Yeni Dönem Sayı: 4 Asıl düşman emperyalizmdir – İ ŞÇİ CEPHESİ Bireysel, şeriatçı kör teröre hayır – İ ŞÇİ CEPHESİ Patlamalarla sarsılan rejim – MURAT YAKIN Madalyonun iki yüzü – FİRUZE KAR Türk-İş bürokrasisi yeni ihanetlere hazırlanıyor – FUAT KARAN/MAVİ MAYIS KESK üyesi emekçiler direniyor – FUAT KARAN Ermenek’te grizu katliamı – FUAT KARAN Asgari geçim mi, azami sefalet mi? – ARİF BENOL Öğrencilik işsizliktir – NEHİR GÜLEN ABD’de yoksulluk ve işsizlik – JOHN PETERSON Troçkist partilerin inşası – NAHUEL MORENO
Saddam tutsak edildi ama... Asıl tehlike, Bush, Blair ve emperyalizmdir ! Açıklama [1]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
İşçi Cephesi Saddam Hüseyin “yakalandı”. İşgalci ABD birliklerinin gerçekleştirdiği askeri operasyon sonrası saklandığı tek kişilik yeraltı sığınağında ele geçirildiği iddia olunan Saddam Hüseyin televizyon ekranlarından dünyaya teşhir edildi. Emperyalist işgal güçleri için bu “yakalama öyküsü” adeta düşmanlarına ve özellikle de Irak’ta ve dünyanın diğer yelerinde direnenlere karşı bir gözdağı niteliğindeydi. Perişan haldeki “zavallı Saddam” görüntüsü emperyalist işgalcinin işbirlikcilerini daha da cesaretlendirirken “kararsız” durumda kalanların rotalarını nasıl çizmeleri geektiğini gösterir nitelikteydi. Başta Irak Kürdistan’ı ve ABD olmak üzere dünyanın birçok bölgesinde neredeyse bir bayram çoşkusuyla kutlanan Saddam’ın “yakalanışı” gerçekten dünya için tehdit olan bir insanın ve rejimin ortadan kaldırılması anlamına mı geliyor, yoksa gerçekler bunun ötesinde mi? Saddam Hüseyin’in başta kendi halkı olmak üzere dünya işçi ve emekçilerinin düşmanı olduğu bir gerçek. Saddam liderliğinde BAAS rejimi şiddet dolu, acımasız bir yönetimdi ve birçok katliam gerçekleştirdi. Buna rağmen uzun yıllar ABD emperyalizminin koruyucu desteğiyle serpilip, güçlendi. Bugün demokrasiden ve hukuktan bahseden Fransa ve Almanya gibi ülke yönetimleri Saddam rejimiyle ticari, siyasi ilişkiler kurmaktan çekinmedi. Benzer şekilde bugün de bu emperyalist ülkeler dünyanın çeşitli yerlerinde BAAS rejiminden daha az masum olamayan gerici ve baskıcı rejimlerle kolkola yürümeye devam ediyor. BAAS rejiminin yıkılışı ve Saddam Hüseyin’in emperyalist işgal güçleri tarafından yakalanışıyla birlikte Bush-Blair ikilisinin Irak’ı işgal etme gerekçelerinin tümünün yalan üzerine kurulduğu
Açıklama [2]: <!--[endif]-->
tartışılmaz bir gerçeklik kazandı: Irak’ta kitle imha silahları yok, dünya için tehlike oluşturduğu söylenen BAAS rejimi kısa süre içinde yıkıldı ve “dünyanın en tehlikeli insanı Saddam” hafızalara kazınan görüntüsüyle ele geçirildi! Dünya işçileri, emekçileri ve yoksul halkları için en büyük düşmanın başını ABD’nin çektiği emperyalizm olduğu, asıl tehditin ve tehlikenin emperyalist-kapitalist sistemden kaynaklandığı ve işgalciler yenilmediği sürece sadece Irak ve Ortadoğu için değil tüm yeryüzü yaşamının bir yokoluşa doğru sürüklendiğini görmek durumundayız. Bu nedenle Irak’ta emperyalist işgale karşı mücadele eden direnişcilerin yenilmemesi için, direnişin yaygınlaşarak işgalcileri yenilgiye uğratması için, emperyalistlerin Ortadoğu’dan kovulması için direniş sürmeli ve kazanmalıdır. Dünya işçi sınıfının ve emekçilerinin çıkarı direnişin kazanması yönündedir. Irak’ta direniş sürüyor! Direniş sürecek ve kazanacaktır! * * * Türkiye’nin şu sıralarda gündemini meşgul eden en önemli konulardan birisi de Kıbrıs sorunu. Bu soruna ilişkin olarak “tuhaf” ya da bizce anlaşılabilir biçimde iki kamp ortaya çıktı: Sorunun Annan planı çerçevesinde acil çözümümü savunan Avrupa Birliği yanlıları ile, Türkiye açısından “stratejik” önem arzeden adanın “Yunan’a terkedilmesine” karşı çıkan “ulusalcı” kanat. Birinci eğilimim başını müslüman AKP hükümeti ile Kıbrıs Türk kesiminin sol partileri çekiyor. Türkiye’de parlamentonun “sol” kanadını temsil eden CHP ise Annan planından hiç hoşlanmayan Denktaş ve onun sağcı eğilimi ile birlikte ikinci, yani “ulusalcı” kanadını sözcülüğünü yapıyorlar. Sağ ve sol tanımlarının sınıf temelinden uzak tariflerinin yarattığı tam bir keşmekeş bu. Ne var ki, çok yalın bir gerçek var: iki kesimin hiç bir kanadı Kıbrıs üzerinde otuz yıldan beri bir işgalin söz konusu olduğunu tellafuz etmiyor, edemiyor. Son tahlilde her iki burjuva kesim de adadaki statükonun kendi çıkarları çerçevesinde evrilmesini, ya da kalıcılaşıp resmileşmesini talep ediyorlar, bunun için uğraş veriyorlar. Bugün Kıbrıs Türk kesiminin geleceğine, sorunun çözümüne yönelik ortaya atılan projelerden hiç biri, adada yaşayan emekçi halkların emperyalizme ve kapitalizme karşı birleşmesine, burada çok uluslu bir işçi cumhuriyetinin yaratılmasına yönelik bir plan değil. Buna, Kıbrıs Rum kesimindeki partilerin tutumlarının da emperyalizm yanlısı olduğunu eklemeden geçmeyelim. Bu olmadığı sürece de Kıbrıs’ta gerçek barışın egemen olması olanaklı olmayacaktır. * * * Türkiye yerel seçimler sürecine girmekte. Emekçi kitlelerin politik duyarlılığının arttığı bu tip bir seçim döneminde İşçi Cephesi, bölgenin ve ülkenin içinde bulunduğu koşulların dayattığı üç temel sloganı tekrar ön plana çıkaracaktır: Emperyalizm Ortadoğu’dan atılmalıdır; Türkiye’nin rejimi bir işçi ve halk devrimi aracılığıyla demokratikleştirilmelidir; hükümetin uyguladığı yeni liberal ekonomik karşı devrimci saldırılara karşı mücadele edilmelidir. Bu görevin yerine getirilmesiyle ilgili seçim taktiği sorununu bir sonraki sayımızda elde alacak ve konuya ilişkin önerimizi sunacağız.
Bireysel, şeriatçı kör teröre hayır ! Yaşasın Filistin ve Irak halklarının direnişi !
Açıklama [3]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [4]: <!--[endif]--> Açıklama [5]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [6]: <!--[endif]--> Açıklama [7]: <!--[if supportFields]><b><span style='fontsize:18.0pt;mso-bidi-font-size:12.0pt;fontfamily:Arial; color:blue'><span style='mso-element:field-begin'></span>tc &quot;Bireysel, &#351;eriatç&#305; kör teröre hay&#305;r !&quot;</span></b><![endif]--> Açıklama [8]: <!--[if supportFields]><b><span style='fontsize:18.0pt;mso-bidi-font-size:12.0pt;fontfamily:Arial; color:blue'><span style='mso-element:fieldend'></span></span></b><![endif]--> Açıklama [9]: <!--[if supportFields]><span style='fontsize:10.0pt;mso-bidi-font-size:18.0pt;fontfamily:Arial'><span style='msoelement:field-begin'></span></span><span style='font-size:10.0pt; mso-bidi-fontsize:12.0pt;font-family:Arial'>tc &quot;</span><span style='fontsize:10.0pt;mso-bidi-font-size:18.0pt;fontfamily:Arial'>Ya&#351;as&#305;n
Filistin ve Irak halklar&#305;n&#305;n direni&#351;i !&quot;</span><![endif]--> Açıklama [10]: <!--[if supportFields]><span style='fontsize:10.0pt;mso-bidi-font-size:18.0pt;fontfamily:Arial'><span style='msoelement:fieldend'></span></span><![endif]-->
Açıklama [11]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
İşçi Cephesi El Kaide’nin Yahudi sinagoglarına beş gün önce düzenlediği saldırının ardından bugün de İngiltere’nin İstanbul konsolosluğuna ve İngiliz sermayeli HSBC bankasına iki kanlı saldırıda bulundu. Gene, emperyalizmin Irak ve Filistin saldırılarıyla doğrudan ilgisi bulunmayan, hatta çoğu halk ve emekçi nitelikleriyle bu saldırıların karşısında tutum almış olabilen onlarca insan öldü. Başta Bush-Blair ikilisi olmak üzere emperyalist propaganda makinesi gene derhal işlemeye koyuldu, bu saldırıların “demokrasi ve özgürlükler adına terörizme karşı gerçekleştirdikleri Irak işgalinin ne denli haklı olduğunu bir kez daha gösterdiğini” anlatmaya koyuldular. Elbette Türk hükümeti de bu saldırılardan emekçi kitlelere ve ezilen uluslara uyguladığı baskıları ve emperyalizm yanlısı politikaları haklı çıkarabilmek için yararlanmakta. Saldırının gerçek failleri üzerine kamuoyunda pek çok söylenti dolanmakta. Bir kesim, saldırıların El Kaide tarafından üstlenilmiş olmakla birlikte gerçekte Mossad ve CIA patentli, amacının ise dünya kamuoyunu Irak ve Filistin’deki direnişine karşı yönlendirmek olduğunu ileri sürmekte. Biz bunun fazlaca önemli olmadığını, zira El Kaide ile CIA’nın arasında zaten nesnel olarak ölümcül bir zımni anlaşmanın bulunduğuna inanıyoruz. Zira her ikisi de Filistin ve Irak halklarının kurtuluşu için değil, bunların üzerinde egemenlik sağlamak, mücadeleleri tahrip etmek için uğraş vermekte. Biz İşçi Cephesi olarak, emperyalizm tarafından provoke edilmiş olsun ya da olmasın, şeriatçı-ların gerçekleştirdikleri bu tip bireysel terörist eylemleri kesinlikle redediyoruz, bu eylemlerin Irak ve Filistin halklarının emperyalizme ve Siyonizme karşı verdikleri mücadeleye en ufak bir katkıda bulunmadığını, tam tersine pek çok yönden kitlelerin bu mücadelesine zarar verdiğini düşünüyoruz. Irak ve Filistin halkları var güçleriyle emperyalizme direnmeye devam etmektedirler. Filistin’de Siyonizme karşı İntifada kitlesel bir başkaldırı biçiminde sürmekte, Irak’ta ise direniş cephesi her geçen gün genişlemek-te, yaygınlaşmakta ve işgal güçlerine ağır darbeler indirmektedir. Bu mücadeleler halkların kitlesel ve örgütlü eylemleridir. Filistin ve Irak halk kitleleri içinde herhangi ciddi bir desteği olmayan El Kaide gibi şeriatçı örgütlerin çeşitli ülkelerde gerçekleştirdikleri kanlı saldırılarla bu mücadeleleri sahiplenmeye çalışması kabul edilemez. Herkesin bildiği bir gerçek var: ne ABD ve İngiltere birkaç diplomatik görevlisi ya da başka ülkelerde turist olarak bulunan yurttaşları öldürldüğünde Irak’tan çekilir, ne de İsrail bir iki sinagoga bomba atıldı diye Filistin işgaline son verir. Emperyalizmi ve Siyonizmi Ortadoğu’dan atacak yegane güç bölgedeki ve bizzat emperyalizmin merkezindeki halk kitlelerinin seferberliğidir. İrak ve Filistin halklarının mücadelesine destek vermek isteyen herhangi bir akımın ya da örgütün izleyebileceği en doğru yöntem bu kitle seferberliklerine ve başkaldırıları-na katılmak olmalıdır. Şeriatçı El Kaide ise izlediği terörist yöntemle kitlelerin karşısında yer almakta, emperyalizmin politikalarını güçlendirmektedir. El Kaide’nin son İstanbul saldırısı, Londra’da 350 bin emekçinin baş emperyalistler Bush ve Blair’e karşı ve Irak ve Filistin halklarının yanında sokaklara döküldüğü gün gerçekleştir-ildi. Bu kitleler El Kaide’nin attığı bombaların değil, kendi seferberliklerinin gücüne güvenmektedirler. Kendi hükümetlerinin emperyalist politikalarına karşı mücadeleye atılan İngiliz ve ABD’li emekçiler, sadece sıradan insanların değil, kendi yoldaşlarının dahi ölümüne yol açan bireysel terör eylemlerini kesinlikle redetmektedirler. Tüm dünyada emperyalizme karşı hareket halinde olan kitleler Ortadoğu’da işgalin son bulması ve Filistin ve Irak halklarının kendi kaderlerini özgürce tayin edebilmeleri için mücadele etmektedir, yoksa El Kaide gibi kitle temelinden yoksun şeriatçı örgütlerin terörist entrikalarla iktidar olabilmesi için değil. El Kaide’nin kör terörizmi, emperyalist ve siyonist işgal güçlerine karşı kendini silaha dönüştüren halk savaşçılarının mücadelesiyle bir tutulamaz. Bu savaşçılar Ortadoğu kitleleri arasında önemli
Açıklama [12]: <!--[endif]-->
halk kesimlerini temsil etmekte, onların politik ve askeri direnişini örgütlemekte ve kendilerini kitle mücadelesinin bir parçası olarak feda etmektedirler. Onların emperyalizme ve Siyonizme karşı mücadelesi birer terör eylemi değildir, ve son derece meşru halk direnişinin değişik biçimlerinden oluşmaktadır. El Kaide gibi şeriatçı örgütler ise bir kaç görkemli terör eylemiyle Ortadoğu’da ve dünyadaki halk kitlelerinin mücadelesini bir kenara itmeye, bu mücadelelere sahiplenerek temsil ettikleri gerici rejim düşkünlerinin ve petrodolar şeyhlerinin adına emperyalizm ile pazarlık gücüne ulaşmaya çalışmaktadırlar. Türk hükümetinin “intikam” çığlıklarına hayır El Kaide patentli son saldırının ardından başbakan Tayyip Erdoğan, bu saldırının “intikamının” alınacağını ilan etti. Bu açıkça, emperyalizmin Ortadoğu politikalarını kabul etmeyen ve Siyonizmin karşısında yer alan emekçi kitlelere yönelik yeni bir saldırının duyurusundan başka bir şey değildir. Türk hükümeti ve onun arka planındaki asker-polis rejimi Ortadoğu’da emperyalizmin yanında ve Irak ve Filistin kitlelerinin karşısında saf tutmaktadır. Bu işgalci ve baskıcı politikasıyla da halk kitlelerinin tepkisini çekmekte, hatta bu tepki kendi meclis saflarına kadar yansıyabilmektedir. Şimdi başbakan, El Kaide’nin kitlelerin nefretini kazanan terörist eylemlerinden yararlanarak, baskıcı ve işgal yanlısı politikalarını haklı çıkarmaya çalışacak, emperyalizm karşıtı güçlere karşı yaygın bir susturma kampanyası başlatacaktır. Bu anlamda El Kaide, Türkiye’deki gerici hükümete ve asker-polis rejimine eşsiz bir baskı fırsatı ve gerekçesi sunmuştur. Sözde “demokrasi ve özgürlük” sloganlarıyla iktidar olan AKP hükümeti, bu söyleminin en büyük sınavını göstermelik başörtüsü sorununda değil, Ortadoğu halklarının emperyalizme ve şovenizme karşı verdiği mücadelelerin karşısında aldığı tutumla vermektedir. Ve daha başından emperyalist işgali destekleyerek ve Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkına karşı baskıcı politikalar izleyerek, söyleminin sahte, politika ve ideolojisinin ise gerici olduğunu açığa vurmuştur. AKP bu çizgisiyle, asker-polis rejiminin sadık bir uygulayıcısı olduğunu dosta düşmana ilan etmiştir. Tayyip Erdoğan ve onun hükümeti şimdi, El Kaide’nin eylemlerini bahane ederek sadece antiemperyalist güçlere daha sıkı saldırmakla kalmayacak, Irak ve Filistin kitlelerinin direnişinin “terörist” eylemler olduğunu söyleyerek Bush ve Blair gibi emperyalistlerin söylemini güçlendirecek, kitlelerde kafa karışıklığı yaratarak anti-emperyalist seferberlikleri zayıflatmaya yönelecektir. Bu noktada devrimci sola düşen görev, El Kaide ve İBDA-C gibi şeriatçı örgütlerin terörist eylemlerinin Ortadoğu kitlelerinin direnişini temsil etmediğini vurgulamak, kitlelerin antiemperyalist ve anti-siyonist mücadelelerini sonuna kadar desteklemek ve bu ülkenin emekçi yığınlarını iki yüzlü, baskıcı ve işgal yanlısı AKP hükümetine ve asker-polis rejimine karşı mücadeleye çağırmak olmalıdır.
Açıklama [13]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Yaşasın kitlelerin İntifadası !
Açıklama [17]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Yaşasın Irak halkının kahramanca direnişi !
Açıklama [18]: <!--[endif]-->
Açıklama [14]: <!--[endif]--> Açıklama [15]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [16]: <!--[endif]-->
Açıklama [19]: <!--[if supportFields]><span style='fontsize:18.0pt;mso-bidi-font-size:12.0pt;fontfamily:Arial; color:blue'><span style='mso-element:fieldbegin'></span>tc &quot;Patlamalarla sars&#305;lan rejim&quot;</span><![endif]-->
Rejimin gölgesindeki gericilik Patlamalarla sarsılan rejim
Açıklama [20]: <!--[if supportFields]><span style='fontsize:18.0pt;mso-bidi-font-size:12.0pt;fontfamily:Arial; color:blue'><span style='mso-element:fieldend'></span></span><![endif]-->
Açıklama [21]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Murat Yakın 15 ve 20 Kasım tarihlerinde İstanbul’da ard arda gerçekleştirilen bombalı saldırılar geride 50’den fazla ölü ve yüzlerce yaralı ile yanıtlanmamış çok sayıda soru bıraktı. Yaşanan ilk şokla birlikte kamuoyuda saldırıların kimlerce ve hangi amaca yönelik olarak tasarlanmış olduğuna, bu saldırılarla Türk hükümetine ne gibi mesajların iletilmek istenmiş olabileceğine ilişkin tartışmalarla fazlasıyla meşgul oldu. Uygar batının Ortadoğu’daki bu en “Batılı“ sadık müttefiğinin başına gelen trajedi “medeniyetler çatışmasının” yeni bir halkası mıydı? Öte yandan Türk hükümetinin başbakanı ise ABD ve AB emperyalizmlerinin bu müstesna müttefiğine İslamı kullanarak bombalarla verilmek istenen bir mesaj var ise bunu kabul etmediğini, dahası bu mesajı ayaklarının altında çiğneyeceğini buyuruverdi. Hiç kuşku yok ki, gelişmelerin bu yöntemle ele alınması aynı zamanda saldırıların arkasındaki gerçeklerin bir sis perdesiyle gizlenivermesi içinde en elverişli ortamı yarattı. Oysa İstanbul’da gerçekleştirilen bu kanlı saldırıların ardından bu güne dek yaşanan tüm gelişmeler saldırıların, ABD’nin Ortadoğu ve Kafkaslar’da gerçekleştirmekte olduğu sömürgeci işgal projelerine geniş bir manevra alanı sağlamış olduğunu gösteriyor. Dahası her geçen gün daha azgın bir savaş makinasına dönüşmüş durumdaki İsrail’in elleri bu gün Filistin halkının onurlu direnişi karşısında her zamankinden daha serbest. Rejimin gölgesindeki gericilik İstanbul’da gerçekleştirilen saldırıların dünya kamuoyunda yankılanmaya başlamasıyla eşzamanlı olarak Türk emniyet yetkilileri de saldırıların dış kaynaklarca Türkiye’nin batılı müttefikleriyle olan “yakın işbirliğine” yanıt olarak tezgahlanmış olduğu izlenimini yaratmaya çalıştı. Ne var ki, kanıtlar bir bir gün yüzüne çıkmaya başladıkça önce saldırganların tamamının Türk vatandaşı olduğu, eylemlerin Türkiye’de organize edildiği dahası saldırganların bazılarının daha önce PKK’ya karşı Türk istihbarat yetkililerince oluşturulup yönlendirilen Hizbullah örgütüyle bağlantılı olduğu açıklığa kavuştu. Bu gelişmeler, iç ve dış kamuoyunda yaratılmaya çalışılan “gözü dönmüş Arap ya da Pakistanlı teröristlerce saldırıya uğrayan laikliği ve batı demokrasisini özümsemiş madur Türkiye imajı”nın aldığı ağır bir darbe oldu. Bir kez daha güneş balçıkla sıvanamamıştı! Soruna Türkiye’deki asker-polis rejiminin çerçevesinden bakanlar açısından ise manzara daha berrak. Türkiye’deki mevcut rejimin öteden beri tehdit noktaları olarak kabul ettiği işçi ve Kürt hareketine karşı devlet eliyle yaygınlaştırılmış ve meşrulaştırılmış Türk-İslam sentezi zemininden ve bu zemin üzerinde filizlenen faşist ve siyasal İslamcı akımlardan “gereklilikler“ doğrultusunda yararlanmış ve yararlanmakta olduğu tarihsel bir gerçeklik. İstanbul’daki saldırılar bu gerçekliğin Türkiye’de var olan hükümetlerin ötesinde, rejimin iç doğasının bir tezahürü olduğunun son ve çarpıcı bir örneği oldu. Ne de olsa Türk burjuva siyasetinde sıkca kullanılan bir ifade ile, devlet de süreklilik esas! Gericiliğin kaynakları ve rejime karşı mücadele Türk toplumu on yıllardır “sınıfsız, imtiyazsız ve kaynaşmış” bir toplum olduğuna, dahası tarih boyunca başka dinlerden ve kültürlerden halklara kucak açan bir hoş görü topluluğu olduğuna inandırılmaa çalışıldı. Oysa yakın tarihimiz vatandaşlarımız olarak anayasalgüvence altında olması gereken farklı dinlerden ve kültürlerden kesimlere yönelik kitle kırımları, varlık vergisi zorbalıkları ve 6–7 eylül çalkantılarıyla dolu. Kanlı Pazarlar, Maraş, Çorum ve Sivas katliamları ise bir kara basan gibi belleğimizin en karanlık köşelerine hapsedilmiş durumda. 70’li yıllar boyunca komünizm tehtidine karşı, 12 Eylül askeri darbesinden sonra ise ASALA ve Ermeni hedeflerine yönelik operasyonlarda faşist hareketten yararlanan, geride kalan 20 yıl boyunca bir yandan “rejim karşıtı güç odaklarına” karşı zinde kuvvetler olarak silahlı kuvvetleri ve laikliği adres gösterip, bir yandan
Açıklama [22]: <!--[endif]-->
da yükselmekte olan işçi ve Kürt hareketine karşı bir tampon gibi siyasal İslam kanallarını kullanan bu rejimin kendisi değil mi? Zorunlu din dersi uygulamasının, İmam Hatip okullarındaki anormal artışlara yönelik kararların altında darbeci Kemalist generallerin imzası yok mu? Türk kamuoyuna yön veren kalemşörler, büyük kentlerde etkinliklerini arttırana dek siyasal İslamcı akımlar ve rejim arasındaki ilişkileri görmezden geldiler. Oysa 80’li yıllar boyunca İslamcı akımlar rejimin sağladığı meşru kanallar üzerinde ve tarikatlar vb. temelinde örgütleniyor, usul usul büyük bir ağırlık merkezi haline dönüşüyorlardı. Devrimci sol akımlar ve işçi hareketi ağır baskı şartları içersindeyken, Bosna’dan Çeçenya’ya dek etkinlik alanlarını genişleten bu İslamcı akımlar 90’lı yıllar boyunca yükselen Kürt hareketine bir set çekmek için rejim güçlerinin de can simidi oldular. Rejimin istihbarat güçlerince donatılan ve yönlendirilen Hizbullah güçleri Kürt bölgelerinde Kürt hareketine karşı kanlı bir etkinlik mücadelesine girişti. Hedef asla devlet değil Kürt emekçileriydi “PKK’nın üzerine bütün gücümüzle giderken öbür tarafta kuvvet tasarrufu yapıldı. Bu, stratejinin ana prensibidir. Biz Hizbullah’ın varlığından haberdardık. Başlangıçta PKK’nın elinde olan camileri ele geçirmek için çalıştılar. Ele geçirdikten sonra da cami çevresinde faaliyet gösterdiler. Ancak üzerimize gelmediler.” İşte İstanbul’da gerçekleştirilen son saldırıların faili olduğu açıklanan kişilerin tedrisatından geçtikleri devlet patentli Hizbullah örgütüne rejimin resmi bakışı! 12 Şubat 2000 tarihinde Milliyet gazetesinde yayımlanan bir makalede yer alan dönemin asayiş kolordu komutanı Korgeneral Hasan Kundakçı’ya ait bu ifadeler aynı zamanda rejim ve İslamcı akımlar arasındaki hoşgörü ve işbirliğinin en açık kanıtlarından biri değil mi? Rejimin temsilcileri ve ”Müslüman Demokrat” AKP kurmayları, 15 ve 20 Kasım bombalamalarının yıkıntılarını dehşet ve şaşkınlıkla izleyip, kendilerini AB yolunda ilerleyen demokratik hoşgörülü bir müslüman toplumu hayaliyle avutabilir, bunca kanıta rağmen saldırıların kökünün dışarda olduğu masallarına kendilerini inandırmaya devam edebilirler. Ama şurası bir gerçek ki, Türkiye’de yaratmış oldukları gericiliğe dayalı zulüm düzeni bu kez Türk emekçilerinin üzerinde yeni kanlı bir fatura bırakmış oldu. Açıklama [23]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [24]: <!--[endif]--> Açıklama [25]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
“El Kaide - Usame Bin Ladin / ABD - Bush” Madalyonun iki yüzü
Firuze Kar 11 Eylül tarihinde Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırıların bir numaralı sanığı olarak gösterilen El Kaide örgütü ve onun lideri olduğu iddia edilen Bin Ladin, SSCB’nin Afganistan’ı işgali sırasında ABD’nin “komünizme karşı yeşil kuşak” projesinin bir ürünü olarak CIA tarafından silahlandırıldı. 1982-1992 yılları arasında gerçekleşen Afgan Cihadı’nı bütün İslam ülkelerinde, komünizme karşı küresel bir savaşa çevirmeyi amaçlayan CIA, Pakistan Gizli İstihbarat’ı ISI aracılığı ile direnişe önderlik eden İslami örgütlerin bir numaralı müttefiki idi. Afganistan’da ki savaşa 40 İslam ülkesinden 35 bin radikal islamcı katıldı ve bu direniş hareketi Afganistan-Pakistan sınırında ki ISI karargahlarında, CIA ajanlarınca yönetildi. Bu islami örgütlerin finans kaynağı ise “Altın Hilal” adı verilen bölgedeki uyuşturucu ticaretinden karşılanıyordu. Bu bölgedeki uyuşturucu üretimi savaştan önce küçük yerel pazarlara dönük olarak yapılırken, CIA’nin
Açıklama [26]: <!--[endif]--> Açıklama [27]: <!--[if supportFields]><b><span style='fontsize:18.0pt;mso-bidi-font-size:12.0pt;fontfamily:Arial; color:blue'><span style='mso-element:field-begin'></span>tc &quot;Madalyonun iki yüzü&quot;</span></b><![endif]--> Açıklama [28]: <!--[if supportFields]><b><span style='fontsize:18.0pt;mso-bidi-font-size:12.0pt;fontfamily:Arial; color:blue'><span style='mso-element:fieldend'></span></span></b><![endif]--> Açıklama [29]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [30]: <!--[endif]-->
bölgeye girmesi ile dünyanın bir numaralı uyuşturucu merkezleri arasına yerleşmiştir. “Altın Hilal Uyuşturucu Üçgeni”, işbirlikçi islami örgütleri beslemekle kalmadı; Bosna-Hersek savaşı sırasında Kosova’da ki ve daha sonra, Çeçenistan’da ki islami örgütleri de ayakta tutan başlıca kaynak durumundaydı. Öte yandan Sovyet işgalinin ilk yıllarında Pakistan’da neredeyse sıfır düzeyinde olan uyuşturucu bağımlı sayısı bu dönemde, 1.2 milyona çıktı. ABD bölgedeki örgütleri askeri ve ideolojik olarak da destekledi! Dönemin ABD Başkanı R. Reagan 1985’de “Ulusal Güvenlik Kararı Yönergesi” ile Sovyetler’i bölgeden atmak amacı ile mücahitlere örtülü askeri yardımın arttırılacağını açıkça deklare etmişti. Bu kararın ardından 1987’den itibaren ABD’nin bölgeye silah sevkiyatı 65 bin tona çıktı. İslami örgütlere verilen destek yalnızca silah yardımıyla kalmıyor, ideolojik olarak da, ”komünizme karşı kutsal savaş” propagandasıyla ISI karargahlarında gerçekleştiriliyordu. Bu yıllar boyunca Usame Bin Laden ve diğer İslamcı terör örgütü önderlerinin “Sam Amca“ hesabına yaptıkları savaş, Sovyetler’in bölgeden çekilmesiyle son buldu. Usame Bin Laden ile ABD’nin yolları ise Afganistan’da ki Sovyet yanlısı Necibullah İktidarı’nın devrilmesinden sonra ayrıldı. Usame Bin Laden, 1988 yılında bir çok İslami örgütü çatısı altında toplayan El Kaide’yi kurdu. Bugün ise CIA’nin besleyip büyüttüğü dolar milyarderi Usame Bin Laden, ABD’nin terörist örgütler listesinin başında yer alıyor. Irak halkı on aydır, İngiliz ve Amerikan işgali altında 11 eylül saldırıları, İngiliz ve Amerikan emperyalist güçlerinin, Orta Doğu’ daki anti-emperyalist mücadeleleri yok etmek, bölgenin petrol ve diğer yer altı zenginliklerini kontrol altına almak, son model ölüm makinaları ile şov yapmak ve yakıp yıktıkları bölgeleri çokuluslu inşaat şirketlerine pazarlamak için başlattıkları işgalin gerekçesi olmuştur. Terörizmle mücadele etmek, kimyasal silahları ele geçirmek, bölge halklarına demokrasi ve özgürlük götürmek yalanlarıyla Irak halkının tepesine bombalar yağdıran emperyalistler, işgalin nedeni olarak gösterdikleri hiçbir gerekçeyi haklı çıkartamamışlardır.Geçtiğimiz günlerde izbe bir kulubede kaderine terkedilmiş olarak bulunan Saddam Hüseyin ise en büyük ihaneti ABD’den görmüştür. İran-Irak Savaş’ı sırasında İran’a karşı desteklenen Saddam Hüseyin şimdi 1.5 milyon insanın ölmesinden sorumlu tutuluyor. Evet Saddam bir diktatördü, O’nun iktidarda olduğu yıllar boyunca Irak halkı ve diğer bölge halkları baskı ve zulume maruz kaldı. Ancak Saddam bu gücü yıllar boyunca bizzat ABD ve diğer emperyalist güçlerden almıştır. Bu gün Saddam’ın yakalanışını dünyaya ibret öyküsü olarak anlatanlar, kendi çıkarları gereği yoksul halkların tepesinde “Demokles’in Kılıcı” gibi durmaya devam etmektedir. Irak halkının direnişi emperyalizmin ordularına kayıp verdirmeye devam ediyor. Irak’ta işgalin başlamasından bu yana aylar geçti, ancak direniş emperyalistlerin medya organlarınca gösterildiğinden çok daha güçlü olarak devam etmektedir. Irak halkının mücadelesi ve Filistin İntifadası Otadoğu Halklarının Emperyalizme ve Siyonizm’e karşı küresel bir mücadelesine dönüşmelidir. İnsanlık düşmanı Siyonizm! Yıllardır İsrail tarafından toprakları işgal altında tutulan Filistin halkı, İsrail’in 29 Mart’ta Cenin’e yaptığı saldırılarda, 200 binden fazla kayıp vermişti. İsrail’e karşı mücadele veren, Filistin direnişi 2000 yılında, İkinci İntifada’sını ilan etti. Filistin direnişini boğmak isteyen ve Filistin halkına kukla bir hükümet olmaktan başka bir çözüm vaat etmeyen ABD’nin, Ortadoğu’da “Yeni Yol Haritası”
planı bir kez daha Filistin halkının direnişiyle karşılaştı. 29 Mart’ta 200 binden fazla insanın ölümüne yol açan Cenin’de ki saldırıları ise dönemin ABD Başkanı Dick Chaney, “Ortadoğu Kasabı Şaron” ile birlikte planlanmıştı. “Yeni Yol Haritası” kapsamında Filistin halkına dayatılan sözleşmenin iki maddesi, emperyalizmin bölgeye ilişkin planlarını açıkça ortaya koymaktadır. 1)Filistin, şiddeti şartsız olarak derhal sona erdirecek. 2)İsrail 28 Eylül 2000’den bu yana işgal ettiği topraklardan çekilecek… Yani Filistin halkı, İsrail saldırılarına teslim olacak ve 2. maddeden de anlaşılacağı üzere, 1967’de İsrail’in işgal ettiği Golan Tepeler’i, Batı Şeria, Kudüs ve Sina Yarımadası İsrail’de kalacak. Bunun anlamı ise Filistin’i birbirinden kopuk kukla kantonlarda yok olmaya mahkum etmektir. Bütün bu planları uygulamak için ABD ve İsrail yine İslami terör örgütlerini kullanmış ve Filistin halkının direnişini yok etmeye çalışmıştır. Nitekim Hamas’ın kurucusu Şeyh Yasin’in İsrail tarafından tutuklanması üzerine, ABD’den topladığı 100 bin dolarla Filistin’e gelen Musa Ebu Marzuk dağılmaya yüz tutan örgütü yeniden toparlamıştır. Daha düne kadar ABD ve İsrail’in Bir numaralı müttefiki olan bu örgütler bu gün terörist ilan edilirken öte yandan birçok İslamcı terör örgütü de sesiz sedasız yoluna devam etmektedir. Ortadoğu Halkları’nın mücadelesi yıllardır, devrimci bir önderlikle buluşamadan İslami terör örgütlerinin bekasında yitip gidiyor. Öz güçlerini emperyalist çıkar ilişkilerinin satranç tahtasında bir piyon olmaktan alan bu örgütler, yoksul bölge halklarının mücadelesini “kurtuluşa giden yeşil yol”da boğmaktadır ve “siyasi İslam”ın kılavuzluğunda yürünen her yol, emperyalizmin ve Siyonist İsrail devletinin bölgede daha da sağlamlaşmasından başka bir anlam ifade etmemektedir. Ortadoğu da çözüm ne Avrupa Birliğinin sahte demokrasisi ile ne de İslami örgütlerin önderliğinde gerçekleşebilir. Dünyanın dört bir tarafında emperyalist saldırganlığa karşı verilen mücadeleler, Irak ve Filistin halklarının mücadelesinden bağımsız değildir. Emperyalizm Irak’a silahla, dünyadaki diğer yoksul bölgelere ise İMF, AB Uyum Yasaları ile demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi yalanlarla girmekte ve bir çok ülkenin ekonomisini kendine bağımlı kılarak çökertip, dokunduğu her yere yoksulluk getirmekte ve bir bütün olarak insanlığı barbarlığa doğru sürüklemektedir. Irak, Filistin ve tüm bölge halkları, işçi ve emekçileri için çözüm Orta Doğu’nun işgaline karşı, birleşik-örgütlü bir mücadelededir. Siyonist İsrail devleti yıkılmadığı sürece ne Filistin ne de diğer bölge halkları tam bir özgürlüğe kavuşabilir. Yaşasın direniş! Yaşasın İntifada! Açıklama [31]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [32]: <!--[endif]--> Açıklama [33]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [34]: <!--[endif]-->
Türk-İş 19. Olağan Genel Kurulu yapıldı Türk-İş bürokrasisi yeni ihanetlere hazırlanıyor
Açıklama [35]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [36]: <!--[endif]--> Açıklama [37]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [38]: <!--[endif]-->
Fuat Karan – Mavi Mayıs Türk-İş’in 19. Olağan Genel Kurulu Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) Şura Salonu’nda yapıldı. 448 delegenin yeni yönetimi belirlemek için katıldığı ve 5 gün süren Genel Kurul’un açılış konuşmasını Türk-İş Başkanı Salih Kılıç yaptı. 7 Aralık Pazar gününe kadar süren Genel Kurul’a çeşitli ülkelerden 55 konuk sendikacı katıldı. Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (Türk-İş) 19. Olağan Genel Kurulu’nda örgütlenme önündeki engeller, sendikaların giderek güç kaybetmesi, ücretlerin gerilemesi, yoksulluğun artması ve gelir adaletsizliğinin giderek derinleşmesi gibi emek hareketinin acil sorunları gözardı edilirken bunların yerine Kıbrıs sorunu ve İstanbul’daki bombalı saldırılar tartışıldı. Evet, Türk-İş Başkanı Salih Kılıç, diğer sendikacılar ve siyasi parti temsilcileri işçilerin sorunlarının aksine Kıbrıs ve İstanbul’daki “terör” saldırılarından bahsettiler. Bu arada Başbakan Erdoğan’ın konuşması sırasında Türk-İş’e, özel sektörde örgütlenin demesi salonda gerginlik yarattı. Sendikacılar, bu yasalarla nasıl örgütleneceğiz diye tepki gösterdi. Birçok delege başbakanın konuşmasının ardından protesto ederek salonu terketti. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu ise giderek güç kaybeden sendikalara nasıl örgütlenmeleri gerektiği üzerine ders verdi. İşçi sınıfının çıkarlarının temsilcisi bir konfederasyonun kongresine işçi düşmanı AKP’nin ve elbette CHP’nin davet edilmesi, üstüne üstlük birde bunlardan “örgütlenme dersleri” alınması sendikal bürokrasinin yarattığı erozyonun en iyi göstergelerinden biridir. Türk-İş’in yaptığı 19. Olağan Genel Kurul toplantısı bir gerçeği bir kez daha gösterdi. Pek çok yanıyla tabandan kopuk, siyasi iktidarların arka bahçesi durumunda, popülist, grupçu tavırların ön plana çıktığı, koltuk kaygılarının işçi sınıfının çıkarlarının fersah fersah önünde olduğunu somut olarak gözlediğimiz bir toplantıya tanık olduk. Türk-İş toplumsal muhalefetin neresinde duruyor? Aslında asıl sorun bu ve asla yanında veya önünde cevabı verilemez. Ülkenin ve işçi sınıfının içinde bulunduğu dalgalanmalardan nasibini alan Türk-İş, 50’li yıllardan bu yana “prestijinden” çok şey kaybetti. Devlete bağımlı, bürokratik, reformist yapısıyla ve izlediği işbirlikçi, uzlaşmacı çizgisiyle ve ihanetleriyle bu “prestij” ona fazla bile. Ancak bu “prestij” kaybının nedenleri ne “sendikaların yaşadığı üye kaybı ve sendika çokluğundan doğan yapısal zayıflık”da aranırsa bulunabilir ne de sendikaların işlevini “üyelerini laiklik ve demokrasi konusunda iyi birer yurttaş olarak yetiştirmek” olarak tanımlayanlar dertlerine çare bulabilirler... Türk-İş’in durumu ile ilgili olarak daha önce kaleme aldığımız “İşçi Sınıfı Hareketindeki Yeniden Örgütlenme Süreci ve Sendikaların Rolü” makalemizden bir alıntı yapmak istiyoruz: “1950’li yılların devlet eliyle sanayileşme sürecinin ve üretime dayalı sermaye birikimi modelinin ürünü olan ve başından itibaren korporatist bir devlet kurumu gibi çalışan Türk-İş, bugün gerek devletin üretim sürecinin dışına çıkması, yoğun özelleştirmeler ve taşeronlaştırmalar, gerekse de sermayenin üretimden kopup spekülatif yatırım alanlarına kayması sonucunda önce devlet organlarının dışına itilmiş, ardından da yeni liberal planların uygulanmasının gözetmeni rolüne sıvanmıştır. Türkiye’de 1980’lerin ortalarından itibaren uygulamaya konan yeni sermaye birikimi modelinin (korumacılığa dayalı ithal ikameci sanayileşmeden, ihracata yönelik üretime ve spekülatif birikime dayalı yeni liberal politikalara geçiş) gerek işçi sınıfı bünyesinde gerek Türk-İş bürokrasisi üzerinde yol açtığı değişimlerin çelişik karakterini iyi saptamak gerekmektedir. Özelleştirmeler bir yandan, kamu kuruluşlarında çalışan işçilerin “memur” zihniyetinde önemli dönüşümlere neden olup bunların işçi sınıfı bilinci doğrultusunda yolalabilmelerinin zeminini hazırlarken, bir yandan da tarihsel kazanımların yok olmasına, sanayi kuruluşlarının kapanmasına ve ciddi düzeylerde işsizliğe ve marjinalleşmeye yolaçmaktadır. Keza Türk-İş bürokratları da, devletin işçi sınıfı
üzerindeki “memurları” olmaktan çıkmaktadır; ne var ki bu, Türk-İş’in devletten bağımsızlaşmasına neden olmamakta, tam tersine bürokratlar mali ve mafyatik burjuvazinin doğrudan temsilcileri haline gelmektedir.” Gerek sosyal demokrat, gerekse sağ eğilimli tüm Türk-İş bürokratlarının hedefi, yeni sermaye birikimi modeliyle birlikte ülkenin üretim yapısında gerçekleşen daralma sonucunda sarsılan eonomik ve toplumsal mevzilerini ve ayrıcalıklarını koruyabilmek ve geliştirebilmektir. Bu amaçla zaman zaman göstermelik “mücadelelere” başvurdukları, kendi ayrıcalıkları için işçileri seferber ettikleri bile olmaktadır. Ancak asıl istedikleri, özelleştirmelerin, tensikatların ve diğer dönüşümlerin daha “kontrollü” gerçekleştirilmesi ve kendilerinin işletmelerin birer “muhasebecisi” işlevini üstlenmeleridir. Bu anlamda Türk-İş’li bürokratların sendikalara biçtiği yeni görev, emek sömürüsünün yeni iş örgütlenmesi modelleriyle yoğunlaştırılması sürecine katılım ve yeni liberal ekonomik politikaların denetlenmesinden başka birşey değildir. Amaçları, bu sürecin kendi ayrıcalıklarının korunup güçlendirilmesi hedefiyle uyumlu kılınmasıdır.” Özelleştirme mağdurları Türk-İş Kongresi’nde Bu arada Ankara’ya gelen özelleştirme mağdurları, hükümet ile Türk-İş arasında imzalanan protokolun uygulanarak mağduriyetlerinin giderilmesini istedi. POAŞ, Deniz Nakliyat, EBK, Sümer Holding, ORÜS ve çimento fabrikalarından özelleştirme nedeniyle atılan işçiler, Türk-İş’in önünde toplandılar. Ellerinde hükümetle Türk-İş arasında imzalanan protokol olan işçiler, yaklaşık 3 bin özelleştirme mağdurunun ya işe başlatılmasını ya da bunlara emeklilik hakkı verilmesini talep ettiler. Sosyal güvenceleri olmadığını belirten işçiler, yaşlarının ortalama 40 olduğu vurgulanırken, bu yaştan sonra özel sektörde iş bulamayacaklarını söylediler. Şubelerden deklarasyon İstanbul’dan Türk-İş’e bağlı Haber-İş 1 No’lu Şube; Belediye 1, 2, 3 No’lu, İETT ve Trakya şubeleri; Petrol-İş 1 No’lu ve Anadolu Yakası şubeleri; TEKSİF Bakırköy Şubesi; Kristal-İş Topkapı Şubesi; Çimse-İş İstanbul Şubesi; Deri-İş Tuzla Şubesi; Tez Koop-İş 2 No’lu Şube; Yol-İş 1 ve 3 No’lu şubeler; Liman-İş İstanbul Şubesi; Basın-İş İstanbul Şubesi, TÜMTİS İstanbul Şubesi; Harbİş İstanbul Şubesi yöneticileri, “nasıl bir yönetim istediklerini” bildirdiler. Türk-İş’in 19. Olağan Genel Kurulu’na yönelik ortak bir açıklama yapan şubeler, mücadeleci bir Türk-İş yönetimi için, sendika yöneticilerini ve delegeleri “göreve, sorumluluğa ve birlikte hareket etmeye” çağırdılar. Şubeler taleplerini “Nasıl Bir Türk-İş?” açıklamasıyla sundular: *4857 Sayılı Kölelik Yasası’nın iptal edilip, işçilerin ekonomik ve demokratik hakları doğrultusunda yeniden düzenlenmesi için mücadele eden; *2821 ve 2822 sayılı grev ve toplusözleşme yasalarının, sendika seçme özgürlüğü ve referandum hakkı, dayanışma ve siyasi hak grevlerinin yasallaşması ve lokavtın yasaklanmasını da içerecek şekilde düzenlenmesi için mücadele eden; *Özelleştirme, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırmaya karşı kararlı ve ilkeli bir tutumla mücadele eden, ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının uluslararası tekellere ve işbirlikçilerine yağmalatılmasına dur diyen, hortumculara ve soygunculara karşı emeğin ve halkın çıkarlarını savunan; *Dil, din, milliyet ayrımı gözetmeksizin, bütün işçi ve emekçilerin birliği için çalışan, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü savunan, başta temel hak ve özgürlükler olmak üzere gerçek bir demokratikleşme için tavizsiz mücadele eden; *Partiler ve siyasetler üstü bir sendikacılık’ adına hükümetlerin arka bahçesi olup, sermayenin
karşısında işbirlikçilikle övünen değil, işçi ve emekçilerin çıkarlarına uygun politikaları savunan ve gücünü işçi sınıfından alan; *Sendikaların küçültülüp yok edilmesine karşı Türkiye’nin dört bir yanında örgütlenme seferberliği başlatıp, sendikasız tek bir fabrika bırakmamak için, bütün gücünü ve olanaklarını işçi sınıfının hizmetine sunmuş; *Dış politikası ABD’ye, ekonomisi IMF ve Dünya Bankası’na, demokratikleşmesi Avrupa Birliği’ne havale edilmemiş, Bağımsız ve Demokratik bir Türkiye için mücadele eden; *Emperyalizme ve terörizme karşı, barışı ve halkların kardeşliğini savunan, eşitlik ve özgürlüğün hüküm sürdüğü bir dünya ve Türkiye idealinin yol göstericiliğinde çalışan bir Türk-İş ve Türk-İş Yönetimi istiyoruz. Türk-İş Kongresinin gösterdikleri ışığında birincisi, sendikaların devletten ve siyasi partilerden tam bağımsızlığı ilkesini ısrarla savunmalıyız. Bujuva siyasetçilerinin ve hükümet temsilcilerinin işçi sınıfının kürsülerinde yeri yoktur. İkincisi, sınıf bilinçli işçilerin yeterince örgütlü olmadığı ve taban örgütlülüklerinin zayıf oldğu bir Kongre sürecinde Türk-İş yönetiminde bir değişim beklemek, yani sendikal bürokrasinin devrilmesini beklemek hayalciliktir. Sendikal bürokrasi ancak tabandan gelişecek güçlü örgütlenmelerle devrilebilir. Bunun olmadığı yerde bürokrasinin hangi kanadının daha iyi olduğunu belirlemek devrimci işçilere düşmez. Kongre salonlarından değil, işyerlerinden yükselen bir mücadele için ileri! Açıklama [39]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [40]: <!--[endif]--> Açıklama [41]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [42]: <!--[endif]--> Açıklama [43]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
KESK üyesi emekçiler işyerlerini terketmiyorlar
Açıklama [44]: <!--[endif]--> Açıklama [45]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [46]: <!--[endif]-->
Fuat Karan KESK üyesi kamu emekçileri, Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı’na, işyerlerini terk etmeyerek tepki gösterdiler. Kamu Yönetimi Reformu, aslında bir reform değil, aksine işçi sınıfının kazanımlarına yapılan büyük bir saldırı. Tasarıyla, eğitim ve sağlık artık kamu hizmeti olmaktan çıkıyor. Yasa, kamu emekçilerinin sözleşmeli olarak çalışmalarının önünü açıyor, yani iş güvencesini kaldırıyor. Dünya Bankası ve IMF’nin isteğiyle hazırlanan ve iş güvencesini ortadan kaldıran; sağlık, eğitim gibi hizmetlerin paralı olmasının yolunu açan tasarıya karşı 1-2 Kasım’da çeşitli eylemler gerçekleştirildi. Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere İzmir, Adana, Malatya, Samun, Bursa, Diyarbakır, Erzincan, Mersin ve birçok ilde eylemler gerçekleşti. Emekçiler, Milli Eğitim müdürlüklerinde, okullarda, hastanelerde ve belediyelerde hükümeti protesto ettiler. Kocaeli’de ise yaklaşık 3 bin kişinin katıldığı bir miting düzenlendi. Eyleme TÜPRA Ş, İGSA Ş ve PETKİM işçileri de katıldılar. Eylemin bayram tatilinin hemen ardından gerçekleşmesi genelde katılımın düşük olmasına neden oldu. KESK, ayrıca 10 Aralıkta vizite ve 11 Aralık’ta iş bırakma eylemi yaptı. Kamu Yönetimi Kanun Tasarısı’na karşı KESK’in başlattığı mücadelenin kitleselleşmesi ve saldırılara karşı emekçilerin daha geniş birlikteliklerinin oluşturması gerekiyor. KESK, son yıllarda
Açıklama [47]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [48]: <!--[endif]-->
bir gerileme içinde. Yapılan çeşitli eylemlere rağmen yeterince kazanım elde edilememesi, sürgünler, sürekli eylemlere katılan özellikle militan unsurların tabanla bağlarının kopması, çeşitli sol partilerin KESK’i kontrol etme çabaları KESK’i güçsüz düşürmüş durumda. Bu yasa tasarısı da geçerse KESK’in mücadelesi büyük zarar görecek. Fakat yasayı durdurmak tabandan kopuk, bir grup aktivistin yaptığı eylemlerle mümkün değil. 5 Aralık’ta sağlık emekçilerinin gerçekleştirdiği gibi kitlesel ve tabanı da harekete geçiren eylemlilikler ancak mücadeleyi güçlendirebilir. Bu nedenle işyerlerindeki tüm emekçileri saldırılara karşı bilgilendirmek, daha da önemlisi mücadelelere katmak gerekiyor. Sözde Kamu Yönetimi Reformu, sadece memur olarak çalışan emekçilerin değil, tüm işçi sınıfının sorunudur. Bu nedenle topyekün saldırıya karşı topyekün mücadele gerekiyor. 9 Aralık’taki cam işçilerinin grevi gerçekleştirilebilseydi, ve KESK üyesi işçilerin 10-11 Aralık grevleriyle birlikte, işçi sınıfının diğer kesimlerinin de katıldığı bir genel greve dönüşebilseydi, hükümet geri adım atmak zorunda kalacaktı. Özelleştirmelere, yeni iş yasasına, Kamu Yönetimi Tasarısı’na ve cam işçilerine ve tüm işçi sınıfına yapılan saldırılara karşı birlikte mücadeleye! Kamu Yönetimi Tasarısı Geri Çekilsin! Yeni İş Yasası İptal Edisin! Özelleştirmeler Yasaklansın! Ücretsiz Eğitim, Ücretsiz Sağlık! Açıklama [49]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [50]: <!--[endif]--> Açıklama [51]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Ermenek’te ölen işçi kardeşlerimizin katili sermaye devletidir
Açıklama [52]: <!--[endif]--> Açıklama [53]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [54]: <!--[endif]--> Açıklama [55]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Fuat Karan Patronlar için tek gerçek var: Kâr! Patronlar için ne insan hayatının, ne de doğanın değeri var. Onlar hep kazanmak istiyorlar, bedeli ne olursa olsun. Milyonlarca emekçi güvencesiz, sefil koşullarda çalışıyor. Ve bu aşağılık burjuva devleti de bu gerçeğin koruyucusu ve sürmesinin yegane garantisi. Bu aşağılık düzenin yarattığı yıkım 10 maden işçisi kardeşimizin ölümüne neden oldu. Karaman’ın Ermenek ilçesi Cennet köyündeki Özsayan Maden Ocağı’nda meydana gelen grizu patlamasında 10 kardeşimiz göçük altında kaldı ve hayatlarını kaybettiler. İşyerinde asgari tedbirler dahi alınmamıştı. Evlerine ekmek getirebilmek için bu sefil koşullarda çalışmak zorundaydılar. Hergün yavaş yavaş çürüyordu ciğerleri bunu biliyorlardı. Hatta birgün göçükte kalıp ölebileceklerini de... Ama mecburdular çalışmaya. Yine indiler yerin 350 metre altına ama bir daha çıkamadılar. Oysa çok basit önlemlerle aramızda olabilirlerdi. Bugüne kadar hiçbir tedbir alınmasını sağlamayan devlet ölümlerin ardından işçilerin ailelerine üzüntülerini belirtti. Karaman Valisi İsmet Metin, kömür ocağı ile ilgili olarak, “Bu ocak söz konusu nizamnamelerin tüm gerekleri yerine getirilerek, işletmeye açılmış bir ocak değildir” açıklamasını yaptı. Peki neden izin verdiniz?
Açıklama [56]: <!--[endif]-->
İşçiler haklarını aramaya giriştiklerinde, insanca yaşam için örgütlendiklerinde polisle, jandarmayla işçilere saldıranlar, patronların pisliklerine neden göz yumuyorlar? Neden Gökçesu Madencilerinin insanca yaşamak için vediklerini mücaleye itlerinizi salıyorsunuz? Cevap basit, çünkü bu devlet, bu polis, bu ordu bu aşağılık sermaye düzenini korumak için var. Ve bu düzen sürdükçe kardeşlerimiz ocaklarda ölmeye devam edecekler. Bu barbar sermaye düzenini yıkmak için örgütlenelim! Açıklama [57]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [58]: <!--[endif]--> Açıklama [59]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [60]: <!--[endif]--> Açıklama [61]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
Asgari ücret 303 milyon lira... Asgari geçim mi, azami sefalet mi?
Açıklama [62]: <!--[endif]--> Açıklama [63]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [64]: <!--[endif]-->
Arif Benol Her yıl olduğu gibi bu yıl da asgari ücret tartışmaları milyonlarca işçi ve emekçi için hüsranla son buldu. Bir kez daha asgari ücretle çalışan emekçilerin ihtiyaçları değil patronların dedikleri oldu. Dört kişilik bir ailenin asgari geçim sınırının 1 milyar 400 milyon olduğu Türkiye’de asgari ücret net 303 milyon olarak belirlendi. Başbakan Tayyip Erdoğan “asgari ücret en az 350 milyon olmalı” açıklamasını yaptığında sermaye cephesinin hükümete yanıtı çok sert oldu. Türkiye İşverenler Sendikası (TİSK) böylesi bir ücretin verilmesi durumunda ekonominin bir yıkımla karşılacağını, dolayısıyla AKP hükümetinin iyi giden “programı” popülizme kurban etmemesi gerektiği uyarısında bulundu. Patronların karlarını arttırabilmeleri, zenginliklerine zenginlik katabilmeleri için işçilerin büyük çoğunluğunun açlık içinde yaşaması, mutlak bir yoksulluk içinde bulunması gerektiğinin bundan daha açık bir açıklama olabilir mi? Asgari ücretin bu derece düşük bir sınırda tutulması tüm ücretler üzerinde büyük bir basınç oluşturarak ortalama işçi ücretini aşağıya doğru çekmektedir. İşçi ve emekçilerin başta toplu iş sözleşmeleri olmak üzere her düzeyde ücretlerinin en alt düzeyde belirlenmesinde asgari ücretin belirleyici bir rol oynaması patronların asgari ücret konusundaki “tavizsiz” tutumunun nedenidir. Asgari ücret tüm ücretleri diğer bir deyişle emek piyasasını belirlemektedir. Bu noktada Başbakan Erdoğan’ın patronları bu derece rahatsız edecek bir asgari ücret teleffuz etmesi onun emekten yana olduğu şeklinde yorumlanabilinir mi? Kuşkusuz hayır! Erdoğan’ın henüz başbakanlığının ilk aylarında işçilere asgari ücretle çalışmaya hazır işsiz milyonlar sokaklarda dolaşıyor açıklamasını anmak bile onun emekten yana olmadığını anlatmaya yeterli olacaktır. Sonuç olarak, başbakanın yaptığı açıklamaya rağmen Asgari Ücret Tespit Komisyonu işçi ve hükümet temsilcilerinin oylarıyla anılan 350 milyonluk rakamın altında bir ücreti belirledi. İşveren tarafının 303 milyonluk asgari ücrete şerh koymuş olması gerçekten bu rakamdan memnun olmadığı anlamına mı geliyor? Yoksa patronlar genel ücretleri belirlemede ki etkisini çok iyi bildikleri asgari ücretin bir milyon bile aşağıda oluşmasının kendilerine sağladığı avantajların farkında olarak mı hareket etti? Asgari ücretin ve dolayısıyla buna bağlı olarak ortalama ücretin emek aleyhine bu derece bozuk olduğu bir düzenin gelir dağılımında yarattığı bozukluk bir yandan sendikalaşma önünde büyük
Açıklama [65]: <!--[if supportFields]><span style='fontsize:18.0pt;mso-bidi-font-size:
30.0pt;color:blue'><span style='msoelement:field-begin'></span>tc
&quot;Asgari geçim mi, &quot;</span><![endif]--> Açıklama [66]: <!--[if supportFields]><span style='fontsize:18.0pt;mso-bidi-fontsize:30.0pt;color:blue'><span
style='mso-element:fieldend'></span></span><![endif]--> Açıklama [67]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [68]: <!--[endif]-->
engeller oluşturmakta, diğer yandan ters yönde taşeronlaşma gibi çalışma biçimlerinin daha rahat devreye girebilmesini sağlamaktadır. İşçi ve emekçilerin örgütlenme düzeyinin Türkiye’de bu derece geri ve dağınık olmasıyla çalışma ücret ve biçileri arasında ki ilişkiyi görebilmek emek hareketinin dağınıklığının aşılması, sınıfın birlik ve beraberliğinin sağlanması açısından büyük bir öneme sahiptir. Sermaye düzeninin sahipleri nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçileri kandırmak için türlü yollara baş vurmakta, bizzat kendilerinin yol açtıkları sorunların çözümü için örneğin asgari ücretin “abartısız, hayali olmayan, gerçekçi” rakamlar da belirlenmesi gerektiğini ileri sürebilmektedirler. Patronların desteği altında saldırısını sürdüren AKP hükümetinin enflasyonu düşürmesinin büyük başarı olarak sunulması bu büyük yalanlardan biri. Evet enflasyon düşüyor çünkü ücretler tırpanlanmakta, alım gücü gerilemekte ve talepteki azalma enfalsyonda bir gerileme olarak yansımaktadır. Diğer bir deyişle Gayri Safi Milli Hasıladaki 5,3 oranında ki yükseliş reel ücretlerdeki düşüşün bir ürünüdür. Yoksa istihdamın ve üretimin artmasının bir sonucu değildir. Nitekim 2003 yılındaki işsizlik oranı Devlet Planlama Teşkilatı verilerine göre yüzde 11.4 oranına yükselmiştir. Üstelik, 2 milyon 328 bin işsize tekabül eden bu resmi rakamın gerçek olmadığını da biliyoruz. DİSK dahil pekçok sendikanın ve gayri resmi örgütün verdiği gerçeğe çok daha yakın rakamlar bu oranın en azından iki katına işaret etmektedir. Diğer bir deyişe işsizlik giderek artmakta ve reel ücretler düşmektedir. Küreselleşmenin ve İMF programlarını uygulamanın doğal bir sonucu olan bu politika gerek rakamlar düzeyinde gerekse hayatın gerçekliği içinde Türkiye’de emekçi sınıfların giderek artan bir yoksulluk girdabının içine çekildiğine işaret etmekte. Bu girdaptan kurtuluşun yolu, işçi ve emekçi yığınların ekonomik politikaları, oluşturdukları büyük yığınların çıkarları ve refahı doğrultusunda belirleyebilmelerine bağlıdır. Bunun yolu ise sanayi ve çalışma yaşamı üzerinde tam bir işçi ve emekçi denetiminden geçmektedir. Asgari ücret dahil tüm ücretlerin emekçilerin insani koşullarda yaşayabilmesini olanaklı kılacak düzeylere çıkartılabilmesinin, sosyal devlet olanaklarının genişletilebilmesinin ön koşulu kapitalist kar amaçlı üretim sisteminin yok edilebilmesine bağlıdır. Bu amaçla her şeyden önce: * Özelleştirmelere son verilmeli, temel sanayi kuruluşları işçi denetiminde millileştirilmelidir. * İş saatleri kısaltılarak tüm işler ücretlerde herhangi bir kısıtlamaya gitmeden çalışan nüfus arasında paylaştırılmalıdır. * IMF ve Dünya Bankası’ndan kopulmalı, Dış Borç ödemesine son verilmelidir, dış ticaret devlet denetimi altına alınmalıdır. * Asgari ücrete olduğu kadar yatırımlara da işçi ve emekçi örgütlerti karar vermelidir. Açıklama [69]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [70]: <!--[endif]--> Açıklama [71]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [72]: <!--[endif]-->
Öğrencilik işsizliktir ! Öğrenciliğin sonu yoksulluktur !
Açıklama [73]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [74]: <!--[endif]--> Açıklama [75]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [76]: <!--[endif]-->
Nehir Gülen Binlerce gencin geleceği için umut kapısı olan üniversiteler bir hayalden Üniversiteye gelen herkes iyi bir işe sahip olacağını ve sınıf atlayacağını üniversiteler her yıl binlerce diplomalı işsiz mezun ediyor ve yerine yeni işsiz bulabilen azınlık ise ya kendi dalının dışında çok düşük ücretlerle çalışıyor sayesinde iş bulmayı başarabiliyor.
öteye gidemiyor. düşünüyor. Oysa adayları alıyor. İş ya da tanıdıkları
Emekçi çocuklarına üniversite kapıları kapatılıyor Neo-liberal saldırıların hızlanmasıyla birlikte tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de işsizlik artıyor, ücretler erimeye devam ediyor. Bununla birlikte dershane, kitap, üniforma, servis gibi eğitimle ilgili araç gereçlerin fiyatları artarken, zorunlu tutulan bağış ve harçlarla, okumak emekçi ailelerinin karşılaması mümkün olmayan bir yük haline geliyor. Birçok genç ailesinin geçimini sağlamak için çok küçük yaşlarda çalışmaya başlıyor Çoğu üniversiteye gidemiyor. Gidebilenler ise üniversite yıllarını sefalet içinde geçiriyor. Devletin ve devlete bağlı kurumların verdiği burslar bu masrafları karşılamakta çok yetersiz kalıyor. Bu nedenle işçi çocukları ya okula devam edemiyor ya da çok ağır işlerde çalışmak zorunda kaldıklarından okulu bitirmekte zorluk çekiyor. Sonuç olarak devlet üniversiteleri emekçi çocuklarına çoktan kapandı . Asgari ücretler bile harçları karşılamaya yetmiyor. Yüksek yemekhane, kantin fiyatları, marketler okulları eğitim alanı olmaktan çok birer ticarethaneye dönüştürüyor. Artık üniversiteler cebi dolu müşterilerini bekliyor . Eğitimde fırsat eşitliği ise koskoca bir yalan olmaktan, kafaları bulandırmaktan öteye gidemiyor. Devlet üniversiteleri vakıf üniversiteleriyle yarışamıyor Hızla artan vakıf üniversiteleri (Türkiye’de 22, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde 5 ve özel statülü 2 tane olmak üzere olmak üzere 29 vakıf üniversitesi var.) ilk başta kötü eğitim veren kurumlardı. Özel Yüksek Okullar adıyla anılıyordu. 12 Eylül askeri cuntasıyla birlikte 1982 anayasasında yer almaya başladılar. Daha da önemlisi devlet destağine sahip oldular. Hatta devlet yeni bir kararla emekli olan öğretim üyelerini devlet üniversitelerinde ücretsiz bile olsa ders vermesini yasakladı ve bu hocaların vakıf üniversitelerine gitmesini sağladı. Böylelikle iyi ve deneyimli hocalar vakıf üniversitelerinde ders vermeye başladılar. Vakıf üniversiteleri artık yabancı üniversiteler ile işbirliği içindeler. Devlet üniversiteleri ise bunun mali kaynak sıkıntısına bağlayarak, harçları yükselterek, en ufak belge için bile para alarak gidermeye çalışıyor. Devlet eğitime kaynak ayırmıyor ama savaşlar için ayrılan paranın bir kısmı bile bu sıkıntıyı gidermeye yeterli. Yeni YÖK Yasa Tasarısı geri çekilsin ve YÖK kaldırılsın AKP hükümetinin AB’ye uyum sürecinde liberalleştirdiği yasalardan nasibini YÖK yasası da aldı ve beraberinde dönem dönem savaşın da önüne geçen tartışmaları getirdi . En sonunda cumhurbaşkanı gibi anayasa hukukçusu olan Erdoğan Teziç YÖK başkanlığına getirilerek sorunun artık çözüldüğü ve o mukaddes hukuk devletinin oluşmasında en büyük adımlardan birinin atılmış olduğu yalanıyla yüzyüzeyiz . YÖK bize 12 Eylül cuntasının en güzel armağanı oldu. Üniversitelerin özerkliği tamamen elinden alındı ve ordu eliyle oluşturulan kurulun eline verildi. Amaç hiçbir şeye karşı gelmeyen itaatkar ‘’sözde’’ bilimadamları yaratmaktı. Ardından kampüsler polis ve jandarmalarla doldu, sesini çıkaran her öğrenci çok büyük yaptırımlara maruz kaldı. Bugün bile yüzlerce öğrenciye anadilde eğitim hakkı, solcu öğrencilerle konuşma, ideolojik halay çekme gibi nedenlerden dolayı soruşturma açılırken İÜ Rektörü olan Kemal Alemdaroğlu bilgi hırsızlığı yaptığı halde görevine devam edebiliyor. Üstelik bu hırsızlığı teşhir eden öğrenciler cezalandırılıyor! Kemalist rektörlük ekipleriyle anlaşamayan AKP Hükümeti üniversitelerdeki gücünü arttırmak ve kadrolaşmak istiyor .Yapmak istediği yasa değişikliği ile bunu başarması çok daha kolay olacak ve istediği kişileri üniversitelerde söz sahibi yapabilecek. Rektörleri bile kolaylıkla seçebilecek.
Öğretim üyelerinin atanmasına, yurtdışına gidebilen öğrencilerin seçimine kadar kendi yetkisini kullanabilecek. AKP Hükümeti tüm bunları yaparak üniversitelerdeki neo-liberal baskıların daha da artmasına neden olmakla kalmayacak; aynı zamanda kendini üniversitelerde kalıcı hale getirmeyi de başaracak. Bizi ancak örgütlü mücadele kurtarır Üniversitelerimizi ne Kemalist ordunun ne de AKP hükümetinin ellerine bırakmamak için mevcut YÖK yasasına ve yeni yasa tasarısına itirazımızı yükseltmemiz gerekiyor . 12 Eylül’ün uzantısı YÖK ve burjuva hükümetlerin üniversitelerden ellerini çekmeleri için mücadeleyi hızlandırmalıyız. Ortak talepler ve sloganlarla bir eylem birliği oluşturmalı ve dağınıklığımıza son vermeliyiz çünkü üniversiteler aslında öğrencilerin ve üniversite emekçilerinindir! Üniversitelerde işçi ve öğrenci denetimi! Eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim! Üniversitelerde polis-jandarma denetimine son! Savaşa değil eğitime bütçe! Herhese iş güvencesi, isteyen herkese eğitim hakkı! Soruşturmalara son verilsin!
Açıklama [77]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [78]: <!--[endif]-->
Amerika’da yoksulluk ve işsizlik
Açıklama [79]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [80]: <!--[endif]--> Açıklama [81]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
John Peterson (Bu yazı ABD Troçkist örgütlerinden Workers Imternational League’in WEB sitesinden çevrilmiştir.) “Dünyanın 2 numaralı petrol zengini ülkesine 87 milyar dolar göndermesini biliyorlar ama burada, ABD’de kendi halklarını beslemeye para ayıramıyorlar”. (Dan Larkin, Amerikalı bir işsiz). ABD’deki işsizlik ve yoksulluk krizi büyümeye devam ediyor. Son haftalarda iş miktarında sayısal bir artış olmasına rağmen kimse yeni yaratılan işlerin niteliğine değinmiyor. Bir ekonominin belkemiği olan imalat sektöründeki işler ekim ayında da 37 aydır olduğu gibi azalmaya devam etti. Amerikalıların büyük çoğunluğu için iyi ücretli, sosyal güvenceli, eksiksiz bir sağlık hizmeti ve emeklilik sağlayan işler artık geçmişte kaldı. Bu durumun Amerika’da yarattığı işsizlik, evsizlik ve hatta açlık gibi sonuçlar, kârı insan ihtiyaç ve sıkıntılarının üstünde gören bir sistemin yıkıcı sonuçlarıdır. Bu yüzden işsizlik oranı yüzde 6.1’den yüzde 6’ya düşmüş olsa da hükümetin verileri toplarken kullandığı “düzeltilmiş” yöntem gerçek durumu gizliyor. Lee Price ve Yulia Fungard’ın hazırladığı “Günümüzdeki İş Krizinin Boyutlarını Anlamak” başlıklı rapora göre bir dizi etkeni hesaba katmak gerekiyor: · İş sayısındaki düşüş süre itibariyle tarihi bir rekor kırmıştır: En son iş krizinde aylık iş rakamları 1939 yılından beri ilk kez 2,5 yıllık bir dönem boyunca sürekli olarak düşüş göstermiştir. Ekim
Açıklama [82]: <!--[endif]-->
2003 itibariyle bordrolu işçi sayısı mart 2001’e göre 2,4 milyon düşmüştür. · Mart 2001’de başlayan resesyondan beri çalışma yaşındaki nüfusta artış olmuştur: Bir taraftan işler yüzde 1,8 azalırken diğer taraftan çalışma yaşındaki insanların sayısı yüzde 3,4 artmıştır. Çalışma yaşındaki insanların sayısındaki artış kadar daha yeni iş yaratmak için 2003 ekiminde 6,9 milyon bordrolu işin daha yaratılması gerekirdi. · “Kayıp” işgücünün işsizlik istatistiklerine etkisi: İşsizlik süresindeki olağanüstü artış aktif olarak iş aramayı bırakan kişilerin sayısında görülmedik bir artışa yol açmış ve böylece bu insanlar işsizlik istatistiklerinden düşülmüştür. Bu insanlarda hesaba katılmış olsaydı 2,3 milyon kişiye daha iş bulunması gerekecekti. · Bu kayıp işgücü büyük bir öneme sahip, çünkü eğer bu 2,3 milyon kişi de işsiz sayılsaydı işsizlik oranı yüzde 7,4’e çıkardı. Bu oran emek piyasasındaki daralmayı yüzde 6’lık resmi orandan daha gerçekçi bir biçimde yansıtıyor. Aradaki yüzde 1,4’lük fark şu anda emek piyasasının dışına itilmiş olan ama iş olanaklarının artmasıyla tekrar iş aramaya başlayabilecek kişileri temsil etmekte. Bu yüzden, ilerde istihdamda gerçek bir artış olduğunda bile resmi işsizlik rakamının pek fazla düşmesi beklenmemeli. · Ücret gelirlerindeki düşüş: Resesyonun başlangıcından bu yana saat başı gerçek ücretler arttığı halde çalışılan iş saatlerindeki düşüş (parça başı veya çağrıldıkça çalışma-ç.n.) ve iş sayısındaki azalma bu ücret artışını etkisiz kılmıştır. · Bu iş krizi iş miktarındaki en uzun süreli kayba yol açtı: 28 ay. · Bu iş krizi ekonomik resesyonun başlamasının üzerinden 31 ay geçtiği halde iş sayısının eski düzeyine dönmediği tarihteki ilk vâkadır. · Bu kriz işsizlik oranında (“kayıp” işgücü de hesaba katıldıktan sonra) en büyük artışa yol açan kriz olmuştur –yüzde 3.2 puanlık bir artış. · Mevcut kriz, aynı zamanda resesyonun başlamasından otuz ay sonra toplam reel ücret gelirlerindeki kayba bakıldığında da en kötü kriz olmuştur. Yukarıda değinilen çalışmanın yazarlarına göre, işten çıkarmaların bu kadar uzun sürmesi dolayısıyla, birçok bakımdan, gelmiş geçmiş en ciddi krizi yaşıyoruz. İşte bu sistemin bize getirdikleri! 2002 yılında 1,7 milyon Amerikalı daha açlık sınırın altına düştü ve açlık sınırı altındakilerin toplam sayısı 34,6 milyona vurdu. Bu toplam nüfusun sekizde birine ulaşan inanılmaz bir sayı. Bu kişilerin on üç milyondan fazlası çocuk. ABD dünyanın bütün endüstrileşmiş ülkeleri arasında en kötü çocuk yoksulluğu oranına ve en kötü yaşam süresi beklentisine sahip ve durum yoksullar için daha da kötüleşmeye devam ediyor. Otuz bir milyon Amerikalının gıda güvencesine sahip olmadığı, yani bir sonraki yemeğini nasıl temin edeceğini bilmediği belirtiliyor. ABD Tarım Bakanlığı’na göre bu sayının dokuz milyonu gerçek anlamda açlık çekiyor, yani yine bakanlığın yaptığı tanıma göre, “kaynak yetersizliğinin yol açtığı gıda yokluğu yüzünden rahatsızlık ve acı verici bir his” yaşıyor. Yirmi beş büyük şehirde acil gıda ihtiyacı geçen yıl ortalama yüzde 19 arttı. Gıda yardımı alan Amerikalıların sayısı Bush göreve geldiğinden beri 17 milyondan 22 milyona çıktı. Şu anda ABD’de yoksulluk içinde yaşayanların sayısı 1965 yılındakinden fazla. Peki, şu “ilerleme”ye, yani, her şeyin bir sonraki nesilde daha iyiye gideceği fikrine ne oldu? Bush’un tüm bunlara önerdiği çözüm ne? “Dini” hayır cemiyetleri! Demokratlar da bundan iyi sayılamaz. 1930 ve 60’larda uğruna mücadele ettiğimiz sosyal güvenlik sistemini parçalayanın Clinton olduğunu unutmayalım. Clinton, yoksulluk ücreti alan insanların sayısını birkaç yılda 12 milyondan 5 milyona düşürdü ve şimdi iş sayısı aniden düşünce toplumun
en elverişsiz koşullarda yaşayan milyonlarca üyesi herhangi bir sosyal güvenlik ağından mahrum kaldı. Aslında kimse yoksulluk yardımı almak istemiyor –hepimiz nitelikli işler, sağlık hizmeti, barınma ve eğitim olanakları istiyoruz ve bunun için çok çalışmaktan da kaçınmıyoruz. Ama kapitalist sistem durmaksızın kâr peşinde koşuyor ve bizim ihtiyaçlarımız büyük patronların ve milyarderlerin ihtiyaçlarından sonra geliyor. Ve burası dünyanın en zengin ülkesi! Peki işçilerin yarattığı onca zenginlik nereye gidiyor? Cevabı herkes biliyor –bütün zenginlik emeğimiz, kanımız, terimiz ve göz yaşlarımızdan beslenen bir avuç ultra-zengin asalağın eline akıyor. Tam istihdamın, herkesi kapsayacak ücretsiz bir sağlık hizmetinin ve eğitim sisteminin oluşmasını engelleyecek hiçbir maddi engel yok aslında. Ancak bunlara ulaşmak için mücadele etmek zorundayız. Kapitalist sınıf ve onun siyasi temsilcileri mücadele olmaksızın elindeki zenginlik, iktidar ve ayrıcalıklardan vazgeçmeye yanaşmayacaktır. İşte bu yüzden gerçekten bizim çıkarlarımız doğrultusunda mücadele edecek bir kitlesel emek partisinin kurulması için uğraş vermek zorundayız. Böyle bir parti sendikalardan ve genel olarak işçi sınıfından (yani Amerika’nın ezici çoğunluğundan) güç alarak hızla siyasal iktidarı ele alabilir ve herkesin yaşamını iyileştirecek sosyalist bir programı hayata geçirme mücadelesi verebilir. Seçmen katılımının genel olarak bu kadar düşük olması, Amerikalıların halihazırda kendilerine sunulan seçeneklerden ne kadar umutsuz olduğunun bir göstergesi değil mi? Zenginlerin iki partisi arasında seçim yapmak zorunda olduğumuza dair bir kanun mu var? Gerçek demokrasi bu olamaz! Kapitalizmin korkulu rüyası olacak devrimci bir alternatif inşa etmek için ileri! Açıklama [83]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [84]: <!--[endif]--> Açıklama [85]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [86]: <!--[endif]-->
Devrimci süreçler, kitle örgütleri ve Troçkist partilerin inşası
Açıklama [87]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [88]: <!--[endif]--> Açıklama [89]: <!--[if !supportEmptyParas]-->
(Tarihsel akımımızın önderi ve Uluslararası İşçi Birliği - Dördüncü Enternasyonal’in [LITCI] kurucusu Nahuel Moreno’nun “Geçiş Programı’nın Güncellenmesi” başlıklı çalışmasında yer alan 32. Tez.) Bir önceki tezde, yaşamakta olduğumuz yükselen devrimci mücadelenin sağladığı her olanağı ortaya çıkarmak için gerçeği tahlil etmenin mutlak gerekliliğini ele almıştık. Gerçeği tahlil etmenin bir diğer anlamı, partilerimizin ve militanlarımızın hangi süreçlere ve hangi örgütlere kendilerini hasredebileceklerinin âcilen açıklığa kavuşturulmasıdır. Dördüncü Enternasyonal ancak istisnasız bütün seksiyonları ülkelerinde gerçekleşen devrimci süreçlere kendilerini hasrettikçe bir kitle Enternasyonali haline gelecektir. Yaşanana süreçlerin politik programıyla veya o andaki önderliğiyle aramızda bir anlaşmazlık olduğu bahanesi altında devrimci bir süreçle ilgilenmemeyi savunmak, Dördüncü Enternasyonal’e ihanettir. Bizim partilerimiz, Nikaragua’daki gerilla savaşının son yılındakine benzer süreçlere FSLN gibi oportünist bir örgütün bu sürece önderlik ettiği gerçeğinden bağımsız olarak mutlaka kendilerini hasretmelidirler. Partilerimizin en baştaki görevi, devrimci kitle hareketinin önderliği için oportünistlerle mücadele etmek üzere bu süreçlere kesinkes müdahale etmektir. Böyle yapmamak, o kitleleri sınıf iş birliğinin önderlikleri olan oportünist önderliklerin ellerine terk etmek anlamına gelir. Sahip oldukları önderliğin türünden ve sahip oldukları karakterlerden bağımsız olarak işçi örgütlerinin içerisinde çalışmak da aynı derecede önemlidir. Her Troçkist parti, sendikalarda,
Açıklama [90]: <!--[endif]--> Açıklama [91]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [92]: <!--[endif]--> Açıklama [93]: <!--[if !supportEmptyParas]--> Açıklama [94]: <!--[endif]-->
tercihen işçilerin en büyük kesimini harekete geçiren sendikalarda bu örgütlerin mevcut kökenlerinden ve yapılarından bağımsız olarak çalışmalıdır. Politikamızı ifade etmek ve bu örgütlerin yönetimindeki önderliklerle savaşmak üzere sendikalara gideriz çünkü bizim sınıfımız oradadır. Sahip oldukları niteliklerden ve kökenlerden bağımsız olarak sendikalarda çalışmaya dair bu ilkeli ifade, Troçkist politikanın merkezi bir ilkesidir. Faşist sendikaları dahi kapsayan bu ilke, Troçki tarafından programatik bir metinde kesin bir dille ifade edilmiştir: ‘Ne dikkatimizi toplamamız gereken alanı ne de içinde faaliyet geliştirdiğimiz koşulları, kendi tat ve zevkimize göre seçmemeliyiz. Totaliter veya yarı-totaliter bir ülkede kitleler üzerinde otorite elde etmek için savaşmak, demokratik bir ülkede bunu gerçekleştirmeye göre sonsuz kat daha zordur. Aynı durum, kapitalist ülkelerin kaderinde gerçekleşen değişimleri yansıtan nitelikteki sendikalar için de geçerlidir. Alman işçileri üzerinde etki sahibi olma mücadelesini, sırf bu görev totaliter rejim dolayısıyla orada çok daha zor diye terk edemeyiz. Aynı şekilde, faşizm tarafından zorla yaratılmış olan işçi örgütleri içerisinde mücadele etmeyi de bırakmamalıyız. Sadece doğrudan veya dolaylı olarak korporatif devlete bağlı olduklarından veya bürokrasi bu sendikalarda devrimci insanların özgürce çalışmasına fırsat tanımadığından dolayı totaliter veya yarı-totaliter türden sendikalardaki yöntemli çalışmayı terk etmek için ortada hiçbir sebep yoktur. Olayların geçmişteki evriminin yarattığı tüm bu koşullarda mücadele etmeliyiz; işçi sınıfının hataları ve önderlerinin suçları da bu evrimin birer parçasıdır. Gizli, yasadışı ve komplocu olmayan devrimci bir çalışma yürütmek faşist ve yarı-faşist ülkelerde imkânsızdır. Totaliter veya yarı-totaliter sendikalarda komplocu olmayan bir çalışma yürütmek imkânsızdır veya neredeyse imkânsızdır. Kitleleri sadece burjuvaziye karşı değil aynı zamanda bu sendikaların kendi totaliter rejimlerine ve bu rejimi destekleyen sendika önderlerine karşı da seferber edebilmek için her ülkedeki mevcut koşullara uyum sağlamalıyız. Bu mücadelenin birincil sloganı şudur: ‘Kapitalist devlet karşısında sendikaların tam ve koşulsuz bağımsızlığı’. Bu slogan, sendikaları işçi aristokrasisinin değil sömürülen geniş kitlelerin örgütleri haline dönüştürmek için mücadele etmek demektir.’ Troçki’nin ifade ettiği gibi, devlet kontrolünde olsalar bile işçi sınıfının ayrılmadığı bu işçi örgütlerine, devletin denetimi politikasına teslim olmak için değil tam tersine sendikaları ve işçi örgütlerini devletin kontrolünden veya bürokratik kontrolden bağımsız kılmak için gideriz. Bu örgütlere gideriz çünkü bunlar devlete ve oportünist önderliklere karşı birer savaş alanıdır. Dahası, Bonapartist veya totaliter devlete bağlı oldukları gerekçesiyle bazı örgütler içerisinde faaliyete geçmememiz gerektiği iddiası, diğer sendikaların veya işçi örgütlerinin bağımsızlığını abartan bir iddiadır. Günümüzde devrimci olmayan her sendika, burjuva devletle veya işçi devletlerindeki bürokratik totaliter devletle olan bağları üzerinden az ya da çok devlet denetimine tabidir. Bu örgütlerin devletten bağımsız oldukları iddiası eşliğinde sadece reformist bürokrasinin kontrolü altındaki örgütlerde çalışmak, aslında bu örgütlerin yaşadığı yüksek derecedeki devlet denetimini açığa vurmaktan geri durmaktır. Diğer yandan bu iddia, daha fazla devlet kontrolüne tabi olan veya daha büyük bir devlet denetimi kökenine sahip olan örgütlerdeki işçileri, onları denetleyen bürokrasinin ellerine terk etmek anlamına gelir; işçi sınıfının hain önderlikleriyle ve devlet denetimiyle savaşmak üzere işçi sınıfının terk etmediği yerlerde bulunma görevimizi, bu devrimci görevimizi terk etmek demektir. Bu örgütleri devrimci örgütler haline dönüştürüp dönüştüremeyeceğimiz ya da başkalarını kurmak zorunda kalıp kalmayacağımız ancak tarih tarafından çözülebilecek olan yanlış bir tartışmadır. Bu tarihsel perspektifin örtüsü altında eğer saf devrimci örgütlerin, bir çeşit kızıl sendikaların kurulması için çalışıyorsak bu hata çok daha da ciddi bir hal alır. Bu politika, Dördüncü Enternasyonal’in tüm yönelişine karşıt olan aşırı-solcu bir politikadır. Bizim yönelişimiz şudur: İşçilerin bağlı olduğu tüm işçi örgütlerinde, bu örgütlerin niteliğinden bağımsız olarak, her partimiz ve her militanımız faaliyet yürütmelidir. Dördüncü Enternasyonal’e bağlı olmak için zaruri ön koşul, bu temel ilkeyi kabul etmektir.