahi ifade edilmekte. Sorunun “Kürtlük bilinci” ile çözüleceği savunulmakta. Oysa ki, salt uluslararası kümelenmeye güvenerek sırtın yaslandığı bir tayin hakkı ve çözüm kavrayışı, değişen koşullar altında eldeki tüm imkanların da geri alınması anlamına gelecektir. Aynı zamanda da, kaderini tayin hakkı uluslararası koşulların uygunluğundan ötürü değil, gerçekçi ve kalıcı tek çözüm, dahası kardeşçe bir arada yaşamanın da tek reçetesini sunduğu için savunulmalıdır. Emperyalizmin hızla değişen çıkarlarına yaslanmak her an bir boşluğa düşülmesine sebep olabilir. Emperyalizmin en güvenilmez müttefik olduğunu bilip, kaderini tayin hakkının kalıcı tek destekçisinin işçi sınıfı olduğunu unutmamak gerekir. Tam da bu sebeple, işçi sınıfı mücadelesi ulusal sorunun çözümünde hiçbir zaman bir yük değil, aksine Ortadoğu koşullarında olmazsa olmazdır.


GENÇLİK

‘Hayaldi, gerçek oldu’: Sağlıkta prim dönemi başlıyor!

11

Dicle Nadin, 2 Şubat 2008 yılında eylemler yaparak protesto ettiğimiz SSGSS yasasının sağlıkta dönüşüm programı bu yıl itibariyle tamamlandı. Böylece, bilinmeyen bir gelecekte zuhur edecekmiş gibi sunulan sağlıkta prim ödeme sistemi 1 Ocak 2012 tarihinden itibaren uygulamaya girdi. O zaman, sol örgütler, sendikalar ‘felaket tellalleri, bedava yaşama heveslileri, yan gelip yatarken emekli olmak isteyenler’ olarak addedilirken, burjuvazi bir hayalini daha gerçekleştirmiş oldu. Zaten iktidarın ustalıkla hazırlanmış sloganı da bu değil miydi?

testi mantığı sefalete varan açlığın ölçümüne dayanıyor. Devletin resmi yoksulluk sınırı ise, bu teste göre iyi gelir ölçütü sayılıyor. Bu test, 9 milyon 41 bin yeşil kartlının yanı sıra, 4 milyona yakın üniversite öğrencisi, 1 milyon 968 bin kişilik SGK kapsamı dışında kalan gruplar, 1 milyon 200 bin yaşlı, malul ve engelli aylığı alan kişiler ve tarım başta olmak üzere çeşitli sektörlerde kayıt dışı çalışan kişiler olmak üzere yaklaşık 20 milyon kişiyi hedef alıyor.

lisans veya doktora öğrencileri ya da üniversite mezunu diplomalı işsizler! Asıl büyük sürpriz onları bekliyor. Öğrenciler, bugüne kadar sağlık hizmetini üniversitelerdeki mediko sosyaller aracılığıyla alıyorlardı. Yine bu yasa kapsamında, yakın geçmişte medikolar da kaldırılmıştı, fakat üniversiteler devlete öğrencilerin sağlık giderlerini ödemeye devam ediyorlardı. Fakat bu uygulama da artık tarihe karışmış durumdadır. Artık 25 yaşını doldurmuş bireyler gelirleri Gelir testi yaptırmak için başvurdu- olmasa dahi sağlık primi ödemek zorundadır. Benim gelirim yok ğunuz Sosyal Yardımlaşma ve Dademek gibi bir durum söz konusu Yasalara göre, herkes sosyal güvenyanışma Vakıfları da sizin gelirinizi değil çünkü her birey ikamet ettiği lik hakkına sahiptir ve devlet, bu 70 soruyla ölçüp biçiyor. Bu sorular hane gelirinin toplamından kişi hakkın tanınmasına ilişkin gerekli da gelirinize değil, harcamalarınıza tedbirleri almak zorundadır. Oysa, bu odaklanmış ve yoksulluk tanımını da başına düşen miktar baz alınarak prim ödemek zorunda. Kısaca devayın sonunda, borç hanemize yazıbaraka konutta oturan, yakacak olalet, işsiz birini zorla sigortalı yapıyor. lan sağlık primiyle birlikte, devletin rak tezek kullanan, ayda bir defa et, sağlaması gereken bir hakkı daha süt, sebze yiyenler üzerinden kuruyor. Geliri yoksa eğer anne ve babasının mal varlığını araştırarak borç tutarını kaybetmiş olacağız. ‘Sağlık sigortası Ve şöyle bir iyilik bahşediyor “yüce” belirliyor. Kanuna göre bakmakla olmayan vatandaş kalmayacak’ şek- devletimiz: “‘Oturduğunuz konut yükümlü olmamasına rağmen, anne linde duyurulan bu uygulamanın baraka ise, banyosu yok ise, umumi babanın gelirlerini çalışmayan çocuğa anlamı ‘zorunlu olarak, devlete her tuvalet kullanılıyorsa ve yemekler ay sağlık primi ödemeyen kalmaya- tezekle pişiriliyorsa bütün bu gelir ve bölüştürüp para isteniyor. cak’ şeklindedir. Bu demek oluyor ki, harcamaların brütü kişi başına 295 AKP Hükümeti yoksulun maasağlık bir hak değildir, satın alınması TL’nin altında ise GSS priminizi dev- şıyla kemer sıkıyor gereken bir hizmettir. Paranız varsa let ödeyecektir...” AKP hükümetinin 10 asgari ücretliden her yıl bir eğer. yoksulluk anlayışı ve sadaka politikası bundan daha iyi özetlenemez. ‘Bu zaten böyleydi’, diyenler... Gerçekten böyle miydi? Her ay, Yasa, en çok öğrencileri ve bireysel olarak ödemekle yükümlü işsizleri vuracak olduğumuz; elektrik, su, ısınma gibi Ben Edirne’de okuyan üniversiteAslında bu uygulamanın en çok bir sağlık faturamız var mıydı? li bir öğrenciyim. Size şehir dışında öğrencileri, yarı zamanlı ya da çağrı

şirketten fazla vergi toplayan devlet, 10 milyon 400 bin kayıt dışı çalışanı yani işyerlerinin sigorta yapmadığı bu nüfusu GSS prim mükellefi yaparak 9.1 milyon yeşil kartlıyı prim ödeyenler güruhuna katma derdinde... SGK on milyarlara varan açıkları kapatmak için gözünü part-time çalışan üniversite öğrencilerinin, işsizlerin üç kuruşuna dikmiş, yoksullara bir sadaka gibi sunduğu, seçim zamanlarında oy istemek için bir koz olarak kullandığı yeşil kartları ellerinden alma gayretinde. Çünkü AKP yıllardır uygulamaya koyduğu neoliberal ekonomik programın yaptırımlarını büyük ölçüde tamamlamış bulunuyor. Yaklaşan kriz, Avrupalı komşularının yaşadığı bunalım ona kemerleri olabildiğince sıkmak gerektiğini hatırlatıyor. Yerini sağlamlaştıran AKP Hükümeti, pervasızlığından utanç duymamaktadır. Biz emekçilerin belleği taze, örgütlülükleri güçlü olsaydı SSGSS eylemlilikleri sürekli kılınabilirdi ve bu noktaya gelmez idik. Ancak, biz emekçiler için parasız sağlık hakkı talep etmek hâlâ geçerli ve hayatidir. Ortadoğu’daki heyula bu topraklara yabancı değildir.

Şehir dışında okumanın zorlukları

Her ay sağlık primi ödeyeceğiz

üzerine çalışma gibi geçici işlerde çalışanları ve işsizleri vuracağını söylePrim yatırmama ya da genel sağlık sigortasından faydalanmak istememe yebiliriz. Bir öğrencinin hem okuluna devam edip hem de para kazanması gibi bir tercih hakkınız yok. Çünkü gelir testi yaptırmayıp prim ödeme- ancak geçici, esnek, yarı zamanlı meniz halinde devlet sizi en yüksek işlerle mümkün olabilmektedir. Yeni düzenlemeye göre, yarı zamanlı gelir grubuna dahil ederek, ayda veya çağrı üzerine çalışanlar ile ev 212 TL ödemenizi istiyor. Eğer 60 günden fazla prim borcunuz varsa, hizmetlerinde ay içerisinde 30 günden az çalışan sigortalılara eksik hastaneye gittiğinizde gecikme günlerine ait genel sağlık sigortası zammı ilavesiyle birlikte sağlık faprimlerinin 30 güne tamamlanması turanız sizi bekliyor olacak ve borcunuzu kapatmadan hizmet alamaya- zorunluluğu getirildi. Harçlığını çıkarmaya çalışan bir öğrenciye ya caksınız. Hastaneye de gitmiyorum, diyenler olabilir. TC kimlik hanenize da ek gelir kazanmaya çalışan günyazılan borçlar gerekirse hacizle tahsil delikçi bir kadına sağlık sigortası ödeme zorunluluğunun yoksulların edilebilecek. üç kuruşuna göz dikmekten başka da Kişi başına aylık geliri 295 bir anlamı yoktur. Ayrıca bu durum, TL’yi aşan herkes her ay 35-212 geçici işlerde çalışanları kayıt dışı TL arasında değişen GSS prim olmaya itecektir. yükümlüsü olurken, aylık geliri Üniversitelerde sağlık hizmeti 295’in altında kalanlar ise ‘çok sıkı kalkıyor gelir testi işlemlerinden’ geçerek yoksulluğunu tescil ettirecek. Gelir 25 yaş üstündeki lisans, yüksek

okumanın zorluklarından bahsetmek istiyorum. Devlet yurdunda kalıyorum ve kaldığım yurdun koşulları çok kötü durumda. Yurtta toplamda ortalama 5 bin kişi var. Benim kaldığım blokta ise 6 yüz kişi bulunuyor. Ve her odada 8 kişi kalıyoruz. Odalar çok kalabalık olduğu için özel yaşama alanımız bulunmuyor ve günün her saati çok gürültü olduğundan geceleri uyuyamıyoruz. Ayrıca odalarımızın ve tuvaletlerin çok kirli oluşu son derece sağlıksız koşullar yaratıyor. Bu ortamda mikrop kapıyor, çeşitli hastalıklara maruz kalıyoruz. Diğer bir yandan yurtta ısınma problemi büyük bir sorun. Kaloriferlerin yeterince ısıtmamasından ötürü mont ve atkılarla oturuyoruz. Bu koşullar bizi, özellikle sınav dönemlerinde çok zorluyor. Blokta iki etüt salonu var ve öğrencilerin yarısına yetecek kapasitede. Kalabalık ve gürültülü ortamdan ötürü düzgün bir biçimde ders çalışamıyoruz. Nitelikli bir çalışma ortamının olmayışı, hocaların keyfi not sistemleri sınavlardaki başarıyı ve psikolojimizi olumsuz yönde etkiliyor. Özellikle de arkadaşla-

rımın birçoğu bu dönemde psikolojik problemlerle boğuşuyor ve çeşitli sağlık sorunları yaşıyor. Ortalama günde 3-4 kez sinir krizi geçiren öğrenciyi hastaneye taşımak üzere ambulanslar geliyor. Bu tip olaylar, ortamı iyice yaşanılmaz kılıyor. Bunların dışında yurtta ciddi bir yemek sıkıntısı yaşıyoruz. Çıkan yemekler çok pahalı ve sağlıksız. İnsan muamelesi görmüyoruz. Yurt koşullarına tahammül edemeyen öğrencilerin başka bir alternatifi de eve ya da özel yurda çıkmak oluyor. Fakat yüksek ev kiraları ve özel yurt fiyatları emekçi bir ailenin karşılayabileceği cinsten değil. Yurt koşullarına tahammül edemeyip ailemizin yanına dönmek istediğimizde ise bizi yüksek otobüs fiyatları bekliyor. Birbiriyle anlaşmalı olarak fiyatlarına 5 kat zam yapan otobüs firmaları kısıtlı bütçemizi hepten zorluyor. Biz öğrencilerin insanca bir yaşam için nitelikli ve ücretsiz barınma, ulaşım ve eğitim hakkı talep etmemiz gerekiyor. Bunun içinse bir araya gelip bu taleplerimiz için mücadele etmemiz şart. İC okuru bir öğrenci


12

POLİTİKA

Güvencesizlerin öfkesi: Tunus’tan Adana’ya, öfkelilerden Oakland’a Arap baharını başlatan eylemdi Tunus’lu Mohammed Boazizi’nin kendini yakması. Eylemin nedeni işporta tezgahı üzerindeki baskılardı. Yani güvencesizliğe, geleceksizliğe ve elbette zulüme isyan etti. Ve kendini feda ederken, başta arap coğrafyası olmak üzere tüm dünyada emekçilere, ezilenlere ve gençliğe öncülük etti. Benzer bir eylemde geçtiğimiz günlerde Adana’da gerçekleşti. CHP’li belediyenin pazar tezgahını kaldırmasına isyan eden 30 yaşında ve dört çocuk babası Mehmet Oğuz kendini ateşe verdi. Sonuçları olarak olmasa da nedeni aynıydı isyanının.

İspanya’nın diğer şehirlerine, sonra başta İtalya, Yunanistan, Fransa, Belçika, Almanya, İsrail, İngiltere ve ABD olmak üzere diğer ülkelere sıçradı. Amerika’da Wall Street’i işgal et hareketi ve Oakland Komünü de bu eylemlerden etkilendi. Birçok eyleme sendikalar da destek verdiler.

doğayı zehirlemesine, savaşlarla insanları katletmesine tepki gösteriyorlar. İçlerinde çok farklı politik eğilimler de olsa hepsinin ortak noktası kapitalizmin mağduru olmaları.

Barışçı yollarla kapitalizmin değişebileceğini düşünen kitleler, zamanla burjuva devletle tanıştılar. Devletin şiddeti, mülkiyeti koruyan yasaları karşılarına çıktı, çıkmaya devam ediyor. Başta devrimci siyasetlere uzak da dursalar, yanlarındaki yegane gücün emekçi sınıf, onun sendikal örgütlülükleri ve devrimci çevreler olduğunu zamanla görBoazizi’nin eylemi Tunus’ta diktatörlüğü meye başladılar. Her ülkede farklı düzeyde al aşağı eden halk isyanına öncülük etti. olmakla beraber, hareket içerisinde bunun Oradan Mısır’a ve tüm Arap coğrafyasına bir sınıf savaşımı olduğunu görenlerin sayısıçradı. Mısır’da Tahrir meydanını işgal eden sının arttığını söylemek yanlış olmayacaktır. ve Mubarek’i deviren halk ve gençlik, güvenBu hareketleri değerlendirdiğimizde, buncesizlik ve geleceksizlik buhranındaki Avrupa Her ülkede hareket ayrı taleplerle de orta- ları işçi sınıfının kitle seferberlikleri yerine emekçilerini ve gençliğini da etkiledi. Resmi ya çıksa, protesto hareketlerinin ortak yanı, koymak da, tamamen küçümseyip dışında işsizlik rakamlarının yüzde 23’lere vardığı hepsinin küresel kapitalizmin kendisine kalmak da yanlış bir sınıf tutumu olur. İspanya’da gençler, işsizler ve güvencesizlik olmasa da, sonuçlarına yani artan eşitsizliğe, Böylesine kitlesel hareketleri işçi sınıfının mağduru binler Madrid’de Puerto del Sol güvencesizliğe, geleceksizliğe karşı çıkıyor politik hattına çekebilmek sınıf devrimcilemeydanını işgal ettiler. Indignados (öfkeolmaları. Kapitalist dev şirketlerin daha fazla rinin mücadeleye talepleriyle müdahalesiyle liler), adı verilen kitlenin eylemleri önce kar için milyonları sefalete sürüklemesine, mümkün olabilecektir.

HES’e karşı tek ses, katliam durdurulsun! - 3 Tekin Güven , 4 Şubat Tabiatı yok etmek bol sıfırlı bir çeki doldurmanın karşılığı mıdır? Hidroelektrik santrallerin(HES) neden olduğu doğa talanını önlemek için gece, gündüz, kar, kış demeden mücadele edenler suçlu mudur? Rejim, doğanın yok olmasına ve yaşam alanlarının bozulmasına karşı mücadele edenleri teröristlikle suçluyor ve HES inşaatlarının başladığı günden bu yana kadar talana karşı mücadele eden 1024 kişiyi mahkemelerde yargılıyor. Çevre talanında ustalık dönemi AKP hükümeti için ise tablo oldukça net, HES’lerin hızlı bir biçimde bitirilebilmesi için ne gerekliyse yapılıyorlar, tek gecede yargının işleyişi bile değiştirebiliyorlar. Son olarak, Danıştay tarafından çevre etki değerlendirmesi(ÇED) raporları gözetilerek HES’lere karşı alınan

yürütmeyi durdurma kararları AKP hükümetince bir gecede askıya alındı ve HES’lerin inşası için öncelik yerel yönetimlerin vereceği raporlara bırakıldı. Bu yüzden, HES’lerin yapımına karşı hukuk mücadelesi de tıkanmış durumda. Çevre ve Orman Bakanlığı ticari bir işletme midir? HES’lerle ilgili bilgi edinmek için bakanlığa yapılan başvuruları “işletmeci firmanın ticari faaliyetine zarar vereceği“ için geri çevirmek sosyal devletin cevabı olabilir mi? Adım adım ilerleyen Neo-liberal salıdırlar, demokratikleşme çatısı altında, patronların daha fazla kar edebilmesi için hükümetin asıl gündemi haline gelmiş durumda. Bu yüzden acı reçete doğaya ve emekçilere ödettiriliyor. Bu saldırıları karşı HES’ler durdurulsun ve sermaye odaklı enerji talanına karşı mücadele edelim.


İŞ YERLERİNDEN / POLİTİKA

İNŞAAT

Özel İstihdam Büroları (ÖİB)

Şantiyede iş güvenliği yok Merhaba, ben bir inşaat firmasında altı yıldır çalışıyorum. Bu mektubumda, şantiyede iş güvenliği ile ilgili yaşadığımız sorunlardan bahsetmek istiyorum. İnşaat sektöründe, iş kazaları çok olur. Çünkü fazla para harcamamak için patronlar bütün kuralları ihlal eder. Örneğin gerekli kıyafetler verilmez, tuvaletler, yemekhaneler temiz değildir. Sabun bile alınmaz çoğu zaman. Tüm bunlar yetmezmiş gibi hava şartları ne olursa olsun çalışmamız istenir. Örneğin son günlerde yoğun kar ve buzlanma bile üç vardiya çalışmamıza engel olmadı. Sular dondu, tuvaletlere giremedik, yemeğimiz gelmedi, aç ve susuz, donarak çalıştık. Ayrıca her yer

13

buz olduğunda kayıp düşme tehlikesi vardı. Bu şartlarda tüm işçiler yalnızca bireysel olarak ve sessizce patrona kızdılar. Oysa hava koşulları düzelene kadar birleşip çalışmama kararı alsaydık sağlığımızı kaybetmemiş olurduk. Çünkü birkaç arkadaşımız dizanteri gibi bulaşıcı hastalıklara yakalandı. Diğer iş güvenliği sorunlarımızın da çözülmesi bizim bir arada durup, komiteler oluşturup mücadele etmemize bağlı. Bundan sonra birarada durmanın ve mücadele etmenin araçlarını bulmaya çalışacağız. En azından bugün bir şeylerin değişmesi için mücadele etmemiz gerektiğini biliyoruz... İC okuru bir işçi

Güvencesiz çalışmanın mağduru olacak geçici işçilerin, özel istihdam büroları vasıtasıyla kiralanması hükümetin yeni istihdam paketinin alameti farikası. Hükümet bir yandan kıdem tazminatını kaldırmayı, diğer yandan esnek çalışmayı yasal güvence altına almayı, bölgesel asgari ücreti ve ÖİB’ler vasıtasıyla köleleştirilmiş işçilerin kiralanmasını planlamaktadır. İstihdam büroları adı gibi istihdam yaratmayacaktır, aksine işçi ücretlerini düşürecek, sendikal hakları ve iş güvencesini ortadan kaldıracaktır. Özel istihdam büroları 2008’den beri gündemde Ancak seçimler nedeniyle geri çektiği yasayı hükümet yeniden gündeme getiriyor. ÖİB’ları İŞKUR’dan farklı olarak kendi bünyesinde çalışan işçileri gündelik veya süreli

olarak firmalara kiralayacaklar. Bu durum iş güvencesinin, sendikal örgütlenmenin bitmesi anlamına geliyor. Örneğin işçi fabrikada sendikalaşamıyor çünkü muhatabı ÖİB. Ya da eylem yapsa ÖİB’e karşı yapacak, çünkü onun işçisi. Fabrikada çalışacak ama parasını, iznini ÖİB’den alacak. Kiralanan işçiden işgördüğü fabrika hiçbir şekilde sorumlu olmayacak. ÖİB’te çalışan işçilerin kıdem tazminatı, ihbar tazminatı da olmayacak. Özel istihdam büroları işçinin iyiden iyiye meta haline getirildiği bir kölelik düzenini getirmektedir. Bu saldırıya bizlerin sessiz kalması mümkün değildir. Başta sendikalar olmak üzere, tüm emekten yana kurumlar ve biz işçiler bu saldırı paketine karşı birleşmeliyiz. Aynı Fransa’da, Yunanistan’da işçi kardeşlerimizin yaptığı gibi.

Roboski Katliamı’nda hangi noktadayız? Deniz Koçak, 3 Şubat Şırnak Uludere’nin Roboski köyünde 28 Aralık 2011’de yaş ortalaması 18 bile olmayan, yani önemli bir kısmının çocuk olduğu 34 sivil savaş uçakları ile bombalanarak katledilmişti! Sosyal paylaşım siteleri ve yabancı basın katliamın hemen ardından haberi işlerken ulusal basın yine hükümetten izin çıkana kadar katliam ile ilgili kısa bir haber, basit bir alt yazı dahi geçmeyecekti. Bugün, dede mesleği kaçakçılıktan başka çaresi olmayan insanların katledilişinin ikinci ayındayız. Pekiyi, o günden bugüne katliamın soruşturulması ve suçluların cezalandırılması adına neler yapıldı, hangi noktaya gelindi? Katliam ile ilgili araştırma heyetleri kuruldu, mağdurlar, mağdur yakınları, görgü tanıkları ve yetkililer ile görüşüldü. Bölgenin coğrafi incelemesi yapıldı ve raporlar hazırlandı. Tarafsız heyetlerce hazırlanan raporların hepsi aynı sonuçlara varıyordu : “Siviller silahsızdı ve temel ihtiyaçlarını

karşılamak için her zamanki gibi sınırdan geçiyorlardı. Ayrıca kaçakçılığın bölgedeki askerin bilgisi dahilin de olan rutin bir iş olduğu görülmüştür.” Özetle okul giderlerini karşılamak ya da ailelerine katkıda bulunmak için katır sırtında çay ve şeker taşıyanlar, katliamlar tarihine bir halka olarak eklenmiştir. Gelinen son noktada, ne bir içişleri bakanı ve vali istifası ne de görevden alınan bir genel kurmay başkanı olmuştur! Bir cinayetin çarpıtılma girişimi

dışarıdan göründüğü gibi olmadığı söylendi! Pekiyi, neymiş olayın iç yüzü? Güya kaçakçılar arasında PKK’liler varmış hatta altı gerilla öldürülmüş ama cenazeleri bölgeden kaçırılmış! Pekiyi, bu doğru olabilir mi? Öncelikle doğru olsa dahi bu katliamı meşru kılmaz! Kaldi ki bu mümkün değil, çünkü katliamın yapıldığı coğrafyanın Irak sınırına açılan kısmı dümdüz bir ova! Yani PKK’nin fark edilmesi için sınırı aşması değil sınıra yaklaşması yeterli. Tüm bu girişimler, Hükümet’in katliamı meşru bir zemine oturmak için yönlendirme gayretleridir ve asılsızdırlar.

direk tazminatlarının ödenebileceğini söylediğinde AKP Hükümeti bunu sert bir şekilde eleştirmişti. Gerekçe, öncelikle suçluların cezalandırılması idi. Bu olayda Alman Hükümetin’nden samimi olmasını isteyen Türkiye’de Başbakan, katliamın sorumlularının cezalandırılması yerine, katledilenlerin yakınlarına tazminat verileceğini müjdeledi! Yani Hükümet, Roboski Katliamı’nda kendi samimiyetsizliğini her fırsatta önümüze koyuyor aslında!

Roboski’de yapılan katliamın bizzat hazırlayıcısı AKP hükümeti Katliam gerçekleşmiş, bombarolmayabilir ama katliamı unutdımandan sağ kurtulabilen bazı turmak, onu sümen altı yapmak yaralılar donarak ölmüş, cenazeler Hükümet’in iki yüzlülüğü isteyen kendisidir! Bu katliamın yakınlarının çabası ile katır sırtında taşınmış, otopsiler yapılmış Hükümet’in iki yüzlülüğü ilk kez sorumlularını ve katillerini gizlemeye çabalayanlar, biran önce ama aradan geçen 15 saat içerisin- karşılaşılan bir hal değil tabii! Bir yargılanıp cezalandırılmalıdır! Kürt de hükümetten tek bir açıklama yandan sözde demokratik açılımdahi yapılmamıştı. Çünkü meşlardan bahsederken, diğer yandan halkının TC tarihi boyunca maruz kaldığı katliamları biliyoruz. gullerdi, çünkü katliamın nasıl KCK tutuklamalarını sürdürebiBurada önemli olan işçi sınıfının örtbas edilebileceği ve gündemden liyor mesela! Ya da Almanya’da bu katliamlara yenisinin eklenmenasıl düşürülebileceği üzerinde Kebapçı Cinayetleri olarak bilisini engellemek için ezilen halkın çalışmaktaydılar! Önce Hükümet, nen ve kurbanların arasında sekiz mağduriyetine karşı tutum gelişasker ve MİT’den birbirleri ile Türk’ün de bulunduğu davada, tirmesidir. Bu amaçla bu katliamı çelişen açıklamalar geldi. Sonrasın- Alman Hükümeti kurban yakınunutturmayacağız! da dil birliği ile olayın iç yüzünün larına dava açmamaları halinde


14

ULUSLARARASI

Ulusal birlik değil, sınıfın birliği! Fransız devrimci Marksist grup Enternasyonalist Sosyalist Grup’un (GSI) Ocak 2012’de yayımlanan 116. sayısının editöryalinin kısaltılarak çevrilmiş halidir Enternasyonalist Sosyalist Grup (GSI), Ocak 2012 8 Kasım 2011 tarihinde Strasbourg Üniversitesi’nde bir toplantıya katılan Nicholas Sarkozy şöyle konuştu: “Birçok sıkıntıya ve işsizliğe sebep olan bu krizin ülkemiz için bir şans olduğuna inanıyorum. Daha önce asla kabul edilemez gibi görülen önlemler, artık kabul edilir hale gelmiş durumda.” İnsanı insan yapan tarzıdır derler, ama ne olursa olsun bu cümle biraz açıklamayı hak ediyor... Aslında yukarıdaki cümlede bahsedilen, 2007’den beri hükümetin sürdürdüğü politikada bir kırılmaya işaret etmiyor. Sadece, içinde bulunduğumuz koşullardan ötürü, bu politikanın kitlelere sunuluş tarzı değişmiş durumda. François Fillon Matignon’a (Fransız Başbakanlık resmi konutu) kurulduğundan beri, ulasal birlik-beraberlik çağrısı yapmayı sürdürüyor ve uyguladığı politikalar da bu temelden yola çıkıyor. Öyle değilmiş gibi yapan muhalefet partilerinin aksine, açıktır ki, bu politika üzerine uzlaşılmış durumda. Nicholas Sarkozy’nin bu kadar rahat konuşabilmesi de bunu kanıtlar nitelikte. Bu, burjuvazinin ajandasının sağ, aşırı sağ ve hatta bir kısım sol partiler tarafından uygulamaya konulduğunun bir göstergesi. “Bir kısım sol parti” dedik ama aslında, sağ ve “sol” partiler arasında bir ayrımın olduğu söylenemez. Çünkü, bu partiler, kapitalist sistemi savunmaya gelince derinden bir birliktelik içerisinde hareket ediyorlar. (...) Unutmayalım ki: Fabrikalarda ve sokaklarda örgütlenmek için seçimden seçime, tartışma oturumları düzenlemek yeterli değildir. Aslında, bütün bu tartışmaların arkasında, kitleler nezdinde beliren sessiz öfkeyi bastırma ve bu öfkenin bir genel greve dönüşme olasılığını önleme hedefi yatıyor. Bu öyle bir olasılık ki, sonuna kadar götürüldüğünde sadece hükümeti değil, yarı Bonapartist

Beşinci Cumhuriyeti de hedef alması kaçınılmaz. Tabii bir de ne pahasına olursa olsun, işçi sınıfının çıkarlarını savunan bağımsız bir politik örgütlenmenin ortaya çıkışını engellemek var...

Gerçekte –ve bu günümüz benzeri bunalım dönemlerinde hayati önemde olan- sağ/sol tartışmalarının ötesinde, sınıfsal bir tartışma da yürümektedir. Bu tartışma ya burjuvazi ya işçi sınıfı, ya kapitalizm ya sosyalizm tartışmasıdır.

beklentilerini dile getiriyorlardı, 2011 yılında da “sosyal modelimizin kurtarılması arzusunu” dillendiriyorlar. Fransa’nın en büyük işçi sendikaları olan CFDT ve CGT’ yi ellerinde bulunduran bürokratlar ise tabandan gelmesi İşçi ve köylü sovyetleri aracılığıyolası patlamaları “ulusal birlik” la; kapitalizmden kopuşu, üretim İşte bu yüzden biz, GSI olarak, ve dolaşım araçlarının toplumAB anlaşmalarının iptalini “ulusal ekseninde dizginlemeye yönelmiş sal mülkiyeti yoluyla sosyalizme bağımsızlık” hatta daha da kötüsü durumdalar. Tam da bu yüzden, 18 Ocak’taki toplantıya, tabandan doğru yürümeyi vazgeçilmez hedef “ulusal egemenlik” olarak değil, gelen basınca rağmen, katılma olarak gören bir politik örgütlensınıfsal bir sorun olarak görüyoihtiyacı hissettiler. menin önüne geçmek... ruz. Öyle ki, bu sorun, politik yelpazedeki konumlanış açısından Avrupa Sendikalar KonfederasYukarıda bahsi geçen “sol” turnusol kağıdı niteliği taşımaktayonu (CES) AB genelinde “kamu partilerin kapitalistlere yönelttiği eleştiriler en iyi ihtimalle, “reform” dır. Avro bölgesindeki hükümetler borç stokunun azaltılması” yö(muhalefet partileri de dahil olmak nünde politikalar geliştirilmesi talepleri, tırpanlanan sosyal haküzere) tutumlarını “ulusal egemen- konusunda karar almış bulunularla ilgili “insaf ” beklentileri... yor. Buna bağlı olarak da ulusal “Sol Cephe”nin (Fransız Komünist lik” eksenine oturtmuş durumdüzeyde faaliyet yürüten sendiPartisi-PCF, Sol Parti-PG ve müt- dalar. Fransa endüstrisinin ayağa kaldırılması gibi bir amaç güden kalar, hükümetlerin ulusal birlik tefikleri) ya da Yeni Antikapitalist “Fransa’da üretilmiştir” kampanpolitikalarına eşlik ediyorlar. Bu Parti–NPA’nin seçim kampanyayasını ele alacak olursak; 40 yıldır önlenemez bir durum mu? Hayır, larında “finansal denetim” sorudemir-çelik, maden, tekstil, bilişim önlenebilir... CES’ten kopuş yani nu üzerine geliştirdikleri talepler gibi sektörlerin spekülatörlerin ya- kapitalizmden kopuş yoluyla... İşçi bunlarla sınırlı. rarına tasfiyesi için çalışan Fransız sınıfının çıkarlarını savunmak için Finansal denetimden mi söz burjuvazisinin iki yüzlülüğünü sınıfın birliğinin sağlanması yoluyediyoruz? Avrupa Merkez Bankası görmek çok da zor olmaz. (...) la... geçtiğimiz günlerde bankalara 500 Ücretler düştüğünde, çalışma Bugün Avrupa sathında kapitamilyar Avro hacminde yüzde 1 faizli ucuz kredi sağladı. Bu krediyi süreleri ve işsizlik arttığında ithalat listler için birincil önemde olan şey, ulusal birlik vurgusu. Zira, işçi kullanan bankalar ise Avro bölgesi azalmış ve ihracat artmış olacak. İşte iki yüzlülük burada! Burjuvazi sınıfının kazanılmış haklarına saldıülkelerine yüzde 2’den başlayan yararına, işçiler arasındaki rekabe- rı niteliği taşıyan reformların kabul faiz oranlarıyla kredi sağlamakta görmesinin başka yolu yok. Üstelik, (Yunanistan hükümetinin kullan- ti arttırmak adına, “Merkozy”nin emperyalistler arasındaki gerilimdığı kredi, toplam miktarın yüzde bütün Avrupa’ya dayattığı ve Alman işçilerini de fakirliğe iten, lerin “uygar” bir biçimde kontrol 30’una denk düşüyor). Peki, aynı bu iki yüzlülüğün ta kendisi. altında tutulmasının da başka yolu bankalar sıradan vatandaşa yüzde Ücretler üzerindeki sosyal kesinti- yok. Çünkü, durum böyle devam kaç faizle kredi sağlıyor? Yüzde lerin arkasında yatan da bu: İşçiler ederse, üretici güçlerin çok büyük 15, 20, 25 gibi oranlarla. İşte size ölçekte tahribinden ve buna bağlı finansal denetimin özü! Tam da bu ve gençlerin sırtındaki vergi yükü olarak bir yeniden bölüşüm savayüzden: Tüm borç ödemeleri dur- kapitalistler için daha az vergi anlamına geliyor. Sosyal güvenlik şından başka yol kalmayacak. durulsun! İşçi- emekçi ve küçük köylülerin borçları da dahil olmak sistemi yıkılıyor ve sosyal güvenHal böyle iken, ya sosyalizme lik programları arasında rekabet üzere tüm borçlar iptal edilsin! (...) doğru ilerleyeceğiz, ya da barbaroluşturuluyor. Sağlıkları ve emekli- lığa teslim olacağız. Her şey işçi Bilindiği gibi, Fransız parlamen- likleri için işçilerin ve emekçilerin sınıfının ellerinde! Avrupa çapıntosunda oylanan yasalar ve çıkartı- cebinden daha çok para alınıyor. da, sınıfın birliği yoluyla, sınırlalan kararnamelerin yüzde 80’i AB Bütün bunlar olurken, Nicholas rın ortadan kaldırılması ve bütün dokümanlarından devşirilmekte. Avrupa’da bir genel grevin örgütOysa, tüm Avrupa’da olduğu gibi, Sarkozy 18 Ocak’ta Fransa’nın lenmesi, burjuvazinin yürüttüğü Fransa’da da esas tartışma, AB an- en büyük patron örgütleriyle politikalardan, dahası bu sistemden laşmalarının feshi ve artık kredisi- (MEDEF ve CGPME) bir toplantı organize ediyor ve alkışlarla kurtulmak için ve bir işçi-köylü ni tüketmiş olan kapitalist üretim karşılanıyor. 2007’de patronlar , hükümeti için! Avrupa Birleşik biçiminden kurtulma/kopma “çöküntü” karşısında “kurtarılma” Sosyalist Devletleri için! (...) etrafında yoğunlaşmış durumda.


ULUSLARARASI

15

Avrupa’da genel greve doğru Yusuf Barman, 1 Şubat “Bir ülkede işçiler neden genel greve çıkar?” sorusuna verilebilecek her türlü yanıtta sıralanabilecek gerekçeler bugün belli başlı Avrupa ülkelerinin hemen hepsinde geçerli. Üç yıl önce dünya kapitalizminin derin krizi patlak verdiğinde, bunun geçici, dönemsel bir bunalım değil, sistemin doğasının ürettiği yapısal bir kriz olduğunu ve ayakta kalabilmek için önce üretici güçler (insan, doğa, teknoloji, hatta sermaye) üzerinde büyük bir tahribata yöneleceğini belirtmiştik. İşte bugün bu saldırının ilk sonuçları yaşanmaya başladı. Gerçekliğin resmi verilerden çok daha acı olduğunu biliyoruz, ama buna rağmen resmi istatistikler bile tablonun dehşet verici niteliğini açığa vuruyor. Avrupa burjuvazisinin –bizzat kendi sisteminin ürünü olan- ekonomik krizi aşabilmek için emekçi yığınlara yönelik açtığı Haçlı Seferinin ilk bariz sonucu, yoksulluk sınırının (toplam hane geliri olarak 660 avro) karanlık yanında kalanların sayısının AB nüfusunun (500 milyon) yaklaşık yüzde 25’ine ulaştığı, bir o kadarının da “bıçak sırtında” olduğu (zira iki ay işsiz kalmak ve ipoteğini ya da kirasını ödeyememek sınırı aşmaya yetiyor). İşsizlik rakamları artan yoksulluğun ardında yatan felakete işaret ediyor: İspanya yüzde 23; Yunanistan yüzde 17,5; İrlanda yüzde 14,3; Portekiz yüzde 12,4; Avro bölgesi yüzde 10,3. Her dört emekçiden birinin işsiz olduğu İspanya örneği genel eğilimi açıklamaya yetiyor: işsizlik oranı genç nüfus içinde yüzde 45’lere, göçmen işçiler arasında ise yüzde 60’lara ulaşıyor. Tüm üyelerinin işsiz olduğu hane sayısının 1,5 milyona ulaştığı dikkate alınırsa, toplam nüfusun yaklaşık beşte birinin sadece yoksulluk değil, sefalet sınırının altında yaşam mücadelesi verdiği görülebilir. Bu ürkütücü tahribat karşısında yasal mücadelenin sınırları da giderek daralıyor. Hükümetler ardı ardına kabul ettikleri yasalarla ve talimatnamelerle işten çıkarmaları kolaylaştırıyorlar, toplu sözleşme düzenini sermaye lehine değiştiriyorlar, sosyal yardımları kesiyorlar, vergileri arttırıyorlar. Mahkemeler her gün düzinelerce konut tahliyesi kararı veriyor (ama bu arada yolsuzlukla suçlanan politikacıları ve banka yöneticilerini aklıyor). Kolluk kuvvetleri gösteri, direniş, grev gibi seferberliklerde gençlere ve emekçilere karşı her zamankinden daha acımasız davranıyor; gözaltına alınanların ve tutuklananların sayısı para ve hapis cezalarıyla birlikte artıyor. Yani ekonomik saldırılara, iktidarların artan politik baskıları eşlik ediyor. Ama...

Avrupa işçi sınıfının,uzun mücadeleler sonucunda kazandığı ve tüm dünya emekçilerine referans olarak sunduğu ekonomik ve demokratik hakları iki-üç yıl gibi kısa bir sürede bir bir yitirirken sessiz kalması –geçen yıl yirmiye yakın genel grev düzenleyen Yunan emekçileri ve gençleri dışında- nasıl açıklanabilir? Kuşkusuz önce politik ve sendikal önderliklerinin karşıdevrimci ve reformist karakteriyle. Emekçilerin kitlesel olarak toplandıkları ve oy verdikleri sosyalist veya sosyal demokrat partiler, iktidar oldukları her yerde neoliberal politikalar uygulayarak bizzat kapitalist saldırının öncülüğünü üstlendiler; bu politikalarıyla sadece kitleleri kendilerinden uzaklaştırmakla kalmadılar, ama aynı zamanda işçileri böldüler, bilinç bulanıklığı ve moral bozukluğu yarattılar. Sınıf partisi niteliğindeki eski komünist partiler ise, bayraklarındaki orak-çekici silip adlarını değiştirdikten sonra kendilerini birer basit seçim platformu haline dönüştürdüler; işçi sınıfı, “daha adil bir kapitalizm” savunucusu olan bu partilerin adını seçimden seçime duyar hale geldi. Sendika yönetimleri de sınıf seferberliğinden kaçınarak politikalarını hükümetlerle ve patron örgütleriyle “pazarlık” üzerine kurdular. İşsizliğin ve yoksulluğun önce göçmen ve genç işçileri vurmasına ses çıkarmadılar. Ardından sıra yaşlı emekçilere gelince, “sorunu” erken emeklilik formülleriyle geçiştirmeye çalıştılar. Toplu işten çıkarmaları, ücret kısıntıları ve iş saati uzatmalarıyla “tatlıya bağlamaya” gayret ettiler. Neticede deniz bitti. Hükümetler ve patronlar, derin krizin bu tip “kısmi reformlarla” aşılamayacağını söyleyip saldırılarını topyekûn hale dönüştürünce, yukarıdaki işsizlik ve yoksulluk rakamları ortaya çıktı. Şu anda, sendika bürokrasilerinin temel direğini oluşturan kesimler (memurlar, kamu çalışanları, büyük işletmelerin kıdemli ve sabit sözleşmeli işçileri, vb.) işten çıkarmalarla, ücret kesintileriyle, iş saati uzatmalarıyla karşı karşıya. Emekçiler arasında iş ve ücret güvencesi olan hiçbir kesim kalmadı. Kapitalizmin bu şiddetli saldırısı karşısında ciddi bir direnişin olmamasının sorumluluğu esas olarak emekçi yığınların politik ve sendikal önderliklerinin sırtında olmakla birlikte, sınıf bilincini baskı altında tutan diğer etmenleri de göz ardı etmememiz gerekir. Krizin faturasını ilk ödeyenlerden olan göçmen işçiler, gerek deneyimsizlikleri gerekse anlaşılabilir (ama kabul edilmesi zor) ekonomik ve toplumsal gerekçelerle sendikal ve politik mücadeleden uzak durdular, bulundukları ülkenin sınıf hareketiyle birleşmekte isteksiz davrandılar. Genç kuşak ise, neoliberalizmin yaydığı “birey ve tüketim” ideolojisinin etkisi altında, kendini işçi

sınıfının bir parçası olarak görmeyi reddetti; sadece mesleki ve kültürel eğitimi küçümsemekle kalmayıp politikayı ve sendikal mücadeleyi de “gereksiz” ilan etti. Sosyalizm ve sınıfsız toplum hayalleri sönümlenen yaşlı kuşak proleterler ise, bütün beklentilerini devletten kurtarabilecekleri emeklilik maaşlarına bağladılar. Sınıf hareketine öncülük edebilecek büyük işletmelerin işçileri, patronların “ya kabul edersiniz, ya fabrikayı kapatırız” tehditleri karşısında, “uzun dönemli ücretsiz izinleri”, ücret ve sosyal hak azaltmalarını, “erken emeklilikleri”, daha uzun çalışma sürelerini –işyerlerinde düzenlenen “demokratik” oylamalarlakabul ettiler. Böylece sendika önderlikleri üzerinde onları mücadeleye zorlayacak herhangi bir basınç birikimi oluşmadı. Tam tersine iş kaybetme korkusu yaygınlaştı, iş bulma büroları önündeki sessiz kuyruklar uzamaya devam etti, “refah devleti” hayalinin hâlâ sürmekte olduğuna inanan yoksulların sosyal servis büroları kapısındaki umutsuz beklentileri sakince sürdü. Yaz aylarında bazı Avrupa kentlerinde meydanları dolduran “Öfkeliler” ise, politika karşıtı, parti ve sendika aleyhtarı tutumlarıyla, işçi sınıfı ve emekçi yığınlarla aralarına mesafe koyarak bu kitlelere herhangi bir alternatif sunmaktan uzak kaldılar. Devrimci sol Bu tablo karşısında, kendini “Devrimci Sol” diye tanımlanabilecek yelpazenin içinde sayan akımların, işçi sınıfının geleneksel siyasal ve sendikal önderliklerine karşı, kitleleri seferber etmeye yönelik bir programla ciddi bir mücadele verdiklerini söylemek de mümkün değil. Tam tersine, neoliberalizmin etkisi bu kampa da nüfuz etti: Bir dizi akım, programlarını “yeni gerçekliğe” uyarlayarak işçi sınıfından uzaklaşmayı, kendilerini “sosyal hareketler” haline dönüştürmeyi, devrimci partiler yerine “platform hareketleri” inşa etmeyi yeğler hale geldi. Diğerleri, kitlesel sendikalardan kopmayı ve orta sınıf dayanışma ağları biçimindeki “yeni tip sendikalar” kurmayı vaaz etmeye başladılar. Aralarından işçiler için avukatlık büroları, göçmenler için yardımlaşma ve kültür dernekleri, yoksullar için “alternatif hayat” gettoları oluşturmaya kalkanlar da çıktı. Onlar için militan eylem artık Starbucks şubelerinde ve bazı banka bürolarında video çekimli “işgaller” gerçekleştirmek ve meydanlarda Öfkelilere çorba dağıtmak haline geldi. Sınıf hareketinin durgunluğu, siyasal ve sendikal önderliklerin ihaneti, Sol’un orta sınıf protesto hareketine dönüşmesi... Her şeyin Avrupa çapında bir genel greve olan ihtiyacı giderek arttırdığı bir ortamda başlangıç noktası bu biçimde özetlenebilir. Bir kez daha gördük ki, derin bir ekonomik kriz her zaman

kendiliğinden biçimde sınıf bilincinde ve mücadele düzeyinde ileri sıçramalar yaratmıyor; tam tersine, yaratığı tahribat sonucunda gerilemelere ve hain önderliklerin güçlenmesine zemin hazırlayabiliyor. Krizin 2008’de patlak vermesi üzerine başlayan ilk dalga savunma mücadelelerinin, sosyalist önderliklerin ve sendika bürokrasilerinin karşıdevrimci politikaları sonucunda başarısızlığa uğrayıp geri çekilmesi, bugünkü durumun yolunu açmıştı. Ama içinde bulunduğumuz olumsuz koşullara karşın, “ikinci dalga” mücadelelerin kabarmakta olduğunu söyleyebiliriz. Neoliberal karşıdevrimin sadece göçmen ve genç işçilerin değil, bir bütün olarak tüm emekçi yığınların haklarına ve yaşam koşullarına ardı ardına sert darbeler indirmesi, kitlelerin bilincindeki şaşkınlık bulutlarının yoğunlaşarak çözüm arayışlarına dönüşmesine neden oluyor. Orta sınıf hayalleri yıkılan kamu çalışanlarının (eğitim, sağlık, ulaşım, telekomünikasyon emekçileri) hoşnutsuzluğu şu anda protesto hareketleri biçiminde sokağa yansımaya başladı. Sendika yönetimleri, salt kendi sosyal tabanlarını koruyabilmek için bile “bir şeyler” yapma, sol söyleme yönelme ihtiyacını duymaya başladılar. Sosyalist partilerde bile (Fransa, İspanya, Portekiz) “sol yenilenme” girişimleri doğuyor. Bu gelişmeler, kitlelerin hoşnutsuzluk kabartısının yükselmekte olduğuna işaret ediyor. Önümüzdeki yakın dönemde, tüm Avrupa çapında olmasa bile, bir dizi ülkede genel grevlere tanık olacağız. Hükümetler ve sendika bürokrasileri bu grevleri “denetimli” bir biçimde atlatmaya, önemli de olsa kısmi sayıdaki sektörle sınırlamaya çalışacaklar. Böylece “bir günlük genel grevle herhangi bir sorun çözülmez; iki gün ise çok fazla” iddiasını güçlendirmek isteyecekler. Devrimci Solun bu sürece örgütlü ve güçlü bir katılımı ve müdahalesi olmazsa, bunu başarabilirler de. Ama eğer proleter devrimci programda ısrar eden sol akımlar, mücadeleleri büyük işletmelere yaymaya, Troçki’nin ifadesiyle “işçi sınıfının en yoksul ve en fazla ezilen kesimlerini mücadeleye katmaya”, bir günlük ya da birkaç saatlik grevleri sürekli seferberlik biçimlerine dönüştürmeye, işletmeler ve bölgeler arasında eşgüdüm ilişkileri kurmaya, kitlesel sendikalar içinde bürokrasiye alternatif mücadeleci akımlar yaratmaya yönelirlerse ve bu doğrultuda kitlelerin özgüvenini artırıcı adımlar atmayı başarırlarsa; krize karşı işçi ve emekçi eksenli mücadelenin ilk durağına ulaşmış olacağız. İşçi Cephesi’nin bir sonraki sayısında, bu mücadelenin ilk deneyimlerini tartışmaya başlayacağımızdan eminim.


Diktatörlüğe karşı mücadele eden Suriye halkı Tunuslu devrimcilerin girişimiyle hazırlanan aşağıdaki bildiri, Suriye’de zalim Baas diktatörlüğüne karşı mücadele eden ve bugüne kadar binlerce devrim şehidi veren Suriye halkıyla dayanışmak ve Suriye devrimini desteklemek için uluslararası bir kampanyanın ilk adımı olması umuduyla kaleme alınmıştır. İşçi Cephesi olarak Türkiye’deki bütün devrimci güçlere ve işçi örgütlerine Suriye Devrimi’yle dayanışma ve devrimi destekleyen bir kampanya başlatma çağrısında bulunuyoruz. Metnin imzacılarının tam listesine internet sitemizden ulaşabilirsiniz (İC). On ay önce Beşşar Esad liderliğindeki zalim diktatörlüğe karşı ayaklandınız ve bu süre boyunca sayısız şehit, kayıp ve sürgün verdiniz. Bilmenizi isteriz ki, bizler sizin tarafınızdayız ve mücadelenizle dayanışma içindeyiz. Beşşar ve baskıcı rejimi düşmeden, hapishanedeki tutsaklar serbest kalmadan ve sürgünler evlerine geri dönmeden Suriye’ye barış gelmeyecektir. Bu metnin imzalayıcıları olarak, geçtiğimiz yılın bu günlerinde başlayan ve başta Humus, İdlib, Deraa ve Şam’ın kenar mahalleri olmak üzere tüm ülkede cereyan eden acımasız baskının farkındayız. Ve bu baskı şimdilerde Arap Birliği’nin gözlemcilerinin gözleri önünde gerçekleşmekte. Fakat unutmamalısınız ki, Arap dünyasının ve Kuzey Afrika’nın çoğunluğu olarak bizler sizinleyiz ve Beşşar’ın derhal iktidardan uzaklaşması için sizleri destekliyoruz.

Ayrıca güçlü ulusların sizleri görmezden geldiğini, ölümler gerçekleşirken gözlerini başka tarafa çevirdiklerinin farkındayız. Ama şunu aklınızdan çıkarmamalısınız ki, tüm dünyada bizler sizinleyiz ve bu güçlerin ve onların hükümetlerinin Beşşar rejimiyle işbirlikçi politikalarını reddediyoruz.

lizmin bir kurgusu ve sizler İsrail tarafından idare ediliyorsunuz. Bu bildirinin imzacıları olarak bu suçlamayı koşulsuz bir biçimde reddediyoruz ve Suriye’nin katil rejiminin, Beşşar’ın babası Hafız Esad tarafından, 1976 yılında Tel al-Zaatar mülteci kampında Filistinlileri katlettiğini unut-

şeyin ABD’nin bir kurgusu olduğunu söylemek, gündelik protestoları inkar etmek, her gün tanklara, keskin nişancılara ve rejimin çetelerine karşı mücadele eden Suriye halkını küçümsemek ve özgürlük ve demokrasi için canlarını veren Suriye devriminin şehitlerini hor görmekten başka bir şey değildir. Son olarak, farkındayız ki, Batılı büyük güçler mevcut durumda yalnızca kendi pozisyonlarını güçlendirmeye çalışıyorlar. Kendi ülkelerinde işçi sınıfının yaşam koşullarına emsali olmayan bir saldırıyı gerçekleştiren, işsizliği artıran, ücretleri düşüren ve giderek daha büyük bir sefaleti tetikleyen Amerikan emperyalizminden ve Batılı hükümetlerden olumlu hiçbir adım beklenemez. Bu aynı hükümetler ki, bizden aldıkları milyonlarca avroyla bankerleri kurtarmakta bir an dahi tereddüt etmediler. Onlara güvenmeyin, onların tek istedikleri, işçilerin ve Amerika’nın, Asya’nın, Afrika’nın halklarının sırtından kendi zenginliklerini artırmaktır. Tıpkı Irak ve Libya’da bombalarıyla yaptıkları ve Mısır’da katil ve gaddar askeri cuntayı destekledikleri gibi.

Dolayısıyla bu bildiriyi, dayanışmamızı sizlere ulaştırmak ve sizlere yalnız olmadığınızı söylemek için yayımlıyoruz. Haklı bir mücadele vermektesiniz ve tüm dünyada milyonAynı zamanda, anti-empermuyoruz. Suriye rejimi ayrıca larca insan sizin cesaretinize yalist sol bir kesimin Beşşar hayranlık duyuyor, çektiğiniz diktatörlüğüne karşı gerçekle- İsrail’le olan sınırını daima korudu ve 30 yıl boyunca işgal acıları kendi acısı gibi hisseşen devrime sırt çevirdiğinin diyor ve kazanacağınız zaferi, farkındayız. Rejimin katliam- altındaki Golan Tepeleri’ni bütün insanlığın diktatörlüğe larını dahi reddeden bu kesime geri kazanmak için parmakarşı kazanacağı bir zafer olağını dahi kıpırdatmadı. Her göre, tüm bu süreç emperyarak görüyor.

www.iscicephesi.net Aylık Siyasi İşçi Gazetesi (Aylık Yerel Süreli Yayın) • Sahibi ve yazı işleri müdürü Atakan Çiftçi (Enternasyonal Yayıncılık) • Yönetim yeri Şehit Muhtar Mah. Süslü Saksı Sok. No: 19/6 Beyoğlu - İstanbul • 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 25 TL • Yurtdışı: 25 € Baskı Estet Ajans Matbaacılık, Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul • Fiyatı 2 TL • Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.